Academia.eduAcademia.edu

Self Determinasyon ve Kırım

SELF-DETERMİNASYON VE KIRIM Ömer Çağrı TECER Abant İzzet Baysal Üniversitesi, S.B.E. Uluslararası İlişkiler A.B.D. Doktora Öğrencisi. Giriş Kırım 1954’de Rus Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine tarihi bağlar, ekonomik kolaylık sağlaması ve Ukrayna’nın Rusya ile birleşmesinin 300. yıldönümünün simgesi olarak bırakılmıştır. SSCB’nin dağılması sonrasında ise hem Kırım hem Ukrayna parlamentoları Kırım’ın önemli politik, ekonomik ve kültürel özerkliğe sahip olmakla birlikte Ukrayna salahiyetinde kalmasına karar vermiştir. Siyasal alanda ise Ukrayna’nın 1996 Anayasası başkanın Kırım Özerk Cumhuriyeti üzerindeki özel gücünü tasdik etmiştir (Özdal & Demydova, 2011: 4). 2013 yılının son aylarında Ukrayna’da baş gösteren olaylar neticesinde, çoğunluğu Rus olan ancak içerisinde Ukraynalı ve Tatarları da barındıran Kırım yarım adasında baş gösteren ayrılıkçı ve Kiev karşıtı söylem ve eylemler sonucunda yeni bir sürece girilmiştir. Bu sürecin ortaya çıkmasındaki en önemli etken Kırım demografik yapısındaki Rus kökenli nüfusun ağırlığıdır. Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde nüfusun milliyete göre dağılımına baktığımızda bu daha net ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kırım’ın yüzde 58,5’ini Ruslar, 24,4’ünü Ukraynalılar, 12,1’ini ise Tatarlar oluşturmaktadır (Vatan Kırım, http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=129, 17.04.14 tarihinde erişildi). Görüldüğü üzere, Kırım yarımadası önemli sayıda Rus kökenli nüfusun yanında, bazı Rus yanlısı siyasi yapılanmalara da ev sahipliği yapmaktadır. Ukrayna devlet başkanı Yanukoviç’in olaylar nedeniyle ülkeyi terk etmesi ve ardından gelişen olaylar neticesinde, 11 Mart 2014 günü Kırım yarım adası yönetimi, Kırım Özerk Cumhuriyeti Meclisi’nde alınan karar doğrultusunda, Rusya’ya katılma amacı ile gerçekleştirilecek olan referandum öncesi bağımsızlığını ilan etmiştir (http://www.aljazeera.com.tr/haber/kirimdan-bagimsizlik-ilani, 17.04.14 tarihinde erişildi). Bu bağımsızlık ilanı, Rusya’ya bağlanma noktasında bir prosedür olarak uygulanmıştır. Kırım Parlamentosu, kararı Birleşmiş Milletler’in (BM) 2010’da Kosova için yaptığı ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ yorumuna dayandırıyor. Parlamentonun internet sitesinde yayımlanan açıklama şöyle (http://www.aljazeera.com.tr/haber/kirimdan-bagimsizlik-ilani, 17.04.14 tarihinde erişildi): 1. 16 Mart 2014 tarihindeki doğrudan halk oylamasının sonucunda Kırım Özerk Cumhuriyeti ve Sivastopol şehri de dâhil olmak üzere Kırım’ın Rusya’ya bağlanma kararı alınırsa, Kırım bağımsız ve egemen bir cumhuriyet olarak ilan edilecektir. 2. Kırım Cumhuriyeti demokratik, laik ve çok milliyetli bir devlet olarak kendi topraklarında barışı, etnik / dini dirliği ve düzeni koruyacağını taahhüt ediyor. 3. Kırım Cumhuriyeti, bağımsız ve egemen devlet olarak, referandum sonuçlarına göre uygun devletlerarası sözleşmelere dayanarak, Kırım Cumhuriyeti’nin Rusya Federasyonu’nun yeni federal birimi olarak Rusya Federasyonu’na dâhil edilmesi talebiyle müracaat edecek. Sonuç itibariyle, bu süreci takip eden günlerde ve bütün uluslararası tepkilere rağmen, 16 Mart 2014 tarihinde yapılan ve Ukraynalıların, Tatarların boykot ettiği referandumdan Kırım’ın Rusya’ya bağlanması yönünde karar çıkmıştır. Hem referandumda onaya sunulan seçeneklerin içeriği hem de geniş bir konsensüs sağlanmadan, bununla alaka olarak toplumun bir kesiminin boykot ettiği bir referandum Kiev yönetimi ve uluslararası kamuoyu tarafından tanınmamıştır. Çünkü referandumda sunulan sorular, (http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/kirimda-tartismali-referandum, 17.04.14 tarihinde erişildi); Kırım’ın Rusya Federasyonu’na bağlanmasını onaylıyor musunuz? 1992 Kırım Anayasası'nın yeniden yürürlüğe girmesini ve Kırım'ın Ukrayna'nın parçası olma statüsünü destekliyor musunuz? Sunulan seçeneklere göre Kırım'ın mevcut statüsünün korunması mümkün gözükmüyordu. Zira 1992 Anayasası'na göre, Kırım Ukrayna'ya sadece özel anlaşmalarla bağlıydı ve bağımsızlığı deklare ediliyordu. Yani oylamadan ikinci seçenek ağırlıkta çıksa bile, Kırım önce bağımsızlığını ilan edip, daha sonra Rusya'ya katılma başvurusunda bulunabilirdi. Çünkü Kırım'da yüzde 60'a varan bir Rus nüfusu vardı ve Kiev bu nüfusun bağımsızlık ilanından sonra da Rusya'ya katılmak isteyeceği endişesini taşımış ve referanduma karşı çıkmıştır. Ancak her şeye rağmen, 17 Nisan 2014 tarihinde ilan edilen sonuçlara göre, referanduma katılanların yüzde 97’ye yakın bir kesimi Rusya’ya katılım yönünde oy kullanmış ve bunun sonucunda da Kırım'da parlamento, resmen Ukrayna'dan bağımsızlık ilan etmiş ve Rusya Federasyonu'na katılmak için başvuru yapmıştır. Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Kırım'ın 'bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasını' öngören Rus parlamentosu tarafından değerlendirilen ve daha sonra oylamaya sunularak kabul edilen kararnameyi imzalamasının ardından; Kırım yönetimi tarafından Rusya’ya bağlanma yönünde başvuru yapılmış, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Kırım'ın Rusya'ya bağlanması ve yeni federal bölgeler oluşturulması anlaşmasını imzalamıştır (http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/03/140318_kirim_tanima.shtml, 17.04.14 tarihinde erişildi). Bütün bu süreç ışığında bakıldığında, Kırım Özerk Yönetimi ve Rusya Federasyonu’nun argümanı ve destek noktası, 1946 yılında San Franciso’da yapılan görüşmelerde Birleşmiş Milletler Şartı’na eklenen (1/2 ve55. Maddeler) ve böylelikle uluslararası hukukun temel prensibi ve kuralı haline gelmiş olan self-determinasyon hakkı olmuştur (Uz, 2007: 65). Ancak self determinasyonun, belirtilen tarih öncesine uzanan tartışmalarından günümüze ulaşan yorumunda ve bundan kaynaklanan yorumlarındaki çeşitlilik, belirsizlik tartışmaları da beraberinden getirmiştir. Bu çerçevede, self-determinasyon hakkının tarihi, temel yorumlarının ve emsal kararlarının incelenmesi, günümüzdeki Kırım örneğinin Uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi noktasında aydınlatıcı olacağı düşünülmüştür. Self-determinasyon Hakkının Tarihi Gelişimi Doğaldır ki, böyle bir hakkın tarihsel olarak ortaya çıkışı 1789 Fransız ihtilali dönemine ve hatta ondan öncesine kadar götürülebilir. Ancak İhtilal öncesi bu hakkın dillendirilmesinde içerik ve algısal noktada ortaya çıkan farkla kendini göstermektedir. Dönemin belirgin çatışma sorunlarından olan mezhepler üzerine ortaya atılmıştır. Buna göre, Self-determinasyon ilk başlarda kendi mezhebini serbestçe belirleme hakkı olarak algılanmış, aydınlanma çağına gelindiğinde ise bireyin kendi kaderini kendisinin belirleme hakkı olduğu yaygın bir şekilde savunulmuş; Bu son görüş, siyasal alanda ulusların kendi kaderini belirleme hakkı olduğu düşüncesine kaynaklık etmiş ve bunun ulus egemenliği anlayışının doğrudan bir sonucu olduğu ileri sürülmüştür. Böylece; self-determinasyon hakkı, Fransız Devrimi sonrasında yoğun olarak kendisinden söz ettirmiştir. (Uz, 2007: 61). Diğer yandan, Ulusun kendi geleceğini belirleme ilkesinden 1688 İngiliz Devriminde ve Amerikan kolonilerinin bağımsızlık savaşında sıkça söz edilmiş fakat devletler hukukuna konu edilmiş şekliyle ele alınmamıştır (Doğan, 2006: 2). Bununla beraber, sözü edilen kavram 18 ve 19. yüzyılda henüz karmaşık bir hale bürünmüş değildi. Çünkü sadece, Kendi kaderini belirleme ilkesi ilk dönemlerde, zaman zaman el değiştiren topraklar bakımından uygulanmış ve belli bir bölge halkından hangi devletin egemenliğini tercih ettiklerini belirlemeleri istenmiş ve belli bir süre zarfında tercih ettiği devletin ülkesine göç etme hakkı tanınmıştır (Uz, 2007: 61). Bu bağlamda, genel olarak görülmektedir ki, batı dünyası self-determinasyon ilkesinin varlığını iki felsefi prensip üzerine inşa etmişlerdir. Bunlardan birincisi, insanların eşitliği, ikincisi de yöneten ile yönetilenler arasında var olduğuna inanılan sosyal-siyasal talep fikridir. Ancak, belirtildiği üzere, bu siyasi temellere rağmen, self-determinasyon fikri 18. Yüzyılın ikinci yarısına kadar gelişme gösterememiş, bu hak sadece bir devlet içerisinde yaşayan kimselerin hükümetlerini belirleme hakkı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, yine de ilk kullanımına baktığımızda, bu ortak irade, 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etme şeklinde görülmüştür (Şahin, 2000: 8). 19. yüzyıldan 20. Yüzyıla doğru gidildiğinde, Fransız İhtilali’nin devlet, millet, egemenlik ve bunların yapılanmasında ortaya çıkardığı düşünsel temellerin yayılmasının sonucu olarak, halk tanımının bazı yeni tanım ve bundan kaynaklanan özellikleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna göre, devlet egemenliği halktan kaynaklanmaktaysa, halk kavramı ise serbest iradeleri ile bir araya gelen insanların tümünü ifade etmiştir (Uz, 2007: 61). Bu süreç içerisinde, 20. yüzyıla gelindiğinde, başta Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson olmak üzere, diğer yandan Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin’in de self-determinasyon üzerine düşünceleri, bu hakkın gelişiminde ve derinleşmesinde etkilerinin, katkılarının olduğu görülmektedir. Marksist doktrinde, self-determisnasyon, kapitalizme karşı özgür olmak ve proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmek amacıyla sedace işçi sınıfına tanınmıştır. Gerçekten Stalin’e göre de bu hak ancak Komünist Parti’nin çıkarlarına izin verdiği ölçüde kullanılabilrcektir (Uz, 2007: 62). Görüldüğü üzere, bu hakkın yorumu ideolojik çerçevede belirtilmiş ve bu ideolojik amaca uygun olarak araç niteliği göstermiştir. Diğer yandan, ABD başkanı Wilson’ın, 18 Ocak 1918’de ilan ettiği 14 ilkede belirtilen self-determinasyon yorumu ise şu şekilde olmuştur. Beşinci maddede, “hiçbir yönetim veya grup, bir halkın yaşadığı bölgenin kendisine ait olduğuna karar verme yetkisine sahip değildir” şeklinde belirtilmiştir (Şahin, 2000: 10). Bu süreç sonrasında, 1. Dünya Savaşı ertesinde kurulan Milletler Cemiyeti, bu hakkın uygulanması ve bundan kaynaklanan belirli bir içtihatın oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu noktada, self-determisnasyon hakkının yorumlanmasındaki ilk ve önemli örnek olan Aaland Adaları uyuşmazlığına değinilmesinde yarar vardır. Aaland Adaları, 1812 yılında İsveç tarafından Finlandiya ile birlikte Rusya’ya bırakıl-mış, 1813 yılında imzalanan antlaşmaya göre muhtariyete sahip olan Finlandiya, 1917 yılında Rusya’dan ayrılmıştır. Finlandiya bu bağımsızlık ilanında, Sovyet hükümetinin 15 Kasım 1917 tarihli deklarasyonuna dayanıyordu. Rusya Merkezi Yürütme Komitesi 4 Ocak 1918 tarihinde Finlandiya’nın bağımsızlığını tanımakla beraber askerlerinin Finlandiya’dan çekilmesini kabul etmemiştir. Aaland Adalarında yaşayan nüfusun çoğunluğu İsveç asıllı idi. Adaların İsveç asıllı halkı Finlandiya’nın bağımsızlığını desteklemekle birlikte kurulması planlanan Finlandiya devletinden ayrı bir oluşum istemekte idiler. Finlandiya ise Adaların kendi egemenliği altında kalmasını istiyordu. İngiliz hükümeti, bu uyuşmazlığı, Milletler Cemiyeti Misakı’nın 11. maddesine dayanarak 19.06.1920 tarihinde Milletler Cemiyeti önüne getirmiştir. 12.07.1920’de Finlandiya’nın kendi egemenlik yetkisi içinde yer aldığı ge-rekçesiyle bu başvuruya yaptığı itiraz üzerine Milletler Cemiyeti Konseyi konuyu incelemek üzere bir hukukçular komisyonu atamıştır. Eylül 1920’de konu ile ilgili raporunu Konsey’e teslim eden Hukukçular Komisyonu, Finlandiya tarafından yapılan itirazı, Finlandiya’nın özel durumu nedeniyle reddetmiştir. Buna göre, Finlandiya, henüz kesin olarak kurulmuş, statüsü belli olmuş bir devlet değildir ve bu şartlar altında, uyuşmazlık konusu, münhasıran Finlandiya’nın yetkisi içinde görülemez. Raporda ayrıca bağımsızlık sürecinde Finlandiya ile Adaların İsveç asıllı halkının farklı amaçlar güttükleri, Finlilerin bağımsız bir Finlandiya devleti kurulması isteğine karşın, Adaların İsveç toplumunun, İsveç’le birleşme amacı taşıdık-ları ve bunu başaramadıkları takdirde tam bağımsızlık istedikleri vurgulanmıştır (Uz, 2007: 63 vd). Ayrıca, Finlandiya’nın o dönem için halen kurulma aşamasında bir ülke olması durumundan dolayı, devletler camiasının eşit ve bağımsız bir üyesi olan bir ülkeye yönelik yapılacak olan bir self-determinasyon talebinin uluslararası bir boyutu olmadığı yönündeki kabulün geçerli olmadığını belirtmiştir. Bununla birlikte, devletlerin egemenliklerini açık bir şekilde, egemenliği altında yaşayan toplumların aleyhine olarak kötüye kullanması halinde, ortaya çıkacak uyuşmazlıkların konusu itibariyle devletin münhasır yetkisini aştığını belirtmektedir (Arsava, 1981, aktaran; Uz, 2007: 64) (Konkenniemi, 1994: 243). Bu nedenle, uyaşmazlığın uluslararası bir nitelik kazandığını kabul etmiş ve Konsey’in bu uyuşmazlığa yetkili olduğunu belirtmiştir. Süreç sonunda, Raportörler Komisyounu’na göre (MC’nin 10. Maddesinin devletlerin toprak bütünlüğünü açık bir şekilde garanti altına almış olmasının etkisi ile), Finlandiya, bağımsızlık bildirgesinde belirtildiği gibi bir devlet kurmuş olup Aaland Adaları da hukuki olarak (de jure) Finlandiya Cumhuriyeti’nin bir parçası olduğunu belirtilmiştir. Komisyon ayrıca, dinsel, dilsel, etnik, ırksal veya toplumdaki diğer azınlık gruplarının kendi istek ve arzuları doğrultusunda ait oldukları devletten ayrılma hakkını kullanabilmelerini, devletin rıza göstermesi şartına bağlamıştır. Buna göre; hukuki olarak Finlandiya’nın bir parçası olan Aaland Adaları sakinleri, Finlandiya istemedikçe ayrılma hakkını kullanamazlar. Nihayet Milletler Cemiyeti Konseyi, Aaland Adaları üzerinde Fin egemenliğinin tanınması yönünde karar almış ve Finlandiya ile İsveç, Adalarda İsveç dilinin kullanılması ve siyasal kurumların özerkliği konusunda anlaşmaya varmışlardır (Uz, 2007: 65). Sonuç olarak Aaland adaları sorunu, self-determinasyon hakkının tanınması yerine tamamen bir azınlık koruması ile çözülmüştür. 2. Dünya Savaşı sonunda kurulacak olan Birleşmiş Milletler sistemine kadar, self-determinasyon hakkının azınlık haklları çerçevesinde çözüme ulaştırıldığı görülmüştür. Bu hak, devletlerin toprak bütünlüğü ve egemenliğinin üzerinde görülmemeştir. Ancak, BM yapılanması sonrası dünyanın içerisine girmiş olduğu dekolonizasyon sürecinin de etkisi ile ortaya çıkan yeni statüko bu hakkın yorumuna daha fazla çeşitlilik getirmiştir. 2. Dünya Savaşı Sonrası Dönemde Self-Determisnasyon ve Ortaya Çıkan İçtihat Self-determinasyon ilkesi, resmi olarak ilk defa Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1/2 ve 55. maddelerinde yer almış ve uygulanan uluslararası hukukta kabul edilmiştir. Bu da Sovyetler Birliği’nin katkılarıyla olmuştur. 1946’da San Francisco’da yapılan görüşmelerde, Sovyetler Birliği’nin öncelikle önem verdiği “halkların eşit hakları ve self-determinasyon ilkesine saygı” ibaresi BM Şartı’nın 1/2 ve 55. maddelerinde yer almıştır. Şart’ın 1. maddesinin 2. fıkrasında “milletlerarasında, halkların eşit hakları ve kendi kaderlerini kendilerinin kararlaştırması ilkesine dayalı dostane ilişkilerin geliştirilmesi” fıkrasında ise “insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının geliştirilmesi ve teşvik edilmesi”, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın amaç ve ilkeleri arasında sayılmıştır. Bu ifadeler, Ekonomik ve Sosyal Konseyin yetkilerini açıklayan 55. maddede de tekrarlanmıştır. Diğer taraftan, Şart’ın 51. maddesinde, devletlere kendi varlıklarına yönelen saldırılara karşı meşru müdafaada bulunma hakkı tanınmış ve böylece üye devletlerin toprak bütünlüklerini koruması için self-determinasyon hakkına sınırlama getirilmiştir. Ancak bu genel ifadeler, yorumlarda farklı kampların oluşmasına neden olmuştur. Ancak genel itibariyle bakıldığında, BM’nin temel ilkelerinden olan ve temel egemenlik hakkını koruyarak, doktane ilişkilerin geliştirilmesi noktasında koşul olan toprak bütünlüğüne saygı ve devletlerin egemen eşitliğinin asıl olması durumu, bu hakkın yorumlanmasında dikkate alınması gereken ilkeler olması yönündedir. Sömürge devletlerinin bu haktan yararlanmaları istisnai bir uygulama olarak görülmüş, koşullar kendi içerisinde özel bir yoruma tabi tutulmuştur. Günümüze değin ulaşan içtihatın dayandırıldığı temel uluslararası hukuk belgeleri ise şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: Self-determinasyon ilkesine yönelik ilk olarak BM’nin 421 D (V), 545 (VI) ve 637 (VII) no’lu kararları dikkat çeker. Ancak bu yönde asıl önemli karar 14 Aralık 1960 tarihinde BM’nin aldığı, 1514 (XV) no’lu kararıdır. BM Genel Kurulu’nun, 1952’deki 545(VI) sayılı kararıyla, bu hakkın daha etkin bir şekilde hayata geçirilebilmesi amacıyla izlenmesi gereken yol ve yöntemleri araştırmak için İnsan Hakları Komisyonu’nu görevlendirmesi sonrasında alınan ve “Sömürge Yönetimi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri”nin yayımlandığı bu kararda, BM Şartı’nın 1/2 ve 55. maddelerin kapsamı biraz genişletilmiş ve 6. paragrafta self-determinasyon ilkesinin gerçekleştirilmesinin, ülkenin toprak bütünlüğü ilkesi dâhil diğer BM Şartı ilkelerine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Sözkonusu kararda vesayet altındaki ülkelerle, muhtar olmayan ülkelere, dekolonizasyon sürecindeki önemleri nedeniyle özel olarak yer verilmiştir (Uz, 2007: 67). Ancak 1514 sayılı kararda da yine görülmektedir ki, bu süreçte devletlerin, temel uluslararası hukuk kuralı olan BM şartı ve ondan kaynaklı belgeler dahilinde belirtilmiş olan, eşitlik ilkesi, bütün ülkelerin iç işlerine karışmama ve tüm halkların egemenlik haklarına ve ülkesel bütünlüklerine saygı gösterme ilkelerine dayanacakları ve riayet edecekleri beyan edilmiştir (Şahin, 2000: 21). Self-determinasyon ilkesine yer veren bir diğer BM Genel Kurulu kararı da 14.12.1962 tarihli ve 1803 (XVII) no’lu ‘Doğal Kaynaklar Üzerinde Sürekli Egemenlik Bildirisi’dir. Sözkonusu Bildiri ile doğal kaynaklar üzerindeki egemenlik, self-determinasyon ilkesinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Buna göre, bu egemenlik ilgili devletin halkının yararına kullanılmalıdır ve yabancı yatırımlar ilgili devletin doğal kaynakları üzerindeki egemenlik hakkını kısıtlamamalıdır (Uz, 2007: 67). Yine; anılan ilkeyi teyid eden ve açıklayan çok önemli bir karar da 24.10.1970 tarihli ve 2625 (XXV) no’lu “BM Antlaşmasına Uygun Olarak Devletler Arasında İşbirliği-ne ve Dostça İlişkilere İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi”dir. (Dostane İlişkiler Bildirisi). Bu Bildirinin giriş kısmında self-determinasyon ilkesinin uluslararası hukukun diğer ilkelerinin ayrılmaz bir parçası olduğu belirtilmiştir. Dostane İlişkiler Bildirisi, önceki BM kararlarından farklı olarak, temsili hükümeti seçme hakkını bütün halklara tanımıştır. Fakat self-determinasyon ilkesinin kullanılmasının, ülkenin toprak bütünlüğünü bozma yönünde olamayacağı burada da yinelenmiştir (Uz, 2007: 67 vd). Öte yandan, BM Genel Kurulu tarafından 16.12.1966’da kabul edilip üye devletlerin imzasına ve onayına sunulduktan sonra, 1976 yılında yürürlüğe giren iki insan haklan sözleşmesi (İkiz Sözleşmeler), yani Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Eko-nomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de, bu ilkeyi açıkça teyit etmekte ve an-lamına açıklık getirmektedir. Öncelikle; İkiz Sözleşmelerin 1. maddesinde self-determinasyon bir hak olarak yer almıştır. Böylece self-determinasyon bir ilke olarak değil, taraf devletleri bağlayıcı bir hak olarak kabul edilmiştir. Buna göre; “Bütün halklar self-determinasyon hakkını haizdir. Bu hak uyarınca siyasi statülerini serbestçe tayin ederler ve iktisadi, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe gerçekleştirirler. Bütün halklar, kendi amaçları için, milletlerarası hukuk ve karşılıklı fayda ilkesine dayalı milletlerarası iktisadi işbirliğinden doğan yükümlülükleri saklı olmak üzere, kendi doğal zenginlik ve kaynaklarını serbestçe kullanabilirler. Bir halk hiçbir durumda, kendi geçim olanaklarından mahrum edilemez. Muhtar olmayan ülkelerin ve vesayet altındaki ülkelerin idaresinden sorumlu olanlar da dâhil olmak üzere, bu konvansiyona taraf olan devletler, Birleşmiş Milletler Şartı hükümlerine uygun olarak self-determinasyon hakkının gerçekleştirilmesini teşvik edecekler ve bu hakka saygı göstereceklerdir.” (Uz, 2007: 68). Ayrıca, BM Genel Kurulu’nun kararları dışında, konuya yer veren belgelerden biri de, 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Bildirisi’dir. Söz konusu Bildiri’nin 19. maddesinde halkların eşitliği, 20. maddesinde de self-determinasyon hakkı düzenlenmiştir. 20. maddenin 1. fıkrasında “Bütün halklar varolma hakkına sahiptir. Ayrıca devredilmez ve vazgeçilmez self-determinasyon hakkına sahiptir. Böylece kendi siyasi düzenlerini tespit edebilirler, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini kendi özgür politikalarıyla tayin edebilirler” denilerek self-determinasyon hakkı bütün halklar için kabul edilmiştir. 2. fıkrada ise sömürge ve baskı altındaki halkların baskı altından kurtulma haklarının olduğu belirtilmiştir. Benzer şekilde; 1990 yılında imzalanan Yeni Avrupa için Paris Şartı’nda da self-determinasyon hakkına yer verilmiş olup, bu hak, Birleşmiş Milletler belgelerindeki anlamıyla ve ülkenin toprak bütünlüğü ilkesinin de içinde bulunduğu uluslararası hukuk ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla kullanılabileceği belirtilmiştir (Uz, 2007: 69). Özetle, bu külliyat bu hakkın sınıflandırılması noktasında bir ayrım yapabilme imkanı sunmaktadır. Görülmektedir ki, self-determinasyon iç ve dış olarak ikiye ayrılmakta ve olayların değerlendirilmesinde de bu sınıflar dikkate alınmaktadır. İç self-determinasyon olarak belirtilen husus, halkların kendi yönetim biçimlerini tayin ve tertip etme hakkı ve ülkeleri üzerindeki her türlü kaynağın tasarrufunu belirleyebilme hakkı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dış self-determinasyon hakkı ise, halkların uluslararası sistemde bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmanın şartlarını sağlama koşulu ile, maruz kaldıkları sömürü, baskı, ayrımcılık ve zulüm neticesinde mevcut yönetim dışında kendi egemen, bağımsız devletlerini tesis etme hakkıdır. Diğer bir ifade ile bir halk uluslararası statüsünü bağımsızlık, özgür ortaklık veya entegrasyon seçeneklerinden birini seçerek belirlediğinde, bu genellikle self-determinasyonun dış uygulaması olarak görülürken; demokratik yönetim biçiminin geliştirilmesi, siyasal katılım ve demokratik haklar iç self determinasyonun ifa edilmesi olarak anlaşılmaktadır (Şahin, 2000: 39). Hakkın uygulanma şartları veya bir hak olarak devlet, uluslararası kamuoyu ve onun organları tarafından kabül ve meşru görülmesinin, oluşan evrensel mevzuatın da işaret ettiği üzere bazı şartlara bağlandığı görülmektedir. Bu şartlar (Uz, 2007: 70 vd); Self-determinasyon ilkesinin, başlangıçta sömürge altında olan devletler için ortaya konulduğu gözlenmektedir. BM Teşkilatı, asıl amaç olarak self-determinasyon ilkesine dayalı olarak dekolonizasyon sürecini başlatmayı ve dostane ilişkileri geliştirmeyi ön plana çıkartmıştır. Bunun sonucunda, 1960’lar ve 1970’ler dekolonizasyon sürecinin hız kazandığı ve sonuçlandığı dönemlerdir, Self-determinasyon hakkının, koloni yönetiminden kurtulma hakkı tanıdığını ancak bu bölgelerin kendi devletlerinden ayrılma hakkını içermediğini vurgulamıştır, Bu aşamadan sonra, yani self-determinasyonun dekolonizasyon sonrası dönemde, sömürgelerin yanı sıra yabancı boyunduruğu altında olanlar ve ırksal baskı altında olanlar için de geçerli olmuştur. Ancak buna, Dostane İlişkiler Bildirisinin 7. maddesinde şu şekilde bir açıklama getirilmiştir: “Eğer bir devlet, ülkesindeki herkesi, renk, ırk, dil, din, ayrımı gözetmeksizin bütünüyle temsil eden bir yönetime sahipse, devletin ulusal ve ülke bütünlüğünü ihlal edecek şekilde self-determinasyon hakkının varlığı kabul edilemez.” Bu çerçevede, koşul ve bazı durumlara bağlayan self-determiasyonun uluslararası mevzuat ve içtihatları, devletler içerisinde yer alan azınlıkların bu haktan yararlanma şartlarını da yine, devletlerin toprak bütünlüğüne zarar vermeyecek şekilde ele almıştır. Ancak burada yine yukarıda bahsi geçen istisnai durumlar dışında bu ilke göz önüne alındığını belirtilmesi gerekir. Bu konuda, atıf yapılan AGİT Helsinki Nihai Senedi’nde (HFA), self-determinasyon hakkı ile azınlık hakları, ayrı ayrı ilkeler olarak düzenlenmiştir. İkinci olarak, azınlık hakları ile ilgili Kopenhag Bildirisi’nde, self-determinasyon hakkından hiç bahsedilmemiştir. Dahası, azınlık hakları, çoğulcu demokratik siyasi sistemlerin çerçevesi içinde gerçekleştirilebilecek insan haklarının bir parçası olarak görülmüştür. Üçüncü olarak, bu haklar, bazı insanların oluşturduğu topluluklardan çok ulusal azınlıklara tanınmıştır. Ve nihayet, düzenlemelerin hiçbir yerinde azınlıkların böyle bir hakkı olduğundan bahsedilmemiş hatta ima bile edilmemiştir. Hatta Kopenhag Bildirisinde, belirtilen taahhütlerin hiçbirisinin, devletin ülke bütünlüğü başta olmak üzere uluslararası hukuk ilkeleri ve BM Şartı’nda belirtilen ilkelerin amaçlarına aykırı hareket etmeyi içerdiği şeklinde yorumlanamayacağı belirtilmiştir (Uz, 2007: 71). Bu kapsamda, belirtilebilir ki, bir ülkedeki azınlık gruplarının mevcut tabi oldukları devletlere karşı self determinasyon hakklarının kullanımı, eğer bu azınlıklar yine mevcut yönetim içerisinde fiili ve resmi ayrımcılık, sömürü, şiddet ve baskıya maruz kalıyorlarsa bir hak olarak değerlendirilmektedir. Aksi takdirde, mevcut çoğulcu, demokratik yönetim altında kendi kimlik ve özlük haklarını koruyan sistemin azınlık halkların böyle bir hakkı talep etmelerini, devletlerin toprak bütünlüğü ve egemenliği ilkesi sınırlamasına tabi olarak olanaksız kıldığı kabül görmüştür. Ayrıca, bir devletin ülkesinin bir kısmının, o ülkenin yönetiminden ayrı ve bağımsız bir şekilde yapılanması olan ‘ayrılma hakkı’ üzerine yapılan tartışmalar da yine yukarıda bahsi geçen koşul ve ilkeler göz önüne alınarak değerlendirilmektedir. Yani, insanların hayatları veya kültürel özerkliği tehlikeye düşerse veya halk sürekli olarak ekonomik yoksulluk içinde kendisinin sömürüldüğünü hissediyorsa, ayrılmanın haklı gerekçesi vardır. Ancak BM uygulamalarına bakıldığında, bu konu 1514 ve 2625 no’lu kararlarında Genel Kurul tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. 1514 no’lu karar açıkça, mevcut devletten ayrılmayı yasaklamıştır. Buna göre; “ülkenin toprak bütünlüğü ve ulusal bütünlüğünü kısmen ya da tamamen yok etmeye yönelik girişimler, BM Şartı’ndaki ilkelerin hedefleri ile bağdaştırılamaz.” Aynı şekilde; 2625 no’lu karar daha geniş bir düzenleme getirmiş olsa da asıl amaç değişmemiştir. 24.10.1970 tarihli ve 2625 (XXV) no’lu Dostane İlişkiler Bildirisi’nin 8. maddesinde de, devletlerin ülkesinin bölünmezliği ilkesine, self-determinasyon ilkesine nazaran daha fazla ağırlık verilmiştir. Buna göre; “Her devlet, diğer herhangi bir devletin ulusal ve ülke bütünlüğünü kısmen veya tamamen yok etmeye yönelik eylemlerden kaçınacaktır” (Uz, 2007: 74). Sonuç itibariyle görüldüğü gibi, nüfusun tamamını temsil eden bir yönetime sahip mevcut bir devletten ayrılma hakkı hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Self-determinasyon hakkı, sınırları değiştirmeyi ve ülke bütünlüğünü ortadan kaldırmayı, devletin açık rızası istisna teşkil etmekle birlikte, içine almaz. Bu da göstermektedir ki, şartlar ne olursa olsun, ülkenin toprak bütünlüğü ilkesi, self-determinasyon ilkesinden öncelikli bir konumdadır. Self-determinasyon hakkı üzerine süreç içerisinde ortaya çıkmış ve oluşturulmuş hukuki müktesebatın çokluğuna karşın onun yorumu ve ayrıntılarına yönelik halen genel kabül gören bir görüş yoktur. Bunun nedeni, bu hakkın hukukililğin yanında, siyasi boyutunun da baskın bir özellik olmasıdır. Bu çerçevede, yukarıda bahsi geçen müktesebatın bazı olaylarda nasıl yorumlandığı ve emsal teşkil ettiği üzerinde durulması yerinde olacaktır. Bu örnekler, tıpkı Aaland Adası kararı gibi günümüz olaylarının değerlendirilmesinde ışık tutmaktadır. Sonuç Yerine: Kırım, Self-Determinasyon, Tarihi Tecrübeler Kırım, Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan etmesi ile bu ülke içerisinde kalan ve 1997 yılında da Rusya ve Ukrayna arasında imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması ile statüsü tastik edilen bir bölgedir (Bilener, 2007: 123). Bu tastiğin bir önceki referansı ise 1994 yılında, Ukrayna’nın bağımsızlık sonrası oluşan statüko kapsamında, Sovyet döneminden elinde kalan nükleer silahların Rusya Federasyonu’na vermesi karşılığı, kendi toprak bütünlüğü ve egemenliğinin bu ülke tarafından tanınması kapsamında imzalanan Budapeşte Güvenlik Teminatı Memorandumu’dur (Budapest Memorandum of Security Assurances) (Pifer, 2014). Bu çerçevede, uluslararası hukuk ve devletler camiası tarafından bağımsızlığı tanınan ve toprak bütünlüğü, egemen eşitlik zemininde varlığını sürdüren Ukrayna’nın bir parçası olan Kırım’ın self-determinasyon ve ‘ayrılma hakkı’nı kullanması ne derece gerçekçi nedenlere ve gerekçelere sahiptir? Aaland Adaları meselesi ve sonucunda ortaya çıkan içtihati karara bakıldığında, bağımsızlığını kazanmış ve devletleşme sürecinde olan bir ülkenin (Finlandiya) (ki Ukrayna ile karşılaştırıldığında böyle bir durum söz konusu değildir, çünkü Ukrayna bu süreci çoktan aşmış ve uluslararası ve ikili anlaşmalar ile bunu tastik ettirmiştir) egemenliği altında olduğu ilan edilen bir bölgenin, iddia edildiği üzere yine MC tarafından tastik edildiği görülmektedir. Bunun nedeni, bölgede yaşayan ve bağımsızlık isteyen İsveçlilerin taleplerine karşılık olarak sağlanacak azınlık haklarının bu ayrılma, self-determinasyon hakkına engel olacağıdır. MC burada Finlandiya’nın toprak bütünlüğü çerçevesinde karar verdiği görülmektedir. Çünkü azınlık vb. hakların garanti edilmiş olması, o bölgede yaşayanların bu hak doğrultusundaki taleplerinin meşruluğunu ortadan kaldırmıştır. Diğer yandan, daha yakın bir örneğe gelindiğinde, 1991 yılında Yugoslavya halkının bir unsuru olan Bosna-Hersek ve Hırvatistan’daki Sırp nüfusun self-determinasyon hakkına sahip olup olmadığı konusunda Sırp Cumhuriyeti tarafından Tahkim Komisyonuna başvurulmuştur. Komisyon; öncelikle, uluslararası hukukun hâlihazırda self-determinasyon hakkını tüm unsurlarıyla birlikte ortaya koymadığını belirtmiş, sonrasında da devletçe aksi kabul edilmiş olmadıkça, self-determinasyon hakkının, toprak bütünlüğü ilkesi uyarınca varolan sınırları değiştirmeyi içermediğini vurgulamıştır. Diğer taraftan; Komisyona göre, bir devletin ülkesinde yaşayan bir veya daha fazla etnik, dilsel, dinsel v.s. toplulukların uluslararası hukukta, kendi kimliklerinin tanınması hakkı vardır, uluslararası hukuk normları, devletlerin azınlık haklarına saygı göstermesini gerektirir. Komisyon, Bosna-Hersek ve Hırvatistan’daki Sırp nüfusun, 4 Kasım 1991 tarihli Yugoslavya Konferansında imzalanan sözleşmenin 11. bölümündeki düzenlemelerin yanı sıra, azınlık haklarını garanti altına alan diğer uluslararası sözleşmelerce azınlıklara tanınan haklardan yararlanması gerektiğini belirtmiştir. Nihayet Tahkim Komisyonu, self-determinasyon hakkının, Bosna-Hersek ve Hırvatistan’daki Sırp nüfusu kapsamadığına, bu yüzden kendi iradeleri ile kendi geleceklerini tayin edemeyeceklerine karar vermiştir. Ancak Komisyona göre, Hırvatistan ve Bosna-Hersek, uluslararası hukuk gereğince Sırp azınlığa yönelik yükümlülükler taşımaktadır (Uz, 2007: 71 vd). Yine görülmektedir ki, Kırım’daki duruma tam olarak benzemese de yine bir devletin ardılı ülkeler arasında cereyan eden self-determinasyon ya da ayrılma yönlü hak talepleri, BM tarafından toprak bütünlüğü ve azınlık hakları çerçevesinde değerlendirilmeye tabi tutulmuştur. Mesela, son dönemde, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un açıklamalarında başvurduğu Mayotte ve Kosova örnekleri, Ukrayna'daki durum açısından pek de referans sayılmaz. Söz konusu mukayeseler, Rusların Doğu Ukrayna ve Kırım üzerindeki iddialarını destekliyor gibi görünüyor. Ama derinlemesine bir analiz, Mayotte ve Kosova'nın niçin birer model teşkil edemeyeceğinin kolayca anlaşılmasını mümkün kılıyor. Bağımsızlık sürecinin ortasında Fransa'ya katılmak için Komorlar'dan ayrılan Mayotte Adası örneğinde, aslında kurulu, bağımsız bir antiteden ayrılma gibi bir durum değil, statüko ile bağımsızlık arasında demokratik bir tercihte bulunup seçim hakkının mevcut kurumsal çerçeveden yana kullanılması söz konusuydu. Kosova'daki bağımsızlık referandumu ise Sırbistan'ın etnik soykırım seviyesine varan sivil ölümleri gibi geniş çaplı suçlarının ardından yapılmıştı; oysa Kırım'da Rusya yanlısı sivil nüfustan ölen olmadı. Ukrayna vakasının kendine has ve oldukça tartışmalı bir yönü de, Kırım'ın ayrılma sürecinin Moskova'nın teşvikiyle şaşırtıcı bir hızla gerçekleşmesiydi (Piet, 2014). Sonuç olarak, self-determinasyon hakkı uluslararası hukukun temel prensiplerinden biri olsa da onun siyasi boyutu her zaman daha ön planda olmuştur. Kırım’ın bağımsızlık ilanı ve daha sonra Rusya Federasyonu’na katılımı da her ne kadar uluslararası hukuk ve ondan kaynaklanan içtihat çerçevesinde meşru olarak değerlendirilmese de yeni bir statüko ortaya çıkarmıştır. Ayrıca, bu hakkın yorumu konusunda da yeni bir içtihatta sunmuştur ki bu içtihat Abhazya ve Güney Osetya’dan başlayan bir süreçte Rus okumasının yeni bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Bunun yanında, keza modern tarih, Rusya ile NATO güçleri arasındaki tartışmalı jeopolitik alandan birkaç ayrılıkçı örnek daha sunuyor bize. Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasından sonra, Doğu Avrupa'da Moldova, Kafkasya'da da Gürcistan, bugün Ukrayna'da yaşanan çalkantının bir benzerini yaşadı. Gürcistan'da Abhazya ve Güney Osetya; Moldova ile Ukrayna arasındaki topraklarda ise Transdinyester Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti. Ancak burada da altı çizilmesi gereken birçok farklılık söz konusu. Gürcistan ve Moldova örneklerinde, kendi sınırları içinde kontrol sağlayamayan, yeni bağımsız olmuş, zayıf ülkelerden bir toprak kopuşu söz konusuydu. Ukrayna hükümeti ise henüz yakın zamana kadar Kırım ve doğudaki cumhuriyetler üzerinde tam yetki sahibiydi (Aaland Adası kararından daha güçlü bir şekilde). Gürcistan ve Moldova'da mesele, bağımsız kurumların henüz net olarak kurulmamasıydı ki, Ukrayna için aynısı geçerli değil. Şu anda burada çok açık bir şekilde yaşanan, bariz bir dış etki ve destekle bağımsız bir devletten şiddet içerikli bir kopuş; Ukrayna'nın egemenliğinin Moskova eliyle açık bir şekilde ihlalidir (Piet, 2014). Bu noktada, ironik ve dramatik olarak, aynı Rus okumasında Çeçenistan’ın bağımsızlık ve self-determinasyon taleplerinin karşılık bulamamış olmasını da yine yukarıda belirtildiği gibi hakkın kullanımı ve genel kabulü noktasında siyasi yönünün daha ön planda olmasının kanıtı olarak ortaya konulması gerekir. Kaynakça Bilener, T. (2007). Ukrayna Dış Politikasını Etkileyen Unsurlar. Karadeniz Araştırmaları. (13), 115-132. Doğan, İ. (2006). Siyasal Bir İlke Olarak Halkların Kendi Geleceğini Belirleme İlkesine Devletler Hukuku Açısından Bakış. Kamu Hukuku Arşivi, 1-11. Konkenniemi, M. (1994). National Self Determination Today: Problems of Legal Theory and Practice. International and Comparative Law Quarterly, 43, 241-269. Özdal, H., & Demydova, V. (2011). Türkiye Rusya İlişkileri: Yüksek Potansiyel, Düşük Voltaj. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Avrasya Araştırmaları Merkezi. Ankara: USAK. Piet, R. (2014). Doğu Ukrayna ve Yakın Geçmişten Dersler. Nisan 18, 2014 tarihinde Aljazeera Türk Web Sitesi: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/dogu-ukrayna-ve-yakin-gecmisten-dersler adresinden alındı. Pifer, S. (2014). Honoring Neither the Letter nor the Law. Nisan 18, 2014 tarihinde Foreign Policy Magazine Web Sitesi: http://www.foreignpolicy.com/articles/2014/03/07/honoring_neither_the_letter_nor_the_law_ukrainian_nuclear_weapons adresinden alındı. Şahin, M. (2000). Avrupa Birliğinin Self-Determinasyon Politikası. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Uz, A. (2007). Teori ve Uygulamada Self-Determinasyon Hakkı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 3(9), 60-81. Vatan Kırım, http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=129, 17.04.14 tarihinde erişildi. http://www.aljazeera.com.tr/haber/kirimdan-bagimsizlik-ilani, 17.04.14 tarihinde erişildi. http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/kirimda-tartismali-referandum, 17.04.14 tarihinde erişildi. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/03/140318_kirim_tanima.shtml, 17.04.14 tarihinde erişildi. 15