Articles by Yunus Emre Gördük
In this article, the “qissa of the first murder" (al-Maidah/27-31) is discussed methodologically ... more In this article, the “qissa of the first murder" (al-Maidah/27-31) is discussed methodologically in the point of classical tafsir sources and modern studies. The qissa consists of two elements which are the phrases “two sons of Adam” and the “crow’s guidance to the murderer”. In general, the commentators consider that the “Adam” indicates the Prophet Adam. The crow was sent to show how the body would be buried because the murder committed is the first murder on earth that does not know what to do with a dead body. In this general opinion, as well as the proofs of verses words and in-text contex elements, authentic ḥadiths, which are the main references of the tafsir, and narrations of companion and followers were taken into consideration. Along with other ḥadiths; especially it is seen that it is not possible to discredite the following ḥadīth narration of Masruq Ibn al-Ajda reported from Abdullah Ibn Mas'ud that is included in almost all authentic ḥadith sources as “no person is killed wrongfully, but a share of responsibility for his blood will be upon the first son of Adam, because he was the first one to kill". By adding the views of the companions, followers and the alliance of the ummah, it has become clear who the killer and victim are. In addition, the crow sent to show how to bury the dead body that confirms this view. Until the 20th century, it is seen that all of the commentators are in alliance on this view. The view referred to personalities such as Ḥasan al-Baṣrī and al-Ḍaḥḥāk is that the two people mentioned in the qissa are from children of Israel. However it is evident from other narrations of this view is not related to the idea that Adam and his wife were not the first human couple. Therefore, there is not an unique understanding of Adam that is accepted by everyone. In the explanations made by the commentators taken into consideration the different verses related to the subject. On the other hand, the literal meaning of the verses was taken as a basis and there was no need for taʾwīl because of any ambigious expression. These are also constitute the basic elements of the method followed in classical tafsirs. As for the evolutionist point of view; there is no such phenomenon as the first children of the first two people. Because in evolution, it is impossible to mention such a thing as the first two people. One of the dominant elements that shapes the modern exegesis understanding is this style of approach. According to the claim that the qissa's are symbolic, the verse statements are not important already. In this aspect, it is emphasized that both there is no reality of the story and is mentioned in reference to the Torah. But the similar story mentioned in the Torah, which is originally as divine, does not contradict its inclusion in the Qur’an as a truth. As a matter of fact, the Qur’an has been modifier and corrective as well as supplemantary and confirmative on the texts of Torah and Bible. In addition, the story of Abel and Cain in Torah is not mentioned the crow. According to the symbolist understanding, the Qur'an conveys a story that is claimed to be an imaginary product, and adds unfounded element to it during the transfer. This is a delusion that is not based on any evidence. It is certain that Allah, who knowledge encompasses everything and describes what is told in the Quran as truth, does not need to tell an imaginary story to show the guidance. Moreover, if the qissa of the first murder is symbolic, it means that the entire ummah, including the Prophet (pbuh) and the companions, has not understood this since 14th century which means that even mentioning this is absurd. The same inconsistent situation applies to evolutionist interpretations.
As a result, after one of the two brothers killed the other; the killer did not know what to do the dead body, and finally learned from a crow that he should be buried. The literal expression of the verse refers to these two people as "two sons of Adam", and ta'wîl on this issue is far from convincing unless there is a valid evidence. It is seen that both approaches, which are the product of modern times in terms of methodology of Qur’anic Exegesis, are not based on solid scientific basis and lead the way to different contradictions rather than solving problems.
/////////////////////////
Bu makalede, Mâide suresinde yer alan “İlk cinayet kıssası” (27-31. âyetler) klasik tefsir kaynakları ve modern çalışmalar ekseninde metodolojik açıdan ele alınmıştır. Kıssanın en önemli iki unsuru “Âdem’in iki oğlu” lafzıyla kimlerin kastedildiği ve karganın yapmış olduğu rehberliğin ne ifade ettiğidir. Müfessirler genel anlamda, bahsi geçen “Âdem”in Hz. Âdem olduğu kanaatindedir. Gönderilen karga ise cesedin nasıl defnedileceğini göstermiştir. Çünkü işlenen cinayet yeryüzündeki ilk cinayettir ve ölü bir bedenin ne yapılması gerektiği bilinmemektedir. Bu genel kanaatte lafzî delillerin ve metin içi bağlam unsurlarının yanı sıra tefsirde aslî unsur olan sahîh hadîsler, ardından sahâbe ve tâbiûndan intikal eden rivâyetler esas alınmıştır. Diğer hadîslerle birlikte; özellikle Mesrûk b. el-Ecdaʻ’ın, üstâdı Abdullah b. Mesʻûd’dan naklettiği ve neredeyse bütün sahîh kaynaklarda yer alan “Zulmen öldürülen hiç kimse yoktur ki, onun kanından Âdem’in ilk oğluna da bir hisse çıkmasın. Çünkü öldürme (cinayet) yolunu ilk açan odur.” hadîsinin cerhi mümkün görünmemektedir. Buna sahâbe ve tâbiûn görüşleri ile ümmetin ittifakı da eklenince kâtil ve maktûlün kimler olduğu konusu netlik kazanmıştır. Ayrıca cesedin nasıl örtüleceğini göstermesi için gönderilen karga da bu kanaati teyit etmektedir. Yirminci asra gelininceye kadar bir iki istisna haricinde müfessirlerin tamamının bu konuda ittifak halinde olduğu görülmektedir. Hasan el-Basrî ve Dahhâk gibi zâtlara atfedilen görüş, kıssada bahsedilen iki kişinin İsrâiloğulları’ndan iki kişi olduğu şeklindedir. Ancak bu görüşün Hz. Âdem ve eşinin ilk insan çifti olmadığı şeklindeki bir düşünceyle ilgisinin olmadığı yine bu zâtlardan gelen başka rivâyetlerle sâbittir. Dolayısıyla herkesçe müsellem bir Âdem anlayışı söz konusudur. Müfessirlerin yapmış oldukları izâhlarda konuyla ilgili farklı âyetler de göz önüne alınmıştır. Öte yandan âyetlerin zâhiri esas tutulmuş ve herhangi bir tereddüt yahut işkâl durumu söz konusu olmadığı için te’vile gerek duyulmamıştır. Bütün bunlar aynı zamanda klasik tefsirlerde izlenen metodun temel unsurlarını oluşturmaktadır.
Buna karşın evrimci bakış açısına göre ilk iki insanın ilk çocukları diye bir olgu söz konusu değildir. Zira evrimde ilk iki insan diye bir şeyden bahsedilmesi mümkün değildir. Modern tefsir anlayışını şekillendiren başat unsurlardan biri bu yaklaşım tarzıdır. Kıssaların sembolik olduğu iddiasına göre ise âyet lafızları zaten önem arz etmemektedir. Bu minvâlde kıssanın bir gerçekliğinin olmadığı ve Tevrat’a atfen zikredildiği öne sürülmektedir. Oysaki benzeri bir anlatının asıl itibariyle semâvî olan Tevrat’ta geçmesi, bir hakikat olarak Kur’ân’da da yer almasına aykırı değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil metinleri/hükümleri üzerinde mübeddil ve musahhih olduğu gibi bazen de mütemmim ve musaddık olmuştur. Ayrıca Tekvin’deki Hâbil-Kâyin kıssasında kargadan bahsedilmemektedir. Sembolikçi anlayışa göre Kur’ân hayal ürünü olduğu iddia edilen bir kıssayı aktarmakta ve bu aktarım esnasında ona asılsız yeni bir unsur daha eklemektedir. Bu ise vehimden ibaret olup herhangi bir delile dayanmamaktadır. İlmi her şeyi ihâta eden ve Kur’ân’da anlatılanları mükerreren “Hakk” diye niteleyen Yüce Allah’ın irşad için hayali bir hikâyeyi anlatmaya muhtaç olmadığı muhakkaktır. Dahası, kıssa eğer sembolikse, Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de dahil bütün ümmet on dört asırdır bunu anlamamış demektir ki bundan söz edilmesi bile abestir. Aynı tutarsız durum
evrimci yorumlar için de geçerlidir.
Sonuç itibariyle iki kardeşten biri diğerini katletmiş; daha sonra maktulün ortada kalan cesedini ne yapacağını bilememiş ve nihâyet onun defnedilmesi gerektiğini bir kargadan öğrenmiştir. Âyetin sarih ifadesi bu iki kişi için
“Âdem’in iki oğlu” demektedir ve geçerli bir karine/delil olmadığı müddetçe bu konuda yapılacak te’vîl ikna edicilikten uzaktır. Tefsir metodolojisi açısından modern zamanların ürünü olan her iki yaklaşımın da sağlam birer
ilmî temele dayanmadığı ve problem çözmekten ziyade farklı çelişkilere kapı araladığı görülmektedir.
This article examines tafsir (interpretation of the Qurʾān) - translation relationship in the exa... more This article examines tafsir (interpretation of the Qurʾān) - translation relationship in the example of the translation of verse 184 of the Surat al-Baqara into Turkish. Undoubtedly, when the verses are translated into another language, it is necessary to reflect to translate what the first interlocutors understood from them. The fact that the rules (hukm) in some verses were repealed (naskh) or allocated (takhsis) later does not change this requirement. In verse 184 of surat al-Baqara, those who can afford to fast but choose not to fast are ordered to pay ransom (fidya) for every day, that is, to pay the daily amount to feed a poor person. According to the detailed information and rumors in the tafsir literature; this rule was applied when the fast was made obligatory (fard) for the first time, and then it was abrogated. However, this practice, which was canceled for healthy and unexcused people, remained as a permission (rukhṣa) for those who were too old and sick to fast. Both the narrations conveyed from the companions (sahaba) and the general opinions of the mufassirs confirm the abrogation of this rule and that it remains a rukhṣa. The fact that the situation is described as naskh or takhsis does not make a difference in terms of transferring the verse to Turkish or another language. The verses on the subject were examined in the light of the most basic tafsir sources. To give an example that reflects the general opinion; It is stated in the thirty-five narrations reported by Tabari from the companions and tābiʿūn that the 184th verse expresses the option (takhyir) of not fasting in return for fidya for those who can fast. This option has been canceled in the next verse but it has remained for, -some people with special conditions-, as the elderly who cannot afford to fast, pregnant women and breastfeeding women who worry about harm to themselves or their childrens. According to the qirāʾa that is ","وعلى الذين يُط َّوقونه it is said that the verse is not abrogated, it is meant for old men and women. But as emphasized by Abū Ḥayyān, it is understood that this qirāʾa is not actually a qirāʾa but a kind of interpretation of the expression "َُ " َو َعلَى الَّ ِذي َن َ يُ ِطيق َُونَهin terms of rukhṣa. Therefore, the claim that it has not been repealed is probably due to the continued practice of fiqh. On the other hand, also rational evidence shows that the right to choose (takhyir), which was given initially, was later repealed. For example, in verse 184, it is stated that those who are sick and travelers should perform fasting on other days with the expression " َ فَ َمن َ َكا َن َ ِمن ُكم َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى َسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن ;"أَيَّام َ أُ َخ َرThe same issue is stated in verse 185 with the expression " َ َو َمن َ َكا َن َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى َسفَر َ فَ ِع َّدة ." ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َرThe repetition in question shows that the two verses were sent not together but at different times. This state of affairs confirms that the second verse has repealed the right of choosing (takhyir) in first one. In addition, as Imam Māturīdi's determined by hit, if those who cannot endure fasting were meant in verse 184, it would be unwise to call these people at the end of the verse as "However, that you fast is better for you, if you only knew!" In the overwhelming majority of Turkish translations of the Qurʾān, it is seen that there is no emphasis on the meaning of the verse when it was first sent. Even the expression “Upon those who are able to fast ...” in the verse is translated as “Upon those who aren’t able to fast...”. Whereas it is more consistent and appropriate to reflect the literal meaning of the verse in the translation and explain the situation with additional notes. In this way, it will be understood that two verses that contain the same words and come one after another are sent different times and about different things, hence the reader will be given accurate information. In the nearly thirty examples of translations in the article, it is seen that the translations belonging to Mehmet Akif and Süleyman Tevfik and the translation of the delegation chaired by Hüseyin Kazım are in full harmony with the data in tafsir literature and the general opinion of mufassirs. Rifat Börekçi, the first president of Religious Affairs of the Republic of Turkey, has criticized the translation committee headed by Hüseyin Kazım extremely harshly. Then, with the choice made by Elmalılı Hamdi, almost the direction of the wind changed and the translators could not surpass it. Although there have been some translations in line with the text of the verse, the relevant explanations of these authors reveal that they did not understand the issue in detail and did not make a conscious translation. Meantime the analysis made in the aforementioned verse example shows that reliable translations cannot be made without referring
to detailed tafsir information and therefore a correct Qurʾān translation is often not possible without tafsir.
/////////////////////
Bu makale, Bakara sûresi 184. âyetin Türkçeye aktarımı örneğinde tefsir-meâl ilişkisine dâir bir incelemeyi içermektedir. Şüphesiz ki âyetler başka bir dile aktarılırken evvelemirde ilk muhatapların ondan ne anladığını yansıtmak gerekmektedir. Bazı âyetlerdeki hükümlerin
daha sonra nesh yahut tahsis edilmiş olması bu gerekliliği değiştirmez. Bakara sûresi 184. âyette, oruç tutmaya güç yetirebilen kimselerin oruç tutmamayı tercih ettikleri takdirde her gün için fidye vermeleri, yani bir fakirin günlük doyacağı miktarı ödemeleri emredilmiştir. Tefsir literatüründe yer alan detaylı bilgi ve rivâyetlere göre bu hüküm orucun ilk farz kılındığı zaman uygulanmış daha sonra yürürlükten kaldırılmıştır. Ne var ki sıhhatli ve mazeretsiz kimseler için iptal edilen bu uygulama oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta kimseler için
ruhsat olarak baki kalmıştır. Gerek sahâbeden aktarılan rivâyetler gerekse müfessir âlimlerin hâkim kanaatleri hükmün neshedildiğini ve ruhsat olarak kaldığını teyit etmektedir. Durumun nesh yahut tahsis olarak nitelenmesi âyetin Türkçe’ye veya başka bir dile aktarımı açısından bir fark oluşturmamaktadır. Çalışma kapsamında, ilgili âyetler en temel tefsir kaynakları ışığında incelenmiştir. Genel kanaati yansıtan bir örnek vermek gerekirse; Taberî’nin
sahâbeden ve tâbiûn âlimlerinden naklettiği otuz beş rivâyette, 184. âyetin oruç tutabilecek olan kimseler için fidye karşılığında oruç tutmama seçeneğini ifâde ettiği belirtilmiştir. Bu seçenek bir sonraki âyetle genel anlamda iptal edilmiş ancak oruca güç yetiremeyen yaşlılar,
kendilerine yahut çocuklarına bir zarar endişesi duyan hamileler ve emziren kadınlar gibi özel şartları bulunan bazı kimseler için baki kalmıştır. “ ”وعلى الذين يُط َّوقونهkıraatine göre ise âyetin mensûh olmadığı, yaşlı erkek ve kadınların kastedildiği söylenmiştir fakat Ebû Hayyân’ın vurguladığı üzere bu kıraatin aslında kıraat olmayıp baki kalan ruhsat itibâriyle “َُ ” َو َعلَى الَّ ِذي َن َ يُ ِطيقُونَهifâdesinin bir nevi tefsiri olduğu anlaşılmaktadır. Mensûh olmadığının söylenmesi de muhtemelen süregelen fıkhî uygulama sebebiyledir. Öte yandan aklî deliller de ilk başta verilen tahyir hakkının daha sonra iptal edildiğini göstermektedir. Örneğin 184. âyette
hasta ve yolcu olanların tutamadıkları orucu başka günlerde tutmaları “ فَ َمن َ َكا َن َ ِمن ُكم َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى” َو َمن َ َكا َن َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى َسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ“ َ ” cümlesiyle; 185. âyette yine aynı hususسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ cümlesiyle bildirilmiştir. Kanaatimizce söz konusu tekrar iki âyetin beraber değil farklı zamanlarda nâzil olduğunu göstermektedir. Bu durum ise ikinci âyetin ilk âyetteki tahyîr hakkını iptal ettiğini teyit etmektedir. Ayrıca İmam Mâturîdî’nin isâbetle yaptığı tespit üzere şayet 184. âyette oruca dayanamayacak olanlar kastedilseydi âyet sonunda bu kimselere “oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” denilmesi hikmetsiz olurdu. Türkçe Kur’ân çevirilerinin
kâhir ekseriyetinde âyetin ilk nâzil olduğu zaman ifâde ettiği anlama herhangi bir vurgunun yapılmadığı görülmektedir. Hatta âyette yer alan “Ona (oruca) gücü yetenlerin...” ifadesi çoğunlukla “Ona (oruca) gücü yetmeyenlerin...” diye çevrilmiştir. Oysaki âyetin lafzî anlamının çeviriye yansıtılıp ek notlarla durumun izah edilmesi daha tutarlı ve uygundur. Böylelikle aynı lafızları içeren ve peş peşe gelen iki âyetin farklı zamanlarda indiği ve farklı şeylerden bahsettiği anlaşılmış, okuyucuya da doğru bilgi verilmiş olacaktır. Makalede yer alan otuza yakın meâl örneğinde Mehmet Âkif ve Süleyman Tevfîk’e ait olan çevirilerle Hüseyin Kâzım’ın başkanlık ettiği heyet çevirisinin tefsir literatüründeki verilerle ve müfessirlerin genel kanaatiyle
tam bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rifat Börekçi, Hüseyin Kâzım’ın şahsında âyetin bu şekilde yapılan çevirisini son derece sert bir şekilde eleştirmiş; sonraları Elmalılı’nın yaptığı tercihle birlikte âdetâ rüzgârın
yönü değişmiş ve meâl yazarları onu aşamamıştır. Her ne kadar âyetin lafzına uygun çeviri yapanlar olmuşsa da bu yazarların ilgili açıklamaları meselenin künhüne vâkıf olamadıklarını ve bilinçli bir çeviri yapmadıklarını ortaya koymaktadır. Bu arada söz konusu âyet örneğindeyapılan analiz, detaylı tefsir bilgilerine müracaat edilmeksizin sağlıklı çevirilerin yapılamayacağını; dolayısıyla tefsir olmaksızın doğru bir meâlin de çoğu zaman mümkün olamayacağını göstermektedir.
In his exile life in Barla, one of the works (treatises) written by Bediüzzaman Said Nursi is “19... more In his exile life in Barla, one of the works (treatises) written by Bediüzzaman Said Nursi is “19th Letter /Mujizat-i Ahmadiya (The miracles of Prophet Muhammad)”. In a chapter of this work, there are twenty-three pieces of evidence from the Old Testament and the New Testament that heralded the coming of the Prophet Muhammad (PBUH). Nine of them were mentioned with reference to the Torah, three to the Psalms, nine to the Gospel (eight of them to John). Two evidences are found in the Eşʻıya and Miḥail (Isaiah, Mika) sections of the Old Testament. It is seen that Nursi presents the shortest and most basic form in his work, by filtering and refining the information and analysis in Islamic sources even though he is actually deprived of the opportunity to benefit from
these sources. In this respect, Risalah of Mu'jizat-i Ahmadiya confirms that there is a divine grace when it is written. Nursi has included to this work the evidence he deemed important in general, or the parts as much as he
can remember from the texts that he memorized in past and interpreted them following the traces of the classical Islamic scholars. According to Nursi, it is impossible that the previous prophets did not mention the Prophet Muhammad (PBUH). Because the most important event in the human history is the coming of the last Prophet (PBUH). Therefore, it is undoubted that the previous prophets must have informed that he would be sent and that this news were present in the scriptures sent to them.
Islamic scholars have identified and revealed many evidences that heralded the Prophet Muhammad (PBUH), even in the modified form of these sacred texts. The presentation of all or some of the existing evidences together and in a certain logic becomes an extremely
convincing piece of enormous evidence. In order not to exceed the size of an article, this study will include analysis of evidences that Nursi conveyed from the Old Testament texts, except Psalms. The evidence in the Psalms and the New Testament (Gospel of John) texts will be discussed in the second article, which is a continuation of the present one.
/////////////////
Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, üçü Zebûr’a (Mezmurlar), dokuzu İncîl’e (Bunlardan sekizi Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. İki delil ise yine Eski Ahit’in Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerinde bulunmaktadır. Nursî’nin İslâmî kaynaklarda geçen ilgili bilgi ve analizleri, kaynak eserlere ulaşma imkânından mahrum olduğu halde, adeta zihnen süzüp rafine ederek en kısa ve öz şeklini kendi risâlesinde sunduğu görülmektedir. Eser bu yönüyle, telifi esnasında ilâhî bir inayetin var olduğunu teyit eder niteliktedir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerekli gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Mevcut delillerin bir kısmının beraberce ve belli bir mantıksal örgü ile sunumu ise son derece ikna edici büyük bir delile dönüşmektedir. Bir makale boyutunu aşmamak adına bu çalışmada Nursî’nin, Mezmurlar (Zebûr) hariç Eski Ahit metinlerine müsteniden aktardığı delillerle ilgili analizlere yer verilecektir. Mezmurlar ve Yeni Ahit (Yuhanna İncîli) metinlerindeki deliller ise bunun devamı niteliğindeki ikinci makalede ele alınacaktır.
The analyses about the evidences for the glad tidings to the prophethood of Hazrat Muhammad cited... more The analyses about the evidences for the glad tidings to the prophethood of Hazrat Muhammad cited in the Old Testament texts - except Psalms (Psalms)- were included in the first article. In this article, which is the continuation of the first article, the evidences in the Psalms and New Testament (Gospel of John) texts will be discussed. As stated in the first article, in his exile life in Barla, one of the works (treatise/risālah) written by Bediüzzaman Said Nursi is “The 19th Letter /Mujizat-i Ahmadiya (The miracles of the Prophet Muhammad)”. In a chapter of this work, there are twenty-three pieces of evidence from the Old Testament and the New Testament that heralded the coming of the Prophet Muhammad (pbuh). Nine of them were mentioned with reference to the Torah, two in Eşʻıya and Miḥail (Isaiah, Mika), three in Psalms and nine in the Gospel (eight of them to John). Of the twenty-three pieces of evidence cited in this context, fourteen are existing expressions -partly or entirelyin the texts of the Old and the New Testaments today. The remaining nine are the evidences in relation to the Old and the New Testaments that are included especially in sources of hadith and the works of Islamic scholars. Nursi has included to this work the evidence he deemed important in general, or the parts as much as he can remember from the texts that he memorized in the past and interpreted them following the traces of the previous Islamic scholars. According to Nursi, it is impossible that the previous prophets did not mention the Prophet Muhammad (pbuh). Because the most important event in human history is the coming of the last prophet. Therefore, it is undoubted that the prophets informed that he would be sent, and that this news were present in the scriptures sent to those prophets. Islamic scholars have identified and revealed many evidences that heralded the Prophet Muhammad (pbuh), even in the distorted form of these sacred texts. The evidences of Muslim scholars who lived in the past centuries are the evidences conveyed from the nonoriginal texts of the Old Testament and the New Testament. Indeed, they have been altered many times during the historical process. The distortions made from the aforementioned scholars until today are added to this. Therefore, it is generally not possible to find the expressions in tafsir, hadith, history and siyer literature in today’s Torah and Bible texts. On the other hand, in the discussions between Islamic scholars and other religious members, it is understood that the evidences presented with the reference from the Torah and the Bible is not refuted, but often the words are interpreted differently. This confirms that the citations made by
Muslim scholars are correct. As a result, -even if the person who does not want to believe, has a counter interpretation and pretext for any evidence presented to him- it is understood that the evidences of good news (basharat) about the coming of the Prophet Muhammad (pbuh) in the
Bible are more than sufficient and convincing for those who approach the issue objectively and do not close their hearts to faith.
////////////////////
Hz. Peygamer’in nübüvvetinin müjdelenmesi konusunda, Mezmurlar (Zebur) hariç Eski Ahit metinlerine atfen aktarılan delillerle ilgili analizlere ilk makalede yer verilmişti. İlk makalenin devamı niteliğini taşıyan bu makalede ise Mezmurlar ve Yeni Ahit (İncîl) metinlerindeki deliller ele alınacaktır. İlk makalede de belirtildiği gibi; Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, ikisi Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerine, üçü Zebûr’a, dokuzu İncîl’e (biri hariç Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. Bu çerçevede zikredilen toplam yirmi üç delilden on dördü günümüz Kitab-ı Mukaddes metinlerinde -kısmen yahut tamamen- mevcut ifadelerdir. Dokuz tanesi ise başta hadîs-i şerifler olmak üzere kadîm İslâm ulemâsının eserlerinde Kitab-ı Mukaddes’e izafeten yer verilen beşaret delilleridir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerek gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Geçmiş asırlarda yaşamış olan Müslüman alimlerin dikkat çektiği deliller, Eski Ahit ve Yeni Ahit’in muharref metinlerine istinaden sunulmuş delillerdir. Nitekim bunlar tarihi süreç içinde defalarca tahrife uğramıştır. Söz konusu âlimlerden günümüze gelene kadar yapılan tahrifatlar da buna eklenmiştir. Dolaysıyla tefsir, hadîs, tarih ve siyer külliyatlarında yer alan ifadeleri bugünkü Tevrat ve İncil metinlerinde bulmak genellikle mümkün değildir. Öte yandan İslam alimleri ile diğer din mensupları arasında yapılan tartışmalarda, Tevrat ve İncil referansıyla sunulan delillerin yalanlanmadığı, ancak çoğu zaman kelimelerin farklı şekilde tevil edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Müslüman alimlerin yapmış oldukları alıntıların doğru olduğunu teyit etmektedir. Netice itibariyle her ne kadar iman etmek istemeyen kimsenin getirilen her delile dair bir tevili, bahanesi yahut inkârı söz konusu olsa da meseleye objektif yaklaşıp kalbini imana kapamayanlar için Kitab-ı Mukaddes’te yer alan beşâret delillerinin fazlasıyla yeterli ve ikna edici olduğu anlaşılmaktadır.
In this article, the verses (āyāts) in the book titled “Buyruq” or “Buyruq of Imam Ja‘far al-Sādi... more In this article, the verses (āyāts) in the book titled “Buyruq” or “Buyruq of Imam Ja‘far al-Sādiq”, which have an important place in the written religious culture of the Alawi-Bektashi communities living in Anatolia, were identified, and then analyzed by the literature review method in the light of Sunni and Shia tafsīr (interpretation) literature. It was understood that some researchers confused the
order of Imam Ja‘far al-Sādiq with Bisati/Sheikh Safi. It is mentioned that the original Arabic texts of the verses and hadiths have been given in the manuscripts which are the basis of “Buyruq” prints. Today, it is seen that in different editions of the book circulating in the market, there are plenty of errors and some of them do not even contain verse translations. This situation points to the importance
of a publication by people with sufficient knowledge in Islamic sciences, by examining the oldest manuscripts available and by detecting possible errors in these manuscripts. In such a detailed study, the explanations of the verses and hadiths included in the text should also be made. There are 27 verses in total in three texts published by different publishers that we have examined within the scope of the article. These are the Surah al-Baqarah 2/153, 165, 201, 256; Āl-i Imrān 3/31; al-Mā’idah 5/119; al-Aʻrāf 7/23, 101; at-Tawbah 9/80; Yūsuf 12/20; al-Isrā 17/111; al-Kahf 18/110; al-Hajj 22/78; al-Furqān 25/23; an-Naml 27/30-31; al-Ahzāb 33/40; al-Fath 48/10; al-Hashr 59/21; as-Saff 61/13-14; al-Munāfiqūn 63/8; at-Talāq 65/2-3; at-Tahrīm 66/8; al-Insān 76/21 and al-Bayyinah 98/8.
In most of these, not all of the verses, but some of them are mentioned. In the article, the verses that we briefly convey their tafsīr and the narrations from the Ahl al-Bayt Imams cover the main topics of the Islamic belief and worship system, namely the existence and unity of God (tawhīd), believing in prophets and the Prophet Muhammad (pbuh), sunnah al-saniyye, the value of the sahābe (the companions of the Prophet), ibādah (worship), salāt (praying), patience, bīat (submission), sadaqa (charity), taqwā (piousness), tawakkul (trust in God), tawbah (repentance), forgiveness and Paradise, as well as denial, shirk, nifāq (discord), paganism, pretentiousness, destruction of tribes, sealing of hearts, hereafter and the punishment of hell. Like all Muslims, the path of believers who follow the tradition of Alawi-Bektashi is undoubtedly the way that summarized by these verses in Buyruq.
//////////////////////
Bu makalede Anadolu’da yaşayan Alevi ve Bektaşi toplulukların yazılı dini kültüründe önemli bir yeri olan, kısaca “Buyruk” yahut “İmam Cafer Sadık Buyruğu” adıyla anılan kitaptaki ayetler tespit edilip; Sünni ve Şii tefsir kaynakları ışığında kaynak taraması yöntemiyle incelenmiştir. Bazı araştırmacıların İmam Cafer es-Sadık buyruğu ile Bisati/Şeyh Safi buyruğunu birbirine karıştırdığı anlaşılmıştır. Buyruk baskılarına esas olan yazmalarda ayet ve hadislerin orijinal Arapça metinlerinin verilmiş olduğundan bahsedilmektedir. Günümüzde mevcut baskılarda ise bol miktarda hatanın var olduğu, bazılarında ayetlerin meallerine bile yer verilmemiş olduğu görülmektedir. Bu durum İslami ilimlerde uzman kimselerin mevcut en eski yazmalara inerek, hatta bu yazmalardaki muhtemel istinsah hatalarını da tespit ederek yapacakları bir neşrin önemine işaret etmektedir. Böyle detaylı çalışılacak bir neşirde, metinde yer alan ayet ve hadislerin açıklamaları da yapılmalıdır. Makale kapsamında incelediğimiz üç Buyruk baskısında, Bakara 2/153, 165, 201, 256; Âl-i İmrân 3/31; Mâide 5/119; Aʻrâf 7/23, 101; Tevbe 9/80; Yusuf 12/20; İsrâ 17/111; Kehf 18/110; Hacc 22/78; Furkan 25/23; Neml 27/30-31; Ahzâb 33/40; Fetih 48/10; Haşir 59/21; Saff 61/13-14; Münafıkûn 63/8; Talâk 65/2-3; Tahrim 66/8; İnsan 76/21 ve Beyyine 98/8. ayet olmak üzere toplam 27 ayet yer almaktadır. Bunların çoğunda ayetin bir kısmı zikredilmiştir. Makalede kısaca tefsirlerini ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan intikal eden ilgili rivayetleri aktardığımız bu ayetler; Yüce Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlere ve Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna iman, sünnet-i seniyye, ashab-ı kiramın değeri, ibadet, namaz, sabır, dua, biat, sadakat, takva, tevekkül, tövbe, bağışlanma ve cennet; küfür, şirk, nifak, putperestlik, riya, kavimlerin helaki, kalplerin mühürlenmesi, ahirette görülecek azap ve cehennem gibi en temel başlıkları kapsamaktadır. Bütün Müslümanlar gibi Alevi ve Bektaşi geleneğine mensup müminlerin de yolu, kuşkusuz ki Buyruk’ta yer verilen bu ayetlerin özetlediği yoldur.
In this article, the very special teacher-student relationship between Hazrat Aisha and Masrūq Ib... more In this article, the very special teacher-student relationship between Hazrat Aisha and Masrūq Ibn al-Ajdaʻ is examined. This relationship, which becomes clear when attention is paid to the detailed informations in Masrūq's narrations (riwayats); It is one of the best examples of teaching
that the companions (sahaba) did to the tabi‘ūn generation. In the spiritual world of Masrūq, Hazrat Aisha has a very important place and It is understood that she has both love and respect for him. Considering that Masrūq lives mostly in and around Kufa; It is remarkable that he made
many narrations at different times, on different subjects, from Hazrat Aisha. It is highly probable that Masrūq, who is stated to have traveled repeatedly to places such as Basra and Damascus to learn some religious issues, has traveled many times to Madinah for this reason. During the
conversations, Hazrat Aisha spoke to Masrūq and other guests from the back of a curtain. The house of Hazrat Aisha in Madinah has served as a school and learning center open to everyone. As for the pilgrimage (Hajj) trips, her tent is on same mission. Hazrat Aisha was asked about all kinds of private family issues and husband and wife relationships, and she answered them as the mother of the believers (Ummu’l-muminīn). It is seen that Masrūq, as a wisdom lover and student of companion, received very important information from Hazrat Aisha and transferred
it to the next generations. Among these narrations, it is also important to have hadiths and special memories that are only conveyed by him. When the narrations are examined, it is understood that Masrūq spent enough time to make various observations alongside Hazrat Aisha. The
foundations of all the basic Islamic sciences that have reached today to us are undoubtedly laid by the scientific activities of the Companions (sahabas) and their students (tabi‘ūn). One of the most magnificent of the informal schools of the teaching activity in the first century is the school of Hazrat Aisha. It is understood that one of her closest, favorite and most distinguished students
was Masrūq.
///////////////////
Bu makalede Hz. ʻÂişe ile Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ arasındaki çok özel Hoca-Öğrenci ilişkisi incelenmiştir. Mesrûḳ’un rivâyetlerindeki satır arası bilgilerin bir arada göz önüne alınmasıyla ortaya çıkan bu ilişki sahâbenin tabiûna yaptığı üstadlığın en güzel örneklerinden biridir. Mesrûḳ’un mânevî dünyasında Hz. ʻÂişe’nin çok önemli bir yeri vardır. Hz. ʻÂişe’nin de ona hem muhabbetinin hem de hürmetinin olduğu anlaşılmaktadır. Mesrûḳ’un daha çok Kûfe ve
çevresinde yaşadığı düşünüldüğünde; Medîne’de bulunan Hz. ʻÂişe’den farklı zamanlarda, farklı konularda ve çok sayıda rivâyet yapması dikkate şayandır. İlmî meseleleri öğrenmek için Basra’ya ve Şam’a yolculuklar yaptığı belirtilen Mesrûḳ’un Medîne’ye de bu niyetle seferler yapmış olduğu kuvvetle muhtemeldir. Görüşmeler esnasında Hz. ʻÂişe’nin Mesrûḳ’la ve diğer misafirlerle perde arkasından muhatap olduğu anlaşılmaktadır. Hz. ʻÂişe’nin Medîne’deki evi; hac seyahatleri sırasında ise onun bulunduğu çadır herkese açık bir mektep ve ilim merkezi vazifesi görmüştür.
Kendisine her türlü mahrem âilevî meselenin de sorulduğu Hz. ʻÂişe, müminlerin annesi sıfatıyla bunlara cevap vermiştir. Mesrûḳ’un bir ilim talibi ve sahâbî öğrencisi olarak Hz. ʻÂişe’den son derece önemli bilgiler alıp kendinden sonraki nesillere aktardığı görülmektedir. Bunların arasında sadece ondan intikal eden hadîslerin ve özel hatıraların bulunması ayrıca önemlidir. Rivâyetlerine bakıldığında Mesrûḳ’un, Hz. ʻÂişe’nin yanında çeşitli gözlemler yapacak kadar çok zaman geçirdiği anlaşılmaktadır. Bugüne ulaşan bütün İslâmî ilimler müktesebatının temelleri, şüphesiz ki ashâb ve onların öğrencileri olan tâbiîlerin ilmî faaliyetleriyle atılmıştır. Hicrî ilk asırdaki eğitim- öğretim faaliyetinin informel okullarının en müstesnalarından biri Hz. ʻÂişe’ninkidir. Onun en yakın, en sevdiği ve en güzide öğrencilerinden birinin Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ olduğu anlaşılmaktadır.
Son günlerde ülke gündemi, en azından ilahiyatçıların ve Kur'ân çalışmalarına ilgi duyanların gün... more Son günlerde ülke gündemi, en azından ilahiyatçıların ve Kur'ân çalışmalarına ilgi duyanların gündemi Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Kur'ân ile ilgili sözlerini içeren video ile çalkalanıyor. Buna mukabil ağzına geleni söyleyen, hakaretler eden hatta ölüm tehditlerine yeltenen kimseler olduğu gibi daha düşük tonda eleştiren, isim vermeden meseleyi ele alan, zülfiyâre dokunmadan teğet geçen kimseler de oldu. Bazı kimseler de "benim yazacaklarım kimin umurunda" düşüncesiyle ve bilvesile eşimle, dostumla, arkadaşımla münakaşaya girmeyeyim mülahazasıyla susmayı tercih etti. Lehte ve aleyhte ortaya çıkan aşırılıklar, bunun yanında oluşan mânevî tahribat nedeniyle benim açımdan böyle bir yazının kaleme alınması mecburiyeti doğdu. Zira iman ettiğimiz doğruları ve hakkı söyleme mükellefiyeti adına eli kalem tutan herkesin sorumlu olduğu kanaatindeyim.
Some Muslim researchers argue that humans have come to this day as evolving from another primiti... more Some Muslim researchers argue that humans have come to this day as evolving from another primitive descendent, not from Adam and his wife Eve. Their most prominent caracteristic is that they try to support this claim with the Qur’anic verses by making arbitrary interpretations (ta’wils). However, in the verses it is declared that the first created human being is Adam, then his wife is created and that the human race is the children of this first couple. One of the researchers we talked about is Süleyman Ateş. Ateş has tried to use not only the verses of the Qur’an but also the descriptions of some scholars (ulama) as support for his claim. In his article published in 1975, “The Theory of Evolution according to the Holy Quran”, Ateş claims -with giving examples from his tafsir- that Elmalılı Hamdi Yazır adopts the idea of evolution. In doing so, he chose a fragmenter approach; that is, not all of the text but some parts of it. It is seen that he continued his attitude in this issue in his later works. However, when Elmalılı’s opinion is examined with a holistic view of the subject, it is understood that the situation is not at all the same as Ateş implies. Elmalılı does not think that Adam is derived from another species through evolution; on the contrary, he is of the opinion that he was created as a perfect first human. He expressed this opinion and belief in his great tafsir “Hak Dini Kur’ân Dili” very clearly. As a result, the main purpose of this study is not to criticize a person or a person’s idea of evolution, but rather to reveal the inaccuracy of a mentality and approach. Unfortunately, it is observed that the recently mentioned fragmentary and depthless interpretation efforts have gained widespread popularity even in the most sensitive subjects of Islamic sciences.
//////////////
Bazı Müslüman araştırmacılar insan soyunun Âdem ve eşi Havva’dan değil evrim sonucu başka bir ilkel türden tekâmül ederek bugüne geldiğini savunmaktadır. Bu araştırmacıların en belirgin özelliği, keyfî te’viller yaparak bu iddiayı Kur’ân âyetleriyle desteklemeye çalışmalarıdır. Oysaki âyetlerde açıkça ilk yaratılan insanın Hz. Âdem olduğu, daha sonra eşinin yaratıldığı ve insan neslinin bu ilk çiftin çocukları olduğu beyan edilmektedir. Söz konusu araştırmacılardan biri Süleyman Ateş’tir. Ateş sadece Kur’ân âyetlerini değil bazı âlimlerin ilgili açıklamalarını da kendi iddiasına delil yapmaya çalışmıştır. Ateş 1975’te yayınlanan “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalesinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden örnekler vererek onun evrim fikrini benimsediğini iddia etmektedir. Bunu da parçacı bir yaklaşımla yapmakta, yani kendi fikrini destekleyecek bazı kısımları seçerek kullanmaktadır. Onun bu husustaki tavrını daha sonraki eserlerinde sürdürdüğü de görülmektedir. Halbuki Elmalılı’nın konuyla ilgili düşüncesi bütüncül bir gözle incelendiğinde durumun hiç de Ateş’in yansıttığı gibi olmadığı anlaşılmaktadır. Müellif Hz. Âdem’in evrim yoluyla başka canlı türlerinden geldiği görüşünde değil, aksine onun kusursuz bir ilk insan olarak yaratıldığı kanaatindedir. O bu kanaat ve inancını telif etmiş olduğu büyük tefsiri “Hak Dini Kur’ân Dili”nde açıkça beyan etmiştir. Netice itibariyle bu incelemenin asıl amacı bir şahıs yahut bir şahsın evrim konusundaki fikrini tenkitten ziyade bir zihniyetin ve yaklaşım tarzının sağlıksızlığını ortaya koymaktır. Ne yazık ki son zamanlarda, bahsi geçen parçacı ve derinliksiz yorum çabalarının, İslami ilimlere dair en hassas konularda bile artan bir ivmeyle yaygınlık kazandığı gözlenmektedir.
Shah Waliullah Dehlavi (d. 1176/1762), a scholar from India, has a multitude of works that cannot... more Shah Waliullah Dehlavi (d. 1176/1762), a scholar from India, has a multitude of works that cannot be determined in many areas. One of them is a work al-Fawż al-Kabir Fi Usul al-Tafsir, which was written in the field of usul al-tafsir, the original of which is Persian. In a part of the mentioned work he reviews mansukh verses which are limited to twenty one in Suyuti’s (d. 911/1505) al-Itqan and reduces it to five. One of the verses referred to in this chapter is the 184. verse, which is said to have been abrogated by the 185th verse of the surah al-Baqara. In the Tafsir literature, it is stated that the verse 184th was revealed before and that Muslims were given the right to choose between fasting or feeding a poor for each fasting day. This judgement (hukm) was later abolished by the 185th verse of the same surah and fasting was ordained (fard). Dehlavi thinks that this verse was not mansukh because according to him, this verse refers to the sadaqa al-fitr which should be given before the end of Ramadan. It is very interesting that the writer’s making this interpretation by ignoring all the narratives of sahaba (friends of prophet Muhammad [pbuh]) and the opinions of the Islamic scholars.
Verse 184, with verses before and after it as follows:
“يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ : (183) Believers! Fasting is enjoined upon you, as it was enjoined upon those before you, that you become God-fearing.”
“أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ : (184) Fasting is for a fixed number of days, and if one of you be sick, or if one of you be on a journey, you will fast the same number of other days later on. For those who are capable of it (fasting) (but still do not fast) there is a redemption (fidya): feeding a needy man for each day missed. Whoever voluntarily does more good than is required, will find it better for him; and that you should fast is better for you, if you only know.”
“شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ : (185) During the month of Ramadan the Qur'an was sent down as a guidance to the people with clear signs of the true guidance and as the Criterion (between right and wrong). So those of you who live to see that month should fast it, and whoever is sick or on a journey should fast the same number of other days instead. Allah wants ease and not hardship for you so that you may complete the number of days required, magnify Allah for what He has guided you to, and give thanks to Him”
In the verse 184. “وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ” statement, according to the general understanding, it is translated as: “For those who are not capable of it (fasting), there is a redemption: feeding a needy person for each day missed.” so before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا” that adds negative meaning to the verb. However, the verse in the verse is exactly as follows: “For those who are capable of it”. Almost all of the mufassirs are allied to the fact that the pronoun “ﻪ : it” on the end of the verb “يُطِيقُونَهُ” expresses “Ramadan fasting”. Therefore, in verse, people who are not able to fast, but instead give redemption (fidya) are mentioned. It was said that this ruling (hukm) was valid in the early times when the fasting worship was obligatory (fard). During this period, healthy people who could afford to fast had two options: The ones who want to fast were fasting, the ones who don’t want to fast were giving redemption (fidya) instead of each day. As a consequence, the ruling (hukm) on whether or not to fasting is strictly abrogated (naskh) by the verse 185. However, people who are travelling, patients, extreme elderlies and nursing ladies are excluded. Almost all of the narrations (riwayahs) we have are on this axis.
In his work (al-Fawż al-Kabir Fi Usul al-Tafsir), Dehlavi mentioned two opinions about the verse 184. According to the first, the right of choice given to Muslims in order to fast or not is abrogated by the 185th verse of the Surah. According to the latter, the verse was not abrogated because before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا”. In this case, the verse means that those who do not have the endurance to fasting give redemption (fidya) and there is no reason for the verse to be abrogated. As a matter of fact, today the fiqh practice continues as redemption (fidya) of those who cannot endurance this worship. According to the third idea that the author draws attention and put forward, what is meant by the statement “يُطِيقُونَهُ” is not the fasting but the redemption (fidya); this fidya is the sadaqa al-fıtr which should be given before the end of Ramadan. In other words, the verse states that those who are financially capable should give sadaqa al-fitr to the needy so there is no hypothetical “لا” in the verse.
The fact that the Dehlavi has ignored the narrations (riwayahs) about the abrogating (naskh) of the verse is just as striking as this interpretation. It is understood at this point that he did not adopt the idea of the ulama before him. It is clear that the author did not participate in either view, although he did not mention the two fundamental views and did not deny them directly. Truth is that the narrations related to the subject were not taken into account without any justification and cannot be considered as a correct approach in terms of tafsir. As far as we can see, there is no one else who has such an approach about al-Baqara/184. It is also possible that his sufi orientation in this approach style and the ishari tafsir tradition specific to the sufis have been effective.
//////////////
Hindistanlı velûd bir âlim olan Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’nin (ö. 1176/1762) pek çok alanda tam sayısı tespit edilemeyen birçok eseri vardır. Bunlardan biri tefsir usulü alanında telif etmişolduğu el-Fevżu’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr adlı aslı Farsça olan eseridir. Söz konusu eserin bir bölümünde müellif, Suyûtî’nin (ö. 911/1506) el-İtkân’ında yirmi bir adetle sınırlandırdığı mensûh âyetleri tekrar gözden geçirerek bu sayıyı beşe indirmektedir. Bu meyanda değinilen âyetlerden biri Bakara sûresinin 185. âyetiyle neshedildiği kabul edilen 184. âyetidir. Tefsir literatüründe, önce bu âyetin nâzil olduğu ve Müslümanlara oruç tutmakla her güne karşılık bir miskine fidye vermek arasında muhayyerlik hakkı tanındığı belirtilmektedir. Daha sonra sûrenin 185. âyetiyle bu hüküm kaldırılarak orucun tutulması kesin bir şekilde emredilmiştir. Dehlevî söz konusu âyetin mensûh olmadığı görüşündedir çünkü ona göre bu âyette fıtır sadakasından bahsedilmektedir. Bu makale bahis mevzuu meseleye dair bir tahlili içermektedir. Gördüğümüz kadarıyla müfessirler arasında böyle sıra dışı bir fikir ve yaklaşım tarzına sahip kimse yoktur. Müellifin bütün rivâyet külliyatını ve ulemanın görüşlerini göz ardı eden bu yorumu son derece dikkat çekicidir. Bunun ilmî kriterler açısından sağlıklı bir yorum metodolojisine dayandığı ise söylenemez. Bu çerçevede mensûh âyetleri mümkün mertebe azaltma çabasının onu böyle bir yaklaşım tarzına sevk ettiği düşünülebilir. Ayrıca onun bu yaklaşım tarzında tasavvufî yöneliminin ve işârî tefsir geleneğinin dolaylı da olsa etkili olmuşolabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
It was one of the most important characteristics of the Ottoman Empire that the Sufi tradition ... more It was one of the most important characteristics of the Ottoman Empire that the Sufi tradition was adopted by the people through many large and small sects (tariqats). There is no doubt that tasawwuf itself has been the most dominant cultural code of the state-nation integration that kept the Ottoman Empire alive for six centuries. Within this framework, we can say that the part of the Ottoman scholars which is not related to the tasawwuf is almost absent in the general population. Imam Taqiyyuddīn Muhammad Birgivī is the scholar who lived in the last part of period that known the “Rising Period of the Ottoman Empire”. It is known that Birgivī was considered as one of the most prominent scholars in his own time, also extremely distinguished, honest and uncompromising in his religious and moral character. It is understood that Birgivī, like many other Ottoman scholars (ulamas), has benefited from the tasawwuf very highly. His father’s grandfather, Sheikh Lutfullah, is the caliph of Haci Bayram-i Velī one of the famous sufis. It is also known that Birgivī is a member of the same tariqa (Bayramiyya). Imam Birgivī, who produced works in many fields, especially Arabic Language and Fiqh, also has a tafsir covering the first ninety-eight verses of the Surah alBaqara. This tafsir is the only work in his field of tafsir (Quranic exegesis).
This work contains important data about his attitude towards both tasawwuf and sufi (ishari) tafsir/ta’wil. The study of tahqīq on this tafsir by Abdourrahmaan b. Sālih b. Sulaiman ad-Dahsh is a master thesis. This study, which was accepted in the University of Imam Muhammed (Saudi Arabia/Riyadh) was published in 2004 under the name of “Muqaddimatu’l-Mufassirīn”. In this study, microfilms of the two copies of Medina Islamic University were used and it was stated that the original was in al-Madrasah al-Mahmudiyyah in Medina. The work is also called “Tafsīru Surah al-Baqara” and “Tafsīru’l-Qur’an al-Karim”. In this paper, ishari ta’wils and sufi commentaries of Birgivī are examined.Birgivī, who strongly criticized the false sufis who abused the tasawwuf, especially stated that the members of the Ibāhiyya were denialist and deviant.Because the Ibāhiyya, some of whom appear to be Sufi but are so deviated, have rejected compulsory worship such as prayer (salah) and fasting (sawm). In fact, according to them, a perfect Sufis cannot sin in terms of its spiritual structure because even his acts which seem illegitimate should be understood differently.
In terms of this line, it is seen that Birgivī, who is supposed t he against to the tasawwuf (sufism) by some, has confirmed the true sufis and even influenced by the wahdat al-wujud, which is identified with the thought system of Ibn al-‘Arabī. In fact, this is not surprising because the work entitled “Dafʻu Mataʻin alSūfiyyah” which belongs to Akshamsaddin and defends Ibn al-ʻArabī shows that the members of the Bayramiyya are not foreign to the wahdat al-wujud concept.We briefly record one of several examples (al-Baqara/27) on the subject from this short tafsir of Birgivī and refer the enthusiasts to the detailed reading: “Merging things that are apparently separate; it is possible by seeing that the kasrat (multiplicity) is a relative kasrat, and that there is a genuine wahdat (unity).However, they oppose this order and believe in the fact that the Wahid who have a genuine wahdat is the Kathir. Thus, they obscure the wahdat with the kasrat. They do not gather different things together; on the contrary, by breaking up the collective, they break what Allah commanded unification. Thus, they damage and corrupt the worshiping fields of those who cannot see the wahdat of the being.” We do not know in detail how and to what extent Imam Birgivī has adopted the view of wahdat al-wujud but his ishari ta'wil which is mentioned here as an example makes references directly to the idea of wahdat al-wujud. According to him, the spiritual sign (isharat) in the verse commands to avoid drowning in the kasrat (multiplicity) and to combine the everything with the wahdat (unity). In four different places of Imam Birgivī’s tafsir (27, 28, 67 and 68th verses of the chapther al-Bakara), he gave a place to ishari ta'wils (interpretations). In this case, in terms of numerically, it can be said once in every twenty-five verses have been made ishari ta’wil. From here, we can conclude that if Birgivī had written a tafsir explaining the whole of the Qur’an, it would be possible to encounter his two hundred and fifty ishari ta’wils. This figure is not a figure to be underestimated at all. In our opinion, if such a complete tafsir had been written, then we might have counted it as an ishari tafsir now. His stance on this issue means confirmation of ishari ta’wil in tafsir. Moreover, this posture is a response to those who accuse the sufi mufassirs by being part of deviant Bātiniyya. On the other hand, Birgivī’s approach to the subject; It is one of the rare examples of the attitude that should be demonstrated by a principled scholar.
/////////////////
Tasavvuf geleneğinin halk tarafından birçok irili ufaklı tarikatlarla özümsenmiş olması Osmanlı Devleti’nin en önemli özelliklerinden biriydi. Şüphesiz ki Osmanlı’yı altı asır boyu ayakta tutan devlet-millet bütünleşmesinin en başat kültürel kodlarını oluşturan şey de tasavvufun bizzat kendisi olmuştur. Bu çerçevede Osmanlı ulemâsının tasavvufla ilgisiz olan kısmı umum yekûn içinde yok denecek kadar azdır. Osmanlı Devleti’nin “Yükselme Dönemi” diye anılan
zaman diliminin son kısmında yaşamış âlimlerden biri de İmam Takiyyüddîn Muhammed Birgivî’dir. Başta Arap Dili ve Fıkıh olmak üzere pek çok alanda eser veren müellifin Fâtiha ile birlikte Bakara sûresinin ilk doksan sekiz âyetini kapsayan bir tefsiri de bulunmaktadır. Birgivî’nin diğer pek çok Osmanlı âlimi gibi tasavvuftan oldukça üst seviyede istifade etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Babasının dedesi Şeyh Lütfullah, meşhur sûfîlerden Hacı Bayram-ı Velî’nin halifesidir. Kendisinin de aynı tarikatın (Bayramiyye) müntesibi olduğu bilinmektedir. Bu makalede Birgivî’nin, bahsi geçen tefsirindeki tasavvufî-işârî te’vîl ve yorumları incelenmiştir. Tasavvuf yolunu istismar eden sahte sûfîleri sert bir şekilde eleştiren Birgivî, özellikle İbâhiyye mensuplarının küfür ve dalâlette olduğunu belirtmektedir. Bu yönüyle kimileri tarafından tasavvufa karşı olduğu zannedilen müellifin istikamet üzere olan mutasavvıfları benimsediği hatta İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemi ile özdeşleşen vahdet-i vücûddan bile etkilendiği görülmektedir. Onun mevcut tavrı, tefsirde işârî
te’vîli tasdik mahiyetindedir. Dahası, bu duruş işârî te’vîl yapan sûfî
müfessirleri sapkın “Bâtınîlik”le itham edenlere verilmiş fiilî bir cevap
niteliğindedir.
Biographical studies are important in that information about a person’s life can be seen togethe... more Biographical studies are important in that information about a person’s life can be seen together. Masrūq
Ibn al-Ajda, the one of mawali tabioūn, is taken from the biographical point of view in this article. Masrūq is a prominent representative of the Kufa Tafsir school and also a student of Abdullah Ibn Mas‘ūd, who is one
of the leading sahabis (companions). Masrūk saw hundreds of sahabis (companions) besides the Ibn Mas‘ūd and especially he has benefited from Hazrat Aisha among them by learning hadith and tafsir. He also
taught to the scholars of tâbioūn and the followers of them in hadith and tafsir in his own age. Nevertheless unfortunately no detailed and specific study of the life of Masrūk is found. In this work which we hope to
contribute to the biographical article, every detail we can reach for Masrūk’s life is collected. When all this information is gathered together; it appears that a portrayal of a tâbi‘î scholar, who was lived a very
careful life with taqwa, is emerged. Moreover, he had practiced his knowledge perfectly in his life and remained as far away as possible from political turmoil. As well as being from the top personalities in terms of worship and zuhd, Masrûk has performed with great success the state affairs such as judgeship in court and responsibility of zakāt.
Keywords: Tafsīr, Tabioūn, Mawāli, Mufassir, Masrūq, Biography.////////////Biyografik çalışmalar, bir şahsın hayatı hakkındaki bilgilerin bir arada görülebilmesi açısından önemlidir. Bu makalede mevaliye mensup tâbiîlerden olan Mesrûk b. el-Ecda‘, biyografik açıdan ele alınmıştır. Önde
gelen sahâbilerden Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencisi olan Mesrûk, aynı zamanda Kûfe tefsir okulunun önemli temsilcilerindendir. Abdullah b. Mes‘ûd’un dışında yüzlerce sahâbîyi gören; bunlar arasında özellikle Hz.
Âişe’den çok istifade eden Mesrûk, kendi çağında tâbiûn âlimlerine ve onları takip eden kuşağa hadîs ve tefsirde üstadlık yapmıştır. Bununla birlikte Mesrûk’un hayatı hakkında yapılmış detaylı, müstakil bir çalışmaya maalesef rastlanmamaktadır. Biyografik makale türüne katkı sağlamasını umduğumuz bu çalışmada, Mesrûk’un hayatına dâir ulaşabildiğimiz her türlü detay toplanmıştır. Bir araya gelen bütün bu
bilgiler nazara alındığında; ortaya takva üzere son derece dikkatli bir hayat süren, ilmiyle âmil olan ve siyasi kargaşalardan mümkün mertebe uzak duran bir tâbi‘î âlimi portresinin çıktığı görülmektedir. Mesrûk ibadet ve zühd açısından zirve şahsiyetlerden olduğu gibi, kadılık ve zekât âmilliği gibi devlet işlerini de üstün başarıyla icrâ etmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tefsir, Tâbi‘ûn, Mevâli, Müfessir, Mesrûk, Biyografi.
Usûl İslam Araştırmaları, 2018
How Adam’s children multiplyed? This is something that has always been a
issue of concern. In th... more How Adam’s children multiplyed? This is something that has always been a
issue of concern. In the Quran and Sunnah-based Islamic understanding, Adam and after him Havva, who was created as his wife, are the first human beings. The first generation were married among themselves. The narratives (riwayahs) of hadith that come to us and the interpretation of Quranic verses which are made from the past to this day are also in this direction. Also rationally it doesn’t seem that there is another way. Especially in recent times, some Muslims who have embraced the idea of evolution have rejected the fact that the first human generation has grown in this way, on the grounds that it is an incest relationship. The situation, as they claim, isn’t an incestuous relationship with the present sense of semantics. Because the incest relationship is meaningful only when there are other people who are not children of the same parents. The truth is that everything can only be known through the opposite. In the thinking/imagining world of Adam and Eve and his children there is no concept of “other family” or “a second family”. Moreover halal and haram are only the command and appreciation of Allah. It is known that some other things that were previously halal were also forbidden by Allah over time. “Zarurah (necessity/obligation to do something)” is an influential thing that makes the unlawful thing allowable. Additionally in the literature, it is stated that -with a special creationtwin born children at every birth, one girl and one boy, were married crosswise with the other twin children. Some other considerations should be taken into account. As a result, claiming that Adam and Eve can not be the first two people on the basis of incest is appears to be inconsistent.
Abstract: In this article, a chronological analysis was made on the relationship between riwayah ... more Abstract: In this article, a chronological analysis was made on the relationship between riwayah and interpretation in tafsir. Qissat al-Gharaniq was chosen in this study as an example and concentrated on it and tried to reach some conclusions about how it reflects the interpretation/tafsir. " Gharaniq " is a word meaning " long-necked swan birds ". According to the riwayahs mentioned with this name, Noble Prophet (s) was exposed to the devil's intervention during his qiraah of the surah al-Najm and unintentionally praised their idols and read, " Those are the elevated long-necked swan birds and truly their intercession is dearly hoped! " Upon this incident, the Noble Prophet (s) was informed of the situation and then the 52nd verse of the surah al-Hajj was sent as a consolation to him and thus the devil’s intervention has been imposed. It is not possible for Muslims to accept such riwayahs that contradict the basic principles of Islam. In fact, the aforementioned riwayahs have not been considered authentic and
acceptable by ulama/scholars. However, some of the mufassirs/authors did not see any disadvantage in the transfer of the riwayahs about gharaniq, they even believed that the incident really happened. It is also seen that some mufassirs try to evolve in a way that conforms to Islam, while accepting the facts. Some other mufassirs/authors have tried to interpret (ta’vil) this in a way that is appropriate to Islam. It is seen that some mufassirs/authors have clearly rejected these riwayahs. In this article, the interpretations of these mufassirs/authors, which are divided into three sections in general terms, their attitudes towards the riwayahs and the ideas they put forward, are examined in detail. Meantime, In
the process extending from Muqatil bin Sulaiman (d. 150/767) to this day, more than thirty authors views are discussed on the subject. Apparently it is inevitable that the riwayahs, even if they are not authentic, affect the interpretation directly or indirectly. The general attitude has been to accept them without criticism or try
to interpret them in accordance with Islam. On the contrary -when it is necessarythe rejection of such riwayahs by analyzes based on aqli (rational knowledge) and naqli (revealed knowledge) evidences is a method that is practiced by a much lesser mufassir/author. /////////////////
Bu makalede, tefsirde rivâyet-yorum ilişkisi üzerine kronolojik bir analiz yapılmıştır. Söz konusu incelemede örnek olarak seçilen garânîk olayı üzerinde yoğunlaşılarak, bunun âyet yorumuna/tefsire nasıl yansıdığıyla ilgili bir takım sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. " Garânîk " ifadesi " uzun boyunlu kuğu kuşları " anlamına gelen bir kelimedir. Bu adla anılan olaya göre, Hz. Peygamber (sas) Necm sûresini okuduğu esnada şeytanın müdahalesine maruz kalarak, istem dışı bir şekilde, " Onlar yüce, uzun boyunlu kuğu kuşlarıdır ve şüphesiz ki onların şefaati umulur. " nitelemesiyle putları övmüştür. Daha sonra Hz. Peygamber (sas) durumdan haberdar edilmiş, ardından da teselli olarak Hac sûresi 52. âyet indirilmiş, böylece şeytanın müdahalesi izale edilmiştir. Müslümanların, İslam'ın temel ilkeleriyle çelişen bu eksendeki rivâyetleri kabul etmeleri mümkün değildir. Zaten söz konusu rivâyetler de ulemâ tarafından sahîh ve makbul sayılmamıştır. Bununla beraber müfessirlerin/müelliflerin bir kısmı garânîk konulu rivâyetlerin naklinde, hatta bunun yaşandığını kabul etmekte bir sakınca görmemiştir. Diğer bir kısım müfessirlerin bunu İslâm'a uygun bir şekilde tevil etmeye çalıştığı görülmektedir. Bazı müfessirler ise rivâyetleri net bir şekilde reddetmiştir. Makalede genel anlamda üç kısma ayrılan bu yorumcuların rivâyetler karşısındaki tutumları ve öne sürdükleri fikirler ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir. Bu meyanda Mukatil b. Süleyman'dan (v. 150/767) günümüze, otuzdan fazla müellifin konuyla ilgili görüşleri ele alınmıştır. Görünen o ki tefsir faaliyetlerinde-sıhhatsiz olsalar bile-rivâyetlerin, yoruma doğrudan yahut dolaylı bir şekilde etki etmesi kaçınılmazdır. Genel tavır bunları sorgulamadan kabul etmek yahut bir şekilde tevil etmeye çalışmak olmuştur. Buna karşın gerektiği zaman aklî ve naklî delillere dayanarak tetkik yapma ve bu tür rivâyetleri reddetme tavrı, görece çok daha az müfessirin uyguladığı bir yöntemdir.
Abu Abdillah Nafi‘ is mawla of Abdullah b. Omar (He is the son of Khalifa Omar and the one of lea... more Abu Abdillah Nafi‘ is mawla of Abdullah b. Omar (He is the son of Khalifa Omar and the one of leaders of sahabets), that is, the liberated slave and his student. It is understood that Nafi‘ followed Abdullah b. Omar like a shadow for many years.As Ibn Omar deepened more deeply in the fields of fiqh, the field of narrations that we have received from Nafi has become fiqh. These explanations of Nafi, whose special reputation is not known in the knowledge of tafsir, are sometimes not made directly as Qur’anic tafsir. Nevertheless, his explanations have implicitly served as an indirect tafsir of the verses of the Qur’an, the main source of jurisprudential affairs. Naturally, these important statements are seemed to have been carried by the mufassirs into the tafsir sources (books). In this respect, it is not wrong to regard him as a mufassir. In this study which we hope to contribute to the biographical article; it is possible to see how important the tabiî scholars for the next generations.//////////Ebû Abdillah Nâfi‘, sahâbeden Abdullah b. Ömer’in mevlâsı, yani azatlı kölesi ve öğrencisidir. Nâfi‘in, Abdullah b. Ömer’i uzun yıllar boyunca adeta bir gölge gibi takip ettiği anlaşılmaktadır. İbn Ömer daha ziyâde fıkhi konularda derinleştiği için, Nâfi’den bize ulaşan rivâyetlerin yoğunlaştığı alan da fıkıh olmuştur. Tefsir ilminde özel bir şöhreti bilinmeyen Nâfi‘’in bu açıklamaları kimi zaman doğrudan Kur’ân tefsiri olarak yapılmamışsa bile, fıkhî meselelerin ana kaynağı olan Kur’ân âyetlerinin dolaylı birer tefsiri görevini icrâ etmişlerdir. Bu önemli açıklamaların müfessirler tarafından doğal olarak tefsirlere taşındığı görülmektedir. Bu bakımdan onu müfessir saymak da yanlış değildir. Biyografik makale türüne katkı sağlamasını umduğumuz bu çalışmada, tâbiînden olan ulemânın sonraki kuşaklar için ne denli önem arz ettiğini görmek mümkündür.
The first interlocutors of the Qur'an were the sahabi who were witnesses to the life of the Proph... more The first interlocutors of the Qur'an were the sahabi who were witnesses to the life of the Prophet Mohammad (pbuh). The second generation, who is their student, is called “tabioun”. The tabioun in one sense undertook the task of bridging sahabi and future generations. The proportion of those belonging to “mawali” among the scholars belonging to the tabioun is rather high. Thanks to them, thousands of narrations, information and interpretations have arrived that will form the basis of Islamic sciences. In this article, narrations of Nafi Mawla Ibn Umar, who is one of the leading names of the tabioun, about the fiqh verses will be handled. It is understood from the narrations of Nafi, both student of Ibn Umar and assistant in daily affairs, that the Qur'an is not a pure object of tafsir by them. Indeed, for them, the Qur’an is the holy commandments, is in life, and is directly touching life. In other words, they did not only try to interpret the verses (tafsir activity), but to learn to “act” as he ordered and then tried to teach those with the consciousness.///////////////////Özet: Kur'ân'ın ilk muhatapları, Hz. Peygamber'in (sas) yaşamına şahit olan sahabe-i kirâm kuşağıydı. Onların öğrencileri olan ikinci kuşak ise " tâbiûn " diye anılmaktadır. Bir bakıma tâbiîler, ashâb ile gelecek kuşaklar arasında köprü görevini üstlenmişlerdir. Tâbiî bilginler içinde " mevâlî " ye mensup olanların oranı oldukça fazladır. İslami ilimlerin temelini oluşturacak binlerce rivâyet, bilgi ve yorum onlar sayesinde elimize ulaşmıştır. Bu makalede tâbiûn kuşağının parlak simalarından olan Nâfi' Mevla İbn Ömer'in fıkhî âyetlerle ilgili rivâyetleri ele alınacaktır. İbn Ömer'in hem öğrencisi hem de günlük işlerinde yardımcısı olan Nâfi''in aktarımlarından, Kur'ân-ı Kerîm'in onlar tarafından salt bir " tefsir " objesi olarak değil, doğrudan hayatın içinde ve hayata dokunan bir ilâhî buyruklar bütünü olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle onlar âyetleri sadece " tefsir " etmek için değil, gereklerine göre " amel " etmek için öğrenip, sonrakilere de o şuurla öğretmeye çalışmışlardır.
This article contains a study about the term of “Imam Mushaf” and what is meant by the “Imam Mush... more This article contains a study about the term of “Imam Mushaf” and what is meant by the “Imam Mushaf”. As far as we understand in the first period this term was clearer but then used by different authors to different meanings. Especially, presence of the conflicting informations in many turkish studies on this subject draws our attention in recent years. The truth is that Mushaf of Caliph Abu Bakr is not described as “Imam Mushaf” in the oldest and classical Islamic sources. On the other hand it is understood that, in general, all of the replicated Mushafs in Caliph Uthman period; in particular, the Mushaf left in Madinah -center of Islamic State- was known as “Imam Mushaf”. The result which obtained with this study, “Imam Mushaf” is the personal Mushaf of Caliph Uthman and his Mushaf has been a basis for Mushaf copies sent to the Islamic state’s central regions. Many authors detection also confirms this conviction. Consequently, Uthman’s personal Mushaf is the first copy which based on the Abu Bakr’s Mushaf. /////////////////////////// Bu makale, “İmam Mushaf” tabirinin hangi mushaf kastedilerek kullanıldığına dâir bir tetkiki içermektedir. Gördüğümüz kadarıyla ilk dönemde daha net olan söz konusu tavsif daha sonra farklı müellifler tarafından farklı anlamlarda kullanılmıştır. Özellikle son zamanlarda yapılan birçok Türkçe çalışmada konuyla ilgili çelişkili bilgilerin yer aldığı görülmektedir. Gerçek şu ki kadîm ve klasik kaynaklarda Hz. Ebû Bekir Mushafı “İmam Mushaf” şeklinde tanımlanmamaktadır. Buna karşın genel anlamda Hz. Osman döneminde çoğaltılan mushafların tümü; özelde hilâfet merkezi Medîne’de bırakılan mushaf “İmam Mushaf” olarak anılagelmiştir. Yapılan tetkik neticesinde vardığımız kanaat, “İmam Mushaf” diye adlandırılan mushafın Hz. Osman’ın şahsî mushafı olduğu yönündedir ve birçok müellifin tespiti de bunu doğrulamaktadır. İslam Devleti’nin merkezî bölgelerine gönderilmek üzere istinsah edilen mushaflara temel teşkil eden bu mushaf, Hz. Osman’ın Hz. Ebû Bekir Mushafı’nı esas alarak imlâ ettirdiği ilk mushaftır.
Some concepts that express “feeling/emotion”have been used in both instances Allah and human in t... more Some concepts that express “feeling/emotion”have been used in both instances Allah and human in the Holy Qur’an. One of these is “gadhab/anger” which is taken part with several variants of the concept in the Holy Qur’an twenty-four times. When viewed from holistic approach to the Holy Qur’an, it has been understood that the attitudes and behaviors of Children of Israel have mostly become the target of God’s gadhab but said target is not limited of them. Glossary meaning of the “gadhab” concept and how it is described in some Islamic sources are included in the entry of this article and after thanit has beenanalysed how to use this concept in the Qur’anic integrity. ////////////////////// Özet: Kur’an’da yer alan ve “duygu”ifade eden bazı kavramlar hem Allah için hem de insan için kullanılmıştır. Bunlardan biri de çeşitli türevleriyle birlikte Kur’ân’da yirmi dört kez yer alan “gadab” kavramıdır. Kur’ân’a bütünsel açıdan bakıldığında Allah’ın gadabına en çok İsrailoğulları’nın hedef olduğu görülmekte, öte yandan söz konusu hedefin sadece onlarla sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. Bu makalenin giriş kısmında “gadab”ın klasik sözlüklerde ne ifade ettiği ve bazı İslâmî kaynaklarda nasıl ele alındığına kısaca değinilmiş daha sonra Kur’ân bütünlüğü içinde bu kavramın nasıl kullanıldığına dair bir analiz yapılmıştır.
Emotion of the anger is one of the most natural human emotions. This emotion is given place by th... more Emotion of the anger is one of the most natural human emotions. This emotion is given place by the Holy Qur'an, a guide to the believers, various points of views. One of them is getting angry of the prophets who are sent as a messenger against the negative situations in which during their duties. The anger of four prophets who are Noah, Lot, Jonah and Moses about their societies is described in the Holy Qur'an. The aim of this article is to examine the prophets' emotions of the anger which are explain to believers in the Holy Qur'an in terms of cause and effect , in addition to determine the messages of the stories to believers.////////////////////////// Özet: Öfke duygusu, bütün insanlarda bulunan en tabii duygulardan biridir. İnananları için bir rehber olan Kur'ân-ı Kerîm'de bu duyguya çeşitli açılardan yer verilmiştir. Bunlardan biri de, elçi olarak gönderilen peygamberlerin, bu görevleri esnasında oluşan olumsuz durumlara karşı öfkelenmeleridir. Kur'ân'da dört pey-gamberin kendi kavimlerine duydukları öfke anlatılır. Bunlar Hz. Nûh, Hz. Lût, Hz. Yûnus ve Hz. Mûsa'dır. Bu makalenin amacı, söz konusu peygamberlerin Kur'ân kıssalarında bize bildirilen bu öfke duygularını, sebep ve sonuçları açısın-dan incelemek, bu vesileyle bize verdiği mesajları tespit etmeye çalışmaktır.
Abu Talib al-Makki (d. 386/996) is an important person who has left his mark on his time and the ... more Abu Talib al-Makki (d. 386/996) is an important person who has left his mark on his time and the next sufi thought. His a single work that has survived today " Qut al-Quloob " which have been considered as wery extremely important by sufis and benefited from this work. In this article, al-Makki's conception of The Qur'an is discussed in the light of the said work. It is clearly seen that his understanding of the Qur'an is not only an exoteric (zaheer) and a historical text. On the contrary in his thought the Qur'an is a universal, profound and living book which has spiritual dimensions. ///////////////////////// Özet: Ebû Tâlib el-Mekkî (v. 386/996), kendi zamanı ve sonraki sûfî düşünce üze-rinde iz bırakmış önemli bir isimdir. Onun Kûtu'l-Kulûb adlı günümüze ulaşan tek eseri, tasavvuf erbabınca son derece önemli sayılmış ve bu eserden çokça isti-fade edilmiştir. Bu makalede el-Mekkî'nin Kur'ân tasavvuru, söz konusu eseri ışığında ele alınmıştır. Onun Kur'an'ı, sadece zâhirî ve tarihsel bir metin olarak görmediği anlaşılmaktadır. Tam aksine onun düşüncesinde Kur'ân, evrensel, derûnî, rûhânî boyutları olan bir hayat kitabıdır.
Hz. Muhammad’s (pbuh) largest and eternal miracle is The Holy Qur’an. Allah has declared in the Q... more Hz. Muhammad’s (pbuh) largest and eternal miracle is The Holy Qur’an. Allah has declared in the Qur’an that the humans and the jinns can not make a book as a similar to the Qur’an. Fifteen centuries-old process has also approved this declaration. In the historical prosess Muslim scholars have talked about the miraculous aspects of the Qur’an (I‘jazu’l-Qur’an) which it maked the humans and the jinns incapable. Some independent works written on this subject by Islamic scholars. Bediuzzaman Said Nursi has also allocated a voluminous work/risala on this subject. In the said work, he indicated that has been proved the Qur’an is miracle by the forty aspects. One of these aspects is the Qur'anic informations about unseen matters that impossible to know them by intelligence and experience. In this article, after cerating a basic perspective on the subject in terms of tafsir literature, has been analyzed Nursi’s approach and has tried to reveal his spesific aspects. ///////////////////// Kur’ân, Hz. Muhammed’in (sas) en büyük ve ebedî mucizedir. Allah, insanlar ve cinler tarafından Kur’ân’ın bir mislinin getirilemeyeceğini ilan etmiş ve on beş asırlık süreç bu ilanı tasdik etmiştir. İslam Bilginleri tarihsel seyir içinde Kur’ân’ın, insanları ve cinleri âciz bırakan harikulâde yönlerinden yani “İ‘câz-ı Kur’ân”dan etraflıca bahsetmişler hatta bu konuda müstakil eserler telif etmişlerdir. Bedîüzzaman Saîd Nursî de hacimli bir risalesini bu konuya tahsis etmiştir. O, söz konusu eserde Kur’ân’ın kırk yönüyle mucize olduğunun ispatlandığını belirtir. Bu vecihlerden biri de Kur’ân’ın akıl ve tecrübe ile bilinmesi mümkün olmayan gaybî hususlardan haber vermesidir. Okuyacağınız makalede, ulûmu’l-Kur’ân ve tefsir literatürü açısından konuyla ilgili temel bir perspektif oluşturulduktan sonra Nursî’nin yaklaşımı tahlil edilmiş ve müellifin özgün yönleri ortaya konmaya çalışılmıştır.
Uploads
Articles by Yunus Emre Gördük
As a result, after one of the two brothers killed the other; the killer did not know what to do the dead body, and finally learned from a crow that he should be buried. The literal expression of the verse refers to these two people as "two sons of Adam", and ta'wîl on this issue is far from convincing unless there is a valid evidence. It is seen that both approaches, which are the product of modern times in terms of methodology of Qur’anic Exegesis, are not based on solid scientific basis and lead the way to different contradictions rather than solving problems.
/////////////////////////
Bu makalede, Mâide suresinde yer alan “İlk cinayet kıssası” (27-31. âyetler) klasik tefsir kaynakları ve modern çalışmalar ekseninde metodolojik açıdan ele alınmıştır. Kıssanın en önemli iki unsuru “Âdem’in iki oğlu” lafzıyla kimlerin kastedildiği ve karganın yapmış olduğu rehberliğin ne ifade ettiğidir. Müfessirler genel anlamda, bahsi geçen “Âdem”in Hz. Âdem olduğu kanaatindedir. Gönderilen karga ise cesedin nasıl defnedileceğini göstermiştir. Çünkü işlenen cinayet yeryüzündeki ilk cinayettir ve ölü bir bedenin ne yapılması gerektiği bilinmemektedir. Bu genel kanaatte lafzî delillerin ve metin içi bağlam unsurlarının yanı sıra tefsirde aslî unsur olan sahîh hadîsler, ardından sahâbe ve tâbiûndan intikal eden rivâyetler esas alınmıştır. Diğer hadîslerle birlikte; özellikle Mesrûk b. el-Ecdaʻ’ın, üstâdı Abdullah b. Mesʻûd’dan naklettiği ve neredeyse bütün sahîh kaynaklarda yer alan “Zulmen öldürülen hiç kimse yoktur ki, onun kanından Âdem’in ilk oğluna da bir hisse çıkmasın. Çünkü öldürme (cinayet) yolunu ilk açan odur.” hadîsinin cerhi mümkün görünmemektedir. Buna sahâbe ve tâbiûn görüşleri ile ümmetin ittifakı da eklenince kâtil ve maktûlün kimler olduğu konusu netlik kazanmıştır. Ayrıca cesedin nasıl örtüleceğini göstermesi için gönderilen karga da bu kanaati teyit etmektedir. Yirminci asra gelininceye kadar bir iki istisna haricinde müfessirlerin tamamının bu konuda ittifak halinde olduğu görülmektedir. Hasan el-Basrî ve Dahhâk gibi zâtlara atfedilen görüş, kıssada bahsedilen iki kişinin İsrâiloğulları’ndan iki kişi olduğu şeklindedir. Ancak bu görüşün Hz. Âdem ve eşinin ilk insan çifti olmadığı şeklindeki bir düşünceyle ilgisinin olmadığı yine bu zâtlardan gelen başka rivâyetlerle sâbittir. Dolayısıyla herkesçe müsellem bir Âdem anlayışı söz konusudur. Müfessirlerin yapmış oldukları izâhlarda konuyla ilgili farklı âyetler de göz önüne alınmıştır. Öte yandan âyetlerin zâhiri esas tutulmuş ve herhangi bir tereddüt yahut işkâl durumu söz konusu olmadığı için te’vile gerek duyulmamıştır. Bütün bunlar aynı zamanda klasik tefsirlerde izlenen metodun temel unsurlarını oluşturmaktadır.
Buna karşın evrimci bakış açısına göre ilk iki insanın ilk çocukları diye bir olgu söz konusu değildir. Zira evrimde ilk iki insan diye bir şeyden bahsedilmesi mümkün değildir. Modern tefsir anlayışını şekillendiren başat unsurlardan biri bu yaklaşım tarzıdır. Kıssaların sembolik olduğu iddiasına göre ise âyet lafızları zaten önem arz etmemektedir. Bu minvâlde kıssanın bir gerçekliğinin olmadığı ve Tevrat’a atfen zikredildiği öne sürülmektedir. Oysaki benzeri bir anlatının asıl itibariyle semâvî olan Tevrat’ta geçmesi, bir hakikat olarak Kur’ân’da da yer almasına aykırı değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil metinleri/hükümleri üzerinde mübeddil ve musahhih olduğu gibi bazen de mütemmim ve musaddık olmuştur. Ayrıca Tekvin’deki Hâbil-Kâyin kıssasında kargadan bahsedilmemektedir. Sembolikçi anlayışa göre Kur’ân hayal ürünü olduğu iddia edilen bir kıssayı aktarmakta ve bu aktarım esnasında ona asılsız yeni bir unsur daha eklemektedir. Bu ise vehimden ibaret olup herhangi bir delile dayanmamaktadır. İlmi her şeyi ihâta eden ve Kur’ân’da anlatılanları mükerreren “Hakk” diye niteleyen Yüce Allah’ın irşad için hayali bir hikâyeyi anlatmaya muhtaç olmadığı muhakkaktır. Dahası, kıssa eğer sembolikse, Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de dahil bütün ümmet on dört asırdır bunu anlamamış demektir ki bundan söz edilmesi bile abestir. Aynı tutarsız durum
evrimci yorumlar için de geçerlidir.
Sonuç itibariyle iki kardeşten biri diğerini katletmiş; daha sonra maktulün ortada kalan cesedini ne yapacağını bilememiş ve nihâyet onun defnedilmesi gerektiğini bir kargadan öğrenmiştir. Âyetin sarih ifadesi bu iki kişi için
“Âdem’in iki oğlu” demektedir ve geçerli bir karine/delil olmadığı müddetçe bu konuda yapılacak te’vîl ikna edicilikten uzaktır. Tefsir metodolojisi açısından modern zamanların ürünü olan her iki yaklaşımın da sağlam birer
ilmî temele dayanmadığı ve problem çözmekten ziyade farklı çelişkilere kapı araladığı görülmektedir.
to detailed tafsir information and therefore a correct Qurʾān translation is often not possible without tafsir.
/////////////////////
Bu makale, Bakara sûresi 184. âyetin Türkçeye aktarımı örneğinde tefsir-meâl ilişkisine dâir bir incelemeyi içermektedir. Şüphesiz ki âyetler başka bir dile aktarılırken evvelemirde ilk muhatapların ondan ne anladığını yansıtmak gerekmektedir. Bazı âyetlerdeki hükümlerin
daha sonra nesh yahut tahsis edilmiş olması bu gerekliliği değiştirmez. Bakara sûresi 184. âyette, oruç tutmaya güç yetirebilen kimselerin oruç tutmamayı tercih ettikleri takdirde her gün için fidye vermeleri, yani bir fakirin günlük doyacağı miktarı ödemeleri emredilmiştir. Tefsir literatüründe yer alan detaylı bilgi ve rivâyetlere göre bu hüküm orucun ilk farz kılındığı zaman uygulanmış daha sonra yürürlükten kaldırılmıştır. Ne var ki sıhhatli ve mazeretsiz kimseler için iptal edilen bu uygulama oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta kimseler için
ruhsat olarak baki kalmıştır. Gerek sahâbeden aktarılan rivâyetler gerekse müfessir âlimlerin hâkim kanaatleri hükmün neshedildiğini ve ruhsat olarak kaldığını teyit etmektedir. Durumun nesh yahut tahsis olarak nitelenmesi âyetin Türkçe’ye veya başka bir dile aktarımı açısından bir fark oluşturmamaktadır. Çalışma kapsamında, ilgili âyetler en temel tefsir kaynakları ışığında incelenmiştir. Genel kanaati yansıtan bir örnek vermek gerekirse; Taberî’nin
sahâbeden ve tâbiûn âlimlerinden naklettiği otuz beş rivâyette, 184. âyetin oruç tutabilecek olan kimseler için fidye karşılığında oruç tutmama seçeneğini ifâde ettiği belirtilmiştir. Bu seçenek bir sonraki âyetle genel anlamda iptal edilmiş ancak oruca güç yetiremeyen yaşlılar,
kendilerine yahut çocuklarına bir zarar endişesi duyan hamileler ve emziren kadınlar gibi özel şartları bulunan bazı kimseler için baki kalmıştır. “ ”وعلى الذين يُط َّوقونهkıraatine göre ise âyetin mensûh olmadığı, yaşlı erkek ve kadınların kastedildiği söylenmiştir fakat Ebû Hayyân’ın vurguladığı üzere bu kıraatin aslında kıraat olmayıp baki kalan ruhsat itibâriyle “َُ ” َو َعلَى الَّ ِذي َن َ يُ ِطيقُونَهifâdesinin bir nevi tefsiri olduğu anlaşılmaktadır. Mensûh olmadığının söylenmesi de muhtemelen süregelen fıkhî uygulama sebebiyledir. Öte yandan aklî deliller de ilk başta verilen tahyir hakkının daha sonra iptal edildiğini göstermektedir. Örneğin 184. âyette
hasta ve yolcu olanların tutamadıkları orucu başka günlerde tutmaları “ فَ َمن َ َكا َن َ ِمن ُكم َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى” َو َمن َ َكا َن َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى َسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ“ َ ” cümlesiyle; 185. âyette yine aynı hususسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ cümlesiyle bildirilmiştir. Kanaatimizce söz konusu tekrar iki âyetin beraber değil farklı zamanlarda nâzil olduğunu göstermektedir. Bu durum ise ikinci âyetin ilk âyetteki tahyîr hakkını iptal ettiğini teyit etmektedir. Ayrıca İmam Mâturîdî’nin isâbetle yaptığı tespit üzere şayet 184. âyette oruca dayanamayacak olanlar kastedilseydi âyet sonunda bu kimselere “oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” denilmesi hikmetsiz olurdu. Türkçe Kur’ân çevirilerinin
kâhir ekseriyetinde âyetin ilk nâzil olduğu zaman ifâde ettiği anlama herhangi bir vurgunun yapılmadığı görülmektedir. Hatta âyette yer alan “Ona (oruca) gücü yetenlerin...” ifadesi çoğunlukla “Ona (oruca) gücü yetmeyenlerin...” diye çevrilmiştir. Oysaki âyetin lafzî anlamının çeviriye yansıtılıp ek notlarla durumun izah edilmesi daha tutarlı ve uygundur. Böylelikle aynı lafızları içeren ve peş peşe gelen iki âyetin farklı zamanlarda indiği ve farklı şeylerden bahsettiği anlaşılmış, okuyucuya da doğru bilgi verilmiş olacaktır. Makalede yer alan otuza yakın meâl örneğinde Mehmet Âkif ve Süleyman Tevfîk’e ait olan çevirilerle Hüseyin Kâzım’ın başkanlık ettiği heyet çevirisinin tefsir literatüründeki verilerle ve müfessirlerin genel kanaatiyle
tam bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rifat Börekçi, Hüseyin Kâzım’ın şahsında âyetin bu şekilde yapılan çevirisini son derece sert bir şekilde eleştirmiş; sonraları Elmalılı’nın yaptığı tercihle birlikte âdetâ rüzgârın
yönü değişmiş ve meâl yazarları onu aşamamıştır. Her ne kadar âyetin lafzına uygun çeviri yapanlar olmuşsa da bu yazarların ilgili açıklamaları meselenin künhüne vâkıf olamadıklarını ve bilinçli bir çeviri yapmadıklarını ortaya koymaktadır. Bu arada söz konusu âyet örneğindeyapılan analiz, detaylı tefsir bilgilerine müracaat edilmeksizin sağlıklı çevirilerin yapılamayacağını; dolayısıyla tefsir olmaksızın doğru bir meâlin de çoğu zaman mümkün olamayacağını göstermektedir.
these sources. In this respect, Risalah of Mu'jizat-i Ahmadiya confirms that there is a divine grace when it is written. Nursi has included to this work the evidence he deemed important in general, or the parts as much as he
can remember from the texts that he memorized in past and interpreted them following the traces of the classical Islamic scholars. According to Nursi, it is impossible that the previous prophets did not mention the Prophet Muhammad (PBUH). Because the most important event in the human history is the coming of the last Prophet (PBUH). Therefore, it is undoubted that the previous prophets must have informed that he would be sent and that this news were present in the scriptures sent to them.
Islamic scholars have identified and revealed many evidences that heralded the Prophet Muhammad (PBUH), even in the modified form of these sacred texts. The presentation of all or some of the existing evidences together and in a certain logic becomes an extremely
convincing piece of enormous evidence. In order not to exceed the size of an article, this study will include analysis of evidences that Nursi conveyed from the Old Testament texts, except Psalms. The evidence in the Psalms and the New Testament (Gospel of John) texts will be discussed in the second article, which is a continuation of the present one.
/////////////////
Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, üçü Zebûr’a (Mezmurlar), dokuzu İncîl’e (Bunlardan sekizi Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. İki delil ise yine Eski Ahit’in Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerinde bulunmaktadır. Nursî’nin İslâmî kaynaklarda geçen ilgili bilgi ve analizleri, kaynak eserlere ulaşma imkânından mahrum olduğu halde, adeta zihnen süzüp rafine ederek en kısa ve öz şeklini kendi risâlesinde sunduğu görülmektedir. Eser bu yönüyle, telifi esnasında ilâhî bir inayetin var olduğunu teyit eder niteliktedir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerekli gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Mevcut delillerin bir kısmının beraberce ve belli bir mantıksal örgü ile sunumu ise son derece ikna edici büyük bir delile dönüşmektedir. Bir makale boyutunu aşmamak adına bu çalışmada Nursî’nin, Mezmurlar (Zebûr) hariç Eski Ahit metinlerine müsteniden aktardığı delillerle ilgili analizlere yer verilecektir. Mezmurlar ve Yeni Ahit (Yuhanna İncîli) metinlerindeki deliller ise bunun devamı niteliğindeki ikinci makalede ele alınacaktır.
Muslim scholars are correct. As a result, -even if the person who does not want to believe, has a counter interpretation and pretext for any evidence presented to him- it is understood that the evidences of good news (basharat) about the coming of the Prophet Muhammad (pbuh) in the
Bible are more than sufficient and convincing for those who approach the issue objectively and do not close their hearts to faith.
////////////////////
Hz. Peygamer’in nübüvvetinin müjdelenmesi konusunda, Mezmurlar (Zebur) hariç Eski Ahit metinlerine atfen aktarılan delillerle ilgili analizlere ilk makalede yer verilmişti. İlk makalenin devamı niteliğini taşıyan bu makalede ise Mezmurlar ve Yeni Ahit (İncîl) metinlerindeki deliller ele alınacaktır. İlk makalede de belirtildiği gibi; Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, ikisi Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerine, üçü Zebûr’a, dokuzu İncîl’e (biri hariç Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. Bu çerçevede zikredilen toplam yirmi üç delilden on dördü günümüz Kitab-ı Mukaddes metinlerinde -kısmen yahut tamamen- mevcut ifadelerdir. Dokuz tanesi ise başta hadîs-i şerifler olmak üzere kadîm İslâm ulemâsının eserlerinde Kitab-ı Mukaddes’e izafeten yer verilen beşaret delilleridir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerek gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Geçmiş asırlarda yaşamış olan Müslüman alimlerin dikkat çektiği deliller, Eski Ahit ve Yeni Ahit’in muharref metinlerine istinaden sunulmuş delillerdir. Nitekim bunlar tarihi süreç içinde defalarca tahrife uğramıştır. Söz konusu âlimlerden günümüze gelene kadar yapılan tahrifatlar da buna eklenmiştir. Dolaysıyla tefsir, hadîs, tarih ve siyer külliyatlarında yer alan ifadeleri bugünkü Tevrat ve İncil metinlerinde bulmak genellikle mümkün değildir. Öte yandan İslam alimleri ile diğer din mensupları arasında yapılan tartışmalarda, Tevrat ve İncil referansıyla sunulan delillerin yalanlanmadığı, ancak çoğu zaman kelimelerin farklı şekilde tevil edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Müslüman alimlerin yapmış oldukları alıntıların doğru olduğunu teyit etmektedir. Netice itibariyle her ne kadar iman etmek istemeyen kimsenin getirilen her delile dair bir tevili, bahanesi yahut inkârı söz konusu olsa da meseleye objektif yaklaşıp kalbini imana kapamayanlar için Kitab-ı Mukaddes’te yer alan beşâret delillerinin fazlasıyla yeterli ve ikna edici olduğu anlaşılmaktadır.
order of Imam Ja‘far al-Sādiq with Bisati/Sheikh Safi. It is mentioned that the original Arabic texts of the verses and hadiths have been given in the manuscripts which are the basis of “Buyruq” prints. Today, it is seen that in different editions of the book circulating in the market, there are plenty of errors and some of them do not even contain verse translations. This situation points to the importance
of a publication by people with sufficient knowledge in Islamic sciences, by examining the oldest manuscripts available and by detecting possible errors in these manuscripts. In such a detailed study, the explanations of the verses and hadiths included in the text should also be made. There are 27 verses in total in three texts published by different publishers that we have examined within the scope of the article. These are the Surah al-Baqarah 2/153, 165, 201, 256; Āl-i Imrān 3/31; al-Mā’idah 5/119; al-Aʻrāf 7/23, 101; at-Tawbah 9/80; Yūsuf 12/20; al-Isrā 17/111; al-Kahf 18/110; al-Hajj 22/78; al-Furqān 25/23; an-Naml 27/30-31; al-Ahzāb 33/40; al-Fath 48/10; al-Hashr 59/21; as-Saff 61/13-14; al-Munāfiqūn 63/8; at-Talāq 65/2-3; at-Tahrīm 66/8; al-Insān 76/21 and al-Bayyinah 98/8.
In most of these, not all of the verses, but some of them are mentioned. In the article, the verses that we briefly convey their tafsīr and the narrations from the Ahl al-Bayt Imams cover the main topics of the Islamic belief and worship system, namely the existence and unity of God (tawhīd), believing in prophets and the Prophet Muhammad (pbuh), sunnah al-saniyye, the value of the sahābe (the companions of the Prophet), ibādah (worship), salāt (praying), patience, bīat (submission), sadaqa (charity), taqwā (piousness), tawakkul (trust in God), tawbah (repentance), forgiveness and Paradise, as well as denial, shirk, nifāq (discord), paganism, pretentiousness, destruction of tribes, sealing of hearts, hereafter and the punishment of hell. Like all Muslims, the path of believers who follow the tradition of Alawi-Bektashi is undoubtedly the way that summarized by these verses in Buyruq.
//////////////////////
Bu makalede Anadolu’da yaşayan Alevi ve Bektaşi toplulukların yazılı dini kültüründe önemli bir yeri olan, kısaca “Buyruk” yahut “İmam Cafer Sadık Buyruğu” adıyla anılan kitaptaki ayetler tespit edilip; Sünni ve Şii tefsir kaynakları ışığında kaynak taraması yöntemiyle incelenmiştir. Bazı araştırmacıların İmam Cafer es-Sadık buyruğu ile Bisati/Şeyh Safi buyruğunu birbirine karıştırdığı anlaşılmıştır. Buyruk baskılarına esas olan yazmalarda ayet ve hadislerin orijinal Arapça metinlerinin verilmiş olduğundan bahsedilmektedir. Günümüzde mevcut baskılarda ise bol miktarda hatanın var olduğu, bazılarında ayetlerin meallerine bile yer verilmemiş olduğu görülmektedir. Bu durum İslami ilimlerde uzman kimselerin mevcut en eski yazmalara inerek, hatta bu yazmalardaki muhtemel istinsah hatalarını da tespit ederek yapacakları bir neşrin önemine işaret etmektedir. Böyle detaylı çalışılacak bir neşirde, metinde yer alan ayet ve hadislerin açıklamaları da yapılmalıdır. Makale kapsamında incelediğimiz üç Buyruk baskısında, Bakara 2/153, 165, 201, 256; Âl-i İmrân 3/31; Mâide 5/119; Aʻrâf 7/23, 101; Tevbe 9/80; Yusuf 12/20; İsrâ 17/111; Kehf 18/110; Hacc 22/78; Furkan 25/23; Neml 27/30-31; Ahzâb 33/40; Fetih 48/10; Haşir 59/21; Saff 61/13-14; Münafıkûn 63/8; Talâk 65/2-3; Tahrim 66/8; İnsan 76/21 ve Beyyine 98/8. ayet olmak üzere toplam 27 ayet yer almaktadır. Bunların çoğunda ayetin bir kısmı zikredilmiştir. Makalede kısaca tefsirlerini ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan intikal eden ilgili rivayetleri aktardığımız bu ayetler; Yüce Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlere ve Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna iman, sünnet-i seniyye, ashab-ı kiramın değeri, ibadet, namaz, sabır, dua, biat, sadakat, takva, tevekkül, tövbe, bağışlanma ve cennet; küfür, şirk, nifak, putperestlik, riya, kavimlerin helaki, kalplerin mühürlenmesi, ahirette görülecek azap ve cehennem gibi en temel başlıkları kapsamaktadır. Bütün Müslümanlar gibi Alevi ve Bektaşi geleneğine mensup müminlerin de yolu, kuşkusuz ki Buyruk’ta yer verilen bu ayetlerin özetlediği yoldur.
that the companions (sahaba) did to the tabi‘ūn generation. In the spiritual world of Masrūq, Hazrat Aisha has a very important place and It is understood that she has both love and respect for him. Considering that Masrūq lives mostly in and around Kufa; It is remarkable that he made
many narrations at different times, on different subjects, from Hazrat Aisha. It is highly probable that Masrūq, who is stated to have traveled repeatedly to places such as Basra and Damascus to learn some religious issues, has traveled many times to Madinah for this reason. During the
conversations, Hazrat Aisha spoke to Masrūq and other guests from the back of a curtain. The house of Hazrat Aisha in Madinah has served as a school and learning center open to everyone. As for the pilgrimage (Hajj) trips, her tent is on same mission. Hazrat Aisha was asked about all kinds of private family issues and husband and wife relationships, and she answered them as the mother of the believers (Ummu’l-muminīn). It is seen that Masrūq, as a wisdom lover and student of companion, received very important information from Hazrat Aisha and transferred
it to the next generations. Among these narrations, it is also important to have hadiths and special memories that are only conveyed by him. When the narrations are examined, it is understood that Masrūq spent enough time to make various observations alongside Hazrat Aisha. The
foundations of all the basic Islamic sciences that have reached today to us are undoubtedly laid by the scientific activities of the Companions (sahabas) and their students (tabi‘ūn). One of the most magnificent of the informal schools of the teaching activity in the first century is the school of Hazrat Aisha. It is understood that one of her closest, favorite and most distinguished students
was Masrūq.
///////////////////
Bu makalede Hz. ʻÂişe ile Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ arasındaki çok özel Hoca-Öğrenci ilişkisi incelenmiştir. Mesrûḳ’un rivâyetlerindeki satır arası bilgilerin bir arada göz önüne alınmasıyla ortaya çıkan bu ilişki sahâbenin tabiûna yaptığı üstadlığın en güzel örneklerinden biridir. Mesrûḳ’un mânevî dünyasında Hz. ʻÂişe’nin çok önemli bir yeri vardır. Hz. ʻÂişe’nin de ona hem muhabbetinin hem de hürmetinin olduğu anlaşılmaktadır. Mesrûḳ’un daha çok Kûfe ve
çevresinde yaşadığı düşünüldüğünde; Medîne’de bulunan Hz. ʻÂişe’den farklı zamanlarda, farklı konularda ve çok sayıda rivâyet yapması dikkate şayandır. İlmî meseleleri öğrenmek için Basra’ya ve Şam’a yolculuklar yaptığı belirtilen Mesrûḳ’un Medîne’ye de bu niyetle seferler yapmış olduğu kuvvetle muhtemeldir. Görüşmeler esnasında Hz. ʻÂişe’nin Mesrûḳ’la ve diğer misafirlerle perde arkasından muhatap olduğu anlaşılmaktadır. Hz. ʻÂişe’nin Medîne’deki evi; hac seyahatleri sırasında ise onun bulunduğu çadır herkese açık bir mektep ve ilim merkezi vazifesi görmüştür.
Kendisine her türlü mahrem âilevî meselenin de sorulduğu Hz. ʻÂişe, müminlerin annesi sıfatıyla bunlara cevap vermiştir. Mesrûḳ’un bir ilim talibi ve sahâbî öğrencisi olarak Hz. ʻÂişe’den son derece önemli bilgiler alıp kendinden sonraki nesillere aktardığı görülmektedir. Bunların arasında sadece ondan intikal eden hadîslerin ve özel hatıraların bulunması ayrıca önemlidir. Rivâyetlerine bakıldığında Mesrûḳ’un, Hz. ʻÂişe’nin yanında çeşitli gözlemler yapacak kadar çok zaman geçirdiği anlaşılmaktadır. Bugüne ulaşan bütün İslâmî ilimler müktesebatının temelleri, şüphesiz ki ashâb ve onların öğrencileri olan tâbiîlerin ilmî faaliyetleriyle atılmıştır. Hicrî ilk asırdaki eğitim- öğretim faaliyetinin informel okullarının en müstesnalarından biri Hz. ʻÂişe’ninkidir. Onun en yakın, en sevdiği ve en güzide öğrencilerinden birinin Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ olduğu anlaşılmaktadır.
//////////////
Bazı Müslüman araştırmacılar insan soyunun Âdem ve eşi Havva’dan değil evrim sonucu başka bir ilkel türden tekâmül ederek bugüne geldiğini savunmaktadır. Bu araştırmacıların en belirgin özelliği, keyfî te’viller yaparak bu iddiayı Kur’ân âyetleriyle desteklemeye çalışmalarıdır. Oysaki âyetlerde açıkça ilk yaratılan insanın Hz. Âdem olduğu, daha sonra eşinin yaratıldığı ve insan neslinin bu ilk çiftin çocukları olduğu beyan edilmektedir. Söz konusu araştırmacılardan biri Süleyman Ateş’tir. Ateş sadece Kur’ân âyetlerini değil bazı âlimlerin ilgili açıklamalarını da kendi iddiasına delil yapmaya çalışmıştır. Ateş 1975’te yayınlanan “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalesinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden örnekler vererek onun evrim fikrini benimsediğini iddia etmektedir. Bunu da parçacı bir yaklaşımla yapmakta, yani kendi fikrini destekleyecek bazı kısımları seçerek kullanmaktadır. Onun bu husustaki tavrını daha sonraki eserlerinde sürdürdüğü de görülmektedir. Halbuki Elmalılı’nın konuyla ilgili düşüncesi bütüncül bir gözle incelendiğinde durumun hiç de Ateş’in yansıttığı gibi olmadığı anlaşılmaktadır. Müellif Hz. Âdem’in evrim yoluyla başka canlı türlerinden geldiği görüşünde değil, aksine onun kusursuz bir ilk insan olarak yaratıldığı kanaatindedir. O bu kanaat ve inancını telif etmiş olduğu büyük tefsiri “Hak Dini Kur’ân Dili”nde açıkça beyan etmiştir. Netice itibariyle bu incelemenin asıl amacı bir şahıs yahut bir şahsın evrim konusundaki fikrini tenkitten ziyade bir zihniyetin ve yaklaşım tarzının sağlıksızlığını ortaya koymaktır. Ne yazık ki son zamanlarda, bahsi geçen parçacı ve derinliksiz yorum çabalarının, İslami ilimlere dair en hassas konularda bile artan bir ivmeyle yaygınlık kazandığı gözlenmektedir.
Verse 184, with verses before and after it as follows:
“يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ : (183) Believers! Fasting is enjoined upon you, as it was enjoined upon those before you, that you become God-fearing.”
“أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ : (184) Fasting is for a fixed number of days, and if one of you be sick, or if one of you be on a journey, you will fast the same number of other days later on. For those who are capable of it (fasting) (but still do not fast) there is a redemption (fidya): feeding a needy man for each day missed. Whoever voluntarily does more good than is required, will find it better for him; and that you should fast is better for you, if you only know.”
“شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ : (185) During the month of Ramadan the Qur'an was sent down as a guidance to the people with clear signs of the true guidance and as the Criterion (between right and wrong). So those of you who live to see that month should fast it, and whoever is sick or on a journey should fast the same number of other days instead. Allah wants ease and not hardship for you so that you may complete the number of days required, magnify Allah for what He has guided you to, and give thanks to Him”
In the verse 184. “وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ” statement, according to the general understanding, it is translated as: “For those who are not capable of it (fasting), there is a redemption: feeding a needy person for each day missed.” so before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا” that adds negative meaning to the verb. However, the verse in the verse is exactly as follows: “For those who are capable of it”. Almost all of the mufassirs are allied to the fact that the pronoun “ﻪ : it” on the end of the verb “يُطِيقُونَهُ” expresses “Ramadan fasting”. Therefore, in verse, people who are not able to fast, but instead give redemption (fidya) are mentioned. It was said that this ruling (hukm) was valid in the early times when the fasting worship was obligatory (fard). During this period, healthy people who could afford to fast had two options: The ones who want to fast were fasting, the ones who don’t want to fast were giving redemption (fidya) instead of each day. As a consequence, the ruling (hukm) on whether or not to fasting is strictly abrogated (naskh) by the verse 185. However, people who are travelling, patients, extreme elderlies and nursing ladies are excluded. Almost all of the narrations (riwayahs) we have are on this axis.
In his work (al-Fawż al-Kabir Fi Usul al-Tafsir), Dehlavi mentioned two opinions about the verse 184. According to the first, the right of choice given to Muslims in order to fast or not is abrogated by the 185th verse of the Surah. According to the latter, the verse was not abrogated because before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا”. In this case, the verse means that those who do not have the endurance to fasting give redemption (fidya) and there is no reason for the verse to be abrogated. As a matter of fact, today the fiqh practice continues as redemption (fidya) of those who cannot endurance this worship. According to the third idea that the author draws attention and put forward, what is meant by the statement “يُطِيقُونَهُ” is not the fasting but the redemption (fidya); this fidya is the sadaqa al-fıtr which should be given before the end of Ramadan. In other words, the verse states that those who are financially capable should give sadaqa al-fitr to the needy so there is no hypothetical “لا” in the verse.
The fact that the Dehlavi has ignored the narrations (riwayahs) about the abrogating (naskh) of the verse is just as striking as this interpretation. It is understood at this point that he did not adopt the idea of the ulama before him. It is clear that the author did not participate in either view, although he did not mention the two fundamental views and did not deny them directly. Truth is that the narrations related to the subject were not taken into account without any justification and cannot be considered as a correct approach in terms of tafsir. As far as we can see, there is no one else who has such an approach about al-Baqara/184. It is also possible that his sufi orientation in this approach style and the ishari tafsir tradition specific to the sufis have been effective.
//////////////
Hindistanlı velûd bir âlim olan Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’nin (ö. 1176/1762) pek çok alanda tam sayısı tespit edilemeyen birçok eseri vardır. Bunlardan biri tefsir usulü alanında telif etmişolduğu el-Fevżu’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr adlı aslı Farsça olan eseridir. Söz konusu eserin bir bölümünde müellif, Suyûtî’nin (ö. 911/1506) el-İtkân’ında yirmi bir adetle sınırlandırdığı mensûh âyetleri tekrar gözden geçirerek bu sayıyı beşe indirmektedir. Bu meyanda değinilen âyetlerden biri Bakara sûresinin 185. âyetiyle neshedildiği kabul edilen 184. âyetidir. Tefsir literatüründe, önce bu âyetin nâzil olduğu ve Müslümanlara oruç tutmakla her güne karşılık bir miskine fidye vermek arasında muhayyerlik hakkı tanındığı belirtilmektedir. Daha sonra sûrenin 185. âyetiyle bu hüküm kaldırılarak orucun tutulması kesin bir şekilde emredilmiştir. Dehlevî söz konusu âyetin mensûh olmadığı görüşündedir çünkü ona göre bu âyette fıtır sadakasından bahsedilmektedir. Bu makale bahis mevzuu meseleye dair bir tahlili içermektedir. Gördüğümüz kadarıyla müfessirler arasında böyle sıra dışı bir fikir ve yaklaşım tarzına sahip kimse yoktur. Müellifin bütün rivâyet külliyatını ve ulemanın görüşlerini göz ardı eden bu yorumu son derece dikkat çekicidir. Bunun ilmî kriterler açısından sağlıklı bir yorum metodolojisine dayandığı ise söylenemez. Bu çerçevede mensûh âyetleri mümkün mertebe azaltma çabasının onu böyle bir yaklaşım tarzına sevk ettiği düşünülebilir. Ayrıca onun bu yaklaşım tarzında tasavvufî yöneliminin ve işârî tefsir geleneğinin dolaylı da olsa etkili olmuşolabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
This work contains important data about his attitude towards both tasawwuf and sufi (ishari) tafsir/ta’wil. The study of tahqīq on this tafsir by Abdourrahmaan b. Sālih b. Sulaiman ad-Dahsh is a master thesis. This study, which was accepted in the University of Imam Muhammed (Saudi Arabia/Riyadh) was published in 2004 under the name of “Muqaddimatu’l-Mufassirīn”. In this study, microfilms of the two copies of Medina Islamic University were used and it was stated that the original was in al-Madrasah al-Mahmudiyyah in Medina. The work is also called “Tafsīru Surah al-Baqara” and “Tafsīru’l-Qur’an al-Karim”. In this paper, ishari ta’wils and sufi commentaries of Birgivī are examined.Birgivī, who strongly criticized the false sufis who abused the tasawwuf, especially stated that the members of the Ibāhiyya were denialist and deviant.Because the Ibāhiyya, some of whom appear to be Sufi but are so deviated, have rejected compulsory worship such as prayer (salah) and fasting (sawm). In fact, according to them, a perfect Sufis cannot sin in terms of its spiritual structure because even his acts which seem illegitimate should be understood differently.
In terms of this line, it is seen that Birgivī, who is supposed t he against to the tasawwuf (sufism) by some, has confirmed the true sufis and even influenced by the wahdat al-wujud, which is identified with the thought system of Ibn al-‘Arabī. In fact, this is not surprising because the work entitled “Dafʻu Mataʻin alSūfiyyah” which belongs to Akshamsaddin and defends Ibn al-ʻArabī shows that the members of the Bayramiyya are not foreign to the wahdat al-wujud concept.We briefly record one of several examples (al-Baqara/27) on the subject from this short tafsir of Birgivī and refer the enthusiasts to the detailed reading: “Merging things that are apparently separate; it is possible by seeing that the kasrat (multiplicity) is a relative kasrat, and that there is a genuine wahdat (unity).However, they oppose this order and believe in the fact that the Wahid who have a genuine wahdat is the Kathir. Thus, they obscure the wahdat with the kasrat. They do not gather different things together; on the contrary, by breaking up the collective, they break what Allah commanded unification. Thus, they damage and corrupt the worshiping fields of those who cannot see the wahdat of the being.” We do not know in detail how and to what extent Imam Birgivī has adopted the view of wahdat al-wujud but his ishari ta'wil which is mentioned here as an example makes references directly to the idea of wahdat al-wujud. According to him, the spiritual sign (isharat) in the verse commands to avoid drowning in the kasrat (multiplicity) and to combine the everything with the wahdat (unity). In four different places of Imam Birgivī’s tafsir (27, 28, 67 and 68th verses of the chapther al-Bakara), he gave a place to ishari ta'wils (interpretations). In this case, in terms of numerically, it can be said once in every twenty-five verses have been made ishari ta’wil. From here, we can conclude that if Birgivī had written a tafsir explaining the whole of the Qur’an, it would be possible to encounter his two hundred and fifty ishari ta’wils. This figure is not a figure to be underestimated at all. In our opinion, if such a complete tafsir had been written, then we might have counted it as an ishari tafsir now. His stance on this issue means confirmation of ishari ta’wil in tafsir. Moreover, this posture is a response to those who accuse the sufi mufassirs by being part of deviant Bātiniyya. On the other hand, Birgivī’s approach to the subject; It is one of the rare examples of the attitude that should be demonstrated by a principled scholar.
/////////////////
Tasavvuf geleneğinin halk tarafından birçok irili ufaklı tarikatlarla özümsenmiş olması Osmanlı Devleti’nin en önemli özelliklerinden biriydi. Şüphesiz ki Osmanlı’yı altı asır boyu ayakta tutan devlet-millet bütünleşmesinin en başat kültürel kodlarını oluşturan şey de tasavvufun bizzat kendisi olmuştur. Bu çerçevede Osmanlı ulemâsının tasavvufla ilgisiz olan kısmı umum yekûn içinde yok denecek kadar azdır. Osmanlı Devleti’nin “Yükselme Dönemi” diye anılan
zaman diliminin son kısmında yaşamış âlimlerden biri de İmam Takiyyüddîn Muhammed Birgivî’dir. Başta Arap Dili ve Fıkıh olmak üzere pek çok alanda eser veren müellifin Fâtiha ile birlikte Bakara sûresinin ilk doksan sekiz âyetini kapsayan bir tefsiri de bulunmaktadır. Birgivî’nin diğer pek çok Osmanlı âlimi gibi tasavvuftan oldukça üst seviyede istifade etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Babasının dedesi Şeyh Lütfullah, meşhur sûfîlerden Hacı Bayram-ı Velî’nin halifesidir. Kendisinin de aynı tarikatın (Bayramiyye) müntesibi olduğu bilinmektedir. Bu makalede Birgivî’nin, bahsi geçen tefsirindeki tasavvufî-işârî te’vîl ve yorumları incelenmiştir. Tasavvuf yolunu istismar eden sahte sûfîleri sert bir şekilde eleştiren Birgivî, özellikle İbâhiyye mensuplarının küfür ve dalâlette olduğunu belirtmektedir. Bu yönüyle kimileri tarafından tasavvufa karşı olduğu zannedilen müellifin istikamet üzere olan mutasavvıfları benimsediği hatta İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemi ile özdeşleşen vahdet-i vücûddan bile etkilendiği görülmektedir. Onun mevcut tavrı, tefsirde işârî
te’vîli tasdik mahiyetindedir. Dahası, bu duruş işârî te’vîl yapan sûfî
müfessirleri sapkın “Bâtınîlik”le itham edenlere verilmiş fiilî bir cevap
niteliğindedir.
Ibn al-Ajda, the one of mawali tabioūn, is taken from the biographical point of view in this article. Masrūq is a prominent representative of the Kufa Tafsir school and also a student of Abdullah Ibn Mas‘ūd, who is one
of the leading sahabis (companions). Masrūk saw hundreds of sahabis (companions) besides the Ibn Mas‘ūd and especially he has benefited from Hazrat Aisha among them by learning hadith and tafsir. He also
taught to the scholars of tâbioūn and the followers of them in hadith and tafsir in his own age. Nevertheless unfortunately no detailed and specific study of the life of Masrūk is found. In this work which we hope to
contribute to the biographical article, every detail we can reach for Masrūk’s life is collected. When all this information is gathered together; it appears that a portrayal of a tâbi‘î scholar, who was lived a very
careful life with taqwa, is emerged. Moreover, he had practiced his knowledge perfectly in his life and remained as far away as possible from political turmoil. As well as being from the top personalities in terms of worship and zuhd, Masrûk has performed with great success the state affairs such as judgeship in court and responsibility of zakāt.
Keywords: Tafsīr, Tabioūn, Mawāli, Mufassir, Masrūq, Biography.////////////Biyografik çalışmalar, bir şahsın hayatı hakkındaki bilgilerin bir arada görülebilmesi açısından önemlidir. Bu makalede mevaliye mensup tâbiîlerden olan Mesrûk b. el-Ecda‘, biyografik açıdan ele alınmıştır. Önde
gelen sahâbilerden Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencisi olan Mesrûk, aynı zamanda Kûfe tefsir okulunun önemli temsilcilerindendir. Abdullah b. Mes‘ûd’un dışında yüzlerce sahâbîyi gören; bunlar arasında özellikle Hz.
Âişe’den çok istifade eden Mesrûk, kendi çağında tâbiûn âlimlerine ve onları takip eden kuşağa hadîs ve tefsirde üstadlık yapmıştır. Bununla birlikte Mesrûk’un hayatı hakkında yapılmış detaylı, müstakil bir çalışmaya maalesef rastlanmamaktadır. Biyografik makale türüne katkı sağlamasını umduğumuz bu çalışmada, Mesrûk’un hayatına dâir ulaşabildiğimiz her türlü detay toplanmıştır. Bir araya gelen bütün bu
bilgiler nazara alındığında; ortaya takva üzere son derece dikkatli bir hayat süren, ilmiyle âmil olan ve siyasi kargaşalardan mümkün mertebe uzak duran bir tâbi‘î âlimi portresinin çıktığı görülmektedir. Mesrûk ibadet ve zühd açısından zirve şahsiyetlerden olduğu gibi, kadılık ve zekât âmilliği gibi devlet işlerini de üstün başarıyla icrâ etmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tefsir, Tâbi‘ûn, Mevâli, Müfessir, Mesrûk, Biyografi.
issue of concern. In the Quran and Sunnah-based Islamic understanding, Adam and after him Havva, who was created as his wife, are the first human beings. The first generation were married among themselves. The narratives (riwayahs) of hadith that come to us and the interpretation of Quranic verses which are made from the past to this day are also in this direction. Also rationally it doesn’t seem that there is another way. Especially in recent times, some Muslims who have embraced the idea of evolution have rejected the fact that the first human generation has grown in this way, on the grounds that it is an incest relationship. The situation, as they claim, isn’t an incestuous relationship with the present sense of semantics. Because the incest relationship is meaningful only when there are other people who are not children of the same parents. The truth is that everything can only be known through the opposite. In the thinking/imagining world of Adam and Eve and his children there is no concept of “other family” or “a second family”. Moreover halal and haram are only the command and appreciation of Allah. It is known that some other things that were previously halal were also forbidden by Allah over time. “Zarurah (necessity/obligation to do something)” is an influential thing that makes the unlawful thing allowable. Additionally in the literature, it is stated that -with a special creationtwin born children at every birth, one girl and one boy, were married crosswise with the other twin children. Some other considerations should be taken into account. As a result, claiming that Adam and Eve can not be the first two people on the basis of incest is appears to be inconsistent.
acceptable by ulama/scholars. However, some of the mufassirs/authors did not see any disadvantage in the transfer of the riwayahs about gharaniq, they even believed that the incident really happened. It is also seen that some mufassirs try to evolve in a way that conforms to Islam, while accepting the facts. Some other mufassirs/authors have tried to interpret (ta’vil) this in a way that is appropriate to Islam. It is seen that some mufassirs/authors have clearly rejected these riwayahs. In this article, the interpretations of these mufassirs/authors, which are divided into three sections in general terms, their attitudes towards the riwayahs and the ideas they put forward, are examined in detail. Meantime, In
the process extending from Muqatil bin Sulaiman (d. 150/767) to this day, more than thirty authors views are discussed on the subject. Apparently it is inevitable that the riwayahs, even if they are not authentic, affect the interpretation directly or indirectly. The general attitude has been to accept them without criticism or try
to interpret them in accordance with Islam. On the contrary -when it is necessarythe rejection of such riwayahs by analyzes based on aqli (rational knowledge) and naqli (revealed knowledge) evidences is a method that is practiced by a much lesser mufassir/author. /////////////////
Bu makalede, tefsirde rivâyet-yorum ilişkisi üzerine kronolojik bir analiz yapılmıştır. Söz konusu incelemede örnek olarak seçilen garânîk olayı üzerinde yoğunlaşılarak, bunun âyet yorumuna/tefsire nasıl yansıdığıyla ilgili bir takım sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. " Garânîk " ifadesi " uzun boyunlu kuğu kuşları " anlamına gelen bir kelimedir. Bu adla anılan olaya göre, Hz. Peygamber (sas) Necm sûresini okuduğu esnada şeytanın müdahalesine maruz kalarak, istem dışı bir şekilde, " Onlar yüce, uzun boyunlu kuğu kuşlarıdır ve şüphesiz ki onların şefaati umulur. " nitelemesiyle putları övmüştür. Daha sonra Hz. Peygamber (sas) durumdan haberdar edilmiş, ardından da teselli olarak Hac sûresi 52. âyet indirilmiş, böylece şeytanın müdahalesi izale edilmiştir. Müslümanların, İslam'ın temel ilkeleriyle çelişen bu eksendeki rivâyetleri kabul etmeleri mümkün değildir. Zaten söz konusu rivâyetler de ulemâ tarafından sahîh ve makbul sayılmamıştır. Bununla beraber müfessirlerin/müelliflerin bir kısmı garânîk konulu rivâyetlerin naklinde, hatta bunun yaşandığını kabul etmekte bir sakınca görmemiştir. Diğer bir kısım müfessirlerin bunu İslâm'a uygun bir şekilde tevil etmeye çalıştığı görülmektedir. Bazı müfessirler ise rivâyetleri net bir şekilde reddetmiştir. Makalede genel anlamda üç kısma ayrılan bu yorumcuların rivâyetler karşısındaki tutumları ve öne sürdükleri fikirler ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir. Bu meyanda Mukatil b. Süleyman'dan (v. 150/767) günümüze, otuzdan fazla müellifin konuyla ilgili görüşleri ele alınmıştır. Görünen o ki tefsir faaliyetlerinde-sıhhatsiz olsalar bile-rivâyetlerin, yoruma doğrudan yahut dolaylı bir şekilde etki etmesi kaçınılmazdır. Genel tavır bunları sorgulamadan kabul etmek yahut bir şekilde tevil etmeye çalışmak olmuştur. Buna karşın gerektiği zaman aklî ve naklî delillere dayanarak tetkik yapma ve bu tür rivâyetleri reddetme tavrı, görece çok daha az müfessirin uyguladığı bir yöntemdir.
As a result, after one of the two brothers killed the other; the killer did not know what to do the dead body, and finally learned from a crow that he should be buried. The literal expression of the verse refers to these two people as "two sons of Adam", and ta'wîl on this issue is far from convincing unless there is a valid evidence. It is seen that both approaches, which are the product of modern times in terms of methodology of Qur’anic Exegesis, are not based on solid scientific basis and lead the way to different contradictions rather than solving problems.
/////////////////////////
Bu makalede, Mâide suresinde yer alan “İlk cinayet kıssası” (27-31. âyetler) klasik tefsir kaynakları ve modern çalışmalar ekseninde metodolojik açıdan ele alınmıştır. Kıssanın en önemli iki unsuru “Âdem’in iki oğlu” lafzıyla kimlerin kastedildiği ve karganın yapmış olduğu rehberliğin ne ifade ettiğidir. Müfessirler genel anlamda, bahsi geçen “Âdem”in Hz. Âdem olduğu kanaatindedir. Gönderilen karga ise cesedin nasıl defnedileceğini göstermiştir. Çünkü işlenen cinayet yeryüzündeki ilk cinayettir ve ölü bir bedenin ne yapılması gerektiği bilinmemektedir. Bu genel kanaatte lafzî delillerin ve metin içi bağlam unsurlarının yanı sıra tefsirde aslî unsur olan sahîh hadîsler, ardından sahâbe ve tâbiûndan intikal eden rivâyetler esas alınmıştır. Diğer hadîslerle birlikte; özellikle Mesrûk b. el-Ecdaʻ’ın, üstâdı Abdullah b. Mesʻûd’dan naklettiği ve neredeyse bütün sahîh kaynaklarda yer alan “Zulmen öldürülen hiç kimse yoktur ki, onun kanından Âdem’in ilk oğluna da bir hisse çıkmasın. Çünkü öldürme (cinayet) yolunu ilk açan odur.” hadîsinin cerhi mümkün görünmemektedir. Buna sahâbe ve tâbiûn görüşleri ile ümmetin ittifakı da eklenince kâtil ve maktûlün kimler olduğu konusu netlik kazanmıştır. Ayrıca cesedin nasıl örtüleceğini göstermesi için gönderilen karga da bu kanaati teyit etmektedir. Yirminci asra gelininceye kadar bir iki istisna haricinde müfessirlerin tamamının bu konuda ittifak halinde olduğu görülmektedir. Hasan el-Basrî ve Dahhâk gibi zâtlara atfedilen görüş, kıssada bahsedilen iki kişinin İsrâiloğulları’ndan iki kişi olduğu şeklindedir. Ancak bu görüşün Hz. Âdem ve eşinin ilk insan çifti olmadığı şeklindeki bir düşünceyle ilgisinin olmadığı yine bu zâtlardan gelen başka rivâyetlerle sâbittir. Dolayısıyla herkesçe müsellem bir Âdem anlayışı söz konusudur. Müfessirlerin yapmış oldukları izâhlarda konuyla ilgili farklı âyetler de göz önüne alınmıştır. Öte yandan âyetlerin zâhiri esas tutulmuş ve herhangi bir tereddüt yahut işkâl durumu söz konusu olmadığı için te’vile gerek duyulmamıştır. Bütün bunlar aynı zamanda klasik tefsirlerde izlenen metodun temel unsurlarını oluşturmaktadır.
Buna karşın evrimci bakış açısına göre ilk iki insanın ilk çocukları diye bir olgu söz konusu değildir. Zira evrimde ilk iki insan diye bir şeyden bahsedilmesi mümkün değildir. Modern tefsir anlayışını şekillendiren başat unsurlardan biri bu yaklaşım tarzıdır. Kıssaların sembolik olduğu iddiasına göre ise âyet lafızları zaten önem arz etmemektedir. Bu minvâlde kıssanın bir gerçekliğinin olmadığı ve Tevrat’a atfen zikredildiği öne sürülmektedir. Oysaki benzeri bir anlatının asıl itibariyle semâvî olan Tevrat’ta geçmesi, bir hakikat olarak Kur’ân’da da yer almasına aykırı değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil metinleri/hükümleri üzerinde mübeddil ve musahhih olduğu gibi bazen de mütemmim ve musaddık olmuştur. Ayrıca Tekvin’deki Hâbil-Kâyin kıssasında kargadan bahsedilmemektedir. Sembolikçi anlayışa göre Kur’ân hayal ürünü olduğu iddia edilen bir kıssayı aktarmakta ve bu aktarım esnasında ona asılsız yeni bir unsur daha eklemektedir. Bu ise vehimden ibaret olup herhangi bir delile dayanmamaktadır. İlmi her şeyi ihâta eden ve Kur’ân’da anlatılanları mükerreren “Hakk” diye niteleyen Yüce Allah’ın irşad için hayali bir hikâyeyi anlatmaya muhtaç olmadığı muhakkaktır. Dahası, kıssa eğer sembolikse, Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de dahil bütün ümmet on dört asırdır bunu anlamamış demektir ki bundan söz edilmesi bile abestir. Aynı tutarsız durum
evrimci yorumlar için de geçerlidir.
Sonuç itibariyle iki kardeşten biri diğerini katletmiş; daha sonra maktulün ortada kalan cesedini ne yapacağını bilememiş ve nihâyet onun defnedilmesi gerektiğini bir kargadan öğrenmiştir. Âyetin sarih ifadesi bu iki kişi için
“Âdem’in iki oğlu” demektedir ve geçerli bir karine/delil olmadığı müddetçe bu konuda yapılacak te’vîl ikna edicilikten uzaktır. Tefsir metodolojisi açısından modern zamanların ürünü olan her iki yaklaşımın da sağlam birer
ilmî temele dayanmadığı ve problem çözmekten ziyade farklı çelişkilere kapı araladığı görülmektedir.
to detailed tafsir information and therefore a correct Qurʾān translation is often not possible without tafsir.
/////////////////////
Bu makale, Bakara sûresi 184. âyetin Türkçeye aktarımı örneğinde tefsir-meâl ilişkisine dâir bir incelemeyi içermektedir. Şüphesiz ki âyetler başka bir dile aktarılırken evvelemirde ilk muhatapların ondan ne anladığını yansıtmak gerekmektedir. Bazı âyetlerdeki hükümlerin
daha sonra nesh yahut tahsis edilmiş olması bu gerekliliği değiştirmez. Bakara sûresi 184. âyette, oruç tutmaya güç yetirebilen kimselerin oruç tutmamayı tercih ettikleri takdirde her gün için fidye vermeleri, yani bir fakirin günlük doyacağı miktarı ödemeleri emredilmiştir. Tefsir literatüründe yer alan detaylı bilgi ve rivâyetlere göre bu hüküm orucun ilk farz kılındığı zaman uygulanmış daha sonra yürürlükten kaldırılmıştır. Ne var ki sıhhatli ve mazeretsiz kimseler için iptal edilen bu uygulama oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta kimseler için
ruhsat olarak baki kalmıştır. Gerek sahâbeden aktarılan rivâyetler gerekse müfessir âlimlerin hâkim kanaatleri hükmün neshedildiğini ve ruhsat olarak kaldığını teyit etmektedir. Durumun nesh yahut tahsis olarak nitelenmesi âyetin Türkçe’ye veya başka bir dile aktarımı açısından bir fark oluşturmamaktadır. Çalışma kapsamında, ilgili âyetler en temel tefsir kaynakları ışığında incelenmiştir. Genel kanaati yansıtan bir örnek vermek gerekirse; Taberî’nin
sahâbeden ve tâbiûn âlimlerinden naklettiği otuz beş rivâyette, 184. âyetin oruç tutabilecek olan kimseler için fidye karşılığında oruç tutmama seçeneğini ifâde ettiği belirtilmiştir. Bu seçenek bir sonraki âyetle genel anlamda iptal edilmiş ancak oruca güç yetiremeyen yaşlılar,
kendilerine yahut çocuklarına bir zarar endişesi duyan hamileler ve emziren kadınlar gibi özel şartları bulunan bazı kimseler için baki kalmıştır. “ ”وعلى الذين يُط َّوقونهkıraatine göre ise âyetin mensûh olmadığı, yaşlı erkek ve kadınların kastedildiği söylenmiştir fakat Ebû Hayyân’ın vurguladığı üzere bu kıraatin aslında kıraat olmayıp baki kalan ruhsat itibâriyle “َُ ” َو َعلَى الَّ ِذي َن َ يُ ِطيقُونَهifâdesinin bir nevi tefsiri olduğu anlaşılmaktadır. Mensûh olmadığının söylenmesi de muhtemelen süregelen fıkhî uygulama sebebiyledir. Öte yandan aklî deliller de ilk başta verilen tahyir hakkının daha sonra iptal edildiğini göstermektedir. Örneğin 184. âyette
hasta ve yolcu olanların tutamadıkları orucu başka günlerde tutmaları “ فَ َمن َ َكا َن َ ِمن ُكم َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى” َو َمن َ َكا َن َ َم ِري ًضا أَو َ َعلَى َسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ“ َ ” cümlesiyle; 185. âyette yine aynı hususسفَر َ فَ ِع َّدة َ ِمن َ أَيَّام َ أُ َخ َر َ cümlesiyle bildirilmiştir. Kanaatimizce söz konusu tekrar iki âyetin beraber değil farklı zamanlarda nâzil olduğunu göstermektedir. Bu durum ise ikinci âyetin ilk âyetteki tahyîr hakkını iptal ettiğini teyit etmektedir. Ayrıca İmam Mâturîdî’nin isâbetle yaptığı tespit üzere şayet 184. âyette oruca dayanamayacak olanlar kastedilseydi âyet sonunda bu kimselere “oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” denilmesi hikmetsiz olurdu. Türkçe Kur’ân çevirilerinin
kâhir ekseriyetinde âyetin ilk nâzil olduğu zaman ifâde ettiği anlama herhangi bir vurgunun yapılmadığı görülmektedir. Hatta âyette yer alan “Ona (oruca) gücü yetenlerin...” ifadesi çoğunlukla “Ona (oruca) gücü yetmeyenlerin...” diye çevrilmiştir. Oysaki âyetin lafzî anlamının çeviriye yansıtılıp ek notlarla durumun izah edilmesi daha tutarlı ve uygundur. Böylelikle aynı lafızları içeren ve peş peşe gelen iki âyetin farklı zamanlarda indiği ve farklı şeylerden bahsettiği anlaşılmış, okuyucuya da doğru bilgi verilmiş olacaktır. Makalede yer alan otuza yakın meâl örneğinde Mehmet Âkif ve Süleyman Tevfîk’e ait olan çevirilerle Hüseyin Kâzım’ın başkanlık ettiği heyet çevirisinin tefsir literatüründeki verilerle ve müfessirlerin genel kanaatiyle
tam bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rifat Börekçi, Hüseyin Kâzım’ın şahsında âyetin bu şekilde yapılan çevirisini son derece sert bir şekilde eleştirmiş; sonraları Elmalılı’nın yaptığı tercihle birlikte âdetâ rüzgârın
yönü değişmiş ve meâl yazarları onu aşamamıştır. Her ne kadar âyetin lafzına uygun çeviri yapanlar olmuşsa da bu yazarların ilgili açıklamaları meselenin künhüne vâkıf olamadıklarını ve bilinçli bir çeviri yapmadıklarını ortaya koymaktadır. Bu arada söz konusu âyet örneğindeyapılan analiz, detaylı tefsir bilgilerine müracaat edilmeksizin sağlıklı çevirilerin yapılamayacağını; dolayısıyla tefsir olmaksızın doğru bir meâlin de çoğu zaman mümkün olamayacağını göstermektedir.
these sources. In this respect, Risalah of Mu'jizat-i Ahmadiya confirms that there is a divine grace when it is written. Nursi has included to this work the evidence he deemed important in general, or the parts as much as he
can remember from the texts that he memorized in past and interpreted them following the traces of the classical Islamic scholars. According to Nursi, it is impossible that the previous prophets did not mention the Prophet Muhammad (PBUH). Because the most important event in the human history is the coming of the last Prophet (PBUH). Therefore, it is undoubted that the previous prophets must have informed that he would be sent and that this news were present in the scriptures sent to them.
Islamic scholars have identified and revealed many evidences that heralded the Prophet Muhammad (PBUH), even in the modified form of these sacred texts. The presentation of all or some of the existing evidences together and in a certain logic becomes an extremely
convincing piece of enormous evidence. In order not to exceed the size of an article, this study will include analysis of evidences that Nursi conveyed from the Old Testament texts, except Psalms. The evidence in the Psalms and the New Testament (Gospel of John) texts will be discussed in the second article, which is a continuation of the present one.
/////////////////
Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, üçü Zebûr’a (Mezmurlar), dokuzu İncîl’e (Bunlardan sekizi Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. İki delil ise yine Eski Ahit’in Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerinde bulunmaktadır. Nursî’nin İslâmî kaynaklarda geçen ilgili bilgi ve analizleri, kaynak eserlere ulaşma imkânından mahrum olduğu halde, adeta zihnen süzüp rafine ederek en kısa ve öz şeklini kendi risâlesinde sunduğu görülmektedir. Eser bu yönüyle, telifi esnasında ilâhî bir inayetin var olduğunu teyit eder niteliktedir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerekli gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Mevcut delillerin bir kısmının beraberce ve belli bir mantıksal örgü ile sunumu ise son derece ikna edici büyük bir delile dönüşmektedir. Bir makale boyutunu aşmamak adına bu çalışmada Nursî’nin, Mezmurlar (Zebûr) hariç Eski Ahit metinlerine müsteniden aktardığı delillerle ilgili analizlere yer verilecektir. Mezmurlar ve Yeni Ahit (Yuhanna İncîli) metinlerindeki deliller ise bunun devamı niteliğindeki ikinci makalede ele alınacaktır.
Muslim scholars are correct. As a result, -even if the person who does not want to believe, has a counter interpretation and pretext for any evidence presented to him- it is understood that the evidences of good news (basharat) about the coming of the Prophet Muhammad (pbuh) in the
Bible are more than sufficient and convincing for those who approach the issue objectively and do not close their hearts to faith.
////////////////////
Hz. Peygamer’in nübüvvetinin müjdelenmesi konusunda, Mezmurlar (Zebur) hariç Eski Ahit metinlerine atfen aktarılan delillerle ilgili analizlere ilk makalede yer verilmişti. İlk makalenin devamı niteliğini taşıyan bu makalede ise Mezmurlar ve Yeni Ahit (İncîl) metinlerindeki deliller ele alınacaktır. İlk makalede de belirtildiği gibi; Bedîüzzaman Saîd Nursî, sürgün hayatında Barla’da telif ettiği Muʻcizât-ı Ahmediye risalesinin bir bölümünde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğini müjdeleyen yirmi üç delile yer vermiştir. Bunların dokuzu Tevrat’a, ikisi Eşʻıyâ ve Mîḥâîl (Yeşaya, Mika) bölümlerine, üçü Zebûr’a, dokuzu İncîl’e (biri hariç Yuhanna’ya) atfen zikredilmiştir. Bu çerçevede zikredilen toplam yirmi üç delilden on dördü günümüz Kitab-ı Mukaddes metinlerinde -kısmen yahut tamamen- mevcut ifadelerdir. Dokuz tanesi ise başta hadîs-i şerifler olmak üzere kadîm İslâm ulemâsının eserlerinde Kitab-ı Mukaddes’e izafeten yer verilen beşaret delilleridir. Nursî genel anlamda önemli gördüğü delilleri yahut mahfûzâtından hatırlayabildiği kadarından gerek gördüklerini eserine almış ve kadîm İslâm ulemasının izini takiben yorumlamıştır. Müellife göre geçmiş peygamberlerin Hz. Peygamber’den bahsetmemiş olması imkânsızdır. Çünkü beşeriyet tarihinin en önemli hadisesi son peygamberin ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla enbiyanın ihbarı ve bunların elimizde bulunan kütüb-i sâbıkada mevcudiyeti şüphesizdir. Geçmiş asırlarda yaşamış olan Müslüman alimlerin dikkat çektiği deliller, Eski Ahit ve Yeni Ahit’in muharref metinlerine istinaden sunulmuş delillerdir. Nitekim bunlar tarihi süreç içinde defalarca tahrife uğramıştır. Söz konusu âlimlerden günümüze gelene kadar yapılan tahrifatlar da buna eklenmiştir. Dolaysıyla tefsir, hadîs, tarih ve siyer külliyatlarında yer alan ifadeleri bugünkü Tevrat ve İncil metinlerinde bulmak genellikle mümkün değildir. Öte yandan İslam alimleri ile diğer din mensupları arasında yapılan tartışmalarda, Tevrat ve İncil referansıyla sunulan delillerin yalanlanmadığı, ancak çoğu zaman kelimelerin farklı şekilde tevil edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Müslüman alimlerin yapmış oldukları alıntıların doğru olduğunu teyit etmektedir. Netice itibariyle her ne kadar iman etmek istemeyen kimsenin getirilen her delile dair bir tevili, bahanesi yahut inkârı söz konusu olsa da meseleye objektif yaklaşıp kalbini imana kapamayanlar için Kitab-ı Mukaddes’te yer alan beşâret delillerinin fazlasıyla yeterli ve ikna edici olduğu anlaşılmaktadır.
order of Imam Ja‘far al-Sādiq with Bisati/Sheikh Safi. It is mentioned that the original Arabic texts of the verses and hadiths have been given in the manuscripts which are the basis of “Buyruq” prints. Today, it is seen that in different editions of the book circulating in the market, there are plenty of errors and some of them do not even contain verse translations. This situation points to the importance
of a publication by people with sufficient knowledge in Islamic sciences, by examining the oldest manuscripts available and by detecting possible errors in these manuscripts. In such a detailed study, the explanations of the verses and hadiths included in the text should also be made. There are 27 verses in total in three texts published by different publishers that we have examined within the scope of the article. These are the Surah al-Baqarah 2/153, 165, 201, 256; Āl-i Imrān 3/31; al-Mā’idah 5/119; al-Aʻrāf 7/23, 101; at-Tawbah 9/80; Yūsuf 12/20; al-Isrā 17/111; al-Kahf 18/110; al-Hajj 22/78; al-Furqān 25/23; an-Naml 27/30-31; al-Ahzāb 33/40; al-Fath 48/10; al-Hashr 59/21; as-Saff 61/13-14; al-Munāfiqūn 63/8; at-Talāq 65/2-3; at-Tahrīm 66/8; al-Insān 76/21 and al-Bayyinah 98/8.
In most of these, not all of the verses, but some of them are mentioned. In the article, the verses that we briefly convey their tafsīr and the narrations from the Ahl al-Bayt Imams cover the main topics of the Islamic belief and worship system, namely the existence and unity of God (tawhīd), believing in prophets and the Prophet Muhammad (pbuh), sunnah al-saniyye, the value of the sahābe (the companions of the Prophet), ibādah (worship), salāt (praying), patience, bīat (submission), sadaqa (charity), taqwā (piousness), tawakkul (trust in God), tawbah (repentance), forgiveness and Paradise, as well as denial, shirk, nifāq (discord), paganism, pretentiousness, destruction of tribes, sealing of hearts, hereafter and the punishment of hell. Like all Muslims, the path of believers who follow the tradition of Alawi-Bektashi is undoubtedly the way that summarized by these verses in Buyruq.
//////////////////////
Bu makalede Anadolu’da yaşayan Alevi ve Bektaşi toplulukların yazılı dini kültüründe önemli bir yeri olan, kısaca “Buyruk” yahut “İmam Cafer Sadık Buyruğu” adıyla anılan kitaptaki ayetler tespit edilip; Sünni ve Şii tefsir kaynakları ışığında kaynak taraması yöntemiyle incelenmiştir. Bazı araştırmacıların İmam Cafer es-Sadık buyruğu ile Bisati/Şeyh Safi buyruğunu birbirine karıştırdığı anlaşılmıştır. Buyruk baskılarına esas olan yazmalarda ayet ve hadislerin orijinal Arapça metinlerinin verilmiş olduğundan bahsedilmektedir. Günümüzde mevcut baskılarda ise bol miktarda hatanın var olduğu, bazılarında ayetlerin meallerine bile yer verilmemiş olduğu görülmektedir. Bu durum İslami ilimlerde uzman kimselerin mevcut en eski yazmalara inerek, hatta bu yazmalardaki muhtemel istinsah hatalarını da tespit ederek yapacakları bir neşrin önemine işaret etmektedir. Böyle detaylı çalışılacak bir neşirde, metinde yer alan ayet ve hadislerin açıklamaları da yapılmalıdır. Makale kapsamında incelediğimiz üç Buyruk baskısında, Bakara 2/153, 165, 201, 256; Âl-i İmrân 3/31; Mâide 5/119; Aʻrâf 7/23, 101; Tevbe 9/80; Yusuf 12/20; İsrâ 17/111; Kehf 18/110; Hacc 22/78; Furkan 25/23; Neml 27/30-31; Ahzâb 33/40; Fetih 48/10; Haşir 59/21; Saff 61/13-14; Münafıkûn 63/8; Talâk 65/2-3; Tahrim 66/8; İnsan 76/21 ve Beyyine 98/8. ayet olmak üzere toplam 27 ayet yer almaktadır. Bunların çoğunda ayetin bir kısmı zikredilmiştir. Makalede kısaca tefsirlerini ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan intikal eden ilgili rivayetleri aktardığımız bu ayetler; Yüce Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlere ve Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna iman, sünnet-i seniyye, ashab-ı kiramın değeri, ibadet, namaz, sabır, dua, biat, sadakat, takva, tevekkül, tövbe, bağışlanma ve cennet; küfür, şirk, nifak, putperestlik, riya, kavimlerin helaki, kalplerin mühürlenmesi, ahirette görülecek azap ve cehennem gibi en temel başlıkları kapsamaktadır. Bütün Müslümanlar gibi Alevi ve Bektaşi geleneğine mensup müminlerin de yolu, kuşkusuz ki Buyruk’ta yer verilen bu ayetlerin özetlediği yoldur.
that the companions (sahaba) did to the tabi‘ūn generation. In the spiritual world of Masrūq, Hazrat Aisha has a very important place and It is understood that she has both love and respect for him. Considering that Masrūq lives mostly in and around Kufa; It is remarkable that he made
many narrations at different times, on different subjects, from Hazrat Aisha. It is highly probable that Masrūq, who is stated to have traveled repeatedly to places such as Basra and Damascus to learn some religious issues, has traveled many times to Madinah for this reason. During the
conversations, Hazrat Aisha spoke to Masrūq and other guests from the back of a curtain. The house of Hazrat Aisha in Madinah has served as a school and learning center open to everyone. As for the pilgrimage (Hajj) trips, her tent is on same mission. Hazrat Aisha was asked about all kinds of private family issues and husband and wife relationships, and she answered them as the mother of the believers (Ummu’l-muminīn). It is seen that Masrūq, as a wisdom lover and student of companion, received very important information from Hazrat Aisha and transferred
it to the next generations. Among these narrations, it is also important to have hadiths and special memories that are only conveyed by him. When the narrations are examined, it is understood that Masrūq spent enough time to make various observations alongside Hazrat Aisha. The
foundations of all the basic Islamic sciences that have reached today to us are undoubtedly laid by the scientific activities of the Companions (sahabas) and their students (tabi‘ūn). One of the most magnificent of the informal schools of the teaching activity in the first century is the school of Hazrat Aisha. It is understood that one of her closest, favorite and most distinguished students
was Masrūq.
///////////////////
Bu makalede Hz. ʻÂişe ile Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ arasındaki çok özel Hoca-Öğrenci ilişkisi incelenmiştir. Mesrûḳ’un rivâyetlerindeki satır arası bilgilerin bir arada göz önüne alınmasıyla ortaya çıkan bu ilişki sahâbenin tabiûna yaptığı üstadlığın en güzel örneklerinden biridir. Mesrûḳ’un mânevî dünyasında Hz. ʻÂişe’nin çok önemli bir yeri vardır. Hz. ʻÂişe’nin de ona hem muhabbetinin hem de hürmetinin olduğu anlaşılmaktadır. Mesrûḳ’un daha çok Kûfe ve
çevresinde yaşadığı düşünüldüğünde; Medîne’de bulunan Hz. ʻÂişe’den farklı zamanlarda, farklı konularda ve çok sayıda rivâyet yapması dikkate şayandır. İlmî meseleleri öğrenmek için Basra’ya ve Şam’a yolculuklar yaptığı belirtilen Mesrûḳ’un Medîne’ye de bu niyetle seferler yapmış olduğu kuvvetle muhtemeldir. Görüşmeler esnasında Hz. ʻÂişe’nin Mesrûḳ’la ve diğer misafirlerle perde arkasından muhatap olduğu anlaşılmaktadır. Hz. ʻÂişe’nin Medîne’deki evi; hac seyahatleri sırasında ise onun bulunduğu çadır herkese açık bir mektep ve ilim merkezi vazifesi görmüştür.
Kendisine her türlü mahrem âilevî meselenin de sorulduğu Hz. ʻÂişe, müminlerin annesi sıfatıyla bunlara cevap vermiştir. Mesrûḳ’un bir ilim talibi ve sahâbî öğrencisi olarak Hz. ʻÂişe’den son derece önemli bilgiler alıp kendinden sonraki nesillere aktardığı görülmektedir. Bunların arasında sadece ondan intikal eden hadîslerin ve özel hatıraların bulunması ayrıca önemlidir. Rivâyetlerine bakıldığında Mesrûḳ’un, Hz. ʻÂişe’nin yanında çeşitli gözlemler yapacak kadar çok zaman geçirdiği anlaşılmaktadır. Bugüne ulaşan bütün İslâmî ilimler müktesebatının temelleri, şüphesiz ki ashâb ve onların öğrencileri olan tâbiîlerin ilmî faaliyetleriyle atılmıştır. Hicrî ilk asırdaki eğitim- öğretim faaliyetinin informel okullarının en müstesnalarından biri Hz. ʻÂişe’ninkidir. Onun en yakın, en sevdiği ve en güzide öğrencilerinden birinin Mesrûḳ b. el-Ecdaʻ olduğu anlaşılmaktadır.
//////////////
Bazı Müslüman araştırmacılar insan soyunun Âdem ve eşi Havva’dan değil evrim sonucu başka bir ilkel türden tekâmül ederek bugüne geldiğini savunmaktadır. Bu araştırmacıların en belirgin özelliği, keyfî te’viller yaparak bu iddiayı Kur’ân âyetleriyle desteklemeye çalışmalarıdır. Oysaki âyetlerde açıkça ilk yaratılan insanın Hz. Âdem olduğu, daha sonra eşinin yaratıldığı ve insan neslinin bu ilk çiftin çocukları olduğu beyan edilmektedir. Söz konusu araştırmacılardan biri Süleyman Ateş’tir. Ateş sadece Kur’ân âyetlerini değil bazı âlimlerin ilgili açıklamalarını da kendi iddiasına delil yapmaya çalışmıştır. Ateş 1975’te yayınlanan “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalesinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden örnekler vererek onun evrim fikrini benimsediğini iddia etmektedir. Bunu da parçacı bir yaklaşımla yapmakta, yani kendi fikrini destekleyecek bazı kısımları seçerek kullanmaktadır. Onun bu husustaki tavrını daha sonraki eserlerinde sürdürdüğü de görülmektedir. Halbuki Elmalılı’nın konuyla ilgili düşüncesi bütüncül bir gözle incelendiğinde durumun hiç de Ateş’in yansıttığı gibi olmadığı anlaşılmaktadır. Müellif Hz. Âdem’in evrim yoluyla başka canlı türlerinden geldiği görüşünde değil, aksine onun kusursuz bir ilk insan olarak yaratıldığı kanaatindedir. O bu kanaat ve inancını telif etmiş olduğu büyük tefsiri “Hak Dini Kur’ân Dili”nde açıkça beyan etmiştir. Netice itibariyle bu incelemenin asıl amacı bir şahıs yahut bir şahsın evrim konusundaki fikrini tenkitten ziyade bir zihniyetin ve yaklaşım tarzının sağlıksızlığını ortaya koymaktır. Ne yazık ki son zamanlarda, bahsi geçen parçacı ve derinliksiz yorum çabalarının, İslami ilimlere dair en hassas konularda bile artan bir ivmeyle yaygınlık kazandığı gözlenmektedir.
Verse 184, with verses before and after it as follows:
“يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ : (183) Believers! Fasting is enjoined upon you, as it was enjoined upon those before you, that you become God-fearing.”
“أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ : (184) Fasting is for a fixed number of days, and if one of you be sick, or if one of you be on a journey, you will fast the same number of other days later on. For those who are capable of it (fasting) (but still do not fast) there is a redemption (fidya): feeding a needy man for each day missed. Whoever voluntarily does more good than is required, will find it better for him; and that you should fast is better for you, if you only know.”
“شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ : (185) During the month of Ramadan the Qur'an was sent down as a guidance to the people with clear signs of the true guidance and as the Criterion (between right and wrong). So those of you who live to see that month should fast it, and whoever is sick or on a journey should fast the same number of other days instead. Allah wants ease and not hardship for you so that you may complete the number of days required, magnify Allah for what He has guided you to, and give thanks to Him”
In the verse 184. “وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ” statement, according to the general understanding, it is translated as: “For those who are not capable of it (fasting), there is a redemption: feeding a needy person for each day missed.” so before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا” that adds negative meaning to the verb. However, the verse in the verse is exactly as follows: “For those who are capable of it”. Almost all of the mufassirs are allied to the fact that the pronoun “ﻪ : it” on the end of the verb “يُطِيقُونَهُ” expresses “Ramadan fasting”. Therefore, in verse, people who are not able to fast, but instead give redemption (fidya) are mentioned. It was said that this ruling (hukm) was valid in the early times when the fasting worship was obligatory (fard). During this period, healthy people who could afford to fast had two options: The ones who want to fast were fasting, the ones who don’t want to fast were giving redemption (fidya) instead of each day. As a consequence, the ruling (hukm) on whether or not to fasting is strictly abrogated (naskh) by the verse 185. However, people who are travelling, patients, extreme elderlies and nursing ladies are excluded. Almost all of the narrations (riwayahs) we have are on this axis.
In his work (al-Fawż al-Kabir Fi Usul al-Tafsir), Dehlavi mentioned two opinions about the verse 184. According to the first, the right of choice given to Muslims in order to fast or not is abrogated by the 185th verse of the Surah. According to the latter, the verse was not abrogated because before the verb “يُطِيقُونَهُ”, it is assumed that there is a negative article “لا”. In this case, the verse means that those who do not have the endurance to fasting give redemption (fidya) and there is no reason for the verse to be abrogated. As a matter of fact, today the fiqh practice continues as redemption (fidya) of those who cannot endurance this worship. According to the third idea that the author draws attention and put forward, what is meant by the statement “يُطِيقُونَهُ” is not the fasting but the redemption (fidya); this fidya is the sadaqa al-fıtr which should be given before the end of Ramadan. In other words, the verse states that those who are financially capable should give sadaqa al-fitr to the needy so there is no hypothetical “لا” in the verse.
The fact that the Dehlavi has ignored the narrations (riwayahs) about the abrogating (naskh) of the verse is just as striking as this interpretation. It is understood at this point that he did not adopt the idea of the ulama before him. It is clear that the author did not participate in either view, although he did not mention the two fundamental views and did not deny them directly. Truth is that the narrations related to the subject were not taken into account without any justification and cannot be considered as a correct approach in terms of tafsir. As far as we can see, there is no one else who has such an approach about al-Baqara/184. It is also possible that his sufi orientation in this approach style and the ishari tafsir tradition specific to the sufis have been effective.
//////////////
Hindistanlı velûd bir âlim olan Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’nin (ö. 1176/1762) pek çok alanda tam sayısı tespit edilemeyen birçok eseri vardır. Bunlardan biri tefsir usulü alanında telif etmişolduğu el-Fevżu’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr adlı aslı Farsça olan eseridir. Söz konusu eserin bir bölümünde müellif, Suyûtî’nin (ö. 911/1506) el-İtkân’ında yirmi bir adetle sınırlandırdığı mensûh âyetleri tekrar gözden geçirerek bu sayıyı beşe indirmektedir. Bu meyanda değinilen âyetlerden biri Bakara sûresinin 185. âyetiyle neshedildiği kabul edilen 184. âyetidir. Tefsir literatüründe, önce bu âyetin nâzil olduğu ve Müslümanlara oruç tutmakla her güne karşılık bir miskine fidye vermek arasında muhayyerlik hakkı tanındığı belirtilmektedir. Daha sonra sûrenin 185. âyetiyle bu hüküm kaldırılarak orucun tutulması kesin bir şekilde emredilmiştir. Dehlevî söz konusu âyetin mensûh olmadığı görüşündedir çünkü ona göre bu âyette fıtır sadakasından bahsedilmektedir. Bu makale bahis mevzuu meseleye dair bir tahlili içermektedir. Gördüğümüz kadarıyla müfessirler arasında böyle sıra dışı bir fikir ve yaklaşım tarzına sahip kimse yoktur. Müellifin bütün rivâyet külliyatını ve ulemanın görüşlerini göz ardı eden bu yorumu son derece dikkat çekicidir. Bunun ilmî kriterler açısından sağlıklı bir yorum metodolojisine dayandığı ise söylenemez. Bu çerçevede mensûh âyetleri mümkün mertebe azaltma çabasının onu böyle bir yaklaşım tarzına sevk ettiği düşünülebilir. Ayrıca onun bu yaklaşım tarzında tasavvufî yöneliminin ve işârî tefsir geleneğinin dolaylı da olsa etkili olmuşolabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
This work contains important data about his attitude towards both tasawwuf and sufi (ishari) tafsir/ta’wil. The study of tahqīq on this tafsir by Abdourrahmaan b. Sālih b. Sulaiman ad-Dahsh is a master thesis. This study, which was accepted in the University of Imam Muhammed (Saudi Arabia/Riyadh) was published in 2004 under the name of “Muqaddimatu’l-Mufassirīn”. In this study, microfilms of the two copies of Medina Islamic University were used and it was stated that the original was in al-Madrasah al-Mahmudiyyah in Medina. The work is also called “Tafsīru Surah al-Baqara” and “Tafsīru’l-Qur’an al-Karim”. In this paper, ishari ta’wils and sufi commentaries of Birgivī are examined.Birgivī, who strongly criticized the false sufis who abused the tasawwuf, especially stated that the members of the Ibāhiyya were denialist and deviant.Because the Ibāhiyya, some of whom appear to be Sufi but are so deviated, have rejected compulsory worship such as prayer (salah) and fasting (sawm). In fact, according to them, a perfect Sufis cannot sin in terms of its spiritual structure because even his acts which seem illegitimate should be understood differently.
In terms of this line, it is seen that Birgivī, who is supposed t he against to the tasawwuf (sufism) by some, has confirmed the true sufis and even influenced by the wahdat al-wujud, which is identified with the thought system of Ibn al-‘Arabī. In fact, this is not surprising because the work entitled “Dafʻu Mataʻin alSūfiyyah” which belongs to Akshamsaddin and defends Ibn al-ʻArabī shows that the members of the Bayramiyya are not foreign to the wahdat al-wujud concept.We briefly record one of several examples (al-Baqara/27) on the subject from this short tafsir of Birgivī and refer the enthusiasts to the detailed reading: “Merging things that are apparently separate; it is possible by seeing that the kasrat (multiplicity) is a relative kasrat, and that there is a genuine wahdat (unity).However, they oppose this order and believe in the fact that the Wahid who have a genuine wahdat is the Kathir. Thus, they obscure the wahdat with the kasrat. They do not gather different things together; on the contrary, by breaking up the collective, they break what Allah commanded unification. Thus, they damage and corrupt the worshiping fields of those who cannot see the wahdat of the being.” We do not know in detail how and to what extent Imam Birgivī has adopted the view of wahdat al-wujud but his ishari ta'wil which is mentioned here as an example makes references directly to the idea of wahdat al-wujud. According to him, the spiritual sign (isharat) in the verse commands to avoid drowning in the kasrat (multiplicity) and to combine the everything with the wahdat (unity). In four different places of Imam Birgivī’s tafsir (27, 28, 67 and 68th verses of the chapther al-Bakara), he gave a place to ishari ta'wils (interpretations). In this case, in terms of numerically, it can be said once in every twenty-five verses have been made ishari ta’wil. From here, we can conclude that if Birgivī had written a tafsir explaining the whole of the Qur’an, it would be possible to encounter his two hundred and fifty ishari ta’wils. This figure is not a figure to be underestimated at all. In our opinion, if such a complete tafsir had been written, then we might have counted it as an ishari tafsir now. His stance on this issue means confirmation of ishari ta’wil in tafsir. Moreover, this posture is a response to those who accuse the sufi mufassirs by being part of deviant Bātiniyya. On the other hand, Birgivī’s approach to the subject; It is one of the rare examples of the attitude that should be demonstrated by a principled scholar.
/////////////////
Tasavvuf geleneğinin halk tarafından birçok irili ufaklı tarikatlarla özümsenmiş olması Osmanlı Devleti’nin en önemli özelliklerinden biriydi. Şüphesiz ki Osmanlı’yı altı asır boyu ayakta tutan devlet-millet bütünleşmesinin en başat kültürel kodlarını oluşturan şey de tasavvufun bizzat kendisi olmuştur. Bu çerçevede Osmanlı ulemâsının tasavvufla ilgisiz olan kısmı umum yekûn içinde yok denecek kadar azdır. Osmanlı Devleti’nin “Yükselme Dönemi” diye anılan
zaman diliminin son kısmında yaşamış âlimlerden biri de İmam Takiyyüddîn Muhammed Birgivî’dir. Başta Arap Dili ve Fıkıh olmak üzere pek çok alanda eser veren müellifin Fâtiha ile birlikte Bakara sûresinin ilk doksan sekiz âyetini kapsayan bir tefsiri de bulunmaktadır. Birgivî’nin diğer pek çok Osmanlı âlimi gibi tasavvuftan oldukça üst seviyede istifade etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Babasının dedesi Şeyh Lütfullah, meşhur sûfîlerden Hacı Bayram-ı Velî’nin halifesidir. Kendisinin de aynı tarikatın (Bayramiyye) müntesibi olduğu bilinmektedir. Bu makalede Birgivî’nin, bahsi geçen tefsirindeki tasavvufî-işârî te’vîl ve yorumları incelenmiştir. Tasavvuf yolunu istismar eden sahte sûfîleri sert bir şekilde eleştiren Birgivî, özellikle İbâhiyye mensuplarının küfür ve dalâlette olduğunu belirtmektedir. Bu yönüyle kimileri tarafından tasavvufa karşı olduğu zannedilen müellifin istikamet üzere olan mutasavvıfları benimsediği hatta İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemi ile özdeşleşen vahdet-i vücûddan bile etkilendiği görülmektedir. Onun mevcut tavrı, tefsirde işârî
te’vîli tasdik mahiyetindedir. Dahası, bu duruş işârî te’vîl yapan sûfî
müfessirleri sapkın “Bâtınîlik”le itham edenlere verilmiş fiilî bir cevap
niteliğindedir.
Ibn al-Ajda, the one of mawali tabioūn, is taken from the biographical point of view in this article. Masrūq is a prominent representative of the Kufa Tafsir school and also a student of Abdullah Ibn Mas‘ūd, who is one
of the leading sahabis (companions). Masrūk saw hundreds of sahabis (companions) besides the Ibn Mas‘ūd and especially he has benefited from Hazrat Aisha among them by learning hadith and tafsir. He also
taught to the scholars of tâbioūn and the followers of them in hadith and tafsir in his own age. Nevertheless unfortunately no detailed and specific study of the life of Masrūk is found. In this work which we hope to
contribute to the biographical article, every detail we can reach for Masrūk’s life is collected. When all this information is gathered together; it appears that a portrayal of a tâbi‘î scholar, who was lived a very
careful life with taqwa, is emerged. Moreover, he had practiced his knowledge perfectly in his life and remained as far away as possible from political turmoil. As well as being from the top personalities in terms of worship and zuhd, Masrûk has performed with great success the state affairs such as judgeship in court and responsibility of zakāt.
Keywords: Tafsīr, Tabioūn, Mawāli, Mufassir, Masrūq, Biography.////////////Biyografik çalışmalar, bir şahsın hayatı hakkındaki bilgilerin bir arada görülebilmesi açısından önemlidir. Bu makalede mevaliye mensup tâbiîlerden olan Mesrûk b. el-Ecda‘, biyografik açıdan ele alınmıştır. Önde
gelen sahâbilerden Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencisi olan Mesrûk, aynı zamanda Kûfe tefsir okulunun önemli temsilcilerindendir. Abdullah b. Mes‘ûd’un dışında yüzlerce sahâbîyi gören; bunlar arasında özellikle Hz.
Âişe’den çok istifade eden Mesrûk, kendi çağında tâbiûn âlimlerine ve onları takip eden kuşağa hadîs ve tefsirde üstadlık yapmıştır. Bununla birlikte Mesrûk’un hayatı hakkında yapılmış detaylı, müstakil bir çalışmaya maalesef rastlanmamaktadır. Biyografik makale türüne katkı sağlamasını umduğumuz bu çalışmada, Mesrûk’un hayatına dâir ulaşabildiğimiz her türlü detay toplanmıştır. Bir araya gelen bütün bu
bilgiler nazara alındığında; ortaya takva üzere son derece dikkatli bir hayat süren, ilmiyle âmil olan ve siyasi kargaşalardan mümkün mertebe uzak duran bir tâbi‘î âlimi portresinin çıktığı görülmektedir. Mesrûk ibadet ve zühd açısından zirve şahsiyetlerden olduğu gibi, kadılık ve zekât âmilliği gibi devlet işlerini de üstün başarıyla icrâ etmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tefsir, Tâbi‘ûn, Mevâli, Müfessir, Mesrûk, Biyografi.
issue of concern. In the Quran and Sunnah-based Islamic understanding, Adam and after him Havva, who was created as his wife, are the first human beings. The first generation were married among themselves. The narratives (riwayahs) of hadith that come to us and the interpretation of Quranic verses which are made from the past to this day are also in this direction. Also rationally it doesn’t seem that there is another way. Especially in recent times, some Muslims who have embraced the idea of evolution have rejected the fact that the first human generation has grown in this way, on the grounds that it is an incest relationship. The situation, as they claim, isn’t an incestuous relationship with the present sense of semantics. Because the incest relationship is meaningful only when there are other people who are not children of the same parents. The truth is that everything can only be known through the opposite. In the thinking/imagining world of Adam and Eve and his children there is no concept of “other family” or “a second family”. Moreover halal and haram are only the command and appreciation of Allah. It is known that some other things that were previously halal were also forbidden by Allah over time. “Zarurah (necessity/obligation to do something)” is an influential thing that makes the unlawful thing allowable. Additionally in the literature, it is stated that -with a special creationtwin born children at every birth, one girl and one boy, were married crosswise with the other twin children. Some other considerations should be taken into account. As a result, claiming that Adam and Eve can not be the first two people on the basis of incest is appears to be inconsistent.
acceptable by ulama/scholars. However, some of the mufassirs/authors did not see any disadvantage in the transfer of the riwayahs about gharaniq, they even believed that the incident really happened. It is also seen that some mufassirs try to evolve in a way that conforms to Islam, while accepting the facts. Some other mufassirs/authors have tried to interpret (ta’vil) this in a way that is appropriate to Islam. It is seen that some mufassirs/authors have clearly rejected these riwayahs. In this article, the interpretations of these mufassirs/authors, which are divided into three sections in general terms, their attitudes towards the riwayahs and the ideas they put forward, are examined in detail. Meantime, In
the process extending from Muqatil bin Sulaiman (d. 150/767) to this day, more than thirty authors views are discussed on the subject. Apparently it is inevitable that the riwayahs, even if they are not authentic, affect the interpretation directly or indirectly. The general attitude has been to accept them without criticism or try
to interpret them in accordance with Islam. On the contrary -when it is necessarythe rejection of such riwayahs by analyzes based on aqli (rational knowledge) and naqli (revealed knowledge) evidences is a method that is practiced by a much lesser mufassir/author. /////////////////
Bu makalede, tefsirde rivâyet-yorum ilişkisi üzerine kronolojik bir analiz yapılmıştır. Söz konusu incelemede örnek olarak seçilen garânîk olayı üzerinde yoğunlaşılarak, bunun âyet yorumuna/tefsire nasıl yansıdığıyla ilgili bir takım sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. " Garânîk " ifadesi " uzun boyunlu kuğu kuşları " anlamına gelen bir kelimedir. Bu adla anılan olaya göre, Hz. Peygamber (sas) Necm sûresini okuduğu esnada şeytanın müdahalesine maruz kalarak, istem dışı bir şekilde, " Onlar yüce, uzun boyunlu kuğu kuşlarıdır ve şüphesiz ki onların şefaati umulur. " nitelemesiyle putları övmüştür. Daha sonra Hz. Peygamber (sas) durumdan haberdar edilmiş, ardından da teselli olarak Hac sûresi 52. âyet indirilmiş, böylece şeytanın müdahalesi izale edilmiştir. Müslümanların, İslam'ın temel ilkeleriyle çelişen bu eksendeki rivâyetleri kabul etmeleri mümkün değildir. Zaten söz konusu rivâyetler de ulemâ tarafından sahîh ve makbul sayılmamıştır. Bununla beraber müfessirlerin/müelliflerin bir kısmı garânîk konulu rivâyetlerin naklinde, hatta bunun yaşandığını kabul etmekte bir sakınca görmemiştir. Diğer bir kısım müfessirlerin bunu İslâm'a uygun bir şekilde tevil etmeye çalıştığı görülmektedir. Bazı müfessirler ise rivâyetleri net bir şekilde reddetmiştir. Makalede genel anlamda üç kısma ayrılan bu yorumcuların rivâyetler karşısındaki tutumları ve öne sürdükleri fikirler ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir. Bu meyanda Mukatil b. Süleyman'dan (v. 150/767) günümüze, otuzdan fazla müellifin konuyla ilgili görüşleri ele alınmıştır. Görünen o ki tefsir faaliyetlerinde-sıhhatsiz olsalar bile-rivâyetlerin, yoruma doğrudan yahut dolaylı bir şekilde etki etmesi kaçınılmazdır. Genel tavır bunları sorgulamadan kabul etmek yahut bir şekilde tevil etmeye çalışmak olmuştur. Buna karşın gerektiği zaman aklî ve naklî delillere dayanarak tetkik yapma ve bu tür rivâyetleri reddetme tavrı, görece çok daha az müfessirin uyguladığı bir yöntemdir.
ve Viyana'da noktalanmıştır. Şiirlerinde yaşama sevgisi, ölüm korkusu, kadın, aşk, yalnızlık, tabiat gibi konulardan bahseden şair, duru ve berrak Türkçesiyle dikkat çeker. Özellikle ölüm ötesi hayat konusunda derin çelişkiler yaşayan ve sonsuzluk özlemi çeken şair, bohem anlayışla yaşamını sürdürmüştür. Cahit Sıtkı'nın şiirleri, Cumhuriyet dönemi Türk aydınının; hayatı anlamlandırma tarzları, ölüm ötesi ile ilgili yargıları,
din ve maneviyata bakışları gibi konular açısından da önemli ipuçları içermektedir.
stories are absolutely truth for Muslims. However, according to The Holy
Qur'an, not clearly where they lived and slept. There are various parts of the world and especially in Anatolia, spaces attributed to Ashab-al-Kahf. One of those places is near the city of Kahramanmaraş province "Afşin". The purpose of this paper, keeping in mind the classical Islamic sources, to determine their whereabouts. ////////////////////////Ashabı-Kehf kıssası, Kur'an nassıyla sabit olmakla beraber, hadisenin nerede geçtiği net olarak belli değildir. Dünyanın ve özellikle Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, Ashab-ı Kehf'e isnat edilen mekanlar bulunmaktadır. Bu mekanlardan
biri de Kahramanmaraş ili Afşin ilçesi sınırlarındadır. Bu bildirinin amacı, klasik İslami kaynakları göz önünde tutarak, Ashab-ı Kehf'in bulunduğu mekanın muhtemel koordinatlarını ortaya koymaktır.
an ideal madrasa/university and giving the name “Madrasah az-Zahra” to him. He went to İstanbul firstly in 1907 to describe this project to Sultan Abdulhamid Khan, but unfortunately this request of meeting with the Sultan was not possible. In the later stages of his life, it is known that his various attempts to bring this madrasa’s body. This statement was written to reveal the true nature of “Madrasah az-Zahra” and in order to draw its framework in light of the available data. /////////////////////// Özet: Arabî ilimlerin tahsil edildiği medreseleri ve medrese geleneğini yakından tanıyan bir âlim olan Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin (1876-1960), bu eğitim kurumlarında uygulanacak eğitim sistemi ile ilgili çok önemli tespitleri bulunmaktadır. O kendi zamanında, özelde klasik medreselerin ve genelde Osmanlı’nın eğitim sistemindeki aksaklıklara dikkatimizi çekmiştir. Din ilimleri ile fen ilimlerinin bir arada okutulmasının gereğini belirten Nursî, ideal bir eğitim kurumu olarak planladığı medrese/üniversiteyi “Medresetü’z-Zehrâ” olarak adlandırır. Bu projeyi, devletin
reisi olan Sultan Abdülhamîd’e aktarma arzusuyla ilk defa 1907 yılında İstanbul’a giden Nursî’nin padişah ile görüşmesi, maalesef çeşitli sebeplerle mümkün olmamıştır. Onun, hayatının sonraki safhalarında da bu medrese/üniversiteyi vücuda getirmek için çeşitli girişimlerde bulunduğu bilinmektedir. Bu bildiri, sadece maddî bir üniversite projesi olmadığı sonradan anlaşılan “Medresetü’z-Zehrâ”nın, medrese/üniversite boyutunun mahiyetini ortaya koymak, elimizdeki veriler ışığında çerçevesini çizmek ve dolayısıyla günümüz medreseleri için bazı önerilere gitmek amacıyla kaleme alınmıştır.