BEYKENT ÜNİVERSİTESİ BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
SAHİBİ
PROPRIETOR
Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL
(Beykent Üniversitesi adına/ On
Behalf of Beykent University)
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
EDITOR -IN-CHIEF
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
GENEL YAYIN YÖNETMEN
YARDIMCILARI
VICE EDITORS
Yrd. Doç. Dr. Gülşen SAYIN
Dr. A.Banu KOÇER REISMAN
YAYIN SEKRETERİ
PUBLISHING SECRETARY
İbrahim SEVİLDİ
YAYIN KURULU
PUBLISHING BOARD
Prof. Dr. Erol EREN
Prof. Veysel GÜNAY
Prof. Dr. Ersan İLAL
Prof. Dr. Emin ÖZBAŞ
Prof. Dr. Selahattin SARI
Prof. Dr. Şermin TEKİNALP
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
DANIŞMA KURULU
ADVISOR COMMITTEE
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK
Prof. Dr. Adem GENÇ
Prof. Dr. Mehmet Fikret GEZGİN
Prof. Dr. Esat HAMZAOĞLU
Prof. Dr. M.Metin KARAÖRS
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Prof. Dr. Ebru PARMAN
Prof. Dr. Ünsal OSKAY
Prof. Remzi SAVAŞ
Prof. Dr. Ayten SÜRÜR
Prof. Dr. Ayşe Didem USLU
Her hakkı saklıdır. Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem
kurulu olan bir yayındır. Sosyal Bilimler Dergisi’nde yayımlanan makalelerdeki görüş ve
düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Sosyal Bilimler Dergisi’nin
veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Sosyal Bilimler Dergisi’ne
gönderilen makaleler iade edilmez.
ISSN: 1307- 5063
Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sıraselviler 34437 Beyoğlu - İstanbul
Tel: (212) 444 1997 Faks: (212) 867 55 76
www.beykent.edu.tr
Kapak Tasarım: Gaye KALAVLI (Güzel Sanatlar Fakültesi)
ISSN: 1307- 5063
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
Sertifika No:
0208-34-010320
Beykent Üniversitesi Yayınları, No.65
Cilt Volume: 3
Sayı Number: 1
Yıl Year: 2009 Bahar Spring
EKONOMİK KRİZ VE AKADEMİK YAŞAM
Ekonomik kriz, akademik yaşamı değişik şekillerde etkilemektedir. Bu etkinin değişik boyutları
bulunmaktadır:
1.
2.
3.
Mezunlar, adaylar ve öğrenci olanlara etkileri,
Öğrenci velilerine etkileri,
Öğretim üyelerine etkileri.
Üniversite mezunları arasında işsizlik giderek artmakta, iş bulanların alabildikleri ücretler, yüksek
öğrenim maliyetlerini ve fırsat maliyetlerini orta vadede bile karşılayamaz düzeyde kalmaktadır.
Bu durum, üniversite adaylarının iş ümidini ve üniversiteye yönelik motivasyonlarını olumsuz bir
biçimde etkilemektedir. Öte yandan, öğrencilerin, öğrenmeye yönelik tutumları da bu gelişmeden
olumsuz bir biçimde etkilenebilmekte ve öğrencilik süreci, marjinal bir gelişim gösterebilmektedir.
Böylesi bir durum, ülkenin entellektüel sermayesinin kalitesini düşürmektedir. Küresel rekabet
açısından, bunun geleceğe yönelik olumsuz etkileri de olacaktır. Bu etkilerin bir diğer olumsuz
boyutunu ise, rekabetçi entellektüel sermaye kalitesi düşük bir toplumun, kendinden daha ileri bir
entelektüel sermaye yaratma konusundaki potansiyel yetersizlikleri oluşturacaktır.
Veliler bakımından durum ise daha da kötü bir tablo çizmektedir. Kendilerinin erişemedikleri tüm
beklentileri çocuklarına transfer eden ve onlardan üstün başarılara imza atmalarını ümit eden
mezun velileri, ömürlerinin üçte birini hasrettikleri çocuklarının, üniversite mezunu olduğu halde,
hala kendilerinde harçlık bekleyen bir durumda görebilmektedirler. İş bulabilenlerin bin lira
civarında bir ücret alması ve aileye bağımlılığının devam etmesi veya bu ücreti uygun
bulmayanların işsiz olarak aile üzerinde ek bir yük oluşturması, elem verici bir durum olsa gerek.
Bu tabloya bakan komşu ve arkadaş çevresi, üniversite adayı veya öğrencisi olan çocuklarının
geleceğini endişe içinde takip etmektedir. Kıt bütçelerden çocuklarına ayırabildikleri kaynaklar ise,
velilerin kendi geleceklerini olumsuz bir biçimde etkileyebilmektedir.
Öğretim üyeleri açısından, alınan ücretler, akademik hayatın sürdürülebilirliğine olanak
tanımamaktadır. Uluslar arası alanda bir kongreye katılmak, varsa, tüm birikimini harcamak
anlamına gelmektedir. Bu durum yeni yayınların takibi ve bilimsel çalışmalarını yeni kaynaklarla
desteklemesi sürecinde kendini daha bariz bir biçimde ortaya koymaktadır. Sınırlı olan sanal
kaynak olanağı da olmasa, durum daha da ciddi bir boyut kazanabilecektir. Emekli olan öğretim
üyeleri bile, son yıllarda nerede ise, günlük maaş artış düzeyi kuruş düzeyine inmiş emekli
maaşlarıyla geçinemedikleri için ek iş olanakları arayışına girebilmektedirler. Bu durum, genç
öğretim üyelerinin ücretlerini ve iş alanlarını da olumsuz bir biçimde etkileyebilmektedir.
Özetle ülkenin reel akademik hayatı ve entelektüel sermayesi, kısa ve orta vadede çok ciddi
ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. Bu durum, küresel rekabetçi “akademik yarışı” olumsuz bir
biçimde etkilemektedir.
Dergimiz üçüncü yılına girdi ve bu sayımızda, makale konuları daha fazla çeşitlenmeye başladı.
Yayınlamayı bekleyen makaleler sayısında da artış oldu. TÜBİTAK ULAKBİM, bu çeşitliliği
sadeleştirmemizi öneriyor. Ancak, bunun orta vadede gerçekleştirilmesi pek mümkün
görülmemektedir. Hele 1994’ten beri tekrarlanarak sürüp giden konjonktürel ekonomik kriz
ortamında, her akademik alanda/kategoride yeni bir dergi çıkartabilmek, hem makale bulmak hem
de mali yönü itibariyle oldukça zor bir durum olarak nitelendirilebilir.
Değerli akademisyen arkadaşlarımızın bize verdikleri destek için kendilerine çok teşekkür ediyor
ve yeni çalışmalarını bekliyoruz.
Saygılarımızla,
Prof. Dr. Muhittin Karabulut
Genel Yayın Yönetmeni
II
ECONOMIC CRISIS AND ACADEMIC LIFE
Economic crisis has got various destructive effects on academic life and these effects are
observed in various dimensions in the components of academic life, such as:
1. Graduates, candidates, and students
2. Parents
3. Academics
Unemployment among the graduates rapidly increases, and the ones who are employed have to be
content with a salary which is not enough to compensate the higher education cost and
opportunity costs even to a reasonable extent. This, of course, discourages the new university
candidates about attending a university and afterwards having a good job. On the other hand, as
this negative effect shows itself also in the learning process of university students, their academic
life often ends up in a marginal direction. This situation, unfortunately, decreases the quality of the
intellectual resources of the country, and in terms of global competition, it will definitely have
even more negative effects in the future. Consequently, such a society with low competitive
intellectual resources, will be inadequate in the formation of higher level intellectual resources.
As far as the parents of the graduates are concerned, the picture gets even darker. The parents who
have devoted one third of their whole life to the education of their sons and daughters are now
expecting them to take a prominent place in their professions. However, these parents who have
already projected all their failed aspirations in life onto their sons and daughters, inevitably feel
frustrated when they find out that their adult children are still in need of pocket-money. It is sad to
see that the ones who are employed are unfortunately low-paid and hence they are still dependent
on their parents; and it is equally sad to see that the ones who reject low payment and prefer to be
uneployed are a heavy burden on the shoulders of the parents. Anyone, a friend or a relative in the
family, who looks at this picture, is worried about the future of all university students and new
candidates. On the other hand, the parents who have already used up all their financial resources
for the education of their kids, have to be ready to welcome a miserable life with lower living
standards in the future.
As for the academics, their low salaries make their academic studies hard to be continuous.
Attending an international conference sometimes means for a professor to spend all his/her lifelong savings. This, again, makes it hard to follow new publications and academic studies in the
field. Thanks to (limited) online sources the problem becomes less harmful. Retired professors
often fail to afford their life with their retired pay which is getting less and less every day, and thus
they have to look for alternative teaching positions for additional payment. This has negative
effects, of course, both on the salaries and teaching positions of young professors.
To sum up, the present academic life and intellectual resources of the country, in the short or in the
medium term, are faced with very serious economic problems, and this reality will be unavoidably
reflected in the global “academic competition”.
However, this year is the third year of our journal and as you observe in this very issue the journal
consists of articles with a wide range of subjects. Also there is a rise in the number of submissions
for our journal. However, TUBITAK ULAKBIM suggests reducing the range of subjects.
Unfortunately, because of the conjuncture of economic recession, it seems not to be possible for us,
in the medium term, to reduce the range of subjects and to publish a new journal in every academic
discipline because it is very difficult to find articles in every field and to afford the financial cost
of new journals.
We thank all colleagues for their support and we are expecting their new studies to be submitted
to our journal.
Respectfully,
Prof. Dr. Muhittin Karabulut
Chief Editor of Journal of Social Sciences
III
HAKEMLERİMİZ / OUR REFREES,
Prof. Dr. Halil AKDENİZ .....................................Işık Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Asuman AKDOĞAN .............................Erciyes Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Şafak AKSOY....................... ................Akdeniz Üniversitesi (Turizm)
Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI...................................Uludağ Üniv. (Uluslar arası İlişkiler)
Prof. Dr. A. Füsun ARSAVA..............................Atılım Universitesi (Hukuk)
Prof. Dr. Atilla ATAR ...........................................Anadolu Univ. GSF (Resim)
Prof. Betül ATLI............................................ ......Beykent Universitesi GSF (Moda Tasarım)
Prof. Dr. Aydın AYAN .........................................Mimar Sinan Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Mustafa AYSAN ....................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Nazlı BAYRAM.....................................Anadolu Üniv. İletişim (Sinema-TV)
Doç. Dr. Burak BUYAN......................................Beykent Universitesi GSF (Sinema Tv)
Prof. Dr. Münevver Ölçüm ÇETİN ......................Marmara Üniv.
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU.................................Galatasaray Üniv.(Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Mustafa DELİCAN ................................Uluslar arası İlişk. / Em.
Prof. Dr. Vahdettin ENGİN...................................Beykent Üniv. (Uluslar arası İlişk.)
Prof. Dr. İlhan ERDOĞAN ...................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK.................. ................Beykent Üniv. (İİBF) (İşletme)
Prof. Veysel GÜNAY............................................Beykent Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Ali GÜZEL……………………… .......Kadir Has Üniversitesi
Prof. Dr. Esat HAMZAOĞLU.............................Beykent Üniv. (İİBF) (Yön-Bilişim)
Prof. Dr. Öner ESEN .............................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Adem GENÇ........................ .................Beykent Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Nurullah GENÇ......................................Kocaeli Üniv.
Prof. Dr. Zafer GENÇAYDIN ..............................Hacettepe Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Ahmet GÖKÇEN ...................................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. İ. Yaşar HACISALİHOĞLU................Beykent Universitesi (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Ersan İLAL .............................................Kültür Üniv. (İletişim)
Prof. Dr. Atilla İLKYAZ .......................................Gazi Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Ahmet İNCEKARA ...............................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Metinay İNCEOĞLU............................Beykent Universitesi GSF (İletişim)
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ .............................Beykent Üniv. (Türk Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. M. Metin KARAÖRS ............................Beykent Üniv. (Türk Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. Oğuz MAKAL...................... ................Beykent Üniv. GSF (Sinema-TV)
Prof. Dr. Osman Z. ORHAN.................................Beykent Üniv. (M.Y.O)
Prof. Dr. Ünsal OSKAY........................................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV
Prof. Dr. İzzettin ÖNDER .....................................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Ferhat ÖZGÜR .......................................Hacettepe Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Hasan ÖZYURT.....................................Karadeniz Teknik Üniv. İİBF (iktisat)
Prof. Dr. Mahmut PAKSOY .................................İstanbul Üniv. (İşletme)
Prof. Dr. Işıl PEKDEMİR .....................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Recep PEKDEMİR ................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Mümtaz SAĞLAM ................................Dokuz Eylül Üniv. GSF. (Resim)
Prof. Dr. Selahattin SARI......................................Beykent Üniv. İİBF (iktisat)
Prof. Dr. Remzi SAVAŞ....................... ...............Beykent Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Recep SEYMEN....................................Beykent Üniv. İİBF (iktisat)
Prof. Dr. Hüner ŞENCAN.....................................İstanbul Üniv. (işletme) / Em.
Prof. Dr. Ayten SÜRÜR....................... ................Beykent Üniv. GSF (Tekstil-Tasarım)
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL...................................Mimar Sinan Üniv.Fen-Edeb. (Tarih)
Prof. Dr. Mehmet Şükrü TEKBAŞ.......................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Şermin TEKİNALP................................Kültür Üniv. (İletişim)
Prof. Dr. Enar TUNÇ.............................................Kadir Has Üniv. İİBF (Üretim Yön.)
Prof. Dr. Münevver TURANLI.............................İstanbul Ticaret Üniv. (İstatistik)
Prof. Dr. Tansel TÜRKDOĞAN ..........................Gazi Üniv. GSF (Resim)
IV
Prof. Dr. Gönül UÇELE ........................................Bahçeşehir Üniv. (İng. Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. Didem USLU.........................................Beykent Üniv. (İng. Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK......................................Beykent Universitesi (Hukuk)
Prof. Dr. Hayri ÜLGEN ........................................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Bülent VARDAR ...................................Marmara Üniv. GSF (Sinema- TV)
Prof. Dr. Ertan YILMAZ.......................................Dokuz Eylül Üniv. (iletişim)
Prof. Dr. Asım ŞEN.............................................Beykent Üniv. İİBF ( İşletme )
Prof. Dr. İsmail DALAY......................................Beykent Üniv. İİBF ( İşletme Türkçe )
Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR..........................Beykent Üniv. İİBF ( İktisat Türkçe )
Doç. Dr. Burak BUYAN......................................Beykent Üniv. GSF ( Sinema – TV )
Prof. Dr. Mükerrem HİÇ.......................................Beykent Üniv. İİBF ( İktisat Türkçe )
Prof. Dr. Sudi APAK............................................Beykent Üniv. İİBF ( Uluslararası Tic.)
Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL....................................Beykent Üniv. İİBF ( İşletme Türkçe )
Prof. Dr. Mithat BAYDUR...................................Beykent Üniv. İİBF ( Uluslararası İliş.)
Prof. Dr. Ayşe ERBORA.......................................İstanbul Üniv.
Doç. Dr. Veysel KILIÇ.........................................Beykent Üniv. YDYO ( Müt.-Terc.İng.)
KAPSAM/ SUBJECTS
İşletme Yönetimi/ Management
● Ulusal ve Küresel Yönetim/National and Global Management
● Ulusal ve Küresel Pazarlama/National and Global Marketing
● Reklam ve Halkal İlişkiler/Advertising and Public Relations
● Mağaza ve Zincir Mağazacılık/Store Management and Chain Stores
● Lojistik ve Tedarik Zinciri Yönetimi/Logistics and Supply Chain Management
● Finans ve Bankacılık/Finance and Banking
● Muhasebe/Accounting
● Üretim ve Teknoloji/Production and Technology
● İnsan Kaynakları/ Human Resources
İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy
Sektörel Yönetim/ Sectorial Management
● Kamu Yönetimi/ Public Adminstration
● İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy
● Turizm/Tourism
● Hastane Yönetimi/Hospital Management
● Eğitim Yönetimi/Education Management
Uluslararası İlişkiler/International Relations
Hukuk/Law
Eğitim Bilimleri/ Education Sciences
● Tarih/History
●Türk Dili ve Edebiyatı/ Turkish Language and Literature
●Psikoloji/ Pyschology
● Sosyoloji/ Sociology
● Antropoloji/ Antropology
● İngiliz Dili ve Edebiyatı/English Language and Literature
Bilişim Sistemleri Yönetimi/Information Systems Management
Güzel Sanatlar/Fine Arts
● Tekstil ve Moda/Textile and Fashion
● İletişim/ Communication
● Sinema-TV/Cinema-TV
● Tiyatro-Theatre
Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research
Vak’a Analizleri/Case Analysis
V
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
Sayfa No
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK..............................................................................1 - 23
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
Prof. Dr. Mithat BAYDUR.......................................................................24 - 35
The Amendments In The Turkish Legal System In The Context Of The
European Union Membership Process: Achievements and Failures
Assoc. Prof. Dr. Yücel OĞURLU ……...……………….................….. 36 - 52
Narcoterrorism
Research Asisstant Arzu Tuncer …….………………………….....……53 - 65
Yeltsin’s Influence On The Failures Of “Russia’s Choice Party” and
“Our Home Is Russia Party”
Mehmet Zeki GÜNAY..............................................................................66 - 82
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
Dr. Turgay GEÇER.................................................................................83 - 109
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Prof. Dr. Adem GENÇ..........................................................................110 - 131
Sinemada Tarihin Etki Alanı
Prof. Dr. Oğuz MAKAL........................................................................132 - 158
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK...................................................159 - 174
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA................................................................175 - 197
Söyleşi: Ekonomik Kriz mi? Yoksa Yeni Bir Kapitalizm mi?
Prof. Dr. Muhittin Karabulut-Prof. Dr. Ahmed Güner SAYAR...........198 - 218
VI
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
TÜRK HUKUKUNDA ANONİM ORTAKLIKLARDA
KAMUYU AYDINLATMA İLKESİ
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK [*]
ÖZET
“Kamuyu Aydınlatma İlkesi”
Genelde yanlış şirket yönetimleri ve krizlerin ortaya çıkardığı ekonomik maliyetler
nedeniyle, tasarruflarını sermaye piyasasında değerlendirmek isteyen yatırımcıya şirketler
ve sermaye piyasası araçları hakkında bilgi sağlamak, böylece yatırımcının bilgiye dayalı
olarak karar vermesini ve yanlış yönlendirmelerden korunmasını sağlamak için bir dizi
önlem yanında “kamuyu aydınlatma” da yer almaktadır. Kamuyu aydınlatma kavramı, bir
ilke olarak özellikle sermaye piyasasında yer alan şirketlere yüklenen bir ödeve işaret
etmektedir. Bu çalışmada “ilke”nin incelenmesinde hukuki çerçeve ile sınırlı kalınmasına
özen gösterildiğinden, konunun işletme bilimini ilgilendiren yönleri kapsam dışı
tutulmuştur. Ayrıca ilkenin Avrupa Birliği hukukundaki durumuna tarihsel gelişim içinde
ve sınırlı bir çerçevede yer verilmiştir.
Kamuyu aydınlatmada önemli olan nokta, açıklanan bilgilerin şirketlerin ticari sırlarını
ortaya çıkarır nitelikte olmaması, kamunun bilgi alma hakkı ile şirketin ticari sırrı
arasındaki dengenin iyi korunmasıdır.
Anahtar Kelimeler: Kamuyu Aydınlatma, şeffaflık, OECD (Ekonomik İşbirliği ve
Kalkınma Örgütü), HAAO (Halka Açık Anonim Ortaklık).
ABSTRACT
The Principle of Enlightening Public
Due to the economic costs generally caused by the mismanagement of companies and
crises, informing investors who want to have venture their savings in capital market about
companies and means of capital market and so making them capable of having decisions
on the basis of information and protecting them against any misguidence necessiates
public enlightening besides a number of other measures. The concept of enlightening
public, principally refers to the duty imposed upon companies acting specially in capital
markets. In this study, because of the due care we paid upon studying the “principle”
within the rigid framework of law and the aspects of subject matter pertinent to the
decipline of business administration is out of the content. The place of the principle in
European Union Law has also been briefly covered within its historical development. The
important point in enlightening public is to be emphasized to set the optimum equilibrium
between the right of public to be informed and that of companies not to be publicized the
secrets.
Keywords: Enlightening public, Transparency, OECD (Organization of Economic
Cooparation and Development ), HAAO (Publicly Held Companies).
[*]
Beykent Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
GİRİŞ
1. KAMUYU AYDINLATMA KAVRAMI
Kamuyu aydınlatma kavramı, İngiliz ve Amerikan hukuklarında “disclosure”,
Almanya ve İsviçre hukuklarında “Puplizitiaet”, Fransız hukukunda ise
“Puplucite” kelimeleriyle ifade edilmektedir1. Sözlük anlamlarıyla bu kelimeler
açma, bilgi verme, aleniyet gibi Türkçe kelimelerin karşılığını vermektedir.
Ancak bu kelime, sermaye piyasası uygulamasında biraz daha geniş anlamda
kullanılmaktadır2. Sermaye piyasasında, bu bilgi verme ve aleniyeti sağlamak, o
derecede iyi, yeterli ve zamanında olmalı ki, aleniyetin sağlandığı kişi bilinçli
olarak aldatılmadan ve fakat ticari riski göze alarak hakkını kullanmaya karar
verebilmelidir. OECD ilkelerinde, “disclosure and transparency” başlığı altında
“kamuyu aydınlatma ve şeffaflık ilkesi” beşinci temel ilke olarak ele alınmıştır3.
1
Şiramur; Avrupa Topluluğu Sermaye Piyasası Bakımından Kamuyu Aydınlatma,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1991, s.15; Tekinalp, Anonim
Ortaklıkların Bilançosu ve Yedek Akçeleri, 2. Bası, İstanbul 1979, s.10.
2
Tuncer; Türkiye’de Sermaye Piyasası, İstanbul 1985 s.324.
3
OECD Kurumsal Yönetim İlkelerinin V. Bölümünde “Kamuyu Aydınlatma ve
Şeffaflık” başlığı altında “Kurumsal yönetim yapısı, mali durum performansı, mülkiyet
ve ortaklığın idaresi dâhil, ortaklıkla ilgili bütün maddi konularda doğru ve zamanında
kamunun aydınlatılmasını sağlamalıdır.
A. Kamuyu aydınlatma aşağıdaki hususlardaki, ama bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla,
şu maddi bilgileri içermelidir:
1. Şirketin mali ve faaliyet sonuçları ile işletme kâr-zarar hesabı
2. Şirket hedefleri
3. Büyük hissedarlar ve oy kullanma hakları
4. Yönetim Kurulu üyeleri ve kilit yöneticilerle ilgili ödüllendirme politikası ile; vasıfları,
seçim süreci, diğer şirketlerdeki üyelikleri ve yönetim kurulu tarafından bağımsız olarak
görülüp görülmedikleri de dâhil yönetim kurulu üyeleri hakkındaki bilgiler
5. İlgili taraf işlemleri
6. Öngörülebilir risk faktörleri
7. Çalışanlar ve diğer paydaşlar ile ilgili konular
2
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
Türk Ticaret Kanunu, ilgililerin işletmenin iktisadi ve mali durumu hakkında
mümkün olduğu kadar doğru bir fikir edinebilmek için envanter ve bilançoların
ticari esasları gereğince eksiksiz, açık ve kolay anlaşılır bir şekilde
düzenlenmeleri gerektiğini vurgulamış (TTK. 75/1) ve pasiflerin, özellikle bütün
borçların, şarta bağlı ve vadeli olsa bile, itibari değer üzerinden hesaba
geçirileceğini belirtmiş (TTK. 75/3)4, yıllık bilançoların yapısını belirlemiş
(TTK. 459-465), Anonim Şirketlerin tedrici kuruluşlarında izahname (m. 281),
sermaye artırımında hazırlanacak izahnameyi düzenleyen 393. md., “malumat
alma” başlığı altında ortakların şirket hakkında bilgi edinme haklarını
düzenleyen 362 ve 363. maddelerini öngörmüştür. Ayrıca ortakların ödemiş
veya ödeyecek oldukları sermayenin kaydında da TTK. 75 gereğince, açıklık ve
8. Kurumsal yönetim yapısı ve politikaları, özellikle de kurumsal yönetim kurallarının
veya politikasının içeriği ve uygulama süreci
B. Bilgiler, kaliteli muhasebe standartlarına, mali ve mali olmayan bilgilendirme
standartlarına uygun olarak hazırlanmalı ve açıklanmalıdır.
C. Mali tabloların, şirketin mali durumunu ve performansını her açıdan doğru bir şekilde
yansıttığı güvencesinin yönetim kuruluna ve hissedarlara objektif olarak verilebilmesi
amacıyla yıllık denetim; bağımsız, yetkin ve uzman bir denetçi tarafından
gerçekleştirilmelidir.
D. Dış denetçiler, hissedarlara karşı sorumlu olmalı ve denetimin gerçekleştirilmesinde
gerekli mesleki ihtimamı göstermekle şirkete karşı yükümlü olmalıdır.
E. Bilgi yayma kanalları, ilgili bilgiye, kullanıcıların eşit şekilde, zamanında ve masrafsız
olarak erişimini sağlamalıdır.
F. Kurumsal yönetim çerçevesi, analiz veya tavsiyelerin güvenilirliğini zedeleyecek
maddi çıkar çatışmalarından bağımsız bir şekilde, analizciler, brokerler, kredi
derecelendirme kuruluşları ve diğer kişi veya kuruluşlarca yatırımcılar tarafından alınan
kararlarla ilgili analiz veya tavsiyelerin hazırlanmasını sağlayan etkin bir yaklaşımla
desteklenmelidir.”
şeklinde
düzenlenmiştir,
bkz.
http://www.tusiad.org/tusiad_cms.nsf/ccd/C2203785753C6156C225733E00254729?Ope
nDocument
4
Anonim ortaklığın bilançosu konusunda daha fazla bilgi için bkz.
Tekinalp/Poroy/Çamoğlu, Ortaklıklar ve Kooperatif Hukuku, İstanbul, 2005, s.776 vd.;
Tekinalp, Bilanço, s.57 vd.; Çevik, Anonim Şirketler, Ankara 2002, s.1213 vd.; Tekil,
Anonim Şirketler Hukuku, İstanbul 1998, s.346 vd.; Karayalçın; Muhasebe Hukuku
Kavramlar İlkeler Başlıca Sorunlar Yeni Gelişmeler, Ankara 1988, s.88 vd.; Tikveş;
Ticaret Şirketleri, s.99; Domaniç; Anonim Şirketler Hukuku ve Uygulaması, TTK Şerhi
C.II, İstanbul 1988, s.833, 601, 602.
3
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
doğruluk prensiplerine uyulması zorunlu olduğu ve bu prensiplere uyulmaması
yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğuna sebep olduğu halde (TTK. m.336/1, 2,
3), özellikle uygulamada bu hükümler ihtiyacı karşılayamamışlardır. Ticaret
Kanunu’nda daha çok ortaklar arası menfaat ilişkileri düzenlenmiş ve bunlar
arasındaki denge kurulmaya çalışılmıştır. Türk Hukukunda gerçek anlamda
kamuyu aydınlatma ilkesinin, hukuk sistemine girişi, 1982 yılında 2499 sayılı
Sermaye Piyasası Kanunu ile gerçekleşmiştir. Oysaki Avrupa’da, kamuyu
aydınlatma ilkesi İngiltere’de doğmuş, bu kavram 1862 tarihli Şirketler Kanunu,
Companies Act ile ortaya çıkmış, buradan diğer ülkelere yayılmıştır5.
Amerika’da ise 20. yüzyılın başlarında, halkın aldatılmasını önlemeye yönelik
birtakım kanunlar peş peşe çıkarılmıştır6. Mavi Gök Kanunları olarak anılan bu
kanunlar, Sermaye Piyasasında oldukça artan hileli ve aldatıcı işlemlere karşı
yatırımcıya güvence sağlamak amacı ile Amerika’nın neredeyse tüm
eyaletlerinde kabul edilmiş olan kanunların genel bir adıdır7. Ancak bu kanunlar
5
Kamuyu aydınlatma ilkesinin kaynağı İngiliz hukukudur. Anonim Ortaklıkların
İngiltere’de hem sayı hem de hacim olarak gelişip çoğalmalarının XVI. ve XVII.
Yüzyıllara rastlıyor olması, ilkenin kaynağının İngiltere olduğunu göstermektedir (Bkz.
Eğilmez, İngiltere’de Sermaye Piyasası, Maliye Dergisi, S.60, Kasım-Aralık 1982, s.49).
Zira sözkonusu tarihte henüz ortada ABD diye bir devlet dahi bulunmamaktadır. Kamuyu
aydınlatma ilkesinin kaynağının İngiltere olduğunu ve ilkenin ABD hukukuna buradan
geçmiş bunduğunu gösteren diğer bir sebep de, çoğu Amerikan hukuk müessesesi ve
kavramının İngiliz Hukukuna dayanmasıdır (İmregün, Amerikan Ortaklıklar Hukukunun
Ana Hatları, İstanbul 1968, s.34). Konumuzu teşkil eden kamuyu aydınlatma ilkesi de bu
niteliktedir. İlkenin İngiliz Hukukunda gelişimi konusunda bkz. Allison John R./ Prentice
Robert A.; Business Law Text and Cases in the Legal Environment, 6th Edition, New
York, San Diego, London, Tokyo 1994, s.795. Ancak unutmamak gerekir ki, genel olarak
tüm sermaye piyasası açısından ve özel olarak kamuyu aydınlatma ilkesi yönünden bir
çok ülkede temel alınan hukuki düzenlemeler 1933 ve 1934 tarihli, ABD’ne ait olan
Menkul Kıymetler ve Menkul Kıymetler Borsası Kanunudur.
6
Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kabaalioğlu, Sermaye Piyasasında Kamuyu
Aydınlatma İlkesi, İstanbul 1985; s.32 vd.; İhtiyar, Sermaye Piyasası Hukukunda
Kamuyu Aydınlatma İlkesi, İstanbul 2006, s.11 vd., Yanlı, Halka Açık Şirketler ve
Kamunun Aydınlatılması, İstanbul 2005, s.217 vd.
7
Bu düzenlemelerin ortak ana gayesi, hileli işlemler karşısında yatırımcıların
korunmasıdır. Bu konuda fazla bilgi için bkz.; Choper Jesse, H. / Coffee John C./Morris.
C. Robert: Cases and Material on Corporations, 3rd Edition, Boston, ABD, 1989, s.336;
4
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
kamuyu aydınlatmaya değil, daha ziyade ön inceleme ve izin yolu ile halkın
aldatılmasını önlemek amacına yönelik kanunlardır. Amerika’da gerçek anlamda
ilk defa kamuyu aydınlatma ilkesi 1993 yılında Menkul Kıymetler Yasası
(Securities Act) ile kabul edilmiş ve bu yasa ile ABD’de kamuyu aydınlatma
ilkesinin uygulanmasını denetleme üzere SEC (Securities Exchange Comission)
kurulmuştur. SEC görevi şirketlerin ve menkul kıymetlerin sağlamlığını ölçmek
ve bu yargıya göre ihraç izni vermek değil, tasarruf sahibine şirketle ilgili
bilgileri tam ve doğru olarak sağlamaktır8. Şirketlerin ve menkul kıymetlerinin
özellikleri, kamuoyuna doğru ve ayrıntılı bir şekilde sunulacak, ancak kararı
yatırımcı bizzat verecektir9.
Kara Avrupa’sı Hukukları ise daha ziyade şirket pay sahiplerini birey olarak,
menfaat gruplarını ve azlığı korumak, bunlar arasında menfaat dengesini kurmak
için düzenlemeler getirmişlerdir. Kamunun aydınlatılması gerektiği bilinmekle
birlikte gelecekte ortak olacakları, sermaye piyasasını korumak için çaba
gösterilmiştir. Bu konuda her bir ülke kendi tarihi ve ekonomik olaylardan
kaynaklanan düzenlemeler yaparak, sözkonusu ilkeyi giderek daha etkili hale
getirmişlerdir10.
Türk Sermaye Piyasası Hukuku’nun gelişimi ise, ABD hukuk sisteminde olduğu
gibi gerçekleşmiş, 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ile ABD ilk
düzenlemelerde olduğu gibi ön izin müessesesini benimsemiş, menkul
kıymetlerin halka arzını ön izne bağlamış, kamuyu aydınlatmadan ziyade ön izni
verecek makam olan “Sermaye Piyasası Kurulu’nun aydınlatılmasını” ön plana
Emerson Robert W.; Business Law The Easy Way, New York, ABD. 1994, s.198;
Christianson Stephen G.: Business Law Made Simple, New York, 1995, s.106.
8
Bu konuda fazla bilgi için bkz. İhtiyar, s.15 vd.; Arkan.; Halka Açık Anonim
Ortaklıkların Özellikleri ve Dış Denetimleri, Ankara 1976, s.90 vd.
9
Karslı; Sermaye Piyasası, Borsa Menkul Kıymetler, İstanbul 2003, s.495.
10
Daha fazla bilgi için bkz. Tekinalp, Bilanço, s.18-24; Yanlı, s.179 vd.
5
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
almıştır. 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun “Menkul Kıymetlerin Halka
Arzı ve Satışı”nı düzenleyen 4-10. Maddeleri halka arz izninin verilmesi
esnasında Kurul’a verilmesi gerekli bilgileri belirlemektedir. Sermaye Piyasası
Kurulunca belgeler üzerinde yapılacak inceleme sonucu, belgelerin tam ve
doğru olarak sunulduğu ve incelemeye esas alınan ilkeler yönünden, başvuruda
bulunan ortaklığın, halka arzda bulunmasının uygun olduğu kanaatine
varıldığında “halka arz izni” verilecek (SerPK. m.5/1), açıklamaların yeterli ve
gerçeğe uygun bulunmadığı veya halka arzın kamu yararına aykırı düşeceği ya
da halkın istismarına yol açacağı kanısına varıldığı takdirde başvuru red
edilecektir.(SerPK. m.5/3)11. SPK.’nun bu incelemede göz önünde tutacağı
ilkeler ise, 1982 tarihinde yayınlanan Seri: I No:1 tebliğinde belirtilmiştir12.
Bunlar, “ortaklık yönünden gereklilik, yeterlik ve kaynaklar arasında denge,
halk yönünden ise verimlilik ve güven”dir13 . Böylece sermaye Piyasası Kanunu
ilk şekliyle Liyakat sistemini benimsemiştir14. Nitekim SPK, eski başkanı Türk
de kurulun üstlendiği görevi şu şekilde açıklamaktadır: “gelişmekte olan
ülkelerde sermaye piyasası kendi doğal gelişimine bırakılamaz. Geçmişle bu
alanda ortaya çıkan olumsuzluklar, sıkı bir düzenleyici mekanizmanın
yokluğuyla
yakından ilişkilidir. SPK., sermaye piyasasını geliştirmek,
11
Sistemin tenkidi konusunda bkz., Domaniç, Anonim Şirketler Hukuku Uygulaması
TTK. Şerhi, C.II, İstanbul 1988, 253; Somer, Sermaye Piyasası Kanunu Hükümlerinin
Türk Ticaret Kanunun Tedrici Kuruluş Sistemi Üzerine Etkileri, İstanbul 1990., s91-92.
12
24 Mart 1982 T. 17643 S. RG., Tebliğin bu genel ilkeleri çağdaş kamuyu aydınlatma
ilkelerine ters düştüğünden doktrinde eleştirilmiştir, bkz. Kabaalioğlu; Kamuyu
Aydınlatma, s.145; Tekinalp; Sermaye Piyasasının Hukuki Yönü ve Sorunları, Çeşitli
Tasarılar Üzerine Genel Olarak Bir İnceleme, İUHF Mecmuası, S.1-4, 1973, s.445 vd.
13
Akmansu, “Sermaye Piyasası Kanunun Getirdikleri”, Türkiye’de Sermaye Piyasası
(Araçlar ve Kuruluşlar), Seminer Tebliğleri – Tartışmalar, Panel, İstanbul 1984, s.24.
14
Liyakat sistemi hakkında fazla bilgi için bkz. TYSON, William C: "Amerika Birleşik
Devletlerinde Menkul Değerlere İlişkin Düzenlemelerin Yasal Yönleri", Türk Sermaye
Piyasasında Son Gelişmeler, OECD - SPK Konferansında Sunulan Tebliğler, Çeşme,
İzmir 30 Haziran - 5 Temmuz 1985, s.204-205.
6
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
düzenlemek ve denetlemek, hukuki yapıdaki boşlukları doldurmak amacıyla
kurulmuştur”15.
Daha sonra Sermaye Piyasası Kanunu’nda 1992 tarihinde 3794 s. yasayla
yapılan
değişiklikle,
ABD,
gelişime
uygun
olarak,
izin
sisteminden
vazgeçilerek, kamunun aydınlatılmasının sağlanması, yatırım risk-getiri
değerlendirilmesinin piyasaya bırakılması ilkesine dayalı “kayda alma” sistemi
benimsenmiştir.
düzenlemekle
Sermaye
yetkili
Piyasası
kurumların
Kanunu’nda,
en
önemli
Sermaye
Piyasasını
görevinin
“kamunun
aydınlatılmasını” sağlamak olduğu gerçeğinden hareket edilerek, yeni
düzenlemede, konsolide mali tablolar dahil her türlü mali tablo ve raporların
kurulca belirlenecek ilke standart ve formlara göre hazırlanıp kamuya
duyurulması öngörülmüştür. Ortaklığın, olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle
açıklattırılması, yani tam bir “disclosure”un yapılması düşünülmüştür. Halkı
aydınlatma sisteminin temelini oluşturan, yatırıma ilişkin son değerlendirme,
yatırımcıda kalmak üzere, bir kamu kuruluşunun denetimi altında, halkın
eksiksiz aydınlatılması temel ilke olarak benimsenmiştir. Ayrıca, Sermaye
Piyasası Kanunu, ihraççıların ve sermaye piyasası kurumlarının, konsolide
olanlar dahil kamuya açıklanacak ve gerektiğinde kurulca istenecek malî tablo,
rapor ve bilgileri tesbit olunacak şekil ve esaslara, genel kabul görmüş muhasebe
kavram, ilke ve standartlarına uyacak şekilde düzenlemekle yükümlü olduklarını
belirtmiş (m. 16/I)16 ve Sermaye Piyasası Kurulu, Sermaye Piyasası Kanunu
kapsamına giren ortaklıkların ve aracı kurumların düzenlemek ve yayımlamak
zorunda oldukları malî tabloların çıkarılmasında yardımcı olmak, bunların
sağlıklı karşılaştırmalar ve tahliller yapılmasına elverişli, genel kabul görmüş
muhasebe ilkelerine uygun şekilde değerlendirilmelerini sağlayarak, sermaye
15
Türk: Son gelişmeler semineri, s.322.
Bu konuda fazla bilgi için bkz. Yalkın, Muhasebe Standartları Açısından Sermaye
Piyasası, SPK, 15. Yıl Sempozyumu, Ankara, 1998, s.210 vd.
16
7
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
piyasasına açıklık getirmek; ortaklıkların malî durumlarının güvenilir bir şekilde
izlenebilmesine imkân hazırlamak amacıyla standart genel hesap ve kullanım
esaslarını düzenlemek üzere tebliğler çıkarmış17, bu tebliğlerde, malî tabloların,
bu tablolardan yararlanan kişi ve kuruluşların karar vermelerine yardımcı olacak
ölçüde, yeterli, açık ve anlaşılır şekilde açıklanması, ayrıca malî tablolarda,
finansal bilgilerin açıklanması yanında gelecekte gerçekleşmesi muhtemel
olaylara da yer vermesi gerektiği belirtilmiştir (m.10) 18. Bu aydınlatma sadece
halka arz (ihraç) aşamasında değil, şirketlerin yaşadığı sürece söz konusudur.
Şirketler yaşayan varlıklardır, durumlarında iyiye veya kötüye doğru
değişiklikler her zaman olabilir. Bu nedenle bu değişikliklerin izlenmesini
mümkün kılabilecek bir kamuyu aydınlatma sisteminin oluşturulması şarttır.
Sermaye Piyasası Kanununun 3794 s. Kanunla değiştirilmesinden önceki
dönemdeki düzenlemeler sadece bilanço, kâr ve zarar hesabı, yıllık rapor,
denetçi raporu, yılsonu veya ana tablolar gibi belirli dönem sonu belgelerinde,
menkul kıymetlerin halka arzında, kamuyu aydınlatma ilkelerine uyulmasını
17
Muhasebe Standartları Hakkında Tebliğ, Seri:XI, No:11 (RG. 01.03.1995 T., 22217 s.
RG.) Sermaye Piyasasında Mali Tablo ve Raporlara İlişkin İlke ve Kurallar Hakkında
Tebliğ, Seri XI, N.1 (29.01.1989 T., 20064 s. RG); 26.7.1989 tarihli Seri:XI No:3
“Sermaye Piyasasında Ara Malî Tablolar ve Raporlarına İlişkin İlke ve Kurallar
Hakkında Tebliğ” 28.11.1990 Tarihli Seri:XI, No:6 “Menkul Kıymetler Yatırım Fonları
Mali Tabloları ve Raporlarına İlişkin İlke ve Kurallar” hakkındaki (28.02.1990 T., 20447
s. RG) SPK tebliğlerindeki ilke ve formlara uyulması zorunludur. Bu standart ilke ve
formlara uygun bulunmayan malî tablo ve raporların kamuya açıklanması yasaktır. Aracı
kurumların faaliyetlerindeki özellikler nedeniyle bunlar için 31.1.1992 Tarih ve Seri:V
No:6 (31.01.1992 T., 21128 s. RG.) SPK tebliği ile “Aracılık Faaliyetlerinde Belge ve
Kayıt Düzeni” esaslara bağlanmış, ayrıca aynı tarih ve Ser:XI No:7 SPK Tebliği ile
“Aracı Kurum Hesap Planı ve Planın Kullanım Esasları” (31.01.1992 T., 21128 s. RG.)
belirlenmiştir. Bu tebliğ ile SPK.’nun 29.1.1989 tarihli Seri:XI No:2 tebliğindeki aracı
kurumlara ilişkin esaslar yürürlükten kaldırılmıştır. Bu durumda aracı kurumlar, Seri:XI
No:1 SPK’nun Tebliği’nde belirlenen standart mali tabloların hazırlanmasına dayanak
teşkil eden hesapların işleyişinde Seri:XI, No:7 SP Kurulu Tebliği’nde yer alan hesap
planına uymak zorundadırlar. Ayrıca menkul kıymetlerini halka arz eden ortaklıklardan
bilanço aktif toplamı 10 milyar TL, brüt 50 kişiyi aşması kriterlerinden en az ikisine
sahip ortaklıklar ile aracı kurumlar yıllık bilanço ve gelir tablolarının yanı sıra ek malî
tablolar da düzenlemek zorundadırlar.
18
Seri XI, No.1.
8
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
hüküm altına almaktayken, değişiklikle, belirli dönemlere inhisar etmeyip,
gerekli olan her halde ilkenin uygulanmasını öngören sürekli kamuyu
aydınlatma kavramı yerleşmiş (SerPK. m. 16/1, 22/h), bunun yanında, birleşme,
blok satış, hisse senedi el değiştirmeleri, sermaye artırımı, tahvil çıkarımı gibi
hallerde (SerPK. m. 16/3, 16/A) kamuyu aydınlatma ilkelerinin uygulanması
öngörülmüştür. Sermaye Piyasası Kanunun “Kamunun Aydınlatılmasında Özel
Durumlar” başlıklı m.16/A gereği ve tasarruf sahiplerinin, ortaklıkların ve diğer
ilgililerin zamanında, tam ve doğru bilgilendirilerek sermaye piyasasının açıklık
ve dürüstlük içinde işleyişini sağlamak amacıyla SPK tarafından çıkarılan “Özel
Durumların
Kamuya
Açıklanmasına
İlişkin
Esaslar
Tebliği”
19
çıkarılmıştır .Kamunun sürekli aydınlatılmasında kısa aralıklarla ara raporlar
yayınlanması
ve özel
durumlarda
özel rapor
düzenlenmesi
gerektiği
belirtilmiştir. Borsada menkul kıymetleri işlem gören şirketlerin üç aylık aracı
kurumların da altı aylık dönemler itibariyle, bir önceki yılın aynı dönemiyle
karşılaştırmalı ara bilanço ve gelir tablosu düzenlemeleri öngörülmüştür20.
Düzenlenen bu tablolar ilan edilir.
Yeni sisteme göre, Sermaye Piyasası Kurulunun üzerinde durması gereken tek
nokta “kamuyu aydınlatma” olmalıdır. Şirket yaşadığı sürece, yatırımcıya tüm
bilgiler sağlanmalı, yatırımcı kendine sunulan bilgileri incelemeli, gerekli
görürse uzmanlara, bu amaçla kurulmuş firmalara başvurmalı, bundan sonra bir
karara varmalıdır. Kararı veren yatırımcı olduğundan bu kararın sorumlusu da o
olmalıdır.
19
Seri VIII, No: 54, (06.02.2009 T. 27/33 s. RG.) Bu tebliğ 20.07.2003 T. 25/74 s. RG.
Yayımlanan Seri VIII, No: 39 sayılı Özel Durumların Kamuya Açıklanmasına İlişkin
Esaslar Tebliği’ni yürürlükten kaldırmıştır.
20
Altuğ, Menkul Kıymetlerin Borsada İşlem Görme Koşulları, Yatırımcıların Korunması
ve Kamunun Aydınlatılması, Menkul Kıymetlerin Hakla Arzı ve Borsada Piyasa
Çalışması, Seminer, Tebliğler, Panel, İstanbul 1994, Yatırımcının Korunması, s.93.
9
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
2. TANIMI
Kamuyu aydınlatmanın tanımı Sermaye Piyasası Kanunu’nda verilmemiştir.
Tekinalp,
kamuyu
aydınlatma
kavramını
“ortaklık
pay
sahipleri
ve
alacaklılarının menfaatlerini korumaya ve haklarını bilinçli ve etkili bir şekilde
kullanmaya yardım eden; gelecekteki pay ve tahvil sahiplerinin ve sermaye
piyasasının diğer ilgililerinin aldatılmalarını önleyip, ortaklık yararına
kazanılmalarını sağlayan; özel ekonomik gücün, milli iktisadın gereklerine ve
faydalarına uygun çalışmasını gerçekleştiren, gerek iç, gerek dış denetimi
kapsamı içine alan ilkelerin tümüdür”21 şeklinde tanımlamış; Poroy ise “iç ve dış
denetime rağmen ve onunla birlikte, gerek hisse senedi sahiplerinin, gerek
katılmayı düşünenlerin en iyi korunmalarının yolu A.Ş.’nin faaliyeti hakkında
gerçek, açık ve yeterli bilgi sahibi olmalarıdır. Bilanço, rapor, izahname, sirküler
gibi belgeler gerçekler hakkında tam bilgi verecek usul ile yeterli ayrıntıları
gösterecek modellere göre düzenlenmelidir, açıklanmalıdır”22 şeklinde kamuyu
aydınlatma kavramının sınırlarını belirlemiştir. Kavramın kaynağı olan
Amerikan Hukuku’nda teorik bir tanımlama getirilmemiş olmakla birlikte, bu
kavrama yüklenecek anlamı yargı kararları açıkça göstermekte, mahkemelerde
verilmiş kararlar, bu ilkenin uygulanışı itibariyle yol gösterici olmaktadırlar.
Sermaye Piyasası Kanunu’nun genel gerekçesinde Sermaye Piyasasını
düzenlemekle
yetkili
kurumların
en
önemli
görevinin
“kamunun
aydınlatılmasını” sağlamak olduğundan hareketle tasarıda, konsolide malî
tablolar dahil her türlü malî tablo ve raporların kurulca belirlenecek ilke,
standart ve formlara göre hazırlanıp kamuya duyurulmasını öngörmüş23, fakat
yasada bir tanım getirmemiştir. Sermaye Piyasası Kurulu’nun yayımladığı
21
Tekinalp, Bilanço, s.53.
Poroy/Tekinalp/Çamoğlu, s.254.
23
Kocahasanoğlu, Sermaye Piyasası Kanunu ve Uygulaması, İstanbul, 1999. s.21.
22
10
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
tebliğlerde sürekli kamuyu aydınlatma ilkesinden bahsetmekle birlikte, bu
tanıma rastlanmamaktadır. Gerçekten kamuyu aydınlatma, geçen yüzyılın
sonundan itibaren bilinmesine, özü değişmemesine ve temel ilkeleri itibariyle
hep aynı kalmasına rağmen uygulama alanı, yani kapsamı itibariyle hep
genişleme göstermiştir24. Başlangıçtan günümüze kadar vazgeçilmezliği her
zaman korunan ama üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmiştir25.
Üzerinde bu kadar tartışılan ve kapsamı sürekli genişleyen bir kavramı bir kanun
maddesiyle
tanımlamak, hem
kavramın
unsurlarını
tesbit
bakımından
karşılaşılan zorluk, hem de kavramın tarihinde gözlemlenen genişlemeyi
frenlemek bakımından sakıncalıdır. Kanun koyucular bu sakıncaları görerek
kavramın tanımını doktrine ve uygulamaya bırakmışlardır.
Sermaye piyasası güven esasına dayandığından bunu sağlayacak ortam, bu
piyasaya yatırım yapanların şu veya bu şekilde aldatılmaması ile oluşur. Halkın
aldatılmaması ise, halka açıklanan veya açıklanması gereken tüm hususlar
hakkında ilgilileri bilgilendirme ve gerçeğin ortaya konulması ile gerçekleşir. Bu
durum kamuyu aydınlatmadan başka bir şey değildir.
3. KAPSAM
Sağlıklı bir sermaye piyasasının oluşabilmesi, yatırımcının yaptığı yatırımın
koşullarını çok iyi bilmesine bağlıdır, bu nedenle yukarıda belirtildiği gibi
kamuyu aydınlatma ilkesinin kapsamı çok geniştir ve bu kapsam sürekli
değişmekte, gelişmekte ve genişlemektedir.
Kamuyu aydınlatma kavramı, sermaye piyasası araçlarının halka arz aşamasında
da şirketlerin işleyişi sırasında da ortaya çıkmakta, şirkete ilişkin olumlu bilgiler
yanında, olumsuz bilgilerin de açıklanmasını gerektirmektedir. Örneğin yurt
24
25
Tekinalp, Bilanço, s.11.
Şiramur, s.16.
11
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
dışında satışı yapılacak olan bir üretimin maliyetine eklenecek olan gümrük
vergisi ile kota v.s. gibi yükümlülükler mutlaka bildirilmelidir. Ancak, ileri
sermaye piyasalarına örnek teşkil eden Amerikan uygulamasında çok önceden
beri olumsuz bilgilerin verilmesi aranırken olumlu bilgilerin verilmesi yeni ve
sınırlı olarak halkın aldatılmasına sebep olmayacak şekilde kabul edilmiştir26.
Ayrıca imalat sırrı veya ticari sır niteliğini taşımayan bilgilerin de kamuya
açıklanması gerekir. Hangi bilgilerin imalat veya ticari sır olup olmadığının,
olayın özelliklerine göre değerlendirilmesi gerekir. Bir şirketin hammadde
kaynakları, bu kaynakların yeterli olup olmadığı, diğer şirketlerle rekabet şansı
ticari sır olarak kabul edilemez, ancak, bir kimya endüstrisinin üretimde
kullandığı formüller, bir şirketin imalat sırları, ticari sır teşkil eder, çünkü bunlar
yatırımcıyı ve ortakları ilgilendirmez. Onları ilgilendiren, yapılan üretimin
rekabet şansı, kârlılığıdır.
Kamunun aydınlatılması kavramında “kamudan” kast olunan, gerek şimdiki,
gerekse gelecekteki ortakları, tahvil sahiplerini, her türlü sermaye piyasası
araçları sahiplerini, ortaklık alacaklılarını, işçileri, hatta maliye bakımından
vergi işlemlerinin doğru yapılabilmesi için devleti de kapsar27 ve devamlı
değişiklik gösterir.
Kamunun aydınlatılması halka arz aşamasında (Birinci el piyasada) ve halka
arzdan sonraki (sürekli kamunun aydınlatılmasında) aşamada değişiklik
göstermekte, kamunun aydınlatılmasının temel taşlarını izahname, sirküler gibi
belgeler teşkil ederken, halka arzdan sonra kamunun aydınlatılması, yıllık rapor
ve belgelerin, dönemsel rapor ve belgelerin açıklanmaları ile mümkün
olmaktadır.
26
27
Kabaalioğlu, Sermaye Piyasasında Kamuyu Aydınlatma İlkesi, İstanbul 1985, s.67.
Bu konuda bkz. Tekinalp, Ü.; Bilanço, s.31 vd.; Şiramur, s.21.
12
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
Sermaye piyasası hukukunda önemli ilke, bütün menkul kıymet sahiplerinin ve
satın alanların doğru bilgi almalarını sağlamaktır. Hedef, sermaye piyasası
araçlarını ihraç eden ortakların kamuya geniş ve doğru bilgi vermesidir. Ayrıca
Sermaye Piyasası Kanunu’nda, halka açık bir anonim şirket ile ilgili halka
açıklanmamış önemli bir bilgiyi, şirket ile özel bir ilişkisi nedeniyle veya
herhangi bir nedenle elde eden bir kişinin, özel menfaat sağlamak amacıyla bu
bilgiyi kullanarak şirketin menkul kıymetleri üzerinde ticaret yapması da
önlenmek istenmiştir28. Böylece artık kamuyu aydınlatma, kapsamlı, sürekli,
dinamik bir uygulama halini almıştır. Kamuya açıklanacak bilgiler, açıklamadan
yararlanacak kişi ve kuruluşların karar vermelerine yardımcı olacak şekilde,
zamanında, doğru, eksiksiz, anlaşılabilir, yorumlanabilir, düşük mahiyette kolay
erişilebilir ve eşit biçimde ve olması gereken zamanda kamunun kullanımına
sunulmalıdır29.
Anonim Ortaklıklar, yaşayan kuruluşlardır. Devamlı gelişme ve değişme
gösterirler. Bu nedenle ilgililere30 şirkette meydana gelebilecek değişiklikler
hakkında devamlı olarak bilgi verilmesi gerekir. SerPK. m.16/A ilk fıkrasına
göre "Halka açık anonim ortaklıkların sermaye ve yönetiminde kontrolü
28
Insider Trading (içeriden öğrenenlerin ticareti).
SPK,
Kurumsal
Yönetim
İlkeleri,
Şubat
2005,
s.21
(www.spk.gov.tr/ofd.kurumsalyonetim /kurumsalyonetimilkeleri.pdf, E.T., 11.02.2005).
Ayrıca TTKT.’nda da benzer nitelikte bir ifadeye yer verilmektedir. Söz konusu tasarıya
göre “Anonim Şirketlerin finansal tabloları, Türk Muhasebe Standartları’na göre şirketin
malvarlığını, borç ve yükümlülüklerini, özkaynaklarını ve faaliyet sonuçlarını, tam,
anlaşılabilir, karşılaştırılabilir, ihtiyaçlara ve işletmenin niteliğine göre uygun tarzda ,
şeffaf ve güvenilir olarak gerçeği, dürüst, aynen ve aslına sadık surette yansıtacak şekilde
çıkarılır” (m. 515).
30
İlgililer kavramına, yöneticiler, pay sahipleri, çalışanlar, şirketin kendisi, şirket
alacaklıları, şirkete kredi verenler, tasarruflarını sermaye piyasasında değerlendirmek
isteyenler, Türkiye’de faaliyet gösteren veya faaliyet göstermek isteyen yabancı şirketler
ve ayrıca idari otoriteler ve vergi daireleri de girer. Kamuyu aydınlatma ilkesi, özel
ekonomik gücün gizlilik yoluyla özgürlükçü iktisadi yapıyı bozmasına karşı etkin bir
tedbir olarak görülmelidir (Bu konuda bkz. İhtiyar, s.98, dn.142).
29
13
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
sağlamak amacıyla pay sahiplerine çağrıda bulunarak hisse senedi toplama
girişiminde bulunulmasına veya genel kurullarda oy hakkını kullanmak için
vekalet istenmesinde veya ortaklığın pay dağılımının önemli ölçüde değişmesi
sonucunu veren hisse senedi el değiştirmelerinde, sermaye artırımlarında,
birleşme ve devirlerde, menkul kıymetlerin değerini etkileyebilecek önemli olay
ve gelişmelerde Kurul, küçük pay sahiplerinin korunması ve kamunun
aydınlatılmasını sağlamak amacıyla düzenlemeler yapar”. Bu kanun hükmü ile
kanun koyucu, yatırım kararını etkileyebilecek her yeni olay ve gelişme
karşısında kamuyu aydınlatmayı Kurul’a bir görev olarak yüklemektedir.
Burada amaç, ortaklıkla ilgili gelişme ve değişmelerden tüm piyasa ilgililerini
zamanında haberdar etmek ve böylece onlara yeni veriler doğrultusunda hareket
etmek imkânı sağlamaktır31. Sermaye piyasası ilgililerinin kendilerine sunulan
bilgilerden gerçek anlamda yararlanabilmeleri için, hakkında açıklama yapılması
istenen olay veya durumlarla ilgili tüm bilgilerin anlaşılabilir bir şekilde
piyasaya aktarılması gerekmektedir. Aksi halde, piyasa katılımcılarının gerçek
duruma uygun sağlıklı bir yatırım kararı vermeleri mümkün olmayacaktır32.
Yatırımcıya sunulması gereken bilgiler, yatırım kararını etkileyebilecek öneme
sahip olan bilgilerdir. TTK. özellikle mali tablo ve raporlarda aktif ve pasiflerde
bulunan bütün değerlerin tamamının ilgili kalemlerde yer almasını zorunlu
kılmaktadır (m. 75/1). Yargıtay vermiş olduğu bir kararında yeniden değerleme
fonunun kâr gibi gösterilip zarardan düşülmesini TTK.’nun 75. maddesindeki
bilançonun gerçekçi olma ilkesine aykırı bulmuştur33. SerPK. m. 7/2’e göre
izahname ve sirkülerde yer alan bilgilerin, gerçeği dürüst bir biçimde
yansıtmasından ihraççılar sorumludur (SerPK. m. 7/2). İncelemeler sonucunda
31
Tanör, Türk Sermaye Piyasası, Halka Arz, İstanbul 2000, s.212.
Karacan, Bankaların Kamuya Açıklanan Mali Tabloları, İstanbul 1983, s.50; Kayar,
Anonim Ortaklığın Mali Durumunun Bozulması ve Alınacak Tedbirler, Konya 1997,
s.19; İhtiyar, s.73.
33
Yargıyat 11. HD. 24.12.1990, E.7829, K.8306, Eriş, Ticari İşletme ve Şirketler, Cilt1,
Ankara 2004, s.1184
32
14
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
açıklamaların yeterli olmadığı ve gerçeği dürüst bir biçimde yansıtmayarak
halkın istismarına yol açacağı sonucuna varılırsa, gerekçe gösterilerek, sermaye
piyasası aracının kurul kaydına alınmasından imtina edebilir (SerPK. m5/3).
Şirketlerin gerçek durumunun açıkça belirtilmesi esası, TTK. Tasarısı’nda
“gerçeği aynen ve dürüstçe yansıtmak” (m. 199/2/4), “dürüst resim ilkesi” (m.
398/1) ve “gerçeği dürüst, aynen ve aslına sadık bire surette yansıtmak” (m.
519/1) şeklinde ifade edilmekte, ayrıca tasarının değişik maddelerinde bu hususa
açıkça yollama yapılmaktadır (TTKT. m.200, m. 349/1, m.403/8, m. 457/1,
m.518/1, m. 549/1). Ayrıca Tasarıda kamuyu aydınlatma ilkesi açısından önemli
bir aykırılığı ifade eden gizli yedek akçe uygulaması sona erdirilmektedir (TK.
458)34.
34
TTK. “Gizli Yedek Akçe” başlığını taşıyan 458. m. göre “Şirket işlerinin devamlı
inkişafını veyahut mümkün mertebe istikrarlı kar payları dağıtılmasını temin bakımından
münasip ve faydalı olduğu takdirde, aktiflerin bilanço günündeki kıymetlerinden daha
aşağı bir kıymetle bilançoya konması şeklinde veya başka suretle gizli yedek akçe
ayrılması caizdir”. Maddenin birinci fıkrasında gizli yedek akçenin ancak “şirket işlerinin
devamlı inkişafını veyahut mümkün mertebe istikrarlı kâr payları dağıtılmasını temin
etmek bakımından münasip ve faydalı olduğu takdirde” ayrılabileceği belirtilmekle
beraber, kullanılan kavramların belirsizliği sebebiyle gizli yedek akçe ayrılması
yönünden bir sınır getirmediği sonucuna varılabilir (Bu konuda bkz. Tekinalp, Bilanço,
s.380). Ayrıca gizli yedek akçe ayrılmasında, aktiflerin bilanço günündeki kıymetlerinden
daha aşağı bir kıymetle bilançoya konabileceği veya “başka bir suretle de gizli yedek
akçe ayrılabileceği” belirtilerek, yönetim kuruluna sınırlamaya tabi tutulmayan geniş bir
hareket alanı tanınmaktadır. SerPK. 15. m. göre ise “...Yasa hükmü ile ayrılması gereken
yedek akçeler ile esas sözleşmede belirlenen birinci temettü ayrılmadıkça, ertesi yıla kâr
aktarılmasına .... karar verilemez” (m. 15/2). Böylece SerPK.’da halka açık anonim
ortaklıklarda gizli yedek akçe ayrılması kanun hükmüyle sınırlanmakta ancak tamamen
ortadan kaldırılmamaktadır.
15
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
4.
KAMUYU
AYDINLATMA
İLKESİNİN
TÜRK
TİCARET
KANUNUNDAKİ ORTAKLARIN BİLGİ ALMA HAKKINDAN FARKI
Türk Ticaret Kanununda “Malumat Alma Hakkı” ortak başlığı ile düzenlenen
362 ve 363. maddelerinde35 hiçbir pay sahibine gerçek manada bir bilgi alma
hakkı sağlamayacak bir düzenleme yapılmıştır. 362. maddede pay sahiplerine
tanınan hak bilgi alma hakkından ziyade, maddede belirtilen belgelerin
incelemeye açık tutulması ve pay sahiplerine ulaştırılmasına yönelik olup, bu
esaslar şirket yönetimine ait bir görev olarak belirtilmiştir. 363. maddede ise
bilgi alma hakkı tamamen yönetim kurulu ile genel kurulun takdirine
bırakılmakta, ortaklara çok sıkı şartlara tabi olarak şirketin ticari defter ve
yazışmalarını inceleme hakkı verilmektedir. Bu talebin reddi halinde mahkeme
yoluyla amaca ulaşmasına yer verilmemesi maddenin temel eksikliği
35
Madde 362 - “Kar ve zarar hesabı, bilanço, yıllık rapor ve safi kazancın nasıl
dağıtılacağı hususundaki teklifler, murakıplar tarafından verilecek raporla birlikte umumi
heyetin adi toplantısından en az on beş gün önce şirketin merkez ve şubelerinde pay
sahiplerinin emrine amade bulundurulur.
Bunlardan kar ve zarar hesabı, bilanço ve yıllık rapor, toplantıdan itibaren bir yıl
müddetle pay sahiplerinin emrine amade kalır. Her pay sahibi masrafı şirkete ait olmak
üzere kar ve zarar hesabiyle bilançonun bir suretini istiyebilir.
Hamile yazılı hisse senetleri ihracedilmiş ise yukarda adı geçen vesikaların pay
sahiplerine açık bulundurulduğu keyfiyeti 37 nci maddede anılan gazeteden başka esas
mukavele ile muayyen şekilde dahi ilan olunur.
Pay defterine kaydedilen nama yazılı hisse senedi sahiplerine ayrıca tebligat yapılır.”
Madde 363 - Pay sahipleri, şüpheli gördükleri noktalara murakıpların dikkat nazarlarını
çekmeye ve lüzumlu izahatı istemiye salahiyetlidirler.
Şirketin ticari defterleriyle muhaberatının tetkiki yalnız umumi heyetin açık bir
müsaadesi veya idare meclisinin karariyle mümkündür. İncelenmesine müsaade edilen
defter ve vesikalardan öğrenilecek sırlar hariç olmak üzere, hiçbir ortak şirketin iş
sırlarını öğrenmeye salahiyetli değildir. Her ortak, her ne suretle olursa olsun öğrenmiş
olduğu, şirkete ait iş sırlarını, sonradan ortaklık hakkını zayi etmiş olsa dahi, daima gizli
tutmaya mecburdur. Bu mecburiyeti yerine getirmiyen ortak, meydana gelecek
zararlardan şirkete karşı mesul olduğu gibi şirketin şikayeti üzerine, her hangi bir zarar
umulmasa dahi, bir yıla kadar hapis veya beş yüz liradan on bin liraya kadar adli para
cezasiyle veya her ikisiyle birlikte cezalandırılır.
Pay sahiplerinin malumat alma hakkı esas mukavele ile veya şirket organlarından birinin
karariyle bertaraf veya tahdidedilemez”.
16
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
niteliğindedir36. Bu eksiklik TTKT. ile doldurulmuş, talebi red edilen pay
sahibine mahkemeye başvuru imkanı tanınmıştır. TTKT.’na göre “bilgi alma
veya inceleme talepleri cevapsız bırakılan, haksız olarak red edilen, ertelenen
pay sahibi, reddi izleyen on gün içinde mahkemeye başvurabilir. İhtilaf basit
muhakeme usulüne göre incelenir. Mahkeme kararı bilginin genel kurul dışında
verilmesi talimatını ve bunun şeklini de içerir. Mahkeme kararı temyiz edilirse,
acele işlere özgü usule tabi tutulur” (m.436/5). Ayrıca tasarıda her sermaye
şirketinin web sitesi açması zorunlu görülmüş, tasarıda ve diğer kanunlarda yer
alan, pay sahiplerinin ve ortaklarının aydınlatılmasının öngörüldüğü kanunlara
bu web sitesinde yer verilmesi gerektiği belirtilmiştir (m. 1524). Böylece pay
sahibi genel kurulda soracağı pek çok sorunun cevabını web sitesinden elde
edebilecek, genel kurul sırasında sorulabilecek gereksiz soruların önüne
geçilebilecektir37.
Sermaye Piyasası Kanunun amacı, “tasarrufların menkul kıymetlere yatırılarak
halkın iktisadi kalkınmaya etkin ve yaygın bir şekilde katılmasını sağlamak
amacıyla, sermaye piyasasının güven, açıklık ve kararlılık içinde çalışmasını,
tasarruf sahiplerinin, hak ve yararlarının korunmasını, düzenlemek ve
denetlemektir” (m.1). Kamuyu aydınlatma da bu amaca yöneliktir. Kamuyu
aydınlatmada asıl amaç, mevcut pay sahipleriyle birlikte, piyasadaki diğer
ilgilileri daha açık bir deyişle muhtemel pay sahipleriyle, alacaklıları
aydınlatmak ve yatırımcıları korumaktır. Kamuyu aydınlatma ilkesi yatırımcıyı
36
Kabaalioğlu, Türk Hukuku’nda ve Mukayeseli Hukukta Finansal Bilgi Alma Hakkı,
Muhasebe Enstitüsü Dergisi, S.21-22, Ağustos-Kasım 1980, s.27; Tekinalp, İşletme
İlgililerinin Finansal Bilgi Elde Etme Hakkı, Muhasebe Enstitüsü Dergisi, S.21-22,
Ağustos- Kasım 1980, s.18, 20; Pulaşlı, Şirketler Hukuku, Adana, 2003, s.214; Kayar,
s.22.
37
Karasu, Ticaret Kanunu Tasarısına Göre Anonim Şirket Pay Sahibinin Bilgi Alma
Hakkı, Batider, 2005, c. XXIII, S.2, s.100.
17
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
korumak açısından en elverişli hukuki araçtır38. Bilgi alma hakkındaki temel
hedef ise pay sahiplerini bilgilendirerek ortaklık içindeki menfaatleri
dengelemek, pay sahiplerinin şirket işlerinin kontrolü ve oy hakkı gibi paya
bağlı haklarını daha bilinçli bir şekilde kullanmalarını sağlamaktır. Kamuyu
aydınlatmada tüm sermaye piyasası ilgilileri bu yolla sağlanan bilgilerden
yararlanmaktadır. Hâlbuki bilgi alma hakkında sadece mevcut pay sahipleri
şirket hakkında bilgi edinebilmektedir. Ayrıca kamuyu aydınlatma gereğince
elde edilen bilgiler ilgililerin şahsi taleplerine yer vermeyen, SerPK. ve ilgili
kurul tebliğleriyle belirlenen bilgilerdir. Bilgi alma hakkında ise pay sahibi,
kendisine sunulan hususlar dışında da ek bilgiler elde edebilir (TTK. m. 363)39.
Kamuyu aydınlatmada ise ilgili kişinin merak ettiği ve şüpheli gördüğü
hususlarda izahat isteyebilmesi veya soru sorarak ek bilgi talep edebilmesi
mümkün değildir40. Ancak Sermaye Piyasası Kanununun özel durumların
kamuya açıklanması zorunluluğunu getiren hükmü (m. 16/A) kamuyu
aydınlatma yükümlülerinin Sermaye Piyasası ilgililerine devamlı olarak bilgi
verme yükümlülüğünü kapsamaktadır. Bilgi alma hakkı, kapalı (aile tipi)
anonim ortaklıklarda ilgililerin menfaatlerini korumak açısından getirilen, fakat
yeterli olmayan bir hukuki yoldur. Tasarı ile getirilen düzenlemede, özellikle
inceleme talebinin gerekçeye dayandırılması ve talebin reddi halinde pay
sahibine
mahkemeye
başvurma
imkanı
tanınması
açısından,
mevcut
düzenlemeye göre amaca elverişlilik açısından çok daha uygun bir hüküm
getirilmiş olmakla birlikte (TTKT, m. 437) ihtiyaçları karşılayamamakta,
yatırımcının korunmasını tam sağlayamamaktadır.
38
İhtiyar, s.109.
Tekinalp (Poroy/Çamoğlu), s.580; Kaya, Anonim Ortaklıkta Pay Sahibinin Bilgi Alma
Hakkı, Ankara 2001, s.21, 30; Turanboy, Halka Açık Banka ve Hissedarların Korunması,
Ankara 2002, s.54.
40
İhtiyar, s.205.
39
18
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
5. BİLGİ EDİNME HAKKI KANUNU ÇERÇEVESİNDE BİLGİ VERME
YÜKÜMLÜLÜĞÜ
2003 yılında yürürlüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu (BEHK) ile herkesin
bilgi edinme hakkına sahip olduğu düzenlenmiş (BEHK m. 4) ve bu Kanun
kapsamına, kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının faaliyetleri de dahil edilmiştir (BEHK m. 2). Kurum ve
kuruluşlar, bu Kanun’da yer alan istisnalar dışındaki her türlü bilgi veya belgeyi
başvuranların yararlanmasına sunmak ve bilgi edinme başvurularını etkin,
süratli ve doğru sonuçlandırmak üzere gerekli idarî ve teknik tedbirleri almakla
yükümlüdürler (BEHK m. 5). Ancak bilgi edinme başvurusu, başvurulan kurum
ve kuruluşların ellerinde bulunan veya görevleri dolayısıyla bulunması gereken
bilgi veya belgelere ilişkin olup, kurum ve kuruluşlar, ayrı veya özel bir çalışma,
araştırma, inceleme ya da analiz sonucunda oluşturulabilecek türden bir bilgi
veya belge için yapılacak başvurulara olumsuz cevap verebilirler (BEHK m. 7/I,
II). Bilgi Edinme Hakkının Uygulanmasına İlişkin Esas ve Usuller Hakkında
Yönetmelikte41 İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının kamu tüzel kişisi olduğu
ve sözkonusu kanun hükümlerinin İMKB’ye de uygulanacağını belirtmiştir.
Ayrıca Ser.PK’da Sermaye Piyasası Kurulunun kamu tüzel kişiliğine sahip
olduğu açıkça belirtildiğinden (m. 17) SPK da bu yönetmelik hükümlerine
tabidir. İMKB ve SPK ihraçcıların ve sermaye piyasası kurumlarının bilgi ve
belgelerini ellerinde bulundururlar. Bunlar yalnızca kamuya açıklanması için
verilen bilgi ve belgelerle sınırlı olmayıp, gerekli görülen hallerde bu kamu tüzel
kişilerince istenen belgeleri de içine alır. Ancak ticari sırlar bilgi edinme hakkı
kapsamı dışında tutulmuştur (BEHK m. 23).
41
RG, 27.04.2004, s: 25445.
19
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
SONUÇ
Kamuyu aydınlatma ilkesinin temel amacı, tasarruflarını sermaye piyasasında
değerlendirmek isteyen yatırımcıya, yatırım yapacağı şirket ve sermaye piyasası
araçları hakkında bilgi sağlamak, böylece yatırımcının bilgiye dayalı olarak
karar vermesini ve yanlış yönlendirmelerden korunmasını temin etmektir. Bu
amaca ulaşabilmek için, şirketler tarafından sunulan bilgilerin, bağımsız
kuruluşlar tarafından analiz edilip piyasaya yansıtılması gerekir. Sermaye
piyasasında bu görevi SPK’nın yerine getirir.
Sermaye piyasası araçlarının Kurul kaydına alınması başvurusunda SPK yapmış
olduğu inceleme sonucunda açıklamaların yeterli olmadığı ve gerçeği dürüst bir
şekilde yansıtmayarak halkın istismarına yol açacağı sonucuna varılırsa gerekçe
göstererek başvuru konusu sermaye piyasası aracının Kurul kaydına
alınmasından imtina edebilir (Ser.PK m. 5/III). Ayrıca sermaye piyasası
araçlarının ilk defa halka arz edildiği birincil piyasada halkın bilgi sahibi
olmasını temin eden izahnamede bulunması gereken bilgiler SPK tarafından
belirlenir (Ser.PK, m. 6) ve bilgilerin yatırımcının eline geçmesi için derhal
ticaret siciline tescil ve ilan edilir. Halkı sermaye piyasası araçlarını satın almaya
davet eden sirküler ve ilanların esasları da Kurul tarafından belirlenir (Ser.PK m.
6/I, II). Ayrıca SPK yatırımcının tam, doğru ve dürüst bir şekilde
bilgilendirilmesi, HAAOlara katılan küçük pay sahiplerinin büyük pay sahipleri
ve yönetime karşı korunması, piyasa etkinliğinin sağlanması, piyasada güven
ortamının kurulup devam ettirilmesi, sermaye piyasasının uluslararası bir nitelik
kazanması için gerekli her tedbiri almakla görevlidir (Ser.PK m. 22). SPK’nın
bu görevlerini yerine getirebilmesi ancak çok iyi işleyen bir kamuyu aydınlatma
sistemiyle mümkün olabilir. Sermaye Piyasası Kurulu’nun görevi, tüm
yatırımcılara sunulan bilgilerin bu kişiler tarafından anlaşılır şekilde olmasını
sağlamaktır. Aksi durum kamuyu aydınlatma ilkesinden beklenen yararı ortadan
kaldırır. Ayrıca açıklanan bilgilerin şirketlerin ticari sırlarını açıklar nitelikte
20
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
olmaması, kamunun bilgi alma hakkı ile şirketin ticari sırrı arasındaki dengenin
iyi korunması, hakların korunması açısından önem taşımaktadır. Kamuyu
aydınlatma ilkesinin sınırını HAAO’ların ticari sırları çizecektir. Gerek OECD
ilkelerini, gerekse Sermaye Piyasası mevzuatının getirdiği düzenlemeleri bu
hususta nazarı itibare alınarak değerlendirmek gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Akmansu, Mehmet; “Sermaye Piyasası Kanununun Getirdikleri”, Türkiye’de Sermaye
Piyasası (Araçlar ve Kuruluşlar), Seminer Tebliğleri – Tartışmalar, Panel, İstanbul 1984
Allison John R. / Prentice Robert A.; Business Law Text and Cases in the Legal
Environment, 6th Edition, New York, San Diego, London, Tokyo 1994
Altuğ, Osman; Menkul Kıymetlerin Borsada İşlem Görme Koşulları, Yatırımcıların
Korunması ve Kamunun Aydınlatılması, Menkul Kıymetlerin Halka Arzı ve Borsada
Piyasa Çalışması, Seminer, Tebliğler, Panel, İstanbul 1994, Yatırımcının Korunması
Arkan, Sabih; Halka Açık Anonim Ortaklıkların Özellikleri ve Dış Denetimleri, Ankara
1976
Choper Jesse, H. / Coffee John C. / Morris C. Robert; Cases and Material on
Corporations, 3rd Edition, Boston, ABD, 1989
Christianson Stephen G.; Business Law Made Simple, New York 1995
Çevik, Orhan Nuri; Anonim Şirketler, Ankara 2002
Domaniç, Hayri; Anonim Şirketler Hukuku ve Uygulaması, TTK Şerhi C.II, İstanbul
1988
Eğilmez, Mahfi; İngiltere’de Sermaye Piyasası, Maliye Dergisi, Kasım-Aralık 1982
Emerson Robert W.; Business Law The Easy Way, New York, ABD, 1994
Eriş, Gönen; Ticari İşletme ve Şirketler, C.I, Ankara 2004
İhtiyar, Mustafa; Sermaye Piyasası Hukukunda Kamuyu Aydınlatma İlkesi, İstanbul
2006
Kabaalioğlu, Haluk; Sermaye Piyasasında Kamuyu Aydınlatma İlkesi, İstanbul 1985
21
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Türk Hukukunda Anonim Ortaklıklarda Kamuyu Aydınlatma İlkesi
Kabaalioğlu, Haluk; Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta Finansal Bilgi Alma
Hakkı, Muhasebe Enstitüsü Dergisi, S.21-22, Ağustos-Kasım 1980
Karacan, Ali İhsan; Bankaların Kamuya Açıklanan Mali Tabloları, İstanbul 1983
Karasu, Rauf; Ticaret Kanunu Tasarısı’na Göre Anonim Şirket Pay Sahibinin Bilgi Alma
Hakkı, BATİDER 2005, c. XXIII, S.2
Karayalçın, Yaşar; Muhasebe Hukuku Kavramlar İlkeler Başlıca Sorunlar Yeni
Gelişmeler, Ankara 1988
Karslı, Muharrem; Sermaye Piyasası, Borsa Menkul Kıymetler, İstanbul 1983
Kaya, Arslan; Anonim Ortaklıkta Pay Sahibinin Bilgi Alma Hakkı, Ankara 2001
Kayar, İsmail; Anonim Ortaklığın Mali Durumunun Bozulması ve Alınacak Tedbirler,
Konya 1997
Kocahasanoğlu, Osman Selim; Sermaye Piyasası Kanunu ve Uygulaması, İstanbul 1999
Poroy/Tekinalp/Çamoğlu; Ortaklıklar ve Kooperatif Hukuku, İstanbul 2005
Pulaşlı, Hasan; Şirketler Hukuku, Adana 2003
Somer, Mehmet; Sermaye Piyasası Kanunu Hükümlerinin Türk Ticaret Kanununun
Tedrici Kuruluş Sistemi Üzerine Etkileri, İstanbul 1990
Şiramun, Sevim Serpil; Avrupa Topluluğu Sermaye Piyasası Bakımından Kamuyu
Aydınlatma, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1991
Tanör, Reha; Türk Sermaye Piyasası, Halka Arz, İstanbul 2000
Tekil, Fehiman; Anonim Şirketler Hukuku, İstanbul 1998
Tekinalp, Ünal; Anonim Ortaklıkların Bilançosu ve Yedek Akçeleri, 2. Bası, İstanbul
1979
Tekinalp, Ünal; İşletme İlgililerinin Finansal Bilgi Elde Etme Hakkı, Muhasebe Enstitüsü
Dergisi, S.21-22, Ağustos-Kasım 1980
Tekinalp, Ünal; Sermaye Piyasasının Hukuki Yönü ve Sorunları, Çeşitli Tasarılar
Üzerine Genel Olarak Bir İnceleme, İÜHF Mecmuası, S.1-4, 1973
Tikveş, Özkan; Ticaret Şirketleri ve Uygulama, İstanbul 1990
Tuncer, Selahattin; Türkiye’de Sermaye Piyasası, İstanbul 1985
Turanboy, Asuman; Halka Açık Banka ve Hissedaların Korunması, Ankara 2002
22
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 1-23
Prof. Dr. Güzin ÜÇIŞIK
Tyson, William C.; “Amerika Birleşik Devletlerinde Menkul Değerlere İlişkin
Düzenlemelerin Yasal Yönleri”, Türk Sermaye Piyasasında Son Gelişmeler, OECD –
SPK Konferansında Sunulan Tebliğler, Çeşme, İzmir 30 Haziran – 5 Temmuz 1985
Yalkın, Yüksel Koç; Muhasabe Standartları Açısından Sermaye Piyasası, SPK, 15. Yıl
Sempozyumu, Ankara 1998
Yanlı, Veliye; Halka Açık Şirketler ve Kamunun Aydınlatılması, İstanbul 2005
23
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 1-23
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
STATİK VE DİNAMİK MİLLİYETÇİLİK
ÜZERİNE NOTLAR
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
[*]
ÖZET
Bu makale farklı ulus-devlet ve milliyetçilik tanım ve yaklaşımlarını analize
dayanmaktadır. Farklı tarih ve sosyo-politik dönemlerde milliyetçilik tanımlarının değişik
açılardan değerlendirildiğini işaret etmektedir. Ayrıca, makalede etnik merkezli
milliyetçilik tanımları yerine, çok merkezli tanımların daha kucaklayıcı veya dışlayıcı
olmadığına tanık olduğumuzu ifade ediyoruz.
Anahtar kelimeler: Ulus-devlet, milliyetçilik, çok merkezlilik
ABSTRACT
This article is based on diverse nation-state concepts and the analysis of different
nationalistic approaches. It evaluates the definitions of nationalism from the points of
diversified angles in the different historical and socio-political periods. Beside this, in this
article, instead of ethno-centric nationalistic approaches, we try to confirm that we are
witnessing that poly-centric nationalistic views and practices are more inclusive rather
than exclusive dynamics.
Key words: Nation-state, nationalism, poly-centric.
[*]
Beykent Üniversitesi Uluslarası İlişkiler Bölüm Başkanı
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
GİRİŞ
Siyasal projesi, “millet”e tekabül eden ve milleti oluşturabilmenin, milleti bir
arada tutabilmenin ve milleti yüceltebilmenin kaygılarını ideolojisinin odağına
koymuş olan milliyetçilik, ana zemini itibarıyla bir millet inşa etmenin
bilincidir.1 O halde, milliyetçiliği yeknesak, değişmez, homojen bir ideoloji
olarak değil, millet oluşumunun evrim sürecinde başat rol oynamaya çalışırken,
yapısal değişikliklerden etkilenmeye açık, devingen bir akım olarak görmek
gerekir.2
Milliyetçilik ideolojisinin Avrupa kökenli bir orijini olması itibarıyla, şunu
söyleyebiliriz ki, 1830 devrimlerini takiben, 1848 ayaklanmaları sonrası,
dönemin “zeitgeist” ı yine de liberal iklimden besleniyordu.3 19. yüzyılın ilk
yarısında tanık olduğumuz bu milliyetçilik, başka ülkelere saldırı ve tecavüz
hakkını kendinde bulabilen, saldırgan ve hatta kuduruk bir ideoloji değil,
dünyanın başka siyasal aktörlerden de oluştuğunu, apriori kabullenen, barışçıl
bir küre içinde, kendine ayrılan yeri almaya hazır bir önkabuller manzumesiydi.4
Bu romantik milliyetçilik atmosferi, 19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren
değişecek, liberal derisinden kurtularak bir baskı ve yayılma evresine
dönüşecektir.
Bunun temel sebeplerine dair, bu teorinin Sosyal Darwinizm, ırkçılık ve
militarizm gibi düşünce ve akımlarından derinden etkilenip beslenme istidadı
gösterebilir. Darwin’in biyolojik determinizmi insan bilimlerine aktaran Herbert
Spencer, “O’nun temel kitabı”nı, (The Origins of Species) ve “tür”lerle ilgili
temel tezlerini insan toplumlarına çevirme işlemiyle birlikte, adeta Thomas
1
Kohn, Hans, The Idea of Nationalism, New York, MacMillan, 1960, s. 4.
Lepawsky, Albert, The Search for World Order, New York, Appleton-Century Croftd,
1971, s. 47.
3
Wallerstein, Immanuel, The Modern World-System, New York, Academic Press, 1974,
s. 96.
4
Öke, Mim Kemal, Ermeni Meselesi, Aydınlar Ocağı Yayınları, İstanbul, 1986, s. 27.
2
25
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
Hobbes’un argümanlarına paralel ya da örtüşür bir tabiat düzlemi çıkarımıyla,
“en güçlünün” kazandığı bir tahayyülü hayata geçirmeye katkıda bulunmuştur.5
Bu noktadan hareketle, varolan siyasal iklimin bozulmasına, felsefi arkaplanda
katkıda bulunularak, Morgenthau’nun çarpıcı ifadesiyle, “Milletler, artık
ortaklaşa benimsenen, paylaşılan ve aralarındaki güç mücadelesinin amaç ve
araçları üzerinde etkin kısıtlamalar koyabilen ortak inançlar ve değerler
çerçevesi içinde çarpışmamaktadırlar. Yeni sahnede, herkesçe kabul edilmiş bir
siyasal ve moral sistem yerine, muzaffer milletlerin siyasal ve moral değer ya da
inançlarına göre oluşturulmuş yeni bir evrensel ve moral daire olacaktır.6
Böylece ideolojinin süratle içeriğinin boşaltılarak mutasyona uğrayabildiği (ya
da uğratılabildiği) bir iklimde, “millet” tanımında bir ortak “rıza” (consensus)
var mıydı? Var olabilir miydi? Bunlardan en kolay yanıtı Walter Bagehot verir,
“Millet’i bize sorduğunuz zaman bunun ne olduğunu bilir, ne var ki hemen
açıklayamaz, ya da tanımlayamayız.7
Joseph Stalin, “milletlerin tarihsel olarak evrilmiş, istikrarlı bir dil, toprak ve
ekonomik yaşam ile kendini kültür ortaklığıyla dışa vuran psikolojik yapıdan
oluşan bir topluluk olduğu”, açıklaması bilinen ve genel kabul gören ortalama
bir tanımlamadır.8
Fakat Hobbesbawn, konuyu irdelerken, “millet”i ortalama bir tariften öteye, bir
iki boyuttan farklı bir düzleme taşıması bu netameli konunun önünü açacaktır;
“milliyeti ister politik, ister kültürel veya başka bir boyuta indirmek mümkün
5
Fieldhouse K., Modern Imperialism, Western Overseas Expansiın and Its Affter,
Lexington 1969, p. 89.
6
Morgenthau, H.J., Uluslararası Politika, (Çev.Baskın Oran), Ankara, 1970, Cilt 1, s.
321.
7
Bagehot, Walter, Physics and Politics, Londra, 1997, s.20-21. (Nakleden: E.J.
Habsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1993, s. 12.)
8
Stalin, J., Marxisim and the National and Colonial Question, Londra, 1955, s. 8.
(Nakleden: E.J. Hobbsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 19)
26
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 24-35
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
değildir. İnsanlar gerek din, dil, kültür, gelenek, gerekse tarihsel arka plan ve
kanbağı kalıplarıyla kimlik biçemezler.”9 Hobbsbawn, milliyet konusundaki bu
ilk yaklaşıma ilaveten çok daha çarpıcı bir analizi dikkat çekicidir. Hobbsbawn,
milliyetçiliğin bazen var olan kültürleri alıp onları milliyetçiliğe çevirirken,
bazen de kültürleri yok ettiğini ileri sürer.10
Ancak Hobbsbawn bu tezinde yalnız değildir. Benzer biçimde, Benedict
Anderson’da, Hobbsbawn’a katkıda bulunacak kendi argümanını ileri sürer;
“Millet toplumsal olarak yaratılmış bir kavramdır. Bir çeşit kültürel oluşumdur.
Bir işbirliğinin kümülatif bir finalitedisir. (Buradaki vurgu bana ait.) Kendisiyle
aynı inancı paylaşan insanların hayaliyle, millet, tahayyül edilen bir siyasi
topluluktur.”11 H.Seton-Watson ise, bir milletin üyelerinin arasında başat
belirleyici faktörün, “dayanışma” duygusu olması gerektiğinin vurgusunu yapsa
da yine de bilimsel bir millet tanımı yapabilmenin imkansızlığını anlatır.12
Özellikle, 20. yüzyılın ilk çeyreği ve son çeyreği arasındaki dönem, ulusdevletin, içindeki ekonomik ve siyasi haklar mücadelesinin verildiği bir siyasal
ünite olduğu konusundaki kanaat, genel kabul gören bir uzlaşma alanıdır.
Avrupa Birliği’ndeki gelişmeler, küresel çapta gözlemlenen bilgi, eğitim, terör,
silah üretimi ve sermaye ile çevre gibi alanlarda, ulus-devletin egemenlik
alanlarını hayli törpüleyen dinamikler, bir anlam da çağdaş dünyada ulusal
bağımsızlığın da sınırsız olmadığı kanaatini güçlendirdiği açıktır.13
Herşeye rağmen, egemen millet ve devlet anlayışının, varolan ve yaşanan
dinamikler karşısında, irtifa yitirdiği tezi giderek güçlense de, her ünitenin
9
Hobbsbawn, a.g.e., s. 23.
A.g.e., s. 25.
11
Anderson, B, Imagined Communities, Verso, London, 1991, s. 8.
12
Seton-Watson, H., Nations and States; An Inquiry into the Origins of Nations and the
Politics of Nationalism, London, 1977, s. 5.
13
Held, D., Farewell to Nation-State, Marxism Today, December 1988, s. 12-14.
10
27
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
(milli-devlet) içinde tanıma dair tartışmalar alevlenmektedir. Örneğin,
Kedourie’ye göre, “milliyetçi politikalar dünyayı ulusal çizgilerle ayırarak, yeni
çatışma alanları doğurmuş, gerilimleri arttırmış ve politikayla ilgilenmeyen
masum insanlar için felaket getirmiştir.”14
O’na göre, millliyetçilik bireyden millete tabi olmasını istemekte, politikada
ölçümün kaçmasına yol açma tehlikesi taşımaktadır. Millet, tapınılacak bir
ontolojik nesne haline gelirken, diğer toplumsal ve bireysel unsurlar ikincil
duruma düşerler.
Kedourie’nin bu analizi ve eleştirel tutumu belki bir anlamda Marksist görüşlere
de dolaylı yoldan bile olsa, destekler niteliktedir. Zira, Marksizme göre millet
tarihsel olarak geçici bir olgudur. Yani, ulus-devlet temelde burjuvazinin
gereksinimlerinden doğmuş tarihsel bir tezahürdür.15
Ancak milliyetçiliğin total bir ideoloji olarak, teorik söylemlerinin dışında, reelpolitik bir düzlemde farklı pozisyonlar takındığının ifade edebiliriz. Bu noktada,
örneğin Marx, milliyetçilik adına yukarıda zikrettiğimiz analizi yaparken,
Polonya’nın bağımsızlığını, Rusya’nın batı-Avrupa’ya doğru yayılarak oradaki
muhafazakar iktidarlara karşı tampon bir görev üstlenmesini desteklemiştir.
Karl Deutsch, milliyetçiliğin fonksiyonel yanına vurgu yaparken, bu ateşleyici
ideolojinin yoğun bir iletişim ağı ile, yöresel anane ve törelerin, daha geniş
ölçekte, ulus-devlet lehine törpülenerek, ortak bir ahlaki ve siyasal kimlik
oluşacağından söz eder.16 Bu sofistike ve hatta W. Bagehot’un dediği gibi, ne
olduğunu hissedip ama tanımlayamadığımız bu ideoloji, giderek körün fili
tarifine dönüşecek, bu konuda çalışan hemen herkes farklı bir boyutundan
14
Kedourie, E., Nationalism, Duckworth, London, 1971, s. 17-24.
Kiernan, V.G., “On the Development of a Marxist Approach to Nationalism, Science
and Society, No:34, 1970, s. 95.
16
Deutsch, Karl, Nationalism and Social Communication, Boston, MIT Press, 1966,
s.181-94.
15
28
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 24-35
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
konuya yaklaşacaktır. Örneğin, E.Gellner, sanayileşme çağının bir türev
ideolojisi olduğu gerekçesiyle, milliyetçiliğin sanayileşme, refahtan pay
alabilme istek ve dürtüsünün, devletle ilişkilendirilerek ortaya çıktığını
savunur.17
Bu konuda bu denli farklı yaklaşımların, değerlendirme ve analizlerin ortaya
çıkmasını, sanırım her ülke ya da toplumların kendi özgül tarihsel
arkaplanlarında aramanın bizi doğru tespitlere yaklaştıracağını düşünebiliriz.
Bu anlamda, Türkiye’nin de kendi özgül tarihinin, yukarıda zikrettiğimiz farklı
yaklaşım ve analizlerinden kesişen, ya da örtüşen bölümleri olabileceği ihtimali
dahilindedir.
Ancak, yukarıdaki teorik çözümlemelerdense belki W.Bloom’un, milliyetçilik
konusundaki
yaklaşımı,
Türkiye’nin
kendi
tarihsel
deneymine
yakın
bulunabileceğinin az bir ihtimal olmadığı vurgusunu yapmalıyız. W.Bloom’a
göre, “toplumsal bunalımdan geçiş durumlarında insanlar genellikle yeni kimlik
arayışlarına girerler ve bunun temelinde de yeni siyasi deneyimler ve gerçekler
karşısında psikolojik güvenlik arayışı yatar.”18 Bloom, bireylerin aradıkları
psikolojik güvenliği milliyetçilikte bulduklarını ve ulusal topluluğun çıkarlarına
uygun olarak hareket ettiklerini iddia ediyor.19 Burada milliyetçilik, güvenli
olarak geçmişe dayandırılmış bir kimlik arayışı isteğine hitap eder. Milliyetçilik,
Bloom’a göre; kültürel çöküş dönemlerinde de birleştirici bir rol oynayan bir
dayanışma ruhunu ve ortak taahhütleri doğurur.
Değişik kültürel kimliklerin birarada varlığı, toplumsal yaşamın sağlıklı bir
ifadesidir. Ancak R.R. Premdas’ın, tam bu noktada, bir itirazı veya bir uyarısı
17
Gellner, Ernest, Nations and Nationalism, Oxford, 1983, s.142.
Bloom,W., “Personal Identity, National Identity and International Relations”,
Cambridge University Press, Cambridge, 1990, s.148.
19
Bloom, s.154.
18
29
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
vardır; “Modernleşme farklı insanları birbirine yaklaştırırken, kıskançlık
duygularını arttırır. Aynı siyasal proje içindeki farklı etnik gruplar, sömürülme,
tahakküm altında kalma ve ayrımcılığa maruz kalma korkuları proje içindeki
etnik gruplardan birini ya da birkaçını bilinç anlamında kışkırtabilir.20
Bu yaklaşıma A.D.Smith soğukkanlı yaklaşarak, “polycentric milliyetçilik” ve
“etno-centric milliyetçilik” ayrımlarını getirerek, etnocentric milliyetçiliğin,
millet içinde değişik yönelimlere karşı toleranslı olmadığının vurgusunu
yaparak, polycentric milliyetçiliğin bu sancılı olgunun üstesinden gelebileceğini
zımnen ifade eder.21
Ancak, Türkiye “özel”inde, polycentric milliyetçi algılamanın uygulanabilme
güçlüğü, Türk milliyetçilik ideolojisinin inşa edici elitlerinin, merkeziyetçi,
buyurgan ve sosyal mühendislik kaygılarıyla dokunmuş formasyonların ya da
pozisyonlarının bizatihi bir engel oluşturması olgusunda yatmaktadır.
Tam bu noktada, Türkiye dinamiğini anlayabilmeyi ve algılayabilmeyi
kolaylaştıracak bir teorik ayrımı daha belirtmekte yarar olmalıdır ki; sivilterritoryal milliyetçilik ve etno-jeneolojik milliyetçilik ayrımıdır. Sivil territoryal
milliyetçilik farklı etnik unsurları, farklı dil ve kültürleri ortak bir proje etrafında
toplayabilme becerisni göstererek, belli bir toprak üzerinde hukuki vatandaşlığı
tesis edebilmektir. Etno-jeneolojik milliyetçilik ise, belli bir toprak parçası
üzerinde kan bağı ve homojenite arayan, vatandaşlığı ve etnisiteyi bir
tekabüliyet ilişkisinde değerlendiren bir anlayıştır.
Sivil-territoryal olanı Batı Avrupa ve Anglo-Sakson türü kapsamı alanı içinde
meşruiyet bulurken, etno-jeneolojik olanı Doğu Avrupa ve Orta-Doğu’da
hayatiyet bulmuştur.
20
Premdas, R.R., “Secessionist movements in Comperative Perspective”, Pinter
Publications, London, 1992, s.105.
21
Smith, A.D., Theories of Nationalism, Duekwoth, London, s. 66.
30
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 24-35
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
Örneğin, bugün Fransız milleti projesi içinde, Franklar, Basklar, Brötonlar ve
Yahudiler kendilerine yer bulup Fransız Devleti ile bir problem yaşamıyorlarsa
bu sivil-territoryal bir projedir.
Balkanlar, Orta-Doğu, İsrail, Polonya ve eski Çekoslovakya bu projeyi hayata
geçirebilme liyakatını sergileyemiyorlarsa, kısmen etno-jeneolojik bir daire
içindedirler.
İlk proje, sivil-territoryal olanı bir Fransız modeli olarak ele alınabilir. İkinci
yaklaşım, etno-jeneolojik olanı ise, Alman milliyetçiliği paralelinde romantik
çerçevede bir proje olarak değerlendirilebilir.
Türk milliyetçiliği, modernizmle gelenek arasında bir uyum problematiği ile
ortaya çıktığından, Batı materyalizmi ile Doğu’nun maneviliği arasında hassas
bir denge arayışı, Türk milliyetçiliğini orijinal bir düzleme iter.22 Yani, bir başka
deyişle, Türkiye’de Fransız tipi, sivil-territoryal, hukuki bir vatandaşlık retoriği
açılımı iddiası olmasına rağmen; uygulamada, istenen, arzulanan, tahayyül
edilen ve nihayet “yapılanan” Alman tipi, Doğu motifli, bir etno-jeneolojik bir
milliyetçilik anlayışı vardır. Bu itibarla, Türk milliyetçiliği iki yüzlüdür. Aynı
anda hem Fransız, hem de Alman milliyetçilik özelliklerini taşır.
Bu, modernist anlayışın bir tezahürü olan radikal inkilapçı aktivist anlayışla
birlikte, toplumda oluşan zihinsel kırılmalar da olduğu gibi, milliyetçilikte de
zihinlerde bir yarık, çatlak oluşturduğu aşikardır. Yani, hem medeniyetçi, hem
kültürcüdür. Bu itibarla, Almanlar kendi devletini kurarken, Türk entelejansiyası
devletini kurmuş, içini dolduracak milletini aramaktadır.23
22
Kadıoğlu, Ayşe, Cumhuriyet İdaresi Demokrasi Muhakemesi, Metis Yayınları,
İstanbul, 1999, s.41.
23
Kadıoğlu, a.g.e., s.57.
31
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
Bir başka deyişle, Türk milliyetçiliğinin retorik olarak düzlemde açılımı, 19231926 arası en azından hukuksal metinlerdeki pozisyonu, sivil-territoryal ve
medeniyetçidir. Ancak, homojenite kaygısı, dindaşlık üzerinden arkadaşlık ve
yandaşlık yaratma çabası, tehcir ve mübadele pratiği düzleminde; aynı noktada
senkronik biçimde, etno-jeneolojik ve kültüreldir. Bu çerçevede Türk
milliyetçiliğinin paradoksal bir biçimde aydınlanma zihniyetin yanı sıra bir tür
romantizm içerdiğini ifade etmek abartı sayılmamalıdır.24
Kuşkusuz, süreçte Cumhuriyetin toplumsal mühendislik projesinin çoğul
kimlikler üzerinde resmi, monolitik, yukarıdan biçimi ve modeli tayin edilmiş,
dışlayıcı bir kimlik inşasının katkısı büyüktür.
Tayin edici güç, milletini modeli ve biçimiyle inşaya yöneldiği için, konjonktür
ve zeitgeist’ın da etkisiyle, vatandaşlığın da momentumunu belirleyecektir.
Artık, birey devlet için vardır ve “hak” yok, “vazife” vardır.
Yeni devletin ve yeni milliyetçilik ideolojisinin, yukarıda zikredilen Batı tipi
yaklaşımlar çerçevesinde, “Türk milleti” derken, tahayyül ettiği kuşkusuz bir
Türk profili vardır. Bu, belirleyici iradenin zihnindeki, retorik düzlemindeki
Türklükten başka, bir ikinci ve sahici bir Türklük fikri olduğudur.25 Devletin
gözünde Türklük ve vatandaşlık artık özdeş değildir, aynı şey değildirler.
Yurttaşın hak ve özgürlüklerini, yükümlülüklerini tamamlayan çoğu anayasal
maddede, “herkes” ya da “vatandaşlar” ibaresi kullanılırken, kamu hizmetine
girme ve milletvekili seçilme haklarını düzenleyen maddelerde, “her Türk”
ibaresi kullanılacaktır.26 Bu itibarla, cumhuriyetin milliyetçilik ideolojisinde,
Türklüğün tarif edildiği kurucu metinlerde ve stratejik pozisyonlarda, Türklük
artık muğlak bir kategoridir.
24
Kadıoğlu, a.g.e., s.51.
Yeğen, Mesut, “Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa”, Cumhuriyet ve Kürtler,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s.103.
26
Yeğen, Mesut, a.g.e., s.104.
25
32
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 24-35
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
Aslında, cumhuriyetin Türk milliyetçiliği açılımının dinsel bazda cereyan ettiği
varsayımı bile şüphelidir. Zira, tehcir ile milli mücadele öncesi, Anadolu’da
sadakatinden şüphe edilen önemli bir unsur, Misak-ı Milli sınırları, ya da
Anadolu ötesine taşınırken, Milli Mücadele sonrası mübadele ile, Türkçe
konuşan Ortodoks Hristiyanlar ülkeden terke zorlanırken, Balkanlı olup Türkçe
konuşmayan Müslümanlar ülkeye davet edilip iskan politikasına tabi
kılınmışlarsa da, yeni açılmış bu şemsiye milliyetçiliğin İslami zemin kaygısı
dahi kaygandır.
Çünkü, cumhuriyet kuran ve milliyetçi ideolojinin arka planındaki siyasal irade
sahibi kadrolar birer Osmanlı eliti olarak, 1908- 1914 sürecinde, II.Meşrutiyetin
Osmanlıcılık şemsiyesi altında denemeye çalıştığı; özgürlük, eşitlik, dayanışma
yelpazesinin sadece Balkan ve İstanbul hristiyanlarında yırtılmadığını, 1912’de
Müslüman tebalı Arnavutlarca da delindiğini ortak hafızalarda tutuyorlardı. Bu
noktada Kürt gruplar Türkleşebilir unsurlardan sayıldı. Ama onlarına asıl
belirleyici faktörü devlete sadakatla ölçülecekti. Dolayısıyla, gönüllü bir
entegrasyon ve hatta gönüllü asimilasyon devletin asıl beklentisi olacaktı.
Merkeziyetçi, seküler ve cumhuriyetçi bir rejimi ihdas eden kadrolar, 1897
Osmanlı-Yunan Savaşı’ndan 1922’ye kadar tam çeyrek yüzyıl bitmeyen bir
savaş ve ideoloji ikliminde soludular. Hele, Balkan Savaşı, Birinci Cihan Harbi
ve Milli Mücadele bu kurucu kadroları dışarıya karşı hep temkinli olmaya
zorladı. Bir imparatorluk çözülmüştü. 17 milyon kilometre kare toprak, 780.000
kilometre kareye inmişti. Özellikle Balkan Savaşı ve Sevr projesi arasındaki
1908-1920 süreci asla unutulmamıştır. Dolayısıyla, aynı dinsel gruptan ama
farklı etnik gruptan olan Kürt meselesi, Cumhuriyet tarihi boyunca, bu mesele
ile dışarıdan parmak uzatanlar arasında bir korelasyon arama ihtiyacını
uyandırmıştır. Ama, yukarıda sözünü ettiğimiz K. Deutsch’un argümanı olan,
ortak bir iletişim kurulamaması, iktisadi zeminde ortak bir pazarın inşa
edilememesi, 1950’ler ile 1990 arasında görece piyasa ekonomilerinin
33
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
uygulanması ile oluşan mobilizasyon süreci ve belli bir sermaye birikiminin
oluşması, bahsettiğimiz dönemin, tam da Soğuk Savaş dönemine rastlaması
itibarıyla, meseleyi görece dondurmuş ise de, 1990’lar sonrası “mesele”
uykudan uyanmıştır.
1980’lerden başlayarak agresif piyasa ekonomilerini küreselleşmenin, “sosyal
devlet” bağlamında negatif tezahürleri, soğuk savaşın bitimiyle farklılaşan
stratejik çıkarlar; etno-centric milliyetçi projeleri işlevsiz kılmıştır.
Millet, statik bir nesne değil, politik bir süreçtir. Millet, sürekli devinen bir
oluşumdur. Kendimizi, kimliğimizi anlamlandırmaya çalıştığımız bir projede
homojenlik aramak yerine, farklılıkları bir paratoner gibi çekebilecek bir cazibe
odağını, bir imparatorluk birikimi ve özgüveniyle oluşturabilme basiretini
gösterebilmemiz, biricik seçeneğimizdir.
Polycentric dediğimiz, hoşgörülü ve köşeleri olmayan bir yerni milliyetçilik
anlayışını, bir emperyal devlet edasıyla hayata geçirebilmemiz biricik bir
tavrımız olmalıdır.
KAYNAKÇA
Anderson, Benedict, Imagined Communities, Verso, London, 1991.
Bloom,William, Personal Identity, National Identity and International Relations,
Cambridge University Press, Cambridge, 1990.
Deutsch, Karl, Nationalism and Social Communication, Boston, MIT Press, 1966.
Fieldhouse David, Modern Imperialism, Western Overseas Expansiın and Its After,
Lexington 1969.
Gellner, Ernest, Nations and Nationalism, Oxford, 1983.
Habsbawn Eric.J., Milletler ve Milliyetçilik, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1993.
34
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 24-35
Statik ve Dinamik Milliyetçilik Üzerine Notlar
Held, David, “Farewell to Nation-State”, Marxism Today, December 1988.
Kadıoğl, Ayşe, Cumhuriyet İdaresi Demokrasi Muhakemesi, Metis Yayınları, İstanbul,
1999.
Kedourie, Elie., Nationalism, Duckworth, London, 1971.
Kiernan, V.G., “On the Development of a Marxist Approach to Nationalism”, Science
and Society, No: 34, 1970.
Kohn, Hans, The Idea of Nationalism, New York, MacMillan, 1960.
Lepawsky, Albert , The Search for World Order, New York, Appleton-Century Croftd,
1971.
Morgenthau, H.J., Uluslararası Politika, (Çev.Baskın Oran), Ankara, Cilt 1, 1970.
Öke, Mim Kemal, Ermeni Meselesi, Aydınlar Ocağı Yayınları, İstanbul, 1986
Premdas, Ralph., “Secessionist movements in Comperative Perspective”, Pinter
Publications, London, 1992.
Seton-Watson, H., Nations and States; An Inquiry into the Origins of Nations and the
Politics of Nationalism, London, 1977.
Smith, Anthony, Theories of Nationalism, Duekwoth, London, 1986.
Wallerstein, Immanuel, The Modern World-System, New York, Academic Press, 1974.
Yeğen, Mesut, “Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa”, Cumhuriyet ve Kürtler, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2006.
35
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 24-35
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
THE AMENDMENTS IN THE TURKISH LEGAL SYSTEM IN
THE CONTEXT OF THE EUROPEAN UNION MEMBERSHIP
PROCESS: ACHIEVEMENTS AND FAILURES [*]
Assoc. Prof. Dr. Yücel OĞURLU [**]
ABSTRACT
Within the framework of Turkey’s full membership into the EU, the economic, social, political and fiscal
requirements asked from Turkish Governments are largely related to legal system. The constitutional amendments
in post 2000 era have been an embodiment of ongoing struggle on human rights. Under this conceptual framework,
this paper presents an analysis of the modifications made in Turkish legal system by the means of a series of
constitutional amendments and legislative changes.
It is a subject of hot discuss to what extent the harmonization program has achieved these targets and to what
extent domestic and international expectations were met. The post 2000 amendments and changes in the sphere of
law function as a means of transformative power in other spheres like economic, political and social areas. While
human rights-centered amendments in constitutional law and following changes in criminal law are welcome, those
in administrative law field are not at the same level.
In this article, I will try to shed light upon the meaning and effects of the constitutional and legal amendments and
the tensions arising within this context in the post 2000 era. However, my purpose is not to create a chronology of
Turkey-EU relations, but just to present a brief summary of that relation before the main subject.
Keywords: Constitutional amendments, human rights, Turkey-EU relationships
ÖZET
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci çerçevesinde, Türkiye’den beklenen ekonomik, sosyal, siyasal ve
mali gereklilikler, hukuk sistemi ile de önemli oranda ilgilidirler. Türkiye’de anayasa ve mevzuatta 2000 yılı
sonrasında yapılan hukuki değişiklikler, özellikle insan hakları merkezli, süregiden bir çalışmanın somutlaşmasıdır.
Çalışma, bu kavramsal çerçevede, sözügeçen dönemde yapılan anayasal değişiklikler ve mevzuattaki diğer
değişiklikler dizisi aracılığıyla Türk hukuk sisteminde yapılan dönüşümün bir analizini sunmaktadır.
Sözkonusu hedefler ile yurtiçi ve uluslararası beklentilerin ne kadarının karşılandığı gündemin her zaman sıcak
konularından birisi olmuştur. 2000 yılı sonrasında hukuk alanında yapılan değişiklikler, ekonomik, siyasal ve
sosyal sahalar gibi hukukun dışında kalan diğer alanları da dönüştürücü bir güç olma görevini yerine getirmiştir.
Anayasa Hukukunda yapılan insan hakları merkezli değişiklikler; Ceza Hukukunda ve onlarla aynı seviyede
olmasa da İdare Hukukundaki diğer değişiklikler AB tarafından olumlu bulunmaktadır.
Bu çalışmada, 2000 yılı sonrası hukuki değişiklikler bağlamında, anayasal ve yasal değişikliklerin anlam ve etkisi
ile, bu çerçevedeki diğer tartışmalara ışık tutulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, çalışmanın amacı, bir TürkiyeAB ilişkileri kronolojisi oluşturmak değil, ana konu bakımından, ilişkilerin kısa bir özetini sunarak
değerlendirmektir.
Anahtar Kelimeler: Anayasa değişiklikleri, insan hakları, Türkiye-AB İlişkileri
[*]
This paper has been presented at the International Symposium’s Panel I on “Turkey:
Turkey –European Union Relations”, The 2007 Middle East & Central Asia Politics,
Economics,and Society Conference, September 6 – 8 2007, University of Utah, Salt Lake
City, USA. Here below, it is with some changes in references.
[**]
Beykent University, Faculty of Law, Administrative Law Department
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
I. INTRODUCTION
Considering its historical background, Turkey has been under a great influence
from the West for about two hundred years. Following the establishment of EEC
after WW II, Turkish relations with this supranational Unity underwent such a
big transformation that ordinary international relations have been left behind and
a new mode of relation between the sides has started to be shaped: relations
characterized by ordinary international relations were replaced by supranational
ones.
In this article, the focus will be on the reform sphere that arises from
constitutional and legislative changes that is a very crucial point that Turkish
side emphasizes for EU membership. In fact,, each subheading in this article is
wide enough to be dealt with in a separate article; thus they will be mentioned
only with their names, but not analyzed in detail. However, it will be dwelled
upon the basic subjects such as fundamental freedoms and the contemporary
approaches to the relations between the state and individual. On the other hand, I
will try to expose what these relations mean for both sides comprehensively.
Presenting the brief chronology of the “rise and fall” relationship with the
milestones will make it easier not only to follow but also to understand the
meaning of the modifications and amendments in Turkish Law. However, my
purpose is not to create a chronology of Turkey-EU relations, but just to present
a brief summary of that relation before the main subject.
Turkey applied to EU membership as early as 31 June 1959 and that application
was accepted the same year and the preliminary consultations were started. The
main consultations began on 13 January 1972 and Turkish side applied to EU
for full membership on 14 April 1987. Nevertheless, the process went on with
some zigzags because of some domestic political instabilities such as military
interventions (two) and Cyprus War 1974 (and concomitant crises) in this
37
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
period. Even though the issue of the EU membership of Turkey loses both
domestic and international support from time to time, it illustrates a supplydemand graphic taking shape in accordance with expectations and concerns in
international level and mainly economic concerns of Turkish people.
Post 1990 relations turned into an intensive relationship that aims at quality
rather than just fulfilling the requirements for EU membership. In this period,
Turkey demonstrated its decisiveness and thus the process accelerated. One of
the clear-cut indicators of that acceleration is the approval of Turkey-EU
Custom Union Agreement on 13 December 1995. (Kırışman; Özen, 2005:123)
In this way, Turkey, apart from other candidates, is the first country that accepts
the CU and exposed to unilateral commitments before the candidacy process and
therefore, illustrates how decisive and serious about the membership Turkish
side is. In December 1999, The EU Helsinki Council, after long debates,
officially declared that Turkey is an EU candidate country with equal status as
other candidates. (Öner, 2004: 27; Ulusoy, 2005:1)
In December 2000, the EU General Affairs Committee accepted Association
Agreement Document with Turkey; Later, Revised Association Agreement
Document was put into process on 12 June 2003. In this way, an important step
has been taken for Turkey’s membership. (İKV, online 01.08.2007)
It was stated in European Commission’s Recommendation Text on Progress and
Impact Reports on 6 October 2004 that Turkey fulfilled the political criteria and
upon those accession negotiations with Turkey. As the first step Turkey was
recommended to open a screening process and it was started with science and
research on 20 October. While the screening process was going on, many
opposing opinions on Turkey’s membership were put forward from “no
membership forever” to “privileged partnership” (Karakas,online 2007:5;
38
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
Seyrek, online, 2007:3); and a full membership to the EU could be in 2013 with
the most optimistic estimate.
It has been widely made an impression in public opinion in Turkey that
economic and political criteria expected from Turkey are apart from those of
other candidate countries whose economies are very similar to Turkish economy
(Çınar, 2005:17). Although East European countries, which are highly
undeveloped in comparison to Turkey, are welcome to EU membership very
rapidly, the fact that Turkey is still waiting at the door causes disappointment
and weariness. In addition, according to those opinions, Turkey suffers from
ethnic and religious prejudice of Europeans; hence, the relationship became a
“one sided love”; this transformation triggers a process that will end up with an
inevitable separation. And that progress is closely observed particularly by
various groups; those with economic expectations and those with political
expectations (the liberals, moderate Muslims, ethnic and marginal groups).
It has been considered by different groups that the amendments and changes in
legal issues are containing both threats and opportunities for Turkey and when
the amendments within the legal system are concerned, the describing element
of the relations between EU and Turkey is that of ‘love and hate’.
No doubt that the expectation of EU from Turkey is centered on political
transformation of Turkey; however, Turkish side insistently focuses on
economic and legal transformation. In spite of these contradictory positions, a
rapid progress is still going on. However, to me, the proceeding years of 2000,
the willingness of different governments to maintain the programs sounds like a
proof of a consensus and common will in Turkish Parliament..
Even if the harmonization process of Turkish law to EU legislation seems
relatively a trivial beginning in the struggle of Turkey for the EU candidacy
39
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
process, it is actually connected with a quite wide area, because at the same
time, it requires a long term transformation process. In this frame, Turkey
started a period of transformation in which all of its legislation was tried to be
harmonized with the EU requirements, and these are called “harmonization
packages”. (Karluk;Tonus, 2004 :6-8) Today, there are still efforts to complete
the opened negotiations about the “harmonization packages” following one
another very fast. The law, as a slow and hard changing area -in Turkey and in
similar developing countries- has been transformed very rapidly in decades,
especially in the second five years.
1. The Dynamics of Transformation
By taking European countries as a model, the codification studies was concluded
by the 1930s and that legislation was kept without any changes, but in the course
of time the legislation became insufficient and only some slight changes were
realized. It was tried to be restored by changing only some articles of the old
laws by the end of the 1990s, and in this way, the reform demand coming from
the society was tried to be met. Once this scene assessed, it can be said that the
social and economic needs did arise first, and then, the changes in law came
under the heavy pressure of the transformation of socio-economic structure. This
process embodied itself in the modifications and amendments more frequently in
legislative area soon after Turkey passed to free market economy and political
democracy. From then to the end of the 1990s it has appeared as a scene of
classical transformation with a low tempo.
While slight modifications in the legislation from 1960 to 1990 were
worthwhile, the modifications from 1990 to 2003 aimed at restoring outdated
provisions of legislation in a low tempo. In this period, it was tried to meet
partly the necessity for the raising trend of extension of human rights and
fundamental freedoms all over the world in the late 1970s.
40
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
Thereby, Turkish law kept to be fostered mostly from German, Swiss, French
and Italian domestic laws by the end of the 1990s. However, its transformation
went on entirely under the influence of national dynamics. Whereas ongoing
process of modification, that was highly accelerated during the period 20002007, was composed of the modification for harmonization process to the EU.
In fact, it is seen that almost entirely under the effect sphere of the EU law
system and -not other countries- the EU legislation was directly accepted as a
base and foundation in the last two decades; thus, both an effect and a
foundation the external dynamics had an increased effect.
From this point on, I will focus on the extension and dimensions of the
transformation under the influence of the EU law. Needless to say, it is
impossible to exhaust all the reforms in hundreds of acts achieved so far, thus
we will just select certain issues which were of importance in that
transformation.
2. The Scope and Dimension of the Transformation of Law
a. The Transformation of Law as Means
The EU accession negotiations were opened with Turkey on 3 October 2005 on
35 titles which cover whole socio-economic life from customs and environment
to agriculture and free movement. Thus, it requires changing almost all legal
regulations about relevant titles. That means new laws, amendments or changes
are firstly required to be rearranged for advancing any titles such as agriculture
or fiscal policy. That also means that new laws on every new opening title are
required to be revised and made changes in relevant areas. In that case, the law
is a means that ensures to provide the harmonization of each title. On the one
hand, as a result of that, the law leads to transformation, and on the other, it
41
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
completes the transformation. From this point on, the law functions as an
“altering and changing” means.
To the extent that the law functions as a transformative means in all areas, it is
also transformed by itself. Thus, one of the titles of the screening has been
“Judiciary and Fundamental Rights”. Under this title, a detailed screening
meeting has been held in Brussels in October 12-13, 2006:
- Firstly, in the scope of Judiciary, the autonomy and impartiality of judiciary,
quality and effectiveness of judiciary and Judiciary Reform issues have been
screened.
- Secondly, struggle against impropriety and the judicial and administrative
reforms on fundamental rights have been screened.
- Thirdly, under the title of fundamental rights, fundamental human rights, rights
of children, access to Justice, procedural protection measures, minority rights,
cultural rights, and finally, protection of personal information have been
screened.
- Lastly, under the title of the rights of citizenship, right to voting and right to be
elected in local elections and free movement and right of diplomatic protection
in the EU have been screened. (İKV, online, 01.08.2007).
Besides a modification in legislation, it is expected that the law will turn into a
qualified public service with the use of ITC technologies. In this frame, all the
phases of judiciary can be carried out with technologies in National Judiciary
Network Project. (Oğurlu, 2007: 402)
42
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
b. Transformation Coming with Harmonization Packages
The essential modifications carried out in both Private and Public Law are
considered to be attempts for harmonization with the EU law and to meet social
requirements. On the other hand, many subjects which were criticized for years
by the Turkish law scholars have been changed. The changes or attempts for
changes are totally in key areas that have great importance in Turkish law such
as civil law, penal law and administrative law as well as constitutional law.
The most important step to fulfill the demands of the Copenhagen political
criteria is the major revision of the Constitution. Two crucial constitutional
reforms in 2001 and 2004 and eight following legislative packages were adopted
by Turkish Parliament. Changes in several laws, regulations, decrees and
circulars followed them. (2004 Regular Report, 2004:164.) Thirty-four Articles
of the Turkish Constitution have been amended within the package of
constitutional amendments aiming at revising the essential issues such as
improving human rights, strengthening the rule of law and restructuring
democratic institutions. (Tanlak, online, 2001: 4-5)
The New Turkish Civil Code 4721, as a main law of Private Law, changed all
the démodé provisions which came into force in this period.
The New Penal Code 5237 and the Code on Criminal Procedure 5271 came into
force in 2005. In addition, related to 170 acts were revised with The Law on
Changing of Several Acts for Harmonization to Basic Penal Acts.
Following 2002, the harmonization packages one after another revised almost
every field. Particularly, 2nd, 6th and 9th harmonization packages have a very
broad scope and they were well discussed in public opinion (Emerson;
Derviş,2004:11). Let us look over the main issues of them.
43
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
It denoted the facilities for other “languages and cultures apart from Turkish
language and culture” . They will be permitted to the association depending on
ethnic origin by a change in old Association Act which prohibited this sort of
associations in the 2nd harmonization package. 6 th harmonization package
which modified 10th acts and 8 th article of Struggle against Terrorism
abrogated. Changes covered the area of radio and TV broadcasting in languages
and dialects other than Turkish.
22nd term Legislation Year of Parliament was the year of the most radical and
effective decisions. This term includes 261 acts which mainly aim at
harmonization with the EU legislation. The 9th harmonization package is the
most extensive one. It is emphasized in the general reason of the act that the
modification aims at providing harmonization to the 13th Protocol to The
Convention of Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms and last
constitutional amendments. In addition, other acts were modified according to
these modifications. In the frame of relevant package, Turkey signed Protocol
No. 13 with the ECHR on 9 January 2004, and concerning the abolition of the
death penalty was signed on 9 January 2004.
- State Security Courts were abolished and some competencies of them were
transferred to Serious Felony Courts.
- The number of the representatives of Military National Security Council was
reduced and the membership of military officials to some councils and boards
such as High Audio Visual Board and the High Education Board ended up with
amendments.
Other regulations in the same period are as follows:
44
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
- Petrol Market Act was adopted in the Parliament and restored for free market
rules in this sector under the criticism that foreign capital would abuse the
Turkish underground sources.
- A new press law has removed the barriers in the freedom of expression in press
and it was regulated in the constitution. The sanctions which were always
criticized such as imprisonment and the closure of publications, the halting of
distribution and the confiscation of printing machines were abrogated by the
new law. The new and slight fines are replaced of them.
- An essential act for public interest, namely Access to Information Act which
was subject to debates was initiated in 2004. Thus, citizens can easily get access
to information related to themselves except state secrets.
-Very crucial acts about public administration such as The Base Law on Public
Administration, The Law on Special Provincial Administrations, The Law on
The Municipalities and Metropolitan Municipalities were adopted by the
Parliament between the years 2004-2007. However, all these laws were vetoed
by the President on the ground that the acts conflicted with the constitutional
provisions related to the unitary character of the Turkish State. (2005 Progress
Report, 2005:11) After the second revision, the President prevented the acts by
sending them to Constitutional Court. The same result was valid for The Law on
Public Employees that would change the entire public servant regime.
- The Law on Public Fiscal Administration was regulated in 2003 for providing
the discipline of fiscal regime.
- The Ethical Board for Public Servants was established to enforce the code of
ethics for public employees that entered into force in April 2005.
45
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
-The Law on Establishing the Intermediate Courts of Appeal came into force on
1 June 2005 for reducing the case load of the Court of Cassation.
- Electronic Signature Act prepared a good ground for both e-commerce and estate.
- The new Law on Associations that contributes towards the strengthening of
civil society initially passed in July 2004.
- New Police Duties and competence Act adopted in 2002 and Criminal
Procedure Code provides the person who is arrested by the police with the right
of accessing to justice, the prohibition of arbitrary arrest and informing of the
reason for their arrest, informing their relatives and shall be brought before a
court within twenty four hours.
- The new Violence in Sport Act that regulates highly detailed and heavy
sanctions for prevention of violence in sport competitions was initiated.
- Some other new acts such as films, cultural establishments and cultural
conservation areas were adopted.
c. Ongoing Studies
After The Ministry of Justice screened over all legislation by the end of 2006,
118 non-applicable acts were sent to sub-committee of The Justice Commission
of The Parliament. The draft for Act on Abrogation of Some Acts Which Lost
the Ability of Application was adopted in Parliament and thus 118 acts, which
some of them are strange or funny for today, such as The Law on Marshall Aids
and The Law on Paper Bags which are non-applicable were abrogated. In
addition, 46 more rules were abrogated and 14.000 regulations were reduced to
4.500.
46
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
Moreover, there exist some other drafts in the subcommittees of the Parliament.
The first draft about the EU acquis and international private law and procedure
law which was prepared to modify some international agreements are also in the
subcommittee.
New commercial code draft is also on the agenda as a plan.
Though Public Inspection Act (also known as Ombudsman Act) was not
approved for the reason that it did not follow the Turkish constitutional system,
but it was still adopted in the parliament later. Nevertheless, the Constitutional
Court decided to stop the enforcement. The draft of the Public Administration
Reform act is also waiting in line.
The transformation in the process of harmonization up today is not limited to the
modifications and amendments. Turkish government that holds the power today
declared the Harmonization Program to the EU acquis to public on 17 April
2007. The program which includes the legal modifications and regulations for
Harmonization Program to the EU acquis during the 2007-2013 period is
composed of 412 pages (İKV, online, 01.08.2007). It is clear that the issue of
transformation and harmonization of Turkish law is becoming a public policy,
after full membership -if it happens-, it will cover a long process.
As it is stated in the EU Progress report, a “significant progress took place also
on the ground; however, the implementation of reforms remains uneven”. (2004
Regular Report, 2004:164) In fact, most of the “uneven” problems arise from
the applicators who do not know the new changes exactly. In the course of time,
the changes and amendments will be taken roots.
47
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
3. Some of the Supports and Criticisms
There have been both support and criticism from several groups and institutions
for the various harmonization studies carried out until now. We will study these
under two headings.
a. Supports
The hundreds of amendments and changes that have been carried out by the
Turkish government in the context of harmonization to the EU have all been
done with the support of the Parliament. In other words, the biggest supporter
has been the Parliament itself. Public support, support of the EU centers of
universities, support from some academics, and the continuous support of some
NGOs such as İKV, TUSİAD and MUSİAD must be taken into consideration
(Terzi, 2006:17-18).
There are different levels of support from the judiciary itself. For example, it
was mentioned by the High Court Chief Judge in 2003 that mission of the State
Security Courts was over and these courts had to be cancelled and their files had
to be sent to the Serious Felony Courts. The Chief Judge of High Court also
brought attention to the urgent renewing and changing of many regulations that
could no longer answer the needs of the society. These suggestions have been
taken into consideration with the EU harmonization process and are being
satisfied.
b. Criticisms
Although there appears to exist a concrete support of Turkish people for the EU
membership, when it comes to the issues such as recognition policies and human
rights with political consequences, that support is replaced with an observable
opposition from many different groups. The main criticism towards this change
48
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
and transformation process is from a nationalist based criticism ground on a fear
that it may lead to the separation of the state.
As the responses of the Government, to the claims by the opposition that the
changes will cause “separation in the state”, is that the changes do not originate
from outside and do not only have the purpose of membership to the EU, but
they are mainly for the needs of the public.
It is seen that in the sharpest opposition towards the changes in Turkish law
made in harmonization for the framework of the EU legislation comes from the
parties and groups that have nationalist and etatist roots. For that reason, the law,
sometimes, as an issue of escalating tension both among opposing actors in
Turkey and between the EU/Turkey (between etatist elites for example political
elites, NGO’s) is still a hot topic of the agenda.
Taking into consideration that these reactions are sometimes supported by
different segments of the society, the factors that affected this must be
emphasized. It can be seen that the anti-EU discourse rose especially during the
time of the July 2007 elections and the observation can be summarized in five
topics.
- First criticism is that western countries would exploit Turkey’s economic
reservoir and underground sources by the privatizations on behalf of them.
- Second criticism is that the right given to ethnic groups would bring the
country first to federation, then to separation.
- Third criticism is that the Turkish industry would be weakened against the
strong EU members’ industries.
49
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
- Fourth criticism is that the laws that were invoked as harmonization leave the
police force ineffective and prevent the fight against ethnic terror.
- Fifth criticism is that the applications not even existing in the EU countries
would be imposed on Turkey. For instance, there are some articles in the
criminal codes of the EU member states like article 301 of the Turkish Penal
Code which includes a provision about protection of State against terrorist,
separatist and theocratic attacks.
4. Some Results from Changes
After the amendment in the Article 90 of the Constitution, the international
conventions that are duly put into effect will carry the force such as the acts.
That provides that when an international agreement has been ratified, it becomes
an internal part of the domestic legal system and shall be directly enforced. This
crucial amendment made the EU agreements an internal part of Turkish
Legislation.
It is seen that Turkish law has begun to change as manner, understanding and
style. Turkish law that has been released from the influence of German, French
and Italian law is trying a new style alongside the EU law. For instance, it can be
felt that a switch from French to American law in both administration and
administrative law, a switch from Italian penal law to German penal law.
However, while doing that, the main reference is always the EU legislation.
-With the modifications from the Constitution to regulations, a more liberal
model is trying to be formed. While the administrative structure is trying to be
modernized, the state-centered regime is trying to be turned into more
individual-centered one.
50
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
-The change, while causing old laws to become obsolete, has forced lawapplicators to renew their knowledge on Turkish law.
As a conclusion, it is seen that Turkish Law is still going through a significant
transformation process despite the resistance of some domestic actors. After the
presidential election on 28 August 2007, Turkey, with a President who is very
well known as pro-EU, has the chance that the process and progress of Turkey
in the way of the EU will accelerate.
REFERENCES
ÇINAR, Sema, (2005) “Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılma Kriterleri Açısından
Yunanistan, Ispanya ve Portekiz ile Karşılaştırılması”, Ankara Avrupa Çalışmaları
Dergisi, C.4, S.2, Bahar 2005, ss.15-37.
CEC (Commission of The European Communities) (2004), 2004 Regular Report On
Turkey’s Progress Towards Accession Brussels: 6.10.2004, Sec(2004) 1201.
EMERSON, Michael; DERVIŞ, Kemal; ÜLGEN, Sinan; GROS, Daniel, (2004),
“The European Transformation of Modern Turkey”,
CEPS Paperback Series
(CEPS Paperback Series), S.3, ss.11-24.
EC (European Commission), (2005), 2005 Progress Report. Brussels, 9 November 2005,
SEC (2005) 1426.
EC (European Commission), (2004), 2004 Regular Report on Turkey’s Progress Towards
Accession, SEC(2004) 1201, Brussels, 6.10.2004.
İKV (İktisadi Kalkınma Vakfı), (2007), http://www.ikv.org.tr/kronoloji.php, 01.08.2007.
KARAKAS, Cemal, (2006) “Gradual Integration – A Sustainable, Alternative to Both
Sides”, Centre For European Studies, Bilgi Üniversitesi, EU-Turkey Agenda, No.9,
http://www.bilgi.edu.tr/+othersites/docs/cesbulletin9.pdf,
Mayıs
2006,
Online,
(20.07.2007), ss.1-7.
KARLUK, S. Rıdvan; TONUS, Özgür, (2004), “Avrupa Birliği’nin Genişleme
Perspektifinde Türkiye’nin Yeri”, 2004 Türkiye İktisat Kongresi, 5-9. 05.2004, ss.1-19.
KIRIŞMAN, Armağan; ÖZEN, Ginar, (2005) “Changing Patterns In Turkey-EU
Relations: From Eligibility To Candidacy And Beyond”, The Turkish Yearbook, C.36,
2005, ss.119-138.
OĞURLU, Yücel. (2007), “e-Government Applications and its Effects on Public Service
in Turkey”, 7th European Conference on e-Government (ECEG 2006), 20-25 June 2007,
The Hague (Lahey): Haagse Hogeschool, ss.395-404.
51
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 36-52
The Amendments in The Turkish Legal System in The Context Of The European Union
Membership Process: Achievements and Failures
ÖNER, Selcen, (2004), “The Limits of European Integration: The Question of European
Identity”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, C.3, S.2, Bahar 2004, ss.27-38.
SEYREK, Demir Murat, (2005), “Annual Update: Turkey’s Road To The EU”, Online,
http://www.esiweb.org/pdf/esi_turkey_tpq_id_38.pdf, (30.08.2007), ss.1-7.
TANLAK, Pınar, (2002), “Turkey EU Relations In The Post Helsinki Phase and The EU
Harmonization Laws Adopted by The Turkish Grand National Assembly In August
2002”,
Sussex
European
Institute,
Brighton,
Working
Paper
No.55
http://www.sussex.ac.uk/sei/documents/wp55.pdf, ss.1-18.
TERZİ, Özlem, (2006), “Is a Europeanised Turkish Foreign Policy Possible?" The Role
Of The Contested EU Perspective in Bringing About a Transformation in Turkish
Foreign Policy, The Project On Turkish Foreign Policy İn The Pre-Acccession Process
To The European Union, 2006, ss.1-29.
Turkish Legislation Bank of Prime ministry, www.basbakanlik.gov.tr.
ULUSOY, Kıvanç (2005). “Turkey’s Reform Effort Reconsidered: 1987-2004”, Working
Paper, Robert Schuman Centre for Advanced Studies 28, Fiesole, ss.1-23.
52
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 36-52
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
NARCOTERRORISM
Research Asisstant Arzu Tuncer [*]
ABSTRACT
The aim of this article is to analyse the structure of narcoterrorism and the object targeted
by criminal organizatios; and also especially the designation of ‘narcostate’ will be
examined as a new terminolgy. Furthermore, The article will scrutinize the operational
instruments of criminal organizations while pointing out common interests of drug
traffickers and terrorists in order to provide a decisive perspective on the concept of
narcoterrorism and evaluate the approach taken in combating the threat of
narcoterrorism.Finally, the counter-measures of narcoterrorism taken by countries will be
illustraded and a set of recommendations will be presented so as to offer a new insight
into the countries to perform effectively against transnational crimes.
Keywords: Drug trafficking; Money laundering; Narcostates; Narcoterrorism;
Terrorism; Terrorist Organizations; Transnational crime .
ÖZET
Bu makalenin yazılmasındaki amaç, narkoterörün yapısını ve suç örgütlerinin hedeflediği
amacı analiz etmek ve özellikle yeni bir terim olan ‘narcostate’ yani narkotik ülkenin
çıkış noktasını irdelemektir. Ayrıca, narkoterör kavramına belirleyici bir bakış açısı
getirilebilmesi ve bu tehdite karşı verilen savaştaki yaklaşamın değerlendirilebilmesi için
suç örgütlerinin faaliyetlerinde kullandıkları enstrümanlar, uyuşturucu kaçakçıları ile
teröristlerin müşterek menfaatlerine dikkat çekilmek suretiyle bütün boyutlarıyla ele
alınacaktır.
Son olarak, devletler tarafından narkoteröre karşı alınmış olan önlemler incelenecek ve
devletlerin sınıraşan suçlarda etkin rol oynaması ve onlara yeni bir anlayış kazandırmak
için bir dizi tavsiyelerde bulunulacaktır.
[*]
Research Assistant Arzu Tuncer, International Trade Department, Business and
Administration Faculty, Beykent University, İstanbul-Turkey; email:
av.arzutuncer@hotmail.com
Narcoterrorısm
I. INTRODUCTION
The concept of narcoterrorism originates from drug trafficking and terrorism
that are networked. In other words, narcoterrorism is the reflection of the illegal
drug trade which increases drug production and provides pervasive abuse of
drugs; and also it is the illegal use of power which terrorizes public security and
public health. Drug dealers penetrate into the legal economy and launder drug
money in order to finance terrorism. To keep up with drug money laundering,
drug enforcement officers should be operated by chasing the source of money
and freezing of assets and they should also be cooperated with the national
financial managing authorities of the country.
Narcoterrorism characterizes a new version of organized crime phase. Despite
the traditional drug cartels, the new system is much more self-ruling because of
possessing paramilitary forces. Narcoterrorism brought about ‘narcostate’ which
is a model of state where the drug traffickers manipulate the exercise of power
of the central government by exploiting economic, political and paramilitary
force such as Afganistan and Colombia. Drug criminals causes terrorism to
hamper justice so as to change politics of the country and to operate illigal drug
trade. A coordination of anti-drug and anti-terror policy can be exercised to deal
with both threats.
In terms of domestic fight against drugs, drug-addicted people must be cured,
and also drug enforcement agents must be trained and educated by the
international competents’ colleagues in order to stop the demand for illegal
drugs. Above all, the government is liable to raise the awarness of public that the
drug money feeds terrorist and paramillitary forces which target to dissolve the
country. To fight against narcoterrorism on the international level, the
International Criminal Police Organization such as Interpol and the World
54
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
Customs Organization synchronize international drug enforcement. Besides, the
United Nations coordinate administrative measures in order to control
production and distribution of drugs.
Narcoterrorism is increasingly linked to the narcotics-producing regions of the
so-called Golden Crescent and the Golden Triangle. The drug consumer
countries which are mostly developed countries, consider drug problem as a
liability of producer countries and critisize them not to solve the problem at
source by taking serious measures at customs against illegal production and
distribution of drugs. On the other hand, producer countries which are mostly
developing countries, indicate that the demand of the consumer countries keep
the drug trade alive. They request from the consumer countries to cut down their
demand by preventing legal or illegal use in their countries, treating drug addicts
and using drug enforcement so as to eradicate the drug trade market.
II. THE CONCEPT OF NARCOTERRORISM
Narcoterrorism is the complex of drugs, violence and illegal exercise of power
which threatens democracy and the superority of law. Terrorist attacks are
designated as ‘narcoterrorism’ to describe operations by drug traffickers using
terrorist methods, such as the use of car bombs, assassinations and kidnappings,
against drug enforcement police in Colombia and Peru in order to influence
politics of the country so as to benifit from the financial incomes of drug
trafficking easily and killed judges so as to impede justice. Drug cartels, mafia
or other criminal organisations whose actions are defined as the challenge of
drug traffickers to influence the policy of government by the systematic threat or
use of violence”. (Callavani, 2004: 6-14)
55
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Narcoterrorısm
III. OBJECTIVES
Political aspect of motivation is a major factor in categorizing an organisation as
‘terrorist’. The driving force is mainly financial gain for criminal organizations
that pose
a challenge to the state such as the judicial section and law
enforcement agencies. Politically-motivated organisations desire to control the
state and society concluding to reform the state and society structure to fit their
ideological conviction. (Makarenko, 2001: 7)
In reference to International Drug Conventions 1988, narcotic drugs and
psychotropic substances may be used only for medical use. In some consumer
countries such as the Netherlands and Germany, needle-exchange programs
have been applied to stop the spread of HIV and Hepatitis C within and outside
the drug using community. However, the illegal drug trade has a commercial
approach to produce and distribute drugs. Drug dealers and terrorists take
advantage of the atmosphere of drugs and corruption while carrying out their
lucrative operations. (Hartelius, 2008: 3-4; Jelsma & Pien, 2004: 2)
The objective of religiously-based group such as al-Queda is to change current
structure of the society and rebuild in their sense of order with strictly religious
motifs . In contrast, drug traffickers want to make profit in the economy with
less intervention to the state structure. Their activities benefit greatly from
societal disorder and negligible government control over state and population.
(Collier & Hoeffler, 1998; Miller & Damask, 1996: 124)
IV. NARCOSTATES
Criminal organizations like so-called ‘Mafia’ have been operating in drug trade
during the post-war era. Traditional syndicates have built up more flexible
system such as cartels where the form of operations are frequently modified.
56
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
Terrorist groups are composed of religious and political-based organizations and
also paramilitary groups. For instance, Colombian paramilitary groups used
armed forces to compel the United States to release drug criminals. In the post
war period, Comunist countries carried out government-based narcoterrorism for
political and commercial reasons. For instance, Bulgaria has transfered the large
amount of heroin to Europe to carry interest. North Korea as well, has been
involved in drug smuggling through diplomatic channels. (Napoleoni, 2005: 43;
Lee, 2004: 296)
The name of ‘narcostate’ is used in illustrating countries where the drug
traffickers manipulate the authority of the government via political, financial and
paramilitary force. Afganistan, Colombia and Burma are called ‘narcostates’.
Therefore, taking measures against illegal drug trade in these countries became
extremely complicated and drug enforcement did not implement since the
political power had been passed on to drug traffickers and invalidated
international drug control. For instance, Colombian drug traffickers got off the
ground of
legal field and managed to abolish the article providing the
extradition of criminal citizens to other countries. (McCoy, 2003: 23; Lee, 1989:
223)
V. MUTUAL INTERESTS OF CRIMINAL ORGANISATIONS
Use of the term narcoterrorism is involved in both drug trade and terrorism
which indicates a cooperative link between organised crime and terrorism.
Therefore, a coordinated policy approach is encouraged. Narcoterrorism could
mean the merger of drug trafficking and terrorism in one organisation. It is
difficult to clarify the precise character of such cooperation. However, through
57
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Narcoterrorısm
arrests of drug traffickers, law enforcement officials have ascertained of
interaction between terrorists and individuals in the drug trade. Seizures also
verify that the interaction has international characterization .
The common characteristics of terrorist and drug organizations are composed of
criminal activities. Both types of organizations have strong economic resources
that they can utilize advanced technologies in order to build up a security
protection of their own and against disclosure of the members. They also
launder illicit drug money so as to avoid taxes and rule out forfeiture.
In addition to common structures and interests, their cooperation can also be
based on the principals of mutual gain. These organisations neccesitate supplies
and services, such as weapons and techniques of money laundering that can be
acquired by trading or sharing resources between organisations. They apply
advanced methods in shipments such as reloading of cargo, re-registrating in
several countries and using false identity papers to cover the place of origin.
They also publish instructional brochures to educate their members. (Bjömehed,
2004: 309)
To obtain evidence with regard to criminal operations, drug enforcement
officials and intelligence service infiltrate into criminal organizations by sending
in officers with false indentities.
The similarities established by drug and terrorist organizations provide them to
exchange intelligence and technical methods. Their common motive is that to
weaken society in order to enlarge their profits and their political influence. The
vicious concept-based activities are guided by political and religious motives
whilst the drug syndicates have simply commercial motives. (Kenney, 2007;
Nordstrom, 2007)
58
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
Both narcotics and terrorist organisations are criminal in international law no
matter what their activities are stimulated by politics or economics. The
concealment from law enforcement officials is crucial for the endurance of the
terrorist organisations and individual members. Drug traffickers and terrorists
pay attention to remain non-disclosure by the authorities. Many of the
organisations have internationalised during the past decade and carry out
transnationally . (Makarenko, 2001: 3-4; Miller & Damask, 1996: 125-126)
VI. OPERATIONAL INSTRUMENTS OF CRIMINAL
ORGANIZATIONS
The profit of the narcotics trade is difficult to assertain by reason of the criminal
feature of the activity. It relies on where the income is acquired because the
value of narcotics change depending on where they are sold and purchased, and
production rates also vary according to market demand. A decreased supply of
narcotics could actually increase the profit gained by terrorist organisations
involved in the drug trade. For instance, after the sanction on poppy cultivation
in Afganistan the prices of Afghan opium considerably increased in the region.
Terrorist groups also use these channels for laundering money such as the
hawala system or the black market peso exchange. Therefore, the eradication or
replacement of corps should be performed by evaluating drug trade market in
producing countries. (Hutchinson, 2002: 4)
Due to severe law enforcement and counter-measures, both criminal
organisations have had to spread the authority in order to remain obscure. Thus
gang-leaders did not need to check out the organizations strictly which secured
59
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Narcoterrorısm
net of organizations more flexible atmosphere in involving in illegal activities to
gain finances. (Dishman, 2005: 238)
Drugs and weapons are of interest to both narcotics organisations and terrorist
groups for military and economic purposes. Weapons became easy to acquire
after the dismantling of the Soviet Union and security set of rules. Therefore a
large number of weapons circulated on the illegal market at the end of the
ColdWar. (Bjömehed, 2004: 310; Bailes, 2004)
Elusive resources can be used as an inducement for cooperation and
communication. For instance, drug traffickers have expert knowledge of
methods and routes for illicit transfer and transportation of narcotics,
information for the relocation of goods and people. They can also exploit the
expert knowledge in military tactics, missiles and skills of explosives that
terrorists occupy. Moreover, knowledge of route network is vital for narcotics
and terrorist organisations. For instance, Balkan routes, from Afghanistan
through Iran, Turkey, Bulgaria,Macedonia and Albania and from there into
Europe are also capable of transporting other illegal goods or people. In recent
years the Balkan route has lost its importance due to the war in former
Yugoslavia and to increased border security in Iran. The Northern route has
gained importance, allowing narcotics to move from Afghanistan through the
Central Asian states, passing into the Caucasus into Russia, the Baltic states and
on toward Scandinavia and Europe. (Dishman, 2005: 246)
VII. COUNTERMEASURES OF NARCOTERRORISM
After the terrorist attacks of September 11, the perspective against drugs has
changed. It has been recognized that drug abuse is financing terrorism. Although
activities such as treatment services try to reduce domestic drug demand by
60
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
warning the damage of drug habit for drug addicts, the fight against drug
requires international and cooperative remedies. (Davids, 2002: 103; Bejerot &
Hartelius, 1984: 28)
The weakness of most countries is to lack a systematic method to intervene
against the demand for drugs by law enforcement agency. Drug addicts are
considered as passive victims and are not seen as kingpin in the expansion of the
drug market eventhough they spread their drug habits to the public which act as
a marketing means. (Dalrymple, 2006: 38)
The nature of the war against drugs varies depending on whether it concerns a
producing, transit or consumer country. The link of counter-drug and counterterrorism measures within national judicial legislations illustrates that policy and
practical countermeasures must overlap in order to fight against the
organisations involved and impede loopholes in law enforcement as a result of
lack of coordination and cooperation. (Bjömehed, 2004: 314-316)
The cooperation between law enforcement and intelligence agencies is
advocated on a national, regional and international level in order to strengthen a
global response to this severe challange to international security. Security
devices and customs equipments can be used for detecting bombs and narcotics.
Training of national and foreign law enforcement officials can benefit countercrime measures. For instance, British initiatives as the international effort to
combat the narcotics trade have trained and equipped Afghan security forces for
this purpose.
The United States has a crucial influence over the identification of
narcoterrorist organizations. For instance, UCK guerilla in Kosovo was called as
a terrorist organization carrying out heroin trading. When the political situation
61
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Narcoterrorısm
changed in the former Yugoslavia, the Kosovian guerilla was declared as a
liberation movement. The Vital Interdiction of Criminal Terrorist Organisations
proposed Act of the United States would give the right to investigate drug
dealers, terrorists and narco-terrorists. It would also facilitate the condemnation
of drug dealers verified to have a connection to terrorist organisations and
promote severe punishments. (Lee, 2004; Brock and McCoy, 2003)
The United Nations Drug Conventions and the United Nations Office of Drugs
and Crime control the production and distribution of drugs under the name of
administrative measures in order to impede the national legalization of drugs in
adhering states. The United States encourages the growing of alternative crops
by providing equipment other than growing drug plants in order to create a new
source of income for farmers. In addition, a foundation based on international
law to cooperate in drug enforcement is recommended in reference to the United
Nations Convention Against Illicit Traffic in Narcotic Drugs and Psychotropic
Substances. The countermeasures against narcoterrorism are operated by the
authorities of the member states while international drug enforcement is
organized through the International Criminal Police Organization and the World
Customs Organization. The mutual agreements and bilateral cooperation play an
essential role in drug enforcement operations. (Bjömehed & Makarenko, 2002)
International conventions and cooperative bodies with the UN and Financial
Task Force provide legal authority for exchange activities against money
laundering by tracking and freezing assets before illegal profits are converted
into legal assets in reference to the 1988 UN Convention Against Illicit
Trafficking.
The counter-narcotics and counter-terrorism measures are subject to intelligence
gathering to receive information on networks, shipments, money laundering
62
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
systems and plans of forthcoming activities or attacks. Institutions have
increased their cooperation on intelligence to enlarge information gathering. For
instance, the Drug Enforcement Administration Financial Investigations Section
has links to assist in intelligence gathering and perform investigations with both
the Financial Crimes Enforcement Network and to the Federal Bureau of
Investigation’s Financial Review Group that are responsible for tracing money
laundering in the United States. (Hutchinson, 2002: 4-5)
VIII. CONCLUSION
The war against narcoterrorism remains ineffective depending on inadequate
organization and deficient measures. To perform effectively in the fight against
drug trade, plantation of opium poppy should be replaced with new crops such
as coffee which should be granted gratis by the government to the farmers in
order to disrupt the production of drugs. In addition, low-income rural areas
should be supported to realize economic development.
Furthermore, the awareness of public should be raised in the threat for
narcoterrorism and national drug intervention strategies should call for a
coordination of enforcement, treatment and therapy services in order to reduce
demand for drugs. It should be also bared in mind that the use of drugs out of
medical treatment is to fund for narcoterrorism and quasi organised crimes.
Finally, it should be realized that measures taken against money laundering
should be incorporated more effectively to any investigation and prosecution of
drug crimes. Accordingly, model projects in drug prevention and treatment by
police or customs authorities and social services of other countries should be
adopted. If necessary, a special military force should be built up against drug
63
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Narcoterrorısm
syndicates and narcoterrorists; and also the extradition mechanism of drug
criminals for prosecution should be executed in other countries.
BIBLIOGRAPHY
Bailes, Alyson J.K : The Business of Security, Axess Magazine, Issue 6, Axess Publishing
AB, 2004.
Bejerot N & Hartelius J : Drug Abuse and Coutermeasures, Ordfront publisher,
Stockholm, 1984.
Björnehed, Emma : Narco-terrorism- The Merger of the War on Drugs and the War on
Terror, Global Crime Journal, Volume 6, Issue 3&4, Routledge press, August-November
2004.
Brock D : The World of Narcoterrorism, The American Spectator press, June 1989.
Calvani, S. : The Crime-Terrorism Nexus- How does it really work? , A Conference on
Organised Crime, Narcotics Trafficking, and Terrorism, United Nations Perspective
paper, 2004 : http://www.sandrocalvani.com/docs/20080920_Speeches_040312.pdf.
(Erişim: 05.06.2009)
Chris Dishman : The Leaderless Nexus- When Crime and Terror Converge, Studies in
Conflict and Terrorism vol. 28, Routledge press, 2005.
Collier Paul and Anke Hoeffler : On economic causes of civil war, Oxford Economic
Papers, vol. 50(4), Oxford University press, 1998.
Dalrymple T : Romancing Opiates, Encounter books publisher, New York, 2006.
Davids DJ : Narcoterrorism-A Unified Strategy to Fight a Growing Terrorist Menace,
Transnational Publishers, Ardsley (NY), 2002.
Dishman Chris : The Leaderless Nexus- When Crime and Terror Converge, Studies in
Conflict and Terrorism vol. 28, Routledge press, 2005.
Hartelius J : Narcoterrorism-Crime Threatening the rule of law, EasWest Institute and
the Swedish Carnegie Institute, Langenskiold Publishing, Stockholm, Sweden, 2008.
64
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 53-65
Research Asisstant Arzu Tuncer
Hutchinson, Asa : International Drug Trafficking and Terrorism, testimony given before
the Senate Judiciary Committeee Subcommittee on Technology, Terrorism and
Government Information, Department of State: Washington D.C, 13 May 2002 :
http://avalon.law.yale.edu/sept11/hutchinson_001.asp. (Erişim: 05.06.2009)
Jelsma, Martin and Pien Metaal : Cracks in the Vienna Consensus- The UN Drug Control
Debate’
in
Drug
War
Monitor,
January
2004
:
http://www.tni.org/detail_page.phtml?page=fellows_jelsma. (Erişim : 07.06.2009)
Kenney M : From Pablo to Osama, University Park (PA), Penn State Press, 2007.
Lee GD : Global Drug Enforcement-Practical Investigative Techniques, Boca Raton:
CRC Press, 2004.
Makarenko Tamara : Transnational crime and its evolving links to terrorism and
instability, Jane’s Intelligence Review, Jane’s Information group publishing, 2001.
McCoy : The Politics of Heroin, rev. ed., Chicago, Lawrence Hill Books press, 2003.
Miller, Abraham H. And Damask, Nicholas A. : The Dual Myths of ‘Narco-terrorismHow Myths Drive Policy, Journal of Terrorism and Political Violence vol. 8 No. 1,
Routledge press, 1996.
Napoleoni L : Terror incorporated–Tracing the dollars behind the terror networks, New
York, Seven Stories Press, 2005.
Nordstrom C : Global Outlaws–Crime, Money and Power in the Contemporary World,
Berkeley, University of California Press, 2007.
R.W. Lee : White Labyrinth–Cocaine and Political Power, New Brunswick, Transaction
Publishers, 1989.
65
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 53-65
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
YELTSIN’S INFLUENCE ON THE FAILURES OF
“RUSSIA’S CHOICE PARTY” AND “OUR HOME IS
RUSSIA PARTY”
Mehmet Zeki GÜNAY [*]
ABSTRACT
This article aims to discuss the electoral failures of the first two successive ‘parties of
power’ in post-Soviet Russia, namely “Russia’s Choice” and “Our Home Is Russia,”
under the presidency of Boris Yeltsin. Particularly the article focuses on Boris Yeltsin’s
influence on the failures of these political parties. The main argument of this article is,
without disregarding other factors, that the major reason for the failure of Russia’s
Choice was Yeltsin’s nonparticipation in the party as a result of his attitude against
political parties and Our Home Is Russia’s failure was mainly related to the identification
of the party with the unpopular government and the president, Boris Yeltsin.
Key words: Russian Federation, political parties, Boris Yeltsin, Russia’s Choice Party,
Our Home Is Russia Party.
ÖZET
Bu makale Sovyet sonrası Rusya’da Boris Yeltsin’in başkanlığı dönemindeki ilk iki
‘iktidar partisi’ olan Rusya’nın Seçimi Partisi ve Bizim Evimiz Rusya Partisi’nin
seçimlerdeki başarısızlıklarını incelemeyi amaçlamaktadır. Makale özellikle Boris
Yeltsin’in bu başarısızlıklardaki etkisine odaklanmaktadır. Makalenin temel argümanı,
diğer etkenleri gözardı etmeksizin, Rusya’nın Seçimi Partisi’nin başarısızlığındaki temel
etkenin Yeltsin’in siyasi partilere karşı tutumu nedeniyle partiye katılmaması ve Bizim
Evimiz Rusya Partisi’nin başarısızlığındaki temel sebebin ise partinin popüler olmayan
hükümet ve Başkan Boris Yeltsin ile özdeşleşmesi olduğu şeklindedir.
Anahtar Sözcükler: Rusya Federasyonu, siyasi partiler, Boris Yeltsin, Rusya’nın Seçimi
Partisi, Bizim Evimiz Rusya Partisi.
Beykent Üniversitesi B.A. degree in International Relations at Bilkent University,
Ankara, TURKEY; M.A. degree in Eurasian Studies at Middle East Technical
University, Ankara, TURKEY; Ph.D student in International Relations at Middle East
Technical University, Ankara, TURKEY.mzekigunay@yahoo.com
[*]
Mehmet Zeki GÜNAY
INTRODUCTION
The route that the Russian leaders followed for Russia’s transition to market and
democracy resulted in a society in which political capital was highly
concentrated in a few people. Consequently, only a small number of individuals
with strong connections to power structures in Russia had a real chance to
launch Russia’s first political parties.
However, party leaders were not
completely free in designing their own destinies. Presidential administrations in
Russia regularly intervened in the party-building projects (Hale, 2006: 26-28).
In such an environment the Kremlin, particularly President Yeltsin, had played
the leading role in the establishment of the first two successive Russian ‘parties
of power’,
1
which were Russia’s Choice and Our Home Is Russia.
Accordingly, the fate and the success of these political parties were highly
dependent on President Yeltsin. In this sense while discussing the reasons of the
electoral failures of these political parties, special attention should be paid to the
influence of Boris Yeltsin.
This article discusses how President Yeltsin was influential in the failures of
Russia’s Choice Party and Our Home Is Russia Party, and argues, without
disregarding other factors, that the major reason for the failure of Russia’s
Choice was Yeltsin’s nonparticipation in the party as a result of his attitude
against political parties and Our Home Is Russia’s failure was mainly related to
the identification of the party with the unpopular government and the president,
Boris Yeltsin.Concerning the failure of Russia’s Choice, Yeltsin’s attitude of
avoiding to create a stable ‘party of power’ forming the basis of a progovernmental majority in the Duma was significant. (White, 2006: 188). His
choice could be understood by examining ‘principal-agent problem’: Although a
political party might help a president rule more authoritatively, the authority that
1
A ‘party of power’ is a political organization established with the support of the
executive to take part in elections and the legislature process
67
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
the party itself would accumulate through this process could become a threat to
the president’s power, as the party might develop its own interests contradicting
those of the president. The party benefits from its reputation of being fully loyal
to the president, and it becomes costly to oppose. Another risk is that the party
might create leaders of its own, who could become an opponent to the president.
As a result of such concerns, state leaders might intentionally weaken their own
state institutions to preserve their own power. Therefore, presidents resist the
creation of a presidential party that might acquire authority and become
independent of the president (Hale, 2006: 207). In this sense, President Yeltsin
chose not to participate in the Russia’s Choice and tried to prevent the
enhancement of the party. This, in turn, led to the electoral failure of the party,
despite the high expectations held by the party as the ‘party of power’.In the
case of Our Home Is Russia, the failure was mainly related to identification of
the unpopular government and the president with the party. The popularity of
the president is a significant factor affecting the success of the ‘parties of
power’, due to the feature of Russian ‘parties of power’ mentioned by Edwin
Bacon that they gain position from support of the president, rather than the
president gaining his position from the support of a party (Bacon, 2004: 42).
While discussing above mentioned points, the article firstly focuses on Russia’s
Choice Party by examining the establishment, electoral performance, and the
electoral failure of the party. Secondly, the article analyses the same points for
Our Home Is Russia Party. The final part is the conclusion.
68
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
1. RUSSIA’S CHOICE PARTY
1.1. Establishment of Russia’s Choice
When Boris Yeltsin dissolved the Congress of People’s Deputies on September
21, 1993, the legislature responded by impeaching Yeltsin and electing
Aleksandr Rutskoi as acting president. Following this, the army seized the
parliament on October 4, 1993. Rutskoi and some other opposition leaders to
Yeltsin were arrested. Between these events, on October 1, Yeltsin issued a
decree that defined the rules for electing a new parliament2 (Golosov, 2004: 28).
However, for the executive, in particular for President Yeltsin, the lack of a
political party, a ‘party of power’, that could represent the executive in the
elections was a serious problem.
In the period between 1992 and 1993, there were many attempts to create such a
political party.
One of these attempts was a meeting called the Forum of
Democratic Forces. There were two kinds of participants in the meeting. The
first group of participants was some of the national leaders of Democratic
Russia, who were totally supporting the government. The second group was the
government itself, represented by some senior officials such as Egor Gaidar,
who was the acting prime minister and the main planner of the reform program.
The creation of a political party that could represent the executive was decided
in June 1993. Accordingly, in October 1993 the founding congress of Russia’s
Choice took place (Golosov, 2004: 26-29).
2
The new parliament, Federal Assembly, was to consist of two chambers. The 450
members of the lower chamber, the State Duma, were to be elected by a mixed electoral
system. In this system, while half of the members were to be elected by proportional
representation (PR) in a single, nationwide district, the other half was to be elected by
plurality in single-member districts (SMD). The proportional representation threshold
was set at 5 percent.
69
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
1.2. Russia’s Choice in 1993 and 1995 Duma Elections
Russia’s Choice had important ‘political capital’, with the participation of
democratic activists, government leaders, local heads of administration, and
other officials. Russia’s Choice was the creation of President Yeltsin’s advisors.
The party included famous politicians: Egor Gaidar, formal leader of the party
and former acting Prime Minister, Anatoly Chubais, the ‘privatization tsar’, and
Andrei Kozyrev, the Foreign Minister. These leaders in the eyes of the Russian
public represented the ideas of “opposition to the communist regime” and
supported “western-style free-market economics and the radical ‘shock’ method
of getting there.” (Hale, 2006: 54)
Main component of Russia’s Choice was the government itself, and accordingly
was perceived as the ‘party of power’ (Golosov, 2004: 29). The party included
…the president’s chief of staff, the president’s former
state secretary, five deputy prime ministers, the foreign
minister, plus the ministers of information, science,
culture, and the environment (McFaul, 1998: 119).
The common ideological categorization for political parties using the left-right
scale can not be easily applied to the ‘parties of power’ because their policy
choices in elections are shaped not by ideological considerations but by their
close ties to the executive. Therefore, the fact that higher government officials
were members of Russia’s Choice
and it utilized its connection with the
70
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
executive for electoral aims was more important than the party’s support for
free-market liberalism (Golosov, 2004: 31).
Russia’s Choice focused on its ‘administrative capital’ rather than on ‘ideational
capital’ of its leadership. In this respect, Russia’s Choice, being the ‘party of
power,’ had some advantages. President Yeltsin, as the ‘boss’ of the party,
planned the first Duma elections for less than three months after he had illegally
called new elections and suppressed the opposition in the Congress.
This
sudden election gave no time to the opponents of Russia’s Choice to do
preparation. Moreover, main opponents of Yeltsin, like former Vice President
Rutskoi’s party, were banned from the election (Hale, 2006: 54).
Russia’s Choice had the advantage of employing regional leaders, who were
seeking benefit from the new presidential regime. Major banks gave important
support to Russia’s Choice. The party enjoyed disproportional coverage on
television compared to its rivals, since at the time all of Russia’s major
television networks were state-owned (Hale, 2006: 54-55).
Rulers of Russia’s Choice were sure that the party would be the winner of the
1993 election. They were sure because Russia’s Choice was the ‘party of
power’. As the ‘party of power’, they thought that they would get the support
that Yeltsin got in the April referendum. They assumed that the party would get
the support of the voters who were in favor of continuing economic reforms
(McFaul, 1998: 119-120). However, the actual result of the 1993 Duma election
was certainly a surprise for Russia’s Choice. All of the over-confident and
optimistic predictions were proved to be wrong.
The results of the December 1993 parliamentary elections were disappointing
for Russia’s Choice, as the party got only 14.5 percent of the votes. This score
was far below 21.4 percent of Vladimir Zhirinovsky’s winner Liberal
71
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
Democratic Party of Russia, and was not significantly higher than 11.6 percent
of the Communist Party of the Russian Federation (www.russiavotes.com,
2008). The performance of Russia’s Choice was surprising as just eight months
before the 1993 parliamentary elections Yeltsin had managed to get the approval
of the majority for his presidency and his economic reform plan in the 1993
referendum (McFaul, 1998: 115).
After the 1993 Duma elections, Russia’s Choice, later renamed as Democratic
Party of Russia, has continued to weaken. Finally, the party lost its status as the
‘party of power’ to the new project, Our Home Is Russia led by Prime Minister
Viktor Chernomyrdin. Egor Gaidar remained as the party leader, but other
important figures left the party to establish different political parties that
contested in the 1995 Duma elections (Hale, 2006: 56). Forty-three political
parties were in the ballot in 1995, including eight blocs that were direct
successor of Russia’s Choice, and twenty electoral blocs whose leaders were
once in Democratic Russia (McFaul, 1998: 135). The rise of the contestants and
especially the emergence of the new ‘party of power’ significantly affected
Democratic Party of Russia’s performance in the 1995 election. The party
received only 3.9 percent of the vote and nine district seats.
This was a
significant defeat in comparison with the results in the 1993 election.
1.3. Electoral Failure of Russia’s Choice
The factors resulting in the electoral failure of Russia’s Choice in the December
1993 parliamentary election can be found in the party’s strategic decision
mistakes made during the election period regarding the composition,
organization, and leadership of Russia’s Choice, and its conduct of the election
campaign. The main factor, however, leading to the failure of the party was
Yeltsin’s nonparticipation in the party. Yeltsin wanted to be above party politics
72
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
and was suspicious of political parties, as mentioned by the ‘principal-agent
problem’.
Yeltsin’s nonparticipation in Russia’s Choice was influential in the failure of
Russia’s Choice in the December 1993 election, as the electoral strategy of
Russia’s Choice mainly relied on its ‘administrative capital’. This strategy was
defected as President Yeltsin refused to actually join the party and Prime
Minister Viktor Chernomyrdin was more interested in the Party of Russian
Unity and Accord than in Russia’s Choice (Hale, 2006: 55). President Yeltsin
preferred to stay outside of ‘the fight of party politics’. Indeed, it was hard for
him to support one electoral bloc, as his cabinet members had joined four
different blocs. He believed that the ‘pro-reform’ movements would win the
majority of the seats after the election, and so wanted to play the role of a
“power broker and mediator between them.” (McFaul, 1998: 127)
The execute in Russia, due to the great powers that ‘superpresidency’ provided
it, for a long time did not need political parties to maintain its position in the
Russian political system. In such a situation, the possible dangers rather than
advantages of creating a true presidential party were taken into consideration.
Accordingly, political parties, initially created with the encouragement of
Yeltsin, were later ignored. The case of Russia’s Choice was the beginning in
this trend. In 1993 parliamentary election, most of Yeltsin’s government was on
the list of Russia’s Choice, but he refused to join the party. Following the bad
performance of the party, it soon became evident that President Yeltsin was
planning to create another ‘presidential party’. Indeed, after the election, as
supposed by the ‘principal-agent problem’, in 1994 and 1995 Russia’s Choice
opposed Yeltsin’s decision to send the army to Chechnya, which was one of the
most significant issues of the time. Egor Gaidar, as the party leader and acting
prime minister, managed to gain power of his own. Russia’s Choice, created to
be loyal to Yeltsin, turned out to be working against him (Hale, 2006: 208-209).
73
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
Confirming the premises of ‘principal-agent problem’, President Yeltsin was
suspicious of political parties in Russia. Although State Secretary Gennady
Burbulis, who was Yeltsin’s closest adviser, repeatedly advised Yeltsin to create
a presidential party he always rejected doing so. Concerning this point, Burbulis
states, “Yeltsin feared a party would limit him, that it would commit him to a
policy position and limit his freedom of action.” (Hough, 1998: 52) Another
advisor of Yeltsin, again related to the ‘principal-agent problem’, warned that
Egor Gaidar and some others in Russia’s Choice were in political party building
efforts to become independent of Yeltsin and they would not be loyal to Yeltsin
after the creation of a powerful political party. Therefore, Yeltsin tried to delay
the creation of such a political party, thinking that the establishment of it would
not be in his interests (Hale, 2006: 209).
Non-participation of Yeltsin in the party created important problems for
Russia’s Choice. It became difficult for the bloc to offer ‘polarized’ options to
the electorate in the campaign. That is, if the voters saw President Yeltsin and
Russia’s Choice identical, the campaign would have been more successful, as
there would be two real choices—for or against the president. Polls in October
1993 showed that 28.1 percent of the voters would make their decision
depending on the leader of the blocs, whereas only 6.8 percent depending on
party programs and 3.6 percent on campaign promises (McFaul, 1998: 127).
Yeltsin's non-participation in the party created problems concerning the
effectiveness of the leadership of Russia’s Choice, which were highly influential
in party’s performance. In 1993, Egor Gaidar was only first deputy prime
minister. He was seen as a ‘man of ideas’, not as a ‘powerful administrator’
(Hale, 2006: 55). Gaidar was new in Russian party politics and had no
74
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
experience with electoral campaigning. In addition, he lacked many of Yeltsin’s
leadership features. Moreover, with the absence of Yeltsin, Russia’s Choice
could not get the votes of President Yeltsin’s some electorate (McFaul, 1998:
127-128).
2. OUR HOME IS RUSSIA PARTY
2.1. Establishment of Our Home Is Russia
When Russia’s Choice failed to win a majority in the first Duma after the 1993
parliamentary elections, President Yeltsin and the Kremlin decided to create a
new ‘party of power’ for the 1995 Duma elections. President Yeltsin lost his
confidence in Russia’s Choice not only when it failed to meet his electoral
expectations, but also when the party opposed his decision to launch the first
Chechen war in late 1994 and early 1995. Following the decision of creating a
new ‘party of power’, President Yeltsin, on April 25, 1995, announced that the
party would be ‘right-of-center’ and would support the government (Hale, 2006:
71).Our Home Is Russia, led by Prime Minister Viktor Chernomyrdin, was
established in May 1995.
Party’s main function was supporting the
Chernomyrdin government in the 1995 Duma elections and then setting the
basis for Yeltsin’s reelection campaign in the coming presidential elections of
1996. As Stephen White states, Our Home Is Russia was a ‘party of power’: “a
coalition of the postcommunist political and economic nomenklatura, with
differing views but a common interest in maintaining their privileged position.”
(White, 2000: 44) Our Home Is Russia included representatives of the
government, important figures of the gas and petroleum industries, and some of
the regional elites (Knox, Lentini, Williams, 2006: 6). However, the party
represented two constituencies above all: first, the energy complex with which
Chernomyrdin was connected, and second, the metallurgical complex with
75
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
which the first vice-premier Oleg Soskovets was connected (White, Wyman,
Oates, 1997: 771).
Our Home Is Russia quickly managed to get attention of the Russian political
environment, mainly due to the ‘common interest’ mentioned by Stephen White.
Prime Minister Chernomyrdin was at the center of this attention due to his
career at Gazprom. Indeed, some called Our Home Is Russia (Nash dom –
Rossiya) as ‘Nash dom – Gazprom’ (White, 2000: 44).
The Kremlin began to create the new ‘party of power’ around Chernomyrdin,
firstly by changing nearly all of the cabinet. Exceptions to this change included
Russia’s Choice loyalists Andrei Kozyrev, Anatoly Chubais, and Agrarians
Aleksandr Zaveriukha (deputy prime minister) and Aleksandr Nazarchuk
(minister of agriculture). This cabinet change with the leadership of
Chernomyrdin helped to get the support of the powerful regional elites. Even
though some governors refused to join the party formally, they encouraged the
building of party branches in their regions. In fact, Vladimir Putin those days
was the regional coordinator of Our Home Is Russia in St. Petersburg as secondin-command of Mayor Sobchak (Hale, 2006: 72).
2.2. Our Home Is Russia in 1995 and 1999 Duma Elections
Our Home Is Russia played a ‘pro-governmental’, or ‘party of power’ role, like
Russia’s Choice did in 1993. The party was accepted as the new ‘party of
power’, as many cabinet members, important figures in the government, and
high-ranking regional officials joined the party. Our Home Is Russia managed
to combine “state administration with private capital,” like in the case of
Russia’s Choice in 1993 (Golosov, 2004: 35). However, the ‘party of power’ in
1995 was a ‘centrist’ and not a ‘reformist’ one like Russia’s Choice. In April
76
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
1995, Chernomyrdin announced that he would lead a ‘center-right’ political
party. This shift was directly related to the change in the policy of the Yeltsin
government, as a response to the harsh economic decline following the ‘shock
therapy’ policies carried out from 1992 to 1995 (Marsh, 2002: 78-79).
Our Home Is Russia stated its position as “reasonable centrism grounded in
common sense,” which was to be followed by a program claiming “stability and
development, democracy and patriotism, confidence and order.” (Belin &
Orttung, 1997: 34) These promises were formulated also in party’s 1995 election
campaign slogan – ‘On a firm foundation of responsibility and experience’
(White et al., 1997: 771).
During the 1995 election campaign, as well as having the support of big
businesses, Our Home Is Russia had the advantage of having access to the
government apparatus and to the mass media. The party enjoyed significant
freedom on campaign expenses.
One remarkable example concerning
advertisement expenses was the invitation of celebrities, like the German
supermodel Claudia Schiffer, to the party’s public events (White et al., 1997:
771).In the 1995 parliamentary election, Our Home Is Russia received 10.1
percent of the party list vote and won 10 district seats (Sakwa, 2008: 173),
whereas the Communist Party of the Russian Federation got 22.3 percent, the
Liberal Democratic Party of Russia 11.2 percent and Yabloko 6.9 percent of the
vote (Golosov, 1998: 539). The results were once again disappointing, after the
performance of Russia’s Choice in 1993, for the ones seeking the first place for
the ‘party of power’ (www.russiavotes.com, 2008).
Finally, in the 1999 Duma elections, Our Home Is Russia got just 1.2 percent of
the party list vote and 2.6 percent of the single member district votes. The
77
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
results confirmed that the Kremlin had already abandoned Our Home Is Russia
as the ‘party of power’.
2.3. Electoral Failure of Our Home Is Russia
The factors behind the electoral failure of Our Home Is Russia in the December
1995 parliamentary election were related mainly to the disadvantages, rather
than advantages, of being the ‘party of power’. Neil Robinson explains the
failure of Our Home Is Russia in 1995 election by referring to a weakness that is
a natural feature of the political parties organized by governments:
…they were ‘weak organizations’ with shallow social
roots because they relied on the resources of
government to provide them with the means to compete
electorally and did not build up mass organizations or
mobilize voters through strong organizational structures
(Robinson, 1998: 173).
Robert Moser points to the costs of being a ‘party of power’. The ‘party of
power’, with its important advantage over economic and political resources had
the possibilities to use an effective media campaign against its rivals.
In
addition, party lists of the ‘party of power’ were full of the best-known
politicians. However, these advantages provided by the state power turned out
to be a problem for the party (Moser, 2001: 124). President Yeltsin tried to
exploit the public image of Chernomyrdin that he was not considered being in
Yeltsin’s ‘family’. He thought that Chernomyrdin would not be affected by the
negative aspects of his administration and could have important popular support.
78
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
However, Yeltsin’s plan did not become successful (Knox et al., 2006: 6). The
identification of the party with the social and economic problems of the country
in the transition from communism shadowed the advantages of the resources
that the party had enjoyed. This resulted in a certain degree of public opposition
(Moser, 2001: 124). In the public, the party was clearly associated with the
government performance, which certainly did not mean any advantage.
President Yeltsin’s popularity was very low due to the war in Chechnya and the
economic conditions in the country. Opposition parties tried to play on this and
wanted to relate the problems of the Yeltsin administration to Our Home Is
Russia (Hale, 2006: 73). They became successful at their efforts. Our Home Is
Russia’s election program was seen as the conduct of the government since the
1993 elections. Indeed, following the 1993 elections, the government had not
been successful. The poor performance of the government was expressed in
voter preferences that only 17% of the party’s voters fully and 37% with
reservations identified themselves with Our Home Is Russia’s program and
slogans, whereas 43% of the Communist Party’s voters fully and 32% with
reservations did so with the Communist Party’s program and slogans (White et
al., 1997: 787).
Our Home Is Russia, following its successful initial strategy of focusing on its
‘administrative assets’ as the ‘party of power’, failed to make any improvement
in its ‘ideational capital’.
Even after the 1995 Duma elections the party
continued to avoid creating an ‘ideational basis’. This situation made Our Home
Is Russia open to externally imposed changes in its administrative assets.
However, the real damage for the party came in March 1998, when President
Yeltsin dismissed Chernomyrdin as prime minister and appointed Sergei
Kirienko to his place (Hale, 2006: 73). Indeed, Yeltsin and Chernomyrdin had a
“surprisingly harmonious” relationship since his appointment in December
1992, until economic difficulties increased significantly (Remington, 2004: 60).
79
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
Recalling the premises of ‘principal-agent problem’, as in the case of Russia’s
Choice, Chernomyrdin’s dismissal was largely related to the concerns of
President Yeltsin that Chernomyrdin was becoming an option for presidency and
a threat for his power and status (Hale, 2006: 209). However, Sergei Kirienko
could not stay as prime minister for long. The August 1998 financial and
economic crisis resulted in his dismissal and decreased President Yeltsin’s
popularity significantly (Golosov, 2004: 40).
After the dismissal of
Chernomyrdin, the ‘party of power’ lost much of its power. Then governors of
the party, who were kept together with their aim to have access to
Chernomyrdin, started seeking new alliances. Party’s new leader, Vladimir
Ryzhkov, tried to build an ideational basis, mainly a conservative one, for the
party in 1998 and 1999. However, this did not work out, and Our Home Is
Russia received only 1.2 percent of the party-list vote and seven district seats in
the 1999 election (Hale, 2006: 73; Hanson, 2003: 177).
CONCLUSION
The main factor leading to the electoral failure of Russia’s Choice was Yeltsin’s
nonparticipation in the movement. Yeltsin wanted to be above party politics and
was suspicious of political parties, as mentioned by the ‘principal-agent
problem’. The execute in Russia, thanks to ‘superpresidency’, for a long time
did not need political parties to maintain its position in the political spectrum.
Accordingly, the possible dangers rather than advantages of creating a true
presidential party were taken into consideration by Yeltsin. In such an
environment, Russia’s Choice as the ‘party of power’ lacked the support of the
‘power’ and this affected its electoral performance significantly.
The factors behind the electoral failure of Our Home Is Russia in parliamentary
elections were mainly related to the disadvantages, rather than the advantages, of
80
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Mehmet Zeki GÜNAY
being the ‘party of power’. As Neil Robinson stated, the ‘parties of power’ were
weak organizations without strong social roots or mass organizations to mobilize
voters because they relied on government resources to compete electorally
(Robinson, 1998: 173). The dependence of Our Home Is Russia on government
resources and its image as the ‘party of power’ led to the identification of the
party with the unpopular government and the president. Social and economic
problems of the country associated with the party meant a major disadvantage
for the party.
President Yeltsin’s popularity was very low and this had a
devastating effect on the electoral performance of Our Home Is Russia.
REFERENCES
Bacon, Edwin. “Russia’s Law on Political Parties: Democracy by Decree?” In Russian
Politics under Putin, edited by Cameron Ross. Manchester: Manchester University Press,
2004, 39-52.
Belin, Laura, and Robert Orttung. The Russian Parliamentary Elections of 1995: The
Battle for the Duma. Armonk, NY: M.E. Sharpe, 1997.
Golosov, Grigory. Political Parties in the Regions of Russia: Democracy Unclaimed.
Boulder: Lynne Rienner, 2004.
Golosov, Grigory. “Who Survives? Party Origins, Organizational Development, and
Electoral Performance in Post-communist Russia.” Political Studies, XLVI, 1998, 511543.
Hale, Henry. Why Not Parties in Russia?: Democracy, Federalism, and the State.
Cambridge: Cambridge University Press, 2006.
Hanson, Stephen. “Instrumental Democracy: The End of Ideology and the Decline of
Russian Political Parties.” In The 1999–2000 Elections in Russia: Their Impact and
Legacy, edited by Vicki Hesli and William Reisinger. Cambridge: Cambridge University
Press, 2003, 163-185.
Hough, Jerry F. “Institutional Rules and Party Formation.” In Growing Pains: Russian
Democracy and the Election of 1993, edited by Timothy J. Colton and Jerry F. Hough.
Washington, DC: Brookings, 1998, 37-73.
Knox, Zoe, Lentini, P. and Williams, B. “Parties of Power and Russian Politics: A
Victory of the State over Civil Society?” Problems of Post-Communism, Vol. 53, No. 1,
January-February 2006, 3-14.
81
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 66-82
Yeltsın’s Influence On The Faılures Of “Russıa’s Choıce Party” And “Our Home Is Russıa Party”
Marsh, Christopher. Russia at the Polls: Voters, Elections and Democratization.
Washington, DC: CQ Press, 2002.
McFaul, Michael. “Russia’s Choice: The Perils of Revolutionary Democracy.” In
Growing Pains: Russian Democracy and the Election of 1993, edited by Timothy J.
Colton and Jerry F. Hough. Washington, DC: Brookings, 1998, 115-139.Moser, Robert.
Unexpected Outcomes: Electoral Systems, Political Parties, and Representation in
Russia. Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2001.Remington, Thomas F. Politics
in Russia, 3rd ed. London: Pearson Longman, 2004.Robinson, Neil. “Classifying
Russia’s Party System: The Problem of ‘Relevance’ in a Time of Uncertainty.” In Party
Politics in Post-Communist Russia, edited by John Lövenhardt. London: Frank Cass,
1998, 159-177.Sakwa, Richard. Russian Politics and Society, 4th ed. London and New
York: Routledge, 2008.
White, David. The Russian Democratic Party Yabloko: Opposition in a Managed
Democracy. Birmingham: Ashgate, 2006.
White, Stephen. Russia’s New Politics: The Management of a Postcommunist Society.
Cambridge: Cambridge University Press, 2000.
White, Stephen, Wyman, Matthew and Oates, Sarah. “Parties and Voters in the 1995
Russian Duma Election.” Europe-Asia Studies, Vol. 49, No. 5, 1997, 767-798.
www.russiavotes.com http://www.russiavotes.org/duma/duma_elections_93-03.php
(Accessed on 14 August 2008)
82
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 66-82
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
BASEL, SERMAYE YETERLİLİĞİ STANDART RASYOSU
VE TÜRKİYE UYGULAMASI
Dr. Turgay GEÇER [*]
ÖZET
Bankacılık düzenlemelerin amacı, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerini korumak,
finansal sistemde güven ve istikrarı sağlamaktır. Bu amaç doğrultusunda Basel Komitesi,
Basel I ve Basel II düzenlemelerini hazırlamış, bu düzenlemeler ise risk yönetimi ve
sermaye yeterliliği noktasında referans olmuştur. 1989 yılında, sermaye yeterliliği
standart rasyosunun en az %8 olarak kabul edilmesiyle ülkemizde ilk adım atılmıştır. Son
17 yıldır, Türk bankacılık sektörü hep %8’in üzerinde sermaye yeterliliği standart rasyosu
performansı göstermiştir. 2008 yılı son çeyreğinden itibaren, yaşanan global kriz, hızla
artan kredi ve piyasa riski ile beraber, bu performans yeniden test edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Basel I, Basel II, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu
ABSTRACT
The aim of banking supervision is to protect the deposit-holders’ rights and interests, and
to provide confidence and stability in the financial system. In line with this objective, the
Basel Committee prepared the regulations of Basel I and Basel II. These regulations
became the reference point for risk management and capital adequacy. In 1989, Turkey
took the first step in adopting these regulations by accepting 8% as the minimum standard
ratio of capital adequacy. For the last 17 years, the Turkish banking sector has performed
a capital adequacy standard ratio of over 8%. Starting from the last quarter of 2008, this
performance is being re-tested due to the global crisis, and the rapidly increasing creditand market risk.
Keywords: Basel I, Basel II, Capital Adequacy Standard Ratio
[*]
Beykent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Bankacılık ve Finans Bölümü
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
1. GİRİŞ
Son 20 yıldır finansal sistemin globalleşmesi, finansal liberalizasyon, ekonomik
ve finansal krizlerin bulaşıcılığı, dışsal şokların makro-ekonomik kırılganlıklara
yol açması ulusal finansal sistemleri etkilemektedir. Finansal sistemi etkileyen
bu dışsal faktörlerin yanı sıra, her ülkenin içsel sorunları da gayrisafi milli
gelirin azalmasına yol açabilecek düzeyde zincirleme reaksiyona neden
olmaktadır. Bu faktörler ekonomiyi en az düzeyde etkilemesi için, finansal
siteminin düzenlemeye tabi tutulması ihtiyacı ortaya çıkmış ve ihtiyaç risk
yönetimi kavramı ile kuramsallaşmıştır. Finansal sistemin kârlılığı sabit kalmak
kaydıyla, maruz kalınan risklere yönelik uygulanan strateji ve politikaların tümü
olarak adlandırılan risk yönetimi, uluslararası alanda hızlı bir gelişim sürecinin
içine girmiştir. Risk yönetimi kavramında ilk adım ise sermaye yeterlilik
rasyosunun bir standart kabul edilmesidir.
Sermaye yeterlilik standart rasyosu, bir bankanın bir birim sermayesine karşılık
kaç birim risk üstlenebileceğini belirten bir göstergedir. 1987 yılından itibaren
uluslararası bankacılıkta sermaye yeterlilik rasyosunun minimum %8 olması
genel kabul görmüş, bu hususla ilgili çalışmalar Basel Komitesi tarafından
yapılmıştır. Basel Komitesi, uluslararası bankacılık için standartları belirleme
amacıyla yürüttüğü çalışmaları 1987 Basel I düzenlemesi ve 2006 yılında ise
Basel II düzenlemesi başlığında yayımlamıştır. Kredi riski, piyasa riski ve
operasyonel riski de kapsayan Basel II düzenlemesi halen yürürlüktedir ve
muhtemelen yaşanan global krizin nihayetinde yeninde şekillendirilecektir.
Bu çalışmanın ilk bölümünde, Basel I ve II düzenlemelerinin tarihsel perspektifi
ile Kredi, Piyasa ve Operasyonel Risk kavramlarının kuramsal çerçevesi çizilmiş
ve ikinci bölümünde ise, bu kavramlar çerçevesinde şekillenen sermaye
yeterliliği standart rasyosu ile ülkemiz uygulaması analiz edilmeye çalışılmıştır.
84
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
2. BASEL ve SERMAYE YETERLİLİĞİ STANDART RASYOSU
2.1. Basel Komitesi ve Basel I
Basel Komitesi (Basel Committee on Banking Supervision), 1987 yılında
İsviçre’nin Basel kentinde Basel I (The Basel Capital Accord) adı altında ilk
sermaye standardını yayımlamıştır. Basel I düzenlemesi, bankaların maruz
kaldığı kredi riski için sermaye yeterliliği standart rasyosunun (SYR) yasal
önkoşul olarak kabul edilmesine yönelik ilk adımdır.
Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS - Bank for International Settlements) çatısı
altında faaliyet gösteren Basel Komitesi, 1974 yılında bankacılık denetim,
gözetim ve düzenleme kalitesini iyileştirici çalışmalarda bulunmak üzere, G–10
ülkelerinin (Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Hollanda, İsveç,
Kanada, İsviçre, İngiltere, ABD ve sonradan gruba dâhil olan Lüksemburg)
Merkez Bankası ve denetim otoritelerince oluşturulmuş bir üst yapıdır.
Basel Komitesi SYR’ye yönelik düzenleme çalışmaların temel amacını,
uluslararası bankacılık sisteminin istikrarını, güvenilirliğini korumak ve farklı
ülkelerdeki uygulamalarda tekdüzelik sağlamak, uluslararası bankalar arasında
rekabet eşitsizliğini azaltmak olarak belirlemiştir (BIS, 1987: 1).
Basel I düzenlemesi, uluslararası faaliyet gösteren bankaların riskli faaliyetleri
ile toplam sermaye arasında bir bağıntı kurmaya çalışmıştır ve buna uygun
olarak da Basel düzenlemesinde SYR denklemi şu şekilde ifade edilmiştir.
ToplamSerm aye
SYR 8%
KrediRiski
Basel I düzenlemesi, uluslararası finansal sistemde yaşanan gelişmelere paralel
olarak, finansal kuruluşların maruz kaldıkları riskleri daha iyi yansıtabilme
amacıyla sürekli geliştirmiştir.
85
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
Bu çerçevede yapılan en önemli gelişme, 1996 yılında Basel I düzenlemesinin
piyasa riskini de içerecek şekilde güncellenmesidir. Piyasa riski, piyasa
fiyatlarında (faiz, emtia, döviz, hisse senedi fiyatları) meydana gelen
değişiklikler nedeniyle bankaların bilanço içi ve bilanço dışı pozisyonlarında
karşılaştıkları kayıplar olarak tanımlanmış, piyasa riskinin de dâhil edildiği yeni
yaklaşıma geçiş olarak 1997 yılı belirlenmiştir. Piyasa riskinin de SYR hesabına
dâhil edilmesiyle, SYR formülü şu şekilde değiştirilmiştir (Jorion, 2007: 654).
ToplamSermaye
SYR 8%
KrediRiski PiyasaRiski
2.2. Basel II
Yaşanan global ekonomik ve finansal krizler, gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde bankaların sermaye yeterliliği sorununun tekrar gözden geçirilmesi
görüşünü ön plana çıkmış, Basel Komitesi de 1987 yılından beri yürüttüğü
çalışmalara hızlandırarak Basel I düzenlemesinin yerine geçecek yeni bir taslak
hazırlamıştır. 1999 yılında yayımlanan ilk versiyon, denetim otoriteleri ile önde
gelen bankalardan gelen görüş ve eleştiriler çerçevesinde düzenlenmiş ve 2001
yılından itibaren Basel II adı altında şekillenmiştir. Basel II düzenlemesi, 2003,
2004, 2005 yıllarında yine çeşitli tarihlerde gözden geçirilmiş, 2006 yılı Haziran
ayında nihai şeklini almıştır. Basel Komitesi, 1987 yılından beri benimsediği
SYR hesaplamasının risk temeline dayandırılması (risk based capital)
yaklaşımını Basel II düzenlemesinde de sürdürüle gelmiştir.
Basel II düzenlemelerin, uluslararası bankalarda konsolide bazda uygulanması
esas kabul edilmesinin ve bir bankanın kendi bilanço kalemleri için bu
düzenlemelere uymalarının yanı sıra, her bir bankanın dâhil olduğu gruptaki
diğer ortak ve iştirakleri ile beraber uymalarını gerektirmektedir.
86
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
Basel II düzenlemesinde, sermayenin tanımıyla piyasa riski hesaplamasında bir
farklılığa gitmemesine karşın, kredi riskinde önemli değişiklikler önermekte ve
denkleme operasyonel riski de dâhil etmektedir. Basel II düzenlemelerine göre
SYR denklemi şu şekildedir.
ToplamSermaye
SYR 8%
KrediRiski PiyasaRiski OperasyonelRisk
2.2.1. Piyasa Riski
Basel I düzenlemesinde bankaların kredi riskleri göz önünde bulundurularak
sermayelerini
güçlendirilmeleri
önerilmiştir.
Ancak
finansal
varlıkların
çeşitlenerek karmaşıklaşması, bu varlıkların bankaların yatırım portföylerinde
önemli bir ağırlığa sahip olmasıyla Basel Komitesi, piyasa riskinin SYR’ye
dâhil edilmesine karar vermiş ve 1996 yılında yapmış olduğu düzeltmeyle
piyasa riskini içermesini de sağlamıştır. Piyasa riskinin ölçülmesi ve
sayısallaştırılması kapsamında riske maruz değer (RMD) hesaplama yöntemleri
kullanılmaktadır. Piyasa riski temelde, dört alt risk grubunun bileşiminden
oluşmaktadır.
Faiz Oranı Riski
Faiz oranı riski, piyasada oluşan faiz değişimlerinin etkisiyle finansal varlıkların
değerinde meydana gelen azalmadır. Birbirini dengeleyen finansal varlıklara ait
getiri eğrilerinin mükemmel olmayan korelasyon sergilemesi, portföyün önemli
bir faiz oranı riskine maruz kaldığının göstergesidir. Bu finansal varlıklar hedge
amaçlı olarak kullanılıyor olsalar bile, vade yapılarındaki farklılık portföyün
önemli bir riske maruz kalmasına neden olabilir.
87
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
Hisse Senedi Riski
Bu risk iki ana gruba ayrılmaktadır. Birinci grup genel piyasa riski olarak
adlandırılmakta, menkul değerler piyasasında meydana gelen değişimlere göre
hisse senedinin sergilediği fiyat değişimini ölçümlemektedir. İkinci grup ise
spesifik risktir, bankanın kredi tahsis ettiği firmanın iş kolu, yönetim kalitesi,
üretim süreçleri gibi genel özelliklerine bağlı olarak fiyatlardaki volatilitenin
değişimi ölçer. Portföy teorisine göre genel piyasa riskinin portföy
çeşitlendirmesiyle ortadan kaldırılabilmesine karşılık spesifik risk hiçbir şekilde
yok edilememektedir (Sharpe, 1999: 98).
Kur Riski
Kur riski, uluslararası piyasalarda meydana gelen dalgalanmalar ve kurlar
arasındaki korelasyon farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Diğer risklerde
olduğu gibi kur riski de korelasyon farklılıklarının olduğu pozisyonlarda
görülmektedir. Kur riski ayrı bir risk faktörü olarak kabul edilse de, yabancı para
işlemlerin değerlenmesinde spot kur oranları kadar kurların faiz oranlarının
bilinmesi de gerekmektedir (Van Horne, 1994: 234). Kur riski, yerel bankalar
kadar uluslararası firmaların da karşılaştığı bir risk türüdür. Ayrıca oluşan bu
volatilite sonucunda firmanın diğer firmalara karşı elde etmiş olduğu rekabet
avantajı ortadan kalkabilir. Kurdaki volatilite, büyük operasyonel kayıplara
neden olmakta ve yatırımları büyük ölçüde engellemektedir (Ahn, 1991: 54).
Emtia Fiyat Riski
Emtiaların fiyat riski genellikle piyasada oluşan arz üzerinden belirlenir. Diğer
bir deyişle, arzın volatilitesi fiyatı belirleyen öğedir. Bu yönüyle emtia riski
diğer risk türlerinden ayrılır. Bu yüzden emtia fiyatları, genelde diğer finansal
varlıklara göre daha yüksek volatilitelere sahiptir.
88
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
Bu noktada, gelecekle ilgili tahminlerde modellemeyi yapan kişi, beklentiler
kuramıyla, diğer bir deyişle geleceğin en azından temel dinamikleri
çerçevesinde, geçmişe benzediği varsayımıyla modellemeyi oluşturmakta ve
geçmiş verileri kullanarak simülasyonlar aracılığıyla RMD'yi hesaplamaktadır.
Özetle RMD, portföyün belirlenen zaman ve güven aralığında en fazla
kaybettiği miktarı ortaya koyar.
RMD üç farklı yöntemle hesaplanmaktadır.
Parametrik (Varyans-Kovaryans) Yöntem
Parametrik yönteme göre risk faktörlerinin log-normal dağılım sergilediği ya da
buna denk olarak log-getirilerin normal dağıldığı varsayılır. Parametrik yöntem,
portföyün değişiminden oluşan dağılımın normal dağıldığı varsayımı üzerine
kurulmuştur. Parametrik yöntemde, portföy volatilitesinin bulunması ve
hesaplamasının temelini oluşturmaktadır. Bu hesaplamada portföyü oluşturan
her bir finansal varlık getirileri üzerinden portföyün volatilitesini bulunmaya
çalışılır. Bu durumda portföyün genel varyansının ya da standart sapmasını
belirlenmesi gerekmektedir.
Tarihsel Simülasyon
Analitik varsayım yapılması koşul olarak ileri sürmeyen, belirli bir zaman
periyodu içinde risk faktörlerinin meydana getirdiği deneysel dağılımdan
hesaplanan yöntemde, en az iki yıllık bir veri setine gereksinim vardır.
Metodoloji olarak tarihsel simülasyon yöntemiyle hesaplanan RMD, parametrik
RMD'ye göre daha basittir. Bu yöntemde tarihin birebir tekrar ettiği
varsayılmaktadır. Böylelikle seçilen bir zaman aralığı boyunca gerçekleşmiş
günlük fiyat hareketleri göz önünde bulundurularak dağılım oluşturulur. Bu
89
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
dağılım da %100-%0 güven aralığına denk gelen gözlem portföyün RMD'sini
belirtir.
Monte Carlo Simülasyonu:
Belirlenen risk faktörleri için seçilmiş herhangi bir dağılım için uygulanabilir.
Bu yöntemde en önemli unsur, dağılımın ortalama, varyans ve kovaryans gibi
parametrelerinin tahminidir. Birden fazla risk faktörünü içeren portföylerde
özellikle kovaryans (veya korelasyon) matrisinin bulunması ve farklı simülasyon
yollarının
belirlenmesi,
önemli
hesaplama
zorluklarını
beraberinde
getirmektedir. (Best, 1999: 309).
2.2.2. Kredi Riski
Kredi riski, kredi müşterisinin yapılan sözleşme gereklerine uymayarak
yükümlülüğünü kısmen veya tamamen zamanında yerine getirememesinden
dolayı bankanın maruz kalabileceği zarar olasılığı (BDDK-a, 2006: 1) olarak
tanımlanmaktadır. Kredi riskine konu en geniş kredi grubu, bankanın tahsis
ettiği kurumsal ve bireysel krediler olmakla birlikte, bankanın menkul kıymet
portföyü ile bilanço dışı kalemleri içinde kredi riski söz konusudur.
Basel Komitesi, konuyla ilgili yapmış olduğu Kredi Riskinin Yönetiminde
Temel İlkeler başlıklı çalışmayı yayımlamış, basiretli bankacılık için ihtiyaç
duyulan prensipleri belirlemiştir. Basel I düzenlemesinin kredi riskine yönelik
kurallarının risk değerlendirmeleri bakımından yeterli hassas olmadığı
eleştirilerine karşın Basel II düzenlemesinde, kredi riski için risk ölçüm
altyapılarının gelişmişlik düzeylerine göre bankaların risk duyarlılığı farklı üç
seçenek sunulmaktadır.
90
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
Tablo 1. Standart Yaklaşımda Risk Ağırlıkları (BIS, 2006: 22–23–30)
Kredi Notu
AAA/
AA-
A+/A-
BBB+
/BBB-
BB+
/B-
B- altı
Dereces
iz
Hazine/Merkez Bankası
%0
%20
%50
%100
%150
%100
Bankalar 1.Seçenek
%20
%50
%100
%100
%150
%100
Bankalar 2. Seçenek
%20
%50
%50
%100
%150
%100
K.V. Krediler
%20
%20
%20
%50
%150
%20
Kalkınma Bankaları
%20
%50
%50
%100
%150
%100
Menkul Kıymet Şti.
%20
%50
%100
%100
%150
%100
Kurumsal
%20
%50
%100
------
%150
%100
% 75
Perakende
Standart Yaklaşım
Basel I düzenlemesi ile mukayese edildiğinde getirdiği en önemli yenilik,
kullandırılan kredilerin risk ağırlıklarının belirlenmesinde kredi derece
notlarının ölçüt alınmasıdır. Bu yaklaşımda krediler çeşitli gruplara ayrılmış ve
her bir grup için farklı risk ağırlıkları belirlenmiştir.
İçsel Derecelendirmeye Dayalı Yaklaşım
Belirli asgari koşullara uymak ve kamuyu bilgilendirme yükümlülüklerini yerine
getirmek suretiyle içsel derecelendirmeye dayalı yaklaşımı kullanmak için
denetim otoritesinin onayını alan bankalar, belirli bir krediye ilişkin sermaye
91
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
gereksinimini, risk bileşenlerine ilişkin yapmış oldukları içsel tahminlere dayalı
belirlemektedirler (BIS, 2006: 52).
Risk bileşenleri, temerrüde düşme olasılığı (default risk), temerrüt halinde kayıp
yüzdesi (loss given default), temerrüde düşme durumunda risk tutarı (exposure
at default) ve efektif vadeyi (maturity) içermektedir. Bu yaklaşım uygulayan
bankalar, beklenmeyen kayıp (unexpected loss) ve beklenen kayıp (expected
loss) parametrelerini ölçmek ve bunlara dayalı olarak sermaye yükümlülüklerini
hesaplamak durumundadır. İçsel derecelendirmeye dayalı yaklaşımda her bir
varlık kategorisi için üç temel bileşen söz konusudur. Bunlar:
Risk bileşenleri, risk para metreleri için bankanın tahminleri,
Risk ağırlık fonksiyonları, risk bileşenlerinin risk ağırlıklı varlıklara
dönüştürüldükleri fonksiyonlar,
Asgari gereksinimler, bankaların belirli bir varlık kategorisinde getirmesi
gereken asgari standartlardır.
Temel içsel derecelendirmeye dayalı yaklaşım, bankanın temerrüde düşme
olasılığını kendisi hesaplar, diğer parametreler denetim otoritesi tarafından
sağlanır. Gelişmiş içsel derecelendirmeye dayalı yaklaşımda ise, bankalar, asgari
standartlara uymak kaydıyla, temerrüde düşme olasılığı, temerrüt halinde kayıp
yüzdesi, temerrüde düşme durumunda risk tutarı ve efektif vadeyi kendileri
hesaplamaktadır.
2.2.3. Operasyonel Risk
Operasyonel risk, bankaların karşılaştıkları en doğal risk türüdür. Başta teknoloji
olmak üzere, insana dair, sistemsel, çevresel ve organizasyonel faktörler,
operasyonel riskin kaynağını oluşturmaktadır. Kuruluş aşamasında bile birçok
banka operasyonel riskle karşılaşılabilmektedir. Özellikle son 20–30 yılda
92
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
yaşanan teknolojik gelişmeler, farklı ve yeni finansal varlıklar ve insan
doğasının karmaşıklığı, operasyonel risklerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Tanımsal olarak operasyonel riske bakıldığında, ilk dönemlerde, kredi ve piyasa
riski dışındaki diğer tüm riskler olarak basitçe tanımlanmaya çalışılmış, ancak
operasyonel riskin yalnızca diğerleri şeklinde tanımlanamadığı, teknik ve
kavramsal olarak ayrıntılı olması gerektiği, ayrıca diğer riskler genellemesi
altında başkaca risklerin söz konusu olduğu ortaya çıkmıştır.
Basel Komitesine göre operasyonel risk, yetersiz ve başarısız dâhili süreçler,
insanlar ve sistemlerden veya harici olaylardan kaynaklanan kayıp riski olarak
tanımlanır (BIS, 2006: 144) şeklinde tanımlanırken, Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurumu (BDDK) operasyonel riski, banka içi kontrollerdeki
aksamalar sonucu hata ve usulsüzlüklerin gözden kaçmasından, banka yönetimi
ve personeli tarafından zaman ve koşullara uygun hareket edilememesinden,
banka yönetimindeki hatalardan, bilgi teknolojisi sistemlerindeki hata ve
aksamalar ile deprem, yangın ve sel gibi felaketlerden veya terör saldırılarından
kaynaklanabilecek zarar olasılığı (BDDK-b, 2006: 2) olarak tanımlanmaktadır.
Süreç
Bankanın örgütsel yapısıyla ilgili sorun ve noksanlıklar, görev ve yetki
dağılımının rasyonel kurgulanamaması, formal ve informal yapı çatışmaları,
bilgi ve talimat akış kanallarının net betimlenmesi gibi organizasyonel
yetersizlikler bu grupta sayılabilir.
Sistem
Bu grupta, bilgi işlem sistemlerinin yetersizliği ve kalitesizliği, ilgili
yazılımların güçlü bir mimariye dayandırılmaması, iletişim ve veri aktarım
sistemlerindeki noksanlıklar ve zafiyetler, donanım alt yapısının nicel ve nitel
93
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
olarak gereksinimleri karşılayamaması ve demodeliği sayılabilir. Bunlar
arasında,
banka
güvenlik sisteminin
kırılması,
iş modeliyle sistemin
çakışmaması, iş modeliyle üretilen tüm verilerin sistemde tutulmaması, eksik
veya hatalı tutulması ya da kaybolması, sistem değişimlerinde geçişin başarılı
şekilde yapılamaması, geçiş dolayısıyla veri kaybolması ve kalitesinin azalması,
kapasite yetersizliği ve acil durum yönetiminin eksikliği de sayılabilir.
İnsan
Banka çalışanlarının ve yöneticilerinin yetersizliğinden, unutkanlıklarından,
görevlerini kötüye kullanmalarından ve göz ardı etmelerinden, kasıtlı veya
kusurlu olarak suç sayılan eylemleri yapmalarından kaynaklanan risktir.
Çalışanların yolsuzluk, hırsızlık ve sahtekârlık yapması, talimatlara riayet
etmemeleri veya kurallara aykırı davranmaları, bilerek işi engellemeleri, kötü
niyetli
davranmaları
gibi
konular
operasyonel
risk
kapsamında
değerlendirilebilir.
Dış Faktörler
Bu risk grubu altında, dışarıdan ve kötü amaçlı şekilde bankaya yöneltilen
eylemler, doğal olaylar ve afetler sayılabilir. Banka dışarıdan satın aldığı mal ve
hizmetlerden bilerek veya bilmeyerek yöneltilen kasıt, göz ardı ve kusurlardan
kaynaklanan riskler, iyi bir dış kaynak ve satın alım politikasıyla minimize
edilebilir. Dışsal saldırılar için, gerek bilişim ve gerekse fiziksel güvenlik
önlemleri önemli bir nokta oluşturmaktadır. Doğal olaylar ve afetler içinse
fiziksel mukavemet, sigorta ve acil durum planları, karşılaşılan zarar ve riskleri
en aza indirgemektedir.
94
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
Dış faktörler
İnsan
En riski bölge
Süreç
Sistem
Şekil 1. Operasyonel Riskin Kapsamı
Esasen soyut bir kavram olan operasyonel riskin ölçülmesi pratik olarak çok
olanaklı değildir, bu noktada risk ancak tahmin edilebilir. Risklerin
ölçümlenmesinde, ekonomik ve yasal sermayenin hesaplanması için en önemli
gereklilik, risklerin sayısallaştırılabilir olmasıdır. Risklerin sayısallaştırılmasıysa
zarar potansiyelinin tahminine ve zarar olayının gerçekleşme olasılığının
belirlenmesine dayanmaktadır. Sayısallaştırma çerçevesinde operasyonel riskten
kaynaklanan zararın büyüklüğüne ve sıklığına ilişkin verilere yönelik, yeterli
miktar ve kalitede bir veri bankası oluşturulması gerekmektedir.
Basel II’de önerilen operasyonel risk ölçüm yaklaşımları şu şekildedir.
Temel Gösterge Yaklaşımı
En basit yaklaşım türü olan temel gösterge yaklaşımı, bankanın bütün işlevleri
için tek bir gösterge kullanarak, operasyonel riski karşılamak üzere gerekli
sermaye tahsisini belirlemektedir. Bu yöntemi kullanan bankalar, operasyonel
risk için, pozitif yıllık brüt gelirin sabit bir yüzdesinin son üç yıl içindeki
ortalamasına eşit tutarda sermaye bulundurulur. Yıllık brüt gelirin eksi veya sıfır
olduğu herhangi bir yılla ilgili rakamlar, bu ortalamanın hesaplamasında hem
95
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
pay hem de paydanın dışında tutulur. (BIS, 2006: 144). Bu hesaplama, Brüt
Gelir = Net Faiz Geliri + Net Faiz Dışı Gelirler şeklinde tanımlanmaktadır.
Standart Yaklaşım
Standart Yaklaşımda, bankaların faaliyetleri sekiz ayrı faaliyet kollarına
bölünür, bunlar; kurumsal finansman, alım-satım ve satış, perakende bankacılık,
ticari bankacılık, tasfiye ve ödemeler, acentelik hizmetleri, varlık yönetimi ve
perakende aracılık hizmetleridir. (BIS, 2006:146) Her faaliyet kolunda, brüt
gelir, iş operasyonları ve faaliyetlerin ölçeğini, dolayısıyla, faaliyet kollarının
her birinde operasyonel risklerin olası ölçeğini gösteren bir gösterge işlevini
görür. Bu göstergelerle, her bir işleve ilişkin operasyonel risk miktarının
yaklaşık olarak temsil edilmesi amaçlanmaktadır. Belirli bir yıl içerisinde bir
işleve ait brüt gelirin negatif olması durumunda, diğer bir işleve ait pozitif brüt
gelir tutarı kullanılabilir, ancak belirli bir yıl içerisinde tüm işlevlerin negatif
brüt gelir elde etmesi durumunda ise ilgili yıla ait değer, sıfır olarak
hesaplamaya dâhil edilmektedir.
İleri Ölçüm Yaklaşımı
İleri Ölçüm Yaklaşımıyla, bankalara sermaye yeterliliğinin hesaplanmasında
kendi tarihsel veri setlerinden elde etmiş oldukları zarar verilerini kullanabilme
olanağı sunulmaktadır. Bankalar, yaklaşımın uygulanmasına yönelik gerekli
tarihsel veri setlerini oluşturma aşamasındadır. Burada amaçlanan, gelecek
dönem içerisinde beklenen kayıpların %99,9 güven aralığında ölçümlenerek
sermaye yeterliliğin belirlenmesidir. Bu yaklaşımda, bankaların faaliyetleri
işlevlere ayrılır ve her bir işlevde kullanılmak üzere operasyonel risk türleri
tanımlanır, her bir işlev/zarar türü bileşeni için karşılaşılan operasyonel riskin
büyüklüğünü belirten birer risk göstergesi belirlenir. Göstergelere ek olarak,
bankalar her bir işlev türü bileşeni için, zarar verilerine dayalı olarak, zararın
96
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
gerçekleşme olasılığını gösteren bir parametreyi ve olayın gerçekleşmesi
durumunda karşılaşılan zararı gösteren ikinci bir parametreyi hesaplar. Bu üç
faktör çarpılarak, her bir işlev/zarar türü bileşeni için beklenen zarar hesaplanır.
3. TÜRKİYE UYGULAMASI
3.1. Sermaye Yeterliliği Düzenleme Süreci
Basel Komitesi tarafından 1987 yılında şekillendirilen Basel I düzenlemesi,
1989 yılında yayımlanan tebliğ ile Türkiye’de uygulanmaya başlanmıştır.
Sermaye yeterlilik rasyosu, 1989 yılı için % 5, 1990 yılı için % 6, 1991 yılı için
% 7 ve 1992 yılı için % 8 belirlenmiştir.
1989–2000 yılları arasında Hazine Müsteşarlığı tarafından yayımlanan
düzenlemeler, 2000 yılında kuruluşundan sonra BDDK tarafından yürütülmeye
başlanmıştır. BDDK tarafından, ilk olarak Şubat 2001 tarihinde hazırlanan
Bankaların Sermaye Yeterliliğinin Ölçülmesine ve Değerlendirilmesine İlişkin
Yönetmelik başlıklı düzenleme ile piyasa riskleri de ilk olarak sermaye
yeterliliği ölçümlerine dâhil edilmiştir. İkinci düzenleme ise, 2006 yılı Kasım
ayında yayımlanmıştır. Bu son yönetmeliğin amacı, bankaların maruz kalınan
riskler nedeniyle oluşabilecek zararlara karşı konsolide ve konsolide olmayan
bazda yeterli özkaynak bulundurmalarının sağlanmasına ilişkin usul ve esasları
düzenlemektir şeklinde tanımlanmış, Basel Komitesi kararları çerçevesinde
yeniden yapılandırılmasını amaçlayan çalışmaların temel noktası risk kültürünün
yaygınlaştırılması olarak belirlenmiştir.
Basel II’ye geçiş süreci ile ilgili çalışmaların başlangıcı 2003 yılına kadar
gitmektedir. BDDK 2003 yılından itibaren hazırlık çalışmalarına başlayarak
2003 yılı Mart ayı itibariyle Türkiye Bankalar Birliği (TBB) uhdesinde BDDK
yetkilileri ve banka temsilcileri katılımıyla Basel II Yönlendirme Komitesi
kurulmuş, bu komitenin verimli çalışmaları neticesinde, 30 Eylül 2003 tarihinde
97
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
hazırlanan Basel II’ye yol haritası 2003 yılı Ekim ayında yayımlanmış,
BDDK’nın ilgi ve kamuoyunun bilgisine sunulmuştur.
Bu çerçevede, BDDK çalışmalarını 2005 yılında taslak şeklinde tamamlayarak,
30 Mayıs 2005 tarihinde Basel II’ye Geçişe İlişkin Yol Haritası başlığında
kamuoyuna duyurmuştur. Yol haritasının yayımlanması sonrasında, bir dizi
mevzuat hazırlığı ile Basel II ana dokümanının yasal çerçevesinin oluşturulması,
nihayetinde 1 Ocak 2008 itibariyle geçiş sürecinin tamamlanması planlanmıştır.
Sonraki dönemlerde ise ileri yöntem ve uygulamalara geçiş ile Avrupa
Parlamentosu ve Konseyinin 14 Haziran 2006 tarihli, 2006/48 ve 2006/49 sayılı
Direktifleri (CRD) ile Avrupa Birliği (AB) müktesebatına dâhil edilen bir Basel
II sürecinin devam ettirilmesi sağlanması hedeflenmiştir.
Ancak, Basel II ile ilgili tüm çalışmalar hedefler çerçevesiyle sınırlı kalmış,
2005 yılından itibaren yeni Bankacılık Kanununun ve 2006 yılı içinde
Bankacılık Kanununun tamamlayıcı unsuru olan 22 adet yönetmelik ve çeşitli
tebliğ çalışmalarının öncelenmesi, Basel II hazırlık sürecinin yavaşlamasına
neden olmuştur. Bunların neticesinde, 23 Temmuz 2007 tarihinde yayımlanan
bir basın duyurusu (BDDK, 2007: 2) ile Basel 2’ye geçiş sürecinin başlangıcı
2009 yılına ertelenmiş, ilave bir yıllık süre zarfında gerekli alt yapı ve yapısal
dönüşüm çalışmalarının tamamlanmasına gayret edileceği ifade edilmiştir. 25
Haziran 2008 tarihinde yayımlanan ikinci bir basın duyuru (BDDK, 2008: 2) ile
de Basel 2’ye geçiş sürecinin başlangıç tarihi ileri bir tarihe ertelenmiştir. Basel
II düzenlemesi, hem bankacılık sektörünün uluslararası bankacılık sistemine
entegrasyonunu hem de AB sürecinde bankacılık sektörünün yeniden
yapılandırılması açısından da büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede, Basel II
düzenlemesine geçiş ötelense ve geçilememiş olsa bile, Basel II’ye geçiş geri
dönülemez ve ihmal edilemez bir süreç olarak kabul edilmektedir.
98
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
3.2. Bankacılık Sektöründe Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu
1992–2009 yılları arası analiz edildiğinde, ülkemizde SYR’nin gelişimini üç
döneme ayrılmak mümkündür.
I. Dönem (1992–2001 arası dönem)
Krizler dönemi olarak adlandırılan bu döneme ait tespitler şu şekildedir. Ülke
tarihinin en önemli ekonomik ve finansal krizleri 1994 ve 2001 yıllarında
yaşanmış, 1997 yılında Asya krizi ve 1998 yılında Rusya krizinin olumsuz
etkileri finansal çalkantılara neden olmuştur. BDDK, 2000 yılı Eylül ayında
resmen
kurulmuş,
bu
dönem
içerisinde
yapılanma
süreci
henüz
tamamlanamamıştır.
40%
Yasal Sınır (%)
%
0%
19
,0
%
18
,
24
,2
21
,9
%
19
,0
%
9%
17
,5
%
18
,
13
,7
12
,
9,
5%
10%
9,
4%
11
,6
%
0%
%
15
,6
%
16
,5
%
20%
17
,7
%
(%)
25
,
1%
30%
28
,8
%
31
,0
%
Sermaye Yeterliliği Rasyosu (%)
0%
1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 Nisan
2009
Şekil 2. Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu (1992-Nisan 2009)
Kaynak: TBB, http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/yillik/2000/rasyolar.xls ve
BDDK, http://ebulten.bddk.org.tr/AylikBulten/Ozel.aspx
99
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
1992 yılından itibaren bankalar için SYR %8 olarak yasal bir zorunluluk haline
gelmiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1994 ve 2001 krizlerinden finans
kesimi ve özellikle bankacılık önemli düzeyde etkilenmiş, bu tarih aralığında 30
yakın banka tasfiye edilmiştir. Ancak, aşağıdaki şekilde görüleceği üzere,
sektörün SYR’si hep %8’in üzerindedir. Bunun sebebi olarak, bankacılık
sektörünün SYR’nin %8’in üzerinde olmasının finansal krizlere dayanıklılığının
tek göstergesi olmadığı, sektörün SYR’nin genel düzeyi, banka bazında söz
konusu sermaye yetersizliklerini perdelediği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
II. Dönem (2002–2008 arası dönem)
Yeniden yapılanma dönemi olarak adlandırılan döneme ait tespitler şu
şekildedir. 2001 yılında yaşanan ekonomik ve finansal krizin etkileri, halen
devam etmektedir
40%
120.000
Özkaynaklar (Milyar TL)
Sermaye Yeterliliği Rasyosu (%)
30%
(Milyar TL)
(%)
80.000
20%
40.000
10%
Nisan 09
Aralık 08
Ağustos 08
Nisan 08
Aralık 07
Nisan 07
Ağustos 07
Aralık 06
Ağustos 06
Nisan 06
Aralık 05
Ağustos 05
Nisan 05
Aralık 04
Nisan 04
Ağustos 04
Aralık 03
Ağustos 03
Nisan 03
0%
Aralık 02
0
Şekil 3. II. Dönemde Özkaynaklar ve Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu
Kaynak: BDDK, http://ebulten.bddk.org.tr/AylikBulten/Ozel.aspx
100
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
Özellikle 2003’den itibaren sermaye yeterliliği ve risk yönetimi hususlarında
önemli düzenlemeler uygulamaya konmaya henüz başlanmış, 2005 yılında
yürürlüğe giren 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ve akabinde yayımlanan 22 adet
yönetmelikler ile mevzuatlaştırma süreci yeni tamamlamıştır.
Tablo 2. II. Dönemin Başında Sektörün Özkaynak Değişimi Tablosu
Ödenmiş
Sermaye
Ödenmiş
Sermaye
Enflasyon
Düzeltme
Farkı
Olağan
üstü
Yedek
Akçe
Dönem Net
Karı
(Zararı)
Geçmiş
Dönem
Net Karı
(Zararı)
Diğer
Toplam
Dönem Başı
Bakiyesi
10,2
33,2
2,7
—8,4
—21,5
7,3
23,5
Kur Farkı
0,0
0,1
—0,0
0,0
—0,2
—0,3
—0,3
Net Dönem Kârı
0,0
0,0
0,0
3,6
—17,2
—0,0
—13,6
Temettü
0,1
0,0
—0,0
—0,1
—1,1
0,0
—1,1
Yasal Yedeklere
Aktarılan
0,0
—0,5
19,5
8,0
—7,7
0,1
19,4
Hisse Sen.
Dönüş. Tahvil.
0,0
0,0
0,0
0,0
—0,0
0,0
0,0
Hisse Senedi
İhracı
1,0
0,2
—0,0
—0,2
—0,3
—0,1
0,7
Ödenmiş
Sermaye
Enflasyona göre
Düzeltme Kaydı
Sermaye Yedeği
0,4
—1,1
—0,1
0,5
1,4
—0,5
0,5
Bakiye
11,8
31,9
22,0
3,4
—46,5
6,4
29,0
Aralık 2002
(Milyar TL)
Konsolide
Olmayan
Kaynak: TBB, http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/3%20aylik/ortakveri/200312/grup/default.asp
101
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
2002 yılına yüksek bir oranla başlanan SYR, kamu bankalarının görev
zararlarına karşılık aktiflerine konan %0 risk ağırlıklı devlet iç borçlanma
senetleri nedeniyle, SYR %32,67’ye çıkmıştır. 2001–2004 yılları arasında
uygulanan enflasyon muhasebesi, 2001 krizi ile birlikte toplam 46,5 Milyar TL
zarara maruz kalan bankacılık sektörüne, Ödenmiş Sermaye Enflasyon
Düzeltme Farkı Hesabı kapsamında 33,2 Milyar TL sermaye enjekte edilmiş, bu
sayede, yaşanan şiddetli ekonomik ve finansal krizlere rağmen, hesaplanan
%17,5’lik sermaye yeterliliği rasyosu, sermaye enjeksiyonu ile birlikte 2002 yılı
sonunda %25,1’e kadar yükselmiştir.
SYR’nin yüksekliği bankaların bu süreçte hızla büyümelerine ve risk
üstlenmelerine olanak tanımıştır. 2002 yılı Aralık ayından 2008 yılı Aralık ayına
kadar, toplam risk tutarı 92,8 Milyar TL’den 516 Milyar TL’ye ve ökaynaklar
23,3 Milyar TL’den 92,7 Milyar TL’ye çıkmıştır.
102
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
60%
Kamu Mevduat Bankaları Sermaye Yeterliliği Rasyosu (%)
Özel Mevduat Bankaları Sermaye Yeterliliği Rasyosu (%)
48,85%
40%
(%)
34,25%
20%
17,63%
19,61%
17,15%
Nisan.2009
Aralık.2008
Ağustos.2008
Nisan.2008
Aralık.2007
Nisan.2007
Ağustos.2007
Aralık.2006
Ağustos.2006
Nisan.2006
Aralık.2005
Ağustos.2005
Nisan.2005
Aralık.2004
Nisan.2004
Ağustos.2004
Aralık.2003
Ağustos.2003
Nisan.2003
Aralık.2002
0%
Şekil 4. II. Dönemde Mevduat Bankaları Sermaye Yeterlilik Rasyosu
Kaynak: BDDK, http://ebulten.bddk.org.tr/AylikBulten/Ozel.aspx
2002–2007 yılları arasında (Kredi Riski+Piyasa Riski) toplamından oluşan
Toplam Risk, 2007 yılı Haziran ayından itibaren (Kredi Riski+Piyasa
Riski+Operasyonel Risk) toplamından oluşmaya başlamıştır.
2003, 2004, 2005, 2006 ve 2007 yıllarında artan rekabete paralel olarak sektörün
sermaye yapısı çeşitlenmiş, zorunlu ve bir ölçüde gerekli bir konsolidasyon
yaşanmış, kamu bankalarının sistem içindeki ağırlığı azalırken, yoğunlaşmada
da artış olmuştur. Bankacılık sektörünün oligopolistik yapı kuvvetlenerek devam
etmiş, toplam aktiflerin içinde ilk on bankanın payı 1999 yılında %67,8
oranından, 2008 yılı sonunda %82,8’e kadar çıkmıştır.
Olumlu gelişmeler olarak, 2001 yılında bankacılık sektörde kredilerin dörtte biri
takibe düşerken, 2008 yılında sektörün kârlılık performansı iyileşmiş, aktif
103
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
kalitesi istikrar kazanmış ve sorunlu krediler rasyosu %4’ün altına gerilemiştir.
Sürdürülebilir bir makro ekonomik büyüme performansının sağlanmasında
kritik önemi haiz finansal aracılık fonksiyonu etkili olarak yerine getirmeye
başlanmış ve sektörün toplam aktiflerinde kredilerin payı 2001 yılında %23’den
2008’de %50’ye yükselmiştir. Özellikle 2003–2007 arası yaşanan global likidite
bolluğu ve bu likiditenin gelişmekte olan ülkelerde, özellikle ülkemizde, önemli
satın almalara yönelmesi, Türk Bankacılık sektörünün göstermiş olduğu yüksek
performansı önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
III. Yeni Dönem, (2009 ve sonrası yeni dönem)
Bu dönemde, global ekonomik ve finansal kriz ortamın yarattığı dışsal şokların
etkileri ulusal ekonomiye yansımış ve kesintisiz 27 çeyrektir devam eden
büyüme eğiliminde belirgin bir duraksama görülmüştür. 2009 ilk çeyreğine
ilişkin büyüme performansı da daralma ile sonuçlanmıştır, ayrıca 2009 yılı Ocak
ayından itibaren sanayi üretim endeksi, kapasite kullanım oranı, tüketici güven
endeksi gibi öncü göstergelerdeki gelişmeler, önümüzdeki dönemin sorunlu
devam edeceğine dair sinyaller vermektedir. Yaşanan global ve yerel ekonomik
gelişmelerin para ve sermaye piyasaları üzerinde de hissedilmektedir. Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Türkiye politika faiz oranı, uluslararası
piyasalardaki sorunların iç ve dış talebi sınırlamaya devam edeceği ve döviz
kurlarındaki dalgalanmanın enflasyona etkisinin sınırlı kalacağı beklentilerine
dayanılarak, 2008 yılı sonunda %15’e kadar indirilmiştir. Ekonomik faaliyetteki
yavaşlamanın derinleşmesi ve fiyatlar üzerindeki baskının azalmasıyla beklenen
enflasyon oranının hedeflenen oranın altına inme olasılığı da göz önünde
tutularak indirimlere devam edilmektedir.
TCMB’nin politika faiz oranlarında gerçekleştirdiği bu ani indirimler, özellikle
menkul kıymet portföyüne yatırım yapan kamu ve özel sektör mevduat
104
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
bankalarının beklenenin üzerinde teknik kâr yazmalarına olanak tanımış, bu
teknik kâr SYR hesaplamasına dönem kârı olarak dâhil edilmektedir.
TCMB Borç Alma Faiz Oranı (%)
TCMB Borç Verme Faiz Oranı (%)
60%
(%)
40%
22,25%
19,75%
20%
11,25%
17,25%
16,75%
8,75%
20 Mart 09
20 Ekim 08
20 Mayıs 08
20 Aralık 07
20 Temmuz 07
20 Şubat 07
20 Eylül 06
20 Nisan 06
20 Kasım 05
20 Haziran 05
20 Ocak 05
20 Ağustos 04
20 Mart 04
20 Ekim 03
20 Mayıs 03
20 Aralık 02
20 Temmuz 02
20 Şubat 02
0%
Şekil 5. TCMB Kısa Vadeli Faiz Oranları
Kaynak: TCMB, www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/pgm/faiz/gecelik.htm
Global
ekonomiye ilişkin
belirsizliklerin
sürmesi,
iktisadi
faaliyetteki
yavaşlamayla birleşerek yurt içi kredi piyasasında daralmaya neden olmaktadır.
Finans sektöründe yakın dönemde ortaya çıkan gelişmeler riskten kaçınma
eğilimini artırdığı için, bankaların kredi verme iştahını da azaltmış ve ayrıca
daralan iç talep ve harcanabilir gelire ilişkin belirsizlikler de kredi talebini
yavaşlatmıştır.
Kredi arzındaki daralmanın başlıca nedenleri, yurt dışı borçlanma imkânlarına
dair belirsizlikler ve ekonomik faaliyetteki daralma sonucu artan kredi riskidir.
Uluslararası kredi piyasalarındaki sorunların sürmesi, bankacılık kesiminin bu
piyasalardan dış finansmana erişim imkânlarını kısıtlamaktadır. Özellikle son
105
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
dönemde tahsili gecikmiş alacaklar oranındaki artış eğilimi kredilerde risk
olasılığının gerçekleşmeye başladığına işaret etmektedir. Kredi riskindeki artış
algılaması ise bankaların kredi arzına temkinli yaklaşmalarına yol açmaktadır.
Bu nedenle bankalar, devlet iç borçlanma senetleri gibi likit portföy tercihlerine
yönelerek kredi arzını sınırlamaktadır.
450.000
20%
Toplam Krediler (Milyar TL)
17,03%
Takipteki Alacaklar (Brüt) / Toplam Nakdi Krediler (%)
15%
(Milyar TL)
(%)
300.000
10%
150.000
4,68%
Ocak 09
Nisan 09
Ekim 08
Temmuz 08
Ocak 08
Nisan 08
Ekim 07
Temmuz 07
Ocak 07
Nisan 07
Ekim 06
Temmuz 06
Ocak 06
Nisan 06
Ekim 05
Temmuz 05
Ocak 05
Nisan 05
Ekim 04
Temmuz 04
Ocak 04
Nisan 04
Ekim 03
Nisan 03
Temmuz 03
0%
Ocak 03
0
5%
Şekil 6. Bankaların Toplam Kredileri ve Sorunlu Krediler Rasyosu
Kaynak: BDDK, http://ebulten.bddk.org.tr/AylikBulten/Ozel.aspx
Ayrıca, bankaların kaynak ve mevduat vade yapısının kısa olması da global
belirsizliklerden kaynaklanan risk algılamasına bağlı olarak, bankaların uzun
vadeli kredi tahsislerinden kaçınmalarına yol açmaktadır. Bu değerlendirmeler
sonucu, SYR’nin paydasını oluşturan toplam risk içerisinde en önemli paya
sahip olan kredi riskinin azalmasına, dolayısıyla rasyonun hesaben yükselmesine
olanak tanımaktadır.
Hem sorunlu kredilerdeki artış oranı hem de TCMB’nin faiz artırım sürecinin
daha uzun süre devam etmeyeceği gerçeği, bankaların daha uzun süre teknik kâr
106
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
yazamayacakları, krizin nihayete etmesi ile birlikte, enflasyon artması ve
akabinde TCMB’nin faiz artırım süreci yeniden başlatması, bankaların bu
dönemde menkul kıymet portföylerine dâhil ettikleri düşük faiz oranlı hazine
bonosu ve/veya devlet tahvilleri nedeniyle teknik zarar yazmaları olasılığını
kuvvetlendirmektedir.
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Basel Komitesinin 1987 yılında attığı ilk adımla başlayan bu süreç, 1999, 2001,
2004 ve 2006 tarihli çalışmalarla ilerlemiş, Basel I ve Basel II düzenlemeleri ile
dünya bankacılık sektörünü yeniden şekillendirerek birçok denetim otoritesine
referans
olmuştur.
Bu
düzenlemelerin
temel
amacı;
risk
kültürünü
yaygınlaştırmak, sayısal ve bilimsel temellere dayalı bir risk yönetim
sistemlerinin bankalarda genel kabul görmesini sağlamak olarak özetlenebilir.
Ülkemizde, Hazine Müsteşarlığının 1989 tarihli düzenlemesi ile başlayan süreç,
2000 yılından sonra BDDK tarafından sürdürüle gelmiştir. BDDK, hem 2001
yılında yaşanan finansal krizde karşılaşılan düzenleme boşluklarına karşı bir
refleks, hem de uluslar arası finansal sistemde yaşanan gelişmelere uyum
sağlamak amacıyla, 2005 yılı Kasım ayında 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ve
2006 yılı Kasım ayında ise bu Kanunun tamamlayıcısı 22 adet yönetmelik
yayımlamıştır.
Türk Bankacılık sektörü, 1992–2002 yılları arasında yaşanan ekonomik ve
finansal krizlere rağmen, her zaman %8’in üzerinde SYR performansı
göstermiştir. 2001 krizi sonrasında da zaten %8’in çok üzerinde olan rasyo, bir
kısım muhasebesel düzenleme ile daha da artırılmış ve yüksek hesaplanan SYR
dönemine girilmiştir. Bu dönemde rasyonun yüksek olması bankacılık
sektörünün finansal kırılganlıklara karşı dayanıklılığının tek ölçütü olduğu
görüşü genel kabul görmüştür.
107
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Basel, Sermaye Yeterliliği Standart Rasyosu ve Türkiye Uygulaması
Ancak bu genel kabul ile ilgili denetim otoritesince son 9 yıldır uygulanan
denetim ve gözetim sistemi, şu ana kadar herhangi bir ekonomik ve finansal
krizde ortamında sınanmamıştır. Özellikle sorunlu kredilerde yaşanan aşırı ve
hızlı artış, muhtemel piyasa ve operasyonel risk kaynaklı zararlar, yüksek
hesaplanan SYR’nin hesaplama yöntemi ile finansal sektörün sağlamlılığını tek
göstergesi olduğu görüşü ayrıca test edilecek, ortaya çıkan sorunlar yeni
düzenlemelere yol açacaktır.
KAYNAKÇA
Ahn, M. J. ve Fallon, W. D., Strategic Risk Management, Probus, Chicago, 1991.
Best, Philip, Implementing Value at Risk, John Willey and Sons, England, 1991.
BDDK, Bankaların Sermaye Yeterliliğinin Ölçülmesine ve Değerlendirilmesine İlişkin
Yönetmelik, 10.02.2001 tarih ve 24314 sayılı Resmi Gazete.
BDDK, Muhasebe Uygulama Yönetmeliği ve buna ilişkin Tebliğler, 22.6.2002 tarih ve
24793 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede.
BDDK, Basel 2’ye Geçişe İlişkin Yol Haritası (Taslak), Ankara, 30 Mayıs 2005
BDDK (a), Bankaların İç Sistemleri Hakkında Yönetmelik, 01.11.2006 tarih ve 26333
sayılı Resmi Gazete.
BDDK (b), Bankaların Sermaye Yeterliliğinin Ölçülmesine ve Değerlendirilmesine İlişkin
Yönetmelik, 01.11.2006 tarih ve 26333 sayılı Resmi Gazete.
BDDK, Basın Açıklaması, Ankara, 23 Temmuz 2007.
BDDK, Basın Açıklaması, Ankara, 25 Haziran 2008.
BDDK, Bankacılık Sektörü Basel II İlerleme Raporu, Ankara, Mayıs 2009.
BDDK, Türk Bankacılık Sektörü İnteraktif Aylık Bülten
http://ebulten.bddk.org.tr/AylikBulten/Ozel.aspx (Erişim: 08.07.2009 11:20)
BIS, International Convergence of Capital Measurement and Capital Standards, Basel,
December1987.
108
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 83-109
Dr. Turgay GEÇER
BIS, Amendment to the Capital Accord to Incorporate Market Risk, Basel, January 1996.
BIS, Update on work on a New Capital Adequacy Framework, Basel, November 1999.
BIS, Basel II: The New Basel Capital Accord–Second Consultative Paper, Basel, January
2001.
BIS, Basel II: International Convergence of Capital Measurement and Capital Standards,
A Revised Framework, Basel, June 2004.
BIS, Basel II: International Convergence of Capital Measurement and Capital Standards,
A Revised Framework, Basel, November 2005.
BIS, Basel II: International Convergence of Capital Measurement and Capital Standards,
A Revised Framework–Comprehensive Version, Basel, June 2006.
Hazine Müsteşarlığı, Sermaye Tabanı/Risk Ağırlıklı Varlıklar, Gayrinakdi Krediler ve
Yükümlülükler Asgari Oranına Ait Tebliğ, 26.10.1989 tarih ve 20324 sayılı Resmi
Gazete.
Jorion, Philippe, Financial Risk Manager Handbook, John Wiley & Sons, Inc, 2007.
Sharpe, William F., Alexander, G. J. ve Bailey, J. V., Investments, 6th Edition, Prentice
Hall, New Jersey, 1999.
TBB, http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/3%20aylik/ortakveri/200312/grup/default.asp
(Erişim 08.07.2009 11:00)
TBB, http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/yillik/2000/rasyolar.xls, (Erişim 08.07.2009
11:40)
TCMB, www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/pgm/faiz/gecelik.htm (Erişim: 08.07.2009 11:25)
Van Horne, J. C., Financial Market Rates and Flows, 4th Edition Prentice Hall, 1994.
,
109
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 83-109
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
VİNCENT VAN GOGH’UN TRAJİK YAŞAMINDAN
ARTAKALANLAR
Prof. Dr. Adem GENÇ [*]
ÖZET
Bu makale “Sur les pas de Vincent van Gogh A la Poursuite du Modernism / Project
Turquie-France, İstanbul” konulu projeye bir katkı olarak kaleme alınmıştır. Anılan
proje Paris’te ve Istanbul’da yaşayan bir grup sanatçı ve sanat eleştirmeni tarafından
tasarlanıp Haziran 2008-Nisan 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Yazıda,
Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un resimleri, dönemi, mesleğe başlamadan önce ve
sonraki sanatsal ve sosyal etkinlikleri değerlendirilmektedir. Makaledeki kişisel
yorumların çoğu, sanatçıya dair bazı belgelere ve Vincent van Gogh’un kardeşi Theo’ya
yazdığı mektuplara dayalıdır. Anılan mektuplar, sanatçının yağlıboya tekniğindeki,
özgün ifadelendirme tarzı ve renk kullanımına ilişkin yorumlara da kaynak
oluşturmuştur. Çalışmada sonuç olarak, Vincent van Gogh’un 20 yüzyıl sanatında
özellikle Dışavurumculuk ve Çiğrenkçilik akımları üzerindeki büyük etkileri
vurgulanmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Trajik, çiğrenkçilik, manik depresif
ABSTRACT
This article intends to support the project titled: “Sur les pas de Vincent van Gogh A la
Poursuite du Modernism / Project Turquie-France, İstanbul”. The project was designed
by 25 artists and art critics living in Paris and in İstanbul, and was carried out between
June 2008 and April 2009. This article evaluates the paintings of the Dutch PostImpressionist artist Vincent Van Gogh, and discusses his time, as well as his artistic and
social activities before and after he adopted painting as his profession. Most of the
individual comments in the article are based on documents belonging to Vincent van
Gogh and the letters he wrote to his younger brother Theo. These letters also provide the
basis for comments regarding the unique style of expression and use of color in the
artist’s oil painting technique. The article concludes by emphasizing Vincent van Gogh’s
enormous influence on 20th century art, especially on the movements of Fauvism and
German Expressionism.
Keywords: Calamitous, Fauvism, manic-depressive
[*]
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Adem GENÇ
GİRİŞ
Vincent Van Gogh'un yaşamı ve yapıtlarına ilişkin bir ekip çalışması
(“participant observation”) niteliğinde olup, 2007 yılında tasarlanan “Sur les
pas de Vincent van Gogh A la Poursuite du Modernism / Project TurquieFrance, İstanbul” konulu proje; Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi’nden Prof. Dr. Kıymet Giray, Yıldız Üniversitesi’nden Prof. Dr.
Tomur Atagök, Beykent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Adem Genç, Yeditipi
Üniversitesi Prof. Özdemir Altan Kaya Özsezgin, Trakya Üniversitesi’nden
Prof. Bünyamin, Marmara Üniversitesi’nden Öğr. Gör. Ümit Gezgin,
üniversite dışından, Ekrem Kahraman, Habip Aydoğdu, İbrahim Çiftçioğlu,
Bedri Baykam, Coşkun Aral, Ali Sirmen, İbrahim Karaoğlu ve ayrıca Berlin’den
Çetin Güzelhan, Paris’ten Utku Varlık, Onay Akbaş ve Sophie Bassouls’un da
aralarında bulunduğu 25 kişilik bir grup ressam, gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve
sanat yazarlarının katılımıyla yürütülmektedir.
Amaç
Birinci bölümü Fransa’da-Vincent van Gogh’un resimlerinin büyük bir
bölümünü yaptığı Arles, Saint Marie de la Mar, Saint Remy, S/Loing, Auvers
Sur Oise , Fontainbleau ve Barbizon yörelerinde- tamamlanan projenin amacı,
sağlığında ancak tek bir resmi satılan, Hollanda asıllı ünlü ressam Vincent van
Gogh’un, trajik yaşamı ve çalışma disiplini üzerine bir dizi panel, söyleşi ve
uygulama yapmak; ortaya çıkan tartışma metinleriyle gezi notlarını, Türkçe,
Fransızca
ve
İngilizce
olmak
üzere
yayımlamaktır.
Proje
sürecinde
gerçekleştirilen tüm çalışmaları, “Vincent van Gogh’a Saygı” (Homage to
Vincent va Gogh) bağlamında da değerlendirmek olasıdır. 17 Şubat-27 Mart
2009 tarihleri arasında İstanbul’da, Beşiktaş Belediyesi Mustafa Kemal Kültür
Merkezi’nde sergilenen bu yapıtların daha sonra, çeşitli vesilelerle, yurt içinde
ve yurt dışında da izleyicilere sunulması ayrıca planlanmaktadır.
111
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Kariyer Deneyimleri ve Sanat
Vincent van Gogh (D: 30 Mart 1853), gençliğini bir sanat firmasında çalışarak
geçirdi. Kısa süreli bir öğretmenlik ve misyonerlik deneyiminden (Dieter
2005:7) sonra, 1880‘de resim kariyerine başladı. Ressam olmadan önce çeşitli
meslekler denedi. Londra, Paris ve Lahey’de resim alım satımı, İngiltere’de
Ramsgate’te yardımcı öğretmenlik ve yine İngiltere’de (Middlesex’te)
bir
Metodist rahibe asistanlık yaptı. Daha sonra Amsterdam’da Dinbilim okuluna
gitti. Belçika’nın fakir bir madenci kasabasında (Borinage), madenciler arasında
yaşarken yoksul insanların resimlerini yaptı. 1880’de Brüksel Güzel sanatlar
Akademisi’ne girdi. 1885’te Rijksmuseum’da (Amsterdam) Rembrandt ve Franz
Hhn
als’ın eserlerini, 1886’da Japon estamplarını inceledi. Vincent, bu
müzelerde, özellikle Rubens’in fırça ve boya kullanımından çok etkilendi.
Karmen kırmızısı ile kobalt mavisi gibi güçlü renk etkileşimine dair, daha
önceleri Delacroix’nın da ilgilendiği renk kuramları üzerinde çalışmalar yaptı.
18 Ocak 1886’da, Anvers Güzel Sanatlar Akademisi’ne kayıt oldu. Burada,
kendi portresini yapan İngiliz ressam Horace Levens’la tanıştı. Akademik
öğrenimde umduğunu bulamadı. Paris’e giderek bir süre, Montmartre’da
Fernand Cormon’la birlikte çalıştı. Bu sıralarda Emile Bernard, John Russel,
Louis Anguetin ve Henri de Toulouse –Lautrec’le tanıştı. Paul Gauguin, Camille
Pissarro, Paul Signac ve
çevresiyle ilişki kurdu. 1887’de Pariste, Rue
Clauzel’deki Pere Tanquey’s adlı bir galeride birkaç çalışması sergilendi. İlk
grup sergisi, Gauguin, Lautrec, Bernard ve Anquetin’le birlikte “Painters of the
Little Boulevard” adıyla açıldı. 20 Şubat 1888’de Arles’a gitti. Daha sonra
Vincent’in Güney Fransa serüveniyle başlayan kronolojisi şöyle özetlenebilir:
(Zurcher,1985:303-307)
112
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Kronoloji (1888-1901)
1888:
20 Şubat: Vincent “Artist Colony” diye anılan bir sanat grubu kurmak
düşüncesiyle Arles’a gitti. Orada The Yellow House ‘a yerleşti. Zamanla, bölgeyi
usta bir bir ressam gözüyle inceledi. Saint Maries-de-la Mer, Mont Major ve
Crau Ovasını dolaştı. Bir dizi portre ve gece manzaraları yaptı. Kardeşi Theo’ya
yazdığı mektuplarda, Gauguin’in iyi bir arkadaş ve iyi bir sanatçı olduğunu
düşünüyor, çalışmalarından övgüyle söz ediyordu. Theo’ya, Gauguin’in Arles’a
gelmesini ve onun,
kurmak istediği “Artist Colony”ye öncülük yapmasını
istiyordu
Theo bu öneriyi, her iki sanatçı için uygun bir deneyim olacağını düşünerek
kabul etmiştir.
20 Ekim: Theo, Gauguin’i Arles’a gönderdi. Kısa ve uyumlu bir çalışma
sürecinin ardından Gauguin’le Vincent arasında tartışmalar başladı.
23 Aralık: Vincent, o sıralarda, migren ağrıları içindeydi. Kronik uykusuzluktan
(insomnia) muzdaripti. Bir tür manik depresif psikoza girmişti. Gauguin ile
yaptığı tartışmaların ardı arkası kesilmiyordu. Bu tartışmaların birinde, Van
Gogh, Gauguin’e ustra ile saldırmak istedi. Hırsını alamayınca kulağının bir
bölümünü kesti!. Vincent bölge hastanesine kaldırıldı...
1889:6-18 Şubat: Vincent ikinci kez ağır bir kriz daha geçirir. Bir gün sonra
hastaneye kaldırılan Vincent, orada Dr. Rey’in
hastası olarak
tedavi
görmektedir. Baş ağrıları ve kronik uykusuzluk hali daha da artmıştır. Kardeşi
Theo tarafından da ziyaret edilir.
Resimlerini yaptığı, Postacı Roulin’in
yardımıyla daha geniş bir eve taşınır.
113
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
26 Şubat: O gün, Vincent van Gogh, komşularını rahatsız etmekte olduğu
gerekçesiyle Belediye Başkanına şikayet edilmiştir. Arles sakinleri, Belediye
Başkanı’ndan, Vincent’in akıl hastanesine kapatılmasını talep ediyordu.. Bu
sırada Van Gogh 3. kez ve yine ağır bir kriz geçirmekteydi.
24 Mart 1889’da tedavi görmek üzere, Saint Remy’de, halen bir müze olarak
kullanılan, “Saint Remy’de Maison de Sante”ye diğer adıyla
yatırılır.
21 Nisan: Vincent kardeşi Theo’ya mektup yazarak kendisinin Saint Remy’de
“Saint Paul de Mausole’nin,
Dr. Peyron tarafından yönetilen
bölümüne,
yatırılmasını ister.
17 Nisan: Theo, Jo ile evlenir.
8 Masyıs: Vincent Saint Remy’ye gelir. Hastane çevresinde resim yapmaya
başlar. Ay sonunda, Theo, Vincent’in, Gauguin tarafından düzenlenen “Café
Volpini” sergisine katılım isteğini reddeder.
5 Temmuz: Jo, hamile olduğunu açıklar. Doğacak çocuğun erkek olacağını
düşünmektedir. Adının Vincent olmasını ister.
8 Temmuz: Vincent’in Arles ziyareti 4. krizle son bulur. Kriz Ağustos
ortalarına kadar devam eder. Brüksel’de açılan “The XX in Brussels” sergisine
katılım daveti alır.
24 Aralık: 5. kriz.
1890:Ocak: Albert Aurier’in ” Les Isoles” başlıklı makalesi Mercure de
France’ta yayımlanır. Makalede, Vincent’in resimleri ilgi odağı olmuştur.
“Kırmızı Üzüm Bağı” adlı tablosu 400 Frank’a satılır.
23-30 Ocak: Bu tarihler Vincent van Gogh’un 6. kriz dönemi olarak anılır.
114
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
31 Ocak: 3. Vincent’in doğumu. Şubat ayında başlayıp Nisan ortalarına kadar
süren 7. Kriz döneminde, bir hastabakıcının tanıklığına göre, Vincent kullandığı
yağlıboya tüplerinin bazılarını ağzına sıkıp yutmaktadır.
19 Mart: Vincent’in 10 yağlıboyası Paris’te, “Independants” ta sergilenir.
17 Mayıs: Vincent, Saint Remy’den ayrılıp Paris’e gider.
21 Mayıs: Auvres sur Oise’te doktor gözetiminde “Ravuox Cafe”ye yerleşir.
27 Temmuz: Vincent’in intihar girişimi ; kendisini göğsünden vurmak suretiyle
öldürmek ister fakat yaralanır.
29 Temmuz: Sabaha karşı vefat eder.
1891:
Ocak: Gauguin, Bernard tarafından Vincent van Gogh’la ilgili olarak planlanan
bir retrospektif sergi düşüncesine itiraz eder.
Ocak: The XX’de Vincent van Gogh’a Saygı (“Hamage to Vincent van Gogh)
sergisi
Mart: The Independants’ta Vincent van Gogh’a Saygı (“Homage to Vincent
van Gogh) sergisi
Nisan: Galerie le Barc de Boutteville’de Vincent van Gogh’a Saygı (“Hamage
to Vincent van Gogh) sergisi.
1901 Paris’te Galerie Beernheim-Jeune’da Vincent van Gogh’la ilgili ilk büyük
sergide, 71adet yağlıboyası teşhir edildi.
115
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
21 Ocak: Theo’nun ölümü.
Sanatsal Kişilik ve Sanatına Dair:
Sanatsal kişiliğini, gezgin bir vaiz, ezici bir yoksulluk ortamında oluşturan
Vincent van Gogh’un
şöhreti, büyük ölçüde alışılmadık yaşamı çevresinde
yaratılan söylencelerden kaynaklanmaktadır (Dieter, 2005). Çalışmalarına dair
yapılan bırçok nesnel yorum ve değerlendirmelerde, Vincent’in, “Barbizonlar”,
“Yedi Yıldızlar”(Pleiades), diye anılan “Açık Hava Grubu”na girmiş
ressamlarla (Theodore Rousseau, Camille Corot, Jules Dupre, Narcise Diaz de la
Pema, Troyon, Rosa Bonheur) İzlenimci avangartçıların
mirasçısı olduğu
vurgulanmaktadır.
Dönemin birçok sanatçısı gibi o da, çevreyi ve kendini duyumsama yetisine
sahipti. Kayıt tanımaz düşüncelerin ardından giden, hayatın çıkar gözetir
düzenine karşı gelen, romantik ruhlu bir insandı. Buna karşın, resim sanatında,
söz gelimi, Delacroix dışında özellikle romantik manzara ustaları tarafından
işlenen gizemli ve egzotik
konulara ilgi duymamıştı.
Yeni-Klasikçi ve
Romantikler gibi, konu malzemesini yüksek ideallere, sınırsız tutkulara bağımlı
kılmıyor, aktüel yaşam içinden seçiyordu. Öyle ki, Vincent van Gogh,
başlangıçtan itibaren, birçok yapıtında, hiç kimsenin resmetmeye değer
bulmadığı, huzur dolu sıradan insanın dramatik gerçekliğini yansıtmıştır.
Örneğin, “İplik Eğiren Adam”, “Masuracı”, “ İhtiyar Adam”, “İncil Okuyan
İhtiyar Adam”, “Kasap Dükkanı”, “Postacı”, “Patates Soyan Kadın”,
“Anvers’te Eski Evler”, “Arles’da Langlois Köprüsü”, “Ay Çiçekleri”, “Selvi
Ağaçları”, “Zeytinlik”, ”Les Saintes Maries de la Meries’den Görünüş”,
“Selvili Mısır Tarlası” “Sandalye”, “Yatak Odası” “The Cafe Terrace”, “Dut
Ağacı”, “Saint Paul Hastanesi”, “Yıldızlı Sema”, “Siyah Üzüm Bağı” ve
116
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
ölümünden birkaç ay önce Brüksel’de satılan “Buğday Tarlası ve Kargalar”
gibi.
İlgi Duyduğu Akımlar, Yönelimler:
Vincent van Gogh, Paris ve ve Londra’da
bulunduğu sıralarda, Geleneksel
Japon estamplarını incelemişti (Earle,1977:16) Resimde özgün çizgisel
ifadelendirme teknikleri ile Seurat’nın Noktacılık öğretilerini ilgi duyuyordu.
Saf renkleri, nokta ve düz fırça vuruşlarıyla kullanan sanatçı, zamanla bu
tekniğini
kişisel bir üslup haline getirmiştir. “Salon” çevresi ressamlar gibi
lokal renklere bağımlı bir taklitçiliğe yönelmemiş, saf ana renk zıtlığı ve
tamamlayıcı karşıtlıklar içinde kullanmıştır. Ele aldığı her konuyu kendine
özgü bir tarzla işleyen van Gogh, tuval resminde, düşen gölgeyi renklendirmek
suretiyle resim sanatında
yeni bir ifadelendirme tekniğinin öncülüğünü de
yapmıştır.
117
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Resim 1: Vincent van Gogh, Yorgun İhtiyar, Desen, 1882,
Van Gogh Museum, Amsterdam
Vincent van Gogh Envanteri, Konular ve Teknikler
Vincent van Gogh, aşağı yukarı on yıl süren sanat hayatında 1100 karakalem,
500 suluboya ve 420 yağlıboya yapmıştır. En önemli yapıtlarını Fransa’nın
güney sahillerinde, Arles ve bir süre tedavi gördüğü Saint Remy’deki akıl
hastanesinde tamamlamıştır. Bugün, Batı Avrupa sanat çevresi onu, sadece
günümüze kalan eserleriyle değil, Kudüs’te çarmıha gerili olarak acılar içinde
tepeye (Golgotha) sürüklenen Hz. İsa gibi, acıklı bir yaşamın gölgesiyle birlikte
anımsamaktadır. (Pollock,1951:5).
118
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Resim 2: Vincent van Gogh, Langlois Köprüsü, Arles 1888
Gerçekte, Vincent van Gogh’la ilgili bu projenin, tarihi kesin olarak bilinen bir
olayı yeniden yaşatmak gibi anakronik bir yönü de var kuşkusuz. Nitekim proje
salt Van Gogh’un yaşamı eserleri ve mektuplarında geçen yörelerin envanteriyle
ilgili kuramsal bir çalışmadan ibaret değildir. Proje, Vincent van Gogh’un
ıstırapları ile onun resimlerınde; desen, ışık, renk ve biçim duyarlığı ile hızlı
algılama yeteneğinin oluşumunda önemli bir yer tutan öğeleri çagdaş sanat ve
modernizm bağlamında yeniden sogulamaktadır.
çalışma,
Daha farklı söylersek, bu
Vincent van Gogh’un, toplumsal duyarlığına yönelik fiziksel ve
psikosomatik faktörleri de kapsayan katılımcı bir sanatsal gözlem (“participant
observation”) niteliğini de taşımaktadır.
Proje’ye Dair Kişisel Düşünceler:
119
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Gerçekten, Van Gogh’un yapıtlarının birçoğunu daha önce de görmüş, verdiği
derslerde Vincent van Gogh’un bazı tabloları üzerinde yorumsal analizler de
yapmış bir akademısyene göre, bu çalışma farklı birtakım duyguları da içinde
barındırmaktadır. İlk algılamada bu proje araştırmacıyı, farkında olmadan
(ruhsal özdevimle de olsa) zaman ve mekandan bağımsız yorumlara; Hollanda,
İngiltere ve Fransa’da, “komünal sanat”ın (kırsal yaşamla ilgili genre/janr
resimlerinin) yeniden gündeme geldiği (Mc Quillan,1989:10). 1880’lı yılları
yeniden yaşamak gibi nostaljik çağrışımlara da yol açabilmektedir. Öte yandan
proje,
katılımcılarına, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında zirvesine ulaşan bu
duygusuzlaşmış, şefkatsiz ve nasırlı toplumu, Vincent’in yapıtları ışığında yeni
bir bakış açısıyla değerlendirme olanağı da vermektedir kuşkusuz.
120
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Resim 3: Arles’daq Langlois Köprüsü, 2008, (Fotoğraf: A. Genç)
Projenin İlk Aşaması:
Projenin uygulama aşaması 5 Haziran 2008’de İstanbul’da başladı. Grup, 9
Haziran günü İstanbul’dan Paris’e geldi; çok kısa bir süre içinde, Fransa’dan
katılan sanatçılarla buluşuldu. Resim malzemeleri satın alındı. Program dışı
tartışmalar her fırsatta; hava limanında, cafe’de tren yolculuğunda büyük bir
coşku içinde sürüp gidiyordu. Benim aklım hep, daha önce görmediğim Saint
Remy, Avignon ve Arles yöresine takılıp kalmıştı. O gün, Gare du Lyon’dan
hareket eden 4 saatlik bir hızlı tren yolculuğundan sonra ( 1880’lerde Vincent
van Gogh’un aynı yolculuğu, 16 saat sürmüştü). (de Leeuw, 1996), akşam üzeri
Arles’a geldik. Daha once yer ayırttığımız bir otele yerleştik. Programa göre o
121
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
akşam, herkes kendi bireysel programına göre kasabayı gezecek, Seminerler
ertesi sabah başlayacaktı.
Geç saatlerde de olsa, Arles’i tek başıma dolaşıp bazı yerleri bir an önce görmek
istiyordum. Van Gogh’un resimlerindeki Cafe Van Gogh’a (“Cafe Terrace” )
gitmek üzere otelden ayrıldım.
Kasabada tek tük turistten başka kimse
gözükmüyordu. Cafe Van Gogh’u sorduğum bir İngiliz turist bana “Orada asla
yemek yeme,” deyip gülümsedi. Otantik atmosferini kısmen korumakla birlikte
burası gerçekten de, güncel, sıradan bir ayak üstü “cafe-bar”a dönüşmüştü.
Kasabada, kısa bir gezintiden sonra Van Gogh’un evinin yerini de keşfettim.
Gece yarısından sonra, saat 02.00’de otele geldim.
Resim 4: Maison de Sante – Saint Paul de Mausole’de (Saint Remy de
Provence’ta) Vincent van Gogh’un Karyolası
122
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Otelde kimse yoktu. Herkes istirahate çekilmişti. Otelin karşısındaki orta halli
bir aileye ait villayı dolunay eşliğinde uzun süre seyrettim. Manzara, özel bir
görsel imgelem gücüne gereksinmiyor, doğrudan doğruya
bir nevi zaman
tüneline sokuyordu insanı: Aradan 120 yıl geçmiş ama hiç bir şey değişmemişti:
Halen Amsterdam’da bulunan “The Yellow house” tablosu’nun yeni bir
versiyonu karşıma dikilmiş duruyor, dramatik bir biçimde, gecenin sessizliğine,
alacakaranlık kuşağına gömülüyordu… Ertesi sabah yine de, erken uyandım.
Vincent’in resim yaptığı
yerleri görmek istiyordum. Tuval ve diğer esim
malzemelerimle birlikte
kasaba mezarlığının yanında bulunan bir çiftlik
hangarının yanındaki ekin tarlasına gittim. Buğday
hangarın ufkunda Arles’in belli belirsiz
tarlasının bitişiğindeki
silüeti gözüküyordu. Van Gogh’un
resimlerine de konu olan türden bir manzara karşısında aralıksız 8 saat çalıştım.
Bulunduğum yerin bitişiğinde, resmini yaptığım yerin kadrajı dışında kalan bir
su kanalı vardı. Kanalın yanında pirinç tarlası olduğunu tahmin ettiğim sulak bir
arazi bulunuyordu. Çiftlik sahibi, pirinç tarlasından gelen sivrisinekleri kovmak
için
123
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Resim 5:Vincent Van Gogh, The Yellow House, Arles 1988, tuval üzerine
yağlıboya, 72x91 cm, Van Gogh Müzesi, Amsterdam.
Sürekli olarak ot gibi şeyleri bir araya getirip yakıp tüttürmek suretiyle, iptidai
bir yöntemle, sivrisinekle “mücadele” ediyordu.
Güneş batmak üzereyken
yanıma gelip yaptığım çalışmayı izledi. Sabahleyin beni getiren taksi, tembih
ettiğim halde bir türlü gelmiyordu. Başka bir taksi çağırmama izin varmadaen,
kendi kamyonetiyle beni Arles’daki motelimize bıraktı. Ücret teklif edince
“bonsoir monsieur” deyip gülümsedi. Vincent’in tablolarındaki yoksul ve
mütevazı insanların yüz ifadesiyle uzaklaştı.
124
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Resim 6: Vincent van Gogh’un Tedavi gördüğü hastanede, (Saint Remy-Maison
de Sante – Saint Paul de Mausole’de) kullandığı banyo küvetleri
Arles ve Saint Remy İzlenimleri:
Vincent va Gogh’un Arles’da
ikamet ettiği tek odalı evi, İkinci Dünya
Savaşı’nda yıkılmıştı. Halen “Van Gogh House” olarak ziyaret edilen ev,
sanatçının, Musee d’Orsay’da bulunan “Yatak Odası” tablosunu göz önünde
bulundurmak suretiyle yapılan bir restitüsyon projesine uygun olarak, Arles’ın
başka bir sokağında yeniden inşa edilmiştir. Sanatçının resimlerine konu olan
“Cafe Terrace”, halen aynı yerde olup “Cafe Van Gogh” tabelası ile
anılmaktadır.
Van Gogh’un migren ağrıları ve depresyon tedavisi için uzun bir süre yattığı
Saint Remy Saint Paul Akıl Hastanesi ’nin ( halen, Maison de Sante – Saint
Paul de Mausole)
bahçesinde, sanatçının tedavi gördüğü sırada yaptığı
resimlerin dijital baskıları; hastanenin koğuşlarına bitişik olmayan tek ranzalı
küçük bir odanın duvarında, başka bir sanaçı tarafından, çok daha sonraları
125
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
yapıldığı anlaşılan, Vincent van Gogh Portresi ve Vincent’in her doğan güne
karabasanlarla uyandığı, “Art Nouveau” taklidi karyolası, başka bir odasında ise
yine tedavi sürecinde kullanılan müstamel banyo küvetleri teşhir edilmektedir.
Sanat Çevresi
Vincent, Paris’te bulunduğu kış mevsimlerinde kendi haline tarkedilmişti. Her
sanatçının yeni bir tarz peşine düştüğü o yıllarda, Van Gogh, kendi başına yeni
bir resim tekniği ve boyama yöntemi geliştirdiğini biliyordu. O dönemlerde,
resim sanatında, dünyanın tutkusuz ve alışılagelmiş bir yorumu olan geleneksel
(convansiyonel) yorumların hükmü kalmamıştı. Bu nedenle herkes, kendine
özgü bir tarz bir yorum, bir dil ve manifesto yaratmak istiyordu. Paris, adeta
“izm”lerle
dolup
taşıyordu:
İzlenimcilik
(Empresyonizm),
Simgecilik
(Sembolizm), Cloisonism, (Tuval üzerine, vitray ya da renkli kağık kesip
yapıştırmak gibi parçalı renk alanları ile resim yapma tekniği) Synthetism
2
Noktacılık (Puantilizm) ve diğerleri. Sanat ortamındaki bu çoğulcu atmosfer,
modern sanatın gidirek kabul gördüğü marjinal rolünün ve devrimsel diriliğinin
sinyallerini veriyordu (Metzinger/Walther,1996)
2
Fransız resminde,1880'li yıllarda ortaya çıkan, konuyu ya da soyut düşünceleri, parlak
düzlemler ve simgesel biçimlerle ifadelendirilmesini öngören bir soyutlama anlayışı.
Bkz.Prof. Dr. Adem Genç (www.ademgenc.com)
126
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Resim 7:Genç, A. “...But I could have told you Vincent...-I”, tuval üzerine
yağlıboya ve akrılık, 178x470 cm, Arles- İstanbul, 2008-2009 .
Resim 8:Genç, A. “...But I could have told you Vincent...-II”, tuval üzerine
yağlıboya ve akrılık, 178x470 cm, Arles- İstanbul, 2008-2009 .
“Belki de hiçbir zaman”: Galiba, Vincent van Gogh’u anlatmak, onun
resimleri üzerinde yorum yapmak için önce onun yapıtlarında gizli olan şiirsel
atmosferi
hissetmek
gerekiyor. Bu aşamadan sonra bir zamanların ünlü
şarkıcısı Don Mclain’in “..belki de hiçbir zaman” diyerek bitirdiği şarkısını
yıllar sora, bir kez daha dinlemek ve gerekiyor galiba…:
127
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Yıldızlı Geceler
Starry Stary Night
Yıldızlı, yıldızlı geceler
Starry, starry night.
Paletinde mavilerle griler,
Paint your palette blue and grey,
Bir yaz gününe bak pencereden,
Look out on a summer's day,
Ruhumun karanlığını bilen gözlerle
With eyes that know the darkness in my soul.
Resmini yap gölgeli tepelerin
Shadows on the hills
Ağaçların ve altınçanakların
Sketch the trees and the daffodils,
Serin esen rüzgarın, zemheri ayazının
Catch the breeze and the winter chills,
Karlı çarşaf gibi örtülü tarlaların
In colors on the snowy linen land.
Şimdi, anlıyorum bana söylemek istediğini
Now I understand what you tried to say to me,
Nasıl acı çektiğini deliliğinden
How you suffered for your sanity,
Kırmak için esaret zincirini
How you tried to set them free
Dinlemediler, bilemediler
They would not listen, they did not know how
Belki şimdi bilecekler
Perhaps they'll listen now.
Yıldızlı, yıldızlı geceler,
Starry, starry night
Alev gibi parlayan çiçekler
Flaming flowers that brightly blaze,
Fırtınada kıvrılan bulutlar
Swirling clouds in violet haze,
Yansıyor porselen mavisi gözlerinden
değişiyor renklerin tonu fırçasında
Reflect in Vincent's eyes of china blue.
Colors changing hue, morning field of amber grain
Gündoğumunda buğday tarlaları
Weathered faces lined in pain,
Ve acılar içinde kırışık yüzler
Are soothed beneath the artist's loving hand
128
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
Şimdi anlıyorum bana söylemek istediğini
Now I understand what you tried to say to me
Nasıl acı çektiğini deliliğinden
How you suffered for your sanity,
Kırmak için esaret zincirini
How you tried to set them free.
Ama dinlemediler, bilemediler
They would not listen, they did not know how
Belki şimdi bilecekler
Perhaps they'll listen now
Çünkü seni sevemediler
For they could not love you,
Fakat yine de senin aşkın gerçekti
But still your love was true.
Ve bir umut kalmayınca içerde
And when no hope was left in sight
İşte o yıldızlı, yıldızlı gecelerde
On that starry, starry night,
Sevgililer gibi baktın hayata
You took your life, as lovers often do
Sana demeliydim Vincent,
But I could have told you, Vincent,
Dünya kimseye güzel gözükmemişti
This world was never meant for one
Senden önce, ve senin kadar
As beautiful as you.
Yıldızlı, yıldızlı geceler
Starry, starry night.
Boş koridorda portreler
Portraits hung in empty halls,
Adsız duvarlarda çerçevesiz baş
Frameless head on nameless walls,
Dünyayı izliyor unutmayan gözlerslsb
With eyes that watch the world and can't forget
Tanıştığın bir yabancı gibi
Like the strangers that you've met,
Üstü başı dökük bir adam
The ragged men in the ragged clothes,
Kan gülünün gümüş dikeni
The silver thorn of bloody rose
Paramparça olmuş yağan ilk karda
Lie crushed and broken on the virgin snow.
Anlıyorum demek istediğini
Now I think I know what you tried to say to me,
129
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Vincent Van Gogh’un Trajik Yaşamından Artakalanlar
Nasıl acı çektiğini deliliğinden
How you suffered for your sanity,
Kırmak için esaret zincirini
How you tried to set them free.
Dinlemediler, dinlemiyorlar
They would not listen, they're not listening still
Dinlemeyecekler, belki de hiçbir zaman
Perhaps they never will..
309 nolu Mektuba İlave Edilen Notlar:
Tablolarını sadece “Vincent” diye imzalayan Vincent van Gogh, yaşamının da
kısa olacağını hissediyordu. Ölümünden 7 yıl önce kardeşi Theo’ya yazdığı bir
mektuba ilave edilen notlarda şöyle diyordu:
‘..... İçimden gelmemekle birlikte, sık sık aklıma takılan bir şeyi de
ilave
etmekten kendimi alamıyorum. Resim yapmaya geç başladım, bunu biliyorum,
ama söylemek istediğim şey sadece bundan ibaret değil; erken öleceğim (...)
Öyle sanıyorum ki sağlıklı bir tahminde bulunabilirim. 6 ila 10 yıl arasında bir
ömrüm kaldı.(...) Bu nedenle, sadece tek bir şeyi düşünen, bir kara cahil
gibiyim: Birkaç yıl içinde belli sayıda resim yapmalıyım. (...) Benim amacım bu.
Bu düşünce benim bütün rutin işlerimi öteliyor. (Quense,1982:68)
130
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 110-131
Prof. Dr. Adem GENÇ
KAYNAKÇA
Beaujean, DIETER (2005). Vincent van Gogh, (Çev. S. Bulutsuz). Literatür Yayıncılık,
Istanbul .
Caroline, EARLE (1997). Vincent van Gogh, Saturn Books, London.
Griselda, POLLOCK (1991). Van Gogh. Phaidon, London.
Melisa, Mc UILLAN (1989). Van Gogh. Thames and Hudson, London.
Rainer METZINGER-Ingo Walther (1996). Van Gogh. Taschen, London.
Ronald de, LEEUW (1996). The letters of Vincent van Gogh by Vincent van Gogh.
Penguin Press, London.
Elisabeth, du QUESNE (1982). Souvenirs Personnels du Vincent van Gogh (Personal
Memories of Vincent van Gogh, Ing. Çev.: G. ve B. Zuchrer, Paris .
Bernard, ZURCHER (1985). Vincent Van Gogh- Art Life and Letters, Thunder Bay Press
London.
131
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 110-131
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
SİNEMADA TARİHİN ETKİ ALANI
Prof. Dr. Oğuz MAKAL [*]
ÖZET
Bu yazı aynı zamanda, tarihle ilgilenenin çıktığı araştırma yolculuğunu, insanın ve
toplumsallığının varoluşu konusunda “sanat kavramlarıyla” sorulara yanıt arayanların
yolculuğu ile bir nedenle kesişme olanağı bulan -tarihsel oyun, tarihsel roman dışında“tarihsel film” gibi bir alana giriş yazısıdır. (*) Kısaca, politika ile ideolojilerin hikayesi
olarak okunabilecek sinema tarihi içinde filmlerin, gerçeğin görüntüsü olsun ya da
olmasın, belge ya da kurmaca, gerçek ya da tümden düşsel entrika, “tarih kadar tarih”
olup olamayacağı sorularını da getirmektedir. En önemlisi, karşısında geçmişten
büyülenmenin dışında artık büyü üretemeyen bir sinemaya karşı, Hollywood mitlerini
etkisizleştirmenin sineması olan “üçüncü sinema”, epik-diyalektik sinema, “tarih
bilinci”ni zorunlu tutan, politik, estetik serüven ve felsefi araştırma sinemasının varlığını
hatırlatmaktadır.
Anahtar kelimeler: Tarih bilinci, tarihsel film, gerçeğin benzeri, mit, geçmişten
büyülenme, diyalektik sinema
ABSTRACT
THE SCOPE OF HISTORY IN THE CINEMA
Well-known historical examples of cinema had past events and people meet with their
contemporary counterparts across time and space. This paper is also an introductory to
the field of “historical film” –except for historical play and historical novel- which
somehow stands at the intersection between the quests of those interested in history and
those looking for answers to the questions of human existence and sociality. Briefly, it’s
still dubious whether films made within the history of cinema are documentaries or
fictions, real or completely imaginary plots, or whether they can be "as historical as
history”. Most notably, the “third cinema”, the epic dialectic cinema known to be a
means to counteract the myths of Hollywood, reminds us of the stance of the cinema of
political, aesthetic adventure and philosophical quest, which forces “historical
consciousness” upon us, against a cinema that can no longer create any charm.
Keywords: Historical consciousness, historical film, verisimilitude, myth, fascination
with the past, dialectic cinema
[*]
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV (Türkçe) Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
GİRİŞ
Bana kalırsa tarih, edebiyatın geçmişten bahseden bir
kolu; tıpkı felsefenin büyük bir kısmı gibi, bir edebiyat
biçimidir. Önünde sonunda geçmişten bahseder.
Tarihin ileri sürdüğü şey edebiyata ilaveten, fazladan
söz ettiği olayları kanıtladığını, kanıtlamış olduğunu,
hikâye ettiği hikâyelerin dünyada bir zamanlar olup
bitmiş bazı hikâyelere tekabül ettiğini ileri sürer. En
sonunda tarihin yaptığı da hikâyedir.
Orhan Pamuk (Argos, 1988)
Geçmişin olaylarını kaynak malzemesi yapan, “geçmişi, geleneksel olarak tarih
diye adlandıran disiplin”, “insanoğlunun içinde varlıkbilimsel biçimler yarattığı
alandır - bizzat tarih ve toplum da bu biçimlerin ilkleridir”
(CASTORİADİS, 1995 :150)
düşüncesi yeni değildir evet ama, tarih anlatı haline getirmedir tanımı daha
işlevsel...Belki de Orhan Pamuk’u haklı çıkaran yanı budur: “ edebi yaratının
kodlarına göre sürekli yeniden icat edilen metinsel bir yaratı”
56)
(TRAVERSO, 2005;
olması.
Ancak tarihi anlatılaştırmak, edebiyata indirgemek yanlış olabilir: geçmişi tarihe
katarken gerçekliğe bağlı kalmak, belgeler ve kanıtlardan yararlanmak gerekir.
Tarih yazarlığının yaratıcı boyutu olsa da ya da öykü biçimini alsa da
Traverso’nun altını çizdiğince bu anlatı romanesk bir kurgudan niteliksel olarak
farklıdır.
Tarih söylemi-öykü biçiminden, tıpkı edebiyat gibi “yakının ve uzağın ve
bunların anlamlandırdığı bütün duyguların sanatı” (Pascal Bonitzer) olarak
nitelendirilen “sinema”nın hemen yararlandığı görülecektir. Evet ama, bunu
doğru içerik ve açıklama ile yapmış mıdır? Alman edebiyat eleştirmeni ve
133
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
estetik kuramcısı. Walter Benjamin (ölümü 1940) modern dönem yaşamına
geçişin getirdiği yapıyı ve
içindeki özgürleştirici, temel öğeleri açıklarken
yaşamın gerçekliğinin anlaşılmasında fantazyaların ve imgelerin (sinema:
baştan çıkarıcı hayal) tarih ve kültür açısından önemi kadar,
“doğru” bir
biçimde açıklanması gerekliliğinin de altını çizmiştir.
1. GEÇMİŞİ ÖĞRENMENİN ÖNEMİ
Walter Benjamin geçmişi öğrenmeyi “nasılsa öyle öğrenilecek olan”dan ayırır,
niteliğe önem verir. Sosyolog-iletişim bilimci Prof. Dr. Ünsal Oskay,
Benjamin’in görüşlerine günümüzden bakar; “Geçmiş –hâlâ tehlikeler içindedirbizimle bağıntı içindedir, kefaretine kavuşması için de yollar açıktır, ona sahip
olamadıkça ise
unique/özgün/somut olmak olanaksızdır.”(OSKAY,
1982;
136)
düşüncesini ileri sürerek, tarihçiye ve tarihten yararlanacak sanatçıya uyarıda
bulunur. (Ancak burada “geçmiş”i, 1970’li yılların ortalarından başlayan ve
geçmişi geleneksel olarak tarih diye adlandırılan ve Batı toplumlarının kamusal
alanını istila etmekte olan daha az kapsamlı/daha az insani bellekten ayırmak
gerekecektir.)
Tarihin içindeki değiştirici öğeleri öğrenerek tarihi kendimizin kılmak
düşüncesindeki W. Benjamin’e göre yalnızca bir bilim olmayan aynı zamanda
bir anımsama (Eingedenken) biçimi olan tarihi uğraş alanı seçenler, çoğu kez
“vak’anüvis” gözüyle, belgelerden (kanıtlar) ya da anlatılanlardan yola çıkarak
ve “res gestae” diye adlandırılan “insanların geçmişte yapılmış” eylemlerini
aktarma çabasını aşamamıştır.
Ayrıca açıktır, geçmişte olanların açımlanması için hem kişisel hem toplumsal
düzeyde 'tarih bilinci'ne ihtiyaç vardır. Ancak, tarih bilincinin tam olarak
oluşması, bugün ve geçmiş arasında bilinçli bir bağlantı kurulması için Jörn
Rusen'ın altını çizdiğince (tarihsel) anlatı olarak tespit edebildiğimiz zihinsel
134
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
faaliyet‘e de mutlak gereksinim vardır. Tarih yazarının ve metinsel bir yaratı
peşindeki sanatçının da
bu iki özelliğe dikkat etmesi, çıkartacağı sonuçlar
açısından önem taşır.
Sonuçta,
tarihle
ilgilenenin
geçmişi
keşfetme
yolculuğu,
insanın
ve
toplumsallığının varoluşu konusunda “sanat kavramları” ile sorulara yanıt
arayanların yolculuğu ile bir nedenle kesişme olanağı bulacaktır. Ayrıca “drama
sanatı için tarihte iz bırakmak, başka hiç bir edebi tür için olmadığı kadar elzem
olduğu için” (Walter Benjamin) günümüze dek -tarihsel roman dahil- “tarihsel
oyun”, “tarihsel film” gibi türleri ortaya çıkartacaktır.
1.TARİH VE EDEBİYAT
Ancak, tarihsel roman ve oyunun sinemaya göre doğal kronolojik önceliği
vardır. Tarihin İngiliz edebiyatında çok eskiden kullanılmaya başlandığı,
Thomas Nashe'ın The Unfortunate Traveller, or the Life of Jack Wilton
(1594), adlı eserindeki gezgin kahramanın Avrupa'ya giderken, dönemindeki
savaş ve olayları gözlemleyerek aktardığı saptanır. Thomas Deloney'in Thomas
of Reading. Or The Six Worthy Yeomen of the West (1598) adlı yapıtındaki
kahraman gerçekçi bir üslupla tarihi kişi ve olayları anlatmakta, bu yapıt bazı
eleştirmenlerce ilk İngiliz tarihi romanı olarak kabul edilmektedir. Horace
Walpole'un The Castle of Otranto
(1764) yapıtı da bunlar arasında
gösterilebilir, yine de tarihi roman türünü hak eden ya da popülerleştiren adı
“Sir” ekiyle anılan Walter Scott’un
“Waverly romanları” olarak bilinen
yapıtlarıdır. Hemen tümü İskoç tarihindeki olaylardan esinlenen romanlarından
sadece biri,
1823’de yazdığı “Quentin Durward”ın konusu ise Fransız
Devrimi’ne aittir. Tarihsel konulara değinen oyun yazarlığının filme göre tarihi
daha eskilere , İÖ 525-456 yıllarda yaşayan Aiskhlos’a dek gider. Aiskhlos
yazdığı Persler, Thebai'ye Karşı Yedi Kişi, Zincire Vurulmuş Prometheus ve
135
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
Miken Kralı Agamemnon'un yaşadıklarını anlatan Oresteia adlı üçlemesiyle
tarihsel konulara yönelişin öncüsü sayılsa da, tiyatro tarihi “tarihsel oyun yazarı”
başlığı altında Shakespeare ( Henry VI, Henry VII, Richard II ve Richard III,
King John vb. ) ile Christopher Marlowe’u (Edward II) işaret eder.
Kısaca, bir yanda yüzyıllık bir
“iniş ve çıkışların; yaratıcı potansiyellerin
yeşermesinin ve kendi kendisini yok etmesinin; sanatla hatalı bir ilişkiye giren
politika ile ideolojilerin hikâyesi olarak okunması”
(ELSAESSER, 1999: 48)
kabul
edilebilecek bir sinema tarihi, diğer yanda “sinemada tarihin görüntüsü” gibi
geniş bir alana girince, tarih ve sinema üzerine çalışmalarıyla tanınan Marc
Ferro gibi sorabiliriz, her ikisinde ana unsur olan filmi “gerçeğin görüntüsü
olsun ya da olmasın, belge ya da kurmaca, gerçek ya da tümden düşsel
entrika” en az “tarih kadar tarih” olduğunu kabul etmek olanaklı mıdır? Bu
sorunun yanıtını aramak için devam etmeliyiz...
3. SİNEMADA TARİHSEL MALZEMENİN ARANIŞI
Sinemada tarihin her döneminin işlendiği, araştırıldığı düşüncesindeki Jean
Claude Carrier şöyle aktarır: “Geçmiş, sinemanın kendi alanı içindedir; geçmişi
yeniden ortaya çıkarır, kumaşlarından giysilerine kadar insanların jestlerinden
dillerine kadar her şeyi yeniden yaratır. Vikingleri Afrika'ya, Marslı'ları Babil'e
götürebilir. İtalyanların ünlü mitolojik kahramanı Maciste sinemada Herkül ile
dövüşmüştür. Olayın nerede ve ne zaman geçtiğini kimse bilmez. Aynı filmde
acımasız bir sultan, işkence edilen köleler, elbisenin kumaşı yetmemiş gibi yarı
çıplak nefis bir kadın, canavarlar, beyaz atlar, cümbüşler, savaşlar ve üstelik
ateşli silahlar da vardı.”
(CARRİER, 1997:139)
Sinema tarihine bakıldığında Jean
Claude Carrier’i doğrulayan örnekler sıkça görülür.
Ama, sözü edilen geçmişi sadece anıştıran mekan düzenlemeleri, tarihi
kostümler, savaşı çağrıştıran
sahte kapışmalar, on binlerce kişilik orduları
136
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
simgeleyen figüran kalabalığı, atlar, develer, filler, aslanlar, at arabaları, silahlar
ile yaratılan günümüze dek gelen bu film türü görüntüsü, düşünce-bilme
sürecinin halkalarını kopartarak “tarih'i anlama ve değerlendirme”nin üzerini
örtmektedir. Bu filmler şimdilerde çoğalma eğilimi olan, “eylemi olayın
olmasına yol açan kişinin zihnindeki düşünce”yi
(COLLİNGWOOD, 1996: 257
) ortaya
çıkarmayan, birtakım heyecan verici serüvenlerin, kahramanlık ve aşk
öykülerinin içinde eriyip giderek, geçmişin tarihini yapan insanların kökeni
Homeros’un İlyada destanına dayanan yarı tanrısal/mitik -iradeli, bilinçli, bir
arzu nesnesinin peşinden gitme yeteneği olan-
kahramanlara dönüştüren
sinema anlayışının kolayca bitmeyecek rolüne işaret eder.
Ayrıca şu sorulabilir mi? Tarihçinin keşfetmeye çalıştığı düşünce dünyasında
filmin belge olarak yeri/değeri var mıdır?
Ya da tarihçiler açısından film, Marc Ferro'nun da sorduğu gibi “istenmeyen bir
belge” olabilir mi?
Öyle görülüyor ki, “istenmeyen” değil, film çoğu kez
“yeterli bulunmayan” bir belgedir. Biraz sonra değineceğimiz bazı belgesel
örneklerine karşın tarihçi açısından dikkate alınmayan filmi, aksine sinema
alanından bazıları tarih'i
öğrenme sunma-ediminin önemli bir alanı kabul
etmiştir. Örnekleri de çoktur.
Yakın bir dönemde bile örnekleri vardır:
Amerikan toplumsal-siyasal tarihini etkilemiş JFK, Nixon gibi filmler yapan
Oliver Stone tarihe ilgisini basitleştirerek “çocuklarımın öğrenmek istediği
konularda film çekmek istiyorum” sözleriyle açıklar.
4. İZLEYİCİNİN TARİHSEL FİLMLERE İLGİSİ
Sinema izleyicisinin tarihsel filmlerle ilişkisi sinemanın başlangıç tarihine “bir
görüntüyü perdeye yansıtma yeteneğine sahip Büyülü Fener’in (laterna magica)
tarihi 18. yıla kadar”
dönemlerdeki
“Tanrı
(MONACO, 2002 :74)
Kahraman”ın
137
gider. Bir anlamda bu, insanın ilkel
efsanevi
öykülerinden,
toplumun
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
beklentilerine yanıt verecek “İnsan Kahraman”ın öyküsüne dek uzanan
yolculuğunun izlerine, düş ve fantazyalarına şiir-tiyatro dışında ilk erişildiği
günlerdir.
Öncesi de olmakla birlikte canlı resmin peşindeki Joseph Plateau'nun
“fenakistiskop”undan (1832), Thomas Alva Edison'un “kinetaograf”ına (1891)
ulaşıldığında nihayet “görüntü gramafonu”nun keşfi tamamlanmış olacaktır.
Amerika’da Edison'un, Fransa’daki Auguste ve Louis Lumière Kardeşler'in ilgi
çeken teknik bir buluş olmaktan başka özelliği olmadığını düşündükleri, kısa
filmlerle görüntüyü yansıtma merakını giderdikleri coşkulu günler hızla geride
kaldığında, sinema gerçeğin değil, teatral görüntüyü sunan Méliès’in
kurmacalarının yolunu seçmiş, öykü anlatmanın, mitler, fantazyalar, düşler
yaratmanın bir aracı olmuştur. Adorno'nun deyişiyle, böylece, yitirildiği sanılan
‘mit’ filmler aracılığıyla geri dönmüştür.
Başlangıçta İtalyan sinema endüstrisi (1908-1915) yeniden bulunan mit’leri
tarihsel filmlerde ustalıkla kullanır. Ancak yarışı, “düş/mit”leri teknoloji ve
sanayi yardımıyla daha ustaca canlandırmayı başaran –Bilinç Endüstrisi’ni inşa
eden-, daha iyi pazarlayan, Fransız sosyolog Jean Baudrillard'ın saptamasıyla
üstelik “kökenle ya da mitik gerçeklikle bir ilişkisi olmayan ” (BAUDRİLLARD, 1988: 13)
Amerika kazanır.
a. Tarihi Filmler Tür Kategorisi Dışında
“Tarihi filmler”in “sessiz dönemde”
bir tür olarak Amerika ve Fransa
örneğinde olduğunca -İtalya dışında-, endüstri, izleyici, sinema yazarı
uzlaşmasının kabul ettiği “destan”lar arasında yer aldığı saptanır. Diğerleri
“komedi, dedektif, fantazi-serüven, gangster, dehşet, melodram, müzikal,
gerilim, western, bilim-kurmaca”dır.
138
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Sessiz sinemanın ilk örneklerinde, “mitolojik dünyaya, klasik çağa ve uzaktaki
Doğu uygarlıklarına sık sık göndermede bulunulurdu.” (PEZZELLA, 2006; 27) Ancak,
Amerikalı sinemacı Griffith’in “Hoşgörüsüzlük” filmi gibi bir baş yapıtında bile,
tarihsel görüntülerin yitik bir dünyayı canlandırılmasından hoşnut kalınmayacak,
ayrıca, sinema yazarı Mario Pezzella’nın (Estetica del cinema, 2001) “Evrensel
Sergiler’deki afişleri çağrıştıran basit alegorilerden çok da farklı değildi”
görüşü, Pezzalla’dan önce ya da sonra eleştirmenlerin çoğunun ortak görüşü
olacaktır.
1930'lardan sonraki filmleri kapsayan değerlendirmelerde, örneğin İngiliz
sinemasının 1930-60 yılları arasındaki türlerini araştıran Marcia Landy'e göre,
ellilere dek melodram ya da müzikal gibi bir “tarihi film” türünden de söz
edilmektedir.
Yirmili yıllardan başlayarak yine ellili yılların sonuna dek Hollywood'un da
Stüdyo Sistemi'nin olanaklarından yararlanarak, “tarihi filmler türü” içinde
gösterilebilecek filmler yaptığı saptanır.
Ancak “tarihi film” türünün “western” ya da “film noir” gibi hemen anlaşılır
yaygın bir kimliğinin olmaması; benzeşik mekân, atmosfer, karakterler ve
biçimsel anlatımda benzerlik vb. olarak nitelendirilebilecek tür filmlerinin ortak
özelliklerini tarihi konu alan sinemada kolayca bulmak olanaksızdır. Bazı
filmler böyle bir türün varlığını izleyiciye duyumsatsa bile tarihi filmleri tarihsel
yapısı, ikonografi, tema, karakter benzerlikleriyle
bir tür olarak kabul etmek
olanaksızdır, bu filmlerde gerçekten belirleyici ortak özellikler bulmak zordur.
Kaldı ki tür sinemasının asıl kaynağı Hollywood'un İkinci Dünya Savaşı sonrası
yapımları dikkate alınacak olursa, tarihi film türünün gerçek bir tür olarak kabul
görmediği saptanır. Artık parlak stüdyo dönemini geride bırakan Amerikan
sinemasının içinde tüm filmler gibi varlığını sürdürür ya da savaş filmleri türü
içinde (Joseph W. Reed'in sınıflamasında: western, kadın, savaş filmleri)
139
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
erimesine izin verilir.
Bu nedenle modern sinema tarih-araştırmaları
doğru olanı yapmış, “tarihi
filmleri” tür kategorisi içine almamıştır.
b. Tarihsel Filmlerin Beklenmedik İşlevi
Belki, Fransız sinemacı Jean Renoir'ın Western'ler için söylediğince tarihi
filmlerin hep aynı film olmadığı gerçeğinden hareket edilirse, bu filmleri bir tür
olarak göstermek yerine, sinemada tarihin görüntüsü kavramını tercih etmek
daha doğru olacaktır. Ve ilk kez sinema sayesinde “tarih ve geçmiş bu denli
kökten ve bütüncül bir biçimde” gösteride iç içe geçecektir.
Tarihsel filmlere göz atılacak olursa, çoğu kez beklenmedik işlevler gördükleri
bir gerçektir: Örneğin resmi tarihin bir parçası-efsane haline gelmiş, Çarlık
Rusyası’nda 1905 yılında bir savaş gemisinde yaşama koşullarından bezmiş
mürettebatın başlattığı bir ayaklanma ve gemiyi ele geçirme olayını yansıtan
“Potemkin Zırhlısı” filminin yapılması gibi (1925). Eğer Eisenstein bu film
yardımıyla bu olayı yeniden canlandırmamış olmasaydı, Ferro’nun deyişiyle,
“bu budanmış versiyon bile belki de insanların belleğinden yitip gitmiş
olacaktı.” (FERRO, 1995: 88)
5. ETKİLER VE YASAKLAR
Kaldı ki, tarihle ilgilenen bir sinemanın ideloloji/bir temsil (representation)
sistemi; bireylerin gerçek dünya ile kurdukları ilişkiyi yaşama biçimlerini
belirleyen bir temsiller bütünü (Althusser) ve sistemle yakın ilgisi olduğu, hatta
bazen beklenenden çok etki yarattığı bilinir. Örneğin, Nazilerin işbaşında
olduğu yıllarda çekilen “Yahudi Süss”ün Halkı Aydınlatma ve Propaganda
Bakanı Joseph Goebbels'in umut ettiğinden çok başarı sağlaması gibi.
140
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Ya da Yusuf Şahin'in Cezayir halkının Fransızlara karşı savaşımını konu edinen
“Cemile” filminden sonra Fransız Konsolosluklarının yakılmaya çalışılması,
aynı sonuçtan korkulduğu için “Serçe”nin bazı ülkelerde yasaklanması ya da
“Cemile” gösterilerinde Lübnan'da bazı izleyici gruplarının salonlarda olay
çıkartması gibi.
Bunlara, Mısırlı sinemacı Memduh Şükrü'nün yetkililerce
“politik” bulunan “Sabah Konuğu” filminin gösteriminin engellenmesi, İtalyan
yönetmen Gillo Pontecorvo'nun Cezayir’in ulusal kurtuluş günlerini anlatan
Fransızları rahatsız eden ve yasaklanan “La battaglia di Algeri/ Cezayir
Savaşı”nın Fransa’nın baskısıyla başka ülkelerde de yasaklanması eklenebilir.
Jorıs Ivens: “Endonezya Çağrısı/Indonesia Calling”
“Korkunç İvan”ı çeken Eisenstein'ın, Stalin’ci siyasi üst erk ile kavgası ve üç
bölüm tasarladığı filmin ikinci bölümünün (1946) yine Stalin’in kararıyla
gösteriminin engellenmesi;
belgesel filmleriyle tanınan Jorıs Ivens’in
Hollanda'nın sömürgeciliğine yeniden dönüşünü eleştiren “Endonezya Çağrısı”
belgeselini yaptığı için pasaportuna Hollanda hükümetince yedi yıl süreyle el
konması başka örneklerdir. Ivens “Endonezya Çağrısı” filmi örneğinde bu tür
çalışmaların ne denli etkili olduğunu şöyle anlatır:
141
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
“Endonezya çağrısını
çekerken yapılan haksızlığı
gördüm.
Gemilerin
Avustralya'da nasıl bloke edildiğini, Endonezya'ya giderek oradaki genç
Cumhuriyeti yıkıp, yok etmelerini engellemek için sendikaların nasıl bir
dayanışma kurarak silahlarıyla gemileri orada tuttuklarını gördüm(...) Film
Avustralya'da resmi rakamlar ve sansürün saldırısına uğradı. Sinemalarda
gösterilmesi bu nedenle olanak dışıydı. Gizlice insanlara gösteriliyordu film.
Tanıdığım bir pilot 16mm'lik bir kopyayı gizlice Singapur'a götürdü, oradan bir
yelkenliyle Sumatra üzerinden Java'ya ulaştı. Daha sonra köylerde aylarca,
halka gizlice oynatıldı. Endonezya ve Hollanda savaşında doğrudan savaşın
içinde çekilmiş bir filmdi. Bu filmle birlikte, binlerce insan Endonezya Halk
Ordusuna kazandırıldı. Ben ise bunu ancak beş yıl sonra öğrendim. Demek ki,
bu tür çalışmaların ne denli etkin olduğunu ortaya çıkıyor...”
Sansüre uğrayan bir başka film, Marcel Ophuls’un “Keder ve Acıma/Le Chagrin
et la Pitié (1969)” adlı belgeselidir: Fransa’nın Nazi işgali ve işbirlikçi Mareşal
Pétain günlerine ilişkin röportaj ve belgesel görüntülerden oluşan, üstelik politik
yorum yapmaktan kaçınan “Keder ve Acıma”, tarihin bir öykü gibi anlatıldığı
kitaplardaki bilgilerden farklılık içerir. Film, General De Gaulle’ün yarattığı
mite sessiz bir darbe indirir. Örneğin, De Gaulle’ün Londra’dan yaptığı ünlü
direniş çağrısının aslında çok az insan tarafından duyulduğunu ortaya koyar.
Üstelik De Gaulle o dönemde büyük bir direniş eylemine Fransızları
sürükleyecek denli tanınmamaktadır. Film, “bütün olarak Fransız ulusunun en
büyük özelliğinin résistance’dan çok Nazilerce collaboration (işbirliği) içinde
olmak ve son olarak da etkin résistance’ın çoğunun Fransız Komünist Partisi
saflarından geldiğini»
(MACBEAN, 2006 : 228)
kanıtlar. Aristokrat-burjuva sınıfından
bazı kişilerin Nazi hayranlığı, şarkıcı-oyuncu Maurice Chevalier’nin işbirlikçi
general Mareşal Pétain’in başarısı için şarkı söylediği,
Vichy Hükümeti ve
birçok Paris’linin Yahudi soykırımına açıkça yardımcı olduğu film boyunca yer
alır. Savaş-sonrası Fransa’sında De Gaulle’cü rejimin yerleştirmeye çalıştığı
142
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
elbet filmden yansıyanlar değildir.
Sonuç olarak “Keder ve Acıma” yalnızca işgal Fransa’sı üzerine bir film
değildir; MacBean’in sözleriyle “Büyük ölçüde 1969’da yapılan mülakatlara
dayanan film aynı zamanda fazlasıyla günümüz Fransa’sı ve Fransız’ların yakın
tarihleri hakkında aldıkları tutum üzerinedir.” Yukarıda belirtilen iç açıcı
olmayan görüntüleri nedeniyle, filmin ortak yapımcısı ORTF televizyonu
başbakan Jacques Chabas-Delman’ın buyruğuyla filmi yayın programından
çekecek “Keder ve Acıma” ayrıca ticari sinema ağına alınmayarak Fransız
kamuoyundan gizlenecektir.
İngiliz
polisinin Kuzey İrlanda’daki acımasız yöntemlerini anlatan “Gizli
Dosya/Hidden Agend, 1990” filminden sonra İngilizlerce neredeyse vatana
ihanetle suçlanan yönetmen Ken Loach'a
dek etki ve yasaklama örnekleri
çoğaltılabilir. (Güçlü bir siyasi film kimliğiyle ortaya çıkan ve Uluslar arası
Cannes Film Yarışması’na katılan Gizli Dosya’yı gösterim sırasında bir grup
İngiliz gazeteci protesto etti, festival başkanından filmin geri çekilmesini
istediler ve sonuçta ‘Gizli Dosya’ Jüri Özel Ödülü aldı.)
Filmin gücü üzerine daha yeni örneklerden biri, ABD’nin Irak saldırı öncesi,
George Bush ve diğer üst düzey yöneticilere Beyaz Saray'da danışmanlarınca,
Irak'ta olabilecek direnişi anlama ya da kavramaları için Gillo Pontecorvo’nun
“Cezayir
Savaşı”nın
gösterilmesidir.
Son
örnek
Philippe
Lioret’nin
“Hoşgeldiniz/Welcome” (2009) filmidir. Türk oyuncuların canlandırdığı
âşıkların –Musullu kaçak Kürt genci Bilal ile Londra’daki kız arkadaşı Minaarasına Manş denizinin girdiği çağdaş bu Romeo-Jülyet hikâyesi, aynı zamanda
göçmen/kaçak işçiler ve onlara yardım eden Fransız yurttaşlarına verilen 5 yıla
kadar varan hapis ve 30 bin avroya dek para cezası üzerine de sert, uyarıcı bir
bakış özelliği taşır. Lioret’nin göçmenlerin yaşadıkları dramı 1943’te
Yahudilerin yaşadıkları ile benzeştirmesi Sarkozy hükümetinin Göçmenlikten
143
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
Sorumlu Bakanı Eric Besson’u çileden çıkarmış, Lioret “sarı çizgiyi aşmakla”
suçlanmıştır.
Lioret’nin görüşlerine
Fransa Yargıçlar Sendikası Temsilcisi Laurence
Mollaret, diğer hukukçular ve sivil toplum kuruluşları da katılmış, Sosyalist
Parti grubu da parlamentoda filmin gösterimini düzenleyerek göçmenlikten
sorumlu bakanın haksızlığını ortaya koymuştur.
6. POLİTİK SİNEMADA TARİH
Kameranın yakaladığı ilk politik eylem, kadınlara oy hakkını savunan ilk İngiliz
feministlerinden birinin 1907 yılında Royal Ascot’ta düzenlenen
yarışlarda
kendisini kralın atının ayakları altına atarak intihar etme girişimidir.
Aradan geçen elli yılı aşkın sürede, 1960'lara değin politik sinema kavramını
düşündürtecek bir eylem kaydedilmez ta ki Gillo Pontecorvo, Francesco Rosi
gibi yönetmenlerin ortaya çıkışına dek. Politik sinema kavramının ilk
çağrıştırdığı Sovyet yönetmen Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” ve yine yurttaşı
Dziga Vertov’un filmlerinden de yaklaşık otuz beş yıl sonra “Politik Film”
tanımını tümüyle hak eden Pontecorvo’nun “insanların birleştiklerinde ne kadar
güçlü olduklarını gösteren" “Cezayir Savaşı” ve yine bir başka filmi, 1800'lerin
başında Karayiplerdeki köle isyanlarını anlatan “Quemida/İsyan”ı gösterilebilir.
Ve ardından başkaları da gelir.
144
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Theo Angelopoulos: “Meres tou '36/36 Günleri”
1970’lerde Yunanlı sinemacı Theo Angelopoulos alışılmış film kalıplarının
dışında, Brecht'çi yaklaşımıyla, ilk filmi “Anasparastasi/Yeniden Yaratma”dan
başlayarak (1970) Metaxas diktatörlük günlerini anlatan-yakın tarihe bakan
“Meres tou '36/36 Günleri” (1973), “O Thiassos/Oyuncuların Yolculuğu” (1975)
ve “I Kinighi/Avcılar” ile (1977) “sinemaya politikayı sokmak değil, sinemayı
politik olarak yapmak” düşüncesindedir.
Angelopoulos bir yanıtında 1960'dan 1975'e, hatta 80'lere dek dünyada politik
sinema modasının var olduğunu söylemektedir. “O zamandan bu zamana kadar
çok şey değişti -1989-. Tabii ki ülkelerin durumuna göre de ayrıca değişik. Öyle
ülkeler var ki böyle bir problem söz konusu değil, Fransa'da 68'lerde sadece
politik sinema vardı. İtalya'da Visconti, Taviani Kardeşler, Bellochio,
Bertolucci. Şimdi hiç biri o tarzda çalışmıyor. Bunun nedeni, politikanın
kendisinin zaten değişmiş olması. Eskisi kadar kişileri tahrik etmemesi. Eskiden
o ülkelerin içinde bulunduğu durum, zaten sanatçıları politika yapmaya
itiyordu.”
Politik/siyasal sinema tanımı
(direkt)
yansımasını
ister istemez politikanın sinemaya dolaysız
çağrıştırmaktadır.
145
Çoğu
örneğe
bakarak
bunu
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
doğrulayabiliriz. Ancak 1970’lerin ortalarında, Frantz Gevaudan’ın tanımıyla
politik sinemanın alanını biraz daraltan-artık politik olanın incelenmesinin daha
önemli olduğu evreyi dikkate alarak “politik sinema”nın çerçevesini farklı çizen
yazarlar çıkmaya başlayacaktır: “…Sinema kendiliklerinden siyasal olmaları
yetmeyen ve özlerini siyasetin incelenmesinden oluşturan yapıtlar çıkarıyor
ortaya. Biz bundan böyle, bireyin karşısındaki en somut görünüşleriyle: Ordu,
partiler, sendikalar ya da adalet olarak kavranan, iktidarın yapısını incelemekte
birleşen bu yapıtlara siyasal film adını vereceğiz.” Bu bakıştan yola çıkarak
hemen her filmde bulabileceklerimiz bir yana, “politik sinema” için belirleyici
yeni öğeler aranacaksa, Marco Bellochio’nun tanımındaki gibi “bir sınıfsal
gerçeğe onu tahrik amacıyla ve tam bir tarafsızlıkla yaklaşan” sinemayı ya da
politik bir olayı gerçekliğine en yakın anlatan filmler –üstelik bunlar yakın tarihi
sorgulamaktadır-, örneğin Costa Gavras’ın “films of politics”leri, Yunanlı solcu
milletvekili Lambrakis’in sağcı saldırganlarca öldürülüşünden sonra gerçek
suçlunun iktidar, ABD istemlerini yerine getiren/yasaklı/apoliteze bir toplum
yaratma peşindeki askeri rejim olduğu üzerine “Z/Ölümsüz” (1969), yine
Gavras’ın 1950’ler Çekoslovakya’sında Stanilizmin aydınlara yönelik baskı ve
şiddetini yaşamış Arthur London’ın gerçek öyküsü “L’Aveu/İtiraf” (1970), bir
babanın öldürülen oğlunun cesedini ararken oğlu gibi Şili Cumhurbaşkanı
Salvadora Allende’yi de
öldüren askeri darbecilerin ardında Amerika’nın
olduğu gerçeğini keşfetmesinin filmi “Missing/Kayıp”ı ve Francesco Rosi’nin
“İl Caso Mattei/Mattei Olayı”nı (1972) ilk sıraya alabiliriz.
7. FİLMLERLE DÜNYAYI ANLAMAK
Tarihsel filmleriyle tanınan sinema Polanyalı yönetmen Andrej Wajda'nın
saptadığı gibi film, dünyayı anlamanın da bir yoludur. Wajda Şöyle diyordu:
“Savaşın hemen ardından dünyaya biz, yalnızca Amerikan filmleriyle
açılabildik. İngilizlerin Hitler'e kaşı mücadelesi, bizim için Mrs. Miniver'di.
Japonların acımasızlığı: Kwai Köprüsü. Alman yenilgisi: Nürnberg Mahkemesi.
146
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Bir süre perdelerimizde savaşın başka bir yüzü belirdi: Roma, Açık Şehir ile
Rossellini, La Bataille du Rail ile René Clement savaşı bize kendi açılarından
aktardılar. Bu gerçekliği de Hollywood'da değil, tüm kötülüklerin yapıldığı
gerçek mekanlarda çektiler.” (WAJDA, 1993: 11)
Andrej Wajda: “ Küller ve Elmaslar/Ashes and Diamonds”
Wajda devam eder: “Bu filmlerin altına benimkiler sıralandı: Kanal, Küller ve
Elmaslar. Bu filmler, sinemanın dünya haritasında yeni yeni varlık göstermeye
başlayan bir ülkeden söz ediyordu. Filmlerimiz, Fransızların ya da
İtalyalar’ınkiyle
asla karşılaştırılamazdı: reji basit, oyuncular tanınmamış,
hatalar çoktu. Gene de bir tanığın yaşadığı gerçekliği yansıtıyorlardı.”
Wajda üçlemesinin son filmi olan “Küller ve Elmaslar”da (1957) –diğerleri Bir
Kuşak, 1954; Kanal, 1957- Fransız sinemacı Renoir'ın traji-komik kavrayış
gücünü geliştirir; “Polonya Stalincilerinin savaş sonrası acımasız darbesine
karşı trajikomik bir birlik hareketine girişen Polonya askerlerinden kalanların
modası geçmiş romantizmini acı bir şekilde iğneler. Hitler’e boyun eğen
romantizm, Stalin’e de boyun eğer.”
(ORR, 1997:46)
Wajda bu kez Stalin’e boyun
eğen romantizmi anlamamızı sağlar.
147
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
8. TARİHİN AKIŞINDA ROL ALAN FİLMLER
Benim için her film bir tür yaşam gibidir ve ben bu yaşamı sevgi ve duygu yüklü
olarak yaşarım. Sinema yapmayı sürdürüyorum, çünkü yaşamı sürdürüyorum.
Bu arada hem dünyayı, hem de kendimi daha iyi tanımaya çalışıyorum.
Francesco Rosi
Tarihin akışında rol alan
ya da izleyicilerin gerçeklerle ilgili düşüncelerini
yönlendirebilecek filmler var mıdır? James Monaco'nun da altını çizdiği gibi
“bir yandan filmin biçimi devrimcidir, diğer yandan içerik, çok sık olarak
geleneksel değerlerin tutuculuğuna sahiptir. İkincisi, sinemanın politikası ile
reel yaşamın politikası öylesine birbirine geçmiştir ki genel olarak neyin neden,
neyin sonuç olduğunu ayırt etmek olanaksızdır” (MONACO, 2002, 223)
Monaco’nun açıklaması yukarıdaki sorunun yanıtını saptamayı zorlaştırsa da,
tarihsel olayları konu edinen birçok filmin izleyiciyi etkilediğinin örnekleri çok
sayıda gösterilebilir: Daha önce de sözü edilen “Cezayir Savaşı” ve “Cemile”
filmine daha yeni dönemden Oliver Stone'un “JFK” ve “Nixon” ya da
Spielberg'in “Schindler'in Listesi” filmleri eklenebilir; bu son filmler olaylardan
çok sonra yapıldıkları için belki geridekilerin hatırlanması kadar-üzerinde
yeniden durulmasını sağlamada etkili olmuşlardır.
Ancak Jean Claude Carrier gibi bu konuda farklı düşünenlerin de olduğu
gerçektir: “Tarih diye bildiğimizi sandığımız gerçeklerin herhangi bir biçimde
sorgulanması, bizlerin inançsızlığına bir darbe indirir” düşüncesindedir. Ona
göre bazı insanların milliyetçi duygularının yanlış yönde etkilenmesi olasıdır.
“Tarih, bizler için kutsaldır. Bu topraklar tekrar tekrar sürülmemelidir. Ayrık
otları ayıklanmamalıdır”
(CARRİER, 1997:139)
düşüncesiyle bir anlamda eleştirel
tarihsel film anlayışına karşı çıkar.
148
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Ancak, filmlerin tarih değişikliğine yol açtığından çok, izleyicinin kararları ve
kültürel kimliği açısından bir değişikliğe uğrattığı örnekleri zaman içinde
bulunulabilir.
Mussolini ya da Nazilerden önce, Sovyetlerin (Troçki, Lunaçarski) sinemanın
etkin/propaganda silahı olarak üstlenebileceği rolü keşfettiği gerçektir. Marco
Ferro,
Troçki'nin
“Buna
sarılmamız
gerekir”
diye
yazdığını,
bizzat
Lunaçarski'nin 1918 yılında aydın burjuva ile işçi sınıfı arasındaki
yakınlaşmanın zorunluluğunu gösteren bir filmin hikâyesini yazdığı saptanır.
Gerçekten
de
Sovyet
rejiminin
ilk
filmlerinden
biri
olan
“Elele
Vermek/Uplotnenine”in senaryosunu Kültür Bakanı Lunaçarski yazmış, henüz
devrime uyum gösterememiş profesör, karısı
ve oğlunun yaşanan olaylar
sonucu, hem evlerini hem de yüreklerini bir işçi aileye açmasını -oğlan işçi kıza
aşık olur-
hikaye etmiştir. Josef Stalin döneminde Birinci Sovyet Yazarları
Kongresi’nde Sovyetler Birliği’nin resmi sanatsal üslubu olarak açıklanan, başta
Eisenstein ve Vertov’un temsil ettiği “modern” tüm yönelişleri sona erdiren
“Sosyalist Gerçekçi Sanat”tan
sinemada beklentiye uyan S.-G. Vasiliev
kardeşler gibi yönetmenler, onların
“Çapaev (1934)” gibi filmleri öne
geçecektir.
Sinema yazarı Roger Rosenblatt, Chaplin’in başta Almanya bir çok ülkede
gösterilmesi engellenen “Büyük Diktatör” filmiyle 20 yüzyılın en tehlikeli
adamı Hitler’deki gülünç zavallılığı cesaretle ortaya çıkardığını vurgular. Ama
daha önemli olanın altını da çizer: “Unutulmaması gereken bir şey daha var; yıl
1940 yılıydı ve Amerika'da halen Henry Luce ve Henry Ford gibi birçok Hitler
yanlısı yaşıyordu. Yine de filmin zamanlaması müthişti.”
Ernst Lubitsch’in Hollywood’da çektiği (1939) ve Greta Garbo’nun oynadığı
Ninotchka’nın İtalya'da 1948 seçimleri etkilediği bazı kaynaklarda yer almıştır.
Şöyle ki, 1948 yılında İtalyan Komünist Partisi, üyelerinin savaşta ve öncesinde
149
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
gösterdiği yurtseverlik ve kahramanlıkların bıraktığı izlerle demokratik yoldan
işbaşına gelecek bir oy-sempati potansiyeline sahiptir. Amerikan politikasını
etkileyecek ve gelecekte sonuçlarının nereye dek ulaşılabileceği kestirilemez bu
gelişmeye “Ninotchka” filmi acilen İtalya'da gösterime sokularak müdahale
edilir. Ninotchka ne anlatmaktadır? Sovyetler Birliği hükümetince Paris’e
gönderilen üç yoldaş kısa zamanda Paris’in bohem havası içinde zevkli yaşamı
ve eğlenceyi keşfederler. Birkaç gün sonra Çarlık Rusya zamanında Paris’e
getirilen değerli taşların ülkesine geri verilmesi sağlamak göreviyle gelen
Ninotchka (Greta Garbo) Sovyet devrim rejimine sıkı bağlıdır. Ama Paris’teki
yaşam ve sunduğu olanaklar, üstelik Paris’li bir gençle yaşadığı aşk onu da
değiştirir.
Ninotchka, Greta Garbo efsanesinin yardımıyla beklendiğinden çok daha fazla
ilgi görecek, gelecekte bu seçimle ilgili CIA rolü varlığı araştırıldığında, bir
eski komünistin bu olay için “bizi asıl yıkıp geçen demokratlar değil,
Ninochka'ydı” ironik saptaması yaptığı görülecektir.
150
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
Ama Raoul Walsh'ın yaşadığı “doğrudan tarihsel olayı geciktirmesi” örneği
kolayca rastlanır değildir. Yakın dostu oyuncu Anthony Quinn'e anlattığı öykü
delikanlılık yıllarında, “Savaşın kendi görüş açısından gelecek kuşaklara
kazandırılması amacıyla” çatışmaları filme alması için Meksikalı devrim lideri
Pancoho Villa tarafından çağrılan Walsh'ın başından geçmiştir.
Walsh,
Villa’dan, Zacatecas kentine karşı girişeceği saldırıyı ertelemesini istemiştir.
Villa zaferin çok kesin olduğu bir anda, bu sinemacının neden böyle şaşırtıcı bir
istekte bulunduğunu ilk başta anlayamamış,
“Sen neler söylüyorsun, çılgın
Gringo?” diye sormuştur. “Benim ordum yarın sabah büyük bir utkuyla kente
girecek?” Yönetmen, “Bu utkuyu filme almaktan daha önemli iş olmaz elbet”
yanıtını verir “ama kameramda film kalmadı.” Villa bir süre düşünür, “Yeni bir
filmin gelmesi ne kadar zaman alır?” diye sorar. “Film Cumaya burada olur,”
yanıtını verir Walsh.
Bu olayı aktardıktan sonra ekler Anthony Quinn, “Villa, böylece, belki de savaş
tarihinde ilk ve son kez, geleneği bozarak bir sinema yönetmeninin ‘ateş’ emri
vermesine izin vermiş oluyordu.” (QUİNN, 1995: 197) görüşünü aktarır,
Halk hikayeleri gibi filmlerin de tabuları tanımladığı ve bunların açımlanmasına
yardım ettiği görülür. James Monaco’nun sözleriyle, şu açıklama uygun
olacaktır: “Neden-sonuç ilişkisi belirttiğimiz gibi net değildir, ama Amerika'daki
60'ların devrimci benzeri adetlerin ikisi de dikkate değer ölçüde isyankar olan
1950'lerin iki ana star kişiliği -Marlon Brando ve James Dean- tarafından 5
yıldan fazla süre önceden haber verdiğini belirtmek ilginçtir.”
Benzer öngörüye başka filmler de katılabilir. Örneğin, Jean-Luc Godard “La
Chinoise/Çinli Kız” (1967) filmi ile dönemin kültürel ve politik yönelimlerinin
oldukça ilerisindedir. Film, gençlik kuşağı kültürü üzerinedir ve yapılmasından
bir yıl sonra -kendini 1968 Mayıs olaylarının öncülüğünde bulan- Nanterre
Üniversitesi öğrencilerine odaklanmıştır.
151
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
Jean-Luc Godard: “La Chinoise/Çinli Kız”
Önceki filmi “Masculin-Feminin”de olduğu gibi, gençliğin kentinde artık bir
turist değildir, keşfetmenin bir aracı olarak “gerçekliği” kullanmada ısrar eder.
Bu nedenle Brecht’ten “realizm şeylerin nasıl gerçek oldukları üzerine değil,
ama gerçekten nasıl oldukları üzerinedir” tümcesini aktarır, revizyonizm,
devrim, siyaset vb. üzerine sorular sorar, gerçeklik üzerine açıklamalar yapar:
- Doğru bir siyaset uygulamıyorsan, yanlış siyaset uyguluyorsundur. Bilinçli
uygulamıyorsan da körü körüne uyguluyorsundur. Mesela o tabakları niye
yıkıyorsun? - Temiz olsunlar diye. -Tamam işte Yvonne, her şeyi anlamışsın. Yani 1967 yılının Fransa'sı da biraz kirli tabaklar gibi mi? - Evet. (...) - Bir
sorunu tek bir yönüyle değil, farklı yönleriyle ele almamız gerek. (...)Sanat,
görünür olanı yeniden üretmez.O görünür kılar. -Ama yine de estetik etki hayal
ürünüdür.- Evet, ama o hayal ürünü olan şey gerçekliğin yansıması değildir.- O
yansımanın gerçekliğidir.
Sonuçta “La Chinoise/Çinli Kız” bu filmle propaganda yapmadığı, mücadeleye
zaten bağlanmışlar için Brecht tarzında Lehrstücke (öğretici parçalar)
152
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
oluşturmaya yöneldiği yeni dönemin filmi olacaktır. Ve Çinli Kız filmi
Monaco’nun belirttiğince iki kesin karşıtlık üzerine odaklanacaktır: “Birincisİ,
eski Fransız solunu o dönemde Yeni Soldan ayıran çok önemli bir tartışma
konusu olan şiddet sorunudur. İkincisi, grupçuk içindeki dayanışma ve
sağlamlığın nasıl başarılacağıdır. Bu sorun 1968 başkaldırısını izleyen yıllarda
solun en temel sorunsallarından biri olacaktır” (MONACO, 2006: 185) Gelmekte olan
68 olaylarını Godard bu filme yansıyan öngörüyle haber vermiş olacaktır.
Yusuf Şahin'in “Serçe” adını taşıyan filmi, insanı canından bezdiren ve görevini
doğru dürüst yapamayan bir bürokrasi tarafından temsil edilen Nasır
diktatörlüğünü eleştirir ve 1967 bozgun nedenleri üstüne sorular yöneltir.
Filmden sonra, izleyicinin sokağa döküldüğü saptanır. Yusuf Şahin filmle ilgili
olarak “Afrique-Asie” dergisi sinema yazarı Guy Hennebelle'e şunları söyler:
“karanlık dönemlerim dışında, filmden filme düşüncelerim ara vermeden
ilerledi. Çok uzun süre bulanık fikirlere sahiptim...Siyasal gelişmem çok ağır
biçimde oldu. Ülkemizin şimdi bulunduğu durumu aydınlıkla inceleyen eserlerin,
Mısır üstüne çeşitli okumaların yardımı da oldu bana.”
Oliver Stone'un JFK filminin gösteriminden sonra JFK 'yı tartışma masasına
yatırdığı ve onun Şikago mafyasıyla ilişkisinden, Castro'yu mafya silahşorlerine
vurdurtmayı planlamasına dek gizli ya da yüksek sesle söylenemeyen gerçekleri
gündeme taşıdığı bilinir. Stone bu konuda şöyle demiştir: “1991'in Mayıs'ında
daha çekime başlayalı birkaç hafta olmadan JFK'nın bir film değil bir ulusal
güvenlik sorunu olduğunu anladık. Washington Post gazetesi benim JFK
cinayetini çarpıtıp sömürdüğümü yazmıştı bile. Bunu yaparken de benim daha
sonra altı kez değiştireceğim ilk senaryo
taslağıma dayanıyorlardı.
WashingtonPost'u tarihi çarpıttığımı iddia eden Chicago Tribune ve Time
dergisi izledi.”
153
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
John F. Kennedy suikasta uğramadan kısa bir süre önce: 22 Kasım 1963
JFK suikast olayı birçok soruların sorulmasını gerektirmektedir, Stone'da tarihin
eski Yunancada “historia”, yani araştırma anlamına geldiğini belirterek (Ocak
1992) “Herhangi bir sanat biçimi bir olayı yeniden keşfetme hakkına sahiptir”
demektedir. Stone'un tezi şudur: “Kennedy'nin öldürülmesi ile ABD'nin berbat
bir duruma düşmesinin çakışmaları bir rastlantı değildir. 22 Kasım 1963 tarihi
içerdeki düşmanın ülkenin geleceğini halk ve onun seçilmiş temsilcilerinin
elinden aldığı tarihtir. “
SONUÇ
Günümüzde, tarihsel filmlerin Hollywood tarzı popülerliğinin artışı,
bir
zamanlar için umut edişin ya da Hollywood mitlerini etkisizleştirmenin sineması
olan “üçüncü sinema” vb. yeni sinemaların çok az filmle bu savaşıma
katıldığının da göstergesidir. Oysa James Monaco'nun da saptadığınca, 1970'li
yıllarda Fernando Solanas ve Octavio Getino yayınladıkları bir manifestoda
“birinci sinema” -Hollywood ve taklitçileri ile “ikinci sinema”nın- Yeni dalga
ya da “auteur”lerin son derece kişisel stili- “üçüncü sinema”yı doğuracağını, bu
154
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
sinemanın sistemin asimile edemeyeceği ve onun gereksinimlerine yabancı olan
ya da doğrudan ve açıkça sistem ile kavga etmek üzere yapılmış filmlerden
oluşan bir özgürlük sineması olacağını öne sürmüştü. Kaldı ki bu anlamda bir
başlangıç filmi Kızgın Fırınların Saati’ni (La Hora de los Hornos, 1968)
yapmışlardı. Getino’ya göre bu film “özgür olmayan bir ülkede de özgürlük için
siyasal savaşım sürecini destekleyen bir filmi üretmenin ve dağıtıma sokmanın
mümkün olduğunu” göstermiştir o günlerde...
“Üçüncü bir sinema”nın beklentileri, yoğun örnekleri olmasa da, Solanas ve
Getino’ya göre “özünde politik ve sistemin ideolojisinin sözcüsüdür.”
Hollywood sineması-hayal fabrikasına özel olan eğlence terimini sorgulayan ve
kendini radikal bir çizgiye taşıyan sinemacılar, filmleri ortaya çıkabilmiş midir?
Ya da Jean Luc Godard’ın “Doğu Rüzgarı” filminin ortalarına doğru Brezilyalı
sinemacı Glauber Rocha’ya simgesel bir sekansla sorduğu gibi, “Sınıf
mücadelenizi böldüğüm için özür dilerim, ama bana politik sinemaya giden yolu
gösterebilir misiniz?” sorusunun yanıt verilebilmiş midir? Gerçi, Rocha filmde
önünde, arkasında ve sonra solundaki yolları işaret eder ve şöyle der: “Bu yol
estetik serüven ve felsefi araştırma sinemasıdır, bu yol ise Üçüncü Dünya
sinemasıdır-tehlikeli bir sinema, kutsal ve olağanüstü.”
J. L. Godard’ın yeni içerik-biçim için “sinemayı imha etmek” için çağrıda
bulunduğu o anda, Rocha “Brezilya ve Üçüncü Dünyanın geri kalanında
sinemayı var etmek” düşüncesindedir.
Yine de beklentinin ruhunu duyumsatan Fransa’da Costas Gavras'nın (ZÖlümsüz, 1969, Sıkıyönetim, 1973), İtalya'da Francesco Rosi'nin (Salvatore
Guiliano-Talihli Gangster, 1962; The Mattei Affair-Mattei Olayı, 1972) ya da
ABD'de James Bridges’ın (The Chine Syndrome/Çin Sendromu, 1979) gibi
filmlerden söz edilebilir. Ancak bu özel örnekler dışında Hollywood tarzı, onun
izinde bir sinemanın sunacağı fazlaca farklı-yeni bir şey olmayacaktır.
155
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
James Bridges: “The Chine Syndrome/Çin Sendromu”
Tarihi farklı okuma ve değerlendirmede yol gösterici Brecht epik kuramından
yola çıkan ve diyalektik bir sinema için çaba gösteren, “Godard’ın yaptığı gibi
düşüncenin eski modellerini yıkan ve ayrı görülmeye alışılmış tinin, toplumun,
ekonominin, felsefenin, kültürün, sinemanın ve mantığın alanları arasındaki çok
yakın ve doğrudan karşılıklı bağıntıları gösteren bir analiz, yaratacı”lığın
(MONACO, 2006: 243)
peşine düşen sinemacının sayısı da sınırlı kalmıştır. Karşısında
geçmişinden büyülenmenin dışında artık büyü üretemeyen bir sinemanın
varlığını kabul etmek; tarihsel olan filmler için bile geçmişin-nostaljik
büyüsünden
kurtulabilmek
önemli
zorluklar
taşımaktadır.
Günümüzde
izleyicinin karşısına çıkartılan tarihsel olduğu savındaki filmlere bakılarak bu
zorluğun nasıl olduğu kolayca saptanabilir.
(*) Bu yazı, tarih ve sinema ilişkileri kapsamında diğer konu başlıklarıyla
bütünlenen “Sinemada Tarihin Görüntüsü” başlıklı
kitapta genişletilmiş
biçimiyle yer alacaktır.
156
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Prof. Dr. Oğuz MAKAL
KAYNAKÇA
BAUDRİLLARD, Jean (1988), Metinler, Çev: Oğuz Adanır, Ajans Tümer Yayınları,
İzmir,
BENJAMİN, Walter (2001) Son Bakışta Aşk, Metis yayınları, İstanbul
BRECHT, Bertolt, Sinema Yazıları (1977), Çev: B. Onaran, Y. Salman, Görsel yayınlar,
İstanbul
BRECHT, Bertolt, (1987), Sanat Üzerine Yazılar, Çev: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi,
İstanbul
CARR, E.H (1987), Tarih Nedir, İletişim Yayınları, İstanbul
CARRİER, Jean Claude (1997), Sinemanın Gizli Dili, Der Yayınları, İstanbul
CASTORİADİS, Cornellius (1995), “Entelektüeller ve Tarih”, Cogito, Barış ve Savaş,
sayı 3, Kış 1995
COLLİNGWOOD, Robin George (1996), Tarih Tasarımı, Gündoğan Yayınevi, İstanbul,
ELSAESSER, Thomas (1990), “Hollywood Berlin” (Sight and Sound), Çev:
Konuralp, 25 Kare, sayı. 27
Sadi
FERRO, Marc (1995), Sinema ve Tarih, Çev: Turhan Ilgaz, Hülya Tufan, Kesit
Yayıncılık, İstanbul
LEBLANC, Gérard (1972), "Lutte idéologique en Luttes en Italıe," VH 101, No. 9
MACBEAN, James Roy (2004), “ Fırınların Saati: “Alevlerden Başka Bir Şey
Görmesinler”, Sinemasal, Güz
MONACO, James (2006), Yeni Dalga, +1 Kitap, Çev: Ertan Yılmaz, İstanbul
ORR, John (1997), Sinema ve Modernlik, Ark Yayınevi, Ankara
OSKAY, Ünsal (1984), “Kahraman ve Tragedya açısından Lukacs, Brecht ve
Benjamin”, Yazko Çeviri, Mart-Nisan
OSKAY, Ünsal (2000), “Tarih’e Doğru Dürüst Bakmak ve Nostaljinin Katkısı”, Varlık,
Eylül
OSKAY, Ünsal (1982), “Walter Benjamin’de Tarih, Kültür ve Fantazya”, Estetize
Edilmiş Yaşam, Dost Yayınları, Ankara
QUİNN, Anthony (1995), Tek Kişilik Tango, Çev: Hilmi Artan, İnkilap Yayınevi, İstanbul
MACBEAN, James
Yayınları
Roy ( 2006), Sinema ve Devrim, Çev: Ertan yılmaz, Kabalcı
MONACO, James (2002), Bir Film Nasıl Okunur, Çev: Ertan Yılmaz, İstanbul,
PEZZELLA, Mario (2006), Sinemada Estetik, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara
TRAVERSO, Enzo (2005), Le passé: mode d'emploi. Histoire, mémoire, politique, La
157
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 132-158
Sinemada Tarihin Etki Alanı
Fabrique éditions, Paris
WAJDA, Andrej (1986), Sinema Ve Ben, Çev Füsun Anıt, Afa Sinema
YILMAZ, Ertan (1993), Jean-Luc Godard, Gece Yayınları, Ankara
158
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 132-158
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
MODERN ROMANIN DEĞİŞİMİ: ANLATIDA
ÖZNENİN DÖNÜŞÜMÜ
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
[*]
ÖZET
Edebi anlatı, hikayenin temsil ve tanıklık ettiği çağ ile birlikte eşzamanlı olarak dönüşüm geçirir.
Modern romanın prototipi sayılan Odysseus destanında kahraman, geleneksel epik anlatının zaman
ve mekan kalıplarını zorlamış, öte yandan yeni ve çok boyutlu bir kahraman türünün ve temas
edilebilir bir anlatı evreninin, kısacası modern roman kurgusunun da habercisi olmuştur. Bu, anlatıda
“birey-ben”in ortaya çıkışıdır. Oysa yirminci yüzyıl romanında bir başka dönüşüm meydana gelir:
Öykü anlatma biçimlerinde köklü farklılaşmalar, zaman ve mekan yanında kahramanı da birbirinden
farklı seslere, kimliklere ve boyutlara bölmektedir. Romandaki değişim, onun içinde ortaya çıktığı
çağın ruhunun değişimiyle açıklanabilir; çünkü roman, öyküyü esinleyen kentin “parçalı bütün”
özelliğini, yani “şimdi”yi taklit etmektedir. Böylece kahramanın yolculuğu, tıpkı bir labirenti andıran
kentte, kendini aramaya, her an başkalaşmakta olan bir “ben”in izini sürmeye dönüşür. Çalışmanın
son kısmında, Kara Kitap, Yeni Hayat ve Benim Adım Kırmızı isimli üç Orhan Pamuk romanı,
yineledikleri ana temalar, kahraman, zaman ve mekan unsurları ile birlikte anlatıdaki değişimi
görünür kılmaları nedeniyle ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Edebi Anlatı, Roman, Zaman, Mekan, Birey, Kent
ABSTRACT
The literary narration transforms simultaneously in which the era the story represents and witnesses.
The hero in Odysseus epic, which is accepted as the prototype of modern novel, had forced the
forms of time and space of traditional epic narration and on the other hand it had been the indication
of a type of multi dimensional hero, the touchable narrative cosmos, and finally the fiction of
modern novel. This is the appearance of “individual” in the story. However another transformation
occurs in 20th century’s novel: The radical differentiation in the forms of story-telling divides not
only time and space but also the hero into different voices, identities and dimensions. The
metamorphosis of novel can be explained with the change of the spirit of the age in which the novel
emerges; since the novel inspires the “divided totality” character of the city, in other words it
imitates the “present”. Thus the journey of hero in a city which resembles a labyrinth, turns into the
investigation of the “self” and the chase of the “self” which metamorphoses at any moment. In last
part of the article the three novels of Orhan Pamuk which are “The Black Book”, “The New Life”,
“My Name is Red” are touched upon with their repeated elements of main motives, hero, time and
space in order to render the transformation of narration apparently.
Keywords: Literary Narration, Novel, Time, Space, Individual, City
[*]
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İletişim ve Tasarım Bölümü
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
GİRİŞ
Hiç kimse İle Özne Ben Arasında Bir Odysseus
Edebi anlatı, başlangıçta bireysel yaratıcılığın değil, kolektif bir düş gücünün ve
hafızanın ürünüydü ve aktarımı da yine kolektif bir eyleme, anlatan-dinleyen
etkinliğine dayanıyordu. Biçimsel olarak sözlü anlatı, yeryüzünün neredeyse her
yerinde benzer kalıplara ve işlevlere indirgenmiş karakterlere ve olaylar
zincirine sahiptir ve gelişimini tamamlamış epik anlatı biçimleri yaratmıştır.
Odysseus, bir yandan masalsı anlatı kalıplarının içinde tutsakken, öte yandan bu
kalıpların dışına çıkmaya başlayan, şaşırıp yolunu yitirdiği yolculuğunda
yazgısıyla didişmeye ve "ben" olmaya başlayan roman kahramanını da önceler.
Odysseus’un kimliğinde, teslim olmayan, inat eden, kurnazlıklarıyla tanrıları
mat eden kahraman olarak serüven kişisi, yiğitliğinin yanında akıl ile
donanmaya başlamış olarak karşımıza çıkar.
Odysseus ile, birey olma yolundaki kahramanda belli belirsiz bir “ben”in ortaya
çıkmaya başlar. Her defasında tanrılarla didişen, onlara güvenmeyen, kandıran
veya kavga eden “söz dinlemez” Odysseus, böylece epik ile roman arasında
önemli bir yere yerleşir. Çünkü o, yolunu yazgısının değil, karşı koyma
direncinin gerilimiyle, yani "ben" olmanın gerilimiyle şaşırır ve serüven, bir
labirentte dönüp durmaya, yolunu aramaya dönüşür. Ama bu yeni "ben"lik,
mitlerin kolektif bir varoluşu temsil eden kahramanından, “tanrısal öğe karşısına
insani öğeyi koyarak” ayrılsa da, modern anlatı biçimlerindeki kendi serüvenini
kendisi yaşayan “birey-ben”den hala çok uzaktır. (Lukacs, 2003: 40)
Poseidon'un oğlu Tepegöz'ün biricik gözünü kör eder ve adını ondan bir söz
oyunu ile saklar. Aldatmakla yok olmak arasında iki tercihi vardır. Adını soran
Tepegöz’e, Odysseus yerine, Grekçede “hiç kimse” anlamına gelen “Udeis”i
verir ve “aslında özne Odysseus, özneyi özne yapan kendi kimliğini yadsır ve
160
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
hayatta kalmak için “hiç”liğe intibak eder.” (Horkheimer ve Adorno, 1996: 8086) Çünkü “ben”lik ile “hiç”lik arasında gidip gelen kahraman, bulunduğu
yerden gideceği yolu kendisi seçmeye henüz cesaret edememektedir.
Anlatı Zamansallığı ve Modern Romanın Bireyi
Masalsı anlatı ile romanın ayırt edici temel özelliklerinden biri de
zamansallıklarıdır. Masalsı anlatıda öykü, onu dinleyenlerin zamandaş oldukları
"bugün"e ait değildir, belirsiz bir geçmişten söz eder. Bu, henüz temas edilebilir
bir dünya değildir, böyle bir dünya ise ancak, anlatı zamansallığındaki radikal
değişimle, yani roman türünün ortaya çıkışıyla mümkün olabilecektir.
Hegel’in geliştirdiği roman teorisinden yola çıkarsak, modern roman için iki ana
ölçüt belirleyebiliriz: 1. Roman kahramanı destansı anlatının kahramanı gibi tek
boyutlu değil, olumlu ile olumsuzu, "yüce" ile "bayağı"yı, "ciddi" ve "gülünç"ü
bir arada taşıyan çok boyutlu bir kahramandır. 2. Kahraman tamamlanmış,
gelişmeyen bir kişi de değildir, değişmekte olan bugün ile, değişen ve temas
edilebilir zaman içinde, eyleyen bir özne kimliğine sahiptir. (Bakhtin, 2001:
173) Örneğin ilk modern roman örneği sayılan Don Quijote’de kahramanımız,
kafası geçmiş çağların kahramanlık öyküleriyle dolu olarak sanki kendi öznel
zamanı içinde yola çıkar ve yolculuğu, bu öykülerin yaşayabilecekleri bir
dünyanın artık var olmadığını öğrendiği “şimdi”nin sınırları içinde son bulur.
Çünkü onu serüvenlere sürükleyen şövalye romanlarındaki dünyanın yerinde,
başka ve gerçek bir dünya vardır. (Foucault, 1991: 79-81) Bu, "şimdi"nin
tamamlanmamış ve her an başkalaşmakta olan dünyasıdır; Don Quijote muğlak
ve tamamlanmamış bir dünyada kafasındaki mutlak dünyanın sezgileriyle
dolaşır ve yanılgıya düşer, bu yanılgılar bir yandan mizahın kuruluşuna aracılık
ederken, romanın alaycı dili “şimdi” üzerindeki sahte gerçeklik katmanlarının
alaşağı etmeye yeten eleştirel bir dil de edinir.
161
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
“Birey”in, anlatıda kendi kaderiyle kendi zamanı içinde değişime uğrayan
kahraman olarak belirmeye başlayan varoluşu, modern roman için gerekli bir ön
koşuldur.
Epik
kahramanın
şaşırtmayan
tek
boyutluluğundan,
roman
kahramanının çok boyutluluğuna geçişte, anlatı evrenindeki biçimsel ve özsel
değişim, kahramanın öyküsüne kaynaklık eden dünyanın değişimine bağlı
olarak kahramanın fiziksel olduğu kadar içsel yolculuğunda da dönüştürücü bir
hız kazanmaya başlar.
“Şimdi”nin diliyle bir araya gelen anlatan, okuyan ve kahramanın aynı zaman
düzleminde yer alması, değişim halindeki dünyanın anlatıda gerçekçi olarak
resmedilmesine, soyutlamaların metinselliğe bağlı olarak derinleşmesine yol
açmış, anlatı zamansallığındaki değişim, insan zihinselliğindeki değişimle eşanlı
olmuştur. Romanın zamansallığı, doğrudan bir “şimdi” ile ilişkilidir ve
kahraman da, bu değişim halindeki dünyanın çekim gücüyle hareket eder.
Dahası yazar, okur ve kahraman, temsil edilen dünyayla açıkça iç içedir.
(Bakhtin, 193-197) Bu iç içelik, öncülüğünü Dickens, Dumas, Hugo, Sue gibi
Avrupalı yazarların yaptığı 19. yüzyıl tefrika romanlarında çok daha net olarak
gözler önüne serilir: Artan okuryazar kitlesinin ilgisini canlı tutabilmek için
yazarlar, sayısız karakterin birbiriyle çelişmeden bir arada bulunduğu
anlatılarını, okurların günlük tepki ve taleplerine göre de biçimlendirmişlerdir.
Birey-ben, bağımsız bir “düşsel kahraman” olarak bile var olamadığı bir
toplumsal yaşamdan ve onun anlatı biçimlerinden, bireyin öneminin arttığı
burjuva toplumuna, “hiç yaşamamış gibi yaşayan” değil, yaşayan, müdahale
eden, acı ve kederin yanında, eğlence ve hazzı da bilen, isteyen, düşleyen ve
yeniçağın düşünselliğine bağlı olarak her baktığı şeyde nedensellikler ve akli
bağlar arayan, daha dünyevi bir insan türünün ortaya çıkmasıyla anlatılarda
yerini alabilmiştir.
162
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
Roman, epik’in “mesafelendirilmiş” geçmişi yerine, “Yeni Hayat” ve “Yeni
İnsan”ın “şimdi”sinde, aklın insan hizmetine sunulduğu ve değişimine tanıklık
ettiği yeni kent yaşamının ve onun yeni insanının izlerini kaydetmektedir
sayfalarına: İnsan, Benjamin’in deyimiyle, Olympos Dağı’ndaki tanrılar için
değil, şimdi kendi kendisi için bir seyirlik malzemeye dönüşmüştür. (Benjamin,
1998: 70)
Aydınlanma, “birey”i yüceltirken, “kişisel onur”u da bireyin temel haklarına
dahil etmiştir. Kahraman kimliği sahici bir "ben"dir artık. Romanın gösterge ve
anlamları, olaylar ve nedensellikler, kahraman kimliğinde bir araya gelirken,
roman kurgusunda hem kahramanı hem dünyayı iç içe geçmiş, sıkışık bir
"mikrokozmos"a dönüştürmüştür. (Belge, 1998: 234)
Modern romanın kahramanı da, aydınlanmanın "ilerlemecilik" ülküsü gibi, hızla
ileri atılmış, buharlar saçarak ilerleyen bir lokomotifi andırır. Kahraman sanki,
hızla akıp giden bir şeyleri yakalamak, çağın başkalaşımına “kendi” olarak
katılmak ister. Bu arzulu hamlecilik, onun anlatı süresince hızlı değişiminin
yanında, trajik olanla da bir solukta karşılaşmasını gözler önüne serecektir. Ama
öte yandan, “karşı konulmaz türdeşleştirici etkileriyle”, gündelik yaşam
ölçüsüzce hızlanmıştır. Daha, özerk bir kimlik oluşunu yeni yeni duyumsamaya
başlamış olan "birey"in izleri, çoktan modern kentin kalabalığında silinmeye
başlamıştır. (Benjamin, 1998: 120)
Kent: Aynalar Labirentinden Doğan Parçalı Bütün
Kentteki çok boyutluluk ve çelişkilerin, benzemezliklerin yarattığı gerilimin,
aslında görünenin herkes için aynı olmadığını göstermesi açısından, Dickens’in
İki Şehrin Hikayesi’nin girişinde yazdıkları ilginçtir: “Tüm zamanların en
iyisiydi bu... en kötüsü de! Bilgeliğin Çağıydı. Aptallığın çağıydı. İnançların
dönemiydi. İnançsızlığın da. Mevsim Aydınlığın mevsimiydi. Mevsim karanlığın
163
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
mevsimiydi. Umudun baharını, umutsuzluğun kışını yaşıyordu. Her şey
geleceğindi. Gelecek hiçlikti. Hepimiz Cennete gidiyorduk; ya da tersine,
Cehenneme.” (Dickens, 1994: 5) Bu, Dickens’in “Çağ” dediği şeyin, bir başka
açıdan ‘zamanın ruhu’nun görselliğidir; her fotoğraf gibi uygarlığınki de kendi
“arabı”na, yani aynalar oyununun labirenti kente işte ancak bu kadar
benzemektedir. Kent ve insan, birbirinden beslenen, hem tamamlayıcı hem de
ayrımlayıcı iki temel kurguya dönüşmüştür. Kent, zenginliğin, soyluluğun ve
bilimin gücü yanında, hastalığın, sefaletin ve düşkünlüğün de omuzlarında, bir
arada yükselir. “Kentsel alan” sınıflandırılmış “ayrımlayıcı göstergeler”
alanlarına bölünmekte, yeniden üretilen anlamların “derinlemesine” boyut
kazandığı, “devasa bir ayıklama ve sınırlama” bütünlüğüyle karşımıza
çıkmaktadır (Baudrillard, 2002: 123).
Italo Calvino, Görünmez Kentler’inde isimlerini kendi uydurduğu ellinin
üzerinde kenti, Marco Polo'nun ağzından, yaşadığı kentten başka yer görmemiş
Kubilay Han’a anlattırır. Bu kent adları Diomira, İsidora, Dorotea, Zaira,
Anastasia, Tamara, Zora, Despina, vd. gibi yeryüzünde tarihin ve coğrafyaların
pek çoğuna göndermeler yapan, kadın adlarıdır (Calvino, 1990). Kentler, daha
isminden başlayarak, kahramanın yalnızca hayaliyle avunabileceği bir arzu
nesnesine dönüşmüştür. Anlatının sonunda, aslında anlatılan her bir kentin,
sanki bir resim paletindeki boya katmanları kadar çoğalmış ve üst üste gelmiş,
yine aynı kentin katmanları olduğu hissini ediniriz. Anlatılan, parçalara ayrılmış
ve “şizoidçe” algılanan, modern kentin üst üste binen, çok olanaklı ve herkesin
bir başka katmanının zamanını ve mekânını algıladığı parçasıdır.
Calvino, çağımızın parçalarıyla birbirine değmeyecek kadar uzak gibi duran,
ama bir o kadar da iç içe geçmiş olan kentini öykülemiştir. Göstergeler çoğalıp
parçalara bölündükçe, “kent imgesi aynı çerçevede bir araya gelir ve var olmaya
başlar” (Calvino, 1990: 29).
164
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
Geleneksel roman biçimlerinden belirgin bir kopuşun görülebileceği yeni
anlatılarda kent, hem kaynaşıp hem bulanıklaşan pek çok olanaksız parçayı bir
araya getirirken, bütünlüklü bir yapı sergilemez. Bir imgeler bolluğu içinde
yaşayan kahraman, imgelere bölünmüş ve bir aynalar oyununun yarattığı
yansımalarla çoğalmış bir dünyada yaşamaktadır (Calvino, 1991: 76-77).
Biricikliğin peşindeki kahraman için kent dokusu, parçalara bölünmüş bir
"sınavlar labirenti"ne dönüşünce, kahraman da, seyrelip parçalara bölünür.
Çünkü roman gerçekliği, tıpkı Uzakdoğu resimlerinde görüntünün aynı anda
birkaç başka açıdan ve bir arada resmedilmesi gibi, birçok gerçekliğin farklı
katmanlarından meydana geldiği iddiasındadır.
Kahramanın Uçucu Bir Benlik Peşindeki Yolculuğu ve Geleneksel
Anlatıda Ayrışma
J. L. Borges, panteist bir din bilimciye dayanarak, yeryüzünde ne kadar İncil
okuru varsa, o kadar da İncil olduğunu, bir Musevi din adamının buna, ‘tanrının
kutsal kitabı, her kulu için ayrı ayrı yazdığını’ eklediğini söyler. (Borges, 1994:
81) Baktığımız ve bizi her gün yeni baştan yapan dünya gibi, romanın dili de
çoğalır, dillere bölünür. Faulkner'in Döşeğimde Ölürken romanında, anlatı
öznelere, anlatı dili monologlarla öznel tarihlere dönüşürken, gerçeğin
göreceliliği öne çıkar. Aynı olayın pek çok farklı bakış açısıyla ve geri
dönüşlerle anlatıldığı bir diğer örnek, Japon yazar Ryunosuke Akutagawa'nın
Ormanda adlı öyküsüdür. Bir samuray öldürülür, samurayın karısı, bir haydut,
bir oduncu, bir polis, hatta bir medyum aracılığıyla konuşan ölmüş samurayın
ruhu bu olayı mahkemede, diğer öykülerle taban tabana zıt, bambaşka kurgularla
anlatırlar. (Akutagawa, 1966: 17-34) Ama her biri aynı derecede inandırıcı olan
Kökleri Antik Yunan Felsefesi’nde bulunan Panteizm, tanrının bir bütün olarak
evrenin tamamına içkin olduğu yorumudur, yaşamını tek tanrılı dinlerde farklı
biçimlerde sürdürmüştür. Bu konuda daha fazla bilgi için, bkz., Hançerlioğlu,
1996: 199-200)
165
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
öykülerden hiçbiri, bizi kendine yakın hissettirmez ve şüphede bırakır; çünkü
birçok gerçeğin ya da ona benzeyenin katmanlarından oluşan gerçeklik, öyküyü
bir arada tutan her bir parça kadar çoğalmış, merkezsizleşmiştir. Kahramanın
önünde, kesinliklerin silindiği, izlerin belirsizleşmeye başladığı ve onu içine
almaya başlayan, her an değişen bir renkler ve sesler labirenti açılmaktadır.
Joyce, Ulysses'in bir ön taslağı sayabileceğimiz Sanatçının Bir Genç Adam
Olarak Portresi'nde kahramanına Stephen Dedalus adını vermiştir. (Joyce,
1994) Dae Dalus Yunan Mitolojisinde, Girit Kralı'nın bir labirente hapsettiği
İkarus'un babasının adıdır. Sonradan gelen Ulysses metnini de göz önünde
bulundurduğumuzda, kahraman yaşadığı dünyada, aile, din ve ulusun ezici
etkileri altında bir labirentte gibidir. Odysseus'un yolculuğu gibi pek çok
konaktan geçer, deneyimleri onu değiştirir. Anlatının sonunda Dedalus,
labirentten çıkışının, ancak sanatçı gibi kanatlar takınarak olacağına karar verir,
böylece kişinin "ben" peşindeki yolculuğu, aklileştirilmiş bir sona ulaşır. Ama
bu çözüm de, avangard'ın düşüşünü, İkarus'un düşüşü gibi bir paradoks ile
bağlar: "Şimdi"den kaçış yolu, gerçeklikte kahramanı kestirme bir yoldan, yine
labirentin karanlık merkezine ulaştırır.
İletişim araçları, “dünyayı imgelere dönüştürmek” ve tıpkı bakışan bir sürü
aynanın yol açtığı yanılsamayla bu dünyayı parçalayarak çoğaltmak işlevine
sahiptir. Oluşmasına katkıda bulunduğu bu “imgeler bulutu”, “birey-ben”i de bir
parçası olduğu dünya gibi parçalara ayrılmış, dağınık, çözülen ve uçucu bir
belirsizliğin, ama son raddesinde “şiirsel bir muğlaklığın” (Calvino, 1991, s. 7682) meydana çıkışına da aracılık etmektedir. Şimdi kahraman, yüz yüze geldiği
gerçeklikleri, “sahip olduğu benlik parçalarından herhangi bir ile kavramaya
çalışmaktadır.” (Harvey, 2003: 64) Romanın zamansallığındaki eş anlılık ve
kahramanın tek boyutluluktan çok boyutluluğa geçişi bir araya gelmesi
olanaksız katmanları saydamlaştırmış, anlatı ise bu katmanlar arasında yeni bir
zaman ve kimlik kurgusu inşa edebilme yeteneği edinmiştir.
166
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
Orhan Pamuk Romanında Kahramanın “Ben” Arayışı
Modern anlatılardan kopuş, yeni ve parçalanmış anlatı evrenlerinin süreksizlik
ve gelip geçiciliğe, yeniden yapılıp bozulan dillere, öznesiz ve merkezsiz
metinlere, nostaljiye, amaçsızlık ve hedefsizliğe, zaman ve mekan kaymalarına,
yalnızca dışından okunabilen köksüz, etkisiz nesnelere de söz veren yeni bir
anlatı alanına geçişi ifade eder. Metinde yazarın ve öznelerin “iktidar”larının
kırılmalara uğradığı bu yeni alan, diğer “modernizm”lerin sorgulayamadığı,
sesine kulak kabartmadığı “sunulamayan”ın peşine düştüğü iddiasındadır. Bunu
yaparken, eklektizmden, kolajdan, pastişten, metinler kurmak için başka tarihsel
ya da edebi, hatta popüler metinlerden yararlanır. Olanaksızların bir aradalığı
metne dahil edilir; edebi kategorilerin reddedildiği, paradoksu çözme niyeti,
veya belirgin bir hedef/amaç yerine “oyun”un tercih edildiği edebi kurgu,
“şizoid” bir özellik sergiler.
Anlatıda özne, kalıcılık ya da gerçek peşinde koşmaz, böyle bir niyeti de yoktur,
olsa olsa bir oyundur anlatı, kimse için bir araç, ya da bir amaç değildir.
Kuralları yazar tarafından konulan, ya da kural konmayan bu oyunda,
beklenmedik gelişmeler serüveni sekteye uğratmak şöyle dursun, kahramanın
anlatıda yeni katmanlara yeni kimlikler edinerek nüfuz etmesi için yeni kapılar
açar.
Günümüz anlatılarının "şimdi" kurgusu, söylensi bir "dün"den koparılmış
parçaları, modernizmin "bir araya gelmesi olanaklı olmayan" dünyalarını da
parçalayarak yan yana getirir ve yineler. Hiyerarşik bir düzenle kurulmayan
karakterlerin çok sesliliği, yeni bir dil oluşturmak için "modern"i parçalara
ayırırken bu parçalardan kendi eklektik dilini de yeniden üretir.
Örneğin Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ında, romanın bölümlerini, karakterlerden
biri olan köşe yazarı Celal'in gazetede çıkmış kimi yazıları oluşturur. (Pamuk,
167
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
1990) Temalar uyku, apartmanlar ya da gelecekte geçen suları çekilmiş bir
İstanbul Boğazı üzerinedir ve asıl metinle ilişkilidirler. Bölümler bir sinema
oyuncusunun repliğinden Mesnevi'ye, bir roman alıntısından gazete röportajında
sarf edilmiş bir söze kadar, pek çok epigrafla açılır. Roman'ın kahramanı Galip,
bir başka Odysseus öyküsünü andıran kentteki yolculuğu boyunca, iki kayıp
kişiyi (Rüya ve Celal) arar ve aslında bu iki kişinin var olup olmadığından, hatta
köşe yazılarını "Celal" takma ismiyle Galip'in kendisinin yazıp yazmadığından
emin olamayız. Roman hep başkası olmak istediği, ya da öyle göründüğü için
asla kendisi olamamış insanların öykülerini anlatır. Romanın bölümlerinden biri,
kendisi olmayı dert edinmiş bir şehzade üzerinedir. Şehzade ömrünü
bildiklerinden, biriktirdiklerinden, anılarından, alışkanlıklarından, çevresini
sarmalayan eşyalardan kurtulmaya ve kendisi olmaya harcar, niyeti hem yaşama
çevresini hem zihinselliğini örten bu kalın tortuyu kazımak, onların altında
bulmayı
arzuladığı
“ben”e
ulaşmaktır.
Öykünün
başında,
kahramanın
kurtulmaya çabaladığı kimliğin bireysel bir kimlik olduğunu zannederiz, oysa
onu rahatsız eden, bir kolektif doğulu kimliğidir, batının bilgi ve
deneyimlerinden beslenen, melez ve huzursuz bir kimliktir bu. Pamuk, diğer
romanları Yeni Hayat ve Benim Adım Kırmızı'da da aynı temayı yineler. (Pamuk,
1998a ve 1998b). Kahramanlar, olduklarını zannettikleri kişi olmadıklarını fark
ederler bir noktada, bu farkındalık, kahramanın ızdırabını katmerlendirir ve
arayış, yani yolculuk başlar. Roman kurgusu, tıpkı labirentin odaları gibi,
birbirinden bağımsız epizotlara bölünmüş, içine aldığı kahramanı o anın
dokusuna benzemeye, uyum sağlamaya davet etmektedir. Kahraman aslında
kendini bulmak için yola çıktığını anlar yolun sonunda. Bu durum Calvino'nun
Varolmayan Şövalye kurgusunun (Calvino, 1985) tersyüz edilmiş hali gibidir.
Tek eksiği bir türlü sahip olamadığı bedeni olan Varolmayan Şövalye yerine,
varlığından şüphe duymadığımız, ama o olduğundan emin olmadığımız
kahraman, sahip olduğu kimliklerin, kendisi de kuşkuludur. Pamuk, bu temayı
anlatısının bölümlerinde yineler ve bir ana temaya dönüştürür.
168
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
Aslında yazar da, öykünün de tek ve bütünlüklü bir "görünen"in ötesinde
anlamlar barındırdığının ipucunu verir ve tek boyutlu okumalara eğilimli oluşu
yüzünden, zaman zaman metne müdahale edip okuru şöyle uyarır: "Ressamın
tatlı bir şakayla, kör bir dilencinin eline tutuşturduğu bir kara kitap, aynada
ikiye ayrılmış, iki anlamlı, iki hikayeli bir kitaba dönüşüyor, birinci duvara
dönüldüğünde kitabın baştan sona tek bir kitap olduğu, esrarın da içinde
kaybolduğu anlaşılıyordu." (Pamuk, 1990: 370) Romanın cismani varlığı bile,
gelecekte onu elinde tutması muhtemel görmez bir okurun elinde resmedilerek,
romanı meydana getiren bir parçaya dönüşmüştür.
Anlatı zamansallığı, sanki “an”ları görünmeyen, ama güçlü kılcal yollarla
birbirine açar. Kahraman bu kılcal yollardan, seyrelmiş bir uçuculuğa dönüşen
kimliğiyle geçmekte, anlatı katmanları arasında gezinmektedir. Kurgusal ve
gerçek mekanlar, isimler, modern anlatıların zamansallığından başkalaşmış
"an"lar üst üste gelirken, anlatı katmanları bazen bir an için bile olsa, görünüp
kaybolurlar. Pamuk'un "en iyimser romanım" dediği Yeni Hayat’ta kahraman
sanki biz faniler arasına karışmış bir melektir. Yine biz fanilere nasip olmayacak
bir bakışla, gündelik gerçekliğin perdesini aralayıp, sanki birbirinden bağımsız
pek çok "şimdi"ye sıkışmış kasvetli bir huzursuzluğu, tek tek görünür kılar. Bu
bakış zaman zaman "öteki"nin gözünden "ben"i de görür gibidir. Kahraman,
kendisinin de başka bir kimlikle var olabileceği, daha doğrusu öznesi olmaktan
huzur duyabileceği bir kimliği, bir yeni hayatı arar bu perdenin arkasında.
Kendisi olmaktan başka derdi olmayan kahraman, daha doğrusu kendisinden
başka her şey olan kahraman, merkezdeki "ben"e adım adım yaklaşır. Dante'nin
Yeni Hayat'ta kavuşamadığı, dokunulmaz ve seyirlik bir aşkla anlattığı sevgilisi
Beatrice, İlahi Komedya'da Cennet'i ziyaret ettiğinde ona yol gösteren bir melek
olarak karşımıza çıkarken, Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ında sevgili Canan, tıpkı
Dante gibi, kahramanın kavuşamadığı, ona yolculuklarının büyük çoğunluğunda
169
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
"aydınlık teni" ve "belirgin bir inceliğe sahip boynu" ile eşlik eden, ve apansız
ortadan kaybolan kılavuz bir melek gibidir.
Kahramanın kırılmış birçok aynada çoğalmış olarak izlediği kendi yolculuğu,
"ben"liğin arandığı bir labirentte ilerleyiş gibidir. Tehlikeli bölgelerden başka
kimliklere bürünerek geçer ve hayatta kalır. Ama yolculuğunda kimliği,
parçalara ayrılmak yerine, labirentin merkezine çekildikçe git gide seyrelmiş,
meleksi bir uçuculuğa dönüşmüştür. Her an başkalaşan, belirsizleşen, silinen
“şimdi”, kahraman üzerinde tasarım yapana dek eskir ve uçar. Kahraman, ona
tutunmak, dokunmak şöyle dursun, onun uçuculuğuna kapılarak anlatının
merkezine doğru çekilir. Kahraman, bilinçdışı bir yolculukta kendini izler
gibidir, "ben"in pek çok parçaya bölünmüş hallerini seyreder, tutarlılık
aranabilecek dil de, görüntüler gibi parçalanmıştır. Anlatı, bütünü oluşturan
çoksesli, ama ortak tarihselliği olan parçalardan bir tümlük kurmaz.
Benim Adım Kırmızı ise, her biri bir başka nedenle aşk romanı, polisiye, gerilim,
tarihi roman, vd., sayılabilecek özellikler sergiler. Bölümlerden birinde erotizm,
diğerinde etik bir söylem ağırlık kazanabilir; bir bölümde konuşmacı "iman" ile
konuşurken, diğer bölümde “tanrı ile arası ezelden beri açık olan” şeytan sözü
alabilir. Ya da bir bölümde minyatür sanatına dair incelikli bir dil ile estetik,
tarihsel bilgiler derinlemesine verilirken,
hemen sonraki bölümde bir
minyatürden konuşan bir at, açık saçık sözler edebilir.
Romanda, modern roman anlatısına has "özne", metne dağılarak çoğalmıştır.
Romanın, içlerinde takma adlar kullanan karakterler, bohçacı bir kadın, bir
kağıda çiziktirilmiş köpek resmi, ölüm, kalp bir para, şeytan, kırmızı rengi ve
katilin de bulunduğu 17 farklı, birinci tekil anlatıcısı vardır. Her biri kendi
dünyasını ve tanık olduklarını kendi bakış açısıyla anlatan romanın, ortak bir dil
yerine çok dilli bir yapısı vardır. Bir ceset konuştuğunda acılı, hüzünlüdür
söyledikleri. Ama biraz sonra, dili de dişleri kadar sivri bir köpek eskizi
170
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
konuşmaya başlar: "Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar
olmadığınız için, 'hiç köpek konuşur mu' diyorsunuz. Ama öte yandan, ölülerin
konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeler kullandığı bir hikayeye inanır
gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene" der. (Pamuk,
1998b: 18) Sonradan tüm bu dillerin, bir kahvede hikayeler anlatan bir meddaha
ait olduğunu öğreniriz. Geleneksel meddahlık sanatı da, tıpkı Mesnevi'den, ya da
Şeyh Galip Divanı'ndan çıkmış gibi kurulmuş olan "kıssa"lı öykülere benzeyen
bölümlerde olduğu gibi, bir öykü anlatma aracına dönüştürülerek yeniden işlev
kazanmış bir anlatım tekniği olarak kullanılmıştır.
Geleneksel edebi metinlerde insan dışı bir nesne, ancak büyülenmiş olarak dile
gelip özneleşir. Masalların ya da çağdaş fantastik metinlerin insan-ötesi
varlıklarının dile gelişleri olağandır. Benim adım Kırmızı'da ise pek çok özne,
büyülü bir dil kullanmadan, gündelik, alaycı, iğneleyici, hatta kaba sayılan bir
dille konuşur. Yazar, romanın evrenini oluşturan her unsura, iyi-kötü, güçlügüçsüz, gerçek-düşsel, ayrımı yapmadan eşitlikçi davranmış, söz hakkı
vermiştir. Örneğin şeytan söze; "Elbette, ben söyledim diye tam tersine
inanmaya hazır olduğunuzu biliyorum, ama... Kuran-ı Kerim'de elli iki kere
geçen adımın, en çok anılan adlardan biri olduğunu bilirsiniz" diye başlar.
(Pamuk, 1998b: 330)
Roman, karşıtlıkların bile eşitçe söz alabildikleri, geleneksel bir etik tutum
takınmayan, ya da bu türden çözümlemelere girişmeyen bir yere koyar kendini.
Bir roman öznesi olma durumu, canlıdan cansıza, dünyadan fizik-ötesine kadar
yayılmış, o "an"ı oluşturan tüm zamansal ve mekansal katmanlar eşitlikçi bir
dille konuşmaya başlamışlardır. Örneğin bir sahte para konuşmaya başladığında,
basıldığı günden şu anda konuştuğu yere kadar başından geçenleri, değiştirdiği
elleri anlatırken, bir 16. yüzyıl Osmanlı iktisadının da resmini çizer, hatta bu
iktisat tarihini edebi anlatının bir parçası yapar.
171
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
Romanın çoksesliliği, harcında başka tarihselliklerin bulunduğu parçaları, ait
oldukları asıl katmandan alıp, kurallarını kendi koyduğu bir "oyun"a dahil eder
ve bu yüzden bileşimi bir kolajı andırır. Konuşan her özne, aynı zamanda kendi
zaman boyutunun "an"lık sesidir. Kesin bir siyah/beyaz ikiliği yoktur, çok
seslilik, herhangi bir zaman diliminin "hem öyle-hem böyle" olabilmesine
olanak sağlar. Aynı zamanda metin, gerçek ile metafizik arasında bir tercihte
bulunmaz. Bir yandan romanın kuruluşunu sağlayan, dönemin Osmanlı
toplumuna dair tarihsel, sosyolojik bilgiler, minyatür sanatına ait yoğun bilimsel
detaylar, insan doğasının gerçekçi sunumu gibi gerçeklikler, öte yandan
romanda söz alıp konuşan öznelerin gerçeküstü boyutları birbirleri ile
eşitlenerek romanın dilini tutuklaştırmayan bir düzenle yönetilirler.
Metnin çoksesliliği, onun kaotik bir görünüme bürünmesine izin vermez. Benim
Adım Kırmızı, kendi ekseninde yine kendisiyle uyumlu, ama özgür bir dil
tutturmuştur. Bu yanıyla metin, özneleri, "dün" ya da "şimdi"den, bir başka
"şimdi"yi kurmak için, parçalara ayırarak dönüştürürken, onları kendi sesleriyle
konuşmaları için “şimdi”nin dışında bir boyuttan konuşuyormuş gibi rahatça
konuşabilmelerine izin verir. Roman, aynı tema çerçevesinde, her biri güçlüce
duyulabilen anlamlı sesler çıkaran birer müzik aleti, ya da bir resmi meydana
getiren tüm bağımsız detayların toplamda var ettiği görsellik gibi çoksesli ve
çok renklidir.
SONUÇ
Döneminin görselliğine işaret ve tanıklık eden “özel” bir iletişim formu olarak
roman,
nesnel
gerçeklik
katmanlarına
karşılık,
birbirini
olumsuzlayıp
bütünleşemeyen öznel hikaye parçalarına bölünmüş ve bu özelliğiyle anlatı dili
ayrışmış bir bütünlük sergileyen benliğin tümlüğü ya da güçlü zenginliği aksine,
her bir parçası kahramanın dışında tasarlanmış benlikler halinde çoğalmıştır.
“Şimdi”nin merkezinden yola çıkıp, tam da onun merkezinde korunaksız kalan
172
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Yrd. Doç. Dr. Orhan Kemal KOÇAK
ve her an başkalaşmakta olan dünyanın çekimiyle başkalaşan kahraman,
birbirinden bağımsız gibi duran epizotlara bölünmüş, içine aldığı kahramanı o
odanın dokusuna benzemeye, ona uyum sağlamaya davet eden, dahası ona bu
anı biçimlendirme olanağı da sunduğu yanılsaması yaratan bir “şimdi”nin
etrafında dönüp durmaktadır. Şimdi bir reklam filmi, ya da gazete manşeti kadar
hızlı, birikmeden ama zihnimizde ortak bir resmin kalın hatların güçlendirecek
kadar yoğun bir parlamayla görünüp kaybolan sahnelerde kahraman, bilinçdışı
bir yolculukta pek çok parçaya bölünmüş hallerdeki kendini izler gibidir.
Campbell, “bilinç ile bilinçdışı arasındaki iletişim kesilmiştir” der; her şeyi
kendi merkezine toplayan “ben” ne tarafından çekildiğini bilmeden, o bilmediği
“şey”e doğru hareket etmektedir. (Campbell, 2000: 431) Kendisini esinleyen
dünya gibi parçalara bölünen anlatı, katmanlarını incelmiş kılcal yollarla
birbirine bağlarken, kahraman, sahip olamadığı, peşinden sürüklendiği uçucu
kimliklerin ardında, romanın kurduğu evrenin merkezine doğru, uyurgezer bir
melek gibi, seyrelerek sürüklenir. Çünkü dünya, her bir parçası birbirini gören,
ama birbirinden düşünüş ve etki düzeyinde etkileşimlerden uzaklaşan
mikrokozmoslara bölünürken, bu yeni ve geçici çekim merkezlerinde, her an
başkalaşan milyonlarca gözü olan ve ne kadar yakından bakarsa o kadar az şey
gören bir büyük göze dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
Akutagawa, Ryunosuke 'Ormanda', Raşomon, Çev. Tarık Dursun K., Bilgi Yay.,
1.Basım, Ankara, 1966
Bakhtin, Mikhail Karnavaldan Romana, Çev. Cem Soydemir, 1. Baskı, Der. Sibel Irzık,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001
Baudrillard, Jean Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, Çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2002
Belge, Murat Edebiyat Üstüne Yazılar, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998
173
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 159-174
Modern Romanın Değişimi: Anlatıda Öznenin Dönüşümü
Benjamin, Walter Pasajlar, Çev. Ahmet Cemal, 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
1998
Borges, Jorge Luis Yedi Gece, Çev. Celal Üster, 1. Baskı, Can Yayınları, İstanbul, 1994
Calvino, Italo Amerika Dersleri, Çev. Kemal Atakay, Can Yay., İstanbul, 1991
Calvino, Italo Görünmez Kentler, Çev. Işıl Saatçioğlu, Remzi Kit., İstanbul, 1990
Calvino, Italo Varolmayan Şövalye, Çev. Gül Işık, Ada Yay., İstanbul, 1985
Campbell, Joseph Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Çev. Sabri Gürses, 1. Baskı, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 2000
Dickens, Charles İki Şehrin Hikayesi, “Çağ”, Çev. Füsun Elioğlu, 5. Basım, Oda
Yayınları, İstanbul, 1994
Foucault, Michel Kelimeler ve Şeyler, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 1. Baskı, İmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 1994
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, 10. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996
Horkheimer, Max ve Adorno, Theodor W. Aydınlanmanın Diyalektiği I, Çev. Oğuz
Özügül, 1. Baskı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996
Joyce, James Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Çev. Murat Belge, İletişim
Yayınları, 5. Basım, İstanbul, 1994
Lukacs, Georg Roman Kuramı, Çev. Cem Soydemir, 1. Baskı, Metis Yayınları,
İstanbul, 2003
Pamuk, Orhan Benim Adım Kırmızı, İletişim Yayınları, 1. B., İstanbul, 1998
Pamuk, Orhan Kara Kitap, Can Yayınları, 1. B., İstanbul, 1990
Pamuk, Orhan Yeni Hayat, İletişim Yayınları, 43. B., İstanbul, 1998
174
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 159-174
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
MODERN SANATTA KADIN İMGESİ
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA [*]
ÖZET
Kadın bedeni, sanatın temel konularından biridir. Günümüze gelebilmiş en eski sanat
eserinden çağdaş sanata kadar, kadın bedeninin betimlenişi ve betimlemelerin taşıdığı
anlamlar, sanat tarihi boyunca değişkenlik göstermiştir.
Batı toplumlarında büyük değişimlerin yaşandığı 20. yüzyılda sanat ve kadın imgesi de
değişime uğramıştır.
Bu makalede, 1900-1980 yılları arasında, Batı resim sanatındaki kadın imgesi, tarihsel ve
toplumsal boyutlarıyla birlikte incelenmektedir. Kadın imgesini yansıtan figüratif
resimler üzerinde durulmaktadır.
Anahtar sözcükler: Kadın imgesi, modern sanat
ABSTRACT
Woman body has been a leading theme of the art. From the ancient works of art to the
contemporary period, the depiction of the woman body and the meanings of these
depictions have showed varieties.
The Western societies faced with important changes during the 20th century, and these
changes affected the art and the woman image.
This essay discusses the woman image in Western paintings, with its historical and
sociological dimensions, from the beginning of the 20th century to the 1980’s. The
emphasis is on the figurative paintings that have the quality of reflecting the woman
image.
Keywords: Woman image, modern art,
[*]
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Modern Sanatta Kadın İmgesi
GİRİŞ
BATI SANATINDA KADIN İMGESİNE GENEL BİR BAKIŞ
İlk sanat eserlerinde doğurganlık simgesi olan Ana Tanrıça-kadın imgesi, insan
topluluklarının toprağa yerleşimi ve ilk uygarlıkların ortaya çıkmasıyla
dönüşüme uğramıştır. Erkek tanrının yanında bir süre varlığını sürdüren Ana
Tanrıça, zaman içerisinde ikincil bir figüre dönüşür. Tek tanrılı dinlerin ortaya
çıkışından sonra, kadın imgesi, yeniden yorumlanmıştır. Yahudilik ve
İslamiyet’in figüratif betimlemeden kaçınmasına karşın, Hıristiyanlığın, görsel
sanatları kendi öğretisini yaymak için kullanması nedeniyle, temel olarak iki
kadın imgesi oluşmuştur. İdeal, kutsal anne Meryem Ana ve tövbekar Maria
Magdalena. Ortaçağ Avrupa’sının üst sınıfına ait kadınları, Meryem Ana
imgesinin izinde betimlenmişlerdir. Çıplaklık, günahkârlıkla eşdeğer tutulmuş
ve çıplak kadın imgesi, cehennemde cezalandırılanları simgelemiştir.
Avrupa’nın ekonomik ve kültürel yapısını değiştiren Rönesans döneminde,
Hümanizm felsefesinin etkisiyle, kadın imgesinin zenginleştiğini görürüz.
Burjuva ve arsitokrat kadın imgeleri, “seçkinliği ve ayrıcalıklı olmayı”
yansıtırken,
mitolojik öykülerin betimlendiği resimlerdeki çıplak kadın
imgeleri, yaşamın güzelliğiyle birlikte, “bedenin günaha çağrısını” ifade eder.
Kadın imgesinin bu kısıtlı ifade biçimleri, Caravaggio gibi istisnai sanatçıların
dışında, 19. yüzyıla kadar devam eder. Barok dönemin ve Gerçekçiliğin en
büyük sanatçılarından Caravaggio, döneminin toplumsal eşitsizliklerinin altını
çizdiği eserlerinde, Meryem Ana ve Maria Magdalena’yı fakir İtalyan
kadınlarını model alarak betimler.
Romantik dönemde, Oryantalizm’in etkisiyle, egzotik, cinsel nesne olarak Doğu
kadını Batı resim sanatına girer.
176
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
19. yüzyılda yaşanan endüstri devrimi, işçi sınıfını ortaya çıkarır. Bu dönemde
yükselişe geçen Gerçekçilik akımının sanatçıları, çalışan alt sınıf kadınlarının
gerçekçi betimlemelerini yapar.
20.yüzyıla kadar, üst toplumsal sınıfın kadınları edilgen konumlarda, alt
sınıfların kadınlarıysa çalışırken betimlenir. Ingres’in Madame Moitessier
(Resim 1) resminde olduğu gibi üst sınıfın şişman, beyaz tenli kadınları, zengin
iç mekânlar ya da manzara içerisinde, konformizmi simgeleyen pozlarıyla,
ailelerinin erkek bireylerinin sahip olduğu (maddi, siyasi, dini, v.b.) her türlü
gücü yansıtırken, çalışırken betimlenen alt sınıfa ait kadın imgeleri, Millet’in
“Başak Toplayan Kadınlar” resmindeki gibi (Resim 2), çalışmanın bu sınıfın
kadınlarının görevi olduğunu ifade eder.
Sanayileşmenin getirdiği makineleşme, sanatsal üretimi de değiştirir. Fotoğraf
makinesinin bulunmasıyla, resim sanatının birinci işlevi olarak görülen gerçeği
kopyalama işlevi önemsizleşir ve sanatçılar yeni görme biçimleri geliştirmek
durumunda kalırlar.
MODERN SANATTA KADIN İMGESİ
20. yüzyıla damgasını vuran Modernleşme,
18. yüzyılda başlayan bilim
devrimini izleyen 19. yüzyıldaki endüstri devriminin etkisiyle yeni sosyoekonomik yapıların ortaya çıkışı olarak açıklanabilir. 20. yüzyılda, atom fiziği,
elektrik teknolojisi, makineleşmiş üretim, uçak ve otomobilin
üretimi ve
yaygınlaşması gibi bilimsel ve teknolojik gelişmeler, Batının tüm ekonomik ve
toplumsal yapısını değiştirir.
Batı modernizminin getirdiği toplumsal değişim içerisinde, sanat da kendinden
önceki tüm anlatım biçimlerini reddetmiş ve modern yaşamın karmaşasını ve
radikal değişimini anlatacak biçimlere yönelmiştir.
177 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Modern sanatın ilk akımı olarak kabul edilen Fovizm akımı, İzlenimcilik
sonrasının ifadeci renk tekniği ve ilkel sanatın saf biçimlerinden etkilenmiş,
rengi betimleyici işlevinden koparan bir görsel teknik geliştirmiştir. Henri
Matisse’in 1910 yılında yaptığı Dans adlı resmi, (Resim 3), dünya üzerinde dans
eden kadın ve erkek figürlerinin eşitlikçi bir anlayışla yerleştirildiği basit görsel
dili ve güçlü renk kullanımıyla dikkat çekmektedir. Bu eserde insan olmanın
getirdiği eşitliğin, cinsiyet ayrımı olmaksızın vurgulanması, 20. yüzyılda
ulaşılmak istenen demokrasiyi yansıtmaktadır.
Modern sanatın ilk büyük akımlarından biri olan, Alman Dışavurumculuğu, I.
Dünya savaşı öncesi Alman toplumunun yaşadığı bunalımın bir sonucudur.
Gelecekleri hakkında endişeli olan genç Alman sanatçılar, ülkelerindeki
aydınların yeni toplumsal düzen arayışlarını Faşizm, Sosyalizm ve Anarşizm
tartışmalarını izlemektedirler. Alman Dışavurumculuğunun görsel dili, Alman
Romantizmi, İzlenimcilik sonrası ressamların eserleri, Fovizm’in renk
tekniğinin
ve Kuzey sanatının
gizemciliğinin
birleşimiyle doğmuştur.
Sanatçılar, iç dünyalarını, şehir yaşamının getirdiği mutsuzluğu ve savaşın
yarattığı karamsarlık ve geleceğe dair umutlarının yok oluşunu, çarpıcı renk
kullanımı ve biçim bozma ile ifade etmişlerdir. Bu makalede incelenen
Dışavurumcu sanat eserleri, 20. yüzyılın başında, Alman toplumunun farklı
sınıflarından kadın imgelerini yansıtmaktadır.
Akımın öncüsü Ernst Ludwig Krichner, “Sanatçı Marcella” resminde, (Resim
4), yeni kadın sanatçı imgesini görselleştirmiştir. İç giysisiyle bir kanepe
üzerinde otururken gösterilen kadın figürü, dalgın ve hüzünlü yüz ifadesiyle
dikkat çekmektedir. Dışavurumcu resim tekniğinin güçlü renkleri ve kalın fırça
darbeleri, resmin duygusal atmosferini yaratmaktadır. 19. yüzyılın Burjuva
kökenli kadın ressamların üst sınıftan olduklarını yansıtan giysileriyle
betimlendikleri portrelerden sonra, bu resimdeki kadın sanatçı, Bohem yaşamın
178
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
getirdiği düzensizlik içerisinde, vücudunu ve iç dünyasını betimleyen anlatım
biçimiyle, daha derin ve etkileyici bir kadın sanatçı imgesini yansıtmaktadır.
Modern yaşam, Batı’nın büyük şehirlerini, bilimsel, tekonojik, kültürel ve
sanatsal her türlü üretimin merkezlerine dönüştürmüştür. Şehir yaşamında önce
çekirdek ailenin, daha sonra yalnız yaşayan bireylerin ortaya çıkışı, kadın ve
erkeklerin toplumsal rollerinde ve ihtiyaçlarında değişikliklere yol açar.
Kirchner’in Berlin’den Cadde Görüntüsü resmi (Resim 5), içinde barındırdığı,
ilkel sanata yakın, uzatılarak deforme edilmiş, kötülük ve yabancılığın karışımı
ifadeleri barındıran kadın ve erkek figürlerinden oluşmaktadır. Bu resimde, ilkel
ya da vahşi yanı öne çıkarılarak, kötülüğe yatkınlığı vurgulanan şehirli kadın
imgesi, aynı zamanda, modern şehir yaşamının özgürlüğünün içerisinde insan
ruhunun çirkin yanlarının ortaya çıkışını anlatmaktadır.
Alman Dışavurumculuğunun iki büyük kadın sanatçısının kadına bakışı farklılık
göstermektedir. Gabriele Münter, “Teknede” resminde (Resim 6), burjuva
kadınlarını, ayrıcalıklarının simgesi olan konformizm içinde resimlerken, 19.
yüzyılın geleneksel kadın imgesini tekrarlamaktadır.
Münter gibi, burjuva sınıfından gelen Kathe Kollwitz ise, babasının Sosyalist
görüşlerinin etkisi altında yetişmiştir. I. Dünya savaşının Alman toplumunda
yarattığı yıkım ve kapitalizmin getirdiği toplumsal eşitsizliğin kurbanı olan
fakir, acı çeken ve hasta kadınları betimleyen eserleriyle Dışavurumculuğun
önde gelen sanatçılarından biri olmuştur. Kollwitz’in İşçi Anne ve Çocuğu resmi
(Resim 7), sanatçının eserlerinin fakirlere ulaşması için seçtiği baskı resim
tekniğiyle üretilmiştir. Ekonomik sıkıntıların yarattığı karamsarlık ve anneliğin
gerektirdiği sorumlulukları bir arada yansıtan bu eser, işçi sınıfı kadınlarının
yaşamlarının zorluklarını duygusal bir dille betimlemektedir.
179 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Endüstri devriminin, çalışma yaşamına çekmeye başladığı, alt toplumsal
sınıflardan kadınlar, eğitimsiz olmaları nedeniyle, düşük ücretli işlerde çalışmak
zorunda kaldılar ve hakları yok sayıldı. Endüstriyel kapitalizminin gelişen ve
değişen şartları, sınıf mücadelesini getirdiği gibi, 19. yüzyılın sonunda başlayan
ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Batı toplumlarında kadın hakları konusunda
önemli değişimleri gerçekleştiren Feminizm hareketi, cinsiyetler arasındaki hak
paylaşımını da yeniden tanımladı.
Çıplak kadın imgesinin, “samimi ve çıplaklığından rahatsız olmayan bir duruş
ve yüz ifadesiyle verilmesi” (Genç, 1994, s. 99) açısından, Manet’nin Kırda
Öğle Yemeği resminin bir devamı olarak görülebilen, Picasso’nun Kübizm
akımını başlattığı kabul edilen eseri, “Avignon’lu Kızlar” daki (Resim 8), kadın
imgeleri, çıplaklık ve kötülük arasındaki geleneksel ilişkiyi sürdürmektedir.
Sanatçı bu resminde geliştirdiği yenilikçi görsel dile karşın, genelev kadınlarını
betimlediği figürlerde, (özellikle Afrika masklarından esinlenerek hayvansı ifade
verdiği sağdaki iki figürde), ürkütücü ve tehdit edici bir kadın imgesi
geliştirmiştir. Bu imgenin ortaya çıkışında, kadın cinselliğinin erkek bilinci
üzerinde yarattığı korku da etkilidir.
I. Dünya savaşı, yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi, sanat için de büyük bir
yıkım getirmiştir. Savaş öncesi yetişen pek çok sanatçı askere alınmış, savaşta
ölmüş ya da yaralanmıştır. Savaşa katılan gençler ve savaşmayan yaşlılar
arasında büyük bir kuşak farkı doğmuştur. Genç kuşak, kendilerinden önceki
kuşağı savaşa ve bu savaşın kaybedilmesine yol açtıkları için suçlamışlardır.
(Hughes, 1996, s. 59). Savaşa katılmayan İsviçre’de toplanan sanatçıların
yarattığı Dada akımı, savaşın getirdiği ölümcüllüğü içerisinde, sanatın işlevini
sorgulamıştır.
Dada akımının öncüsü Marcel Duchamp’ın, dünya sanat tarihinin en bilinen
imgesi olan Mona Lisa ile alay eden eseri, “L.H.O.O.Q.”, (Resim 9) adının
180
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
taşıdığı
cinsel
gönderme
ile
birlikte,
Leonardo’nun
eşcinselliğini
vurgulamaktadır. Sanatçı, imgenin gücüyle olduğu kadar, erkeksileştirdiği kadın
olma durumu ile de alay etmektedir.
1917’deki Sovyet Devriminin hedeflerinden biri de, kadın-erkek eşitliğini
gerçekleştirmekti. Devrimin ideallerine ulaşmak için kadınlara öncü rol
sunulmuş ve bu dönemde üretilen Konstrüktivist sanat eserlerinde, işçi kadınlar,
güçlü, yaratıcı kadın imgesinin taşıyıcısı olmuşlardır. 1920’lerde gelişen Sovyet
Toplumcu Gerçekçiliği, kadın ve erkeğin eşit olarak toplumsal yaşamı her
alanında yer aldığı, propaganda niteliği de taşıyan eserleriyle, Sosyalizmin
hedeflediği eşit ve özgür bir dünya düzeninin gerçekleştiğini iddia etmişlerdir.
Aynı yıllarda, Avrupa’da ortaya çıkan Gerçeküstücülük akımı, “insanın doğal
dünyası olduğuna inandıkları fantezi, düş ve imgelemin üst gerçekliğini açarak
sanatı uygarlığın düzenli ve kısıtlı kurallarına karşı kullanmayı” (Lynton, 2004,
s.170) amaçlarken, bu akımın öncü sanatçıları, kadın imgesini yansıtırken,
geleneksel cinsiyetçi bakışlarından kurtulamamışlardır. Freud’un kadınları
cinsel olarak zayıf olarak tanımlamasının etkisiyle, Sürrealist resimlerde, tutku,
saplantı ya da nefret nesnesi olarak, edilgen pozlarda sunulan kadın bedeni,
erkek egemen bakışla ikincil konuma itilen geleneksel kadın imgesini
tekrarlamaktadır. Salvador Dali’nin Manzarada Uyuyan Kadın resminde (Resim
10)sanatçının, zaman ve mekân kavramlarıyla oynamak için, geniş bir manzara
içerisine yerleştirdiği, cansız vitrin mankenlerini andıran kadın bedeni, yüz
ifadesinin eksikliği ve edilgen pozuyla, yalnızca cinsel bir nesne olarak
sunulmaktadır. Bu resim, Ingres’in Odalık resminde olduğu gibi, 19. yüzyılın
Oryantalist resimlerindeki Doğulu kadın imgelerinin “cinsel nesne” olarak
sunumunun Batılı bir versiyonu olarak görülebilir.
II. Dünya Savaşı, ilkinden daha yaygın bir alanda büyük bir yıkım ve felaket
getirir. Atom bombasının kullanımıyla sona eren bu savaşın ertesinde, ABD ile
181 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
SSCB arasındaki soğuk savaş, yarattığı bilimsel ve teknolojik rekabeti, uzay ve
iletişim teknolojilerinde büyük gelişmeleri getirir. Batı’daki her türlü kitlesel
üretimde yaşanan patlama, medya endüstrisinin gelişimini ve popüler kültür
kavramını geliştirir.
II. Dünya Savaşından sonra New York, dünya sanatının merkezi olur. Savaş
öncesi figüratif eğilimler gösteren Amerikan sanatı, savaş sonrasında Soyut
Dışavurumculuğa yönelir. Bu akımın içerisinde yer alan Lee Krasner’in oto
portresi (Resim 11), 20. yüzyılın başında Amerikan toplumunda bir kadın
sanatçının konumunu ifade etmektedir. Krasner, New York’un üst sınıfından
bir Yahudi ailesinde doğmuş, zengin bir kültürel ortam içerisinde yetişmiş, sanat
eğitimi aldıktan sonra, bir ressam olarak mesleğini yapmaya başlamıştır. Aynı
yıllarda tanıştığı, Amerikan Soyut Dışavurumculuğu’nun en büyük sanatçısı
Jackson Pollock ile evliliği, Krasner’in sanatsal kariyerini gölgede bırakmış,
onun yalnızca, Pollock’un eşi olarak anılmasına yol açmıştır. Sanatçının,
kariyerinin ilk yıllarında yaptığı bu resminde, kendini, güçlü ve kendinden emin
bir kişilik olarak betimlemiştir.
Krasner’in kendini betimlediği bu resimdeki giysileri, 1920’li yıllardan sonra
gelişen Batılı kadın giysi tarzlarının temel çizgilerini taşımaktadır. 19. yüzyılın
burjuva kültürünün belirlediği ev merkezli kadın imgesi, uzun saçlar, göğsü
vurgulayan ve beli incelten korseler ve ayak bileklerine kadar uzanan kabarık
eteklerle, cinsiyetçi bir giysi koduyla ifade edilmekteyken, 20.yüzyılın giysi
tarzları kısa saçları, hareketini kısıtlamayan rahat giysileriyle, aktif, dinamik ve
bağımsız bir kadın imgesini ifade etmektedir.
Krasner ile aynı dönemde eser üreten Amerikan Soyut Dışavurumculuğunun
önemli sanatçılarından Willem de Kooning’in “Kadın” başlığıyla yaptığı bir
grup resimde, Kübizmin geometrik soyutlamasını ve Dışavurumculuğun öze
ulaşma çabasını birleştirmiştir. Ancak yaptığı tüm kadın resimlerindeki canavar182
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
kadın imgesi, sanatçının bilinçaltındaki kadın korkusunu dışavurmaktadır.
(Resim 12)
1950’li yıllarda, İngiltere ile ABD’de aynı zamanda başlayan Pop-Art akımı,
tüketim kültürünün eleştirisini içerir. Savaş sonrasında hızlı sanayileşmeyle
artan endüstriyel üretim, kullan-at kültürünü doğurur. Bu kültürün aktarıcısı olan
medyanın görsel dili sanatçıların esin kaynağını oluşturur. Bu tarihlerde
Amerikan kültüründe kadınlara sunulan rol, “ideal ev kadını ile bebek kadın”
arasında değişmektedir. Savaş sırasında toplumun gereksinim duyduğu güçlü
kadın imgesi, erkek egemen toplumda ikincil konumunu benimsemiş, dış
görünüşüyle var olan “zayıf kadın” imgesiyle yer değiştirmiştir. Bu durumu en
iyi yansıtan sanat eserlerinden biri, Andy Warhol’un Marilyn Monroe
baskılarıdır. Warhol’un fosforlu renklerle vurguladığı sarışın, bebek-kadın
Marilyn Monroe, yapay, tüketim nesnesine dönüşmüş bir kadın imgesidir.
(Resim 13)
II. dünya savaşı sonrası doğan kuşak, geçmişin değer yargılarını ve toplumsal
düzenini radikal bir biçimde eleştirir. 1960’lı yıllarda, Batı’da geleneksel yaşam
biçimlerine alternatif yaşam biçimlerinin arayışı söz konusudur. Aile, devlet,
toplum, cinsellik gibi konularda yeni kuşak, kendinden öncekilerden farklı
düşünmektedir ve bu düşüncelerini yaşaşma geçirirler. Hippie kültürü gibi,
geleneksel yapıları reddeden alternatif yaşam biçimleri, Batı toplumlarını
değiştirir. Bu durum, ekonomik liberalizm ve aile değerlerine geri dönüşün
yaşandığı, elektronik çağının başladığı 1980’lere kadar devam eder.
Kökeni 20. yüzyılın öncü sanat akımları olan Fütürizm ve Dada akımlarında
olan Performans sanatı, 1950 ve 60’larda Batı sanatında güçlü bir akım olarak
yer alır. Performans sanatında “kimlik, ırk ve din, cinsiyet ve cinsel tercih gibi
çeşitli toplumsal kodlar görünür hale gelirken, bu kodlara yönelik önyargılar
sorgulanır” (Antmen, 2008, s. 225). Bu bakışla, insan bedeni, sanatın konusu
183 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
olmaktan çıkarak, sanatın alanı ya da malzemesi haline gelir.
Performans
sanatının öncülerinden Yves Klein, “Antropometri” (Resim 14), adlı eserini,
mavi boyaya bulanmış kadın ve erkek bedenlerini tuval üzerine bastırarak
gerçekleştirmiştir. Bu eserde, yüz ifadesinin taşıdığı kimlik bilgileri olmaksızın,
çıplak bedenlerin basitleştirilmiş, öze indirgenmiş imgelerinin taşıdığı anlam
üzerinde durulmuştur.
1960’lardan itibaren, ABD’de yükselişe geçen ikinci dalga Feminizm
hareketinin sanata yansıması, “Feminist Sanatı” başlatır. Bir grup kadın sanatçı
ve sanat tarihçisi, Batı sanatındaki erkek egemen sanat üretimi ve bu bakışla
biçimlenmiş kadın imgesini eleştirirler. Kadın sanatçıların önünü açmayı ve
kadın bedenine, “kadınsı bir bakış getirmeyi” amaçlayan Feminist sanat
hareketi, Batı sanatı, popüler kültürü ve medyasındaki kadın imgesini reddeder.
Başlangıçta, oldukça çarpıcı ve dikkat çekici bir görsel dil geliştiren feminist
sanat hareketi, ikinci aşamasında, cinsel kimlikleri oluşturan toplumsal yapılar
üzerine odaklanır. “Kadın bedenine ve temsillerine, doğurganlığa ve ana tanrıça
kültüne odaklanan, kadın bedeninin biyolojik özelliklerini imgeleştiren ilk kuşak
feminist sanatçıların ardından gelen sanatçılar, kadın bedeninden çok kadın
bedenini kuşatan kültürel kodların eleştirisine yönelmiştir.”(Antmen, s. 242,
2008)
1960'lı yılların Feminist sanatı, Batı toplumlarının aynı yıllarda geçirdiği büyük
değişimin bir parçasıdır. Modernizmin
her türlü toplumsal yapıyı radikal
eleştirisinin ürettiği teorik altyapı üzerine, savaş sonrası doğan kuşağın,
ekonomik ve toplumsal sistemin kurumsallaşmış yapılarına inançsızlığı, yeni
yaşam biçimleri arayışlarını getirir. Ekonomik, kültürel, dinsel ve toplumsal her
türlü farklılığı reddeden ve tüm insanların eşitliğini savunan, doğal yaşamı
olumlayan ve Doğu felsefesinden etkilenen pasifist Hippie hareketi kadar,
toplumsal yapıları yıkıcı eğilimler taşıyan, rock müziğiyle beslenen anarşist
hareketlerin gelenekselliği reddedişi, Feminist sanatın yeni görsel dili için
184
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
besleyici olur. Vietnam savaşının tüm ABD toplumu üzerinde yarattığı yıkım,
alternatif araşıyların toplum üzerinde daha geniş bir kabulünü getirir.
Bu dönemin öncü Feminist kadın sanatçıları arasındaki, Amerikalı
Miriam
Schapiro'nun Cluny Duvar Halısı (Resim 15), Ortaçağ Gotik sanatın geleneksel
tekniği olan duvar halısı tekniğiyle yapılmış olan ve ideal kadın imgesini
betimleyen bir sanat eserinin, Feminist açıdan yeniden yorumlanışıdır.
Şatosunun güvenli duvarlarıyla çevrili bahçesinde (cennet bahçesi), hayali
yaratık tekboynuz ve güç simgesi arslan ile bir arada betimlenen ve Ortaçağın
egemen sınıfının sahip olduğu her politik, toplumsal ve estetik gücün simgesi
olan lady imgesinin önüne, 19. yüzyılda çocuklar için üretilmiş kağıt bebek
imgesi yerleştirilmiştir. Kağıt giysileri üzerine giydirilerek ideal bebek-kadına
dönüşen bu imge, üretildiği dönem için olduğu kadar, erkek egemen toplumun
ürettiği 20. yüzyılın, zayıf ve kişiliksiz, bebeksi, gelişmemiş, korunmaya muhtaç
kadın imgesinin de
ifadesidir. Sanatçı, bu eseriyle ideal kadın imgesinin
tarihselliği içerisinde politik yanına vurgu yapmaktadır.
Amerikalı Feminist kadın porte sanatçısı Alice Neel’in, orta sınıftan bir
Amerikan ailesinin protresi olan Westreich Ailesi resmi, (Resim 16) sanat
danışmanı Thea Westreich, eşi Stanley ve üç çocuğunu konu almaktadır.
Dışavurumculuğa yakın bir görsel dil taşıyan bu resim, 1970’lerin Amerikan
toplumunun cinsiyetler arası güç ilişkilerinin bir ifadesidir. Resmin sağ
tarafındaki Stanley, ailenin baskın kişiliği olarak, yanındaki eşi Thea, onun
koruyucu ve aynı zamanda sınırlayıcı kolunun altında oldukça munis ve
bastırılmış bir kişilik olarak görülmektedir. Çocukların sıkıntılı ve boşvermiş
ifadeleri, ailelerinin durumunu kabullendiklerini anlatmaktadır. Bu resim, sanat
alanında çalışan eğitimli bir kadının, geleneksel erkek egemen aile yapısının
kadına sunduğu ikincil rolü benimsediğini göstermektedir.
185 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
1970’li yıllarda Batı sanatında yeniden gündeme gelen Foto-Gerçekçilik
akımının Amerikalı temsilcisi Chuck Close’un Linda adlı resmi (Resim 16), orta
yaşlarda sıradan bir Amerikalı kadının portresidir. Sanatçının fotoğraftan tuvale
aktardığı imge, ayrıntılı çalışma tekniğiyle yansıttığı detaylı yüz ifadesiyle,
yıpranmış, yorgun 20. yüzyıl kadının imgesidir.
SONUÇ
19. yüzyılda üretilmiş resimlerdeki kadın imgelerinin durağanlığına karşın, 20.
yüzyıl resim sanatının dinamik ve derinlikli kadın imgeleri, değşen toplumsal
yapının farklı yönlerini yansıtmaktadır.
Modernizmin getirdiği değişim, Batı’nın yücelttiği bireysel bakış için
özgürleştirici olmuştur. Batı toplumlarının her sınıfı için, daha iyi yaşam
koşulları ve kendini gelişitirme olanakları sunan Modernizm, kadının
toplumdaki konumu ve ona biçilen geleneksel rolleri de değiştirmiştir. Bu
değişim, sanata da yansımış, daha önceden kadınlara sunulan ikincil, zayıf,
güçsüz ve erkeğin yönetimine muhtaç kadın imgesinin yanında yavaş yavaş,
kendi ayakları üzerinde duran, erkeklerle eşit haklar isteyen ve bunun için
mücadele eden, tüm toplumsal alanlarda varlığını gösteren güçlü kadın imgesi
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ancak bu imgenin yorumlanışı, sanatçıların bireysel kimliklerini oluşturan
cinsiyet, toplumsal sınıf ve etnik köken gibi olgulara bağlı olarak değişkenlik
göstermiştir. Yeni kadın imgesine olumlu bakan sanatçıların varlığının yanı sıra,
geleneksel “kötülük kaynağı kadın” ya da “konformizmin simgesi olarak
burjuva kadını” imgelerinin devam ettiği de görülmektedir.
186
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
KAYNAKLAR
ABBOTT, Pamela, WALLACE, Claire, An Introduction to Sociology, Feminist
Perspectives, Routledge, Londra, 1997
AKKERMAN, Tjistske-STUURMAN, Siep (editörler). Perspectives on Feminist
Political Thought in European History, From the Middle Ages to the Present, Routledge
Londra 1998
ALEXANDER, Sally, Becoming A Woman and Other Esays in 19th and 20th Century
Feminist History, New York, 1995
ANTMEN, Ahu, 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, İstanbul 2008
ANTMEN, Ahu, Sanat/Cinsiyet, Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, İstanbul 2008
ARNASON, H.Harvard, History of Modern Art, New York, 1986
BİNZET, Celal, Kadının Nesne Olarak Portresi, rhSanart, s. 55, İstanbul, 2008
BOWNESS, Alan, Modern European Art, Thames&Hudson, Londra 1997
BROUDE, Norma (editör), The Power of Feminist Art, The American Movement of the
1970’s , History and Impact, Harry N. Abrams, New York, 1994
CHADWICK, Whitney, Women, Art and Society, Thames&Hudson, Londra 1996
GENÇ, Adem, Figüratif Resimde Görsel Anlam, Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel
Sanatlar Fakültesi Dergisi VIII-IX, İzmir 1994
GENÇ, Adem, Antropi (Entropy) ve Nedensizlik Açısından Dadacı Sanat Hareketlerinin
Çözümlenmesine İlişkin Bir Yöntem Araştırması, Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel
Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü, Doktora Tezi, İzmir 1983
GOLDBERG, Vicki, New York Times, 27.03. 1994
HARRISON, Charles-WOOD, Paul, (ed.), Art in Theory, 1900-1990, An Anthology of
Changing Ideas, Oxford, 1993
HUGHES, Robert, The Shock of the New, Thames&Hudson, Londra, 1996
KIRLANGIÇ, Asuman, Re.Act Feminism, 60 ve 70’li Yıllardan Günümüze Performans
Sanatı, rhSanart, S. 58, İstanbul, 2009
LEPPERT, Richard, Sanatta Anlamın Görüntüsü, İmgelerin Toplumsal İşlevi, İstanbul,
2002
LYNTON, Norbert, Modern Sanatın Öyküsü(Çev. Cevat Çapan-Sadi Öziş), Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2004
MCQUISTON, Liz, Suffragettes to She-Devils, Women’s Liberation and Beyond,
Phaidon Press, Londra, 1997
187 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
MULLIN, Amy, Art, Understanding and Political Change, Hypatia, Vol. 15, no. 3,
University of Indiana Press, Purdue, 2000
NOCHLIN, Linda, The Politics of Vision: Essays on Nineteenth Century Art and
Society, Thames & Hudson, Londra, 1994
NOCHLIN, Linda, Women, Art, Power and Other Essays, Harper&Row, New York,
1988
OSTERWOLD, Tilman, Pop Art, Köln, 1990
POINTON, Marcia, Naked Authority: The Body in Western Art 1830-1908, Cambridge,
1990
SCHOR, Mira, Some Notes of Women and Abstraction and a Curious Case History:
Alice Neel as a Great Abstract Painter, Differences, Brown University Press, Providence,
2006
YURDAYÜKSEL, Münire, Kadının Sanatı: Yoksa Başka Birşey mi?, rh+sanart, S. 49,
2008
http://www.bruecke-museum.de/englkirchner.htm
http://www.a-r-t.com/kollwitz/#facts
http://www.moma.org/collection/browse_results.php?object_id=79766
http://pastexhibitions.guggenheim.org/amazons_of_the_avant_garde/index.html
http://www.museumca.org/slideshow/dlange/index.html
http://www.moma.org/collection/browse_results.php?criteria=O%3AAD%3AE%3A6246
&page_number=29&template_id=1&sort_order=1
http://www.artlex.com/ArtLex/f/feminism.html
http://www.brown.edu/Facilities/David_Winton_Bell_Gallery/neel.html
188
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
RESİMLER
Resim 1: J. A. D. Ingres, “Madame Moitessier” (1856), tuval üzerine yağlıboya,
National Gallery, Londra
Resim 2: J. F. Millet, “Başak Toplayan Kadınlar” (1857), tuval üzerine
yağlıboya, 83,5 x 110 cm, Orsay Müzesi, Paris
189 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Resim 3: Henri Matisse, Dans, 1910, tuval üzerine yağlıboya, 260 x 391cm,
Hermitage Müzesi, Sen Petersburg
Resim 4: Ernst-Ludwig Kirchner, “Sanatçı Marcella”, 1910, tuval üzerine
yağlıboya, 100x76 cm, Brücke Museum, Berlin
190
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
Resim 5: Ernst Ludwig Kirchner, Berlin’den Cadde Görüntüsü, 1913, tuval
üzerine yağlıboya, Brücke Museum, Berlin
Resim 6: Gabriele Münter, “Teknede”, 1910, tuval üzerine yağlıboya, 125 x
75cm, Milwaukee Sanat Müzesi
191 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Resim 7: Kathe Kollwitz: Uyuyan Çocuğuyla İşçi Kadın, 1927, taşbaskı,
Resim 8: Pablo Picasso, “Avignon’lu Kızlar”, 1907, tuval üzerine yağlıboya,
244 x 234cm. Modern Sanatlar Müzesi (MoMA), New York
192
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
Resim 9: Marcel Duchamp, L.H.O.O.Q, 1919, reprodüksiyon baskı üzerine
kurşunkalem, özel koleksiyon
Resim 10: Salvador Dali, Manzarada Uyuyan Kadın, 1931, 27, 2 x 35cm, Peggy
Guggenheim Koleksiyonu, Venedik
193 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Resim 11: Lee Krasner, Otoportre, 1930, keten üzerine yağlıboya, 75 x 63 cm,
Lee Krasner Vakfı Koleksiyonu
Resim 12: Willem de Kooning, “Kadın”, 1952-53, tuval üzerine füzen ve
yağlıboya, 154,5 x 114, 5cm, National Gallery of Australia,
194
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
Resim 13: Andy Warhol, Marilyn Monroe, 1962, 65 x 65cm, tuval üzerine
serigraf baskı
Resim 14: Yves Klein, Antropometri, 1960, 144 x 299cm, tuval üzerine kağıt
kolaj ve boya, (Smithsonian) Hirshorn Museum, Washington DC
195 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Modern Sanatta Kadın İmgesi
Resim 15. Miriam Schapiro, “Cluny Duvar Halısı”, 1975, kağıt üstüne akrilik
ve kolaj, 68x48 cm. özel koll.
Resim 16: Alice Neel, Westreich Ailesi, 1978, tuval üzerine yağlıboya, Brown
University, David Winton Bell Gallery, Rhode Island
196
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 175-197
Yrd. Doç. Dr. Aytül PAPİLA
Resim 17. Chuck Close, Linda, 1975-76, tuval üzerine akrilik ve kurşunkalem,
Akron Museum, Ohio
197 Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 175-197
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ / BEYKENT UNIVERSITY
SÖYLEŞİ:
EKONOMİK KRİZ Mİ?
YOKSA YENİ BİR KAPİTALİZM Mİ?
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Prof. Dr. Muhittin Karabulut
Konuşmacı: Prof. Dr. Ahmed Güner SAYAR [*]
ÖZET
Ekonomik/finansal kriz üzerine Prof. Dr. Ahmed Güner SAYAR’ı, Prof. Dr. Muhittin
KARABULUT ve Araş. Gör. Esra ERZENGİN konuk ederek görüşlerini aldılar. Aşağıda
bu söyleşi yer almaktadır. Dr. SAYAR, son küresel krizi geçici bir durum/dinlenme
olarak görmekte ve kapitalizmde köklü bir değişim beklememektedir.
Anahtar Kelimeler: Kapitalizm, geçici durum, radikal değişim
ABSTRACT
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT and Rsc. Assist. Esra ERZENGİN received Prof. Dr.
Ahmed Güner SAYAR’s comment on the recent global financial crisis. Dr. Sayar, a
professor of economics at Beykent University, views the latest global crisis as a
temporary situation, and expects no radical change in capitalism.
Keywords: Capitalism, temporary situation, radical change
[*]
Prof. Dr. Ahmed Güner SAYAR, Beykent Üni., İktisat Böl.
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Prof. Dr. Muhittin KARABULUT, Beykent Üni., İşletme Böl.
Yayına Hazırlayan: Araş. Gör. Esra ERZENGİN, Beykent Üni., İktisat Böl.
Muhittin KARABULUT (MKB): 29 Nisan 2009 günü gazetelere, televizyon
ve radyolara düşen haber; Lehman Brothers, General Motors vb. batmaz denilen
firmaların, Amerika örneğinde, batar hale geldiği, Citi Groups’da olduğu gibi,
40 dolar civarındaki senetlerin 1-2 dolara kadar düştüğü; hatta,
Amerikan
hükümetinin, şirketlere el koyarken bile, hisselere bu tür değerler biçtiği
görülmektedir.
Küreselleşmenin
varmış
olduğu
bu
tabloyu
nasıl
değerlendiriyorsunuz? Küreselleşme bir ütopya mıydı? Bunun sonuna mı geldik,
bitti mi bu ütopya? Yeni bir reel tabloyla mı karşı karşıyayız? Eğer öyleyse,
acaba nedir bu? Şirketlerin/girişimlerin önündeki engellerin kaldırılmasını
savunan liberal kapitalizm anlayışı konusunda, bu gün, “ne kadar kapitalizm, o
kadar regularizm/düzenleyicilik” denilmektedir. Oysa biz, liberal kapitalizm
adına, 1980’li yıllardan beri, nerede ise tüm kamu şirket ve varlıklarını sattık.
Küresel alanda 2008’in ikinci yarısından itibaren, bu duruma nasıl gelindi ve
bundan sonra ne olacak? Lütfen, bize, bunun ipuçlarını, verir misiniz?
Ahmed Güner SAYAR (AGS): Evvela küreselleşme olgusunu merkez
ekonomilerinin çevreyle olan bağlantısı, bunun eklemleşmesi, hatta bir adım
daha öteye gidip, önlenemez bir yükselişi olan teknolojinin bilgisayar ağıyla
bunu lehimlenmesi olarak kısaca tanımlayabiliriz. Bu keyfiyet, dünyayı
avcumuzun içersinde küçültüyor. Merkezin derdi çevreyi hükümranlığı altında
tutmaktır. Bu insana yapışık bir kaderdir ve metafizik bir keyfiyet arzeder. Buna
emperyalizm de diyebilirsiniz. Kapitalizm öncesinde de bu yaşanmıştır.
Kapitalizm doğuşu ve ertesinde, bilhassa salt iktisat politikası iktisadi liberalizm
yahut laissez-faire uygulaması ki Adam Smith, David Ricardo arası zaman
dilimine sıkışmıştır, bu tarihten sonra işin görünen bugünkü tablosu Jeremy
Bentham tarafından şekillenmiş ve Gibbon Wakefield tarafından yerine
oturtulmuş, yani laissez-faire olgusunun yürüyebilmesi için kolonileşme
keyfiyeti buraya raptedilmiştir.
199
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
Bugünkü küreselleşme olgusu, bundan aşağı yukarı 150-200 sene evvel
kolonileşme meselesi idi. Tabi ki ‘hardcore’, işin özü, aynı fakat olay esvabını
değiştiriyor. Bu çağda kolonileşme olmaz, ama küreselleşme olur. Şimdi
geldiğimiz noktaya, buhranın analizine baktığımız zaman burada işin özü
merkezin problemlerinden kaynaklanmakta olduğu görülecektir.
MKB: Sözünü ettiğiniz “merkez” kavramını biraz açar mısınız? Yani, kimdir
merkez?
AGS: Merkez, rasyonel iktisadi toplumlar, Amerika’yla Avrupa Birliği’dir.
Zaten bu iki entegrasyonun dışında, bu iki farklı coğrafi birlikteliğin dışında
dünyanın kalan ülke ekonomileri rasyonel değildir. Buna Rusya dahildir, buna
Çin dahildir, buna Türkiye dahildir. Aklınıza gelen her ülke dahildir.
MKB: Japonya da buna dahil mi?
AGS: Japonya’yı herhalde bu irrasyonel kefeden ayrı tutmak gerekiyor. Ama,
coğrafi konumu itibariyle Japonya farklı bir özellik arzediyor. Yoksa, Japon
ekonomisi rasyoneldir. Ama kapsama alanı, yani bütün içersindeki payı, o kadar
büyük değildir. Bir başka deyişle, bir Avrupa Birliği gibi ya da bir Amerika gibi
etki gücü yoktur. Belki buna yakın gelecekte bu çizgide Avustralya ile Yeni
Zelanda’yı da katmak gerekecektir. Onlar da yeni bir halka oluşturacaklar. Bunu
bilmiyoruz, o zaman içinde şekillenecek ama, bir merkezden kastettiğim
bunların rasyonel iktisadi birey esaslı ekonomiler olması. Bunu Batı başarmış.
17. yy’ın ilk çeyreği itibariyle Hollanda – İngiltere ekseninde ekonomiler ağır,
temkinli, tartılı, dikkatli, terazili ve spontan olarak rasyonel bir bireyi inşa etmiş.
MKB: Peki, varılan bu aşamada, teorik iktisat anlamında baktığımızda, bunlar
“uygulama kazaları” mı, yani, teori doğru uygulanmamış mı?
AGS: Bunlar uygulama kazaları olabilir. Bu tabiriniz doğru. Ben buna metafizik
rüzgar da diyorum. Çünkü burada metafizik kelimesinin altını çizmek lazım.
200
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
Esasen bu dünyada hayatın akışı, hususiyle ekonomilerin akışı pürüzsüz
değildir. Darlık ve bolluk, harp ve sulh, bin türlü mihnet ve meşakkat, zaten
dünyanın doğası bu. Rasyonel ekonomiler de bunun dışında değil, bunlarla
mücadele veriyorlar. Ama, rasyonel ekonomiler sağlığına dikkat eden bir insan
gibidir. Muntazam check-up’ını yaptırır, ama bu onu ölümsüz kılmaz.
Dolayısıyla, ekonomilerin de tabii inişleri ve çıkışları vardır. Bu dışsal
olaylardan da kaynaklanır. Yani, Adam Smith’in görünmez eli gibi. Bir olay var,
metafizik rüzgar denebilir, siz biraz evvel uygulama kazası dediniz, bunlar
olabilir. Şimdi uygulama kazasının en önemlisi 1929’da yaşandı. Ama, 1929’da
vuku bulan çöküş günlük, anlık değildi, aşağı yukarı 25 senelik bir geçmişi
vardı. Batı dünyasında iktisadi bir problem işsizlik olarak ortaya çıktı, ancak
sebebini birden keşfedemediler. 19.yy’ın hemen başı itibariyle, Adam Smith –
David Ricardo döneminde parayı biriktirenler ve biriken paranın yatırımını
yapanlar aynı kimselerdi. Fakat bir yüz yıl içersinde borsanın ortaya çıkışıyla,
tasarrufu yapanlarla yatırımı yapanlar ayrı insanlar, ayrı iktisadi karar birimleri
oldu ve bunların beklentileri de iktisadi çıkar açısından farklı olmaya başladı.
MKB: Bir ‘gap’/gedik oluştu burada…
AGS: Tabii. Köklü bir transformasyon, köklü bir değişim, buna metamorfoz da
denilebilir, bu oldu. Yani, parayı koyanlarla üretimi yapanlar, sermayedarlarla
girişimciler arasında ciddi bir ayırım ortaya çıktı. Ve bunların beklentilerindeki
farklılık paranın piyasaya pürüzsüz akışını engelledi. Engellenen para içeride
tutulmaya, tevkif edilmeye başladı. Biz buna gömüleme [hoarding] diyoruz.
Para var, fakat şu veya bu sebeple piyasayı terk etti. İşte şu veya bu sebebi
aştığınız zaman salt ekonomik alanla uluslararası iktisadi ilişkilerin önüne
geçebiliyorsunuz. Bilhassa, Avrupa’nın 1900’lerden itibaren çizdiği trend
içersinde, Rusya’nın 1917 sonrasında yükselişinin bir korku ve tehdit unsuru
olduğunu, buna daha sonra 1930’ların başında Hitler’i de katacak olursak, bu II.
201
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
Dünya Harbi’ne giden günlerde Avrupa’nın rasyonel iktisadi bireyini hakikaten
derinden derine düşündürdü. Paranın piyasaya akması yerine elinde tutmasının
önüne geçmek veya paranın piyasaya çekilmesi için iktisat siyaseti tedbirlerini
zorladı. Ancak, işsizlik kartopu tesiriyle büyüdü ve 1929’da piyasalar çöktü.
MKB: Ben aynı zamanda uluslararası ticaret dersi okutuyorum. Burada görmüş
olduğumuz güzel bir noktaya değindiniz. Bu 1929-1932 krizinin sonunda oluşan
bazı şeyler var, mesela faşist, nazist vb. bir takım rejimler, korumacı iktisat
politikaları var. Bu tür gelişmeleri, biz, bu defa bekleyecek miyiz?
AGS: Hayır. Şunu ifade etmek isterim ki, bugünü 1929 krizi ile irtibatlandıracak
olanlar ütopik alanlara, metafizik tuzaklara düşüyorlar ki bunun hiçbir anlamı ve
manası yoktur. Dünyayı artık rasyonel iktisadi bireyin yürüttüğü açıktır, bunu
iktisat tarihi bulgularıyla, vurgularıyla ortaya koydu. Bu demektir ki, ekonomik
düzlemde çarkı çeviren rasyonel iktisadi bireydir. Bu adam hata yapmaz, 1929
krizine giden hatalardan ders almıştır. Dolayısıyla, aynı hatayı iki kez
tekrarlamaz. Netice itibariyle, ortada ne kapitalizmin bitişi, ne de Keynesci
politika olarak, iktisadi liberalizm dışında iktisadi korumacılığa veya sistem
olarak iktisadi hürriyetçilikten iktisadi eşitliğe dönüş söz konusu olamaz.
Sadece, oratada krizin aşılması, kaybolan güvenin tesisi, bir manada politikalar
yoluyla, uluslararası iktisadi ilişkiler açısından bir güvenin tesisi, dünyada sulh
ve sükunun gelmesi, içeride de krizin aşılabilmesi için, para arzının
genişletilmesi yani Keynesyen politikalara merkez ekonomilerinin ihtiyacı
vardır. Bu bir manada, dengenin tesisi için geçerlidir ama ekonomi yerinden
oynamışsa esasen tıpkı 1929 kriziyle 1939 yılı arasındaki 10 yıl Keynes’i haklı
çıkaracak derecede çok önemlidir. Ama denge sağlandıktan sonra, buna ihtiyaç
yoktur. O halde, ortada bir bitiş, bir yok oluş söz konusu olmadığından radikal
bir transformasyon beklentileri abesle iştigaldir. Dolayısıyla, böyle söylentilere
kulak asmamak gerekir.
202
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
MKB: Bu para arzı enflasyonu tetikleyebilecek mi?
AGS: Burada Avrupa ve Amerika’daki merkez bankalarının tecrübesi çok
kuvvetli. 1929 krizinden alınan en büyük ders, onları dengeden kaosa
yuvarlanışta, krizden çıkabilmek için para arzını nasıl kontrol edeceklerini
öğretmesi olmuştur. 1929’a gidiş kitabi bir uygulamanın sonucudur. Büyük
ekonomik çöküşü hazırlayan en önemli faktör, ki gözlerden kaçmıştır, 1924
senesinde, İngiltere Merkez Bankası’nın tamamen klasik ekole bağlı başkanı R.
G.
Hawtrey’nin,
dönemine
göre
önemli
bir
iktisatçıydı,
mekanistik
uygulamasından kaynaklanıyor; para arzını daraltarak buhranın gelişini
hızlandırmıştı. Şöyle ki, tüm ekonomik göstergelerden, bilhassa 1903’u 1929’a
bağlayan çizgiye bakacak olursanız, gayri safi milli hasıla düşmeye başlıyor. Bu
düşme karşısında İngiltere Merkez Bankası yöneticisi Hawtrey’in aldığı karar,
oransal olarak gayri safi milli hasıladaki yıllık düşüş kadar para arzını düşürerek
fiyat istikrarını sürdürmeyi hedefliyor. Bu ateşe benzin dökme anlamına geliyor.
Bu hata şimdi yapılmıyor. Şimdi para muslukları Keynesyen iktisadın
bulgularının da ışığında Merkez Bankası’nın dirayeti ve dikkati
ile
ayarlanabilir.
MKB: Bu kriz bir bakıma faaliyet hacmiyle pazarda bulunan paranın
uyumsuzluğu gibi bir tablo. “Bankacılar ve sermaye pazarı çevrelerinin kâr
iştahının fazla kabarık hale gelmesi gibi bir durum, bunu yarattı” deniliyor. Bir
köpükleşme meydana geldi…
AGS:
Bunu balonun şişmesi olarak düşünebilirsiniz, ama burada biçimsel
olarak
merkez
ekonomilerinin,
hususiyle
Amerika’nın
sorunu,
türev
piyasalarının işleyişi bu şişmeyi yaratmış olmasıdır. Öte yandan, unutulmaması
gereken şey, Amerika’nın uluslararası ilişkiler temel alındığında dengeyi uzun
vadede kontrol edebilmek için enerji koridorlarını tutması gerekliliğidir. Bunu
yapabilmesinin ona hakikaten maddeten pahalıya patladığını söyleyebiliriz.
203
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
Amerika bu sıkıntılı sürece askeri Keynescilikle çözüm aradığı için ekonomisi
ister isatemez ısınıyor. Buna mukabil, Avrupa ekonomilerini Almanya – Fransa
çizgisi olarak ele aldığınız zaman, bunlar Amerika’nın katlandığı askeri
harcamaları yaşamadılar, rahat, rehavi bir yol aldılar. Bu, bir manada çok yorgun
bir ekonominin tatile çıkması gibi, dinlenmesdir. Yahut aşırı şişen balonun, 40
dolara kadar vardı dediğimiz hisse senetlerinin 1’e kadar düştüğü borsalarda
patlaması olarak düşünülebilir. Ama balon yeniden şişecektir. Balonun şişmesi
için bir ‘art’a, bunu yapacak olan başarılı yöneticilere ‘artist’lere ihtiyaç vardır.
Bunlar da becerikli politikacılar olacaktır.
MKB: Bu, reel politik gibi, reel ekonomiye dönüş mü bekleyeceğiz bunun
sonucunda?
AGS: Gayet tabii. Piyasaya verilen güven tekrar üretimi artırıcı yönde olacak.
Şu anda, para evde tevkif edilmiş durumda. Çünkü Amerikalı girişimci için
parayı evde veya elde tevkif etmekle bankada tutmak arasında çok büyük bir
fark yok, zira burada söz konusu edilecek olan spekülatif motif kapitalizm için
çok geçerli, hayati bir öneme sahiptir. Bu para, şimdi tramplen tahtasında, şu
anda evin içersinden ekonomiye atlayabileceği zamanı ve uygun alanı
beklemektedir. Tabii şu anlamda; dibe vurmuş hisse senetleri borsada bir cazibe
merkezi olabilir ya da yeni firmalar ortaya çıkabilir. Biraz evvel bu sohbette
işaret ettiğim gibi, rasyonel iktisadi birey hata yapmaz. Rasyonellik ona,
şimdilik parasını tatile çıkartmasını emretmiştir. Olay budur!
MKB: Sizin, merkezi ekonomi olarak nitelendirdiğiniz gelişmiş ekonomiler
yanında, bizim gibi ekonomiler, bizden daha geri ekonomiler üzerindeki bu
finansal ve sonrasında reel ekonomi krizinin etkileri için 2007’ler 2008’ler bir
daha hiçbir zaman geri gelmeyecek deniliyor…
AGS: Mesele bu gelecek ya da gelmeyecekten ziyade, merkezin ayakları
üzerinde yeniden bu dinlenmeden sonra dirilmiş olarak reel ekonomiyi harekete
204
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
geçirmesi, tekrar üretime başlaması keyfiyetidir. Bu hususta tüm dikkatlerin
merkeze odaklanması gerekir. Bu hesaplar nedir, buradaki rasyonel iktisadi
bireyin menfaat alanındaki en yakın düşmanı diyelim, bizatihi Japonya ile AB
ülkeleridir, kısaca rasyonel Avrupa’dır. Buralarda da büyüme hızının kesilmesi
gerekmekteydi. Demek oluyor ki, ayakları üzerinde yeniden basacak ekonomiler
yeni pazar arayışları içersine geçecektir.
MKB: Üretim yönü itibariyle baktığımızda bu ekonomilerin bir bakıma kendi
üretimlerini dışarıya transfer ettikleri yani Çin’in bir küresel üretim merkezi
haline geldiği vesaire görülüyor.
AGS: Ne ürettiğine bağlı, Çin’in o manada o kadar büyük bir şeyler yaptığını
zannetmiyorum. Önemli olan, Çin’in bir Amerikan ekonomisi tarzında
olmadığını söylemek isterim. Kütlevi ihracaatta, üretim içersinde, bir otomotiv
sanayii, bir beyaz eşya çeşitliliği Çin’de yok. Dökümünü fazla bilmiyorum ama
Çin ekonomisinden kaynaklanan temel sorunu belki, Batı’lı ekonomiler ve
Amerika için biriken dolarların bu alana kaydırılmasında aramak gerekiyor.
MKB: Şunu kastediyorum; yani, üretimlerini dışarıya transfer etmek (dış
ülkelerde ürettirmek) suretiyle kendi ülkelerinde işsizlik yaratma durumları
doğdu. Halen de, eğer bu geri dönüş, yani kendileri üretime geçecek olurlarsa,
bu bir defa korumacılık gibi olacak…
AGS: Korumacılıktan kastettiğiniz nedir?
MKB: Yani, bazı ticari engeller getirmek suretiyle gümrük duvarını yükseltmek
veya dışarı ile ilişkileri biraz daha kısıtlamak, mesela İngiltere örneğinde olduğu
gibi, son olarak İşçi Partisinin bazı sektörleri teşvik ederek koruyacağı konusu…
Dolayısıyla, bu sefer de ticari hale gelmiş yapının yine endüstriyel hale gelmesi
gibi hizmet ve ticaret esasına dayalı olan bu ekonomilerin bir bakıma yapısal
değişimlerin yeniden üretime dönüşlerini bekleyebilecek miyiz? Çünkü,
205
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
herhalde bir dünya fiyatıyla ülke içersindeki fiyatlar arasındaki farktan
kaynaklanan bir yapı da vardı bu kriz öncesi.
AGS: Öyle olmak mecburiyetinde. Bu kaçınılmaz. Aksi takdirde merkez diğer
ekonomileri gütmeyecek olursa, merkez olma vasfını kaybeder. Burada, “bir
dinlenme, bir tatile çıkma” söz konusudur. Merkez ekonomilerin ısınması söz
konusu, bu bir dinlenme aşaması. Bir dibe vuruşun mutlaka kalkacağı bir zemin
ve zaman olacaktır. Şimdi bunun tahminleri yapılıyor.
MKB: Merkez ekonominin, özellikle Amerika örneğinin, izlediği yol, önceki
varsayım ve politikalardan vazgeçme ve kısmi bir devletleştirme tarzı
davranışlar gözlenmektedir. Büyük transatlantikler batmasın düşüncesiyle
bunlara yavaş yavaş dolaylı olarak el koyma girişimleri söz konusu…
AGS: Veya destek verme söz konusu. Ortada mülkiyet açısından bir dönüşüm
olduğunu zannetmiyorum. Bu bir bakıma, firmaları borçlandırma yoluyla
ayakları üzerine oturtma, yeniden faaliyete geçirme sürecine girmek demektir.
Ancak, üretimin canlılığının muhafazası için burada devlet desteğine ihtiyaç
vardır. Bu destekler zaman içersinde çözülecek, dengeye dönüş normale avdeti
beraberinde getirecektir.
MKB: Bu, kapitalizmin, “yoruldum, artık tatile çıkacağım, dönüşüm muhteşem
olacak” gibi, beklentiler, liberal ekonominin, daha önce savunduğu ilkelere
aykırı değil mi?
AGS: Evet, aykırı. Batan batsın, ama ortada esaslı bir sorun var. Üretimin
düşmesi, tahsisi olarak işsizliği tetikleyeceği endişesi var. İşsizlik rasyonel
iktisadi birey için önemli bir sorundur. İki temel sorun vardır: Fiyat istikrarının
muhafazası ve işsizlik. Buna göz yumamaz. Ancak işsizliği de tam istihdama
getiremeyeceğinin de bilincindedir.
206
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
MKB: Yani, Keynesyen ekonomiye bu anlamda sosyal yönü itibariyle bir geri
dönüş mü?
AGS: Ben bunu pek kabul etmiyorum. Esasen Amerika ekonomisinin yapmakta
olduğu askeri harcamalar ile askeri bir Keynesciliğe battığına yukarıda işaret
etmiştim. Borçlanmanın kaynağı bu. Sıfır maliyetle bastığı dolarları çok güzel
satıyor. Bir yüz doları kaça mal edersiniz? Herhalde 1-1,5 sente mal edersiniz.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle kazançlı iktisadi bir üretim alanı yoktur.
MKB: Bu, biraz da bütün bunlara rağmen, bu ülkeye duyulan güvenden mi
kaynaklanıyor?
AGS: Elbette. Mesela, bizim ülkemize baktığınız zaman, yordamlamayla
söylüyorum, herhalde; 75-80 milyar dolar civarında bir paranın halkın elinde
bulunduğunu
tahmin
ediyorum.
Buna
merkez
bankasının
rezervlerini
kattığınızda Amerika’nın senyorajdan ne kadar istifade ettiğini görürsünüz.
MKB: Bunu şöyle mi anlayalım: Yani 1929-1932 krizi, bir bakıma, Keynesyen
ekonomi anlayışını ortaya çıkarttı. Bu ekonomik krizden de yeni bir ekonomi
düşüncesi çıkar mı?
AGS: Hayır çıkmaz. Sadece yerinden oynayan ekonomilerin yerine oturtulması
ve sonra laissez-faire çizgisinde istihdama devam edilmesi sürer, gider. Bütün
bu yaşadıklarımızı sizin de işaret ettiğiniz gibi, bir iş kazası gibi düşünebiliriz.
MKB: Bekleyişim, sanki yeni bir yaklaşımın, yeni bir teorinin eşiğindeyiz gibi.
AGS: Hayır. Teori üretmek kolay, fakat onu ‘operational’ kılmak zordur. Teori
üretimindeki hız hele iktisatta çok düşüktür. Açıkça söylemek gerekirse,
Marshall’dan beri iktisat teorisine pek fazla ilavede bulunulmadı. Buna
Keynesian teori de dahildir. Çünkü, Keynes ekonomisi pozitif olmaktan uzak,
giderek sadece para arzı ile oynayarak maliye politikaları ile buhranın
207
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
aşılmasında ortaya koyduğu reçetelerde esaslı bir mutakabat yok. Görülen o ki,
bu reçetelerin uygulanması bir hekimin işidir. Hekimin başarısını sağlayacak
olan ilacın laboratuardan çıkmasıdır. Biz laboratuarda ilaç üretemiyoruz. Sadece
üretilmiş ilaçların dozlarını ayarlıyoruz. Bu dozların ayarlanması ‘art’dır. Bu
‘art’ içersinde Keynes’in çok mühim ufuk açıcı payı vardır. Ama bu ‘science’
değildir. Zira, ortada makro-iktisat için genel kabul görmüş bir teori yoktur.
İktisat bilimi tıkanmıştır, soyut düşünce buhran içersindedir. Bu keyfiyetin altını
birkaç defa çizmek lazımdır.
MKB: Peki, o zaman ne yapmamız gerekir?
AGS: Ne yapmamız lazım? İş burada politikacılara düşüyor. Yani, maharet
sahibi, becerisi olan, ‘art’ı kullanan güvensizlik bunalımını aşacak ‘artist’lere
ihtiyacımız var. Bu da öncelikle merkezdeki ‘artist’lerdir.
MKB: Yani, bir bakıma, yeni hastalığı mevcut ilaçlarla tedavi gibi…
AGS: Dediğim gibi, yeni bir ilacımız yok. Sadece doktorların var olan
ilaçlardan bir ayarlama yapması, yeni bir reçeteyi uygulamaya koyması söz
konusu. Burada tabiatıyla maliye politikaları işin içine giriyor. Yeni vergi
kalemlerin ihdası kadar, mevcut vergi kalemlerindeki oranların düşürülmesi söz
konusudur. Burada, eğer Türkiye örneğine gelirsek, sorun Merkez Bankası’na
dokunmadan, kısaca para arzını genişletmemesi gerekir ki fiyat istikrarı
korunsun. Merkez Bankası’nın otonomisini muhafaza ederek, bunu da anayasal
bir güvence ile destekleyerek, söz konusu hedef elde edilir. Bu defa dikkatler dış
kaynaklara yönelirken, dışardan gelecek haberlere, dış yardım, dış borç ve
yabancı sermayeyle, bütün bu girişler güvenle dışardan içeriye para akışını
sağlar.
Elde
edilecek
başarı,
içerideki
politikacının
maharetinden
kaynaklanacaktır. Dünyanın genelinden ülkemiz özeline geldiğimiz vakit,
kanaatime göre, 29 Mart 2009 seçimlerinde ortaya bir güven oylaması çıkmıştır.
Çünkü, mevcut hükümet %40’a varan oyla güven tazelemesini, krize rağmen,
208
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
yapmıştır. Artık sorun, politikacının bağlantılar kurarak çözüme gitmesidir.
Mesela, gelişmiş ülkelerle, G20 bağlantısı içersinde, Dünya Bankası ve IMF ile
yapılan anlaşmalarla, bunun muhtemelen yani verilecek tavizleri bilmiyorum,
ama bu bağlantılar ekonomiyi rahatlatır. Neticede, Türkiye’de tevkif edilmiş
olan para miktarı ki üç farklı damar içersinde topaklanmıştır. Bunlar altın,
ikincisi döviz, üçüncüsü bizatihi Türk Lirasıdır. Bu birikim banka-borsa
sistemine akmıyor. Kurulan bağlantılar bu topakların çözülmesini, özellikle
evdeki parayı dolanıma çekecektir. Bu meyanda, bankalar, özellikle yabancı
bankalar, girişimcilere vanaları kapattılar ve krizin uzamasında tetikleyici bir
unsur oldular. Hükümet, bu bağlamda, bankaları muslukları açmama konusunda
serbest bırakmamalıydı. Maalesef, bu hata yapılmıştır.
MKB: Yani, nispi bir kabızlık yaşanıyor.
AGS: Evet, işaret ettiğiniz gibi. Şimdi bunun aşılması için dışarıdan gelecek
iyimser rüzgarlara ihtiyaç vardır. Dışarıda krizin uzaması içeriyi, Türkiye’de
özellikle ihracaatçıyı etkiliyor.
MKB: Eskiden, “Amerika nezle olursa Avrupa zatürre olur” ve benzeri bir
yaklaşım vardı…
AGS: Bu doğru, ama bu mantığa baktığınız zaman burada esas belirleyici gücün
rasyonel iktisadi bireyin hakim unsurunun Amerika’da olduğunu görürsünüz.
Bugün Japonya da iyi durumda değil, Batı Avrupa ülkeleri de o manada iyi
durumda değil. O halde, esas aktöre iyi bakmak lazım, o aktörün hareketini
yakından izlemek lazım. O aktör, elinde tuttuğu parayı ne zaman piyasaya
aktaracaktır. Bu reel ekonomiyi canlandırmak için çok önemli bir hadisedir.
Demek oluyor ki, piyasayı terk eden paranın piyasaya geri dönmesi, işte esas
mesele budur.
209
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
MKB: Yani, öyle anlıyorum ki bu hastalığın, merkez ekonomideki uzman
doktoru Amerika’da bulunuyor.
AGS: Evet uzman doktorlar Amerika’da. Bir manada, doktorlar da bu hastalığı
teşvik etmişlerdir. Tekrar ifade edelim ki, rasyonel iktisadi birey hata yapmaz.
MKB: Bir başka anlamda, hekim de hasta mı?
AGS: Hekim hasta değil. Bu bakış açısıyla sanki bir parça da olsa komplo
teorisine yaklaşıyor gibiyiz. Ortada, diğer ekonomilerin tuşlanması gibi bir
mesele var. Amerika yaptığı askeri harcamalardan dolayı kaybettiği kanı
dinlenerek toparlamak istiyor. Benimle beraber siz de istirahata çekilin, sizde de
ekonomik faaliyet düşsün, bu dünyayı size bırakmam der gibi bir hali var
Amerika’nın.
MKB: Buradaki hekim, daha ziyade, pratisyen mi?
AGS: Bu hekim pratisyen, ne var ki laboratuardan yeni ilaç gelmiyor. Yani, ilaç
yazan hekim laboratuarda ilaç üretemiyor. Esas mesele, laboratuarda ilacın
üretilmesidir. Biz, yeni teori üretemiyoruz iktisat yazınında. Biraz evvel de ifade
ettiğim gibi, soyut iktisat düşüncemizde ciddi bir buhranı fiyat istikrarıyla
birlikte tam istihdamı veren teorisizliği yaşıyoruz. Kilitlenmiş vaziyetteyiz,
çözemiyoruz. Tünelin ucundaki ışığa yordamlama ile ulaşacağız.
MKB: Bu anlamda acaba merkez ekonomilerden çok şey mi bekliyoruz?
AGS: Çok şey bekliyoruz, çünkü hakim unsur orası. Üretim orda, üretimin
kanal ve kaynakları orda, karar vericiler onlar, dünyaya hakimler. Bunun
içersinde, maddeyle oynuyor, laboratuarlarının ışığı hiç sönmüyor, yeni
teknolojik buluşlar, bulgular, bunlar ekonomik hayata can veriyor. Böylesi bir
hayatiyet çevre ekonomilerden gelmiyor.
210
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
MKB: Biz de bir çevre ekonomisi olarak ne yaparız? Kısa ve orta vadede
sokaktaki vatandaşı nasıl etkiler?
AGS: Dediğim gibi, belirleyici unsur merkez olduğu için oradaki müspet
kıpırdanmaların etkisini beklemek lazım. Orada bu hastalık devam ettiği
müddetçe biz ayaklarımız üzerine sağlıklı bir biçimde basamayız. Yani, oradaki
hastalık devam ederken dış yardım, dış borç, yabancı sermaye girişinde
daralmalar olacaktır. Ama, bütün bunlara rağmen, merkezde faiz oranları
%1’lerde seyrederken bu oran Türkiye’de %10 civarıdır. Bu, büyük bir makas
açıklığıdır. Bugün, 29 Nisan 2009 itibariyle, aşağı yukarı geçen 1 ay içersinde
23 binlere vuran borsa şimdi 28 bini görüyor ve 30 binlere yaklaşıyor. 30 bin
eşiği aşılır ve bir de IMF’den “anlaştık, para geliyor” haberleri ulaşırsa, elbette
buna dışardan akacak olan kayıtlı ve kayıtsız parayı da katarsanız işte o zaman,
zannediyorum Batı ekonomileri karşısında dirsek temasımız sürekli olur.
Batı’nın toparlanması bizdeki bu hastalığı çabuk atlatmamızı, şifa bulmamızı
sağlar. İçerde, eğer dibe vurmuyorsak burada kayıt dışı ekonominin payını
görmemezlikten gelemeyiz.
MKB: Duruma iktisat teorisi dışında, bir de ticaret teorisi açısından bakacak
olursak, herhalde, bu tablonun ihracatları da olumsuz yönde etkileyen bir yönü
var; tersi durumda da ithalat da olumsuz yönde etkileniyor. Burada nasıl bir
gelişme bekleyebiliriz?
AGS: Batı’nın reel ekonomilerinde üretime geçmesi, sizin ihraç mallarınıza olan
talebi tetikler, ithalatı da tetikleyecektir. Oradaki durgunluk, burayı etkiliyor.
Bunu biliyoruz. Yoksa, Türkiye ekonomisinde son 3 ay içersinde, Ocak, Şubat,
Mart 2009 itibariyle, ihracattaki gerileme %35’dir. Bu demektir ki, ihracaat
sektöründe çalışan her üç kişiden biri işsizdir. Bu manada denilebilir ki,
Türkiye’de Denizli bitmiştir. Bu doğru, çünkü tekstil, ağırlıklı olarak, oradan
ihraç ediliyor. Madencilik vb., kısaca, dışa bağlı üretim büyük yara almıştır.
211
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
Bunların toparlanması için dışardan gelecek pozitif sinyallere ihtiyaç vardır.
Talebinin tetiklemesi ile burası hareketlenir, buna mukabil dibe vurmamanın
maddi anlamda söylüyorum çareleri var. Evvela para şu anda evde. Evdeki para,
tahminime göre, üç damardan bahsetmiştim ya, altın, döviz ve bizatihi Türk
Lirası, bunların toplamı 200 milyardan fazla. Bunların harekete geçmesi lazım.
Mesela, hükümetin Temmuz ayına kadar geçerli olmak üzere yaptığı ÖTV ve
KDV’deki indirimlerin neticelerini gördük. Demek ki sorun, başka yerde
kilitlenmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin sıkıntısı; yaşadığı güvensizliği, paranın
içerde tutulması, banka ve borsa sistemine akmaması, belki de dışarıya çıkması
söz konusu. Buna mukabil, öyle bazı göstergeler var ki şaşırıyoruz. Kurumsal
faktörler dediğimiz, iktisat dışı unsurlar piyasadaki talebi canlı ve diri tutuyor.
Mesela, akla gelir mi bilmiyorum; Kurban Bayramı, Kasım 2008 ortalarıydı,
İstanbul’a yüz tane kurbanlık koyun geldi diyelim, bunların hepsi talep edildi.
Kriz olsaydı, böyle bir hikaye olmazdı. Bunun bütüne taşınacak bu ciddi bir
gösterge olmadığını biliyorum. Söylemek istediğim şey, pozitif tedbirlerle
birlikte insanların krizi harcamayla aşabileceklerini söyleyebiliriz. Zorunlu
tüketim maddelerinde bir daralma yok, hayat devam ediyor. Sorun tekstilde,
sorun otomotivde, sorun madencilikte.
MKB: Bazı görüşlere göre de bu tasarruflar vatandaşın tasarrufları şu an
tüketime sürüldü. Mesela 12 milyar dolar yurtdışına çıkmış ama Merkez
Bankası’ndan bu anlamda ciddi bir para çıkmamış gibi.
AGS: O trendi bilmiyorum. İhtimal ki, yurt dışından kayıtdışı para da içeriye
akmış olabilir. ‘Nereden buldun?’un sorgulanmaması. Bir manada yurt dışından
paranın içeri gelmesini cazip hale getirebilir ama bu bağlam içersinde, benim
aklıma takılan hadise yurt dışında %1 olan banka getirisi Türkiye’de %10’dur.
Rasyonel iktisadi birey için Türkiye cazip bir ülkedir. Burası, paranın akışı için
bir cazibe alanıdır.
212
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
MKB: Peki acaba bu kriz araştırma geliştirme çalışmalarının yani ARGE’nin,
önemli ölçüde farklılık yaratamamanın bir sonucu olabilir mi?
AGS: Bunu, merkez ülkeler için mi söylüyorsunuz?
MKB: Evet
AGS: Zannetmiyorum. Merkez ülkelerde laboratuarların ışığı sönmez. Onlar bu
trendi yakalamışlar.
MKB: Yani, araştırmalarda, önemli farklılık yaratamamak anlamında
söylüyorum.
AGS: Teknolojinin tıkandığı manasında olabilir. Mesela açıkça söylemek
gerekirse, 2000’li yıllara, uzay çağının arifesinde girdik. Görüyorsunuz,
bilgisayar ortamı bizi nerelerden aldı nerelere getirdi. Dünyayı avucumuzun
içersinde taşır olduk. Ama, burada bir kırılma olabilir mi? Bu gelişme çok
şiddetli oldu, küreselleşmenin belki en önemli etkeni de bilgisayar ağının
önlenemez yükselişi ile oldu. Acaba burada söz konusu teknolojik gelişme ve
araştırmada bir tıkanma oldu mu? Olmuş olabilir. Bu hususta ben fazla bir şey
söyleyemem.
MKB: Benim aşağı yukarı 8-10 yıl kadar önce söylemiş olduğum bir söz var:
“Dünyanın yeni Japonlara ihtiyacı olduğu” konusu…
AGS: Neden Japonlar?
MKB: Çünkü Amerika’nın peşinden dünyada araştırma geliştirme konusunda
farklı araştırma ve geliştirmeler yapmak konusunda tipik bir trend izlediler. Çin,
bunu başaramadı. Çin şu anda taklit olarak devam ediyor. Ama merkez
ülkelerde böyle çok sayıda, fevkalade bir önem arzeden araştırmalar yok.
Dolayısıyla Japonların bir dönemde yaptıkları gibi, rekabetçi farklılık
yaratabilecek bir ülke de yok Japonlarda da bir tıkanmaya görülüyor. Esasen,
213
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
Japon kültürünün, yaratıcılıktan çok taklide ve adaptasyona uygun olduğu
savları da var…
AGS: Evvela, Avrupa’ya bakacak olursak; Avrupa yorgun. Avrupa insanoğluna
verebileceğini verdi, istirahata çekildi. Artık laboratuarlarından esaslı bir şey
çıkmıyor. Dolayısıyla, özellikle Hitler sonrası, kahırdan lütuf, bütün beyinler
Amerika’ya koştu. Artık laboratuar Amerika. Bilimsel gelişmelerde bir
tıkanıklık varsa bu da işin doğasından kaynaklanıyor. Burada maddenin
ikramında bir tıkanmadan bahsedebiliriz. Japonlarda da bir dinamizm var.
1860’dan itibaren onlar da aşağı yukarı yüzelli sene önce bir patlama yaşadılar.
Bu sohbetimizin bir yerinde geçti;
Japonya, nüfus ve coğrafya olarak
dezavantajlara sahip, önce ana kütleden coğrafya olarak kopuk. İkincisi, bütün
içersindeki yeri o kadar büyük değil. Ayrıca enerji koridorlarına sahip değiller.
Unutmayalım; Çin burunlarının dibinde.
MKB: Sayın hocam, vardığımız bu aşamada yeni bir ekonomik teori
getiremiyoruz. Ama farklı yeni uygulamalar olabilir, diyorsunuz…
AGS: Burada farklı uygulamalardan kastım şu: Eldeki iktisat politikası
reçeteleri biliniyor, yeni bir şey yok! Hep bilinen çizgiler içersinde, metafizik
rüzgarların da yardımıyla, uygulamanın, yani hastaya verilecek tabletlerin
başarısı artık politikacıya ait. Maharet sahibi politikacıya ihtiyaç var. Gerçek
bizi bu noktaya getiriyor, çünkü artık politikacıya iktisatçı bilim adamının
vereceği yeni bir reçete yok. Çünkü, iktisat teorisi yeni bir şey söyleyemiyor.
Belki dönüm noktasına varıldı, iktisat bilimi kendi bilimselliğini dahi tartışmaya
açacak kadar tıkandı.
MKB: Bu tıkanma hali, yine, sizin hep söylemiş olduğunuz rasyonellik
anlamında, yani kapitalizmin sonuna geldi noktasında mı?
214
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
AGS: Hayır. Çünkü ona mümasil, ona eş, ona benzer, ona alternatif bir şey yok.
Yani, bu alternatif iktisadi sistem eğer iktisadi eşitlikse, bu metafiziktir. İktisadi
eşitlik düşüncede ölmez, ama uygulamada pürüzsüz akışkanlık getirmez. İktisadi
eşitlik, rasyonel iktisadi bireyi dışladığı için sorunları çözemez..
MKB: Sadece bir durup bekleme dönemi öyleyse…
AGS: Evet, bir durup bekleme döneminin içindeyiz. Bu
durup bekleme
içersinde sosyalizan fikirler, Marksist fikirler prim yapabilir. Çünkü, ortada
ezilen var, istismara uğrayanlar var. Dolayısıyla, bu metafizik kendi gücünü asla
kaybetmez. Ama iş somutta yani ‘operational’ olmaya geldi mi, olmuyor. Bunu
Rusya örneğinde gördük. Dolayısıyla, rasyonel iktisadi birey ekonomik evin
tuğlasıdır. Rasyonel iktisadi birey ne kadar sağlamsa ev de o kadar sağlam olur.
İrrasyonel ekonomilerde ise ev prefabriktir.
MKB: Güzel. Peki, bu tabloda, kim kazanıyor, kim kaybediyor?
AGS: Her dönemde köşeyi dönenler varsa, köşeye sıkışanlar da vardır. Burada
köşeyi dönen Amerika’dır. Sıkışanlar da, bana kalırsa, Japonya ve Avrupa’dır.
Bu tablo, bu analiz, ilk aşamada, tamamiyle rasyonel şemsiye altında bulunan
ülkeler için geçerlidir. Buna mukabil, bu şemsiye dışında olanların temel sorunu
zaten rasyonelleşmedir. Bir şeyi kazanabilmenin şartı evvela rasyonel iktisadi
birey olmakdan geçiyor.
MKB: Peki küreselleşme ne olacak? Ben şunu diyordum: “Roma’da Romalı ol”
sözü gibi, aslında yaratılmak istenen “herkesin Romalı olduğu” bir dünya.
Şimdi, bu, acaba yeni bir Romalılaşma mı? Yoksa Roma’nın yıkılışı mı? Diğer
bir deyişle, ulusal duyarlılıklar artar mı?
AGS: Efendim, bu, “maddenin ikramına” bağlı. Maddenin de bir canı var.
Parayla bilimsel bilginin evliliği sanayi ihtilalini doğurmuştur. Para bir tarafta,
öbür tarafta laboratuar, bu ikisinin evliliği, bir patlamayla, sanayi ihtilâlini
215
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
meydana getirdi. Yol belli artık, çizilmiş: parayla laboratuardan gelecek bilginin
evliliği. Parada, buhran dönemleri dışında, bir tıkanma yok. Ancak, maddenin
insana olan ikramında tıkanma olabilir. Bu da bilimsel gelişmenin sonuna
vardığı anlamına gelmese bile, orada da bir bekleme, yeni arayışlar içersine
girme meselesi söz konusudur. Şimdiki durumda, maddenin ikramı olduğu
müddetçe, daima azalan verim kanunu yeni ürünlerin ortaya çıkışıyla yeni bir
dönüşüme geçiyor. Neticede, toplam üründe bir düşüş yaşanmıyor. Yeni
maddelerin piyasayı sel gibi işgal etmesi, yeni bir trende sıçramayı gerektiriyor
ve bu hal devam ediyor. Burada, laboratuardan gelen bilimsel bulguların parayla
piyasaya kazandırılması, onun da insan hayatını iyiye, güzele, doğruya
götürmesi önemlidir. Bu, bitmeyen bir takiptir. Zaten, kapitalizm budur. İnsanın
hayat uslubunu sürekli olarak yaratıcı yıkımla değiştiriyor. Çünkü, insanlar bu
dünyada yaşamak istiyor, sıkıntı istemiyor. Halbuki, sohbetimizin başında, bir
metafizik gerçek olarak, dünya halinin bolluk ve kıtlıktan, varlık ve yokluktan,
harp ve sulhtan, bir sürü mihnet ve meşakkatten ibaret olduğunu söylemiştik.
Hakikaten öyle. Ama insan bunu aşmak istiyor. Bunu aşmak söz konusu olmasa
bile, maddeden gelen ikramla hayatı yaşanılır hale getirmek, bir uslup yaratmak
arzusundan vazgeçmiyor. Kapitalizm de bunu çok güzel yapıyor.
MKB: Evet efendim. Bugünkü tabloda böylesi bir tıkanma dönemi yaşanıyor ve
bunun
aşılabileceğini
ve
kapitalizmin
yoluna
devam
edebileceğini
bekliyorsunuz. Peki burada bazıları iyi pratisyenler, ülkeler itibariyle iyi
politikacılar, burada kendi ülkelerinde çıkış yapabilirler, daha farklı hale
getirebilirler, bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. Bu fırsat neye bağlı olarak
gelebilir?
AGS: Efendim, bu fırsatın değerlendirilebilmesi bir parça da metafizik
rüzgarlara bağlı. Metafizik rüzgarların yönünü, şiddetini, kalıcılığını bilemeyiz.
Çünkü, olaylar insanlardan büyüktür. Reel, normdan büyüktür. Dolayısıyla,
bunun tahminini ve tahlilini yapmak bize düşmez.
216
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
MKB: Yani, etkileme itibariyle bu rüzgarın önünde…
AGS: Herkes bu rüzgarın önünde, ama mesela bir Irak Harbi’nden ne hasıl
olmuştur? Bakıyorsunuz, 2002 – 2007 yıllarında bugünkü hükümet ilk
döneminde başarılı. Ama o rüzgar kesildi. Şimdi ne olacak?
MKB: Peki, hani komplo teorisi değil de, bir de uzun vadeli stratejiler
bakımından, mesela petrol şirketlerine baktığınız zaman, 25-30 yıllık
stratejilerinden söz ediyoruz. Ya
da NASA’nın planlarında vs. bunları
görebiliyoruz. Biz, şu an 2009’u konuşuyoruz. Çünkü, şu noktada canımız
acıyor, o acıyı şu an duyuyoruz. Ama birileri belki de 2040’ı 2030’u planlamış
oldukları için bu tabloyu yaratmış olabilirler...
AGS: Olabilir. Tabii, yalnız öngörebilmek meselesi; insan plan yapar, eski dille
söylüyorum: ‘kul tedbir alır kader ona gülermiş’. Tedbiri alması ‘norm’dur,
kader ‘reel’dir. Normla reel uygunsa uygulamaya konulan norm, normal
demektir. Ama çatışma varsa, o zaman ‘norm’unuzu gözden geçirmeniz lazım
ki, reele tekrar adım atasınız, uyum sağlayabilesiniz. Bu yolla, insanın somut
iktisadi hayattaki bir sorununu çözebilirsiniz.
MKB: Harvard’da bir mezuniyet töreninde, bir mezunun konuşması var,
Harvard’ın o şaşalı döneminin sonuna gelindiğine işaret ederek, “Tanrıların
sonu geldi” diyor …
AGS: Kimmiş o tanrılar?
MKB: Harvard gibi üniversitelerden bir mezunun bir işe girdiğinde 100-150 bin
dolarla işe başlaması vs. gibi şeyler. Artık böylesi bir tablo mevcut değil. Bu
anlamda, acaba gerek büyük şirketler, gerek büyük devletler ve büyük
ekonomiler açısından bakacak olursak, acaba, bu anlamda, “Tanrıların” sonu
gelmiş olabilir mi?
217
Journal of Social Sciences 3(1), 2009, 198-218
AGS: Bu olabilir. Çünkü biraz evvel işaret ettiğiniz noktaya geliyoruz. Rekabet
ortamı içersinde farklı ülkelerde aynı işi daha ucuza yapacak insanlar çıkabilir.
Bu onların büyüsünü bozmuş, karizmasını çizmiş olabilir.
MKB: Evet, sayın hocam, çok teşekkür ediyoruz bu güzel sohbetiniz için.
AGS: Ben teşekkür ederim.
MKB: Bizim de bu kaotik ortamda bir ışığa ihtiyacımız var. Bizi aydınlattığınız
için çok teşekkür ederiz.
AGS: İyimser olmak lazım. Çünkü bizim bu dünyada hissemiz var, rızkımız var,
insanoğlunun rızkı var bu alemde. Rızıkta bir daralma var; bolluk ve kıtlık gibi.
Şimdi sarkaç kıtlığa doğru gidebilir ama orada kalmaz. Dolayısıyla, denge ve
kaos hali de metafiziktir. Denge de sürekli değildir, kaos da sürekli değildir. Bu
geliş ve gidişler bizi tarih felsefesi yapmak kadar, dengede daha uzun soluklu
durabilmenin, kaosa girmişsek hemen çıkabilmenin yollarını aramayı öğretmesi
gerekir. Dengede durabilmenin yolu ‘science’dır, kaosdan çıkabilmenin yolu da
‘art’dır.
MKB: Yani sosyo-ekonomik alanda da sanata ve bir sanatkara ihtiyaç vardır.
Sayın hocam çok teşekkür ediyoruz.
AGS: Ben teşekkür ederim.
218
Sosyal Bilimler Dergisi 3(1), 2009, 198-218
YAYIN KURALLARI:
Yazarlara Not: TÜBİTAK-ULAKBİM Sosyal Bilimler Veri Tabanı Komitesi,
bu yayın kurallarına %100 uyulmasını istemektedir. Lütfen makaleleri bu
kurallara uygun olarak hazırlayıp gönderiniz.
1.Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yılda İKİ kez (altı ayda bir)
yayınlanır.
2. Hakemli ve özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Makalelerin, hakem
değerlendirilmesine girmek üzere, yayın kurulu sekreterliğine yazar adı, epostası, cep /telefonu ile gönderilmesi gerekmektedir. Yazarlar
makalelerinde hakemlerin de değerlemelerinde dikkate alacağı aşağıdaki
kriterleri de gözden uzak tutmamalıdırlar:
a. Makalelerindeki ekseni, dayandığı temel fikri, ikincil kaynak incelemesi ve
bunlara göre yeniliği, sosyal bilimler ve uygulama alanına katkısını,
b. Araştırmalarının makalenin ana eksenine katkısını, hipotez ve metodolojisi,
istatiksel analiz tekniğinin yeterliliğini,
c. Makalenin mantıksal bütünlüğü ve kendilerini tatmin edip etmediğini,
d.
Makalenin başlığa
yansıtabilmesini,
uygunluğu
ve
anahtar
kelimelerin
makaleyi
e. İyi kalitede bir model, şekil, tablo vb. ile öğretime katkı seviyesini
değerlendirmelidirler. Ampirik çalışmalara öncelik tanınacağı makalelerin
yayınlanabilmesi için, yazılar:
3.1.Metin, çift aralıklı ve 12 puntoyla Microsoft Word (6.0 ve üstü) yazılım
programında Times New Roman karakterinde yazılacak ve internet/Web
ortamında veya CD olarak ve 3 kopya “hard copy”/çoğaltılmış olarak
gönderilecektir.
3.2. Makalelerin 20 sayfayı (A4 boyutlu ve 2 aralıklı) geçmemesi
gerekmektedir. Yazılar ve şekiller sayfaya soldan 3,5 cm, alt/üst ve sağdan
2,5 cm boşluk bırakacak şekilde konumlandırılmalıdır.
3.3. Atıflar, dip notlarda değil, metin içinde ve parantezle (soyad, yıl: sayfa)
verilecektir.
3.4. Açıklama notları numaralandırılarak ilgili sayfa altında yazılacaktır.
3.5. Tablolar numaralandırılıp tablo üstünde, şekiller şekil altında (atıf varsa,
tablo ve şekil altında, kullanım izni referansı ile birlikte), denklemeler
yaygın bilinirlikte ve açıklamalı olarak gösterilecektir.
3.6. Makale sonunda atıflarla gönderme yapılan kaynakçaya ( soyad, ad, eser
“makaleler tırnak içinde”, yayın yeri, yayınlayan, yıl, -dergiler:sayı, ay, yıl
219
ve sayfa baş ve sonu-) yer verilecektir. Sanal ortam atıfları, güncel olarak
tarih ve saati ile verilecektir.
3.7. Makalelerin başlık ve yazar isminin altında, 200 kelimeyi geçmeyen hem
Türkçe hem İngilizce özetlerle (katkı ve sonuç içerikli) 3-5 anahtar
kelimeye yer verilecektir.
3.8. Makalelerin Özet, Giriş, Yöntem/Yaklaşım, Gelişme, Bulgular, Sonuç,
Uygulamaya Katkısı ve Kaynakça bölümlerinden oluşmasına özen
gösterilmesi beklenir.
3.9. Yazar/ların ismi makalenin altında yer almalı, unvanı ve çalıştığı kurum,
birinci sayfada yıldızlı dip not olarak gösterilmelidir.
3.10. Yayın, danışma ve hakem kurullarında görev alanlar, kendi makalelerinin
görüşmelerine ve hakem görevlendirmelerine katılamazlar.
3.11. Yayını uygun görülen makaleler yayın sırasına konur. Gönderilen
makaleler ve düzeltme talepleri sonrasında da yayını uygun görülmeyen
yazılar iade edilmez ve yazarına gerekçesiyle bildirilir.
3.12. Makalelerin bilimsel ve diğer hususlara ilişkin sorumluluğu yazar/larına
aittir. Bir başkasından yaralanılan şekil, resim ve tablo alıntılarında, ilgili
yazar/yayıncıdan izin yazısı alınmalı ve makale ekinde sunulmalıdır
3.13. Her sayıdaki hakem isimleri ve raporları beş yıl süreyle arşivlenecektir.
3.14. Yazar/lar, yayınlanması halinde, tüm telif haklarını Beykent
Üniversitesine devrettiklerini belirten aşağıdaki belgeyi de makaleleriyle
birlikte göndermelidir: Bu belgenin imzalanıp gönderilmemesi halinde, bu
haklarını, Beykent Üniversitesi’ne otomatil olarak devrettikleri anlamına
gelir.
TELİF TRANSFERİ:
Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin
yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z.
Yazar/lar: Ad/Soyad:
İmza:
İLETİŞİM:
Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Sıra Selviler 34437 Beyoğlu – İstanbul
Tel: 0212 444 1997
Faks: 0212 867 55 76
www.beykent.edu.tr
220
Kurumu:
Adres:
PUBLICATION REGULATIONS:
To Writers: Writers should write their articles to the following regulations
which are also requested by the committee of TÜBİTAK-ULAKBİM.
1. Journal of Social Sciences of Beykent University is published TWICE (once
every six months) a year.
2. It is published after the inspection of arbitrators and aims to support
authentic studies. Articles must be sent to the Publication Committee
Secretary containing the name of the writer, writer’s e-mail address, and
his/her mobile or landline number when sent to arbitrators for evaluation.
Writers must consider the following criteria which will be taken into
consideration by arbitrators in their evaluations:
2.1 Writers, in their articles, must be able to demonstrate the axis of
the periodical and secondary source evaluation and their novelty in accordance
with such criteria and their contribution and application to social sciences.
2.2 They must also prove the contribution of research articles to the main axis
of the periodical, articles’ adequacy of statistical analysis and techniques
using hypothesis and methodology.
2.3 Also writers must demonstrate logical unity of articles and show whether
articles can be deemed relevant and/or satisfactory.
2.4 Articles’ congruency to its title and whether key words are able to reflect
contents of articles must be established.
2.5 Articles contribution to education by setting a high-quality model with
diagrams and tables used must be illustrated. Articles concerning
empirical studies will be given priority and
writers submitting articles
must follow the following criteria:
3 All articles must be written in Times New Roman, 12 point, using Double,
Spacing in Microsoft Word (version 6.0 or above). They must be sent over
the internet or sent in CD format. Three hard copies must also be sent.
3.1 Articles should be no longer than 20 pages (A4 size paper with double
spacing). Texts and figures should be located with a gap of 3.5 cm from
the left and a gap of 2.5 cm from the top and the bottom of the page.
3.2 References are not to be given in the form of footnotes but must be noted
in brackets (surname, year: page number) within the text.
3.3 Explanatory notes are to be numbered and written under the relevant pages.
3.4 Tables are to be numbered and the numbers are to be written on top of
tables, explanation of figures are to be noted under figures (if references
221
are used, they must be noted under tables and figures along with the
permission reference number), equations are to be shown in a form that is
commonly accepted along with their explanation.
3.5 A Bibliography (surname, name, for references, work “articles in quotation
marks” place of publication, publishers, - in periodicals: issue, month,
year, head and bottom of page-) year of publication, used must be attached
to articles. Internet related references must be updated to include dates and
time.
3.6 Under the heading and the name of articles, a summary of 200 words both
in Turkish and in English (containing attributions and a conclusion) and 35 keywords must be included.
3.7 It is expected that special care is paid to make sure that articles contain a
summary, an introduction, method/approach used, development, findings,
a conclusion, contribution to its application and a bibliography.
3.8 The name of the writer must be included at the bottom of the article and the
writer’s title, the institution s/he works for must be noted on the first page
with a star symbol as a footnote.
3.9 In the related issue, those who serve in the Publication Committee and
Committee of Arbitrators are not allowed to join meetings about the
article concerned. Articles that are considered to be suitable for
publication shall be put in the publication queue.
3.10 Articles sent and articles that are considered to be unsuitable for
publication after required corrections will not be returned.
3.11 Responsibility for the articles from a scientific point of view and other
related topics belong to the writer(s). With regard to references relating to
figures, pictures and tables, a permission letter form the writer(s) or the
publisher(s) concerned must be obtained.
3.12 If the article is published, writer(s) must send the following document
stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University
along with the article concerned.
3.13 The referees names and their reports will be kept in our rewards for five
years.
3.14 If the article is published, writer(s) must send the following document
stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University
along with the article concerned. In any case or in the neglect situation,
writer(s) transfer(s) all Copyrights to Beykent University.
222
TRANSFER OF COPYRIGHT:
In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled …………
transfer all of its copyrights to Beykent University.
Writer(s): Name/Surname
Signature:
CONTACT INFORMATION:
Beykent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
(Beykent University, Institute of Social Sciences),
Sıraselviler 34437 Beyoglu - Istanbul
Telephone: 444 1997
Fax: 090212 867 55 76
www.beykent.edu.tr
223
Institution: Address:
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
HAKEM DEĞERLENDİRME RAPORU/ REFEREE EVALUATION REPORT
Makale Başlığı: Subject Title
Dosya/File No:
GENEL DEĞERLENDİRME*
General Evaluation
Makale başlığı içeriğe uygun
mudur?
Is the subject title compatible
with the context?
Özet ve anahtar kelimeler içeriğe
uygun mudur?
Are summary and key vocabulary
compatible with the context?
Yazının dili/yazımı/semboller
anlaşılabilir midir?
Are the language used, spellings
and symbols clear enough?
Makale, ilgili bilim dalına veya
uygulamaya katkı yapabilecek
nitelikte midir?
Does the text have the necessary
features that’ll contribute to the
relevant scientific field?
10
9
Yazıda kullanılan ikincil /
birincil verilerle araştırma
yöntemi amaca uygun mudur?
Is research technique used in the
text regarding primary
/secondary data compatible with
the objective?
Sonuçlara objektif bir biçimde
erişilmiş midir?
Was an objective approach
maintained when reaching the
result?
Konuyla ilgili kaynaklar yeterli
ve güncel midir?
Are the resources related to the
subject current and adequate?
224
8
7
6
5
4
3
2
1
Bulguların uygulamaya
aktarımı/implementation
irdelenmiş midir?
Are the data verified to see if
they are applicable?
Tablolar metne uygun ve
anlaşılabilir midir?
Are the tables perceptible and
consistent with the text?
Şekiller metne uygun ve
anlaşılabilir midir?
Are the figures perceptible and
consistent with the text?
Total marks/evaluation: ………………………………………………………
* 1’den 10’ a kadar puan veriniz (10 = En olumlu… 1 = En olumsuz).
*Award marks from 10 for the highest and 1 for the poorest.
DEĞERLENDİRME SONUCU
Evaluation Result
( ) Olduğu gibi yayınlanabilir.
( ) It can be published as it is.
( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. (1)
( ) It can be published with minor
modifications.
( ) Önemli değişikliklerin yapılması
zorunludur.
( ) Major modifications must be made.(2)
( ) Kesinlikle yayınlanamaz.
( ) Can not be published under any
circumstances
Hakemin unvanı, adı ve soyadı:
Name and title of referee:
e-posta/e-mail:
Telefon/Phone:
Değerleme raporunuzu tarafımıza en geç 15 gün içerisinde, /Please send your
evaluation report in 15 days to mkarabulut@beykent.edu.tr mail adreslerine
göndermeniz önemle rica olunur.
Posta Adresi/ Post Adress:
Beykent Üniversitesi
Sıraselviler 34437 Beyoğlu - İstanbul
Tel: (212) 444 1997
225
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
HAKEMİN DİKKATİNE
To the referee: Any critics and explanation/comment
Puanlı değerlendirme sonrasında makalenin genel bir değerlendirmesini yaptıktan
sonra, bu sayfada, makalenin daha iyi bir hale gelmesi için gerekli gördüğünüz
hususları (1, 2) kısaca açıklayınız. Eleştirileriniz, yazarlara önemli ölçüde yardımcı
olacaktır.
Değerlendiren hakem/ Referee:
İmza/Signature: ………………………
226
İLETİŞİM BİLGİLERİ:
CORRESPONDENCE ADDRESES:
Editör:
Editor:
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Beykent Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Beykent University
Institute of Social Sciences
Sıraselviler 34417 Beyoğlu - İstanbul
Tel: (212) 444 1997
e-posta: mkarabulut@beykent.edu.tr
Sıraselviler 34417 Beyoğlu - İstanbul
Tel: +90 212 444 1997
e-mail: mkarabulut@beykent.edu.tr
Editör Yardımcıları:
Associate Editors:
Yrd. Doç. Dr. Gülşen SAYIN
Beykent Üniversitesi
Mütercim Tercümanlık (İng.)
Yrd. Doç. Dr. Gülşen SAYIN
Beykent University
Department of Translation and
Interpretation Ayazağa Campus
Ayazağa, Şişli - İstanbul
Tel: (212) 444 1997
e-posta: gulsensayin@beykent.edu.tr
Dr. A.Banu KOÇER REISMAN
Beykent Üniversitesi
Mütercim Tercümanlık (İng.)
Ayazağa, Şişli - İstanbul
Tel: (212) 444 1997
e-posta: banukocer@beykent.edu.tr
Yayın Sekreteri:
İbrahim SEVİLDİ
Beykent Üniversitesi
Grafik Tasarım Sorumlusu
Beykent, B.Çekmece - İstanbul
Tel: (212) 444 1997
e-posta: ibrahim@beykent.edu.tr
Ayazağa, Şişli - İstanbul
Tel: +90 212 444 1997
e-mail: gulsensayin@beykent.edu.tr
Dr. A.Banu KOÇER REISMAN
Beykent University
Department of Translation and
Interpretation Ayazağa Campus
Ayazağa, Şişli - İstanbul
Tel: +90 212 444 1997
e-mail: banukocer@beykent.edu.tr
Puplishing Secretary:
İbrahim SEVİLDİ
Beykent University
Puplic Relations and Puplicity Office
The Coordinator of Graphic Design
e-mail: ibrahim@beykent.edu.tr
Beykent, B.Çekmece - İstanbul
Tel: +90 212 444 1997
e-posta: ibrahim@beykent.edu.tr
227