AHLAK
Ahmet BAYDAR
Saygınlığın Yönü
Kur’an, mükerremliği, muhteremliği, soyluluğu, fazilet ve asaleti; soya,
aşirete ve kabileye değil, sadece takvaya bağlamış, “En keriminiz en
sakınanızdır” demişti.
Sahabe de aralarında konuşurlarken saygınlıklarını; soylarına, maddi
güçlerine ve toplumsal mevkilerine bağlamamış, daha önce Bedir’de bulunup
bulunmamak, Uhut’a katılmış olup olmamak gibi değerler üzerine bina
etmişlerdi.
Peygamberi yahut sahabeyi görmüş olup olmamak, onlarla sohbet etmiş
olup olmamak da yalnız başına bir ayrıcalık sayılmamıştı. Bu durum, bidayette
sadece, sonraki nesiller için, Peygamberin mesajına daha yakın bulunanı tespit
etme açısından bir önem arz ediyordu.
Ne var ki sonraki dönemlerde sahabeye, tabilerine ve daha sonrakilere,
koruyucu birer makam verildi. İcat edilen bu makamlar sayesinde de saygınlığın
ve kerametin yönü değişti.
Sahabe makamı, ilk inananlarla Mekke’nin fethinden sonra Müslüman
olanları aynılaştırdı. Savaşmak için Bedir’e katılanlarla savaş sonrasında mal
paylaşmak için Hayber’e gelenleri aynı potada eritti.
Savaşın kader anında ganimet için koşanlarla emre muhalefet etmemek
için Ayneyn’e çakılıp kalanları eşitledi.
İşte zahir uleması, “Sahabe makamı” yla eşitlenen sahabenin hepsini
saygınlıkta bir elin parmakları gibi eşit gördü. Sonra parmak hesabına göre isnat
ilmi geliştirdi. Ardından da “yol gösteren yıldızlar”ın haberlerine eşit değer atfetti.
Zahiri ilimlerle iştigal edenlerin, hürmet ve saygınlığı hukuki ilişkilere ve
niceliğe bağlamaları, gittikçe doğal hâle geliyordu. Başlangıçta sahabenin en
erdemlisi bilinenleri en az hadis rivayet etmişken, ilerleyen dönemlerde daha çok
hadis rivayet edenler ve daha çok hadis ezberleyenler, daha saygın görülmeye
başladı.
Artık ilahi kelam bir yönüyle devreden çıkmıştı. Kötü gidişin ince ayarı
gittikçe dünyevileşen sosyal hayatın elinde kalmıştı. Ali, sahabe arasında elbette
saygınlığı hak ediyordu. Ancak daha sonra zuhur eden saray da sultan için
saygınlık istemeye başlamıştı.
Bu durumda Şam’daki saray bahçesinde, bir hadis ravisinin Ali’nin
erdemlerini kendi bildiği üslupla anlatması kolay olmayacaktı.
Nitekim İmam Nese’î (Vefatı 916), böyle bir şeye teşebbüs etmeyi
denemiş, sonuç kendisi için hiç de kolay olmamıştı. Edep yeri darbelenen imam,
bir çuval gibi merkebinin üzerine yüklenmiş ve yola salınmış, bu olay vefatının
sebebi olmuştu.
Ayrışma
İslam coğrafyası büyüyüp merkezi yönetim güçlendikçe ilk dönem
fakihleri, ferdin ötekilerle problemleri üzerine eğilmeyi acil görmüşlerdi. Bu
elbette gerekliydi.
Ancak bu arada toplum müthiş sosyal değişimler yaşamaktaydı. Hilafet
saltanata dönüşmüş, bütün gözler kitaptan saraya çevrilmiş; saygınlık, hikmet ve
erdem gibi değerler yerini saraylılığa terk etmişti.
Sonunda olan olmuş, ırkî ve siyasî mülahazalar yoğunlaşıp mezhep
taassupları da yaygınlaşınca; ibadetler üzerine bile ahlaki boyutları düşünülmemiş
kısır fetvalar üretildi. Bu fetvaların, dünyevileşmeyi ne denli hızlandıracağı, dinin
güzel ahlak ve ihsan boyutunu ne denli unutturacağını da kimse hesap edemezdi.
İlk dönem Mutasavvıfları işte bu eksiği iyi gördüler. Gidiş, görünüşte
şeriat üzere bulunsa da gerçekte ahlaksızca olduğunu ve Yahudileşmeyle
sonuçlanabileceğini düşündüler. Fıkhın katı şeriatçılığını ve ona destek veren
zahiri disiplinleri şiddetli bir üslupla aşağıladılar. Tefsir ve Hadise hayat veren
“isnad”ı hafife aldılar, senet tenkidi yerine, adını koymadan “metin” tenkidi
yaptılar.
İnsaf ehli bazı zahir ulemasının, bu durumu anlaması zor değildi. Ancak
bunlar da Tasavvuf’un amaçlarını gerçekleştirmek için yeterli ve sağlıklı bir
yönteme sahip olmadığını düşünüyorlardı.
Nitekim Mutasavvıflar, ahlaki bir anlayış katarak fıkhı ihya edecekleri
yerde, uzletteki ferdin iç dünyasını konu edindiler. Muamelat hukukundan
uzaklaşarak, sırf Allah’a karşı üstlenilmesi gereken ibadetlere yoğunlaştılar. Bu
da onları gittikçe manastır hayatına ve ruhbanlığa yaklaştırdı. Yahudi
şeriatçılığından kaçarken Hıristiyan ruhbancılığına tutuldular.
Yollar ayrılmıştı.
Yolların ayrılış noktasında Tasavvuf erbabı oldukça avantajlıydı. Çünkü
insana değer veriyorlar, her şeyi geçebilseler de insanın insanlığını geçmemeyi
önceliyorlardı. İnsanı, bulunduğu yerinden, işinden, dünyevi başarısından,
parasından, hırkasından dolayı değil, insan olduğu için önemsiyorlardı. Şeriat
uleması kâle meyletmişken onlar hâle bakıyordu.
Fukaha, şeriatın zahirini korumaya gayret ediyorken onlar insanın batınını
korumaya çalışıyorlardı. Fıkıh ehli, en bilene rağbet ederken onlar en saygın olana
rağbet ediyorlardı. Şeyh-mürit ilişkisini de bu zemine oturtmuşlar, mürit devlet
başkanı olsa bile çobandan bir şeyhinin bulunmasını yadırgamamışlardı.
Ayrıca Tasavvuf, insanın şehveti, öfkeyi ve peşin olanı sevme isteğini
tamamen imha edilebileceğini, nefsini bir daha kötüye dönüşü olmayan “kâmil
velayet”e ulaştırılabileceğini iddia ediyor, Allah’ın ahlakını ahlak edinmek
isteyen ölçüsüyle de dinin tam ortasında yer alıyordu.
Oysa Kur’an özü şekilden ayırmamıştı. Bir nefsin, “kâmil velayet”e
ulaşabileceğini onaylamamıştı. Aksine nefisteki şehvetin, öfkenin ve peşin olanı
sevme isteğinin tamamen imha edilemeyeceğini söylüyordu. Peygamberlerden
her hangi birisi için bile “Nefsi mutmaindir, ondan şer sadır olmaz” gibi bir
garanti vermemişti. Fıtratın, vahiy elçileri dâhil herkeste aynı olduğunu, onlara
uygulanacak kanunların da değişemeyeceğini vurgulamıştı.
Dahası, dinin son ve tam örnekleyicisi Hz. Peygamber ve yetiştirdiği
örnek nesil, fıkhı ve ihsanı ayrıştırmamış, şer’i kuralları güzel ahlakla birlikte
muhafaza etmişlerdi.
Ne var ki Mutasavvıfların, “Allah’ın ahlakını ahlak edinme” çabasıyla
kemali hedefleyen eğitim merhalelerinin “alışkanlıklar” ürettiğini görmeden,
daha işin başında bu gidişin Kur’anî olmadığını düşünmeleri imkânsız gibiydi.
Allah’ın Ahlakı
Tasavvuf erbabı, “Allah’ın ahlakını ahlak edinin” şeklinde bir hadis
nakleder. Birçok yönden önem arz eden bu söz, Mutasavvıfların varlık sebebini
neredeyse eksiksiz anlatır. Söz metnindeki “Tahalluk” ile “Tasavvuf”un aynı
vezinde olması kayda değer ilk husustur. Çünkü bir anlamda işi üstlenmeyi,
omuzlamayı anlamlandır bu form. Ayrıca üç kelimelik bu sözün iki kelimesi HL-K kökündendir. Yani burada konu yaratılış, bir anlamda varlıktır. Böylece
“vahdet” düşüncesinin kapısı aralanmış olmaktadır.
Evet, Tanrı yarattıklarından hiçbirine benzemez, yaratılanlardan biri de
Tanrıya benzemez. Ancak O’nun isimleri yarattıkları içinde sadece insanda
tamdır. Allah’ın “el-Adl” türünden işi vardır, ama ez-Zulm türünden işi yoktur.
İnsanın O’nun ahlakını ahlak edinmesi de adaletli olması anlamına gelmektedir.
Zahir ehli, hadis olarak nakledilen bu sözün aslının olmadığını dillendirse
de bu durum Mutasavvıflar için önemli sayılmıyordu. Çünkü onlar, bu haritayı
çizerken, zaten daha işin başında yollarını ayırmışlardı. Önemli olan bir sözün
senedi değil, metniydi. Delaletinin “nass”la çelişmemesi onlar için yeterliydi. Hz.
Peygamberin böyle bir sözü söylemiş olduğunun rivayet edilmiş olup
olmamasından ziyade, önemli olan, bu anlamda bir söz söyleyip söylemeyeceği
idi.
Nitekim açıklanan delaletiyle kimse Kur’an’ın bu sözü ve bu gidişi tasvip
etmeyeceğini söyleyemiyordu. Ayrıca düşünsel açıdan da Mutasavvıflar avantajlı
durumdaydı. Çünkü yaratılış, Kur’an dilinde “H-L-K” harfleriyle ifade
edilmekteydi. “Ahlak” da bu köktendi.
Ahlak ise, varlığın Yaratıcıdan gelen işleme düzenidir. Bütün eşyanın oluş
biçimlerini, başka bir ifadeyle ahlaklarını onların içlerine koyan da bizzat
yaratıcının kendisidir. Ateşin yakması onun varlık biçimidir, başka bir söyleyişle
ahlakıdır, Allah’ın verdiği yaratılış özelliğidir. Su akıyorsa, buz eriyorsa bunlar
onlara Allah’ın verdiği ahlaktır. Kuşlar yuva yapmayı eğer bir gün terk edecek
olurlarsa ancak o zaman “ahlaksız oldular” denebilir ki bu “Allah’ın ahlakından
çıktılar” demekle aynı anlama gelir.
Ancak meseleye insan açısından bakıldığında farklı bir sorunla
karşılaşılır. Evet, varlık olarak insanın da diğer varlıklardan bir farkı yoktur.
“Varlık ahlakı”, onun içine kodlanmıştır. Ana rahminde oluşumu, gelişimi,
doğuşu, yemesi, içmesi, büyümesi, yaşlanması, ölmesi, hepsi diğer varlıklar için
de belirlenmiş olan kurallar gibi bir “kader”e göredir. Bunlar, onu diğerlerine
benzer bir varlık kılan ahlakıdır.
Ne var ki diğerleri gibi o sadece bir varlık değildir. Nitekim o “akl”
etmekte, “fikr” etmekte, “zikr” etmekte ve bunlarla “sanat” etmektedir. Yani,
bedeniyle bir varlık olsa da ruhuyla var olma sürecindedir. İnsan hem varlıktır,
hem de var olmaktadır. “Var olma” sürecinde ona tek yönlü muayyen bir ahlak
belirlenmemiştir. Nefsinde önceden yaratılmış bulunan doğal yatkınlıklar
yanında, başka yatkınlıklar kazanabilir. Marangoz, ressam, mimar olabilir.
Şehvet; onun doğuştan gelen nesnesel bir ahlakıdır ama bunun sarfında başka
tabiatlar, başka ahlaklar da oluşturabilir.
Kısaca insan, var olma sürecinde; iyi-kötü diyebileceğimiz karşıt
alanlarda serbest bırakılmıştır. Var olma ahlakını, kendisinin belirlemesine izin
verilmiştir. Bunlardan hangi alanı seçer, onu kendisine değişmez bir tabiat edinir,
suyun akması ve ateşin yakması gibi onu yaratılıştan taşıyormuşçasına
zorlanmadan kullanır duruma gelirse, o zaman o onun ahlakı olmuş denir. İyi
olsun kötü olsun, insanın fiilleri eğer kendisinden seçimsel, düşünsel ve duygusal
bir zorluk olmadan, kendiliğinden sadır olunca, o şey o kişiye ahlak olmuş denir.
Bu durumda; var olma sürecinde bulunan her insanın ister istemez adalet
ve zulüm, sadakat ve ihanet gibi alanlarda yeni bir ahlakı olacaktır. Yani
doğasının gereği olarak yiyip içen insan zaten ahlaklıdır. Herkesin bu tür ahlakı
hep var olduğu gibi, aynı zamanda ikinci ahlakı; kazanılmış iyi yahut kötü ahlakı
olması da muhtemeldir. Sadaka vermeyi kendisine huy edinene iyi ahlaklı, yalan
söylemeyi tabiat edinene ise kötü ahlaklı denmesi böyledir.
Genelde ahlak dendiğinde anlaşılan da kazanılmış olan bu ikinci ahlaktır.
Peki, işte bu “kazanma” alanına giren işlerde Allah’ın ahlakı nasıl ahlak
edinilebilir? Bunun yolu nedir? Kur’an acaba burada, Tasavvuf ehliyle zahiri
ulema arasında hakem kılınabilir mi?
Alışkanlık ve Bilinç
İkinci yaratılış yahut ikinci doğum da diyebileceğimiz ikinci ahlakı
oluşturmanın evrensel iki yolu; ya niyet (ibadet) ya da alışkanlık (adet) tır.
Ancak Din ve Hukuk, âdeti tanımaz. Bu ikisi, bir eylemden, süregelen
alışkanlıklara değil, onu kast etmeye değer verirler. Bireysel işlerden toplumu
değil, ferdin kendisini sorumlu tutarlar. Din de, hukuk da sahalarına giren her
eylemin ardında bir kasıt ve niyet ararlar. Çünkü bu ikisinin nazarında herkes;
düşünerek, muhakeme ederek, değerlendirerek, duyusal girdileri analiz ederek ve
karar vererek eylem yapmaktadır.
Kararlı eylemi yapabilecek olan ise elbette adet değil bilinçtir. O kadar ki
bilinç, adet, alışkanlık ve yöresel telkinleri bile yargılayabilir, onları ibadet
seviyesine yüceltebilir. İbadetlerin, işte böyle bilinçten doğması gerekir ki din
onlara değer versin.
Şöyle denir Kur’an’da: “Seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne
yükseltmeyin, birbirinize ses yükselttiğiniz gibi, ona da yükseltmeyin, sonra
eylemleriniz boşa gider, siz bilincinde olmadan.”
(Hucurât Suresi)
Bedevilerin
birbirlerine yüksek sesle konuşmaları adetleridir. Kur’an, Allah elçisiyle
konuşulurken bunun terk edilmesini ister ve bilince dayalı bir eylem seçmelerine
işaret eder.
Çünkü her yeni, ancak öğrenilerek, anlaşılarak ve seçilerek hayat bulur.
Her yenilik bilinçle başlar. Bilinç, eğitmiş olduğu hisleri bilinçaltında depolar.
Niyet ve kasıtlı davranışlarla onları sürekli besler. Bunlar zaman zaman; istemsiz
bazı fonksiyonlar, sezgiler ve davranışlar olarak açığa çıksa da artık kazanılmış
birer “ahlak” seviyesinde kabul edilirler. İnançtan doğduğu için de, tekrar inancı
zedelemezler. Aksine onu takviye ederler. Geminin kaptanı ve tayfaları arasındaki
ilişki gibidir bu. Her şeyi yapan tayfalar olsa da, dışarıya karşı sorumluluk
kaptanındır.
Bilinç temelinden mahrum, telkinlerle, taklitlerle ve yöresel bazı
faktörlerle beslenen ahlak, alışkanlık yoluyla edinilmiş ahlaktır. Doğu
mistisizminin tercihi de daha çok bu yol olmuştur. Nefsin velayet kazanması ve
bir daha şeytanete dönmemesi için müspet taklidi davranışlar, alışkanlıklar,
telkinler ve adetlerle tekâmülü bu yolla aranmıştır.
İslamî tarikatlar de genelde bu yolu kullanmışlardır. Tarikatlarda, nefis
“emmâre” durumunda iken çevreden gaflet ettirilir, “levvâme” durumunda iken
“recâ”ya teşvik edilir, “mutmeinne” durumunda iken de “fenâ”yı fark etmesi
telkin edilir. Son merhalede fark edilen şey ise, Allah’ın ihatası olacaktır.
Mutasavvıfların, “Allah’ın ahlakını ahlak edinmek” dedikleri şey de budur.
Tarikatlara göre nefis, bu basamakları ancak; bir şeyhin rehberliğinde
“kötü olan dünya”ya meylini azaltarak çıkabilir. Hatta terk edilmesi gereken ne
varsa hepsini terk ederek. Bunun için de gerekirse; mücâhede, riyazat ve çile gibi
eğitici, terbiye edici ve iz bırakıcı arayışları meslek edinerek. Nitekim tarikatlar,
nefsin “fucur”unu imha etme yolunda, dünyaya rağbeti azaltabilecek her türlü
çabayı tecviz etmektedir. Namaz ve oruç gibi, peygamber tarafından örneklenmiş
bulunan nebevi ibadetlerin çoğu zaman artırılması, yeni zikir ve virt şekilleri ihdas
edilmesi bu cümledendir.
Oysa bilinç yoluyla kazanılacak olan ahlakın membaı nefsin
“tezkiye”sidir. Nefsin tezkiyesi; niyetlerle temizlenmesi, tekrarlanan ibadetlerle
kötü isteklerden arındırılması ve eylemlerin adetlerden ibadet seviyesine
yüceltilmesi anlamındadır. Bunun alışkanlık yolundan farkı ise; bilinçlinin
bilinçsizden, iyinin iyi sanılandan, yeninin yeni sanılandan farkı gibidir. Ayrıca
bilinç yolunda eylem ve ahlak derecelendirilemez. Tezkiye ahlakının en değerlisi,
muharriki olan niyetin ulaştırdığı ruhi boyuttur. Eylemde tecrübe, ibadette miktar
ve ahlakta süreklilik son bulunulan ruhi kıvamdan daha anlamlı değildir.
Bu nedenle, dünyaya rağbetin terk edilmesi, nafile ibadetlere ağırlık
verilmesi, riyazatın artırılması, dinde yeni bir takım mesleklerin icat edilmesi
tezkiye için çıkar yol değildir. Tezkiye, niyet ve içtihat ister. Nefsin aldatmasına
düşmemek için; niyetin elden bırakılmaması, ayrıca hayatın değişen her hâline
uygun yeni tür davranışların üretilmesi gerekir.
Kısaca; mesnedi adet olmayan bir ahlak için, muharriki niyet ve içtihat
olan yeni eylemler gerekir. Bu da alışkanlıklarla ve telkinlerle değil, kendinden
gelen şoklarla ve kendinden olanı yakarak hayatta kalabilir.
Kur’an Ahlakı
Kur’an, insanın hayata temiz başladığını, sorumluluk bilincinin ve bu
bilinci terk etmenin ona sürekli ilham edildiğini söyler. Alışkanlık, adet ve terbiye
ile oluşan resmi İslamlığa pirim vermez. Aksine bilinç yolunu tavsiye eder.
Eylemde niyet ve içtihat ister. Kur’an’ın önerdiği ahlak, temizleme gücünü
alışkanlıklara oturan “terbiye” den değil, şuura bağlı “tezkiye”den alır.
Bu nedenle ibadetler bile eğer insanda alışkanlık gibi duruyorsa, onların
Allah katında bir öneminin olmadığını söyler. Zaman zaman, namaz kıldığı hâlde
“verme” yi ahlak edinmeyenleri kınaması bundandır. Kur’an, ibadetleri bir terbiye
aracı değil, bir hatırlama aracı (zikir) olarak görür. Namaz ve oruç gibi bedensel
ibadetleri, zorlaştırmaması aksine, zor zamanlarda kolaylaştırmış olması da
bundandır.
Kur’an, “alışkanlıklar” ın takviye ettiği bir ahlak sözcüğü üzerinde
durmaz. Hz. Peygamber (s.a.)`a hitaben söylediği: “Sen en yüce bir ahlâk
üzeresin” (el-Kalem, 68/4) sözü de, onun doğuştan gelen (ve kendisinin
bozmadığı) ahlaki davranışlarını ifade eder. Pek büyük huylar, karakter, meleke
(yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun ve sen onları korudun
demektir.
Ancak Kur’an’ın, satır aralarında, doğru davranışlar üretecek bir ahlak
edinmeyi önerdiği söylenebilir. Ne var ki bu davranışlar da, alışkanlıklardan değil
bilişsel bir inançtan doğmalıdır. Onları çok ve çileli değil, yeterli ve ihlaslı olan
ibadet, terbiye değil tezkiye, taklit değil ittiba ve içtihat üretmelidir. Ama
maalesef bugün, İslam coğrafyasında, terbiye ahlakıyla oluşan bir İslamlık
hâkimdir. Bilincin ürünü olan içtihadi eylemlerin değil, âdete bağlı eylemlerin
ürünü olacak bir alışkanlığın peşinde koşulmaktadır. Bu tutum manastır ve
zaviyelerdekinin benzeridir. Buradan da zorlanınca kırılan bir ahlak doğar. Bizce,
insanımızın, sık toplumsal kırılmalar yaşamasının, dünya işleri ve hatta ahiret
hayatı için torpil yolları aramasının, menfaati için adaleti terk etmesinin
sebeplerini buralarda aramak gerekir.
İslam ahlak tarihinin kısa hikâyesi şudur: Şer`i ilimlerle Tasavvuf disiplini
arasında ciddi bir problem yoksa da zahirde bir kopukluk görülür. Bu kopukluk
bir tarafta kuralsız dindarlık diğer tarafta ise katı kuralcılık üretmiştir. Fıkıh,
ihsanı unutmuş, ahlakı hukuktan soyutlamış, Tasavvuf da alışkanlar üreten yolu
seçmiş bu da Kur’an ahlakını ihya etmek için yetmemiştir. Tezkiye ahlakından
soyutlanan hukuka karşı, adet ahlakına sığınılmasının asıl sebebi ise âdetin
iliklerine işlemiş kadim kader anlayışıdır. Bu anlayış şu temel soruyla açığa çıkar:
Yapan kimdir?
Tanrıyı hayatından uzaklaştıran Batı bir tür öznel ahlak geliştirdi.
Kaderini eline aldı. Batının bu ahlakı dünya ölçüsünde kendisine başarı getirdi.
Menfaati, arayışını kamçıladıkça tüketim hırsını artırdı. Onu, kadim kaderci
anlayışını terk edemeyen Doğuya yöneltti. Doğu, kırılgan kaderci ahlakıyla baş
başa iken yakalandı. Kaderci ahlak kırılgandı.
Çünkü Allah`ın dilemesinde kendi dilmesinin yerini anlayamıyordu.
Kaderci Ahlak
Çağrı filminin yapımcısı merhum M. Akkad, yıllar önce İstanbul`a gelmiş
ve bir gazeteci onunla konuşmuştu. Gazetecinin; “İslam dünyasının asıl sorunu
sizce nedir?” sorusuna Akkad`ın verdiği cevap aynen şöyle olmuştu: “Ahlak.
Doğunun asıl sorunu ahlaktır.”
Peki, sizce niçin? Bu sorunun cevabının ipuçlarını, Endülüslü Seyyah İbn
Cübeyr`in bir tespitinde buluyorum. O, Bağdat halkını, yeryüzünün en ikiyüzlü
halkı gördüğünü söylüyor. Doğu neden ikiyüzlü peki? Çünkü Doğu; Tanrının
dilemesi içinde kendi dilemesinin yerini tayin edemiyor. Bu nedenle; kimi zaman
Tanrıdan yana, kimi zaman başkalarından yana yönelen ikiyüzlü bir hayatı tercih
ediyor.
Kur’an’da şöyle denir: “Allah, dileseydi elbet hepinizi bir tek ümmet
yapardı fakat dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder ve her halde
yaptıklarınızdan sorumlusunuz.”
(Nahl
16/93)
Bu ayetin mefhumu, “Allah`ın
seçmesine mecbursunuz ama yine de sorumlusunuz” demek elbette olamaz. Peki,
ne demektir o zaman? Bu müşkili gidermek için Ebu Hanife, ayetteki “saptırır”
sözcüğüne, “Allah yardımını çeker, onu kendi haline terk eder” anlamı verir.
Zemahşeri bu terkedişi, Allah`ın ezeli ilmine bağlar. Ebussuud Efendi, “Kulun
cüzi iradesiyle isteğine göre dalaleti Allah yaratır” der. Müfessir Âlûsî, bu cüzi
iradeyi, İbn Arabi gibi kulun ezeli istidadına bağlar. M. Esed ise selefinden daha
farklı bir anlam keşfeder; “Allah, sapkınlık verir seçene ve doğruya iletir seçeni”
der. Esed, aynı formlardaki diğer ayetlerde bu arayışını sürdürmez. Ancak onun
izinden giden bazıları bu anlamı, benzeri formların tamamına teşmil etme
temayülündedir.
Bunların hepsi, aslında, Kur’an’ın sorumluluk ilkesine uyma arayışlarıdır.
Kur’an içi disiplinini zorlamadıkça da itibar görür. Ancak seçilen anlamın, bunun
dışında Kur’an’ın genel üslubuna ve söz akışına da uygun olması gerekir. Bizce
bu tür anlamlandırmalar, Kur’an’ın genel üslubuna uygun olmadığı gibi, bir kısmı
da söz akışını zorlamaktadır. Üzerinde tartışılan ayet, müşabihtir. Müfessirlerin
muhkem bir ilkeye göre tevil etme ihtiyacı duymaları da bundandır. Ancak
müteşabih ayet, eğri kalplilere malzeme olabilirse de; kapalı, anlaşılmaz yahut
eksik demek değildir. Tamdır, yerinde doğrudur, yeterince açıktır ve gerektiği
kadar anlaşılırdır. Sadece ilkesel nihai maksat belirtilmemiş olabilir. Bu esastan
hareketle burada farklı bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Kur’an, bu tür ayetlerde,
muhataplarının ikiyüzlü tabiatlarını makam üslubuyla dövmektedir. Makam
üslubu; sözü söyleme şekli, kelimeleri dizme biçimi, sarfı, nahvi ve sentaksı
değildir. Anlamın derin tadını, her çeşit muhataba duyurma gücü, onların ruhuyla
örtüştürme kuvvetidir. Söz makamının ipuçlarını hissettirmesidir. Söyleyenin,
makamından,
zenginliğinden,
heybetinden,
gazabından,
kudretinden
ve
bilgisinden kıvılcımlar taşımasıdır. Kur’an, insanın seviyesine inmiştir. Her ne
kadar beşerin tozuna, toprağına ve çamuruna bulaşmışsa da indiren makamın
yaratıcı-melikiyet üslubunu muhafaza etmektedir. Bazen kulunun isteğini
tamamen Allah`ın seçmesine bağlaması bu üslubun gereğidir. Aslında bu üsluptan
herkes yeteri kadar nasibini alır. Eğriler de eğriliklerini arttırırlar. Ama münafıklar
adına alınganlık duyanlar bundan mahrum kalırlar. İşte bu tür ayetler, bu
mülahaza göz önüne alınarak okunursa, asla kadercilik anlamı çıkmayacak ve
farklı anlam arayışlarına da gerek kalmayacaktır. Çünkü Kur’an üslubunda her
şeyi, önce Allah meşiet alanına indirmiş, sonra kul onu meşiet etmiştir. Kulun
seçtiği O`nun seçtiği, kulun yaptığı da O`nun yaptığıdır. Bu nedenle ilaçla tedavi
olmak, yine O`nun “meşiet”iyle tedavi olmak sayılır. Birisinin ikramından dolayı
ona teşekkür etmek, aynı fiilden dolayı Allah`a şükretmekle çelişmez. Buna
mukabil, birisinin zulmüne isyan etmek de Allah`a isyan etmek sayılmaz. Çünkü
O`nun zulme rızası olmaz.
Münekkid İbn Abdilberr`in: Sabit ve muttasıl gördüğü bir habere bakalım.
Bu haberi, Yakubi ve Taberi, de naklederler. Cassas, Ahkamulkuran`ında
zikreder. Abdurrezzak, Musannef`inde, Mamer b. Raşid, Cami`inde, Nesei
Sünen`inde, Müslim, Buhari ve İbn Hıbbân Sahihlerinde, Ahmed, Müsned`inde,
Malik de Muvatta`ında nakledilir: Ömer (ra) sefere çıkmıştır. Şam yolunda Tebuk
vadisinde Serğ köyüne vardığında bazı ordu komutanları ile karşılaşır.
Komutanlar, Şam`da veba salgını olduğunu haber verirler. Ömer (ra), istişareden
sonra: “Ben dönüyorum” der. Bunun üzerine Ebu Ubeyde: “Allah’ın kaderinden
mi kaçıyorsun?” der. Ömer`in cevabı şudur: “Keşke bunu senden başkası
söyleseydi Ebu Ubeyde! Evet, Allah`ın kaderinden yine Allah’ın kaderine
kaçıyoruz.” Şimdi üzerinde çok düşünülen ayeti hatırlayalım. Ayetin birinci
bölümü cebri olumsuzluyor. İkinci bölümü ise cebri olumluyor zannediliyor.
Zahirde böyle… Yanılma noktası da burada işte. Oysa iki bölümde de cebir
üslubu var. Özgürlüğü böyle anlatıyor Kur’an. Bizim makam üslubu dediğimiz de
budur. İkinci bölüm, birinci bölümün sadece açıklamasıdır. Üçüncü bölümde ise
sorumluluk vurgulanarak anlam tamamlanmaktadır. İşte Kur’an, kaderci
muhataplarına bu makam üslubuyla seslendi. Onları fark edemedikleri yerden
yakaladı. Bilgelik kalıbında dondurdukları saplantılarını böyle dağıttı.
Kemikleştirdikleri batıl inançlarını, zirveye varan toplumsal korkularını,
rüyalarına giren beklentilerini, bir türlü bitiremedikleri yahudi-nasrani
tartışmalarını dağıtmak için asla ilgisiz kalamayacakları, red de edemeyecekleri
dakik ve cazip bir üslup kullandı. Kur’an, Rab-kul arasında, “Kalu bela” temsili
anlatımıyla bir ahitten söz eder. Yani Kur’an nazarında esas olan imandır. İnkâr
ise tali ve hastalıklı bir durumdur. İnkârın temel sebebi ise nifaktır. Nifak; bilgiyle,
belgeyle, ayetle dağıtılabilecek bir illet değildir. Kur’an, münafığın kendi
özgürlüğü ile Tarının özgürlüğünün bir arada bulunuşunu istismar ettiğini,
inkârını makulleştirmek için kaderciliği kullandığını bilir. Bu nedenle onlara
talimde bulunmaz. Muhataplarını şoklamayı tercih eder. Yeri geldiğinde,
“Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” der. Muhatabın inadına karşı “O, dilediğine
hidayet verir, dilediğini terk eder” der. Kendisini tanrılaştıran tekebbürü kırmak
için “Siz ancak Allah`ın dilemiş olduğunu dilersiniz” der. Peygambere ve
arkadaşlarına bir savaşta ilahi salatı dile getirirken “Attığın zaman sen atmadın
ama Allah attı” der. Şifa bulmaz inkârcılar karşısında bir yandan peygambere
strateji gösterirken bir yandan da inkârcıya inzar fırlatır ve: “İster uyar ister
uyarma, inanmazlar, Allah kalplerini mühürledi” der. Aslında, kimi zaman
alçaltan, kimi zaman umut veren, bazen icbar eden, bazen özgür bırakan, böylece
hayret uyandıran bu üslubun şıkları tek tek ele alındığında, hepsinin de
muhatapların farklı durumlarına ve temel ilkelere uygun olduğu görülecektir.
Üslubun sebebi ise nifak tabiatını dövmektir. Bu ayetler, münafıklık eden hasta
tabiatları şiddetle döven şok darbelerdir. İşte, isteyenler, bu şok uyarılarla farkına
varmadan şifa bulacaklardır. İstemeyenlerin eğriliği artacaktır. Kur’an okunurken
bu dakik ve şoklayıcı üslubu, hep göz önünde bulundurmalı, münafık tabiatlar
adına alıngan davranmamalıdır.
Ama geleneğimizde öyle olmadı. Kur’an’ın, cebir inancı doğrultusunda
yorumlanması, daha ilk asırda, saltanatla birlikte başladı. Çünkü saltanatı verenin
de, sultanın icraatını yaratanın da Allah olduğunun, dolayısıyla sultanın bütün
işlerinde isabetli davrandığının kabul edilmesi için cebir inancı gerekliydi. Bir
taraftan kanaatler hadisleşerek zapta geçirilirken siyasiler de boş durmuyordu.
Kaderciliği imanın şartları arasında sayıyorlar, konunun konuşulmasını
yasaklıyorlar, kaderciliği kabul etmeyenleri de inkâr-isyanla suçluyorlar ve idama
mahkûm ediliyorlardı. Sonra; kadercilik İslam dünyasının iman esaslarından
birisi oldu. XII. Yüzyılda zirveye ulaştı. Düşünürler İslam Dünyasının ilimdüşünce grafiğini şöyle hülasa ederler. 7-11. asırlar, doğuş ve yükselme dönemi.
12-16. asırlar, duraklama dönemi. 17-20. asırlar, gerileme dönemi. XII. yüzyılda;
Nefsi müdafaa ahlakı, nefisle mücadele ahlakına; bireysel sorumluluk ahlakı,
mezhepsel sorumluluk ahlakına; tecdid ahlakı, bidat-ı hasene ahlakına; ictihad
ahlakı, taklid ahlakına; zikir ahlakı, vird ahlakına; oruç ahlakı, rıyazat ahlakına;
namazda taksir ahlakı, tatvil ahlakına; tezkiye ahlakı, terbiye ahlakına; sevgi
ahlakı, aşk ahlakına; kader ahlakı kaderci ahlaka dönüştü. İşte o gün bugündür;
İslam coğrafyası, Tanrıyı hayatından uzaklaştıran toplumların iştahlarını
kabartmaya devam eder. Hülagu`nın istilasıyla başlayan Bağdat`ın acı tarihi
bunun açık bir örneğidir. Ve şimdi: İki bin yedi. Hilafetini unutan modern insan,
istiğna merkezli bir tür öznel ahlak geliştirdi. Bu ahlak, dünya ölçüsünde
kendisine başarı da getirdi. Başardıkça hırslandı. Bu hırsla, kaderci toplumlara
yöneldi. İstanbul`da, Riyad`da ve Karaçi`de, hasmının değerli postunu delmemek
için, ona bal sürülmüş çift ağızlı ustura yalattı. Eğer postu değersizse, delik deşik
etmekten çekinmedi. Onları, Herat`ta, Kudüs`te ve Bağdat`ta kırılgan ahlakıyla
baş başa iken yakaladı.
Evet! Bizce Müslüman coğrafyaların asıl sorunu, kader ahlakını terk edip
eski kaderci ahlaka dönmüş olmasındadır. Kadercilik kırılgan-nifak ahlakı telkin
eder. Çünkü kaderci, Allah`ın dilemesinde, kendi dilemesini görmezden gelir. Bu
nedenle hem Yaradan`a hem de kuluna karşı nifak yolunu seçer. Dinde temelsiz,
dünyada muvaffakiyetsiz olur.