mehmet mekin meçin
Mehmet Mekin MEÇİN
2009 yılında Dicle Üniversitesi’nde lisansını, 2013 ylında aynı
üniversitede yüksek lisansını ve 2019 yılında Isparta Süleyman
Demirel Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 2010-2020 yılları
arasında MEB’de çalışan yazar, 2020 yılında Batman Üniversitesi’ne
doktor öğretim üyesi olarak atandı ve hala aynı üniversitede Dinler
Tarihi ve Din Sosyolojisi gibi Felsefe ve Din Bilimleri derslerini
vermektedir. Yüksek lisansını ve doktorasını İran dinlerinden
Zerdüştîlik üzerine tamamlayan yazar, her iki çalışmasını da alan
araştırmasının bir sonucu olarak Zerdüşt ve Zerdüştîliğin Temel
Öğretileri olmak üzere iki ayrı kitap şeklinde yayımladı. TÜBİTAK
projesiyle Zerdüştîlerin arasında bir yıl kalma fırsatını yakalarken
Sanskritçe, Avestaca, Eski Farsça ve Pehlevice gibi birbirinin devamı
olan dilleri ve şiveleri çalışmanın yanı sıra orjinal Maniheist metinleri
de inceleme fırsatını yakaladı. Dinler Tarihi alanında önemli sayılan
bu ölü dilleri çözmeye çalışmanın dışında yazar İngilizce, Arapça
ve Farsça bilmektedir. Bir hobi olarak sürdürdüğü dil çalışmaları
ve akademik olarak yürüttüğü Dinler Tarihi yolculuğundaki
araştırmalarının dışında yazar, dinlerdeki tasavvufî ve felsefî
yönelimlerin diğer bir ifadeyle zamanlarüstü hikmetin izini sürmeye
devam etmektedir. İran düşüncesinin arkaplanı ve mitolojisini
çalışan yazar İranolojinin İslam sonrası izdüşümlerinden Sühreverdî
ve İşrak Felsefesi ile Molla Sadra ve onun Aşkın Hikmeti hakkındaki
araştırmalarını sürdürmektedir.
2009 yılında Dicle Üniversitesi’nde lisansını, 2013 ylında aynı
üniversitede yüksek lisansını ve 2019 yılında Isparta Süleyman
Demirel Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 2010-2020 yılları
arasında MEB’de çalışan yazar, 2020 yılında Batman Üniversitesi’ne
doktor öğretim üyesi olarak atandı ve hala aynı üniversitede Dinler
Tarihi ve Din Sosyolojisi gibi Felsefe ve Din Bilimleri derslerini
vermektedir. Yüksek lisansını ve doktorasını İran dinlerinden
Zerdüştîlik üzerine tamamlayan yazar, her iki çalışmasını da alan
araştırmasının bir sonucu olarak Zerdüşt ve Zerdüştîliğin Temel
Öğretileri olmak üzere iki ayrı kitap şeklinde yayımladı. TÜBİTAK
projesiyle Zerdüştîlerin arasında bir yıl kalma fırsatını yakalarken
Sanskritçe, Avestaca, Eski Farsça ve Pehlevice gibi birbirinin devamı
olan dilleri ve şiveleri çalışmanın yanı sıra orjinal Maniheist metinleri
de inceleme fırsatını yakaladı. Dinler Tarihi alanında önemli sayılan
bu ölü dilleri çözmeye çalışmanın dışında yazar İngilizce, Arapça
ve Farsça bilmektedir. Bir hobi olarak sürdürdüğü dil çalışmaları
ve akademik olarak yürüttüğü Dinler Tarihi yolculuğundaki
araştırmalarının dışında yazar, dinlerdeki tasavvufî ve felsefî
yönelimlerin diğer bir ifadeyle zamanlarüstü hikmetin izini sürmeye
devam etmektedir. İran düşüncesinin arkaplanı ve mitolojisini
çalışan yazar İranolojinin İslam sonrası izdüşümlerinden Sühreverdî
ve İşrak Felsefesi ile Molla Sadra ve onun Aşkın Hikmeti hakkındaki
araştırmalarını sürdürmektedir.
less
Uploads
Papers by mehmet mekin meçin
herhangi bir bilgiye erişim yolu kalmamıştır. Bazı arif aydınların insanla Allah
arasındaki diyaloğun devam ettiğini “mistik tecrübe” ile temellendirmeye çalışmış
olsalar da, bu “tecrübî bilginin”, vahyin kitleleri ve dolayısıyla insanlığın tamamını
muhatap alan genel yasalar vaaz etme özelliğinden yoksun olduğu bilinmektedir.
Vahyin kesilmesi ilk etapta insanlık için önemli bir kayıp gibi görülmesine karşın,
insanlığın başındaki “akıl peygamberi”ni daha aktif bir şekilde kullanarak içindeki
potansiyelleri tetiklemesi bakımından önüne çıkan önemli bir fırsata dönüşmüştür.
Vahyin kesilmesi aynı zamanda insanın zihinsel tekâmülüne ve bir bakıma insanlığın
“buluğ çağı”na erdiğine de işaret etmiş ve böylece insan Allah’tan aldığı yetkinlikle
onun adına hareket etme yeteneğini kazanmıştır. Aklın peygamber rolüne bürünmesiyle
birlikte artık gökten gelebilecek haberler beklenmemiş, insan daha yaratıcı bir
cesaretle bilgi üretmeye teşebbüs etmiştir. Bunun sonucu olarak insan yere ve göğe
hükmetme girişiminde bulunarak bilim ve teknoloji üretmiştir. Vahiyden ümidini
kestikten sonra insan artık rasyonel düşünmeye başlamış, daha dünyevî ve daha
reel düşünerek harekete geçmiştir. Böylece zeki varlık (homosapien) insan, bilimde
ve teknolojide mucize sayılacak ilerlemeler kaydederek meleklerin insan yaradılışına
yaptıkları itirazın yersiz olduğunu icraatlarıyla kanıtlamıştır. Ne var ki insan
yeri ve göğü kontrol etmeye çalışırken aşırı derecede iktidara ve güce meftun hale
gelmiş ve bu hırsıyla sadece tabiata zarar vermekle kalmamış aynı zamanda dinin
merhamet gibi manevi değerleriyle donanma fırsatını da kaybetmiştir. Böylece seri
üretimin doymak bilmeyen teksir ve tüketim kültürüyle övünmüş, iktidar hırsıyla
ölümcül silahlar ve zehirli gazlar üretmiş, gökdelenlere yerleşmiş, sadece yerde
değil aynı zamanda havada, denizde ve uzayda da alan kapma hırsının esiri olmuştur.
Gücün, iktidarın, alan hâkimiyetinin, silahın, mekanik ve nükleer gücün esareti altında merhametini büsbütün yitiren insan, hırsı ve açgözlülüğü uğruna şehirleri
yağmalamış ve hemcinsinin başını vampirce yiyecek duruma gelmiştir. İnsanın bu
yabancılaşmasına karşın din ise genellikle seyirci kalmış ve altın çağlarındaki teranelerini
değiştirmeden çalmaya devam etmiştir. Çağın gerisinde kalmasıyla birlikte
din, yeni nesil için soğuk ve itici hale gelerek modern cazibelerin bombardımanı
altında kaybolacak noktaya gelmiştir. Hâlbuki maddeye ve güce taparcasına yönelen
modern insan, dinin insan sevgisi ve merhameti öneren manevi programlarına
her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Eğer din dilini, edebiyatını, programlarını,
vizyonunu güçlendirir, büyük teorisyenler ve donanımlı aydınlar yetiştirir böylece
yeni kuşak için cazibenin merkezine dönüşürse insanlığın bu modern bunalımdan
kurtuluşunda ve daha merhametli bir dünyanın inşasında önemli roller üstlenebilir.
belirlenmesidir. Bilindiği gibi Türkiye'de dini okullar olan medreselerde yüzyıllardır süregelen bir Arapça öğretim yöntemi vardır ve sıra kitapları olarak nitelendirilen ve mutlaka öğretilmesi gereken bir dizi kitap listesi vardır. Orta Çağ'da ideal kabul edilen bu kitaplar ve içerikleri, ne yazık ki günümüz iletişim ve teknolojik imkânlarından, görsel ve işitsel bilişimin avantajlardan yoksun olmaları nedeniyle yeni nesilleri cezbetme ve Arap dilini sevdirme konusunda tamamen yetersiz kalmaktadır. Arapça öğrenmeye can atan genç kuşakların bile bu kitaplar ve içerikleri ile karşı karşıya kaldıklarında dili öğrenme konusunda hayal kırıklığı yaşadıkları ve
çaresizliğe düştükleri belirtilmektedir. Ayrıca Türkiye'de geleneksel dinî okullar olan medreselerde uygulanan Arapça öğretim programının tamamen dil bilgisine dayalı olduğu ve çoğunlukla dil bilgisi ezberi üzerinden yürüdüğü, metin çeviri ve çözümlemesine fazla yer vermediği, basitten zora metin anlama ve kavrama pratiğinden yoksun olduğu görülmektedir. Bu yüzden artık Arapça öğrenmenin imkansızlığı bir kabusa dönüşmüş bulunduğu fark edilmektedir. Çalışma sonucunda Türkiye'de uygulanan Arapça öğretim programları örneğinden hareketle yabancılara Arapça öğretimi için zaman kaybetmeden yeni, isabetli ve modern yol ve
yöntemlerin ortaya konulması gerektiği kanaatine ulaşılmıştır. Geliştirilmesi gereken bu yöntem ve teknikler sayesinde en önemli
küresel dillerden biri olan Arapçanın daha iyi öğretilmesi için alan
uzmanlarının yeni çalışmalarına, programlarına ve yöntemlerine
büyük ihtiyaç olduğuna dikkat çekilmiş ve yeni bir Arapça öğretim
modeli takdim edilmiştir.
herhangi bir bilgiye erişim yolu kalmamıştır. Bazı arif aydınların insanla Allah
arasındaki diyaloğun devam ettiğini “mistik tecrübe” ile temellendirmeye çalışmış
olsalar da, bu “tecrübî bilginin”, vahyin kitleleri ve dolayısıyla insanlığın tamamını
muhatap alan genel yasalar vaaz etme özelliğinden yoksun olduğu bilinmektedir.
Vahyin kesilmesi ilk etapta insanlık için önemli bir kayıp gibi görülmesine karşın,
insanlığın başındaki “akıl peygamberi”ni daha aktif bir şekilde kullanarak içindeki
potansiyelleri tetiklemesi bakımından önüne çıkan önemli bir fırsata dönüşmüştür.
Vahyin kesilmesi aynı zamanda insanın zihinsel tekâmülüne ve bir bakıma insanlığın
“buluğ çağı”na erdiğine de işaret etmiş ve böylece insan Allah’tan aldığı yetkinlikle
onun adına hareket etme yeteneğini kazanmıştır. Aklın peygamber rolüne bürünmesiyle
birlikte artık gökten gelebilecek haberler beklenmemiş, insan daha yaratıcı bir
cesaretle bilgi üretmeye teşebbüs etmiştir. Bunun sonucu olarak insan yere ve göğe
hükmetme girişiminde bulunarak bilim ve teknoloji üretmiştir. Vahiyden ümidini
kestikten sonra insan artık rasyonel düşünmeye başlamış, daha dünyevî ve daha
reel düşünerek harekete geçmiştir. Böylece zeki varlık (homosapien) insan, bilimde
ve teknolojide mucize sayılacak ilerlemeler kaydederek meleklerin insan yaradılışına
yaptıkları itirazın yersiz olduğunu icraatlarıyla kanıtlamıştır. Ne var ki insan
yeri ve göğü kontrol etmeye çalışırken aşırı derecede iktidara ve güce meftun hale
gelmiş ve bu hırsıyla sadece tabiata zarar vermekle kalmamış aynı zamanda dinin
merhamet gibi manevi değerleriyle donanma fırsatını da kaybetmiştir. Böylece seri
üretimin doymak bilmeyen teksir ve tüketim kültürüyle övünmüş, iktidar hırsıyla
ölümcül silahlar ve zehirli gazlar üretmiş, gökdelenlere yerleşmiş, sadece yerde
değil aynı zamanda havada, denizde ve uzayda da alan kapma hırsının esiri olmuştur.
Gücün, iktidarın, alan hâkimiyetinin, silahın, mekanik ve nükleer gücün esareti altında merhametini büsbütün yitiren insan, hırsı ve açgözlülüğü uğruna şehirleri
yağmalamış ve hemcinsinin başını vampirce yiyecek duruma gelmiştir. İnsanın bu
yabancılaşmasına karşın din ise genellikle seyirci kalmış ve altın çağlarındaki teranelerini
değiştirmeden çalmaya devam etmiştir. Çağın gerisinde kalmasıyla birlikte
din, yeni nesil için soğuk ve itici hale gelerek modern cazibelerin bombardımanı
altında kaybolacak noktaya gelmiştir. Hâlbuki maddeye ve güce taparcasına yönelen
modern insan, dinin insan sevgisi ve merhameti öneren manevi programlarına
her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Eğer din dilini, edebiyatını, programlarını,
vizyonunu güçlendirir, büyük teorisyenler ve donanımlı aydınlar yetiştirir böylece
yeni kuşak için cazibenin merkezine dönüşürse insanlığın bu modern bunalımdan
kurtuluşunda ve daha merhametli bir dünyanın inşasında önemli roller üstlenebilir.
belirlenmesidir. Bilindiği gibi Türkiye'de dini okullar olan medreselerde yüzyıllardır süregelen bir Arapça öğretim yöntemi vardır ve sıra kitapları olarak nitelendirilen ve mutlaka öğretilmesi gereken bir dizi kitap listesi vardır. Orta Çağ'da ideal kabul edilen bu kitaplar ve içerikleri, ne yazık ki günümüz iletişim ve teknolojik imkânlarından, görsel ve işitsel bilişimin avantajlardan yoksun olmaları nedeniyle yeni nesilleri cezbetme ve Arap dilini sevdirme konusunda tamamen yetersiz kalmaktadır. Arapça öğrenmeye can atan genç kuşakların bile bu kitaplar ve içerikleri ile karşı karşıya kaldıklarında dili öğrenme konusunda hayal kırıklığı yaşadıkları ve
çaresizliğe düştükleri belirtilmektedir. Ayrıca Türkiye'de geleneksel dinî okullar olan medreselerde uygulanan Arapça öğretim programının tamamen dil bilgisine dayalı olduğu ve çoğunlukla dil bilgisi ezberi üzerinden yürüdüğü, metin çeviri ve çözümlemesine fazla yer vermediği, basitten zora metin anlama ve kavrama pratiğinden yoksun olduğu görülmektedir. Bu yüzden artık Arapça öğrenmenin imkansızlığı bir kabusa dönüşmüş bulunduğu fark edilmektedir. Çalışma sonucunda Türkiye'de uygulanan Arapça öğretim programları örneğinden hareketle yabancılara Arapça öğretimi için zaman kaybetmeden yeni, isabetli ve modern yol ve
yöntemlerin ortaya konulması gerektiği kanaatine ulaşılmıştır. Geliştirilmesi gereken bu yöntem ve teknikler sayesinde en önemli
küresel dillerden biri olan Arapçanın daha iyi öğretilmesi için alan
uzmanlarının yeni çalışmalarına, programlarına ve yöntemlerine
büyük ihtiyaç olduğuna dikkat çekilmiş ve yeni bir Arapça öğretim
modeli takdim edilmiştir.
"Dünyada tek bir yol vardır ve o da doğruluktur."
"… Benim, Zerdüşt! Takatim var olduğu müddetçe ve bütün dünyalılar doğruluğun ölümsüz ülkesine yol bulana dek yalanın amansız düşmanı ve doğrunun kararlı koruyucusu olacağım. Bu yüzden, her daim, ey Mazda, seni yüceltecek ve övgü ilahileriyle seni öveceğim."
göstermiştir. Tenzil ile, Tanrı insanla konuşurken te’vil ile, insan Tanrı ile iletişim kurmaya girişmiştir. Tenzilde Tanrı’nın
aşkın (müteâl) ve anlam yüklü sözleri, dünyanın sınırlılıkları
ve bağımlılıkları ile çevrelenmiş dünyalıların sınırlı algılarına indirgenerek diğer bir ifadeyle beşerî bellek ve idrak gücünün sınırlı hafsalasına tenezzül ederek yukarıdan aşağıya
veya gökten yere dikey bir şekilde inmiştir. Te’vilde ise insan
Tanrı’nın aşkın ve namütenahi kelamını anlamaya çabalamış,
bu kelamı asıl kaynağına döndürerek diğer bir ifadeyle sözleri
ilk kaynağına ya da evveliyatına götürerek anlamaya, yorumlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Te’vil, bu bağlamda yeryüzünden göklere ya da Tanrı katına doğru yükselen beşerî acziyet feryatlarıdır. Çünkü gökten yağan yağmurun yere düşer
düşmez göksel saflığını yitirmesi gibi beşerî idrak da tanrısal
hakikatlerin görkem ve azametini olduğu gibi korumayı başaramamıştır. Göksel talimatlar bir yağmurun saflığı ve asaletinde gökten doğrudan ve kararlılıkla inerken beşerî te’vil
ve tefsirler bir buharın kararsızlığı, belirsizliği ve titrekliğinde
göğe yükselmiştir.
12 • MANİ VE MANİHEİZM
Beşerin metafizik yolculukları ya da gayb âlemini anlama
ve yorumlama çabaları genellikle iki yönlü olmuştur. Bunlardan ilki zahiri merkeze alan yasacı istikamet, diğeri ise zahirden bâtına ya da kalıptan kalbe yönelen ruhanî veya mistik
istikamettir. Bu iki istikameti belirleyen ise beşerî eğilimler
olmuştur. Beşerî yönelimler dünyevilikten ve realiteden fazlasıyla koptukları dönemlerde zahirî veya yasacı dinî eğilimler
mevcut gidişata bir reaksiyon olarak belirirken, yasacı zihniyetin hayatı ve insanı mekanik bir sürece doğru savurup beşerin ruhanî derinliği ıskalandığında mistik arayışlar buna bir
tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda Mani, Zerdüştî-Yahudi katı yasacı zihniyetinin muktedir gücüne karşı bir reaksiyon olarak Ortadoğu
ve İran bölgesinde ortaya çıkan gnostik din olmasına rağmen
evrensel bir dinin yorulmak bilmez peygamberidir. Tıpkı
İsa Mesih’in Yahudiliğin katı, yasacı, zahirî yönelimine karşı
manevî ve ruhanî değerleri ön plana çıkararak insanın manevî
çabalarına mistik ve irfanî bir boyut kazandırması gibi, Mani
de gerek vaftizci el-Hasaî cemaatinin temizlik ritüellerine gark
olan mekanik yapısı gerekse Zerdüştî taassubun kalıpçı iktidarına karşı manevî ve ruhanî bir çığlık olarak ortaya çıkmıştır.
Bütün maddî varoluşu ve bu bağlamda bedenlenmeyi
ehrimenî/şeytanî bir yaratılış kabul eden ve sahip olduğu
irfanî hakikatler ile hikmet hazinelerini tüm insanlığa yaymak
için zamanın birçok imkânını kullanan Mani dini, bir taraftan
maddeyi ve formel varoluşu ahuraî/ilahî yaratımın kemale ermesi için gerekli gören Zerdüştîlikten, diğer taraftan ulaştıkları hakikatleri sadece sırdaşlarına ya da kendi müritlerine aktarıp geri kalan dünyalıları namahrem ve yabancı kabul eden ve
onlara karşı ketum davranan diğer bütün bâtınî-gnostik din
ve okullardan ayrılır.
Küçük yaşlardan itibaren katı temizlik ritüelleri ile bilinen
ÖN SÖZ • 13
vaftizci Yahudi-İsevî tarikat el-Hasaîlerin ve diğer Babil-Mısır
gnostik cemaat ve mezheplerin sırlı içrek bilgileriyle beslenen
Mani’nin düşüncelerinin mayalanmasında, ipek yolu üzerinde bulunan Babil bölgesinin çok kültürlü ve dinli yapısı ile
dinî düşüncelere nispeten tolerans tanıyan Aşkanilerin yönetimi sayesinde Hindu-Budist mistik geleneğinin etkisi de kayda değerdir. Ama İranlı peygamber Mani’nin düşünce mekanizması daha çok İsevîlik ve ardından da Zerdüştîlik üzerine
kurulu olduğu söylenebilir.
Dünyanın tamamı için Tanrı’nın son elçisi olarak gönderildiğini savunan Mani, öğretilerini bütün dünyaya yaymak
için olağanüstü bir çaba içerisine girmiş, mesajlarını yazılı
olarak ve yerel inançların din diline tercüme ederek aktarmış, etrafa gönderdiği misyonerlerle kısa sürede İran’dan
Mısır’a ve Orta Asya’ya kadar yayılma imkânını bulmuştur.
Bu çelimsiz ve topal adamın zamanın kıt imkânlarıyla Sasani
İmparatorluğu’nun sınırları ötesine kadar varan bitimsiz seyahatleri, ortaya koyduğu özel alfabe ile oluşturduğu el yazmaları, etrafa gönderdiği elçiler ve yaptığı resim ve çizimler
akıllara durgunluk veren üstün beşerî performans örnekleri
sayılır.
Mani aynı zamanda dinî yorumun öncüsü ve önemli te’vil
babalarından kabul edilir. Nitekim Zerdüştîlik içinde yaptığı te’vil ve dinî yorumlamalarla tarihte ilk zındık yaftasını
Zerdüştîlerden yiyen kimsedir. Ne var ki Mani’nin dinî yorumu ve te’vil gücü, köklü dinî gelenekleri sarsacak ve içlerine
şöyle veya böyle nüfuz edecek kadar etkili olmuştur. Çünkü
Mani ve öğrencilerinin kuşaklar boyu sürdürdükleri yazı faaliyetleri sayesinde üretilen gnostik edebî metinler, dünya trajedya edebiyatının en dokunaklı örneklerinden sayılır. Ruhun
anavatanından kopuşu, karanlık cehenneme kilitlenmesi, dar
kafeste bellek yitimine uğraması, bellek yitiminden sonraki
14 • MANİ VE MANİHEİZM
uyanışı, anavatan hasretiyle yanıp tutuşması ve nurlar ülkesine özlem duyması çerçevesindeki Mani dinî edebiyatının başta İslam’ın sûfî edebiyatı olmak üzere farklı dinî geleneklerin
etiketi altında yaşamaya devam ettiği anlaşılmaktadır.
Zındıkların babası Mani öldü, kafası kesildi, derisi yüzüldü,
ibretlik olarak şehrin kapısına kafatası mıhlandı ama beşerin
kalbine dokunan evrensel mesajları ve sarsıcı trajik edebiyatı
hep yaşadı. Hatta İslam’ın güçlü dalgası karşısında bile Ebu
Alâ el-Maarrî gibi bir şairde, İhvan-ı Safa gibi felsefî-irfanî bir
teşkilatta, Sühreverdî gibi İşrakî bir filozofta ve Mevlânâ Celaleddin gibi bir sûfîde tekrar tekrar dirildi.
Elinizdeki kitap bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde Mani’nin kimliği ve biyografisi ele alınmış,
ikinci bölümde ise Mani ve öğrencilerinden geride kalan öğretiler üzerinde durulmuştur.