Conference Presentations by Burak Kayhan Aygün
Bu çalışmada; 1814-1815 tarihlerinde gerçekleştirilen Viyana Kongresi esnasında Avrupa’daki siyas... more Bu çalışmada; 1814-1815 tarihlerinde gerçekleştirilen Viyana Kongresi esnasında Avrupa’daki siyasi iklim irdelenmiş, Viyana Kongresi akabinde Avrupa’da yaşanan sosyal ve siyasal çalkantılar ele alınmıştır. 1815 tarihi itibariyle Avrupa’da yaşanan sosyal çalkantılar bu çalışmanın esas alanı olmamakla birlikte, sosyal buhranların siyasal çalkantılardan bağımsız oluşamayacağı fikrinden hareketle, bu araştırmada 1830 ve 1848 ihtilallerinin siyasal, sosyal ve fikirsel alandaki etkileri ele alınmış, ihtilallerin kısa ve uzun vadede Avrupa’da yarattığı değişimler analiz edilmiştir. 1815 Viyana Kongresi; Avrupa’da Napolyon Savaşları ile dağılan statükonun yeniden inşasını sağlayarak Avrupa sömürgeciliğinin yol haritasını belirlemiş, ancak bu dönemde yaşanan siyasi çalkantılar karşısında monarşik rejimlerin yeterliliğinin gittikçe sorgulanmaya başlaması, 1830 ve 1848 ihtilallerinin oluşmasına siyasal bir zemin hazırlamıştır. 1830 ve 1848 ihtilallerinin kısa vadede Avrupa’da yarattığı değişim, uzun vadede Osmanlı ve Rus topraklarındaki devrimleri de beraberinde getirmiştir.
Uluslararası Marmara Sosyal Bilimler Kongresi, Kocaeli Üniversitesi Bildiriler Kitabı, 2022
Özet Bu bildiride, yerel tarih yaklaşımının kaynaklarının neler olduğu konusu bir örnek üzerinden... more Özet Bu bildiride, yerel tarih yaklaşımının kaynaklarının neler olduğu konusu bir örnek üzerinden değerlendirilmiştir. Yerel tarihçiliğin geçmişten günümüze öneminin arttığı aşikardır. Hatta günümüzde, özellikle de kent tarihi çalışmalarında, oldukça sık başvurulan bir yaklaşım haline gelmiştir. Bir kentin tarihinin ve sosyo-ekonomik yapısının araştırılması esnasında arşiv belgeleri, salnameler, seyahatnameler, bibliyografya ve kataloglar, dergiler, gazeteler kullanılabilecek kaynaklardandır. Her biri tarihe katkı sunan bu materyaller yerel tarih için de önemli kaynak eserlerdendir. Bu bildiride amaçlanan, gazetelerin yerel tarihe katkısı üzerine düşünmektir. Bu sebeple, genel anlamda Bartın'da yayınlanmış olan bazı gazeteler üzerinden; özel anlamda ise 1924 yılından bu yana Bartın ilinde yayınlanan Bartın Gazetesi örneği üzerinden, yerel tarihçiliğin tarihe olan katkısı değerlendirilmiştir.
Books by Burak Kayhan Aygün
İslam sanatı erken dönemlerden itibaren oldukça sade bir gelişim göstermiştir. Bu sadeliğin temel... more İslam sanatı erken dönemlerden itibaren oldukça sade bir gelişim göstermiştir. Bu sadeliğin temelinde o dönemde var olan putperestlik inancına olan tepki ve muhalefet yatmaktadır. İslam sanatının mimaride ilk örnekleri olan Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevi gibi camilerde bu sadelik bariz bir şekilde kendini göstermektedir. Müslümanlar inşa ettikleri mabetleri bir süs ya da ihtişam göstergesi olarak değil, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretini anımsatacak, ilahi tefekküre yönlendirecek bir biçimde tasarlamışlardır. Emevi ailesinin halifeliği eline alması ile bu dönemde sanat, erken döneme nazaran daha gösterişli bir hal almış, aynı zamanda ileriki dönemlerde Abbasi-Endülüs sanatının da etkileneceği bir ekol oluşturmuştur. Emeviler, sanata ve gelişimine oldukça değer vermiş, erken dönemdeki sadelik anlayışını terk ederek, lüks ve ihtişamın vurgulandığı eski Mezopotamya mabetlerinin ihtişamını yansıtan örnekler inşa etmiştir. Bunun yanı sıra, Emevilerin inşa ettikleri yapılarda hem Sasani hem Helen kültüründen de örnekler yer almaktadır. Bu nedenle Emevi sanatı aynı zamanda bir kültür sentezinin neticesidir. Diğer toplum ya da kültürlerden alınan unsurların İslam sanatı ile sentezi sağlanmış, Mefcer Sarayı, Emeviyye Camii gibi müthiş yapılar inşa edilmiştir. Emevi hanedanının 745 yılında son bulması ile İber Yarımadası’ndaki akrabaları Abbasilerden ayrı müstakil bir devlet kurmuş, Emevi dönemi sanatının da devamını sağlamıştır. Endülüs Emevilerinin ilk dönem eserlerinde Emevi üslubunun etkileri bulunmakla beraber, Vizigot kültürünün de esintileri görülmektedir. Zira Endülüs Emevileri aynı zamanda Vizigot kültürünün üzerine kurulmuştur. Eserlerinde de Vizigot kültürüne ait unsurların bulunması gayet tabiidir. Hatta Vizigot-Endülüs kaynaşması o kadar ilerlemiştir ki İspanya’da Beni Ahmer Devleti’nin yıkılmasından sonraki tarihlerde dahi Hristiyan devletler emirlerinde Müslüman sanatçılar çalıştırmış ve Endülüs sanatının yüzyıllar boyunca devamı sağlanmıştır. Abbasilerin durumu da Endülüs Emevilerinden farklı değildir. Emevilerin Arap olmayan ırklara güttüğü ayrımcı politikaya karşı çıkan Abbasiler, eski döneme karşı çıkmak babında Arap olmayan Müslümanlara kucak açmıştır. Bu dönemde güdülen hoşgörü politikası neticesinde sanatın gelişiminde müthiş bir sıçrama yaşanmıştır. Bu tarihten itibaren Abbasi eserlerinde Türk etkileri de görülmektedir. Harizm, Türkistan tavrının etkilerinin görüldüğü Abbasi sanatında, Emeviler döneminde olduğu gibi güç ve ihtişama da önem verilmiştir. Bu çalışmada; Endülüs Emevi sanatının tarihsel süreç içerisinde nasıl gelişim gösterdiği, inşa ettikleri yapıların özellikleri, Abbasi sanatının ana hatları ve bu dönemde inşa edilen yapıların özellikleri, ana ve alt başlıklar altında incelenecektir.
Bu çalışmada narh usulünün tarihsel süreci ve Osmanlı Devleti’ndeki uygulanış biçimi ele alınmış,... more Bu çalışmada narh usulünün tarihsel süreci ve Osmanlı Devleti’ndeki uygulanış biçimi ele alınmış, narh sistemini Osmanlı sosyo-ekonomik yapısında zaruri kılan nedenler irdelenmiştir. İslam inanç ve esaslarında narh usulü uygun görülmemekle beraber bütünüyle yasaklanmamıştır. Tarihsel süreç içerisinde Abbasiler ve Selçuklular dönemlerinde uygulanmaya başlanan narh usulü Osmanlı Devleti döneminde olağan ve olağanüstü tedbirler olmak üzere ikiye ayrılır. Osmanlı yönetimi, üreticiler arasındaki rekabeti önlemek ve tüketici zümresini himaye etmek için, gerekli gördüğü zamanlarda birtakım narh tespitlerinde bulunmuş ve tespit edilen narha köylü-esnaf fark etmeksizin toplumun tüm kesimlerinin uymasını zaruri kılmıştır. Narh sistemi Osmanlı yönetiminin etkin olduğu faaliyet alanlarından biri olup, denetiminin de bizzat devlet tarafından yapıldığı teftişe dayalı ekonomik bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çalışmada, yerel tarih yaklaşımının gelişimi ve akademik tarih ile ilişkisi incelenerek sosyo-... more Bu çalışmada, yerel tarih yaklaşımının gelişimi ve akademik tarih ile ilişkisi incelenerek sosyo-ekonomik ve kültürel tarih ile olan bağlantıları irdelenmiştir. Tarih geleneğimizin; aile tarihi, çevre tarihi, içinde yaşadığımız kentin tarihi, kısaca yanıbaşımızdaki tarihi kavramamıza yönelik verdiği imkânlar kısıtlıdır. Yakın çevremizdeki tarihsel izlerin, tarih geleneğimiz içerisinde önemli bir yer tutması, tarihe yerel eksenli bir perspektiften bakılmasına ve yerel tecrübeden, aşağıdan yukarıya inşa edilen bir tarih yaklaşımının meşruiyetine katkı sağlayacaktır. Bu nedenle akademik düzeyde tam anlamıyla keşfedilememiş olan yerel tarihçiliğe yönelik ilginin desteklenmesi ve kamu-özel sektör tarafından yerel-akademik girişimlerin fonlanması elzemdir. Yerel tarihe olan ilginin ve desteğin artması, yerel tarihçiliğin tarih bilimine olan katkısının da artmasını sağlayacaktır. Zira günümüzde yerel tarihin, araştırma ve veri toplama süreçlerine sunduğu, gazete, fotoğraf ve koleksiyon gibi yerel kaynaklar, tarihin hammaddesi olan belge kavramına yeni bir ışık tutmakta ve bu kavramın yeniden tanımlanmasına katkı sağlamaktadır.
Selçuklu yönetim mekanizmalarının kuruluş süreci oldukça sancılı bir gelişim göstermişse de Selçu... more Selçuklu yönetim mekanizmalarının kuruluş süreci oldukça sancılı bir gelişim göstermişse de Selçuklular, eski Türk telakkisini İslam medeniyetinden edindikleri kültürel kazanımlar ile sentezlemeyi başarmış, böylece kökleri sağlam ve yüzyıllar boyunca ayakta kalmayı başarabilen müesseseler oluşturmuşlardır. Selçukluların yönetim mekanizmalarının oluşmasını ve şekillenmesini sağlayan unsurlar eski Türk telakkisinden ve İslam geleneklerinden ibaret değildir; başta bulundukları coğrafya, diğer Türk-İslam devletleri ile kurdukları ilişkiler ve büyük devlet olmanın şartlarından olan esaslı bir teşkilatlanma ihtiyacı gibi birden fazla etken bulunmaktadır. Selçuklular devlet teşkilatlarındaki birçok yapılanmayı başta Gazneliler, Karahanlılar, Samaniler ve Abbasiler gibi Türk-İslam devletlerindeki yönetim mekanizmalarından ilham alarak oluşturmuştur. Bu yüzdendir ki Gazneliler, Abbasiler gibi İslam devletlerinin başta divan teşkilatlarından, ordu ve toprak sistemlerine kadar tüm yönetim mekanizmaları, Selçuklu yönetim mekanizmaları ile büyük benzerlikler göstermektedir.
Devletler, gerek işgücü ihtiyacı olsun, gerek devlet düzeninin tesisi için olsun, kendi deneyimle... more Devletler, gerek işgücü ihtiyacı olsun, gerek devlet düzeninin tesisi için olsun, kendi deneyimlerinden yola çıkarak ve dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Bu bağlamda kul sistemi, Osmanlı Devleti’ndeki bireyleri eğitime ve devlet hizmetlerine kazandırmada en önemli ve temel müesseselerden biri olmuştur. Osmanlı devlet teşkilatı merkez ve taşra olmak üzere ikiye ayrılır; merkez ve taşra teşkilatlarında ihtiyaç duyulan personelin istihdamı, kul bir diğer adı ile devşirme sistemi ile sağlanmıştır. Kul sistemi Osmanlı Devleti’nin vazgeçilmez unsurlarından biri olup, hem Osmanlı ordu teşkilatıyla hem de idari teşkilatla bağlantılıdır. Kul sistemi, Osmanlı Devleti’nin tek başına ortaya çıkardığı bir sistem değildir. Osmanlılara Ortadoğu İslam devletlerinden gelen eski bir gelenektir. Kul sisteminin temeli pençik geleneğine ve Türk İslam devletlerinde bulunan Gulam sistemine dayanmaktadır. Osmanlılar, Türk-İslam devletlerinde var olan Pençik ve Gulam sistemlerini, kendine adapte etmiş ve yaşadığı çağın ihtiyaçlarına göre revize ederek yeni bir vücuda büründürmüştür. Kul sistemi Osmanlı Devleti’nde 16.yüzyılın sonlarına kadar başarılı bir şekilde uygulansa da, 17. yüzyıldan itibaren sistemde bozulmalar baş göstermiş ve 19.yüzyılda tamamen işlevini kaybetmesi ile Osmanlı Devleti’ndeki modernleşme hareketleri doğrultusunda ortadan kaldırılmıştır.
Sanat kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde yapmak etmek anlamına gelen Arapça san kelimes... more Sanat kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde yapmak etmek anlamına gelen Arapça san kelimesinden türediğini görmekteyiz. Yine san kelimesinden türeyen san'a işinde ehil olmak sanat kelimesi ise meslek anlamına gelmektedir. Kısacası sanat bir iş ya da uğraş alanında izlenen sistemli bir yol ya da yöntem olarak tanımlanmaktadır. Zevkler ve renkler tartışılmaz; kimileri tabiata olan sevgisini, kimileri göklere olan merakını kimileri de aşka ve sevdaya duyduğu ilgilerini sanatına aktarır. İslami topluluklar sanatı dünyevi bir nitelik arz etmekten çok Allah-u Teala'yı hatırlatacak, O'nun sonsuz ilim ve kudretini tefekkür etmeye yönlendirecek bir araç olarak kullanmışlardır. İslam sanatı tüm biçimleriyle, İslam’ın varlık ve hayatı anlamlandırış şeklini yansıtmaktadır. Kısaca İslami sanat eserleri, Müslüman toplumların inanç ve inançlarına bağlı hayat tarzlarının en somut göstergeleridir. Bu sanat batıda İber yarımadasından doğuda Hindistan'a kadar, güneyde Büyük Sahra uçlarından kuzeyde Ukrayna-Kazan hattına kadar çok uzak bölgeleri birleştiren ortak bir kültürün ve medeniyetin ifadesidir. İslam sanatının erken dönemden itibaren çeşitli değişikliklere uğramasına rağmen değişmeyen temel niteliği; özgün üslubu, motif zenginliği ve kendine has mimari sistemiyle ortak inanç ve zihniyetin estetik bir inikası olmasıdır. Bu tavır erken dönem İslam sanatında dahi ilk örneklerini vermiş, Emeviler döneminde ise sadelikten uzaklaşsa da temelde aynı prensibi taşımıştır.
1794 ila 1815 yılları arasında Avrupa’da Napolyon savaşları ile süregelen kaotik dönem 1815 Viyan... more 1794 ila 1815 yılları arasında Avrupa’da Napolyon savaşları ile süregelen kaotik dönem 1815 Viyana kongresi akabinde son bulmuş ve bu tarihten itibaren Avrupalı devletler sömürgecilik, Avrupa’daki statükonun korunması ve anti monarşik politikalar hususunda mutabık kalmıştır. Buna ek olarak Avrupalıların Viyana kongresinde uzlaşma sağladığı konulardan bir diğeri de şark meselesidir. 1815 Viyana kongresinde ortak tehdit olarak görülen Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletler tarafından ortadan kaldırılması kararlaştırılmış ve 1815 yılından itibaren şark meselesinin ortasında yer alan Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupalılar birlikte hareket etmişlerdir (Boray, 2013: 145). Lakin Osmanlı coğrafyası üzerinde emelleri olan tek güç Avrupa değildir. Akdeniz’de ve Balkanlar’da güç ve nüfus devşirmek isteyen Rus Çarlığı, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı devletine karşı her fırsatta saldırı başlatmış ve bu durum Avrupa ve Rus Çarlığı arasında bir çıkar çatışmasına sebebiyet vermiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, Rusça Çarlığının dayatması sonucunda Ayastefanos Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmış ve bunun neticesinde Rusların Balkanlar ile boğazlar üzerinde büyük nüfuz elde etmesi, Avrupalı devletleri harekete geçirmiştir. Avrupalı devletler, Rus Çarlığının Osmanlı coğrafyasında büyük bir güç elde etmesine karşı çıkabilmek adına Osmanlı devletine zahirde desteğini esirgememiş ve Ayastefanos’a göre daha yapıcı bir anlaşma imzalanması için 1878 yılı mayıs ayında Berlin kongresi tertip edilmiştir. Bu çalışmada; Berlin kongresi sürecinde yaşananlar, Berlin kongresinde alınan kararlar ve bu kararların Osmanlı coğrafyası üzerindeki etkileri ana başlıklar halinde ele alınacaktır.
İnsanoğlu yaratıldığından beri daima kendi içinde çatışma içerisindedir. Bu çatışma kimi
zaman a... more İnsanoğlu yaratıldığından beri daima kendi içinde çatışma içerisindedir. Bu çatışma kimi
zaman aktif bir şekilde, kimi zaman pasif bir şekilde devam etmiş ve hiçbir vakit
durmamıştır. İnsanoğlunu savaşmaya iten en önemli iki unsur hakimiyet emeli ve savunma
içgüdüsüdür. İnsanlık tarihinde vuku bulan tüm savaşların temelinde bu iki mefhum
yatmaktadır. Savaşlar, bazen küçük çaplı bazen de kitleleri etkileyen boyutta gerçekleşmiş,
hatta küresel trajedilere varan sonuçlar doğurmuştur. Dünyadaki milletlerin çoğunluğunu
etkileyen ve küresel boyutta vahim sonuçları bulunan I. ve II. Dünya Savaşları bu duruma
önemli bir örnek teşkil eder. Savaşın getirdiği tahribat, toplumda güvensizlik ortamı yaratır.
Bu güvensizlik ve endişe, devletleri daha korumacı bir politika izlemeye sürüklemiştir. Bu
yüzden devletler kendilerini güvence altına alabilmek amacıyla; askeri harcamalarını
arttırmak, ittifaklar kurmak ya da süper güçlerin himayesine girmek gibi çeşitli yollara
başvurmuştur. Yine bu yollardan biri olarak sayılabilecek küresel boyutta silahsızlanma
gayesi, zahirde barış ortamına zemin hazırlayabilecek yegâne yöntemlerden biri olarak
gözükmektedir. Savaşlardan ve savaşların getirdiği yıkımdan kurtulabilmek amacıyla,
küresel anlamda bir silahsızlanma isteği günümüzde dahi devam etmektedir. Lakin
günümüzde yapılan silahsızlanma çağrıları adı altında bir silahlanma yarışının yaşandığı da
bariz bir gerçektir. I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yıkım sadece Ortadoğu
coğrafyasında değil, tüm dünyada hissedilmiştir. Özellikle Avrupa kıtasında savaşın
akabinde ağır bir ekonomik kriz meydana gelmiş, işsizlik artmış ve çeşitli bölgelerde
yaşanan iç ayaklanmalar mali krizi daha da çıkmaza sokmuştur. Bu olumsuzluklar Avrupalı
devletleri olası bir savaşa karşı tedbir almaya yöneltmiş, Fransa, Belçika, Hollanda gibi
devletler, ileride gerçekleşebilecek bir Alman istilasına karşı sınırlarını güvence altına
almak istemiştir. Bu dönemde, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yoğun bir diplomasi
yaşanmış, bu diplomasiye İngiltere ve Amerika’nın da katılması, Avrupalılar arasında
geçici bir ortak dilin oluşmasını sağlamıştır. Bu ortak dili etkin bir şekilde kullanmak
amacıyla Washington-Londra konferansları düzenlenmiş, savaşın kanun dışı edilebilmesi
için büyük çabalar sarf edilmiştir. Avrupa coğrafyasının bir daha savaşa sürüklenmemesi
adına silahsızlanma çağrıları yapılmış, bu çağrılar neticesinde özellikle büyük devletlerin
askeri harcamalarına ve silah kapasitelerine sınırlamalar getirilmiş, kısa süreli olsa da
dünyaya bir barış havası hâkim olmuştur. Bu çalışmada I. Dünya Savaşı akabinde
gerçekleşen; Washington Deniz konferansı, Londra Deniz Konferansı, Kara Silahsızlanma
Meselesi ve Briand-Kellogg Paktı, ana ve alt başlıklar halinde incelenecektir.
1570 yılında Osmanlı Devleti tarafından Türk-İslam yurdu kılınan Kıbrıs, yaklaşık 310 yıl boyunca... more 1570 yılında Osmanlı Devleti tarafından Türk-İslam yurdu kılınan Kıbrıs, yaklaşık 310 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kalmıştır. İngiltere’nin 1878 yılında adayı ilk önce kiralaması daha sonra işgal ederek ilhakı karşısında Osmanlı Devleti herhangi bir karşılık verememiş, sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu esnasında da Misak-ı Milli sınırları arasında sayılmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu akabinde Lozan Barış Anlaşması’nın imzalanmasıyla Kıbrıs, resmen Türkiye’nin elinden alınmış ve Türklerin adanın siyasi-sosyal yapısı ile ilgili herhangi bir tasarrufâtı kalmamıştır. Sonraki yıllarda İkinci Dünya Savaşı’ndan yıpranmış bir şekilde çıkan İngiltere, Kıbrıs’tan yeni düzenlemeler yaparak çekileceğini açıklaması ile Yunanistan adayı ilhak etmek adına sürekli siyasi girişimlerde bulunmuş ve Kıbrıs’ta yaşayan Rum halkı kışkırtarak katliama ve anarşiye öncülük etmiştir. Kıbrıs’ta 1950’li yıllarda başlayan Türk-Rum çatışması 1960’lı yıllardan itibaren çok daha ciddi bir beynelmilel meseleye dönüşmüş ve sonraki yıllarda insanlık trajedisi denilebilecek boyutta olaylara ev sahipliği yapmıştır. Kıbrıs sorunu meselesi 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren olumlu ya da olumsuz yönde birçok safhadan geçmiş ve günümüzde dahi dünyada gündemde kalmayı başarabilmiştir. Bu çalışmada, 1950’li yıllardan beri gelen Kıbrıs sorunun tarihsel safhaları, ana başlıklar halinde incelenecektir.
Jeunes Turquie bir diğer adıyla Yeni Osmanlılar adıyla da bilinen bu hareket, Osmanlı yenileşme h... more Jeunes Turquie bir diğer adıyla Yeni Osmanlılar adıyla da bilinen bu hareket, Osmanlı yenileşme hareketleri arasında modern bir nitelik arz eden ilk örgütleşme olarak karşımıza çıkmaktadır. 19. Yüzyıl Avrupa dünyasının bilimde, sanatta ve insan haklarındaki yüksek standartları karşısında Osmanlı Devleti’nin çağa ayak uydurmasını isteyen Osmanlı aydınları, imparatorluğun bulunduğu buhrandan çıkması ve kurtuluşu için batı kaynaklı ya da geleneksel düzenden ilham alan birtakım siyasi sistemler oluşturmuştur. Ali Suavi, Mustafa Fazıl Paşa ve Namık Kemal gibi Osmanlı münevverleri İmparatorluğun kurtuluşunu kendi fikirlerinde bulmuş ve fikirleri yolunda mücadele etmekten de geri kalmamışlardır. Yeni Osmanlılar Cemiyeti tüm Osmanlı yenileşme hareketleri içinde birçok ilke ev sahipliği yapmıştır. Zira bu cemiyet, farklı ideolojilerin ve farklı fikirlerin bir araya geldiği kolektif bir yapıdır. Lakin farklı fikirleri içeren bir yapı ne kadar başarılı olursa olsun ortak bir zeminde buluşmaya ihtiyaç duyar. Yeni Osmanlılar da bu ortak zemini İslami düzende bulmuş, kendi sistemlerini İslami yapı üzerinde şekillendirmiştir. Farklılıklarına rağmen birlikte hareket edebilmeyi başaran Yeni Osmanlılar, basın yayın organlarını aktif bir şekilde kullanmış ve böylelikle daha geniş kitlelere hitap edebilmeyi başarmıştır. Tarihçilerin bir kısmı Yeni Osmanlılar’ın icraatlarını Mustafa Fazıl Paşa’nın siyasi aleti haline gelmeleri şeklinde yorumlarken diğer bir kısmı da bu hareketin Osmanlı Devleti’nde geniş yankılar uyandırdığını ve nihayetinde I. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde büyük bir rol oynadığını belirtmiştir. Her ne veçhile olsa da Yeni Osmanlılar’ın tüm Osmanlı modernleşme tarihi içerisinde ayrı ve önemli bir yere haiz olduğunu belirtelim. Bu çalışmada Yeni Osmanlılar’ın kuruluşundaki etkenler, ortaya çıkışları ve cemiyetin ideolojisi ele alınacaktır.
Anadolu Selçuklu devleti tarihinde, Antalya ve Alanya fetihleri önemli bir dönüm noktasıdır. Tari... more Anadolu Selçuklu devleti tarihinde, Antalya ve Alanya fetihleri önemli bir dönüm noktasıdır. Tarih boyunca birçok devlet tarafından ele geçirilmiş ve fethi için uğraşılmış bu iki şehir, hem coğrafi hem de iktisadi açıdan önemli stratejik noktaların başında yer almaktadır. Antalya’nın ismi aslen Bergama kralı II. Attalos’un adına dayanmaktadır. Antik çağlarda Attaleia adıyla anılan şehir, batı kaynaklarında Satalia, Arap ve Türk kaynaklarında ise Antaliyye, Adaiya şeklinde kaydedilmiştir. Tarih boyunca idaresi birçok devlet arasında el değiştirmiş bu iki şehir, uzun süre boyunca Doğu Roma İmparatorluğunun idaresinde kalmıştır. 9. yüzyıldan itibaren Müslüman akınlarına maruz kalan Antalya ve Alanya, ikinci haçlı seferinde de haçlı kuvvetleri açısından önemli bir üs olarak görev yapmış, Avrupalı tacirler tarafından da ticaret kolonileri kurularak önemli bir ticaret kenti haline gelmiştir. Antalya ve Alanya nihayetinde Anadolu Selçukluları tarafından fethedilerek, kalıcı olarak İslam beldesi haline getirilmiştir. Antalya ve Alanya’nın Anadolu Selçukluları tarafından fethinin sebepleri arasında, cihat ve gaza ülküsünde hareket etmekle beraber, Akdeniz ticaretine hakim olma çabası da yer almaktadır.
(Müellif: Burak Kayhan Aygün)
İslam dünyasının iki güçlü devleti olan Osmanlı Devleti ve Memluk S... more (Müellif: Burak Kayhan Aygün)
İslam dünyasının iki güçlü devleti olan Osmanlı Devleti ve Memluk Sultanlığının aralarındaki münasebetler, kuruldukları yıllardan itibaren dostani bir şekilde seyretmiş, bu olumlu hava İstanbul’un Sultan Mehmed Han tarafından fethine kadar devam etmiştir. 15.yüzyıla kadar Osmanlı-Memluk arasındaki yazışmalarda, baba-oğul ya da abi-kardeş terimlerinin yer alması, bu iki devletin birbirlerine olan dostani tavrını nitelendirmektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin ilerleyen süreçte sınırlarını daha da genişletip, iktisadi gücünü yükselterek Hristiyan dünyasına yapılan seferlerde öncü devlet haline gelmesi, İslam dünyasında liderlik ikilemi başlatmıştır. Yaklaşık iki buçuk yüzyıl Abbasi hilafetini himaye etmiş ve o döneme dek İslam dünyasının lider devleti konumunda yer almış Memlukler ile Anadolu’da doğmuş ve yaptığı gazalarla gittikçe güçlenerek Müslümanların sempatisini kazanmış olan Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler, 16.yüzyılda bir daha düzelmemek üzere bozulmuştur. Bu gerginleşme, nihayetinde Memluklerin yıkılışına ve Hilafet merkezinin İstanbul’a taşınmasına vesile olacaktır.
İslam sanatı ve mimarisini bir bütün olarak ve kronolojik bir çerçeve
içinde anlamak üzere yapıla... more İslam sanatı ve mimarisini bir bütün olarak ve kronolojik bir çerçeve
içinde anlamak üzere yapılan her teşebbüs, bir çarpıtma riskini de beraberinde
getirir. Çeşitli önyargılardan kaçınmak zordur. Konunun
her yönüyle aynı derecede ilgilenmek ve aynı derecede bilgi sahibi
olmak imkansızdır. İslam sanatının ilk yüzyıllarının daha detaylı bir
şekilde ele alınması, bu dönem sanatının sonraki dönemler üzerine
olan etkisi nedeniyle kaçınılmazdır. Fakat erken dönem sanatı örneklerinin
önemli bir kısmı yok olmuştur; kalanları gerek kendi ve gerekse
sonraki dönemlerin bağlamında hakkınca incelemek, bunlar
üzerine yakın ve detaylı bir şekilde odaklanılmasını gerektirir. Bu, daha
fazla sayıda örneği mevcut olan daha geç dönemler sanatı için aynı
derecede geçerli değildir. Farklı dönemlere verilen ağırlığın bir
dereceye kadar dengesiz olması bu sebeplerle kaçınılmazdır.
İslâmî dönem Türk tarihinde, ilk kez, sınırları, aşağı-yukarı Çin sınırlarından
Adalar ve Marmara... more İslâmî dönem Türk tarihinde, ilk kez, sınırları, aşağı-yukarı Çin sınırlarından
Adalar ve Marmara Denizlerine, Kafkasya’dan Mısır sınırlarına değin uzanan
ve dolayısıyla Türkistan, Hârezm, Afganistan, Iran, Azerbaycan, İrak, Arap
Yarımadası, Suriye ve Anadolu ülkeleri topraklarını içine alan evrensel büyük
bir Türk imparatorluğunu kuran Selçuklular olmuştur. Genellikle öteki Türk devletlerinde
olduğu gibi (Göktürklerde: Bumin Kağan- I s t emi Yabgu, B i l ge
Kağan - Költekin , Osmanlılarda: Orhan Gaz i - A l â e d d i n Paşa
kardeşler vs.) Selçuklu M i k â i l ’ in oğulları Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler
tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti, ilk sultan Tuğrul Bey döneminde
Merv’de toplanan Kurultay’da tespit edilen fetih planları uyarınca, büyük çapta
gerçekleştirilen fetihler sonucunda sınırlarını, doğu, batı, güney ve kuzey yönlerinde
süratle genişletmiş ve İslâm dünyasının biricik hâkimi durumuna gelmek
suretiyle bir imparatorluğa dönüşmüştür; nitekim devrin Abbasî halifesi K a a -
im Biemrillah , sultan Tuğrul’u Doğu ’nun ve Batı ’nın (yani dünyanın) hükümdarı
olarak ilân etmiştir. Sultan Tuğrul döneminde sağlam temeller üzerine
oturtulmuş olan imparatorluk, ikinci hükümdar Büyük Sultan AlpArslan döneminde
yükseliş devrini yaşamış, batı yönünde büyük fetihler gerçekleştirilmiş,
özellikle 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te Bizans’a indirilen büyük tarihî darbe
sonucunda, Anadolu ’nun kapıları Türk milletine ardına kadar açılmış, dolayısıyla
bu ülkenin bir Türk yurdu haline gelmesi yolunda en büyük adım atılmıştır.
Şüphesiz merhum Osman Turan’ın en mühim eseri Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm
Medeniyeti'dir. Bu... more Şüphesiz merhum Osman Turan’ın en mühim eseri Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm
Medeniyeti'dir. Bu eserde Selçuklu tarihinin kaynakları, bu sahada yapılan araştırmalar
üzerinde durulduktan sonra Selçukluların menşeleri, ilk devirleri, Selçuklu imparatorluğunun
kuruluşu, yükseliş devri, azamet devri, duraklama ve inhitat devirleri ve Türkiye
Selçukluları üzerinde durulmakta, Selçuklu imparatorluğunun bu devirlerinde münâsebette
bulundukları devletler, kabileler ve siyasî olaylar üzerinde de yeterli ve doyurucu
bilgiler verilmektedir. Bundan sonra Selçuklular devrinde Türk İslâm medeniyeti
konusuna geçilmekte, Selçukluların İslâm medeniyetine getirdikleri genişliğine ele alınmaktadır. Bu bölümde mimarîden musikîye varıncaya kadar devrin yaşayış şekli, hayata
bakışı ele alınmakta, bu bilgilerle İslâm medeniyeti arasında sağlam bağlar kurulmaya
çalışılmaktadır. Kitabın son bölümünde ise Türk-İslâm medeniyetinin gerileyiş sebepleri
üzerinde durulmakta, özellikle Moğol istilası konusu derinliğine araştırılmaktadır.
Platon MÖ 428 ya da 427 yazının başlarında Atina'da doğdu. Diogenes Laertius, annesiyle
babasının... more Platon MÖ 428 ya da 427 yazının başlarında Atina'da doğdu. Diogenes Laertius, annesiyle
babasının bir görev vesilesiyle geldikleri Aegina adasında doğduğunu söyler. Ona dedesinin adı olan
Aristokles adını vermişlerdi, ancak alnı ve bağrı geniş olduğundan, jimnastik hocası Argoslu Ariston
ona "geniş" anlamına gelen Platon adını uygun gördü. Gençliğinde sporlarda başarılı olduğu ve
Dicaerchus'un aktardığına göre İsthmia Oyunlarında güreştiği1 biliniyor.
Babası Ariston, Atina'nın efsanevi kralı Kodros ve Messenia kralı Melanthos'un soyundan
geliyordu. Annesi Perictione ise meşhur yasa koyucu Solon'un soyundandı. Adeimantos ve Glaucon
adında iki kardeşi, Potone adında bir kız kardeşi vardı. Çocuk yaştayken babası öldü, annesi de
Pyrilampes ile evlendi ve Antiphon adında bir kardeşi daha oldu. Pyrilampes birçok kez Pers
sarayına elçi olarak gönderilen, Perikles'in yakın dostu, demokratik görüşlü bir siyasetçiydi. Buna
karşın Platon'un dayısı Charmides'le annesinin kuzeni Kritias, Peloponez savaşından sonra güçlenen
oligarşik kesimin güçlü siyasetçileriydi.
Platon diyaloglarında yakın akrabalarından, ailesiyle gurur duyan bir asilin yaklaşımıyla söz eder.
Atina'nın tarihinde önemli roller üstlenmiş yakınlarının da etkisiyle küçük yaşlardan itibaren siyasi
bir kariyere hazırlanmaya başlar. Üvey babasının ve anne tarafından akrabalarının desteğiyle hem
demokratik hem de oligarşik kesimlerden siyasete atılabilirdi. Ancak her iki kesimin de hayran
olduğu Sokrates'e olumsuz yaklaşması, onu siyasetten soğutur.
Taberl, rivayetlerden ve eserlerden topladığı
zengin malzemeyi kullanırken, vakaları birbirine ... more Taberl, rivayetlerden ve eserlerden topladığı
zengin malzemeyi kullanırken, vakaları birbirine
ekleyerek devamlı bir silsile meydana getirmeye
çalışmaktan ziyade, elindeki malzemeyi sıralamakla iktifa etmiştir
.
Bu yüzden onun tarihinde,
bir vaka hakkında bazan biribirinden farklı birçok
söz ve rivayetlerle karşılaşıyoruz. Bundan başka o,
topladığı malzemenin sahih olduğunu da iddiaya
kalkışınamıştır.
İşte bu suretle onun tarafından toplanan malzemenin vicdanlı ve insaflı bir şekilde tertip edilmesi ve bi rçok yerde tezatlarla dolu olması, modern
tarih araştırmaları için Taberi tarihinin kıymet
ve değerini teşkil eder. Bilhassa İslamiyetin ilk
devirleri ile ilgili vakaları araştırırken onun eserinden çok şey öğrenilebilir.
J.M. Roberts Avrupa'nın değişen tarihini ve insanlarını buz devri ve klasik
uygarlıklardan başlay... more J.M. Roberts Avrupa'nın değişen tarihini ve insanlarını buz devri ve klasik
uygarlıklardan başlayıp Hıristiyanlığın yükselişine ve modern çağda Avrupa
entegrasyonuna kadar izliyor. Avrupa Tarihi kitabı farklı dönemlere yayılan
Avrupalı kimliğinin gelişimini de farklı biçimlerde geniş kapsamlı bir şekilde
anlatıyor.
Uploads
Conference Presentations by Burak Kayhan Aygün
Books by Burak Kayhan Aygün
zaman aktif bir şekilde, kimi zaman pasif bir şekilde devam etmiş ve hiçbir vakit
durmamıştır. İnsanoğlunu savaşmaya iten en önemli iki unsur hakimiyet emeli ve savunma
içgüdüsüdür. İnsanlık tarihinde vuku bulan tüm savaşların temelinde bu iki mefhum
yatmaktadır. Savaşlar, bazen küçük çaplı bazen de kitleleri etkileyen boyutta gerçekleşmiş,
hatta küresel trajedilere varan sonuçlar doğurmuştur. Dünyadaki milletlerin çoğunluğunu
etkileyen ve küresel boyutta vahim sonuçları bulunan I. ve II. Dünya Savaşları bu duruma
önemli bir örnek teşkil eder. Savaşın getirdiği tahribat, toplumda güvensizlik ortamı yaratır.
Bu güvensizlik ve endişe, devletleri daha korumacı bir politika izlemeye sürüklemiştir. Bu
yüzden devletler kendilerini güvence altına alabilmek amacıyla; askeri harcamalarını
arttırmak, ittifaklar kurmak ya da süper güçlerin himayesine girmek gibi çeşitli yollara
başvurmuştur. Yine bu yollardan biri olarak sayılabilecek küresel boyutta silahsızlanma
gayesi, zahirde barış ortamına zemin hazırlayabilecek yegâne yöntemlerden biri olarak
gözükmektedir. Savaşlardan ve savaşların getirdiği yıkımdan kurtulabilmek amacıyla,
küresel anlamda bir silahsızlanma isteği günümüzde dahi devam etmektedir. Lakin
günümüzde yapılan silahsızlanma çağrıları adı altında bir silahlanma yarışının yaşandığı da
bariz bir gerçektir. I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yıkım sadece Ortadoğu
coğrafyasında değil, tüm dünyada hissedilmiştir. Özellikle Avrupa kıtasında savaşın
akabinde ağır bir ekonomik kriz meydana gelmiş, işsizlik artmış ve çeşitli bölgelerde
yaşanan iç ayaklanmalar mali krizi daha da çıkmaza sokmuştur. Bu olumsuzluklar Avrupalı
devletleri olası bir savaşa karşı tedbir almaya yöneltmiş, Fransa, Belçika, Hollanda gibi
devletler, ileride gerçekleşebilecek bir Alman istilasına karşı sınırlarını güvence altına
almak istemiştir. Bu dönemde, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yoğun bir diplomasi
yaşanmış, bu diplomasiye İngiltere ve Amerika’nın da katılması, Avrupalılar arasında
geçici bir ortak dilin oluşmasını sağlamıştır. Bu ortak dili etkin bir şekilde kullanmak
amacıyla Washington-Londra konferansları düzenlenmiş, savaşın kanun dışı edilebilmesi
için büyük çabalar sarf edilmiştir. Avrupa coğrafyasının bir daha savaşa sürüklenmemesi
adına silahsızlanma çağrıları yapılmış, bu çağrılar neticesinde özellikle büyük devletlerin
askeri harcamalarına ve silah kapasitelerine sınırlamalar getirilmiş, kısa süreli olsa da
dünyaya bir barış havası hâkim olmuştur. Bu çalışmada I. Dünya Savaşı akabinde
gerçekleşen; Washington Deniz konferansı, Londra Deniz Konferansı, Kara Silahsızlanma
Meselesi ve Briand-Kellogg Paktı, ana ve alt başlıklar halinde incelenecektir.
İslam dünyasının iki güçlü devleti olan Osmanlı Devleti ve Memluk Sultanlığının aralarındaki münasebetler, kuruldukları yıllardan itibaren dostani bir şekilde seyretmiş, bu olumlu hava İstanbul’un Sultan Mehmed Han tarafından fethine kadar devam etmiştir. 15.yüzyıla kadar Osmanlı-Memluk arasındaki yazışmalarda, baba-oğul ya da abi-kardeş terimlerinin yer alması, bu iki devletin birbirlerine olan dostani tavrını nitelendirmektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin ilerleyen süreçte sınırlarını daha da genişletip, iktisadi gücünü yükselterek Hristiyan dünyasına yapılan seferlerde öncü devlet haline gelmesi, İslam dünyasında liderlik ikilemi başlatmıştır. Yaklaşık iki buçuk yüzyıl Abbasi hilafetini himaye etmiş ve o döneme dek İslam dünyasının lider devleti konumunda yer almış Memlukler ile Anadolu’da doğmuş ve yaptığı gazalarla gittikçe güçlenerek Müslümanların sempatisini kazanmış olan Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler, 16.yüzyılda bir daha düzelmemek üzere bozulmuştur. Bu gerginleşme, nihayetinde Memluklerin yıkılışına ve Hilafet merkezinin İstanbul’a taşınmasına vesile olacaktır.
içinde anlamak üzere yapılan her teşebbüs, bir çarpıtma riskini de beraberinde
getirir. Çeşitli önyargılardan kaçınmak zordur. Konunun
her yönüyle aynı derecede ilgilenmek ve aynı derecede bilgi sahibi
olmak imkansızdır. İslam sanatının ilk yüzyıllarının daha detaylı bir
şekilde ele alınması, bu dönem sanatının sonraki dönemler üzerine
olan etkisi nedeniyle kaçınılmazdır. Fakat erken dönem sanatı örneklerinin
önemli bir kısmı yok olmuştur; kalanları gerek kendi ve gerekse
sonraki dönemlerin bağlamında hakkınca incelemek, bunlar
üzerine yakın ve detaylı bir şekilde odaklanılmasını gerektirir. Bu, daha
fazla sayıda örneği mevcut olan daha geç dönemler sanatı için aynı
derecede geçerli değildir. Farklı dönemlere verilen ağırlığın bir
dereceye kadar dengesiz olması bu sebeplerle kaçınılmazdır.
Adalar ve Marmara Denizlerine, Kafkasya’dan Mısır sınırlarına değin uzanan
ve dolayısıyla Türkistan, Hârezm, Afganistan, Iran, Azerbaycan, İrak, Arap
Yarımadası, Suriye ve Anadolu ülkeleri topraklarını içine alan evrensel büyük
bir Türk imparatorluğunu kuran Selçuklular olmuştur. Genellikle öteki Türk devletlerinde
olduğu gibi (Göktürklerde: Bumin Kağan- I s t emi Yabgu, B i l ge
Kağan - Költekin , Osmanlılarda: Orhan Gaz i - A l â e d d i n Paşa
kardeşler vs.) Selçuklu M i k â i l ’ in oğulları Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler
tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti, ilk sultan Tuğrul Bey döneminde
Merv’de toplanan Kurultay’da tespit edilen fetih planları uyarınca, büyük çapta
gerçekleştirilen fetihler sonucunda sınırlarını, doğu, batı, güney ve kuzey yönlerinde
süratle genişletmiş ve İslâm dünyasının biricik hâkimi durumuna gelmek
suretiyle bir imparatorluğa dönüşmüştür; nitekim devrin Abbasî halifesi K a a -
im Biemrillah , sultan Tuğrul’u Doğu ’nun ve Batı ’nın (yani dünyanın) hükümdarı
olarak ilân etmiştir. Sultan Tuğrul döneminde sağlam temeller üzerine
oturtulmuş olan imparatorluk, ikinci hükümdar Büyük Sultan AlpArslan döneminde
yükseliş devrini yaşamış, batı yönünde büyük fetihler gerçekleştirilmiş,
özellikle 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te Bizans’a indirilen büyük tarihî darbe
sonucunda, Anadolu ’nun kapıları Türk milletine ardına kadar açılmış, dolayısıyla
bu ülkenin bir Türk yurdu haline gelmesi yolunda en büyük adım atılmıştır.
Medeniyeti'dir. Bu eserde Selçuklu tarihinin kaynakları, bu sahada yapılan araştırmalar
üzerinde durulduktan sonra Selçukluların menşeleri, ilk devirleri, Selçuklu imparatorluğunun
kuruluşu, yükseliş devri, azamet devri, duraklama ve inhitat devirleri ve Türkiye
Selçukluları üzerinde durulmakta, Selçuklu imparatorluğunun bu devirlerinde münâsebette
bulundukları devletler, kabileler ve siyasî olaylar üzerinde de yeterli ve doyurucu
bilgiler verilmektedir. Bundan sonra Selçuklular devrinde Türk İslâm medeniyeti
konusuna geçilmekte, Selçukluların İslâm medeniyetine getirdikleri genişliğine ele alınmaktadır. Bu bölümde mimarîden musikîye varıncaya kadar devrin yaşayış şekli, hayata
bakışı ele alınmakta, bu bilgilerle İslâm medeniyeti arasında sağlam bağlar kurulmaya
çalışılmaktadır. Kitabın son bölümünde ise Türk-İslâm medeniyetinin gerileyiş sebepleri
üzerinde durulmakta, özellikle Moğol istilası konusu derinliğine araştırılmaktadır.
babasının bir görev vesilesiyle geldikleri Aegina adasında doğduğunu söyler. Ona dedesinin adı olan
Aristokles adını vermişlerdi, ancak alnı ve bağrı geniş olduğundan, jimnastik hocası Argoslu Ariston
ona "geniş" anlamına gelen Platon adını uygun gördü. Gençliğinde sporlarda başarılı olduğu ve
Dicaerchus'un aktardığına göre İsthmia Oyunlarında güreştiği1 biliniyor.
Babası Ariston, Atina'nın efsanevi kralı Kodros ve Messenia kralı Melanthos'un soyundan
geliyordu. Annesi Perictione ise meşhur yasa koyucu Solon'un soyundandı. Adeimantos ve Glaucon
adında iki kardeşi, Potone adında bir kız kardeşi vardı. Çocuk yaştayken babası öldü, annesi de
Pyrilampes ile evlendi ve Antiphon adında bir kardeşi daha oldu. Pyrilampes birçok kez Pers
sarayına elçi olarak gönderilen, Perikles'in yakın dostu, demokratik görüşlü bir siyasetçiydi. Buna
karşın Platon'un dayısı Charmides'le annesinin kuzeni Kritias, Peloponez savaşından sonra güçlenen
oligarşik kesimin güçlü siyasetçileriydi.
Platon diyaloglarında yakın akrabalarından, ailesiyle gurur duyan bir asilin yaklaşımıyla söz eder.
Atina'nın tarihinde önemli roller üstlenmiş yakınlarının da etkisiyle küçük yaşlardan itibaren siyasi
bir kariyere hazırlanmaya başlar. Üvey babasının ve anne tarafından akrabalarının desteğiyle hem
demokratik hem de oligarşik kesimlerden siyasete atılabilirdi. Ancak her iki kesimin de hayran
olduğu Sokrates'e olumsuz yaklaşması, onu siyasetten soğutur.
zengin malzemeyi kullanırken, vakaları birbirine
ekleyerek devamlı bir silsile meydana getirmeye
çalışmaktan ziyade, elindeki malzemeyi sıralamakla iktifa etmiştir
.
Bu yüzden onun tarihinde,
bir vaka hakkında bazan biribirinden farklı birçok
söz ve rivayetlerle karşılaşıyoruz. Bundan başka o,
topladığı malzemenin sahih olduğunu da iddiaya
kalkışınamıştır.
İşte bu suretle onun tarafından toplanan malzemenin vicdanlı ve insaflı bir şekilde tertip edilmesi ve bi rçok yerde tezatlarla dolu olması, modern
tarih araştırmaları için Taberi tarihinin kıymet
ve değerini teşkil eder. Bilhassa İslamiyetin ilk
devirleri ile ilgili vakaları araştırırken onun eserinden çok şey öğrenilebilir.
uygarlıklardan başlayıp Hıristiyanlığın yükselişine ve modern çağda Avrupa
entegrasyonuna kadar izliyor. Avrupa Tarihi kitabı farklı dönemlere yayılan
Avrupalı kimliğinin gelişimini de farklı biçimlerde geniş kapsamlı bir şekilde
anlatıyor.
zaman aktif bir şekilde, kimi zaman pasif bir şekilde devam etmiş ve hiçbir vakit
durmamıştır. İnsanoğlunu savaşmaya iten en önemli iki unsur hakimiyet emeli ve savunma
içgüdüsüdür. İnsanlık tarihinde vuku bulan tüm savaşların temelinde bu iki mefhum
yatmaktadır. Savaşlar, bazen küçük çaplı bazen de kitleleri etkileyen boyutta gerçekleşmiş,
hatta küresel trajedilere varan sonuçlar doğurmuştur. Dünyadaki milletlerin çoğunluğunu
etkileyen ve küresel boyutta vahim sonuçları bulunan I. ve II. Dünya Savaşları bu duruma
önemli bir örnek teşkil eder. Savaşın getirdiği tahribat, toplumda güvensizlik ortamı yaratır.
Bu güvensizlik ve endişe, devletleri daha korumacı bir politika izlemeye sürüklemiştir. Bu
yüzden devletler kendilerini güvence altına alabilmek amacıyla; askeri harcamalarını
arttırmak, ittifaklar kurmak ya da süper güçlerin himayesine girmek gibi çeşitli yollara
başvurmuştur. Yine bu yollardan biri olarak sayılabilecek küresel boyutta silahsızlanma
gayesi, zahirde barış ortamına zemin hazırlayabilecek yegâne yöntemlerden biri olarak
gözükmektedir. Savaşlardan ve savaşların getirdiği yıkımdan kurtulabilmek amacıyla,
küresel anlamda bir silahsızlanma isteği günümüzde dahi devam etmektedir. Lakin
günümüzde yapılan silahsızlanma çağrıları adı altında bir silahlanma yarışının yaşandığı da
bariz bir gerçektir. I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yıkım sadece Ortadoğu
coğrafyasında değil, tüm dünyada hissedilmiştir. Özellikle Avrupa kıtasında savaşın
akabinde ağır bir ekonomik kriz meydana gelmiş, işsizlik artmış ve çeşitli bölgelerde
yaşanan iç ayaklanmalar mali krizi daha da çıkmaza sokmuştur. Bu olumsuzluklar Avrupalı
devletleri olası bir savaşa karşı tedbir almaya yöneltmiş, Fransa, Belçika, Hollanda gibi
devletler, ileride gerçekleşebilecek bir Alman istilasına karşı sınırlarını güvence altına
almak istemiştir. Bu dönemde, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yoğun bir diplomasi
yaşanmış, bu diplomasiye İngiltere ve Amerika’nın da katılması, Avrupalılar arasında
geçici bir ortak dilin oluşmasını sağlamıştır. Bu ortak dili etkin bir şekilde kullanmak
amacıyla Washington-Londra konferansları düzenlenmiş, savaşın kanun dışı edilebilmesi
için büyük çabalar sarf edilmiştir. Avrupa coğrafyasının bir daha savaşa sürüklenmemesi
adına silahsızlanma çağrıları yapılmış, bu çağrılar neticesinde özellikle büyük devletlerin
askeri harcamalarına ve silah kapasitelerine sınırlamalar getirilmiş, kısa süreli olsa da
dünyaya bir barış havası hâkim olmuştur. Bu çalışmada I. Dünya Savaşı akabinde
gerçekleşen; Washington Deniz konferansı, Londra Deniz Konferansı, Kara Silahsızlanma
Meselesi ve Briand-Kellogg Paktı, ana ve alt başlıklar halinde incelenecektir.
İslam dünyasının iki güçlü devleti olan Osmanlı Devleti ve Memluk Sultanlığının aralarındaki münasebetler, kuruldukları yıllardan itibaren dostani bir şekilde seyretmiş, bu olumlu hava İstanbul’un Sultan Mehmed Han tarafından fethine kadar devam etmiştir. 15.yüzyıla kadar Osmanlı-Memluk arasındaki yazışmalarda, baba-oğul ya da abi-kardeş terimlerinin yer alması, bu iki devletin birbirlerine olan dostani tavrını nitelendirmektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin ilerleyen süreçte sınırlarını daha da genişletip, iktisadi gücünü yükselterek Hristiyan dünyasına yapılan seferlerde öncü devlet haline gelmesi, İslam dünyasında liderlik ikilemi başlatmıştır. Yaklaşık iki buçuk yüzyıl Abbasi hilafetini himaye etmiş ve o döneme dek İslam dünyasının lider devleti konumunda yer almış Memlukler ile Anadolu’da doğmuş ve yaptığı gazalarla gittikçe güçlenerek Müslümanların sempatisini kazanmış olan Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler, 16.yüzyılda bir daha düzelmemek üzere bozulmuştur. Bu gerginleşme, nihayetinde Memluklerin yıkılışına ve Hilafet merkezinin İstanbul’a taşınmasına vesile olacaktır.
içinde anlamak üzere yapılan her teşebbüs, bir çarpıtma riskini de beraberinde
getirir. Çeşitli önyargılardan kaçınmak zordur. Konunun
her yönüyle aynı derecede ilgilenmek ve aynı derecede bilgi sahibi
olmak imkansızdır. İslam sanatının ilk yüzyıllarının daha detaylı bir
şekilde ele alınması, bu dönem sanatının sonraki dönemler üzerine
olan etkisi nedeniyle kaçınılmazdır. Fakat erken dönem sanatı örneklerinin
önemli bir kısmı yok olmuştur; kalanları gerek kendi ve gerekse
sonraki dönemlerin bağlamında hakkınca incelemek, bunlar
üzerine yakın ve detaylı bir şekilde odaklanılmasını gerektirir. Bu, daha
fazla sayıda örneği mevcut olan daha geç dönemler sanatı için aynı
derecede geçerli değildir. Farklı dönemlere verilen ağırlığın bir
dereceye kadar dengesiz olması bu sebeplerle kaçınılmazdır.
Adalar ve Marmara Denizlerine, Kafkasya’dan Mısır sınırlarına değin uzanan
ve dolayısıyla Türkistan, Hârezm, Afganistan, Iran, Azerbaycan, İrak, Arap
Yarımadası, Suriye ve Anadolu ülkeleri topraklarını içine alan evrensel büyük
bir Türk imparatorluğunu kuran Selçuklular olmuştur. Genellikle öteki Türk devletlerinde
olduğu gibi (Göktürklerde: Bumin Kağan- I s t emi Yabgu, B i l ge
Kağan - Költekin , Osmanlılarda: Orhan Gaz i - A l â e d d i n Paşa
kardeşler vs.) Selçuklu M i k â i l ’ in oğulları Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler
tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti, ilk sultan Tuğrul Bey döneminde
Merv’de toplanan Kurultay’da tespit edilen fetih planları uyarınca, büyük çapta
gerçekleştirilen fetihler sonucunda sınırlarını, doğu, batı, güney ve kuzey yönlerinde
süratle genişletmiş ve İslâm dünyasının biricik hâkimi durumuna gelmek
suretiyle bir imparatorluğa dönüşmüştür; nitekim devrin Abbasî halifesi K a a -
im Biemrillah , sultan Tuğrul’u Doğu ’nun ve Batı ’nın (yani dünyanın) hükümdarı
olarak ilân etmiştir. Sultan Tuğrul döneminde sağlam temeller üzerine
oturtulmuş olan imparatorluk, ikinci hükümdar Büyük Sultan AlpArslan döneminde
yükseliş devrini yaşamış, batı yönünde büyük fetihler gerçekleştirilmiş,
özellikle 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te Bizans’a indirilen büyük tarihî darbe
sonucunda, Anadolu ’nun kapıları Türk milletine ardına kadar açılmış, dolayısıyla
bu ülkenin bir Türk yurdu haline gelmesi yolunda en büyük adım atılmıştır.
Medeniyeti'dir. Bu eserde Selçuklu tarihinin kaynakları, bu sahada yapılan araştırmalar
üzerinde durulduktan sonra Selçukluların menşeleri, ilk devirleri, Selçuklu imparatorluğunun
kuruluşu, yükseliş devri, azamet devri, duraklama ve inhitat devirleri ve Türkiye
Selçukluları üzerinde durulmakta, Selçuklu imparatorluğunun bu devirlerinde münâsebette
bulundukları devletler, kabileler ve siyasî olaylar üzerinde de yeterli ve doyurucu
bilgiler verilmektedir. Bundan sonra Selçuklular devrinde Türk İslâm medeniyeti
konusuna geçilmekte, Selçukluların İslâm medeniyetine getirdikleri genişliğine ele alınmaktadır. Bu bölümde mimarîden musikîye varıncaya kadar devrin yaşayış şekli, hayata
bakışı ele alınmakta, bu bilgilerle İslâm medeniyeti arasında sağlam bağlar kurulmaya
çalışılmaktadır. Kitabın son bölümünde ise Türk-İslâm medeniyetinin gerileyiş sebepleri
üzerinde durulmakta, özellikle Moğol istilası konusu derinliğine araştırılmaktadır.
babasının bir görev vesilesiyle geldikleri Aegina adasında doğduğunu söyler. Ona dedesinin adı olan
Aristokles adını vermişlerdi, ancak alnı ve bağrı geniş olduğundan, jimnastik hocası Argoslu Ariston
ona "geniş" anlamına gelen Platon adını uygun gördü. Gençliğinde sporlarda başarılı olduğu ve
Dicaerchus'un aktardığına göre İsthmia Oyunlarında güreştiği1 biliniyor.
Babası Ariston, Atina'nın efsanevi kralı Kodros ve Messenia kralı Melanthos'un soyundan
geliyordu. Annesi Perictione ise meşhur yasa koyucu Solon'un soyundandı. Adeimantos ve Glaucon
adında iki kardeşi, Potone adında bir kız kardeşi vardı. Çocuk yaştayken babası öldü, annesi de
Pyrilampes ile evlendi ve Antiphon adında bir kardeşi daha oldu. Pyrilampes birçok kez Pers
sarayına elçi olarak gönderilen, Perikles'in yakın dostu, demokratik görüşlü bir siyasetçiydi. Buna
karşın Platon'un dayısı Charmides'le annesinin kuzeni Kritias, Peloponez savaşından sonra güçlenen
oligarşik kesimin güçlü siyasetçileriydi.
Platon diyaloglarında yakın akrabalarından, ailesiyle gurur duyan bir asilin yaklaşımıyla söz eder.
Atina'nın tarihinde önemli roller üstlenmiş yakınlarının da etkisiyle küçük yaşlardan itibaren siyasi
bir kariyere hazırlanmaya başlar. Üvey babasının ve anne tarafından akrabalarının desteğiyle hem
demokratik hem de oligarşik kesimlerden siyasete atılabilirdi. Ancak her iki kesimin de hayran
olduğu Sokrates'e olumsuz yaklaşması, onu siyasetten soğutur.
zengin malzemeyi kullanırken, vakaları birbirine
ekleyerek devamlı bir silsile meydana getirmeye
çalışmaktan ziyade, elindeki malzemeyi sıralamakla iktifa etmiştir
.
Bu yüzden onun tarihinde,
bir vaka hakkında bazan biribirinden farklı birçok
söz ve rivayetlerle karşılaşıyoruz. Bundan başka o,
topladığı malzemenin sahih olduğunu da iddiaya
kalkışınamıştır.
İşte bu suretle onun tarafından toplanan malzemenin vicdanlı ve insaflı bir şekilde tertip edilmesi ve bi rçok yerde tezatlarla dolu olması, modern
tarih araştırmaları için Taberi tarihinin kıymet
ve değerini teşkil eder. Bilhassa İslamiyetin ilk
devirleri ile ilgili vakaları araştırırken onun eserinden çok şey öğrenilebilir.
uygarlıklardan başlayıp Hıristiyanlığın yükselişine ve modern çağda Avrupa
entegrasyonuna kadar izliyor. Avrupa Tarihi kitabı farklı dönemlere yayılan
Avrupalı kimliğinin gelişimini de farklı biçimlerde geniş kapsamlı bir şekilde
anlatıyor.
Avrupa'nın değil, aynı zamanda çağdaş dünyanın oluşumunun da başlangıcını
teşkil eder. Şu anlamda ki, Fransız İhtilali ile ortaya çıkan ve modern siyasi hukukun
temelini teşkil eden ilkelerin Avrupa'ya yayılması, İhtilal Fransa'sının bir çeyrek
yüzyıla yakın bir süre içinde, hemen hemen bütün Avrupa ile yapmış olduğu
mücadele sırasında mümkün olmuştur. Bu, paradoksal bir görüntüdür. Özellikle
Napolyon, Avrupa'yı kendi kontrolü altına almak ve kitleleri mevcut monarşilere
karşı ayaklandırmak için, Fransız İhtilali'nin ilkelerini kullanmıştır. Başka bir deyişle,
Napolyon, diğer imparatorlukları yıkarak kendi imparatorluğunu kurmak
için, Fransa' da yüzyılların monarşisini yıkan fikirleri Avrupa' da yaymaya çalışmıştır.
İlginçtir, Napolyon, Rusya'ya girmek için, 1812 Haziranında geçtiği Niemen nehrini,
1812 Aralık ayında gerisin geriye geçerken, "Avrupa İmparatorluğu" hayalini
de geride bırakıyor ve fakat, Fransız İhtilali'nin hürriyet fikirleri onun yerini alıyordu.
İnsanlığın fikir akışında Rönesans ve Reformasyon özel ve önemli bir yer işgal
eder. Çünkü bu iki fikir devrimi, Orta Çağ'ın skolastik ve disipliner anlayışına birer
darbe vurmuşlardır. Bu iki büyük gelişmeden sonra, insanların fikir yapısı hür düşünce
yolunda önemli bir adım atmış, insanın fikir yapısı önemli bir transformasyon
geçirmiştir. Fakat unutmamalıdır ki, Rönesans ve Reformasyon gibi bu iki büyük
gelişme ve değişme, siyasal düşünce ile siyasal müesseselerin yapısını etki alanı
içine alamamıştır. Halbuki, Fransız İhtilali'nin doğurduğu sonuçlar, insanlığın siyasal
tarihi bakımından bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, Fransız İhtilali, ne
Rönesans'ın ve ne de Reformasyon'un hedef almadığı bir alanda patlak vermiş ve
doğrudan doğruya siyasal düzene hücum ederek, onu yıkarak, siyasal düzenin ve
siyasal müesseselerin yepyeni bir anlayışını ortaya koymuştur. Bu yeni anlayış, 21.
yüzyıla girmeye hazırlandığımız günümüzde de, siyasal kavram ve müesseselerin de
temelini teşkil etmektedir.