Papers by Ferit Burak Aydar
K24, 2018
Shakespeare'in gerçekte kim olduğu sorusu bizatihi oyunlarından daha çok çekiyor. Avamdan gelen ç... more Shakespeare'in gerçekte kim olduğu sorusu bizatihi oyunlarından daha çok çekiyor. Avamdan gelen çulsuz biri mi, gerçek kimliğini saklayan bir soylu mu, yoksa bir değil birkaç kişi mi? Ben de yıllardır Shakespeare, daha özelde Hamlet çalışan birisi olarak, bu konuya dair görüşümü başka bir yazıda 1 dayanamayıp belirtmiş ve Tom Stoppard ile Marc Norman'ın yanında saf tutmuştum. Bu iki yetenekli yazar, sonradan tiyatroya da uyarlanan Shakespeare in Love (Âşık Shakespeare) ile Shakesperare'in hiç de sıradan insanlardan uzaklaşarak fildişi kulesine çekilmiş bir dâhi olmadığını, bilakis tam da halkın içinde yaşayan biri olduğu için Shakespeare haline geldiğini ve bunun aynı zamanda tarihsel koşullarla (kapitalizme geçiş dönemiyle) bağlantılı olduğunu harikulade bir şekilde sanatsallaştırmışlardı. Yirmi yıl önce gösterime girdiğinde büyük ilgi toplayan eser sadece Shakespeare hakkında değil, genel olarak sanat ve hattâ tarih üzerine düşünmek için de epey bir malzeme sunuyor. Dahası Stoppard ile Norman'ın sanat eserine yedirerek ele aldıkları teorik başlıklar, bugün en temel sanat beğenisi ya da anlayışı için hâlâ hayati önem taşıyor, özellikle de internet çağında sanatçıların günlük yaşamlarının daha da göz önüne gelmesiyle, imama küsüp namazı terk eden bir tavırla, sanatçıların sorunlu siyasi tavırları ya da kişilik özelliklerinden ötürü eleştiriyi bu kadarıyla sınırlı tutmayıp (bu kadarı souna kadar haklıdır), yarattıkları sanat eserlerini de yok sayan bir eğilim güçlenirken. *** Âşık Shakespeare, başlığından da anlaşılacağı üzere, büyük oyun yazarı William Shakespeare'in hayatından –Stoppard ile Norman'ın kurguladığı şekliyle– tipik bir kesite odaklanıyor. 1998'de yazılan ve perdeye uyarlanan metin modernist ve postmodernist edebiyatın ilgi duyduğu birçok meseleyi irdeliyor. Bu izleklerden biri sanat ve sanatçı ve genel olarak sanat ile toplum arasındaki yakın ve çelişkili ilişkidir. Daha özelde, metnin ana izleklerinden biri, maddiyatçı kaygılarla malul bir toplumda sanatın belirleyici gücüdür. Stoppard ve Norman bu etkiyi göstermek adına, sanat ile gerçek hayat arasındaki yakın ilişkinin ve sanatın hayata etkilerinin iç içe geçtiği bir çağı ve bağlamı seçmiştir. Sanatın hayati rolüne ve dönüştürücü gücüne duyulan inanç ve akabinde bu görevi yerine getirebilme kapasitesi bir anlamda modern bir olgu olarak görülebilir, zira sanat ile maddi hayat arasındaki keskin ayrım tarihsel açıdan modern çağa tekabül eder. Dolayısıyla " gerçek hayat " (bu bağlamda doğru olup olmadığı tartışmalıdır) ile sanat ve sanatçı arasındaki yakın ilişkiye eğilmek gerekiyor.
Kıyı'daki karakterlerin hepsi yersiz yurtsuz. Akıl sağlığını koruyabilmiş kimse yok, çünkü hepsi ... more Kıyı'daki karakterlerin hepsi yersiz yurtsuz. Akıl sağlığını koruyabilmiş kimse yok, çünkü hepsi savaşı, daha somutlaştıracak olursak 20'nci yüzyılın savaşlar, katliamlar ve sürgünler cehennemini yaşamışlar...
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-kiyi,1966
https://tr.eurosport.com/tenis/us-open/2018/psi-psikopatim-kyrgiosa-yukaridan-mudahale-nick-moham... more https://tr.eurosport.com/tenis/us-open/2018/psi-psikopatim-kyrgiosa-yukaridan-mudahale-nick-mohamed-lahyani-ferit-burak-aydar_sto6912857/story.shtml
Tenisin güzelliği "bireysel olan her şey kötüdür" ile "kolektif olan her şey iyidir" şeklinde mekanik bir ikili karşıtlık kurmanın yanlışlığını göz önüne serebilmesinde saklı. Tenis; dünya üzerinde kitlesel ilgi duyulan spor dallarının ezici çoğunluğundan farklı olarak -ve çiftler tenisini de tanım gereği dışarıda bırakırsak- bir takım sporu değil, bireysel bir spor. WTA turnuvalarında kadınlar tenisçiler oyun içinde koç yardımı alabiliyor. ATP'de erkek tenisçiler için böyle bir durum olmadığı düşünüldüğünde bu kural çok ciddi sorun teşkil ediyor; zira kadınları tabiatları gereği güçsüz, histerik ve baskı altında dağılmaya müsait varlıklar olarak kodluyor. Başka bir deyişle, kadın tenisçilerin maç içinde kendi kendilerini toparlamak yerine –genellikle de erkek olan– koçlarından yardım almaları, gerekirse azarlanmaları gerekir demeye getiriliyor.
Feminist yazında kaç zamandır gender (toplumsal cinsiyet) teriminin kullanışlılığını yitirip yiti... more Feminist yazında kaç zamandır gender (toplumsal cinsiyet) teriminin kullanışlılığını yitirip yitirmediği tartışılıyor. İnsanın biyolojik açıdan belirlenmiş özelliklerinden farklı olarak toplumsal açıdan bindirilmiş rolleri olup olmadığı değil mesele; daha ziyade, bu kavramın kullanışlı olup olmadığı tartışılıyor (ya da en azından benim çıkarsayabildiğim bu). Bu tartışmanın da feminizm tarihindeki birçok zihin gıdıklayıcı tartışmalardan biri olup olmayacağını zaman gösterecek, yine de ben kavramın hâlâ paha biçilmez değere sahip olduğunu düşünenlerdenim. Bu bağlamda, Sonya O. Rose’un geçen aylarda raflardaki yerini alan Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği Nedir? kitabı yazına kıymetli bir katkı mahiyetinde.
Öncelikle bahsi geçen kitabın başlığındaki ayrıma değinmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet tarihi ile toplumsal cinsiyet tarihçiliği ya da hemen hemen aynı anlama gelmek üzere feminist tarihçilik arasında ince bir ayrım yapmak şart. Toplumsal cinsiyet tarihi bir izlek işiyken, toplumsal cinsiyet tarihçiliği bir perspektif işidir; toplumsal cinsiyet tarihi bir konu olarak toplumsal cinsiyeti, daha dar anlamda kadını ele alır; toplumsal cinsiyet tarihçiliği ise bu tikel konunun ya da izleğin ötesine geçip, onu bir mikyas olarak kullanarak tarihi toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alır.
http://t24.com.tr/k24/yazi/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi,1910
http://t24.com.tr/k24/yazi/para-ve-devrimler,1848
Ben bunun durduk yere olmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu, sosyolojik bir vaka olarak, bu eğilim... more Ben bunun durduk yere olmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu, sosyolojik bir vaka olarak, bu eğilimin Türkiye’de muhalif ya da seküler kesimlerde çok ilgi görmeye başlamış olmasının sebepsiz olmadığına inanıyorum. Bizim cenaha eskiden bireysel kurtuluş önerilirdi. Anne babalarımızdan duyduğumuz “önce altın bileziğini koluna tak”çılıktan güç alan bu ideoloji; içinde yine de bir huzursuzluk olanlara, devrimcilik yapacağına kendi postunun derdine düş, oku, çalış, yüksel, sonra yine değiştirirsin dünyayı diyordu. Diziler, filmler bireysel “başarı örnekleri”yle dolup taşardı. Bunun ayrılmaz bir parçası olarak, şatafatlı, lüks hayatlar süren insanların gözümüze gözümüze sokulması hâlâ varlığını sürdürüyor. Fakat Türkiye’de siyasal İslamcılığın tüm yozluğuyla çökmesinin ardından, bu kayırmacı düzenin bizden birilerine yükselme şansı tanımayacağı anlaşıldığından, görülen o ki, burjuva ideologları yoksul ya da orta hâlli ailelere mensup kişilere zengin abi-ablalardan biri hâline gelecekleri bireysel kurtuluş vaaz etmek yerine, bir tür bireysel yok oluş (ya da çarpık bireysel terörizm[2]) önermeye başladılar.
http://t24.com.tr/k24/yazi/kendi-adaletini-saglamak,1727
Çok değil, bundan 10-15 yıl önce kapitalizm öyle bir araç/medya geliştirecek ki, insanlar en kişi... more Çok değil, bundan 10-15 yıl önce kapitalizm öyle bir araç/medya geliştirecek ki, insanlar en kişisel bilgilerini, en mahrem yanlarını, en özel anlarını ortalık yerde seve seve paylaşacak denseydi, herhalde bu kuruntuya öncelikle istihbarat şefleri gülerdi
http://t24.com.tr/k24/yazi/trump-facebook-ve-buyuk-veri,1700
Bu açıdan, Zeynep Ergun’un ismiyle müsemma Erkeğin Yittiği Yerde’si1 ayrı bir yere oturuyor. Türk... more Bu açıdan, Zeynep Ergun’un ismiyle müsemma Erkeğin Yittiği Yerde’si1 ayrı bir yere oturuyor. Türkiye her konuda olduğu gibi feminist teoride de geriden geliyor. Örneğin, bu topraklar sosyalist düşünceyle kabaca 1960’larda gerçek mânâsıyla tanıştığında, dünya sosyalist (işçi) hareketi en azından üç büyük ayrışma yaşayıp dördüncünün arefesindeydi; ama biz onların bıraktığı yerden, sanki hepsi yaşanmış ve sindirilmişçesine başladık ve bedeli de çok ağır oldu. Tiyatroda da benzer bir durum var: Klasikleri özümseyemedik ki çağdaş tiyatroyu rahatlıkla, sırıtmadan ithal edebilelim. Nitekim feminizmde de neredeyse çoğunlukla birinci ve ikinci dalganın egemen olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda, Zeynep Ergun’un Erkeğin Yittiği Yerde kitabında, üç önemli Türk romancısının (Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar ve Elif Şafak) eserleri üzerinden çağdaş feminist hareketin ülke içinde fazla görülmeyen özgünlükte bir örneğini sunduğu rahatlıkla söylenebilir.
http://t24.com.tr/k24/yazi/erkegin-yittigi-yerdeyiz,1619
Antik Roma’daki köleci zulme dur demek için kavgaya atılan Spartaküs’ün ayaklanması zafere ulaşsa... more Antik Roma’daki köleci zulme dur demek için kavgaya atılan Spartaküs’ün ayaklanması zafere ulaşsaydı ne olurdu? Sahiplerine karşı tarihin belki de en büyük köle ayaklanmasını gerçekleştiren ve aslında ilk başlarda hiç de fena ilerlemeyen Spartaküs başarılı olsa, başka bir deyişle Spartaküs’ün “yakalanan altı bin takipçisi çarmıha geril”mese1 de, kellesi uçurulanlar Romalı efendileri olsa, bu zafer dünya çapında tarihsel açıdan ne gibi sonuçlar doğururdu? Buna en iyi yanıtı belki de Spartaküs’ü Antik Çağ’ın en önemli karakterlerinden birisi addeden, hattâ ona “Antik Çağ proletaryasının ‘gerçek temsilcisi’”2 sıfatını layık gören Marx verebilir: Maalesef, zafer bir Pirus zaferi olur ve pek bir yere varmazdı! Peki, ya bunun sanatsal düzlemde bir tür parodisi yapılsa ve köleler bu kez “zafer”e ulaşsa ne olurdu? Köleler Adası!
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-koleler-adasi,1532
Burada niteliği bakımından küresel olan ve hem belli bir uzaklıkta hem de yakınlık ilişkileri
dah... more Burada niteliği bakımından küresel olan ve hem belli bir uzaklıkta hem de yakınlık ilişkileri
dahilinde ortaya çıkan etik yükümlülükleri ele almak istiyorum. Beni burada ilgilendiren iki soru ilk
planda birbirinden epey farklıdır. İlk soru, herhangi birimizin belli bir uzaklıktan ıstıraba etik açıdan
yanıt verme yetisine ya da meyline sahip olup olmadığı ve bu etik karşılaşmayı gerçekleştiği vakit
mümkün kılan şeyin ne olduğudur. İkinci soruysa, başka bir insan ya da grupla karşı karşıya
geldiğimizde, kendimizi asla tercih etmediklerimizle hep yan yana bulduğumuzda ve anlamıyor
olabileceğimiz, hattâ anlamak bile istemediğimiz dillerdeki istemlere yanıt vermek zorunda
kaldığımızda bunun etik yükümlülüklerimiz açısından ne anlama geldiğidir. Sözgelimi bazı ihtilaflı
devletlerin sınırında olduğu gibi coğrafi yakınlığın çeşitli anlarında da olan budur; zorla göç ya da bir
ulus-devletin sınırlarının yeniden çizilmesinden ötürü, kendi rızaları dışında yan yana yaşamak
zorunda kalan nüfusların bu durumuna “karşı karşıya gelmek” diyebiliriz. Elbette uzaklık ve
yakınlıkla ilgili varsayımlar bizim bildiğimiz etik izahların çoğunda zaten vardır. Kendilerini etik
açıdan bağlı gördükleri ve kendine özgü normlarını etik açıdan bağlayıcı saydıkları toplulukların yerel,
muvakkat ve kimi zaman da milliyetçi niteliğini önemsemeyen toplulukçular vardır. Yakınlığı,
ötekiyle karşılaşıp onu tanımanın bir koşulu olarak değerli görürler ve dolayısıyla etik ilişkileri
yüzlerini görebildiğimiz, adlarını bilip telaffuz edebildiğimiz, zaten tanıyabildiğimiz, şekline
şemailine ve yüzlerine aşina olduğumuz kişiler için de bağlayıcı olarak görme eğilimindedirler. Çoğu
zaman yakınlığın beden bütünlüğü, şiddetten uzaklık ve toprak ya da mülkiyet hakkı iddialarına ilişkin
ilkelere uyma konusunda belli birtakım doğrudan talepleri dayattığı varsayılır. Ama yine de, kanaatim
o ki dünyanın bir yarısı dünyanın öbür yarısında yaşanan olay ve eylemlere karşı ahlaki bir infial
içinde ayağa kalktığında yaşanan başka bir şeydir; zira fiziksel yakınlık temeli üzerinde yükselen ama
bir dil ortaklığı ya da müşterek yaşama dayanmayan bir ahlaki infialdir bu. Böyle vakalarda, zamanın
ve mekânın ötesinde ortaya çıkan dayanışma bağları faaliyetini görüp eyleme döküyoruz.
Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Woman... more Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Woman,1792) başlıklı risalesi, ataerkil baskıya ve erkek egemen düzene kendi terimleriyle karşı çıkmış ilk feminist savunulardan biridir. Mary Wollstonecraft’ın devrimci tetkikinin birçok temel önermesi bugün güncelliğini korumasına karşın, kendisi kadın sorununun kendinden menkul bir başlık olarak tarih sahnesinde henüz yerini almadığı bir dönemde yazdığından, tutarsızlıklar ve çelişkiler sergilediği kısımlar da vardı.
http://t24.com.tr/k24/yazi/125-yil-sonra-mary-wollstonecraft,1487
"Rusya'da 1917 Şubatı’ndan ekimi ‘ne uzanan süreçte işçi ve köylüler sayısız girişimde bulunmuş, ... more "Rusya'da 1917 Şubatı’ndan ekimi ‘ne uzanan süreçte işçi ve köylüler sayısız girişimde bulunmuş, kendi bilinç düzeylerindeki gelişmeye paralel olarak farklı partileri ve siyasetçileri denemiş, nihayetinde Bolşeviklerde karar kılarak ilk işçi devletini kurmuşlardı. Elinizdeki kitap ‘dünyayı sarsan’ bu bir yılı konu alıyor.”
Ferit Burak Aydar “1917 Devrimin Rapsodisi” adlı kitabının önsözünde böyle diyor.
Kitabı elime aldım ve “dünyayı sarsan bir yıl”dan kastının ne olduğunu, hangi kaynakları kullandığını, bir önceki çalışması olan "İspanya İç Savaşı'nın İzinde" ile bu çalışmanın ilgisini ve kitabını neden Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’ya ithaf ettiğini sordum.
https://bianet.org/4/198/192017-1917-dunyayi-sarsan-bir-yil
1917 Sovyet Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümü kutlanıyor. Rusya’daki bu özgül devrimi anlamanın ve t... more 1917 Sovyet Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümü kutlanıyor. Rusya’daki bu özgül devrimi anlamanın ve tarihsel gelişimin seyri içinde yerli yerine oturtmanın belki de en iyi yolu; gerek coğrafî gerek zamansal açıdan süreklilik arz ettiği diğer büyük devrimlerle (1848 Fransız Devrimi ve 1936 İspanya Devrimi'yle) ilişkisine bakmaktır. Ben bu yazıda söz konusu üç devrimin genel bir tahliline girişmek yerine, ulus-devlet izleği üzerinden devrimlerin izini sürmeyi amaçlıyorum.
http://t24.com.tr/k24/yazi/devrim-ve-ulus-devletin-halleri,1458
Ferit Burak Aydar’ın yazdığı “1917: Devrimin Rapsodisi”, Rusya Devrimi’nin 100. yıl dönümünde İth... more Ferit Burak Aydar’ın yazdığı “1917: Devrimin Rapsodisi”, Rusya Devrimi’nin 100. yıl dönümünde İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaptan devrimin en ateşli anlarını anlatan tadımlık bir bölüm K24’te…
http://t24.com.tr/k24/yazi/1917-devrimin-rapsodisi,1440
Yazı daha en baştan talihsizlik diyerek geçiştirilemeyecek iki yanlışla başlıyor: “Birinci devrim... more Yazı daha en baştan talihsizlik diyerek geçiştirilemeyecek iki yanlışla başlıyor: “Birinci devrim kanlıydı, ikincisi görece kansız oldu.” Birinci devrim derken 1917 Ekim Devrimi, ikincisi derken de 1989-91 yılında SSCB’yi yıkan “devrim” kastediliyor. Oysa ne birinci devrim kanlıydı ne de ikincisi devrimdi (ve iş oraya geldiyse, kansızdı).
Genel kanının, daha doğrusu Soğuk Savaş dönemindeki emperyalist ideolojinin şekillendirdiği önyargının aksine, Ekim Devrimi hiç de kanlı bir devrim değildi. Kuşkusuz kansız devrim olmaz, ama kansız evrim ve reform da olmaz! Mesele tarihsel ölçeği doğru tutturmaktır. 1917 Ekim Devrimi o kadar kansız, hattâ “olaysız”dı ki, Marksistleri her fırsatta doktrinerlikle suçlayan birçok tarihçi Ekim Devrimi’ni iktidarın Bolşeviklerin kucağına düşmesi olarak nitelendirmiş, örneğin kalburüstü tarihçilerden Robert Daniels, ayaklanma tabirine bile karşı çıkarak, “‘ayaklanma’ tabiri sanırım birkaç kamu binasındaki nöbetçi muhafız değişimini anlatmak için fazla iddialı bir laftır” demiştir.
http://sendika62.org/2017/11/1917-ekim-devrimi-zulfu-livaneliye-yanit-ferit-burak-aydar/
Kadıköy Moda Sahnesi'nde Hamlet oyunu beşinci senesine girdi ve tiyatronun açıldığı 2013 yılından... more Kadıköy Moda Sahnesi'nde Hamlet oyunu beşinci senesine girdi ve tiyatronun açıldığı 2013 yılından beri aralıksız oynuyor. Türkiye'de en fazla istismar edilen, ama eksikliği en fazla çekilen kavramlardan biri istikrar. Yapılan iyi işler zaten sayılıyken, bu istisnaların da ömrü kısa oluyor, istikrar ve (olumlu anlamıyla) gelenek yaratılamıyor. Bu açıdan, tiyatro gibi kaderine terk edilmiş bir alanda, hele ki devletin gerçek anlamda desteğinin olmadığı bir özel tiyatroda, " Ben zaten kaç kere izledim onu " denebilecek Hamlet oyunuyla beşinci yılın doldurulmuş olması bilhassa önem arz ediyor. Elbette hiçbir şey tesadüfle olmuyor. Oyuna tercümesinden rejisine ciddi bir emek harcanmış.
Dünya tarihinde belki de başka hiçbir teorik eser, yazarından teorik vaatlerini bu kadar çabuk pr... more Dünya tarihinde belki de başka hiçbir teorik eser, yazarından teorik vaatlerini bu kadar çabuk pratiğe dökmesini beklememiş ve belki de hiçbir teorisyen teorik önermelerini bu kadar kısa bir sürede ve bu kadar sadakatle pratiğe dökmemiştir. Lenin’in Çarlık rejimini deviren Şubat Devrimi’nin temsilcisi olan Geçici Hükümet’in baskıları nedeniyle Finlandiya’da yeraltına çekilmek zorunda kaldığı 1917 yılının Ağustos-Eylül aylarında kaleme aldığı şaheserini anlatmak için belki de en uygun tanımlama budur. Zira devrim âdeta mavi kopyasıyla birlikte gelmiştir!
http://t24com.tr/k24/yazi/devlet-ve-devrim,1431
Sovyet’in anavatanına dönüp, 1917 Rusya’sında Sovyet’in diğer öz-örgütlenmelerle ilişkisine de
ba... more Sovyet’in anavatanına dönüp, 1917 Rusya’sında Sovyet’in diğer öz-örgütlenmelerle ilişkisine de
bakmak yararlı olacaktır. 1917’de Sovyet örgütlenmesi ülkenin her yerinde hâkim model değildi.
Özellikle de kırsal bölgelerde başka öz örgütlenme türleri (yeni ya da geçmişten gelen yerleşik yapılar)
öne çıkmıştı. Keza şehirlerde de işçiler başka öz-örgütler yaratmışlardı. Devrimci dönemlerin özelliği
yaratıcılığın önündeki engellerin kalkması, istek ve taleplerin sökün etmesiyse, Sovyet de tek başına
bu içeriği kucaklayacak biçim olamaz demektir. Nitekim Rusya’da tipik bir devrimci dönemin alamet-
i farikası olarak, kitleler aktif şekilde dile getirdikleri isteklerini tek bir kalıba sığdırmaya çalışmıyor,
çoğu benzer görevler icra eden, görev alanları çakışan ama yine de farklı adlar alan örgütlerde
kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı. Rusya’da 1917’de her şey Sovyetlerden ibaret değildi.
Sovyetlerle yan yana ve kimi zaman da iç içe farklı öz-örgütler de vardı. 1917’de örgütlerden birinin
diğerinin yerini alması gibi bir durum ya da örgüt fetişizmi yoktu, bilakis palimpsestvâri bir ilişkiyle
üst üste binme, çakışma söz konusuydu. Devrimin ilk iki ayında 130’u Moskova ve Petrograd’da
olmak üzere 2 bin kadar örgüt kurulmuştu. Örneğin bunlardan biri de Fabrika Komiteleri’ydi...
http://www.birikimdergisi.com/birikim/8553/342-343
Birikim, Ekim-Kasım 2017 (sayı 342-43), s. 76-82
Tarih boyunca birçok sanatçının alkol ya da uyuşturucu müptelası olduğunu görüyoruz. Keza yazarla... more Tarih boyunca birçok sanatçının alkol ya da uyuşturucu müptelası olduğunu görüyoruz. Keza yazarlar ile amfetaminlerin karmaşık bir tarihi vardır. R.L. Stevenson Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ı altı günlük bir kokain âlemi sırasında yazmıştı. Philip K. Dick, Auden, Kerouac ve daha birçok sanatçı Benzedrine müptelasıydı. Bu insanların biz sanatçı olmayanlardan farkı, yaşamın olağan araçlarıyla tatmin edilemeyen bir duygu dünyalarına sahip olmaları ve bununla baş edebilmek adına çok çeşitli yollara başvurmalarıdır ki, sanat ya da yaratıcılık bu tatmin yollarından –kimi zaman lanete dönüşen– sadece biridir.
Emrah Serbes belli ki kelimelere âşık bir insan, hani şu yazmak için yaşayanlardan. En zor durumları, en doğru kelimeleri bir araya getirmek suretiyle aşabileceğine inandığı anlaşılıyor. Hayatındaki en korkunç olay karşısında, yıllardır kendi hayatını düzenleyip anlamlandırdığı görünen kelimelerin doğru bir bileşiminin çıkış yolunu sunacağını düşündü, ama öyle olmadı. Kelimeleri bu kez ona ihanet etti.
https://bianet.org/biamag/yasam/190389-engels-kobe-bryant-ve-emrah-serbes
1917 Rusya Devrimi'nin yüzüncü yıldönümündeyiz. Ben de bu vesileyle kaleme aldığım Devrimin Rapso... more 1917 Rusya Devrimi'nin yüzüncü yıldönümündeyiz. Ben de bu vesileyle kaleme aldığım Devrimin Rapsodisi'ni (İthaki Yayınları, Kasım 2017) bitirmeye çalışırken kitap adı altında birçok çerçöpe denk geldim ... devrim düşmanı kesimlerin görüşleri akademik eserlerin içinden karşıdevrimin beyaz şeridi gibi geçmektedir. Bu şeridin adı, son yirmi yılda duymaktan bıktığımız bir kelimeyle özetleniyor: Darbe! İddiaya göre, Bolşevikler devrim değil darbe yapmıştır.
Darbe tezini birkaç maddeye indirgemek mümkündür: 1) Ekim Devrimi Petrograd'la sınırlı bir iktidar değişikliğiydi, ülkenin geneline yayılmamıştı; 2) halkın katıldığı bir devrim değil, cahil ya da lümpen kesimleri seferber eden bir komploydu; 3) Bolşevikler Rusya'da sayısal anlamda mutlak çoğunluğa sahip değillerdi, olsalardı Kurucu Meclis seçimlerinden birinci çıkarlardı.
https://www.birgun.net/haber-detay/cahil-kitleler-kurnaz-bolsevikler-acikli-bir-istismar-hikayesi-181111.html
Uploads
Papers by Ferit Burak Aydar
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-kiyi,1966
Tenisin güzelliği "bireysel olan her şey kötüdür" ile "kolektif olan her şey iyidir" şeklinde mekanik bir ikili karşıtlık kurmanın yanlışlığını göz önüne serebilmesinde saklı. Tenis; dünya üzerinde kitlesel ilgi duyulan spor dallarının ezici çoğunluğundan farklı olarak -ve çiftler tenisini de tanım gereği dışarıda bırakırsak- bir takım sporu değil, bireysel bir spor. WTA turnuvalarında kadınlar tenisçiler oyun içinde koç yardımı alabiliyor. ATP'de erkek tenisçiler için böyle bir durum olmadığı düşünüldüğünde bu kural çok ciddi sorun teşkil ediyor; zira kadınları tabiatları gereği güçsüz, histerik ve baskı altında dağılmaya müsait varlıklar olarak kodluyor. Başka bir deyişle, kadın tenisçilerin maç içinde kendi kendilerini toparlamak yerine –genellikle de erkek olan– koçlarından yardım almaları, gerekirse azarlanmaları gerekir demeye getiriliyor.
Öncelikle bahsi geçen kitabın başlığındaki ayrıma değinmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet tarihi ile toplumsal cinsiyet tarihçiliği ya da hemen hemen aynı anlama gelmek üzere feminist tarihçilik arasında ince bir ayrım yapmak şart. Toplumsal cinsiyet tarihi bir izlek işiyken, toplumsal cinsiyet tarihçiliği bir perspektif işidir; toplumsal cinsiyet tarihi bir konu olarak toplumsal cinsiyeti, daha dar anlamda kadını ele alır; toplumsal cinsiyet tarihçiliği ise bu tikel konunun ya da izleğin ötesine geçip, onu bir mikyas olarak kullanarak tarihi toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alır.
http://t24.com.tr/k24/yazi/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi,1910
http://t24.com.tr/k24/yazi/kendi-adaletini-saglamak,1727
http://t24.com.tr/k24/yazi/trump-facebook-ve-buyuk-veri,1700
http://t24.com.tr/k24/yazi/erkegin-yittigi-yerdeyiz,1619
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-koleler-adasi,1532
dahilinde ortaya çıkan etik yükümlülükleri ele almak istiyorum. Beni burada ilgilendiren iki soru ilk
planda birbirinden epey farklıdır. İlk soru, herhangi birimizin belli bir uzaklıktan ıstıraba etik açıdan
yanıt verme yetisine ya da meyline sahip olup olmadığı ve bu etik karşılaşmayı gerçekleştiği vakit
mümkün kılan şeyin ne olduğudur. İkinci soruysa, başka bir insan ya da grupla karşı karşıya
geldiğimizde, kendimizi asla tercih etmediklerimizle hep yan yana bulduğumuzda ve anlamıyor
olabileceğimiz, hattâ anlamak bile istemediğimiz dillerdeki istemlere yanıt vermek zorunda
kaldığımızda bunun etik yükümlülüklerimiz açısından ne anlama geldiğidir. Sözgelimi bazı ihtilaflı
devletlerin sınırında olduğu gibi coğrafi yakınlığın çeşitli anlarında da olan budur; zorla göç ya da bir
ulus-devletin sınırlarının yeniden çizilmesinden ötürü, kendi rızaları dışında yan yana yaşamak
zorunda kalan nüfusların bu durumuna “karşı karşıya gelmek” diyebiliriz. Elbette uzaklık ve
yakınlıkla ilgili varsayımlar bizim bildiğimiz etik izahların çoğunda zaten vardır. Kendilerini etik
açıdan bağlı gördükleri ve kendine özgü normlarını etik açıdan bağlayıcı saydıkları toplulukların yerel,
muvakkat ve kimi zaman da milliyetçi niteliğini önemsemeyen toplulukçular vardır. Yakınlığı,
ötekiyle karşılaşıp onu tanımanın bir koşulu olarak değerli görürler ve dolayısıyla etik ilişkileri
yüzlerini görebildiğimiz, adlarını bilip telaffuz edebildiğimiz, zaten tanıyabildiğimiz, şekline
şemailine ve yüzlerine aşina olduğumuz kişiler için de bağlayıcı olarak görme eğilimindedirler. Çoğu
zaman yakınlığın beden bütünlüğü, şiddetten uzaklık ve toprak ya da mülkiyet hakkı iddialarına ilişkin
ilkelere uyma konusunda belli birtakım doğrudan talepleri dayattığı varsayılır. Ama yine de, kanaatim
o ki dünyanın bir yarısı dünyanın öbür yarısında yaşanan olay ve eylemlere karşı ahlaki bir infial
içinde ayağa kalktığında yaşanan başka bir şeydir; zira fiziksel yakınlık temeli üzerinde yükselen ama
bir dil ortaklığı ya da müşterek yaşama dayanmayan bir ahlaki infialdir bu. Böyle vakalarda, zamanın
ve mekânın ötesinde ortaya çıkan dayanışma bağları faaliyetini görüp eyleme döküyoruz.
http://t24.com.tr/k24/yazi/125-yil-sonra-mary-wollstonecraft,1487
Ferit Burak Aydar “1917 Devrimin Rapsodisi” adlı kitabının önsözünde böyle diyor.
Kitabı elime aldım ve “dünyayı sarsan bir yıl”dan kastının ne olduğunu, hangi kaynakları kullandığını, bir önceki çalışması olan "İspanya İç Savaşı'nın İzinde" ile bu çalışmanın ilgisini ve kitabını neden Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’ya ithaf ettiğini sordum.
https://bianet.org/4/198/192017-1917-dunyayi-sarsan-bir-yil
http://t24.com.tr/k24/yazi/devrim-ve-ulus-devletin-halleri,1458
http://t24.com.tr/k24/yazi/1917-devrimin-rapsodisi,1440
Genel kanının, daha doğrusu Soğuk Savaş dönemindeki emperyalist ideolojinin şekillendirdiği önyargının aksine, Ekim Devrimi hiç de kanlı bir devrim değildi. Kuşkusuz kansız devrim olmaz, ama kansız evrim ve reform da olmaz! Mesele tarihsel ölçeği doğru tutturmaktır. 1917 Ekim Devrimi o kadar kansız, hattâ “olaysız”dı ki, Marksistleri her fırsatta doktrinerlikle suçlayan birçok tarihçi Ekim Devrimi’ni iktidarın Bolşeviklerin kucağına düşmesi olarak nitelendirmiş, örneğin kalburüstü tarihçilerden Robert Daniels, ayaklanma tabirine bile karşı çıkarak, “‘ayaklanma’ tabiri sanırım birkaç kamu binasındaki nöbetçi muhafız değişimini anlatmak için fazla iddialı bir laftır” demiştir.
http://sendika62.org/2017/11/1917-ekim-devrimi-zulfu-livaneliye-yanit-ferit-burak-aydar/
http://t24com.tr/k24/yazi/devlet-ve-devrim,1431
bakmak yararlı olacaktır. 1917’de Sovyet örgütlenmesi ülkenin her yerinde hâkim model değildi.
Özellikle de kırsal bölgelerde başka öz örgütlenme türleri (yeni ya da geçmişten gelen yerleşik yapılar)
öne çıkmıştı. Keza şehirlerde de işçiler başka öz-örgütler yaratmışlardı. Devrimci dönemlerin özelliği
yaratıcılığın önündeki engellerin kalkması, istek ve taleplerin sökün etmesiyse, Sovyet de tek başına
bu içeriği kucaklayacak biçim olamaz demektir. Nitekim Rusya’da tipik bir devrimci dönemin alamet-
i farikası olarak, kitleler aktif şekilde dile getirdikleri isteklerini tek bir kalıba sığdırmaya çalışmıyor,
çoğu benzer görevler icra eden, görev alanları çakışan ama yine de farklı adlar alan örgütlerde
kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı. Rusya’da 1917’de her şey Sovyetlerden ibaret değildi.
Sovyetlerle yan yana ve kimi zaman da iç içe farklı öz-örgütler de vardı. 1917’de örgütlerden birinin
diğerinin yerini alması gibi bir durum ya da örgüt fetişizmi yoktu, bilakis palimpsestvâri bir ilişkiyle
üst üste binme, çakışma söz konusuydu. Devrimin ilk iki ayında 130’u Moskova ve Petrograd’da
olmak üzere 2 bin kadar örgüt kurulmuştu. Örneğin bunlardan biri de Fabrika Komiteleri’ydi...
http://www.birikimdergisi.com/birikim/8553/342-343
Birikim, Ekim-Kasım 2017 (sayı 342-43), s. 76-82
Emrah Serbes belli ki kelimelere âşık bir insan, hani şu yazmak için yaşayanlardan. En zor durumları, en doğru kelimeleri bir araya getirmek suretiyle aşabileceğine inandığı anlaşılıyor. Hayatındaki en korkunç olay karşısında, yıllardır kendi hayatını düzenleyip anlamlandırdığı görünen kelimelerin doğru bir bileşiminin çıkış yolunu sunacağını düşündü, ama öyle olmadı. Kelimeleri bu kez ona ihanet etti.
https://bianet.org/biamag/yasam/190389-engels-kobe-bryant-ve-emrah-serbes
Darbe tezini birkaç maddeye indirgemek mümkündür: 1) Ekim Devrimi Petrograd'la sınırlı bir iktidar değişikliğiydi, ülkenin geneline yayılmamıştı; 2) halkın katıldığı bir devrim değil, cahil ya da lümpen kesimleri seferber eden bir komploydu; 3) Bolşevikler Rusya'da sayısal anlamda mutlak çoğunluğa sahip değillerdi, olsalardı Kurucu Meclis seçimlerinden birinci çıkarlardı.
https://www.birgun.net/haber-detay/cahil-kitleler-kurnaz-bolsevikler-acikli-bir-istismar-hikayesi-181111.html
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-kiyi,1966
Tenisin güzelliği "bireysel olan her şey kötüdür" ile "kolektif olan her şey iyidir" şeklinde mekanik bir ikili karşıtlık kurmanın yanlışlığını göz önüne serebilmesinde saklı. Tenis; dünya üzerinde kitlesel ilgi duyulan spor dallarının ezici çoğunluğundan farklı olarak -ve çiftler tenisini de tanım gereği dışarıda bırakırsak- bir takım sporu değil, bireysel bir spor. WTA turnuvalarında kadınlar tenisçiler oyun içinde koç yardımı alabiliyor. ATP'de erkek tenisçiler için böyle bir durum olmadığı düşünüldüğünde bu kural çok ciddi sorun teşkil ediyor; zira kadınları tabiatları gereği güçsüz, histerik ve baskı altında dağılmaya müsait varlıklar olarak kodluyor. Başka bir deyişle, kadın tenisçilerin maç içinde kendi kendilerini toparlamak yerine –genellikle de erkek olan– koçlarından yardım almaları, gerekirse azarlanmaları gerekir demeye getiriliyor.
Öncelikle bahsi geçen kitabın başlığındaki ayrıma değinmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet tarihi ile toplumsal cinsiyet tarihçiliği ya da hemen hemen aynı anlama gelmek üzere feminist tarihçilik arasında ince bir ayrım yapmak şart. Toplumsal cinsiyet tarihi bir izlek işiyken, toplumsal cinsiyet tarihçiliği bir perspektif işidir; toplumsal cinsiyet tarihi bir konu olarak toplumsal cinsiyeti, daha dar anlamda kadını ele alır; toplumsal cinsiyet tarihçiliği ise bu tikel konunun ya da izleğin ötesine geçip, onu bir mikyas olarak kullanarak tarihi toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alır.
http://t24.com.tr/k24/yazi/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi,1910
http://t24.com.tr/k24/yazi/kendi-adaletini-saglamak,1727
http://t24.com.tr/k24/yazi/trump-facebook-ve-buyuk-veri,1700
http://t24.com.tr/k24/yazi/erkegin-yittigi-yerdeyiz,1619
http://t24.com.tr/k24/yazi/moda-sahnesi-koleler-adasi,1532
dahilinde ortaya çıkan etik yükümlülükleri ele almak istiyorum. Beni burada ilgilendiren iki soru ilk
planda birbirinden epey farklıdır. İlk soru, herhangi birimizin belli bir uzaklıktan ıstıraba etik açıdan
yanıt verme yetisine ya da meyline sahip olup olmadığı ve bu etik karşılaşmayı gerçekleştiği vakit
mümkün kılan şeyin ne olduğudur. İkinci soruysa, başka bir insan ya da grupla karşı karşıya
geldiğimizde, kendimizi asla tercih etmediklerimizle hep yan yana bulduğumuzda ve anlamıyor
olabileceğimiz, hattâ anlamak bile istemediğimiz dillerdeki istemlere yanıt vermek zorunda
kaldığımızda bunun etik yükümlülüklerimiz açısından ne anlama geldiğidir. Sözgelimi bazı ihtilaflı
devletlerin sınırında olduğu gibi coğrafi yakınlığın çeşitli anlarında da olan budur; zorla göç ya da bir
ulus-devletin sınırlarının yeniden çizilmesinden ötürü, kendi rızaları dışında yan yana yaşamak
zorunda kalan nüfusların bu durumuna “karşı karşıya gelmek” diyebiliriz. Elbette uzaklık ve
yakınlıkla ilgili varsayımlar bizim bildiğimiz etik izahların çoğunda zaten vardır. Kendilerini etik
açıdan bağlı gördükleri ve kendine özgü normlarını etik açıdan bağlayıcı saydıkları toplulukların yerel,
muvakkat ve kimi zaman da milliyetçi niteliğini önemsemeyen toplulukçular vardır. Yakınlığı,
ötekiyle karşılaşıp onu tanımanın bir koşulu olarak değerli görürler ve dolayısıyla etik ilişkileri
yüzlerini görebildiğimiz, adlarını bilip telaffuz edebildiğimiz, zaten tanıyabildiğimiz, şekline
şemailine ve yüzlerine aşina olduğumuz kişiler için de bağlayıcı olarak görme eğilimindedirler. Çoğu
zaman yakınlığın beden bütünlüğü, şiddetten uzaklık ve toprak ya da mülkiyet hakkı iddialarına ilişkin
ilkelere uyma konusunda belli birtakım doğrudan talepleri dayattığı varsayılır. Ama yine de, kanaatim
o ki dünyanın bir yarısı dünyanın öbür yarısında yaşanan olay ve eylemlere karşı ahlaki bir infial
içinde ayağa kalktığında yaşanan başka bir şeydir; zira fiziksel yakınlık temeli üzerinde yükselen ama
bir dil ortaklığı ya da müşterek yaşama dayanmayan bir ahlaki infialdir bu. Böyle vakalarda, zamanın
ve mekânın ötesinde ortaya çıkan dayanışma bağları faaliyetini görüp eyleme döküyoruz.
http://t24.com.tr/k24/yazi/125-yil-sonra-mary-wollstonecraft,1487
Ferit Burak Aydar “1917 Devrimin Rapsodisi” adlı kitabının önsözünde böyle diyor.
Kitabı elime aldım ve “dünyayı sarsan bir yıl”dan kastının ne olduğunu, hangi kaynakları kullandığını, bir önceki çalışması olan "İspanya İç Savaşı'nın İzinde" ile bu çalışmanın ilgisini ve kitabını neden Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’ya ithaf ettiğini sordum.
https://bianet.org/4/198/192017-1917-dunyayi-sarsan-bir-yil
http://t24.com.tr/k24/yazi/devrim-ve-ulus-devletin-halleri,1458
http://t24.com.tr/k24/yazi/1917-devrimin-rapsodisi,1440
Genel kanının, daha doğrusu Soğuk Savaş dönemindeki emperyalist ideolojinin şekillendirdiği önyargının aksine, Ekim Devrimi hiç de kanlı bir devrim değildi. Kuşkusuz kansız devrim olmaz, ama kansız evrim ve reform da olmaz! Mesele tarihsel ölçeği doğru tutturmaktır. 1917 Ekim Devrimi o kadar kansız, hattâ “olaysız”dı ki, Marksistleri her fırsatta doktrinerlikle suçlayan birçok tarihçi Ekim Devrimi’ni iktidarın Bolşeviklerin kucağına düşmesi olarak nitelendirmiş, örneğin kalburüstü tarihçilerden Robert Daniels, ayaklanma tabirine bile karşı çıkarak, “‘ayaklanma’ tabiri sanırım birkaç kamu binasındaki nöbetçi muhafız değişimini anlatmak için fazla iddialı bir laftır” demiştir.
http://sendika62.org/2017/11/1917-ekim-devrimi-zulfu-livaneliye-yanit-ferit-burak-aydar/
http://t24com.tr/k24/yazi/devlet-ve-devrim,1431
bakmak yararlı olacaktır. 1917’de Sovyet örgütlenmesi ülkenin her yerinde hâkim model değildi.
Özellikle de kırsal bölgelerde başka öz örgütlenme türleri (yeni ya da geçmişten gelen yerleşik yapılar)
öne çıkmıştı. Keza şehirlerde de işçiler başka öz-örgütler yaratmışlardı. Devrimci dönemlerin özelliği
yaratıcılığın önündeki engellerin kalkması, istek ve taleplerin sökün etmesiyse, Sovyet de tek başına
bu içeriği kucaklayacak biçim olamaz demektir. Nitekim Rusya’da tipik bir devrimci dönemin alamet-
i farikası olarak, kitleler aktif şekilde dile getirdikleri isteklerini tek bir kalıba sığdırmaya çalışmıyor,
çoğu benzer görevler icra eden, görev alanları çakışan ama yine de farklı adlar alan örgütlerde
kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı. Rusya’da 1917’de her şey Sovyetlerden ibaret değildi.
Sovyetlerle yan yana ve kimi zaman da iç içe farklı öz-örgütler de vardı. 1917’de örgütlerden birinin
diğerinin yerini alması gibi bir durum ya da örgüt fetişizmi yoktu, bilakis palimpsestvâri bir ilişkiyle
üst üste binme, çakışma söz konusuydu. Devrimin ilk iki ayında 130’u Moskova ve Petrograd’da
olmak üzere 2 bin kadar örgüt kurulmuştu. Örneğin bunlardan biri de Fabrika Komiteleri’ydi...
http://www.birikimdergisi.com/birikim/8553/342-343
Birikim, Ekim-Kasım 2017 (sayı 342-43), s. 76-82
Emrah Serbes belli ki kelimelere âşık bir insan, hani şu yazmak için yaşayanlardan. En zor durumları, en doğru kelimeleri bir araya getirmek suretiyle aşabileceğine inandığı anlaşılıyor. Hayatındaki en korkunç olay karşısında, yıllardır kendi hayatını düzenleyip anlamlandırdığı görünen kelimelerin doğru bir bileşiminin çıkış yolunu sunacağını düşündü, ama öyle olmadı. Kelimeleri bu kez ona ihanet etti.
https://bianet.org/biamag/yasam/190389-engels-kobe-bryant-ve-emrah-serbes
Darbe tezini birkaç maddeye indirgemek mümkündür: 1) Ekim Devrimi Petrograd'la sınırlı bir iktidar değişikliğiydi, ülkenin geneline yayılmamıştı; 2) halkın katıldığı bir devrim değil, cahil ya da lümpen kesimleri seferber eden bir komploydu; 3) Bolşevikler Rusya'da sayısal anlamda mutlak çoğunluğa sahip değillerdi, olsalardı Kurucu Meclis seçimlerinden birinci çıkarlardı.
https://www.birgun.net/haber-detay/cahil-kitleler-kurnaz-bolsevikler-acikli-bir-istismar-hikayesi-181111.html
Hamlet'in Bağlanan Basireti Üzerine, özellikle iki öğeyi mercek altına alıyor: Bir kahraman olarak Hamlet'in "sürünceme"si ve Ophelia'nın erkek egemen toplum tarafından delirtilip ölmesi. Ne var ki, bunu yaparken bir yandan da Hamlet'e "çöreklenmiş" yorum endüstrisine, metne kendi siyasi veyahut felsefi gündemini doğrulamak için uzananlara, okumayı kolaylaştırmak yerine suları bulandıranlara yine metnin içinden satırlarla yanıt veriyor. Böylelikle karakter olarak Hamlet'i putlaştıran eleştirmenlerin kalemlerinin gölgesinde kalmış Ophelia'yı çok daha net ve gerçekçi bir biçimde görmemizi sağlıyor.
Aydar'dan fikri yavaş yavaş yoğuran, benzetmelerin cazibesine kapılmayan, eleştirel olduğu kadar kışkırtıcı bir Hamlet ve Hamlet yorumları okuması...
https://www.selyayincilik.com/kitap/hamletin-baglanan-basireti-uzerine-hamlet-ve-surunceme-1660
Dil konusundaki temel eserleri yalnızca dilbilim için değil, felsefe ve psikoloji başta olmak üzere diğer disiplinler için de büyük değer taşımaktadır.
Bu kitapta bir araya getirilen makaleler, Chomsky’nin insanın dil yetisine getirdiği “içselci” yorumu içermektedir. Chomsky, dili toplumsal bir kurgu olarak gören gelenekten koparak onun bireysel olduğunu, insan zihnine/beynine içsel olduğunu bir dizi yaratıcı dilbilimsel analiz yoluyla savunmaktadır. Ona göre dil, doğa bilimlerinin yöntemleriyle analiz edilmelidir.
Londra’daki hastanede tedavi ettiği hastalarıyla ilişkilerinden, yurtdışında karşılaştığı zorlu koşullarda insanlara yardım eli uzatma çabasından, yaşamını anlamlı kılmak için seçtiği başka uğraşlardan söz eden Marsh, bir cerrah olarak ikilemlerini, zaman zaman da çaresizliğini dürüstçe dile getiriyor. Tıp eğitimi aldığı dönemi, genç bir cerrahken yaşadığı önemli deneyimleri, mesleğinin en güç yönlerini, hastalarının yaşamını uzatmak için ortaya koyduğu çabayı anlatırken değindiği noktalar yaşamın ne kadar değerli olduğunu derinden hissettiriyor.
Marina MacKay, her bölümde romanın biçimsel ya da tarihsel bir yönünü, genellikle farklı dönemlerden romanları seçerek açıklıyor. Ana bölümler arasında, kavramların uygulamalarına dair fikir vermek üzere, tek tek eserlerin ayrıntılı okumaları yer alıyor. Bu bölümlerde farklı açılardan incelenen Don Quijote, Tristram Shandy, Kırmızı Harf, Madame Bovary, Deniz Feneri, Geceyarısı Çocukları gibi örnekler, romanın tarihini özetleyen bir yelpaze oluşturuyor.
Romanın bir tür olarak nasıl yaratıldığını, neden bu denli popüler olduğunu sorarak başlayan MacKay, romanda üslup ve tekniğe, karaktere, olay örgüsüne, mekâna ve siyasete ilişkin doyurucu açıklamalar sunuyor. Terimler sözlüğüyle ve okuma listesiyle desteklenen Roman Nedir?, edebiyatla ilgilenen herkesin yararlanabileceği ideal bir kaynak.
Butler, belli nüfusların toplumsal ve ekonomik destek ağlarından uzak kaldıkları ve yaralanma, şiddet ve ölüme daha yakın düştükleri, siyasi nedenlerden kaynaklanan koşullara karşılık gelen prekaryalığı devindirici güç olarak alan gösterilerin nesnesinin bedenler olduğunu belirtiyor. Buna göre, kitle gösterileri prekaryalığın kolektif bir reddidir. Dahası, bedenlerin sokaklarda, meydanlarda ya da diğer kamusal alanlarda toplanması, arz-ı endam etme hakkının kullanılmasıdır; bu, daha yaşanabilir hayatlar için bedensel bir taleptir.
Kamusal toplanmanın dışavurumcu ya da göstergesel biçimlerini anlamaya çalışan, ama aynı zamanda neyin “kamusal”, kimin “halk”tan sayılabileceğini sorgulayan Biziz, Halk!, toplanma özgürlüğünün de, tıpkı konuşma özgürlüğü gibi bir “ifade özgürlüğü” olduğunu ortaya koyuyor. Bu toplanmalarda prekaryalığın nasıl eyleme döküldüğünü ve prekaryalığa nasıl karşı çıkıldığını tartışan Butler, baskı ve zorlama altındaki bedenlerin bir araya geldiği bir toplaşmanın kendisinin sebat ve direnişi ima ettiğini söylerken zorlukların barındırdığı umudu yansıtmayı başarıyor.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/biziz-halk-toplanma-ozgurlugu-uzerine-dusunceler-/461068.html&manufacturer_id=38801
Toplumsal cinsiyet tarihçileri, 1970’lerin ortalarından beri toplumsal cinsiyeti bir analiz kategorisi olarak kullanıyor, cinsiyetler arasındaki algılanan farkların ve ilişkilerin nasıl tarihsel olarak üretildiğini ve dönüştürüldüğünü araştırıyor.
Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği Nedir? alanın tarihçilerinin ne tür sorular sorduklarını, bunları nasıl cevaplandırdıklarını, ihtilaflarını, farklı yöntem ve yaklaşımlarını ele alan bütünlüklü bir giriş çalışması. Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin doğuşunu ve gelişimini anlatırken ırk, sınıf, etnisite gibi konularda toplumsal cinsiyetin merkezî konumunu vurguluyor.
Sonya O. Rose, 19. ve 20. yüzyıl Britanya’sının endüstriyel kapitalizminde toplumsal cinsiyet ve sınıf kesişimlerini çalışan ve önemli yayınları bulunan bir araştırmacı. Bu kitabında, toplumsal cinsiyet tarihi çalışmalarının milliyetçilik, endüstrileşme, sömürgecilik, emperyalizm, iktidar ve emek ilişkilerini nasıl aydınlattığına dair örnekler veriyor. Bugünü anlamanın aracı olan geçmişe dair, toplumsal cinsiyetli sorular sormanın önemini gösteriyor.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi-nedir/460793.html&manufacturer_id=131231
YAZAR: Seth Stephens-Davidowitz
ÇEVİREN: Ferit Burak Aydar
DİL: Türkçe
KATEGORİ: Sosyoloji
SAYFA SAYISI: 256
BASKI: 1. Baskı, Nisan 2018
İnsanlar ne sıklıkta seks yapıyorlar?
Reklam vermek işe yarıyor mu?
Kimler vergi kaçırıyor?
Geylerin sayısı belli mi?
Hangi üniversiteye gittiğimin bir önemi var mı?
Borsayı kandırabilir miyiz?
Medya taraflı haber yapıyor mu?
Çocuk büyütmek için en iyi yerler nereleri?
İlk randevuda nelerden bahsetmeliyim ki ikincisi olsun?
Veri bilimcisi Seth Stephens-Davidowitz, çığır açıcı çalışmasında, insanlara dair kalıplaşmış düşüncelerimizin ne ölçüde hatalı olduğunu ortaya koyuyor. Peki, bunun nedeni ne? Çünkü insanlar dostlarına, sevdiklerine, doktorlarına ve anketlere, hatta kendilerine bile yalan söyler.
Bugün artık insanların söyledikleriyle yetinmek zorunda değiliz. İnternetin sağladığı yeni bilgi türü hakikati ortaya koyuyor. Google’da, sosyal medyada, flört sitelerinde, hatta porno içerikli sitelerde bıraktığımız her iz, hakkımızda bir şeyler söylüyor. Bu dijital altın madenini araştıran uzmanlar insanların gerçekte ne düşündüklerini, istediklerini ve yaptıklarını keşfediyorlar.
Doğru soruları sorduğumuz takdirde, Büyük Veri’den insan doğasına ilişkin öğrenebileceklerimizin sınırı yok. Bu alanın öncüleri arasında yer alan Seth Stephens- Davidowitz’in sunduğu yeni veriler sizi zaman zaman kahkahaya boğarken, kimi yerde dumura uğratacak ya da rahatsız edecek. Bana Yalan Söylediler’de karşınıza çıkacak verilerin tamamı sizi hem insanlığa hem de dünyanın günümüzdeki haline dair düşündürecek.
https://press.ku.edu.tr/tr/kitap/bana-yalan-soylediler
Genel olarak hayatlar üzerine ve özel olarak Pamela hakkında yazmak. Ayrıca birkaç kelâm da Colley Cibber ve diğerleri üzerine.
Örneklerin insan aklı üzerinde kurallardan daha güçlü bir etkide bulunduğu, bayatlamış olsa da doğru bir gözlemdir. Bu gözlem nahoş ve kötü durumlar için geçerliyken, hoş ve takdire şayan durumlar için daha da geçerlidir. Bu noktada öykünme dediğimiz şey tüm gücüyle üzerimizde hükmünü icra eder ve bizi karşı konulmaz bir şekilde taklide sevk eder. Dolayısıyla iyi bir insan tüm yakın çevresi için canlı bir ders mahiyetindedir ve bu dar muhitte iyi bir kitaptan çok daha yararlıdır. Ne var ki en iyi insanlar genellikle pek az tanınırlar ve bu nedenle yararlı örneklerini çok fazla insana ulaştıramazlar. Bu noktada, onların hikâyelerini daha geniş kesimlere yaymak ve aslını bilme bahtına erişememiş olanlara bu hoş görüntüleri sunmak üzere yazar yardıma çağrılabilir. Böylece yazar belki de bu tür değerli örnekleri dünyaya tanıtarak, yaşamıyla bize bu örneği sunan kişiden daha büyük bir hizmet sunabilir insanlığa. İşte her iki cinsiyetten de büyük ve değerli şahsiyetlerin yaşadıklarını bizlere anlatan bu yaşamöykücülerini ben her zaman bu bağlamda değerlendirmişimdir. Kullandıkları dil eski ve günümüzdeki genel kanıya göre anlaşılamaz olduğundan, son zamanlarda çok az okunan Plutarkos ve Nepos gibi antikçağ yazarlarını ve gençliğimde adları kulağıma çalınmış olan diğerlerini bir kenara bırakırsak; bizim kendi dilimizde de gençler arasında erdem tohumları ekmek üzere tasarlanmış ve orta karar bir anlama yetisi olan herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek birçok faydalı ve bilgilendirici eser vardır. Mesela, cesurluğu ve kahramanlığıyla iri yarı ve atletik bedenlere sahip insanlara meydan okuyarak şanlı " dev avcısı " unvanını alan Muhteşem John'un hikâyeleri; Guy adlı Warwick Kontu'nun hikâyeleri; Argalus ile Parthenia'nn yaşamları ve hepsinden de öte Hıristiyanlığın Savunucuları olan yedi mümtaz şahsiyetin hikâyeleri… Bütün bu eserlerde zevk ile bilgi iç içe geçmiştir ve okur hem eğlenir, hem de bilgilenir. Fakat burada bunları ve daha pek çoğunu bir kenara bırakarak, geçenlerde yayımlanmış ve her iki cinsten de en hoş özelliklerin hayran olunacak örneklerini sunan iki kitaptan bahsetmek istiyorum. Erkeğin erdemlerini ele alan ilki, naklettiği yaşamı bizatihi yaşamış o büyük insanın kendisi tarafından yazılmıştır ve pek çoklarına göre sırf yazabilmek adına bu
Yüzyıllar boyunca Osmanlı ve Rus imparatorluklarının, sonrasında da Sovyetler Birliği ve Ukrayna devletinin parçası olan Kırım’ın tarihi, ev sahipliği yaptığı kültürlerin ve halkların izlerinden de anlaşılacağı üzere, çok daha gerilere uzanır: Antik Yunanlar, Gotlar, Bizanslılar, Moğollar, Ruslar ve en önemlisi Kırım Tatarları bu topraklarda yaşamıştır.
Tarih ve siyaset bilimi profesörü Paul Robert Magocsi, bölgeyle ilgili şimdiye kadar yazılmış en temel ve güncel metin olan Şu Mübarek Topraklar’da, üç bin yılı aşkın zamandır Kırım’ın bozkırlarına, dağlarına ve deniz kıyılarına akın eden bu topraklarda yaşamış halkları ve yarattıkları medeniyetlerin hikâyesini görseller eşliğinde anlatıyor.
“Umuyorum ki bu kitap Türkiyeli okurlara kendi ülkelerinin tarihsel jeopolitik alanını (Karadeniz ve çevresindeki tüm topraklardan bahsediyorum) daha iyi anlamalarında yardımcı olacaktır.” Paul Robert Magocsi
http://kitap.ykykultur.com.tr/kitaplar/su-mubarek-topraklar-kirim-ve-kirim-tatarlari
Bolşevikler devrimin hemen ertesinde tarihsel eylemlerini bu sözlerle açıklamışlardı. Bolşevikler doğru zamanda harekete geçerek tarihte ilk kez solu mağlup, mağdur ve mahzun olmaktan kurtarmışlardı. Devrimin melankolisi gitmiş, rapsodisi gelmişti.
Daha önce İspanya İç Savaşı’nın öyküsünü kaleme alan Ferit Burak Aydar, 100. yılında Devrim’i ayrıntılı bir tahlille mercek altına alıyor.
http://www.ithaki.com.tr/urun/1917-devrimin-rapsodisi/
http://www.kitapyurdu.com/kitap/insanin-anlama-yetisi-uzerine-bir-sorusturma-karton-kapak/438428.html
Parikka sadece medya arkeolojisinin tarihini anlatmıyor, kendi teorik yaklaşımını da ortaya koyuyor. İletişim medyasının iletişim dışı olanın, yani parazit ve gürültünün bakış açısından nasıl göründüğü sorusunun peşine düşüyor. Ağ toplumu ve dijital kültür arkeolojilerinde dışarıda bırakılanları, anomali olarak değerlendirilenleri konu alan bir medya arkeolojisi kazısı için, iletişimin yumuşak karnına bakmak gerektiğini anlatıyor. Böylece bizi spam’in, gürültü, parazit ve bağlantı kopukluğunun haritasını çıkarma faaliyetine katıyor.
https://press.ku.edu.tr/tr/kitap/medya-arkeolojisi-nedir
Palimpsest, “üstündeki elyazmasından temizlenerek tekrar tekrar kullanılmış parşömen parçası” anlamına geliyor. Bu terimi ilk kez 1845’te Thomas De Quincey bir kavram olarak yaygınlaştırdı. Sarah Dillon, palimpsestin bir metafor olarak kullanımının soykütüğünü çıkarmaya soyunuyor, böylece kuramsal ve eleştirel edebiyat incelemeleri etrafındaki tartışmalara önemli bir katkıda bulunuyor.
Dillon, palimpsestin mantığını ve yapısını araştırıp modern düşünceyi anlama ve ilerletmedeki hayati rolünü gösteriyor. Tarih, öznellik, zamansallık, metafor ve cinsellik kadar farklı kavramları palimpsestin nasıl yeniden biçimlendirdiğini ortaya koyarken, okuma sorununa tekrar tekrar dönüyor. Palimpseste getirdiği kuramsal yaklaşımı Thomas De Quincey, D.H. Lawrence, Arthur Conan Doyle, Umberto Eco, Ian McEwan ve H.D.’nin eserlerinin yakın okumasıyla harmanlıyor.
Sarah Dillon, Cambridge Üniversitesi İngilizce Bölümü’nde öğretim üyesi; feminist edebiyat ve film eleştirmeni ve kuramcısı.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/palimpsest-edebiyat-elestiri-kuram/435238.html&manufacturer_id=38801
Okuyan Beynin Bilimi ve Hikâyesi
YAZAR(LAR):
Maryanne Wolf
ÇEVİREN: Ferit Burak Aydar
SAYFA SAYISI: 267
BASKI: 1. Baskı, Temmuz 2017
İlk okuma nasıl gerçekleşti? Sokrates yazıya neden karşı çıkmıştı? Beyin okumayı nasıl öğrenir; öğrenmezse ne olur? Farklı okuyan beyin nasıl çalışır? Okuduklarımız bizi nasıl değiştirir? Maryanne Wolf, Proust ve Mürekkepbalığı’nda okumaya dair benzer pek çok soruya cevap arıyor.
Wolf, okuyan beynin tarihini, hem yazının icadından bu yana hem de günümüzde bir çocuğun yaşamı boyunca ele alıyor. Disleksili çocukların okumayı öğrenirken neden zorlandıklarını ve özel yetilerini tartışıyor. Atalarımızın borçlarını ve isteklerini kil tabletlere ve papirüslere kaydedişinden derin düşüncelere erişmek için okuma sürecine geçişte beynin ne tür yöntemler kullandığını gösteriyor. Önümüzdeki teknolojik değişikliklerin okuyan beyni ve entelektüel repertuarımızı nasıl etkileyeceğine dair temkinli gözlemler sunuyor. Proust ve Mürekkepbalığı, okumaya ve beynin işleyişine ilgi duyan herkesin keyifle okuyacağı bir bilimsel çalışma.
Maryanne Wolf, Tufts Üniversitesi’nde bilişsel sinirbilimci ve çocuk gelişimci.
https://press.ku.edu.tr/tr/kitap/proust-ve-murekkepbaligi
On yedinci yüzyılda gerçekleşmiş olan Birinci Bilim Devrimi çoğunlukla Newton, Hooke, Locke ve Descartes’la ve Londra’da Kraliyet Cemiyeti’nin, Paris’te de Bilimler Akademisi’nin neredeyse aynı zamanda kuruluşuyla bağdaştırılır. İkinci devrim ise öncelikle astronomi ve kimya alanlarındaki bir dizi büyük buluştan ilham almıştı. On sekizinci yüzyıl Aydınlanma akılcılığından doğan, fakat bilimsel çalışmalara keşif yapma idealini katarak onu dönüştüren bir hareketti.
Richard Holmes’un Merak Çağı dediği zaman aralığı simgesel olarak, iki ünlü keşif yolculuğuyla belirlenmiştir. Bunlar, Kaptan James Cook’un Endeavour’la dünyanın çevresini ilk kez dolaştığı yolculuk (1768) ile Charles Darwin’in Beagle’la Galapagos adalarına yaptığı yolculuktur (1831). Astronom William Herschel ve kimyager Humphry Davy bu döneme keşifleriyle damga vurmuştu. Kitapta başka şahsiyetler de yer alıyor; Romantik dönemin ruhuna özgü bilimsel girişimlerden ve balon yolculuğu, keşifler, hayalet avcılığı gibi heyecanlı serüvenlere dair birçok olaydan söz ediliyor.
Romantizm genellikle bilimin düşmanı sayılır: Romantik öznellik ile bilimsel nesnellik idealleri birbiriyle bağdaşmaz bir karşıtlık olarak görülür. Richard Holmes durumun her zaman böyle olmadığı ya da bu terimlerin birbirini dışlamadığı görüşünde. Merak kavramının, bir zamanlar öznellik ile nesnelliği birleştirdiğini savunuyor.
Richard Holmes, bilim kültürünü sürdürmemizde üç şeye gereksinim duyduğumuza dikkat çekiyor: Kişisel merak duygusu, umudun gücü, dünyanın geleceğine dair canlı ama sorgulayan bir inanç.
(Tanıtım Bülteninden)
Medya Cinsi : Ciltsiz
Hamur Tipi : 2. Hamur
Sayfa Sayısı : 607
Ebat : 16x23
İlk Baskı Yılı : 2017
Baskı Sayısı : 1. Baskı
http://www.idefix.com/kitap/merak-cagi/bilim/bilim-tarihi-ve-felsefesi/urunno=0001704002001
Avrupa’da faşizmin yükselişinin de etkisiyle dünyanın dört bir tarafından devrimciler ve aydınlar İspanya’ya akın etmiş, tarihe “son büyük dava” olarak geçen mücadelede Franco faşizmini durdurmaya çalışmışlardı.
ispanya kapakİspanya İç Savaşı sadece Avrupa anakarasındaki en büyük ve anarşistlerin önderlik ettiği tek toplumsal devrim olması bakımından değil; faşizmin iktidara taşınma şekli bakımından da ayrıksı bir örnektir. Neden İspanyol faşizmi Hitler ve Mussolini’nin İspanyol muadili olan Falange veya Karlosçular ile Alfonsocular tarafından değil de, ordu eliyle bir devlet darbesi şeklinde kuruldu? Türkiye’de 12 Eylül’den sonra MHP’nin “içeride”, fikirlerinin ve Kenan Evren’in iktidarda olması bağlamında bu ne ifade eder?
Ferit Burak Aydar dünya çapında 20 binden fazla esere konu olmuş İspanya İç Savaşı üzerine Türkçedeki ilk özgün çalışmada sadece savaşın ve devrimin değil, bu soruların da izini sürüyor.
http://agorakitapligi.com/ispanya-ic-savasinin-izinde/
1. basım: Mayıs 2017
688 sayfa
Fiyatı: 40 TL
Siyaset İnceleme: 71
Agora Kitaplığı: 519
Yayın Tarihi 2017-03-29
Sayfa Sayısı 184
Sinirbilim uzmanı Rodrigo Quian Quiroga, belleğin bilişsel yapısı konusundaki araştırmalarını Jorge Luis Borges’in çeşitli öykülerinde bellek üzerine giriştiği edebi keşiflerle ilişkilendiriyor. Bu öykülerin başında “Bellek Funes” geliyor. Öykünün kahramanı Funes, yaşadığı her şeyi tüm ayrıntılarıyla hatırlayan, daha doğrusu hiçbir şeyi unutamayan biridir, ama algıladıklarını soyutlayıp kavramlara ulaşamaz. Oysa belleğin işleyişi bunu gerektirir: Beyindeki belli nöronlar somut ayrıntıları göz ardı ederek ve soyut kavramlara tepki vererek belleği oluştururlar. Bu nöronların algıladığımız şeyleri uzun süreli belleğe dönüştürme konusunda kilit bir rol oynadıklarını araştırmalarında ortaya koyan Quiroga, aksi takdirde sonumuzun Funes gibi olacağını belirtiyor.
Borges ve Bellek bizi sinirbilim çalışmaları, “olağanüstü beleğe sahip” kişilerin yaşamöyküleri, beynin anatomisi, görme mekanizmasına ilişkin çağdaş kuramlar, Borges’le aynı konulara eğilmiş William James, Gustav Spiller, John Stuart Mill gibi düşünürler arasında renkli bir yolculuğa çıkarıyor.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/borges-ve-bellek/421813.html&manufacturer_id=38801
Peter Fleming
ÇEVİREN:Ebru Kılıç
HAZ. Ferit Burak Aydar
SAYFA SAYISI: 263
ÖLÇÜ: 13,5 x 20 cm.
BASKI: 1. Baskı, Mart 2017
“Çalışmak özgürleştirir” sözü tedavülden kalkmış olsa da, başka bir kılık altında hayatımızı yönetmeyi sürdürüyor. Çalışma ideolojisinin son dönemde iyiden iyiye güçlenip bir “hayat tarzı” haline gelmesinin gerekçelerinden biri, hâlâ hayatta kalmayla ve kaçınılmaz zorunluluklarla karıştırılmasıdır. Peter Fleming bu mitin neoliberal aklın büyük dalaverelerinden biri olduğunu ve çalışmak için yaşamak zorunda kalanlara bu ideolojinin kabul ettirildiğini gösteriyor.
Kapitalizmde çalışmanın fazla mesaiden, vardiya eziyetinden, esnek çalışmadan, şirketlerin ikiyüzlü sosyal sorumluluk projelerinden vb. ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koyan Fleming, “Ben, İş” fonksiyonu adını verdiği kapitalist dayatmaya karşı yeni bir çalışma perspektifi geliştiriyor. Hastalanmanın da uyumanın da “kapitalizme karşı bir direniş biçimi olarak” görülebileceğini vurguluyor. İnsanca yaşanabilir bir ücret, çalışmanın zorunluluk olmaktan çıkması, devletin ötesine geçen demokratik örgütlenmeler, haftada sadece 3 gün ve azami 20 saat çalışma - hiçbirinin ütopya olmadığını anlatıyor.
https://press.ku.edu.tr/tr/kitap/calismanin-mitolojisi
Çevirmen: Ferit Burak Aydar
Yayın Tarihi 2017-03-23
Orjinal Adı A Theory of Militant Democracy - The Ethics of Combatting Political Extremism
http://www.kitapyurdu.com/kitap/militan-demokrasi/420185.html&manufacturer_id=195571