Niye
Yaratıldım?
12
14
Ramazan
Bayramı
Bizim
Sabır Taşımız
Çatlamaz
AHMED YAŞAR
HOCAEFENDI
ENVER BAYTAN
HOCAEFENDI
MAHMUT TOPTAŞ
İnsan kendini çok beğenir,
çok akıllı olduğunu zanneder
ve her şeyi bildiğine inanır
fakat aslında cehalet içerisinde
yüzdüğünden dolayı asırlar boyu
kendisinin niye yaratıldığını dahi
bilememiş, böyle bir meseleyi
halledememiştir.
Ömürlerin, mübarek günlerin
kıymetini bilemeyen, böyle günlere
erişip de hala zevkinden, keyfinden
başka bir şey düşünmeyen,
memleketin selameti namına bir
iş yapmayan kimselere acımak
ve onları bu gaflet uykusundan
uyandırmak lazımdır.
Sabretmek demek,
zillet içerisinde yaşamak,
boyun eğmek, sünepe
sünepe dolaşmak değildir.
Sabır, izzetini korumak
demektir.
Zamanı
18 Sabır
Dinde
Günaha
Sahte Otoriteler
66 Öncelik
70
Meyletmemektir
NUREDDIN YILDIZ
NIYAZI KASAPOĞLU
BEDRI GENCER
Sabır, kalple icra edilen
ibadetlerden biridir. Sadece
Eyyüb aleyhisselamın karakteri
değildir, Allah diyenlerin
hepsinin karakteri olmalıdır.
Şuurlu bir mü’min, günahın
küçüklüğüne değil de bu günahı
kime karşı işlediğine bakmalıdır.
ki o zaman küçük günahın
küçüklüğüne değil de Allah’ın
kudret ve azametine odaklanıp
kalır ve küçük günahın küçük
kalamayacağı kanaatine varır.
Din alanındaki tedennî,
toplumu uçlara savuruyor.
Bunun ana sebebi, peygamber
varisi âlim ve şeyhlerin câmiye
bağlı medrese ve tekke gibi
kurumlar sayesinde yaşattığı
“sünnet olarak din” anlayışının
çözülmesi.
7,50
6
İÇİNDEKİLER
06
Üç Aylık Dergi 2016/2 Sayı 42
Sahibi
Hüseyin YAVUZ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hüseyin YAVUZ
Tasarım
Nuhun Gemisi
M. Semih Taneri
Ma’kılî Hat
Ali Toy
Baskı
Neşe Matbaacılık A.Ş
Niye Yaratıldım?
Ahmed Yaşar Hocaefendi
Fiyatı /7,50 TL
Abone Ücreti (Yıllık, 4 sayı)/30 TL
Hesab No
Kuveyt Türk Fatih Şubesi 923479
IBAN TR82 0020 5000 0009 2347
9000 01
(Hüseyin YAVUZ)
Posta Çeki
5825292 (Hüseyin YAVUZ)
Adres
Yeni Mahalle Ensar Sok. No:3/2
34055 Rami-Eyüp/İSTANBUL
İletişim
Tel: 0212 581 21 15
Cep: 0538 700 93 23
Trabzon İrtibat
0532 571 76 69
0544 326 48 59
e-posta
reyhandergisi@hotmail.com
web
reyhandergisi.com
REYHAN’da yayımlanan yazıların
mesuliyeti yazarlarına aittir.
Yazıların yayımlanmasından
yayın yürütme kurulu mesuldür.
Yayımlanmayan yazılar iade
edilmez.
Es-Sabur
Ramazan Bayramı
10
12
Enver Baytan Hocaefendi
Sabır Nedir
İlim Tahsilinde Ulemâdan
Sabır Örnekleri
17
26
Ali Bulut
Nimete Sabır
Nasihatnâme
29
30
İbrahim Cücük
Sabreden Derviş
35
Musa Taner
Sebatsız Kariyer Hesapları
ya da Tepede Kaç Kişi Kaldı?
36
Selim Demirci
İmanî Gösterge
Seyit Ali Güşen
İbadetlerde Sabır ve Sebat
Hüseyin Altıntaş
40
42
14
18
Bizim Sabır Taşımız Çatlamaz
Sabır Zamanı
Mahmut Toptaş
Nureddin Yıldız
Sabır İmanın Kıvamıdır
45
Neden Sabretmeliyiz?
46
Sabır Boyun Eğmek Değil
Mücadele Etmektir
48
İmân Ahlâkının Çoğu
Sabra Dâhildir
65
Öncelik Günaha
Meyletmemektir
66
Niyazi Kasapoğlu
Ömer Tozal
Dinde Sahte Otoriteler
Sabrın Kaynağı ve Mahiyeti 52
Bedri Gencer
Muhammed Selman Tüfekçioğlu
Kelâm-ı Kibâr
Kur’ân-ı Kerîm’de
Sabır ve Muvafâkiyet
Arasındaki İlişki
54
Mezhep Nedir, İhtiyaç mıdır? 78
Kitâbe-i Seng-i Mezar
56
Şeref Akbulut
82
Ahmet Çınar
Ezherliler ve Bizim Talebe-i
Ulûm -I
84
Kazanlı Halim Sabit
Hülâsa-i Kelâm “Sabır”
58
Karamsarlık ve Yalnızlık
Harama Sürükler
60
Ramazan Ögtem
77
Ahmet Aydın
Mehmet Akif Alpaydın
Durun Kalabalıklar
Bu Acele Niye?
70
İran’ı Gezmek
88
Ensar Selman Karagüzel
Neden Doymuyoruz
Prof. Dr. Ekrem Algün
94
REYHAN’dan...
Dünya hayatı acısıyla-tatlısıyla, başıyla-sonuyla Allah Teâlâ’nın kullarını imtihan ettiği bir meydan. Bu meydanda başarılı olabilmenin
esaslarından biri de sabırlı olmak.
Sabırdan kastımız sadece musibet anında gösterilen direnç değil tabii ki. Bunun tam tersi diyebileceğimiz sıkıntıdan uzak, rahat, refah, güzel bir hayat karşısındaki imtihanı da ancak sabırla verebiliriz. O sebeple
büyükler “Belâya her mü’min sabredebilir; nimete ise ancak sadıklar
sabreder.” demişler.
Ayrıca namaz, oruç, zekât gibi dinimizin emirlerine ciddiyetle sarılma ve günaha, harama karşı duruş, verilen mücadele de sabır cümlesindendir. Bu itibarla dünyanın geçici nimetlerine aldanıp kulluk vazifelerinden taviz vermenin, haramlarla iç içe olmanın bize kaybettirdiklerinden ve bu hususta da sabır hasletinin öneminden bahsetmeyi ihmal
etmedik.
Reyhan’ın bu sayısında sabrı böylece ele almaya çalıştık.
Sabır ihtiyacının her vakit ve ahvâlde görüldüğünü, kulluğun sabır
koridorundan geçtiğini, kulluğu muktezasınca bir Müslümanın, bütün hayatında sabrı kendisine düstur edinmesi gerektiğini ve aslında
bir Müslümanın, verdiği hayat mücadelesinin isminin sabır olduğunu
anlatabilmek amaçlarımız arasında idi. Umarız gayemize ulaşmışızdır.
Dosya konularının yanı sıra, son dönemde neredeyse gündemden
hiç düşmeyen, gündeme getirilerek sürekli bir tartışma zemini oluşturulan ve ayrıca bunlarla sâfî zihinlerin bulanıklaşmasına sebep olan
iki konuya temas etmekte fayda gördük. Bedri Gencer “Dinde Sahte
Otoriteler” isimli makalesiyle tasavvuf ve tarikatlar üzerindeki yanlış
düşünceler ve bu düşüncelerin meydana gelmesine etki eden sebepler
üzerinde duruyor.
“Mezhep Nedir, İhtiyaç mıdır?” serlevhasıyla Ahmet Aydın, “Mezhepler dinin anlaşılmasına engeldir.” gibi mezhepler hakkındaki yanlış
telakkileri değerlendirerek bir kimsenin itikadî ve amelî hayatının tutarlığının bir mezhebe bağlı olmaktan geçtiğine dikkat çekiyor.
Bunlara ilaveten Merhûm Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin uzun seneler İstanbul’da gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümü,
bu sayıda olduğu gibi her sayıda sizlerin istifadesine sunacağımızı belirtmek isteriz.
Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, nice Ramazan ayına
erişmenizi Allah Teâlâ’dan niyaz ederiz.
Bir sonraki sayımızda görüşmek ümidiyle...
70
Dinde
Sahte Otoriteler
BEDRİ GENCER
Din alanındaki tedennî, toplumu uçlara savuruyor. Bunun ana sebebi,
peygamber varisi âlim ve şeyhlerin câmiye bağlı medrese ve tekke gibi
kurumlar sayesinde yaşattığı “sünnet olarak din” anlayışının çözülmesi.
ٰ ْ الر
ْ
َ ح ِن
َ ِس ه
�ِ الر ِح ي
ِ ِب
ُ َ ْ ُ َْ َ َ ُ َّ َ ُ َ َ ْ ُْ َ ُ َ ُ ْ َ َ
الثقة وعلي ِه
.التكن
ِ و ِب ِه التو ِفيق وهو امستعان و ِب ِه
َ ْ
َ َ َ َ ُ َ َ َ َْ َ ْ ُ َ ّ ْ َ َ ن
ِه ر ِب الع ِال ي� والصلة و
�َالسل ُم َعل َس ِّي ِد ال َع ِال ي ن
ِ المد
َ َْ َ
ََ
.�َص ِب ِه ا بْح ِع ي ن
آل و
ِ ِ وعل
َو َم ْن َت ِب َ ُع ْم ِب إ� ْح َس ٍان ِإ َل َي ْو ِم ِّال ي ن
�د
ِ
Son yıllarda Türkiye’de yaşanan korkunç ahlakî yozlaşma, özellikle din ve dil
alanına yansıyor. Dil alanındaki tedennî,
sanal medyanın dipsiz kuyularında kaynayıp gidiyor, pek fark edilmeden Türkçe her
geçen gün ölüme doğru gidiyor. Ancak din
alanındaki tedennî, toplumu uçlara savuruyor. Bunun ana sebebi, peygamber varisi âlim ve şeyhlerin câmiye bağlı medrese
ve tekke gibi kurumlar sayesinde yaşattığı
“sünnet olarak din” anlayışının çözülmesi.
Bunun vahim sonucu ise dinde miyarın
kaybı, tuz ile toz şekerin karışması gibi
hakikî ile sahtenin, sapla samanın birbirine karışması, sû-i misalin emsal olması,
dinde bir şeyin istismarının tenkidinin o
şeyin ıslahı talebi yerine hemen inkârına
yol açmasıdır. Mesela mezhep taassubu
ve istismarının mezhepsizlik çağrısına, tasavvufun istismarının tasavvuf karşıtlığına
dönüşmesinin örneklerini son günlerde
sıkça görüyoruz. Bunların güya İslâm’ın istismarına tepkinin bizzat İslâm düşmanlığına dönüşmesinden ne farkı var? Bu, içindeki arızalı kısımları tamir etmek yerine
bir evi tamamen yıkmaya benzer. Ne yazık
ki samimi Müslümanlar işin doğrusunu
anlatıncaya kadar bu suikastlar yapacağı
zihnî tahribatı yapıyor; geçiyor, ama delip
de geçiyor.
Halkı kandıran sahte şeyhler şikâyeti,
ülkemizde bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten
beri gündemde. Sahte şeyhler, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra âdeta
İstanbul’u istilâ etmişti. Ancak aşağıda saydığımız sebepler, bizi tasavvufun istismarıyla ilgili bu eleştirilerin samimiyetinden
şüpheye sevk ediyor.
Birincisi, ümmetin büyüklerinden gelen sayısız farklı tarifin de belirttiği üzere
tasavvuf, İslâm’ın özüdür ve bundan dolayı
iki ucu keskin kılıç gibidir; istifadesi kadar
istismarı da mümkün ve büyüktür.
İkincisi, sûfîler, dindeki bu kritik öneminden dolayı tasavvufu Kitab ve Sünnet
gibi iki sağlam temele oturtmuşlar, sıkı ölçü
ve ölçütler koymuşlar ve sağlam bir (öz)
eleştiri kültürü geliştirmişlerdir. “Hâcegân
(Hocalar) silsilesi”nden anlaşılabileceği
gibi, “ashâb ve ulemâ tarikatı” denen Nakşibendilik, bu konuda titizliğiyle öne çıkmıştır. Merhum M. Osman Akfırat’ın Ali
Arslan tarafından Türkçe’ye Erenlerin Kalp
Gözü adıyla çevrilen 1923 (1341) tarihli
Basîratü’s-Sâlikîn ve Hetkü’l-Mâkirîn min
‘Ulemâi’s-Sûi ve’l-Meşâyihı’l-Mübtedi’în
adlı eseri, tasavvufun içindeki eleştiri geleneğinin güzel bir örneğidir. Günümüzde tesettür gibi dinin şiarlarından sayılan
Allah’ın emirlerini inkâr eden şeriatsız ve
tarikatsız hakikatçılar, zaten samimi Müslümanlar tarafından mahkûm edilmiştir.
Bu arada İslâm’da hikmetin zirvesi sayılan İbnü’l-‘Arabî gibi bir veliye dil uzatanlara “Kim benim veli kuluma düşmanlık
ederse ben de ona harp ilan ederim” sahih
kudsî hadisini hatırlatırız. İslâm tarihi,
İbnü’l-‘Arabî’ye dil uzattıktan sonra gördüğü rüyalarla pişman olanların ibretli kıssalarıyla doludur. Sadruddin Konevî’nin
Evhadüddin Kirmânî ile İbnü’l-Arabî’yi
kasd ederek “Ben, iki anadan süt emdim”
dediği rivayet edilir. Osmanlı münevverleri de bunu “Biz iki anadan süt emdik;
İbnü’l-‘Arabî ile Mevlânâ” olarak ifade etmişlerdir. Son yıllarda bir taratan “şeriatsız hakikatçılar”, diğer taratan “hakikatsiz
şeriatçılar” (İslâmcılar) diyebileceğimiz iki
uç kesimin de Anadolu irfanının bu iki
mimarına saldırması tesadüf değildir.
reyhandergisi.com
Bugün birtakım tarikatlarda istismar varsa bu, şahsî sapmalardan
ziyade ulus-devletleri çağında köklü medrese ve tekke geleneğinin
çözülmesinden kaynaklanır.
71
Reyhan 2016 / 2
BEDRİ GENCER
72
DİNDE SAHTE OTORİTELER
Türkiye gibi Müslüman bir
ülkede sosyete tarafından
yogacı Budist şeyhler edinmek
yadırganmazken Müslüman
şeyh edinmek niçin yadırgansın?
Üçüncüsü, “et-Turuku küllühâ âdâbün”
(Tarikatlar, edeplerden ibarettir) sözünün
belirttiği üzere, tasavvuf, cemiyetin ana
ahlakî eğitim kanalıdır. İmâm-ı Rabbânî
gibi ümmetin büyüklerinin hep vurguladığı bu hakikati biz, “Din yolu sünnet,
sünnet yolu tasavvuf ” olarak formüle ettik. Yakınlarda TRT’de gösterilen Yunus
Emre dizisi toplumda tahmin edilemeyecek kadar olumlu yankı buldu. Öyle ki,
TRT’de çalışan bir arkadaşımın rivayetine
göre, kanalı arayan birçok seyirci dizideki
şeyhin nerede olduğunu sorarak onunla
tanışmak, bağlanmak istediklerini söylemişler! Bu, tasavvufî irşadın vazgeçilemez
bir fıtrî-içtimaî ihtiyaç olduğunun çarpıcı
bir delilidir.
Şeyh Uçmaz Mürid Uçurur
Dördüncüsü, ahlakî irşad temel bir
manevî ihtiyaç ise insan ve cemiyet, bu
ihtiyacını dinî veya seküler, meşrû veya
gayr-i meşrû bir şekilde karşılama mecburiyetini duyacaktır. Mesela bugün “sahte
şeyh” denince hemen postta oturan geleneksel şeyhler anlaşılıyor. Hâlbuki irşad
insanın fıtrî bir ihtiyacı ise değişik ad ve
kılıklarda bir şeyhi olmayan yoktur. Bugün
özellikle gençlerin, insanların etkilendikleri, örnek aldıkları müteşeytın şeyh, bir
yaşam koçu olduğu gibi, bir yazar, şarkıcı,
futbolcu, siyasetçi, hoca kılıklı ajan olabilir.
Madonna bile Kabalacı Yehuda Berg’i şeyh
edinmedi mi? Türkiye gibi Müslüman bir
ülkede sosyete tarafından yogacı Budist
şeyhler edinmek yadırganmazken Müslüman şeyh edinmek niçin yadırgansın?
Beşincisi, her müessese resmî ve meşrû
bir çerçevede sağlıklı işler, “yeraltına indiğinde” yozlaşma riskine uğrar. Dolayısıyla
bugün birtakım tarikatlarda istismar varsa bu şahsî sapmalardan ziyade ulus-devletleri çağında köklü medrese ve tekke
geleneğinin çözülmesinden kaynaklanır.
Malum, tabiat boşluk kaldırmaz, bir şeyin hakikisi yok olduğunda sahtesi yerini
doldurur. Son Osmanlı devrinde tekkeleri
denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere
1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı olarak
kurulan Meclis-i Meşâyıh hangi ihtiyaçtan
doğmuştu? O halde sahte şeyh ve tarikatlar
yerine asıl bunların zuhuruna imkân veren
ortamı eleştirmek, cemiyetin ahlakî eğitiminde gördüğü ikame edilemez işlevinden
dolayı tasavvuf kurumlarının yok edilmesi
imkânsızsa, istismarlara yol açacak imhâ
tutumu yerine, onları tanıma ve düzenleme yoluna gitmek gerekmez mi?
bet ve hürmeti” de son derece mahzurlu
bulduğumu, tekrar ve açıkça ilan ederim.” (http://www.osmannuritopbas.com/
kiymetli-kardeslerimiz-ve-evlatlarimizindikkatine.html).
Yedincisi, genel kaide olarak “sû-i misal emsal olmaz”, bu gibi “hüsn-i misaller
emsal olur.” Varsa tasavvufu istismar eden
şeyh ve tarikatların istismarı, bütüne teşmil edilemez. Bu konuda işin hakkını verenler dâhil herkesi töhmet altında bırakacak hedefi belirsiz serseri atışlar, iyi niyete
hamledilemez. Bu eleştirileri iyi niyetle
yapanlara düşen, tasavvufun doğrusunu,
hakkını verenleri arayıp bulmaktır.
Sekizincisi, “Âyinesi iştir kişinin, lafa
bakılmaz” fehvâsınca, tarikatlara bağlı cemaatlerin işlevine, toplum için ürettikleri
faydaya bakarak işin hakkını verip vermedikleri anlaşılabilir. İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa, Menzil ve diğer tüm sünnî
cemaatlerin topluma yaptıkları faydalı
hizmetleri inkâr mümkün mü? Tasavvufu
istismar (!) edenler bu kadar fayda üretebilirler mi?
Asıl Tehlike Âlim Taslağı
Dokuzuncusu, toplum için asıl tehlike, şeyh taslaklarından ziyade doğrudan
dini öğretme mevkiindeki âlim taslaklarıdır. “Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, Yarım hekim candan eder, yarım hoca
dinden eder” sözlerinin belirttiği gibi.
Ben, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü
ve’s-selâmdan şeyh taslaklarıyla ilgili değil, ama fakih taslaklarıyla ilgili bir hadis
hatırlıyorum: “Nice hâmil-i fıkıh (fıkhı
yük olarak taşıyan) vardır ki fakih (fıkhı
yaşayan) değildir.” Allah Rasûlünün burada âlim yerine hâmil-i fıkıh ve fakihlerden
söz etmesi, günümüz açısından ne kadar
mânâlı. Zira bugün en azından eleştirilecek şeyhler olsa da eleştirilecek âlimlerin
varlığı şüpheli; medreselerin kapanmasıyla
âlim neslinin tükenmesinden sonra açılan
reyhandergisi.com
Altıncısı, irşad denen “uçmak” insanın
fıtrî bir ihtiyacı ise “uçurmak” da tabiî bir
eğilimidir; “Şeyh uçmaz mürid uçurur” sözünün belirttiği gibi. Ancak kendini bilen
bir şeyh, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü
ve’s-selâmın “Meddahların yüzüne toprak
saçın” [Müslim, Tirmizi] emrince bu tür
tavırlara izin vermez. Bu hususta “ilme’lyakîn ve ‘ayne’l-yakîn” (kamuoyuna yansıyan ve bizzat bildiğim) vakıf olduğum
iki örnek verebilirim. Bizzat bildiğim bir
örnek olarak yakında rahmet-i Rahman’a
kavuşan merhum hocamız Ahmed Yaşar
(1934-2016)’ı anabilirim. Merhum, kendisi odaya girdiğinde bile ayağa kalkılmasına, kendisine “hazretleri” gibi tazim ifadeleriyle hitap edilmesine kızan, ister binlerce, isterse üç kişi olsun, anlatacağı doğruyu
her kesime aynı şuurla anlatan, hayatında
bir kere bile elini kolunu sallayarak abartılı
hareketler yapmayan, edeb, itidal ve istikameti asla elden bırakmayan bir mücahid
veliydi.
Bu hususta muhterem büyüğüm -ve
hemşerim- Osman Nuri Topbaş’ın kamuoyu açıklaması da takdire değerdir:
“Son zamanlarda şahsım hakkında yapılan birtakım aşırı iltifatlarla dolu, şiir ve
ilâhilerle süslenmiş, çeşitli resim, slayt ve
videolar internette yayınlanıp yayılmaktadır. İyi niyetle de yapılmış olsa, bu tür
aşırı iltifat ihtiva eden yayınları aslâ tasvip
etmediğimin, bunlara hiçbir şekilde izin
ve rızam olmadığının, o yayınlarda ifade edilen aşırı yüceltmelerle uzaktan-yakından bir alâkamın bulunmadığının, siz
kardeşlerim tarafından bilinmesini arzu
ederim. Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî
âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği;
gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan
ve reklâm edercesine yapılan bu tür övgü
ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu,
Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan her
şey gibi, şahsıma gösterilen “aşırı muhab-
73
Reyhan 2016 / 2
BEDRİ GENCER
74
DİNDE SAHTE OTORİTELER
“et-Turuku küllühâ âdâbün”
(Tarikatlar, edeplerden ibarettir)
sözünün belirttiği üzere,
tasavvuf, cemiyetin ana ahlakî
eğitim kanalıdır.
ilahiyat fakültelerinden çıkan ilahiyat profesörleri âlim değil, akademisyen kategorisine giriyor.
Ne hazindir ki bugün hadiste geçen ne
fakih, hatta ne hâmil-i fıkıh, ancak “İslâm
hukuku profesörü” kaldı. “İslâm hukuku
profesörü” tabiri ise haddizatında yaman bir çelişkiyi barındırır; zira bir kilise
unvanı olan “profesör” aslında “papaz”
demektir. Bugün üniversite ve diyanet
mensuplarının giydiği kolu bantlı cübbeler de aslında kilise hiyerarşisini gösterir.
Bir zamanlar birinin “Bana general değil,
paşa deyin” dediği gibi, ilahiyat profesörlerinden de “Bana entelektüel değil, hoca
deyin” diyenler çıkabilir. Ancak bu ülkede antrenörlere, koreogralara da “hoca”
denmiyor mu? Dilimizdeki “Sakalımız
yok ki sözümüz dinlensin” sözünün belirttiği üzere, eskiden şahitliği bile kabul
edilmeyen sakalsız kişilerin hoca sayılmasıyla “hoca, hocaefendi” kavramlarının içi boşaltılmadı mı? Vel-hâsıl, günümüzde bütün kavramların içi boşaltılmış
durumda. Ancak hadisteki “hâmil-i fıkıh”
tabiri, fıkhı yaşamaktan ziyade yük olarak
taşıyan günümüz İslâm hukuku uzmanlarına tam uyuyor.
Çağımızda Cemaleddin Afgânî’nin açtığı “dinde mühendislik” çığırında teolojik
olarak İslâm hukukçuluğu, ideolojik olarak
İslâmcılığın altyapısını oluşturdu. Lâfzen
“şeriatçılık” mânâsına gelen İslâmcılık,
Pakistan-Mevdûdî örneğinde olduğu gibi,
anayasal bir mühendislik yoluyla toplumu
İslâmîleştirmeyi, “şer’îleştirme”yi hedefliyordu; yazılı-İslâmî anayasacılık, tavandan, siyasî bir devrim olarak işleyecekti.
Tabanda-sivil alanda ise İslâm hukukçuluğu, modern hayatın getirdiği problemlere fıkhî çözümler bularak amelleri
“meşrûlaştıracak”tı.
“İslâm devleti”nin öncüsü olarak “hilafet
hükümeti” tabiri, Muhammed Abduh’un
tilmizi M. Reşid Rıza (1865-1935) ile ortaya çıkmıştır. Rıza, İslâm’da devlet, hilafet, yönetim gibi konuları işlediği el-Hilâfe
ev İmâmetü’l-‘Uzmâ isimli eserini, son
Osmanlı padişahı Mehmed Reşad (19181922)’ın TBMM tarafından 26 Kasım
1922’de saltanatın ilgasıyla yurt dışına sürülmesi ve halifelik kurumunun manevî
bir otorite olarak kabulü üzerine kaleme
almıştır. Mâverdî gibi klasik ulemânın açıkladığı üzere, şeriat ahkâmının tatbiki için
Müslümanların bir halifeye ihtiyaçları vardı. Rıza, manevî ve siyasî boyutlarıyla otoritenin yegâne kaynağı olarak hilafeti çağımız
şartlarında ihyânın imkânsızlığını gördüğü
için pratik bir alternatif olarak onun işlevini
İslâm devletine aktarmayı tasarladı (Eickelman 2004: 30-35, Afsaruddin 2006). Klasik
İslâm terminolojisinde devlet ve hükümet
yerine velayet ve emaret kavramları kullanılıyordu. Rıza, İslâmî hükümet için iki
cekti. “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar” kaidesince, maslahatzaruret bahanesiyle insanların her amelini
meşrûlaştıracak fetvalarla toplum sekülerizme sürüklenecekti.
Sultan Abdülhamid’in İngiliz ajanı olduğu için göz hapsine aldığı Afgânî hayranı birinin hadiste kasd edilen mânâda
fakih olması imkânsızdır; Afgânî gibi
birinin peşinden giden, istikamet ve felah bulamaz. Evet, hadisin belirttiği fıkıh
hâmillerinin fetvalarıyla bu toplum bozulmadı mı? Erkeklere altın alyans, ev için
faizli kredi, nâmahremle tokalaşma gibi
hususlarda ibâhî fetvalarla bu toplumu
harama onlar alıştırmadılar mı? Maslahatzaruret gibi keyfî gerekçeler, bahanelerle
her amel meşrûlaştırılamaz mı? Dinde
Tasavvuf, İslâm’ın özüdür ve
bundan dolayı iki ucu keskin kılıç
gibidir; istifadesi kadar istismarı
da mümkün ve büyüktür.
reyhandergisi.com
yeni prensip getirdi. Bunlardan biri, halkın hâkimiyeti, diğeri beşerî teşrî’ imkânı,
içtihat yoluyla yeni yasaların yapılmasıdır.
Halkın hâkimiyeti, ulemânın nezaretinde
gerçekleştirilecek şûrâ prensibinin icrasıyla
sağlanacaktır (Enayat 1982: 77).
Bu prensipler, üstadı Abduh’tan geliyordu. Cemaleddin Afgânî’nin ihtilalci
tavrına karşılık Muhammed Abduh ve tilmizi Reşid Rıza, toplumun kalıcı bir dönüşümü için ıslah vizyonunu benimsediler.
Abduh, bu uğurda Müslümanlar ve laikler
arasında tepkilere yol açan sayısız fetva
verdi. Mesela Müslümanların ülkelerini
işgal eden küfür ve bidat ehli ile muamelesine cevaz verdi. Reşid Rıza da birtakım
aklî ve dinî delillerle bu fetvaları temellendirmeye çalıştı; bu cümleden olarak
şapka giymenin caizliği, resim ve heykel
yapmanın mübahlığı ve tasarruf sandıklarından elde edilen kârın helalliğine fetva
verdi. Bilahare Ezher Şeyhi Muhammed
Şeltût, Abdulvehhab Hallâf ve başkaları
da bu yolda onları izlediler. Muhammed
Ebu Zehra ve Müslüman Gençler Derneği (Cemi’yyetü’ş-Şübbâni’l-Müslimîn)’nin
kurucularından Yahya Derdirî gibi âlimler
ise bu fetvaları bid’at olarak reddederek
söz konusu tasarruf sandıklarından alınan
karın faiz olarak haramlığına hükm ettiler
(Şefik 1991).
İbâhî Mütüler!
Türkiye’de Afgânî-Abduh-Rıza silsilesinin yolunu tutan bazı İslâm hukuk profesörleri de benzer modernistik itâ çığırını açtı;
onlarda “dinde mühendislik” yolunda teolojik olarak İslâm hukukçuluğu ile ideolojik
olarak İslâmcılığın buluştuğu görülebilirdi.
Böylece sünnetin mektebi tarikatların çözülmesiyle tesennün denen sünnete uygun dindarlığın da çözüldüğü bir toplumda amelleri
“mesnûnlaştırma” yerine “meşrûlaştırma”
gayretini ifade eden “fıkıhçı modernleşme”,
daha ziyade sekülerleşmeye hizmet ede-
75
Reyhan 2016 / 2
BEDRİ GENCER
76
DİNDE SAHTE OTORİTELER
böyle bir “ibâhiye” kapısını bir kere açtıktan sonra kapatabilir misiniz?
Allah rahmet eylesin, peygamber varisi
âlimler olan geçmiş fakihlerimiz, hükümlerin dayandığı zaruret gibi prensipleri
titizlikle tarif ederek ibâhiye kapısını kapatmışlar, keyfiliğe geçit vermemişlerdir.
Buna göre zaruret, kişinin can veya uzvunun kaybından veya “Beş Zaruret” denen
din, can, akıl, nesil ve malın emniyetinden
korkudur. Buradaki espri, “iradesi dışındaki” bir durumun, zaruretin insanı şer’an
mahzurları yapmaya zorlamasıdır. Şimdi
erkeğin nişanlanma için altın yüzük takmasında, nâmahremle tokalaşmasında, ev
için faizli kredi almasında ne gibi “iradesi
dışında” bir zaruret vardır? Mecelle şârihi
Ali Haydar Efendi’nin “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya mecbur eden durum”
şeklindeki esnek zaruret tarifi esas alındığında bile bunlar zaruret sayılamaz. Ancak
zarurete “İnsanın maksadı sadece canını
kurtarmak değil, aynı zamanda ve gerektiğinde malını veya namusunu kurtarmaktır” diye keyfî bir yorum getirince ibâhiye
kapısını sonuna kadar açmış olursunuz.
Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri kitabıyla merhûm Ahmet Davudoğlu
hoca, bunların foyasını meydana çıkarmıştı. Bugün maalesef onun gibi mücahid,
hamiyet-perver âlimlerden mahrumuz. Bu
yüzden, Allah rahmet eylesin, Ahmet Davudoğlu ve Sadrettin Yüksel gibi mücahid
âlimlerin vefatından sonra meydanı boş
bulanlar, yıllarca din (ilahiyat ve diyanet)
camiasında mafya-vârî bir saltanat sürdüler, kendi din anlayışlarına aykırı gördükleri ehl-i sünnete hayat hakkı tanımadılar.
Yıllarca İngiliz ve Acem paraleliyle iş tuttuktan sonra mağdur rolü oynayanlar da
bunlardı. Hâsıl-ı kelam, sahte şeyhleri dert
edinenlerin önce aynaya bakmaları gerekir. Hedefi belirsiz serseri atışlar, sonunda
bumerang gibi dönüp sahibini vurur.
KAYNAKÇA
Afsaruddin, Asma (2006) “he “Islamic State”: Genealogy, Facts, and Myths,” Journal of Church and State 48/1
(Winter): 153-173.
Eickelman, Dale F.-Piscatori, James P. (2004) Muslim
Politics. Princeton: Princeton UP.
Enayat, Hamid (1982) Modern Islamic Political hought. Austin XE “Austin” : University of Texas Press.
Şefik, Münir (1991) Çağdaş İslâm Düşüncesi Hareketler Devrimler Eserler. İstanbul: Dünya.
ََ ُ َ َ تَ أ
ُ َ َ َ ََ ُ َ ْ َ نَ َ ْ َ ْ ُ َ َ ّ ْ َ َ ن
َ
َ
َ
ِ و
ل ر ِب الع ِال ي� والصلة والسلم عل خ ِا� ال ِنبي ِاء
ِ ِ آخر دعوا� أ ِن المد
ُ َو
.�َام ْر َس ِل ي ن