Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi; ülkemizin ve dünyamızın kaynaklarına; tüm yaşam
alanlarımıza, mahallelerimize, meydanlarımıza,
evlerimize ve yaşamlarımıza saldırıya karşı başta
mühendis, mimar ve şehir plancıları olmak üzere
eşitlik ve özgürlük için yanyana gelmiş topluluktur. Mesleki bilgi birikimini sermayenin değil, toplumun çıkarlarına hizmet etmek için kullanmanın
araçlarını geliştirmeyi amaç edinmiştir. Bunu
yaparken de meslektaş dayanışması hem meslek pratiğini gerçekleştirirken, hem omuz omuza
mücadele eder ve dayanışırken bizleri hayatta
tutacak olandır.
Toplumcu Meclis olarak üzerine düşünüp tartıştığımız, mücadele ettiğimiz ya da katkı sunmaya
çalıştığımız konuları paylaşmak ve analizler, sorun
tespitleri ile birlikte seçeneğimizi de ortaya koymak amacıyla bir yayın serisi hazırlamak istedik.
“Toplumcu Seçenek” başlığı ve farklı temalarla
işleyeceğimiz serimizin ilk sayısını da Pandemide
Toplumcu Seçenek’e ayırdık. Toplumcu Meclis,
yola 10 yıl önce, “okumuş insan emekçi halka sorumludur” diyerek çıkmıştı. Yaşadığımız Covid 19
pandemisi 1.yılına yaklaşırken bu sorumluluğu pek
çok boyutu ile daha derinden hissediyoruz.
Türkiye’de ilk Covid 19 vakasının görüldüğü Mart
ayından itibaren kentlerin, doğanın, emeğin ve
yaşamın yağmalanması durmadığı gibi artarak devam etti. Bu süreçte önlemlerin plansız ve yetersiz bir şekilde alınması “prematüre normalleşme”
sınıf farklılıklarından oluşan kırılganlıkları derinleştirirken eşit, adil ve hakça yaşamanın ne kadar
hayati olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Pandemi koşullarında sorunların betimlenip anlatılmasının yanı sıra, içinde yaşadığımız koşulların
tek seçeneğimiz olmadığının bilinciyle “toplumcu
seçeneğimiz”i birlikte aramak istiyoruz.
Bu çalışma Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar
Meclisi yayın çalışma grubunun kolektif üretmi ile
hazırlanmış, dostlarımızın katkısıyla üretilmiştir.
Toplumcu Meclis’in 10 yaşını kutlar, yolculuğumuzda yanımızda olan, emek veren tüm dostlarımıza teşekkür ederiz.
Hepimizin katkılarıyla...
iletisim@toplumcumeclis.org
toplumcu seçenek
İÇİNDEKİLER
3
Çalışma Grubundan
Deniz Doğa Işık, Deniz Öztürk, Fatma Gül Eryıldız Şenvardar
6
EMEK
Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesine Dair
Aslı Odman
14
Pandemi Günlerinde Şantiyeler Üzerine Röportaj
Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi
18
SAĞLIK
‘Sağlıkta Dönüşüm’den Covid-19’a
Emre Kırmızıtaş
22
KENT
Kentler: Kim İçin ve Ne İçin?
Ümit Bayrak
28
Coğrafyanın Belleğinin Takibi Üzerine Bir Deneme: Büyükdere
Deniz Öztürk
33
Covid-19 Pandemisi ile Kentsel Eşitsizlikler Anlamında Değişenler ve
Değişmeyenler
Fatma Gül Eryıldız Şenvardar
38
Afet ve Acil Durumlarda Özgür Haritacılık
Can Ünen
44
“Kanal-Yeni Şehir” Çevre Düzeni Plan Değişikliği
Asuman Yarkın Yeşilırmak
49
EKOLOJİ
Pandemi, Ekolojik Yıkım ve Kapitalizm: Birbirine Kenetlenmiş Fenomen
Fatoş Osmanağaoğlu
53
Dikey Bahçeler Üzerine Sorular-Yanıtlar
Ayşegül Oruçkaptan
59
İklim Krizi ve Pandemi
Birtan Altan
61
Pandemi Döneminde Ekolojik Tahribat Politikaları Haritasının Analizi
Deniz Doğa Işık
64
Covid-19, Ekolojik Çöküş ve Kapitalizm
Onur Yılmaz
69
FEMİNİST PERSPEKTİF
İyileşmek ve “İyi Hayatlar” Yaşamak İçin Feminist Perspektife İhtiyacımız Var!*
Ece Öztan
toplumcu seçenek
1
2
75
TEKNOLOJİ
Tek Dünya, Tek Harita
Caner Güney
80
MÜCADELE/DAYANIŞMA AĞLARI
Pandemi İçin Acil Durum Mekanları Çözüm Hareketi
Acil Korona Mekanları Ağı
84
Her Çocuğa 1 Bilgisayar: Karton Bilgisayar Projesi
Ramazan Subaşı
88
Pandemi Sürecinde Öğrenci Mücadelesi
Kaan Ünal
93
EĞİTİM
Mühendislik Öğrencileri ile Mülakatlar
toplumcu seçenek
Çalışma Grubundan:
Pandemide Toplumcu
Seçenek
Deniz Doğa Işık, Deniz Öztürk,
Fatma Gül Eryıldız Şenvardar
Pandemide hayatını kaybeden tüm
emekçilerin anısına...
2011 yılından beri faal biçimde çalışmalarını sürdüren Toplumcu Meclis, mühendis, mimar, şehir
plancıları örgütlenmelerinin tarihsel kazanımlarını sahiplenmekle birlikte mücadele içinde özgün
bir yere sahiptir. Toplumcu Meclis çalışması, iki
ayaklı bir mücadele hattı üzerine kurulmuştur.
Birinci hattı mühendis, mimar ve şehir plancıların
meslek alanlarında özlük haklarını iyileştirme mücadelesi iken; diğeri ise toplum yararına yapılması
gerekli mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı
mesleklerinin toplumsal sorumluluğunun meslektaşlar tarafından da paylaşılmasını sağlamak ve bu
konuda mücadele etmektir.
Covid-19 pandemisiyle beraber tüm işçi sınıfında
derin işsizlik ve hak gaspları daha yoğun olmuştur.
Mühendis, mimarların çalışma koşullarına dönük
saldırı, sınıfın tümünden ayrı ve farklı değildir.
Çalışma hayatında tüm emekçilerin karşılaştığı
sorunlar; uzun çalışma saatleri, plansız ve süresiz
fazla mesai, mola ve tatillerin gasp edilmesi, eksik
sigorta primi, sigortasız esnek çalıştırma, mobbing, cinsiyet eşitsizliği, taciz, güvencesiz çalışmadır. İşsizliğin, özellikle de genç işsizliğin gittikçe arttığı ülkemizde derinleşen ekonomik krizle
de beraber, güvencesizlik tüm sorunların başında
gelmektedir. Güvencesizlik; fazla çalışmayı da,
ücretsiz mesaileri de, sigortasız çalışmayı da, işe
bağlı hastalığa sahip olmayı da önceleyen faktör
halindedir. Meslektaşlarımız her an işten atılma
tehdidi ile pasifleştirilerek güçsüzleşmiş, yalnızlaşmış durumdadır.
Türkiye’de ilk Covid 19 vakasının görüldüğü Mart
ayından itibaren kentlerin, doğanın, emeğin ve
yaşamın yağmalanması durmadığı gibi artarak
devam etmiştir. Bu süreçte önlemlerin plansız ve
yetersiz bir şekilde alınması, “prematüre normalleşme” denilebilecek, uzun süren bir “yeni normal”i yaşamamıza neden olmuştur.
Toplumcu Meclis, yola “okumuş insan emekçi
halka sorumludur” diyerek çıkmıştı. Sınıf farklılıklarından oluşan kırılganlıklar derinleşirken eşit,
adil ve hakça yaşamanın hayati olduğunu tekrar
şiddetli bir şekilde hatırladığımız bu zamanlarda, daha çok üretmek ve dayanışmayı arttırmak
sorumluluğunu hissettik. Bu sebeple Toplumcu
Seçenek’i başlığa koyarak, farklı temalarla işleyeceğimiz online yayın serimizin ilk sayısını “Pandemide Toplumcu Seçenek”e ayırdık. Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca her ne kadar “Bu hastalığa karşı elimizde güçlü bir koz var; yakalanmamak” dese
de bizim bir gizli bildiğimiz yok! Açıkça bildiğimiz,
geliştirdiğimiz ve tekrar ettiğimiz üzere toplumcu
seçeneğimiz var.
Pandemi döneminde kapitalizmin emeğe, sağlığa,
eğitime, kente, ekolojiye, teknolojiye ve enerjiye
müdahale biçimlerini, değişen gündelik hayatımızı
ve değişen gündelik hayat pratikleri içinde dayanıklılığımızı artırmak için geliştirdiğimiz mücadele
ve dayanışma pratiklerimizi, dostlarımızın yazılarıyla yayın serimizin bu ilk sayısında topladık.
Emek kısmında Aslı Odman işçilerin hak gaspları ve çalışma mekanlarındaki değişimin benzer
farklı yönlerini, Mimarlıkta Dayanışmacı Taban
Hareketi ile yaptığımız söyleşi kent mücadelesi
ve emek mücadelesinin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceğini şantiyeler başlığında ve Emre
Kırmızıtaş yazısında sağlıkta dönüşüm enkazını
gösterdi. Ece Öztan, Covid-19 sürecinde daha
fazla feminist perspektife neden ihtiyaç duyduğu-
toplumcu seçenek
3
muzu; mücadele ve dayanışma ağ pratiklerinden
Öğrenci Sendikası’ndan Kaan Ünal üniversitede pandemi döneminde yaşadıkları sorunları ve
kazanımları; Acil Korona Mekanları ağın kuruluşunu, üretim sürecini ve deneyimlerini, Karton
Bilgisayar Projesi’nden Ramazan Subaşı teknolojiyi kullanarak çocuklarla dayanışma pratiğini
bizlere aktardı. Kent başlığında Ümit Bayrak
kentlerle ilgili ortaya çıkan düşünceleri ve kent
ütopyalarını; Deniz Öztürk, Büyükdere’nin tarihi
ve değişimi üzerinden coğrafi belleği hatırlamanın
önemini, Asuman Yarkın Yeşilırmak Kanal İstanbul projesi için değiştirilen Çevre Düzeni Planı ile
yapılmak istenenleri, Fatma Gül Eryıldız Şenvardar kentsel eşitsizliklerin salgınlarda daha fazla
görünen yüzünü, Yer Çizenler Herkes İçin Haritacılık Derneği adına Can Ünen açık ve özgür veri
hakkımızı İzmir Depremi örneği üzerinden yazdı.
Teknoloji bölümünde Caner Güney mekânsal zeka
ve mekânsal bilgiye duyduğumuz ihtiyacı pandemi
güncelliğinde bizlere anlattı. Ekoloji başlığında
Birtan Altan, iklim krizinin sınıfsallığını; Fatoş
Osmanağaoğlu, ekolojik yıkımın geldiği sınırı ve
ödevlerimizi; peyzaj mimarı, Peyzaj Mimarları
Odası TMMOB Yönetim Kurulu Temsilcisi Ayşegül
Oruçkaptan, son zamanlarda çokça tartışılan kent
içi yeşil alanlardan biri olan dikey bahçeleri; Deniz
Doğa Işık, kent ve ekolojik talanları haritalama
çalışmalarının pandemi dönemi politikalarıyla
ilişkiselliğini ortaya koymadaki önemini, Polen
Ekoloji’den Onur Yılmaz kapitalizm, ekolojik
çöküş ve pandemi üçlemesini yazılarıyla bizlere
aktardı. Son olarak Eğitim başlığında mühendislik
öğrencisi 3 meslektaş adayımızla pandemi döneminde devam eden uzaktan eğitim deneyimlerini
konuştuk.
Deneyimlerimizi ve yazılarımızı tartışmak, geliştirmek, çoğaltmak, daha fazla dayanışmak ve üretimlerimizin pek çok alanda yürütülen mücadele
ve dayanışma pratiklerine güç vermesi temennimizle ilk sayımızdan merhaba diyoruz.
4
toplumcu seçenek
Pandemide Kapitalizmin
Mekansal Örgütlenmesi
Aslı Odman
Sosyal bilimci, İstanbul İSİG Meclisi, MSGSÜ
Öğretim Görevlisi, Kent Araştırmacısı
Pandemide genel olarak kapitalizmin mekansal örgütlenmesinde ne tür farklılıklar
yaşandı?
Covid-19 pandemisi dediğimizde, kapitalizmin
bütünsel ve yapısal olarak mekansal örgütlenmesindeki dönüşümü gözleyebilmek için çok
kısa bir dönemden bahsediyoruz. Pandeminin
doğrudan kapitalizmin mekansal örgütlenmesini
değiştirmesinden çok, öncelikle derinlerde var
olan ve gündelik hayatta pek farkına varmadığımız mekansal ayrışma ve kategorileri, mekansal
fay hatlarını daha görünür kıldı. Ama haklısınız,
pandemi orta ve uzun erimde bu mekansal eşitsiz
örgütlenme hatlarını daha da derinleştirme riski
taşıyor.
İstanbul’un sosyal ve yaş profilini mahalle ölçeğinde yansıtan http://harita.kent95.org/istanbul
sosyal haritaları ile, Hayat Eve Sığar (HES) uygulamasının Eylül başındaki risk yayılım haritasını çakıştırdığımızda gördüğümüz, salgının yayılımının
oluşturduğu sosyal bir coğrafya var ( bknz: Avrupa
Yakasına odaklı olan ve daha geniş İstanbul geneli). Pandeminin sosyal coğrafyası ile ilgili kabaca
bir kaç -haliyle henüz epey ham olan- gözlem
yapabiliriz:
a. Güvenlikli Sitelerde Sınıf, İçine Kapanma:
Nüfus yoğunluğunun düşük olması ile sosyo-ekonomik profil arasında, özellikle son yirmi yılda
yoğunlaşan kapalı site, rezidans tipi konutların
coğrafyası düşünüldüğünde sorgulanması gereken ilişkiler var. Örneğin Küçükçekmece’nin hala
sanayi aksında yer alan doğudaki Halkalı ve çevresinde sanayi alanlarının yakınlarındaki mahalleler
ile batıdaki Göl’e yakın kapalı site alanları (Atakent, Yarımburgaz) arasındaki enfeksiyon oranı
farkı belirgindir. Güvenlikli sitelerin yoğun olduğu, orta-üst rayiç bedele sahip Atakent Mahallesi
ile İkitelli Küçük Sanayi Sitesi güneyindeki sanayi
kulvarını teşkil eden, irili ufaklı fason işyerlerine ev sahipliği yapan Halkalı, İnönü, Atatürk ve
Mehmet Akif Mahalleleri arasındaki enfeksiyon
risk oranı farkı çarpıcıdır. Güvenlikli siteler kentin
doğasını çitleyerek, kısıtlı bir nüfus kesimi için
salgından nispi korunma alanları yaratmışlardır.
b. Küçük ve Orta Ölçekli İşyerleri ve Meskenlerin İç İçe Geçtiği Mahalleler: HES verisinin
işlendiği adresler/konutlar ile özellikle imalat
işkollarındaki işyerlerinin iç içe olduğu mahalleler
ile işe gidiş-geliş trafiğinden kaçamayan transit
mahallelerin salgın riski daha fazladır. İstanbul’un
Avrupa yakasında ufak ölçekli işyerlerinin meskenlerle iç içe girdiği mahallelerde, farklı HES
kayıtlarının alındığı dönemlerde hiç değişmeyen
yoğun bir enfeksiyon kümelenmesi görülmekte.
Avrupa Yakası’ndaki TEM ve E-5 yolları arasında
bulunan Bağçılar, Bahçelievler, Güngören, Esenler ilçelerindeki imalat sanayi işyerlerinin yoğun
olduğu alanlar ise çok erken bir dönemden itibaren salgın riski açısından iç içe geçmiş vahim
Şekil 1:
Temerçin/Aldırmaz,
2017: İstanbul’da
İmalat Sanayi’nde İşçi
Sayısı 2014 Verileri
6
toplumcu seçenek
bir ‘kırmızı ada’ haline gelmiş ve böyle kalmıştır.
Örneğin 2014 İstanbul imalat sanayi verileri ile
yapılan bir haritalama çalışması1 ile HES verilerini
çakıştırdığımızda, İkitelli’den Halkalı’ya uzanan
ve bunun batısındaki dört ilçeye yoğunca yayılan
imalathaneler koridorunun kontürlerin örtüştüğü
belirgindir (Şekil 1).
c. İşyeri Covid-19 Kümelenmelerinin Görünmezliği: Benzer bir konut-küçük/orta ölçekli işyerleri
iç içeliğini arzeden Tuzla’da Tersaneler Bölgesi’nin
güneyinde, gemi inşa sanayinin irili ve ufaklı fason
işletmelerinin dağıldığı İçmeler ve Aydıntepe ma1
TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme
Raporu çerçevesinde, kent araştırmacısı Murat Tülek ile
gerçekleştirdiğimiz araştırma; Aslı Odman ve Murat Tülek,
COVID-19 Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020
Şekil 2: Harita: Murat Tülek
hallelerinde enfeksiyon oranı daha yoğunken, HES
verinin konut odaklı olması yüzünden sırf sanayi
bölgelerini kapsayan alanlarda büyük boşluklar
gözükmektedir. İstanbul’da halen büyük ölçekli
sanayi alanlarının varlığını, yani aynı anda pek
çok işçinin toplu taşıma kullanıp, bir araya geldiği
işyeri Covid-19 kümelenmelerinin varlığını dikkate
alan bir veri birimi, yani salgın politikası yoktur.
Halbuki, HES haritalarında büyük boşluklar olarak
gözüken (Pendik, Tuzla (Şekil 2)), çalışma adacıkları ölçekleri ve dayattıkları sürekli mevcutlu olma
durumu yüzünden başlı başına birer enfeksiyon
adasıdır. Başta Tuzla, Ümraniye, Küçükçekmece,
Büyükçekmece olmak üzere bir Tersaneler Bölgesi, yirmiye yakın OSB ve Küçük Sanayi Sitesi,
üç Serbest Bölge, büyük liman, lojistik, antrepo
bölgelerine sahip İstanbul’un çalışırken enfekte
olma haritası bilgisi tek paylaşılan mekansal veri
olan HES uygulamasında üzeri örtülen bir veridir.
Çalışma hayatı sanki yoktur, bir salgın dinamiği yaratmamaktadır! Halbuki sırf daha kolay
gösterilebilir, imalat sanayi dışındaki işkollarında
da işyeri kümelenmeleri, pek çok veri paylaşan
ülkede gördüğümüz kadarıyla salgını hızlandıran
baş unsurdur. Örneğin, SGK’nın Eylül 2020 İstanbul istatistiklerine göre kayıtlı faal olan, her türlü
işkolundaki toplam 100 faaliyet kolunda toplam
544.000 işyeri bulunuyor. Bunların sadece %2’sinde, yani yaklaşık 10 bin civarı işyerinde, 50 ve
daha fazla (deklare edilmiş) işçi çalışıyor. Resmen
en az elli işçi çalıştıran yerlerde çalışan işçilerin
sayısı 1.720.000’e yaklaşıyor. Sigortasız ve eksik
sigorta ile çalıştırmanın yaygın olduğu Türkiye’de
bu sayının çok daha fazla olduğunu tahmin edebiliriz. Bu ise, salgın açısından ciddi bir risk taşıyan
ölçekteki işyerlerinde çalışan işçilerin oranının,
kentteki istihdamın yüzde 40’ını geçtiğini ifade
ediyor.
d. Nanometrik Ölçekteki Virüs Küresel Kapitalizmin Kırılganlığını Ortaya Dökmesi: Esasında
bu zoonotik, hayvan yoluyla bulaşan salgın hastalığın oluşması da, pandemi boyutunu alması
da bizatihi kapitalizmin mekansal örgütlenmesi
ile ilgili. Doğanın çitlenerek, kapitalist kar amaçlı
üretim için madene, ormanın keresteye, büyük
ölçekli tarım toprağına, hayvan fabrikalarında ete,
genetiği ile oynanmış, ilaçlanmış tohuma, gıdaya
çeviren; özel mülkiyet çitleriyle korunan işyerlerindeki kar amaçlı örgütlenme salgının mekansal
oluşma koşullarını besledi. Bunun bedeli olan
toplumcu seçenek
7
biyoçeşitlilik ve yaban hayat kaybı, endüstriyel
hayvancılık, gezegensel kentleşme baki kaldıkça,
kapitalizmin bu ekonomik coğrafyasının ana hatlarında bir değişiklik olmadığı sürece, 21. yüzyılda bizi bir değil, birden fazla farklı menşei olan
(Amazonlar, eriyen buzullar...) pandemi bekliyor.
Doğanın, insan ve hayvan bedeninin, yani mekanlarının kapitalist üretim süreci için girdi ve kaynağa dönüştüren sistemin ana unsurları radikal
olarak dönüşmediği sürece, nanometrik ölçekteki
bir virüsün küre ölçeğindeki kapitalizmi de afetlerle dönüştürme gücü devam edeceğe benzer.
DİSK-AR’ın yayınladığı çalışmada “İşçilerin Covid-19’a
yakalanma oranı en az 3 kat
daha fazla”olduğu ortaya çıkarıldı. İSİG Meclisi “Covid-19
Salgını Her Yönüyle Sınıfsaldır” başlığında bir basın açıklaması yayınladı. Bu araştırmayı ve başlığı açar mısınız?
Evet, DİSK’in pandemi döneminde konfederasyona üye sendikalılar arasında yaptığı çalışma
hayatı raporlarına baktığımızda, İSİG Meclisi’nin
basın açıklamasının başlığını destekleyen ilk ham
verileri görüyoruz. Neredeyse tüm işkollarından
üye işçileri olan DİSK’in Nisan ve Temmuz ayları
arasında üyeleriyle yaptığı toplam dört anketin
sonuçları birbirine benziyor. Dediğiniz gibi sendikalı özel sektör işçileri gibi çalışma hayatı hiyerarşisi içerisinde en aşağıda olmayanlarının bile,
ülke ve çalışma çağındaki nüfus ortalamasının iki
ila üç misli oranda Covid-19’a yakalanmış olduğu
görülüyor.2
Keza dokuz şubesinden altısı İstanbul ve İstanbul’un sanayisinin yayıldığı yakın çevrede bulunan
Birleşik Metal-İş Sendikası’nın, örgütlü olduğu
işyerlerinde, salgının başından beri derlediği
verilerle 20 Kasım’da paylaştığı rapor çarpıcı.3
2
Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir 1 ve 2, El
Yazmaları, 24 ve 26 Eylül 2020
Sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde 9-16
Kasım 2020 haftasında aktif vaka sayısı 771 ile,
beş hafta öncesinin vaka sayısının yaklaşık 9
katına ulaşmıştır. Raporda, aktif vaka sayısında
bu dönemde yaşanan artışın, üye yoğunluğunun
olduğu, Gebze ve İstanbul Anadolu yakasında
bulunan işyerlerindeki artıştan kaynaklandığı, bu
bölgelerde rakamın 39’dan 347’ye fırladığı, tanı
konulmuş işçi sayısının %30’a ulaşan işyerleri
olduğu belirtilmiştir. Örgütlü olduğu işyerlerinin
dörtte üçünde Covid-19 tanılı aktif vaka bulunması ve salgının başından beri tüm hastalanan
işçilerin sendikanın toplu sözleşme kapsamındaki işyerlerinde işçi sayısının yüzde 7,3’üne denk
gelmesi, Türkiye ortalaması ve Türkiye’nin çalışan
nüfus ortalamasındaki vaka oranlarının üzerinde
seyreden bir ‘faal ev dışında çalışan hastalığının’
varlığını düşündürtmektedir.
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Nisan
2020’den beri aralıksız olarak aylık raporlarında
Covid-19 kaynaklı ölümlerin bir numaralı iş cinayeti sebebine dönüştüğünü bildirmekte. Ocak
2021 başında açıklanan 2020 İş Cinayetleri raporunda ise, iş cinayetleri raporlarının tutulup,
kamuoyu ile paylaşılmaya başladığı 2011 senesinden bu yana, en yüksek iş cinayeti kayıtlara
geçmiştir. Bu sene en az 2427 işçi hayatını kazanmaya çalışırken, canını vermiştir. Covid-19 bu iş
cinayetlerinin %31’inin nedenidir. Bu tekil rakam
bile Covid-19’un çalışma hayatı, üretim öncelikleri,
yani “sınıf” ile ilişkisini göstermektedir (Şekil 3).
Salgın sınıfsal, çünkü var olan sınıfsal fay hatlarında hareket ediyor. Salgın sınıfsal, çünkü var olan
sınıfsal mekansal kümelenmelerini takip ediyor.
Salgın dönemindeki sosyal politikalarda da sınıfsallığı okuyabiliyoruz. Salgın politikaları emek,
çalışma hayatı, işyeri kavramlarının yokluğu ile sınıfsal. Emek alanındaki pandemi dönemi politikaları, pandemi öncesi sosyal politikalar ile süreklilik
arz ediyor. Çalışma hayatı kamu politikalarının
alanı değilmişçesine, sermayedarların kâr öncelikli amaçlarına göre şekilleniyor. Esasında pandemi
döneminde de, pandemi öncesinde olduğu gibi
çalışma hayatı odaklı bir sosyal politika mevcut
değil. Resmi sosyal politikanın araçları, çalışan
bedenlerimiz üzerinden değil, “muhtaç bedenler”
üzerinden kurgulanıyor. İşyeri mekanları ve ‘vatandaşın’ çalışan hali, hem salgına karşı koruma-
3
Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu, 8. Ay
Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık. 2020).
8
toplumcu seçenek
Şekil 3: İstanbul İSİG Meclisi 2020 İş Cinayetleri Raporu
toplumcu seçenek
89
nın nesnesi, hem de sağlık ve yaşam hakkı talep
eden özne olarak alana dahil edilmiyor. İlk dışlanma veri, bilgi ve bellek alanında, ikincisi somut
politika adımları alanında farklı şekillerde gerçekleşiyor. Genel halk sağlığı yasaklarından müstesna
tutma, genelleyici tanımlamalar, her türlü riske
rağmen ekonomik zor ile çalışmaya mecbur edecek koşulların devamını sağlama ve işyerine dair
koruyucu mevzuatın uygulanmamasına -örneğin
iş teftişlerini tamamen askıya alarak- göz yumma
örnekleri yaşanıyor. Tüm bunlar ‘çalışma toplumları’ teşkil eden toplumlarımızda, salgının öncelikli
bulaş mahallinin -sistemin sorgulanmayan üretim
önceliğine paralel olarak- işyerleri olduğunun
bilinmesine rağmen gerçekleşiyor. Resmi salgın
politikalarında sınıfın, işyerlerinin, çalışma hayatının bu kadar göz ardı edilebiliyor olması; işte bu
sınıfsal!
Pandemide en fazla hak ihlali
olan işkolları hangileridir? Ne
tür hak ihlalleri yaşanmıştır?
İSİG Meclisi’nin 2020 raporunda iş cinayetlerinin
en fazla can aldığı işkollarında, pandemi öncesi ile
bazı süreklilikler gözüküyor. Tarımda -mevsimlik- işçileşme, kitlesel olarak taşınırken hayatını
kaybetme, şantiyelerde ekseriyetle yüksekten
düşerek ölümler, bunlar hiç bir rapordan ırak
durmayan süreklilikler. Fakat sağlık çalışanlarının
ve ticaret iş kolunda çalışanların iş cinayetlerinde,
beklenebildiği şekilde ciddi bir artış var. Ama henüz işkollarında -farklı koşullarda ve statülerdeçalışan işçi sayılarına göre oranlanmış güvenilir
bir algı ve mücadele verilerine sahip değiliz. Fakat
çalışan toplumun salgına maruziyette, evde kalıp
güvenceli bir işe sırtını dayayabilenler ile sabah
Covid-19’lu toplu taşıma araçlarına binip, bulaşın yoğun olduğu işyerlerinde çalışanlar arasında
ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz.
Kimler, nerede çalışırken, daha çok salgına maruz
kalıp, ölüyorlar sorusu, bir başka ile soru ile iç
içe geçiyor: İşçi sağlığı, halk sağlığı, çevre sağlığı
ister istemez toplumsal öncelikleri, neyin “elzem
işkolları, üretim alanları” olduğunu tartışmaya
açan alanlardır. Üretim devam edecek, doğanın
sömürüsü Covid-19’u ortaya çıkaran şartlarda
devam edecek demek. Covid-19 sebebiyle hayatını
kaybedenlerin içinde işçilerin, çalışanların oranının yüksek olması, üretim araçlarının pandemi
10
şartlarında da kesintisiz girişini sağlamaya çalışan
bu üretim faşizminden geliyor. Toplumcu Meclis de haritalamış, “Korona günlerinde bitmeyen
ve yeniden başlayan beton işleri” diye isabetli bir
başlık altında. Bu işlerin hangisi elzem? Hangisi
ekolojik-toplumsal yeniden üretim için faydalı?
Yakınlarda kaybettiğimiz, Occupy Wall Street hareketinin de eylem ve fikir insanlarından,
antropolog David Graeber’ın, son kitaplarından
biri Bullshit Jobs, yani “Gereksiz”, “Uydurma”,
“Saçma”, “Yararsız İşler” veya bildiğin “Zırva İşler”
burada bahsedilenler. Graeber bunları daha çok
“vasıflı, finans sektörünün büyümesi vesilesi ile
şişen beyaz yakalı” işler olarak tanımlıyor; bilişim,
finans, halkla ilişkiler, pazarlama, insan kaynakları,
sigortacılık, iletişim, akademi ve sağlık yönetimi,
hukuk ve mali müşavirlik gibi. Yani kötü ücretlendirme değil bir işi zırva, bullshit yapan; anlam ve
kolektifte atfedilebilecek bir fayda yoksunluğunun
doğurduğu manevi şiddet. Bir yandan da toplumu
ayakta tutan, son derece faydalı ve anlamlı, pandemi döneminde de tekrar “elzem/yararlı işler/
çalışanlar” olarak öne çıkan hemşireler, öğretmenler, bakıcılar, sosyal hizmet çalışanları, ambulans, metro, otobüs şoförleri, kasiyerler, depo
işçileri, gıda işleyen işçiler, tamircilere, kuryeler,
çöpçüler, mevsimlik tarım işçileri, çiftçilere çok
daha az toplumsal değer atfediliyor ve topluma
kattıklarının tam zıddı olan düşüklükte bir maddi
ve manevi getiri elde ediyorlar. Graeber “bakım
verenler sınıfı” (caring class) diyor bu kesime.
Çoğu zaman doğrudan bir şey üretmekle değil,
insanlar, hayvanlar, ekosistem ve üretilenlerin
hayatta kalması, bakımı, ‘tamiri’, taşınması ile
uğraşanlar. “Her anlamda başkalarının özgürlüğüne, otonomisine katkıda bulunanlar” diye
tanımlıyor bu kesimi. Emeğin anlaşılması için
“bakım” kategorisini, aynı feministlerin yaptığı
gibi merkeze koyuyor. Pandemi dönemi çıplak bir
şekilde ortaya döktü: toplumun yeniden üretimi
için, şu anda içtiğimiz su, yediğimiz yemek, evde
dururken dışarıdan alabildiğimiz haber, çalışan
bir elektrik hattı, çocuğumuzun toplumda ayakta
durabilecek bilgilerle donatılması, kaza yaptığımda bir ambulans şoförünün beni hastaneye
taşıması… Bütün bunları sağlayan ama toplumun
yeniden üretilmesi için bu elzem katkılarını tam
tersi, maddi ve manevi geri dönüşleri kıt kalanların realitesini yeniden önümüze getirmiş oldu.
Yani “zırva olmayan”, “elzem” iş alanlarında daha
toplumcu seçenek
büyük kayıplar yaşandı. Yakınlarda bu iki kesimin
ortadan yarılmışlığını çok iyi ifade eden bir infografik inceleme fırsatım oldu. Covid-19’a maruziyet,
meslek alanları ve senelik ortalama geliri iki eksen
üzerinde dağıtan ve zıtlıklar ile yakınlıkları gösteren bir infografik bu: “En yüksek Covid 19 riski
taşıyan meslekler” başlığını taşıyor.
Bir de ifade ettiğiniz gibi sadece can kayıpları
değil, envai türlü hak ihlalleri de yaşandı. Bir grup
araştırmacı olarak ilk kapanma döneminden ilk
normalleşme dönemine kadar twitter mecrasına
yansımış emekçi hakkı ihlallerini tarayıp, derlediğimiz zaman ise toplam 11 farklı türde hak ihlali ile
karşılaştık. Bu çalışmayı şu anda derinleştirmeye
çalışıyoruz:
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
İşten çıkarma
İş güvenliğini almadan çalışmaya zorlama
İşyerinde pozitif vaka görülmesine rağmen
çalışmaya zorlama
Senelik izinden kullanmaya zorlama / izin
borçlandırma
Ücretsiz izne zorlama
Ödenmemiş fazla mesai, iş yoğunluğunu
artırma, ek iş kalemi çıkarma
Ücretlerini geciktirme / ödememe / eksik
ödeme
Yemek, sigorta, ulaşım haklarında kısıtlama
TİS haklarında kısıtlama
Emekli olmaya zorlama
Sokağa çıkma yasağına rağmen çalışmaya
devam etme
Diğer
Şekil 4: Veri Müşterekleri İçin Ağ Haritalama Heckatonu (21
Mart-18 Nisan 2020) kapsamında ‘Covid 19 ve Çalışma Dünyası’ çalışma grubu tarafından derlenmiştir.
Bu süreçte evde kalanlar ve
kalamayanlar nasıl etkilendi?
Pandemi döneminde evde
kalamayanların çalışma hayatları nasıl değişti?
Evde kalamayan ve bulaşın yoğun olduğu ulaşım
araçlarına binmek zorunda olan, işçi sağlığı ve iş
güvenliği önlemleri “normal şartlarda” alınmayan,
bu alana yatırımları bir lüks olarak gören işyerlerinde çoğu zaman yan yana, kötü havalandırılmış,
hastalanan çalışma arkadaşlarının yerine daha
yoğun ve uzun çalışmak zorunda bırakılan, iş müfettişleri geri çekildiği için işyerleri denetlenmeyen işçilerin “çalıştığını gösterir belgeler”, onları
toplumun geneli için geçerli yaşlardaki seyahat
kısıtlamalarından bile muaf tutuyor. Yirmi yaşın
altındaki bir gencin kendi ve toplumun sağlığını
korumak için dışarı çıkması yasakken, yirmi yaşın
altındaki çalışanlar da dahil tüm çalışanlar etkin
sosyal koruma politikaları uygulanmadığı için
yaşamı pahasına çalışmaya zorlanmaya devam
ediyorlar. Hız keseceğine, artan salgın bir kere
daha işçi sağlığının halk sağlığı anlamına geldiğini
acı bir şekilde kanıtlamış oldu.
Evden çalışabilme oranının en fazla yüzde yirmi
beşlerde hesaplandığı Türkiye genelinin4 İstanbul
için biraz daha yüksek yansıdığını düşünsek bile,
bu 4 milyondan fazla insanın “evde kalma lüksü
olmadan” ve bunlardan ciddi bir kısmının da salgının daha hızlı yayılmasına neden olan ölçeklerde
çalıştığı anlamına gelecektir. İstanbul dışında bu
oranın daha düşük olduğunu düşünebiliriz. Dediğim gibi, evde kalmak evde yeni bir iş aramadan kalmaya tekabül ediyorsa, güvenceli bir iş
ile evde kalma ise başlı başına bir ayrıcalık salgın
koşullarında. Daha önce çok belirgin olan ‘hayatını kazanmak için hayatını ve sağlığını tehlikeye
atma’ eğilimi de, taşınan risk de -ekonomik kriz
ve borçlanma kıskacının da bastırması ile- daha
da artmış olmalı. Bir nevi ‘gabin ve doğrudan zor
koşullarında’ çalışma oranı artmış olmalı.
Evden çalışanlar, kayıtdışı ve yevmiye bazında
çalışanlar, küçük işletmelerde kendi hesabına
çalışan esnaf ve zanaatkarlar, kapanan veya cirosu
sert bir şekilde düşen hizmet sektörü işletmelerinde çalışan işçiler, ev işçileri, bu haritalarda başta ‘sağlık donatısı’ (sonra ticaret ve eğitim donatısı) olarak işlenen noktalarda toplumu ayakta tutan
elzem işleri ifa eden çalışanlar, bu metropoliten
haritada hiç yeri olmayan gıda zincirini ayakta
tutan mevsimlik tarım işçileri ve çiftçiler, ikamet
adresi olmayan mülteciler/göçmenler... Tüm bu
resim içinde Covid-19’da ekosistemin krizini fırsata çevirmeye çalışan sermaye birikimi sürecinin,
ortaya çıkan yeni/yenilenmiş mekansal düzenlemelerinin (fabrikaya kapama pratiklerinin meşru4
Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar,
Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020.
toplumcu seçenek
11
laştırdığı mutlak çalışma kampı tipi düzenler, izole
üretim üsleri, verimlileştirilmiş ve takip süreçleri
teknolojikleştirilmiş evden çalışma, mekandan
bağımsız ‘kullan-at’ işçilikler...) hangilerini nasıl
korumaya çabalayacağı da bir başka, temsil etmesi zor soru olarak karşımızda durmakta. Çalışma
hayatının yeni mekansal düzenlemeleri, elbette
ki beyaz/mavi yakalı, güvenceli/güvencesiz,
evde kalabilen/kalamayan, elzem olan/olmayan,
çalışma riski yüksek/düşük ikilemlerin yeniden ve
mücadeleler içinde tanımlanmasını getirecek.
Pandemi döneminde kimi iş
kolları evden çalışmaya geçti
evden çalışma mekanlarının
örgütlenmesini ve işçilerin
gündelik hayatını nasıl etkiledi? Bağlantısızlık hakkı uygulanabiliyor mu?
Pandemi evin sadece yeniden üretim, tüketim ve
kültür üzerinden dolaylı olarak değil, doğrudan
artı değer üretim süreçlerine entegre edilmesi
sürecine yeni bir ivme kattı diyebiliriz. Pandemi,
en nihayetinde hareketlilik artınca riskin arttığı
küresel bir bulaşıcı hastalık. Bu durum tüm dünyada ciddi bir ikiye yarılma yarattı dedik, evde
kalabilenler ve evde kalamayanlar. Güvencesizler/
güvenceliler, beyaz yakalılar/mavi yakalılar ayrımından çok daha keskin dönemsel bir ayrım oldu
bu. Burada evde kalıp da kendini/ailesini geçindirebilmeye devam edebilenlerin, şu veya bu şekilde
sağlık alanında bir sosyal ayrıcalıkları olduğunu
görüyoruz.
Aynı zamanda ev de ev değil. Yani konut dediğiniz
de konumu, büyüklüğü, altyapısı ve içindekileri ile
sınıfsal olarak ayrışmış bir yapı. Pandemi ile daha
fazla hanenin işyeri haline gelmesi ile burada da
takip, denetim, kontrol, verimlileştirme, beden
ve zihnin standart kullanımı, daha uzun saatleri
çalışmaya ayırma, çalışma hayatındaki toplumsal
cinsiyete bağlı eşitsizliklerin artması gibi eğilimlerin ortaya çıktığı şimdiden görgül olarak da öncül
çalışmalarla anlaşılıyor. Koç, Google, Facebook,
Twitter gibi pek çok büyük sermaye grubunun,
holdingin, pandemiden sonra da evden çalışanların oranını artıracağına dair açıklamaları yayınlandı.
12
İş Hukukçusu Murat Özveri’nin TTB Covid-19
İzleme Kurulu’nun çıkardığı 6. ay izleme raporundaki çalışma hayatı ile ilgili kapsamlı yazısını takip
ederek hukuki alana bakınca, şimdi adına evden
çalışma, uzaktan çalışma ya da tele çalışma dediğimiz şeyin, İş Kanunu’nda -istisnai bir iş ilişkisi
olarak- 14. maddede çoktan düzenlenmiş olduğunu görüyoruz.
İşverenin sürekli erişilebilir olma beklentisi ile
dijital kontrolü ve ofiste yüz yüze çalışma masraf
ve risklerinden tasarrufu bize anımsatılan uzaktan
çalışmanın hukuki zemini hiç de öyle değil: Haftalık 45 saat çalışma süresinin üstünde fazla mesai
ödeme mecburiyeti, günlük çalışma süresinin
fazla çalışmalarla beraber 11 saati aşmama yasağı,
bayram, resmi ve hafta tatillerine riayet edilmesi,
ara dinlenmelere uyma mecburiyeti, hafta tatilinde ulaşılamama hakkı, yemek, giyim, sağlık yardımı, ikramiye, yol ücreti gibi sosyal hakların ve
ücretin tam olarak verilmeye devam edilmesi ve
internet, telefon, bilgisayar, tablet gibi gerekli iş
aletlerinin gerekli kalitede sağlanma mecburiyeti,
ücretsiz çalıştırma yani angarya yasağı, işçi sağlığı
ve iş güvenliği tedbirlerinin ve ev ortamında da
olası kazaların ve hastalıkların bu kapsamda değerlendirilmesi, bunların hepsi kazanılmış haklar.
Aynı zamanda nasıl ki işyeri sınırlarında çalışırken,
işveren çalışanın kişisel bilgilerine dokunamıyorsa, örneğin alıp telefonuna bakamıyorsa, özel
alanına giremiyorsa, evden çalışırken de, iş süreci
kontrolünü bu boyuta vardıramaz, özel hayat ihlaline giremez. Peki bunların ne kadarına uzaktan
çalışmanın fiiliyatında uyuluyor? Çok küçük bir
kısmına büyük bir ihtimalle.
Fakat herhangi bir alanda düzenlemeler var ise,
bu yönde verilen mücadeleler de var demektir.
Evde çalışma alanının da bir mücadele belleği var.
Mesela Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, 1996
tarihli 177 no’lu Evde Çalışma Sözleşmesi var. Tele
Çalışma İle İlgili Avrupa Çerçeve Anlaşması var.
Türkiye, İLO’nun Evde Çalışma Sözleşmesi’ne taraf
olmadı, ama buradaki maddeleri kendi İş Kanunu’na transfer etti. Biraz önce sıraladığımız hukukilik kriterleri İş Kanunu’na girdi.
“Evden çalışma” tek bir sınıf konumuna işaret
etmiyor çünkü. Mesela iş çevrelerinin bazı dergilerinde şöyle ifadeler görüyoruz: “Evden çalışma
devri bitti, istediğin yerden çalışma devri başlıyor!”.
Bildiğimiz esnekleştirmeyi güzelleme söylemleri
yani. Evden çalışma, bir nevi özgürleşme, bireysel özgürlüklerin artması diye lanse ediliyor. Bu
durum, hayat stili vurgusuyla da paketleniyor.
toplumcu seçenek
Fakat daha fazla evde çalışma, tek başına çalışma,
iş üzerinden daha az yüz yüze sosyal temas, işyeri
denetim sürecinin özel hayat alanı olan eve sirayet etmesi, ulaşılamama hakkının kullanılamaması,
eşitsiz paylaşılan ev ve bakım işleri ile iş işlerinin
üst üste binmesinin kadın, vasıflı beyaz yakalılar
üzerinde yaptığı ek baskı gibi unsurların, çalışanların psiko-sosyal risklere olan mâruziyetini ne
duruma getireceğini ciddi bir şekilde takip etmek
gerekiyor.
Mevzuat alanından taban hareketlerine geçersek,
evde çalışmanın arttığı bugünkü durumda geri
dönüp hatırlanması gereken, sizin sorduğunuz,
Türkçe’ye “bağlantısızlık hakkı” olarak çevrilen
hareket. Fransa’da 2000-2001’de başlayan bir
tartışma bu. Günün hangi saatinden sonra ben
çalışan olarak bana yollanan e-maile cevap vermek zorunda değilim? Emsal bir dava üzerinden
başlıyor bu tartışma. Bu emsal davada işçi lehine
karar veriliyor. Kararda mealen deniyor ki: Çalışma saatlerinin dışında erişilir olmaması beklenemez ve bu saatlerde oluşan işin gecikmesi ile ilgili
kaybın sorumlusu çalışan değildir. Sendikaların
da sahip çıkması ile “bağlantısızlık hakkı” denen
madde, 2017’de Fransa İş Kanunu’nun bir maddesine meşhur “7. paragraf” olarak ekleniyor. Madde
detaylı olmasa da bağlantısızlık hakkının ilkelerini
tanımlıyor. Bu hak, Fransa’da da Almanya’da da,
ciddi iş günü kaybına yol açan çalışan depresyonlarıyla, işyeri stresi ile psiko-sosyal risklerle
mücadele etmenin bir yolu olarak lanse ediliyor.
Sadece sendikalar tarafından değil, pek çok kamu
kurumu hatta bazı büyük şirketler tarafından
da, işçinin sürekli bağlantıda olma stresini taşıdığı durumda, veriminin de düşeceği savlanıyor.
Türkiye için bu hak talebi çok uzak gözükse de,
taşıyıcı kapsayıcı bir irade olduğu durumda tahmin edilemeyecek kadar hızlı destekçi bulacak bir
harekete dönüşebilir. Bunun evde çalışan işgücü açısından bir insan altyapısı var. Yani ikilikler
üzerinden düşünüp, sadece dışarıda çalışanlara,
evde kalamayanlara, klasik tanımı ile “işçilere”
odaklanmamamız, evde çalışanlara da bakmamız
gerekiyor. Ortaklıklar kurarak nasıl bu çelişkileri, daha az üreten, adil, biyoçeşitliliği koruyan ve
onun içinde hareket eden, yavaş ve derin bir ömür
ve dünya kurmak için konumlandırmalıyız, onu
düşünüp, o yönde uğraşmalıyız.
Kaynaklar
* Bu sorulara cevap verirken, Eylül - Aralık 2020
arasında kaleme aldığım aşağıdaki farklı yazı ve
mülakatlardan da faydalandım:
1.
2.
3.
4.
5.
TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme Raporu çerçevesinde, kent araştırmacısı
Murat Tülek ile gerçekleştirdiğimiz araştırma;
Aslı Odman ve Murat Tülek, COVID-19 Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler
ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020
Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre
Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret
Fişeğidir 1 ve 2, El Yazmaları, 24 ve 26 Eylül
2020
Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu,
8. Ay Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık.
2020).
Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar, Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020.
Pandemide Çalışmak Zorunda Olmak: İşçi
Sağlığı Yoksa, Halk Sağlığı Da Yok!, İstanbul
İSİG Meclisi 2020 İş Cinayetleri Raporu içinde
toplumcu seçenek
13
Korona Günlerinde
“Şantiyeler”
Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi
Koronavirüs (Covid-19) salgını tüm dünyada etkisini sürdürürken devletlerin
önlem paketleri, vaka ve hastalık sebebiyle kayıpların sayıları açıklanmaya
devam ediyor. Bir taraftan fiziksel mesafelenmenin önemi uzmanlar tarafından sürekli vurgulanır, #EvdeKal çağrıları yapılırken, diğer taraftan şantiyeler, fabrikalar, maden sahaları durmuyor. Koronavirüs salgını önlemleri, ülkemizdeki emekçileri ya ekmek ya sağlık tercihi arasında bırakıyor.
Özellikle kent suçu projelerinin suç sicillerinde, üretimleri sırasında sağlıklı
çalışma koşullarını sağlamama vardı. Koronavirüs pandemisi önlemleri de
bu şantiyeleri, maden sahalarını durdurmadı. Mimarlıkta Dayanışmacı Taban
Hareketi, Galataport şantiyesini merkeze alarak sorularımızı yanıtladı.*
Toplumcu Meclis: Galataport şantiyesi, çalışan
işçilerde koronavirus tespit edilmesi ve inşaat
işçisi Hasan Oğuz arkadaşımızı virüs sebebiyle kaybetmemizin ardından bir anlığına durdu.
Salgın süreci Galataport şantiyesinin siciline
farklı boyutlarda da suç ekledi. Bildiğimiz gibi
Mimarlar Odası’nın da proje ile ilgili bir davası
var. Kent savunmaları bölgedeki zincir projelere
karşı yıllarca mücadele ettiler. Bu projenin kent
suçu kimliğine değinerek başlamak istiyoruz.
Galataport özelinden başlayarak kent suçlarının
üretim sürecini biraz açabilir misiniz?
MDTH: Öncelikle Hasan’ın nezdinde alın teri-
nin onuru ile yaşamını sürdürmüş, kaybettiğimiz
tüm emekçi kardeşlerimizi anarak başlamak isterim. Hem Hasan’ı hem doğayı hem tarihi yok eden
bu projede bir suç var, yani en amiyane tabiriyle
yasaya uygun olmayan bir şeyler var. Son yirmi,
yirmi beş yıldır özellikli olarak aslında ‘’kente karşı
işlenen suç’’ kavramından bahsedilmektedir. Bu
da hızlı kentleşmeyle birlikte gelen plansız, öngörüsüz yönetimlerin, toplum yararı yerine bireysel
çıkarlar peşinde koşan vurguncular ve iktidarın
rant dürtülerinden ortaya çıkıyor.
Galataport’ta kent suçunun üretim süreci ise;
kültür varlıklarını koruma kurulu kararları ile
korunması gereken Paket Postanesi’nin yıkılması,
1940’larda inşa edilen erken Cumhuriyet dönemi
özgün yapılarından Karaköy Yolcu İstasyonu’nun
hiçbir önlem alınmadan bir gecede yıkılması ile
başlamıştır. Projenin yarattığı ve yaratacağı tahribat ciddi boyutlardadır. Projenin zemin çalışmaları
sürecinde çevre binaların zemininde ciddi kaymalar, çatlaklar ve deformasyonlar gözlenmiştir. Ne
yasalar ne hukuk ne iktidar böylesi riskli, tehlikeli
imalatları engellememiştir. Aksine benzer örneklerde de görüldüğü gibi bağışlayıcı yasalarla yasal
düzlemde önleri açılmıştır. Bu nedenledir ki, Galaport’ta da çevre yapılara, doğaya, tarihe yapılan
katliam tam anlamıyla devam etmektedir. Devletin
megaprojeler diye nitelendirdiği aslında olan rant
projelerinin, kent suçlarının üretim süreci devlet kar odakları arasında ilerlemektedir.
Vahşi kapitalizmin ekolojiyi ve doğal dengeyi bozan politikalarının sonucunda tüm Dünya’yı saran
virüs salgını bile bu suçun ilerleyişini durduramamıştır. Ta ki bir emekçi yaşamını yitirene kadar…
* Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi ile yaptığımız söyleşi 4 Mayıs 2020 tarihinde
toplumcumeclis.org adresinde yayınlanmıştır.
14
toplumcu seçenek
Fotoğraf: DİSK Dev Yapı-İş
MDTH: Galataport Projesi’ni, artık kent suçu
kimliğine ek bir de bu Covid-19 salgını sebebiyle iş
cinayetiyle de anacağız. Sermayenin zarara uğramamak için işçi ölümlerini göz aradı etmesi ne
ilkti ne de son olacak. Hükümetin inşaat patronları için aldığı önlem emekçileri salgın tehdidinden
korumayacak.
Ancak şantiye tamamiyle kapatılmadı, sadece çalışmalar 4 Mayıs’a kadar durduruldu. Bu da Hasan
Oğuz’un ölümünün ardından alınmayan önlemlerle çalışmak zorunda bırakılan az sayıda işçinin
mücadelesiyle başarıldı. Hatta şantiyenin bazı
alanlarında çalışmalara devam edildiğini duyduk.
Bu olay üzerinden bir de şu sorunun sorulması gerekiyor; Hasan Oğuz’un ölümünden kimleri
sorumlu tutacağız?
“Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” diyerek tüm
emekçileri kendi önlemini almak zorunda bırakan
iktidar aslında bu süreci işçi sınıfı nezdinde iyi
yönetemeyeceğini en başından itiraf etmiş oldu.
Ne ücretli izin gündeme getirildi ne de acil olmayan üretimler durduruldu. Bir kere daha gördük ki
sermayenin iktidarı işçiyi, emekçiyi hiçbir koşulda
korumayacak. Her koşulda esnetilebilen yasalara
ek bir de torba yasalarla kaderimize terk edildik.
Bunun sonucunda halk kendi OHAL’ini değil kendi
dayanışmalarını ilan etti, ettik.
“Hasan Oğuz’un ölümünden
kimleri sorumlu tutacağız?
mayan sadece Galataport şantiyesi değil; devletin
gövde gösterisi yapacağı birkaç megaproje de
devam etmektedir. AKM, Haliçport, 3.havalimanı
şantiyeleri gibi. Bir yerlere yetişmek için değil,
‘’ekonomimizi ayakta tutabildik biz bu süreçte,
üretimimizi bitirmedik’’ demek için devam ediliyor. Bunu derken hiçbir sağlık önlemi de alınmamaktadır. Şantiyelerde hala yüzlerce insan bir
arada çalışmaktadır, işçilerin kalabalık şekilde
kaldıkları konteynerlerde, yemekhanelerde gerekli
dezenfekte işlemi düzenli olarak yapılmamaktadır.
Günde bir kere (o da beyaz yakalılara, tüm şantiye
çalışanlarına değil) ateş ölçümü ile salgının kontrol altında tutulduğu düşünülmektedir...
Toplumcu Meclis: Salgın döneminde Galataport
şantiyesi de, diğer şantiyeler de neden durmadı?
Neye yetişiyorlar?
Siyasi iktidar ekranlarda ‘’evde kal’’ çağrısı ile gövde gösterisi yaparken, emekçileri açlığa mahkum
edip, en insani yardımları bile yapmamaktadır.
Yani emekçiler açlığa, işsizliğe mahkum edilmektedir.Fakat bildiğiniz gibi kısa bir süre önce pandemi salgını nedeniyle gerekli sağlık önlemlerinin
alınmamasından kaynaklı ücretli izin talep eden
işçiler bir direniş başlattılar. İşçinin emekçinin
dayanışma günü olan 1 Mayıs 2020 bu bağlamda
daha anlamlıdır. Dayanışma ve mücadele ruhuna
yakışır bir sorumlulukla daha fazla kayıp vermeden direnişin büyütülmesi çok önemli.
MDTH: Sizin de bahsettiğiniz gibi aslında dur-
MDTH: Kısa çalışma ödeneği vadeden iktidar
toplumcu seçenek
15
daha sonra bunun masraflarıyla yüzleşince yeni
bir torba yasayla işçilerin kendi inisiyatifi dışında
ücretsiz izin adı altında işsiz kalmalarının önünü
açtı. Bu ödeneğe güvenerek vardiyalı sistemle
çalışmaya devam eden şantiyeler de oldu. Bunlardan biri de 3. Havalimanı şantiyesi. Henüz ölümün
yaşanmadığı ama hem mavi yakalı hem de beyaz
yakalı işçiler arasında pozitif vakaların olduğu
bilindiği halde, sabahları ateş ölçülerek şantiyeye
giriliyor. Yüksek ateş belirtisi gösterenlerin izole
edilerek hastaneye götürüleceği söyleniyor fakat
henüz öyle bir durum yaşanmadı. Herhalde 39 derece ateşle yanarken hala işe gelmemiz bekleniyor
anlaşılan.
Her yerde elimizi nasıl yıkayacağımız, maskeyi
nasıl kullanacağımız, eğer belirti gösteriyorsak
ne yapmamız gerektiğine dair bilgi veren afişlerle
asıldı. Vardiyalı sistemle haftalık 30 saatlik çalışma süresine ulaşmak için günlük mesai saatleri
uzatıldı ve mola süreleri kısaltıldı. Bu da daha
çok yorgunluk demektir. Maskeye erişimin kısıtlı
ve hatta imkansız olduğu ortadayken maskesiz
çalışmak yasaklandı. İşçi kampında fiziksel mesafe
şartını uygulayabilmek adına 3’te 2 işçi evlerine
gönderildi, yani işsiz bırakıldı. Önce yemekhanelerde masa düzenleri yine fiziksel mesafeye göre
düzenlendi ardından yemekhaneler kapatılarak
kumanya dağıtılmaya başlandı. Dağıtılan kumanyalar ise alınması gereken günlük kaloriyi sağlamıyor. Bunların hepsi ortak kullanım alanlarında
alınan önlemler.
Ama saha?
Sahada bu fiziksel mesafe şartını sağlamak ve
bunu denetlemek oldukça zor oluyor. Tüm günü
tek bir maske kullanarak geçirmek zorunda kalıyoruz. Dalgınlıkla maskeyi çıkarttığımızda, elimizi
yüzümüze değdirdiğimizde yaşadığımız stres bizi
daha da yıpratıyor. Hastalığa kapılmamak veya
taşıyıcısı olup akşam evlere döndüğümüzde yakınlarımıza bulaştırmamak… Tüm gün bu düşüncenin stresiyle geçiyor. Üretim aciliyeti olmayan
inşaatlarda çalışmalar neden hala devam ediyor?
Açıkçası benim buna verileceğim tek bir cevap
var, patronlar öyle istiyor. Ve ben bir işçi olarak
bu koşullara rağmen, aç kalmamak için çalışmak
zorundayım.
Toplumcu Meclis: Kent suçu projelerinin aynı
zamanda işçilerin canına da kastettiğini mega
projelerde görüyoruz. En çarpıcılarından birisi
de 3.Havalimanı (İstanbul Havalimanı) projesi
idi. Bu bir karakter mi? Ve böyle bir ekstrem
16
dönem, pandemi dahi bunu değiştiremiyor mu?
MDTH: Pandemiden önce inşaat işçilerinin en
büyük sorunlarından biri can güvenliğini sağlayacak önlemler alınmadan çalışmak zorunda bırakılmaktı. Pandemi sadece alınması gereken yeni bir
önlem olarak bu başlığa eklenen yeni bir madde
oldu.
Kendini iyice hissettiren ve pandemi ile daha da
derinleşen ekonomik kriz, her zaman ve her yerde
olduğu gibi yine işçi sınıfının sırtına yüklendi.
Bu dönemde iflas eden küçük ölçekli işletmeler
olduğu söylenerek sermayenin aldığı küçük zararı
göze sokmak isteyenler çoğalacak elbette, fakat
işten çıkarılmanın yasaklandığı 3 aylık dönemde
dahi sadece İstanbul’da inşaat sektöründe 15bin
işçi işten çıkarıldı.
MDTH: İnsanlık tarih boyunca alın terinin onu-
ru ile yaşama tutunanlar ve emeği sömürenlerin
mücadelesini vermiştir. Bu nedenle bu sorunun ne
bu döneme ne pandemiye özel olmadığı düşüncesindeyim. Marx’ın, “Tıpkı bir dinde insanın kendi
beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi
gibi, kapitalist üretimde de, insan kendi elinden
çıkan ürünler tarafından yönetilir.’’ sözlerinin
gereği ülkemizde ve dünyada kapitalizmin tam
karşısındayız. Emekçiler, işsizliğe mahkum edilmiş
milyonlar, çocuk işçiler, şiddete uğrayan kadınlar
tek sorumluluğumuz dayanışmak ve mücadeleyi
büyütmektir.
Dayanışma ve mücadelenin gücüyle, sesimizin
ulaştığı tüm emekçilerin geçmiş 1 Mayıs Birlik ve
Mücadele gününü de buradan kutlamak isteriz.
“Galataport Projesi’ni, artık
kent suçu kimliğine ek, bir de
Covid-19 salgını sebebiyle iş
cinayetiyle de anacağız.
toplumcu seçenek
‘Sağlıkta Dönüşüm’den
Covid-19’a
Emre Kırmızıtaş
Diş Hekimi, Sağlık Emekçileri Koordinasyonu
“Çünkü süreklileştirilmiş bir
salgın ve kırım düzeni olarak
kapitalizme karşı söz konusu
olan, sağlığımız ve hayatımızdır.
Covid-19 pandemisi ile geçen bir yılı geride bırakıyoruz. Yazının hazırlandığı günlerde Dünya
Sağlık Örgütü verilerine göre 80 milyondan fazla
doğrulanmış toplam vaka ve iki milyona yaklaşan
ölüm sayısıyla gittikçe ağırlaşan salgın tablosu,
sağlık hizmetlerinden aşı çalışmalarına, eşitsizliklerden tedavi yöntemlerine kadar sağlık alanındaki birçok tartışma başlığının yakıcı bir şekilde
geniş yığınların gündemine girmesine yol açtı.
Benzer tartışmalar Türkiye’de de salgının başından bu yana sürüyor. Daha çok paylaşılan verilerin
doğruluğu, kısıtlamalar ve şimdilerde aşı çalışmaları üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalar, kimi
örneklerde ülkenin sağlık sistemini de kapsayacak
şekilde genişleyebiliyor. Böyle durumlarda konu
ister istemez Türkiye’nin sağlık alanında yaşadığı
dönüşümlere uzanıyor; hem buradan sahte bir
başarı öyküsü çıkarmaya çalışanlar hem de meseleye toplumcu bir perspektiften bakmaya çalışan
bizler için. Bu nedenle pandeminin görünürlüğünü arttırdığı çok boyutlu sağlık krizini daha iyi
kavrayabilmek ve bu durumu iktidarın krizine çevirmek için ortaya çıkan olanaklara değinmeden
önce yaşanan “reform” sürecini kısaca hatırlatarak
başlamak istiyorum.
‘Sağlıkta Dönüşüm’ Enkazı
2002 yılında yapılan genel seçimler sonucu iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, diğer bütün alanlarda olduğu gibi sağlıkta
da sermaye lehine kapsamlı dönüşümler gerçek18
leştirmek için hızla çalışmalara başlamış, politika
paketinin adını koymuştur: “Sağlıkta Dönüşüm
Programı” (SDP). SDP’nin kendilerinin özgün bir
programı olduğu söylemini bugün de tekrar etmelerine rağmen sağlık alanındaki piyasacı saldırıların başlangıcını 1980’lı yıllara kadar götürmek
mümkün. Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde
1986 yılında yapılan “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması” bu anlamda somut girişimlere verilebilecek ilk örneklerden birisidir. Daha sonraları Devlet
Planlama Teşkilatı aracılığıyla planların oluşturulması, bakanlık bünyesinde koordinatörlüklerin
kurulması, çeşitli yasa taslakları (aile hekimliği yasası gibi) hazırlanmışsa da 2000’lere gelene kadar
sağlık alanındaki neoliberal saldırılar emekçiler
tarafından önemli ölçüde püskürtülebilmiştir (1).
AKP iktidarı sonrası başlayan yeni saldırı dalgasına ise aynı düzeyde bir yanıt verilememiş, 80’li ve
90’lı yıllarda tasarı olarak kalan birçok düzenleme
2002 sonrasında yürürlüğe girmeye başlamıştır.
Böylesine kapsamlı bir saldırı açıktan bütün niyetler gösterilerek yapılamayacağı ve halkın bir
kesiminde rıza oluşturmak gereksinimi olduğundan, söylem düzeyinde birtakım aldatmacalar bu
piyasacı dönüşüm paketine eşlik etmek zorundaydı. O dönem bakanlığın yayınladığı rapordaki SDP
ilkelerinden bazılarına bakalım: Sürdürülebilirlik,
sürekli kalite gelişimi, insan merkezlilik, katılımcılık, gönüllülük, güçler ayrılığı… Kim bu ilkeleri
reddedebilir ki? Veya aynı raporda geçen yaygın,
erişimi kolay ve güler yüzlü sağlık hizmeti, bilgi
ve beceri ile donanmış sağlık insan gücü gibi kimi
temel bileşenler (2); hayır, biz düşük motivasyonlu
sağlık insan gücü istiyoruz diyebilir miyiz? İşte
bu tür aldatmacalarla bütün bir sağlık hizmetleri
altyapısı hedefe konmuştur.
Bu şekilde azımsanmayacak ölçüde toplumsal rıza
üretebilen AKP, radikal olarak niteleyebileceğimiz
adımlar atmaya girişmiştir. Sağlık ocağı sistemi
olarak bildiğimiz birinci basamak sağlık hizmetleri
yerine sosyal açıdan daha zayıf, liste temelli aile
hekimliği sisteminin getirilmesi, devlet hastanelerinin yerine (bir yandan özel işletme gibi organize
edilerek) özel sağlık kurumlarının teşvik edilmesi, sağlık hizmetlerinin finansmanında sermaye
lehine yapılan değişiklikler ve performans sistemi,
sözleşmeli çalışma, taşeronluk gibi çalışma modelleri ile sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesi bu önemli adımlardan bazılarıdır (3). Bunlara
paralel olarak sağlık hizmetlerinin metalaştırılması, hastaların müşteri olarak görülmesi, kurum içi
ve kurumlar arası rekabet, ekip çalışması yerine
hekim odaklı çalışmaya geçilmesi gibi başlıklar-
toplumcu seçenek
da da hız kesmeden düzenlemeler yapılmış, kimi
zaman iknayla kimi zaman “sopayla” bunlar uygulanmaya başlanılmıştır. Halk sağlığı açısından
ise hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunarak
geliştirilmesi yerine hastalık oluştuktan sonra tedavi etme yaklaşımı başat hale getirilmiştir. Hatta
geldiğimiz noktada bu girişimler hasta garantili
hastanelerin açılmasına kadar vardırılmıştır. Nihayetinde, bugün neresinden tutsak elimizde kalan
Covid-19 süreci bu dönüşümlerin bir sonucu olarak yaşanmaktadır.
Covid-19 Salgını
Resmi olarak ilk vakanın duyurulduğu 2020 Mart
ayıyla birlikte Türkiye’de Covid-19 sürecinin
başlaması, SDP boyunca birikmiş ve bir şekilde
bugüne kadar hasıraltı edilebilmiş sorunların bütünüyle ayyuka çıkmasına yol açmıştır. Bunları tek
tek açmak yazının sınırları bakımından mümkün
değil fakat en önemlilerinden birisi olan birinci
basamak sağlık hizmetlerinin salgındaki durumuna değinmemek olmaz. Covid-19 gibi salgın
hastalıklarla mücadelenin en temel bileşeni olması
gereken bu birimler SDP kapsamında yaşanılan
dönüşüm neticesinde gerekli altyapı ve çalışma
düzenine sahip olmadığı için salgınla mücadelede
son derece etkisiz kalmışlardır. Hatta bırakın salgınla mücadeleyi, rutin faaliyetlerinde bile ciddi
aksamalar meydana gelmiştir. Birinci basamak
sağlık hizmetlerinde yaşanan bu eksiklikler geçici
görevlendirmelerle asıl işi bu olmayan çok çeşitli
branşlardan emekçilerle kapatılmaya çalışılmış,
yine aynı nedenle salgın mecburen hastanelerde
karşılanmıştır. Elbette bu yetersizlikler hepimizi doğrudan etkilemiş, önlenebilecek kayıpların
yaşanmasına sebep olmuştur.
Ayrıca bunlara ek olarak benzer diğer olağandışı
durumlarda (deprem, sel vb.) sıklıkla gördüğümüz
kötü kriz yönetimi ve organizasyonel kapasitesinin yetersiz oluşu Covid-19 salgınında da bilindik
manzaralarla karşılaşmamıza sebep olmuştur. Salgının Türkiye’ye görece geç ulaşmasına ve hazırlık
için zaman olmasına rağmen hiçbir ciddi hazırlık
yapılmamış, göstermelik kimi uygulamalarla bunca zaman heba edilmiştir. Yalanlar ve manipülasyonlarla bu açıklar kapatılmaya çalışılmış, halkın
sağlığı yine hiçe sayılmıştır. Bugünlerde benzer
bir süreç de aşılar konusunda yaşanmaktadır.
Şimdiden düşünmemiz gereken bir diğer önemli
mesele de Covid-19 sonrası bizi bekleyen birikmiş sağlık sorunlarıdır. Yukarıda söylediğim gibi
her yanından dökülen sistem birtakım yamalarla
kurtarılmaya çalışılmış, birçok sağlık hizmet alanı
esas görevlerini bu nedenle yapamamıştır. Rutin
bağışıklamaların yapılamayışı, iş ve okul sağlığı
hizmetlerinin askıya alınması, kanser taramalarının gerçekleştirilememesi, kamu hastanelerindeki ağız ve diş sağlığı hizmetlerinin ertelenmesi
gibi çok farklı sağlık hizmet alanında Covid-19 ile
mücadele gerekçesiyle esas sorumluluklar yerine
getirilememiştir. Böylesine bir “seferberlik” bari
Covid-19 salgınıyla mücadelede sonuç verseydi
diye düşünüyor insan ama gelin görün ki bozuk
düzende herhangi bir çark tutmamaktadır.
“Ayrıca bunlara ek olarak
benzer diğer olağandışı durumlarda (deprem, sel vb.)
sıklıkla gördüğümüz kötü kriz
yönetimi ve organizasyonel
kapasitesinin yetersiz oluşu
Covid-19 salgınında da bilindik manzaralarla karşılaşmamıza sebep olmuştur.
Toplumcu Müdahale ve Olanaklar
Durumun kötülüğüne ve bunca olumsuz gelişmeye rağmen mücadele açısından önümüzde
kimi olanaklar da belirmiştir. Yukarıda aktarmaya
çalıştığım SDP kapsamında sağlık hizmetlerinde
yaşanan olumsuz değişimlerin Covid-19 salgını
vesilesiyle geniş toplumsal kesimler nezdinde
görünürlüğünün artması ve resmî kurumlara karşı
özellikle paylaşılan veriler konusunda güvensizliğin giderek derinleşmesi sağlık muhalefetine bir
alan açmış durumdadır. Başta Türk Tabipleri Birliği olmak üzerine sağlık emek ve meslek örgütlerinin bu süreçteki müdahaleleri toplumda karşılık
bulmuş, toplumun azımsanmayacak bir kesimi
doğru ve tutarlı bilgilere erişebilmek, tavsiyeleri
alabilmek için bu kurumlara gözlerini çevirmişlerdir. Oluşturulan bu etkiyi genişletmek için topluma yönelik yeni seslenme kanallarının açılabilmesi
hem daha fazla sayıda yurttaşın gerçeklere ulaşmasını sağlamak hem de Saray Rejimi tarafından
sağlık emek ve meslek örgütlerine yöneltilebilecek saldırıları boşa düşürmek için oldukça önemlidir.
toplumcu seçenek
19
Sağlık emekçilerinin hak ve emek mücadelelerinde ise benzer bir başarıdan söz edebilmemiz
şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bazı hastanelerdeki tekil ve kendiliğinden gelişen tepkisel
örnekleri (öğle arası yürüyüşler gibi) saymazsak
sorunların basın açıklamaları ile teşhiri, ilgili kamu
otoritelerine seslenme ve çoğunlukla bu sorunların sosyal medyada gündemleştirilmesi üzerinde
yoğunlaşmış bir eylem tarzının dışına çıkamadığımızı teslim etmek gerekiyor. Elbette pandeminin
sağlık emekçileri üzerinde yarattığı özel koşullar
ve içinde bulunduğumuz baskı ikliminin etkisi bu
noktada belirleyici fakat Saray Rejimi açısından
yaşanan kırılganlığı lehimize kullanmak için dünyadaki örneklerden de yararlanarak eylem setimizi genişletecek hamlelerde bulunmak önümüzdeki
önemli ve acil görevlerden birisidir. Örneğin salgınla mücadele eden sağlık emekçilerine moral
destek amacıyla çağrısı yapılan alkışlamaların,
sağlık emek ve meslek örgütleri aracılığıyla sağlık emekçilerinin taleplerinin toplumun sağlık
ihtiyaçlarıyla örtüştürülerek protesto içeriği
kazanması ihtimaline karşı apar topar iptal edilmesi bir ipucu olabilir.
farklı alanlardaki toplumcu deneyimlerin düzenli
olarak paylaşılmasına olanak verecek koordinasyonların kurulması ve bunların sağlık alanına
uyarlanması vb.
Değerlendirmemiz gereken olanaklardan bir
diğeri de sağlık alanına yönelik özelleştirmeler ve
piyasacı dönüşümlerle eş güdümlü olarak yürütülen ideolojik saldırının salgın vesilesiyle bir ölçüde
kırılmış olmasıdır. Dünya ölçeğinde baktığımızda
salgının en kötü yönetildiği ve birçok parametreye
göre halkın en kötü etkilendiği ülke olan Amerika Birleşik Devletleri örneği, SDP kapsamında da
“maliyet etkinliğine” ve “verimliliğine” bol bol atıf
yapılan piyasacı sağlık sisteminin böylesi bir sağlık
krizinde toplumu nasıl çaresiz bıraktığının acı bir
göstergesi olmuştur. Sağlık ve sosyal hizmetlerin
büyük oranda kamusal altyapıyla sunulduğu ülke
örneklerinde salgının kontrolünün daha rahat
sağlanabilmesi ve yaşanan kayıpların daha düşük
tutulabilmesi, bizlere de bir amentü olarak yıllarca
yutturulmaya çalışılan “özel olan iyidir” anlayışının
geçersizliğini tekrar ortaya koymuştur. Geniş toplumsal kesimler tarafından bu gerçeğin Türkiye’de
de daha fazla anlaşılır olması, sağlığa toplumcu
müdahale veya bir sağlık hakkı hareketi yaratmak
için çeşitli imkanlar sunmaktadır. Elbette bunları
hayata geçirebilmek için daha somut mücadele
başlıkları ve uygun örgütsel zeminler de gerekmektedir; sözgelimi piyasalaştırmanın ve SDP’nin
yarattığı tahribatın tersine çevrilmesi için mevcut
olanı teşhir etmekle yetinmeyip birtakım kurucu
pratiklere girişilmesi, sağlık hakkı mücadelesi ile
ekonomik talepler arasında doğrudan bir ilişki
kurulabilmesi için uygun zeminlerin yaratılması,
Fakat enseyi karartmaya lüzum yok. Türkiye’de
“Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak bilinen neoliberal saldırının başlangıcından günümüze yaşadığımız dönemi kıyas aldığımızda, bugün sağlık
alanına yönelik toplumcu müdahaleler için olanaklar oldukça artmış durumdadır. Hepimiz için
artık ötelenemeyecek bir ihtiyaç halini de alan bu
durumu iyi değerlendirip enkazı kaldırmamız gerekmektedir. Çünkü süreklileştirilmiş bir salgın ve
kırım düzeni olarak kapitalizme karşı söz konusu
olan sağlığımız ve hayatımızdır.
20
Bitirirken
Bir anekdot ile toparlayalım. Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, 2005 yılında basına yaptığı bir
açıklamada “Sağlıkta Dönüşüm Programı” çerçevesinde bakanlık ve sağlık örgütlenmesinde yapacakları değişimleri “kürek çeken değil, dümen
tutan bir teşkilat” olarak özetliyordu. Bu değişikliklerle hantal ve işlemeyen mevcut yapı geride
bırakılıp “çevik, dinamik, sektöre öncülük eden”
bir örgütlenme kurulacaktı (4). Aradan geçen 15
yıla ve özellikle ülkemizde birinci yılını doldurmak
üzere olan Covid-19 salgınında sergilenen performansa baktığımızda, ortada ne küreğin ne de
dümenin kaldığını, “çeviklik” ve “dinamiklik” bir
yana, sağlık sisteminin paralize olduğu ve sağlık
emekçilerinin üzerine çöktüğü bir durumla karşı
karşıyayız. Her gün yeni sağlık emekçileri kayıplarıyla, başka bir skandal ile karşılaşıyoruz.
Kaynaklar
(1) TTB: Türkiye’de Sermayenin Sağlık Sektörü
Hayali Gerçekleş(ebil)ecek mi? Sağlıkta Dönüşüm
Programı 2003 Türkiye’sinde Halka ve Hekimlere/Sağlık Personeline Ne Getiriyor? Ankara: Türk
Tabipleri Birliği Yayınları, 2003.
(2) Acar, S: Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm, Güvencesiz Çalışma ve Beyaz Yakalılar. Bursa: Dora
Yayıncılık, 2020.
(3) Belek, İ: AKP’li Yıllarda Sağlık. İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2020.
(4) “Akdağ: 7-9 Milyara Doktor Bulamıyoruz.” Erişim Tarihi: 28 Aralık 2020, https://www.hurriyet.
com.tr/ekonomi/akdag-7-9-milyara-doktor-bulamiyoruz-3549470
toplumcu seçenek
Kentler: Kim İçin, Ne
İçin?
Ümit Bayrak
Mimar
Kendi ellerimizle yarattığımız kentler kendi mezarlıklarımız ve hapishanelerimiz mi olacak ?
Kentler; insanlığın yerleşik hayata geçtiği günlerden bu yana vazgeçilmezi. Öncelikle barınma ihtiyacı temelli kentler zaman içinde karmaşıklaşan
bir çok ihtiyaca bağlı olarak şekillenmiş, toplumsal yaşamın en önemli zeminlerinden biri haline
gelmiştir. İlkçağlardan beri afetlerle, savaşlarla
yıkılan kentler her seferinde daha donanımlı ve
daha gelişkin olarak yeniden yapılmış ve bu süreç
insanlığın ortak mirasına ait bir kent ve kentlileşme kültürü kazandırmıştır.
Toplumsal koşullara bağlı olarak kimi zaman askeri sur/garnizon temelli, kimi zaman ticari/agora
temelli, kimi zaman kült/tapınak temelli, kimi
zaman liman/ulaşım temelli, kimi zaman da hepsi
birarada olmak uzere kentler her dönem hakim
ekonomik ve siyasi eğilimin iktidarının gücünü
gösteren tarzda inşa edilmiş, işlevsel ama aynı
zamanda simgesel öğelerle donatılmıştır.
Güvenlik ve ulaşım gibi ihtiyaçlar, su kanalları
gibi organizasyonlar böylesi bir gücün idaresine
ihtiyaç duyduğundan, kentlerin gelişimi merkezi
olarak gercekleşmiştir.
İnsanlığın ideal düzen arayışı kentlerle ilgili olarak
da Platondan bu yana yazılı kaynaklarına ulaşabildiğimiz geliştirici bir çok düşüncenin ortaya
çıkmasına eşlik etmiştir. Ortacağda Rönesans
ile yaşanan toplumsal, külturel ve bilimsel süreç de mimar / sanatçıları ideal kent düzenine
ilişkin örnek tasarımlara yöneltmiştir. Aydınlanma
düşüncesi ise kent geleneğine yansımış düzenli
tasarlanmış kent modeli devam ettirilmiştir.
Thomas Moore’ un 1516 yılında yazdığı Ütopya’sında geleceğin mükemmel toplumunun bir kent/
ada yaşamının inşaası ile birlikte tarif edilmesi
tesadüf değildir. Aynı dönemde Francis Bacon,
düşüncelerindeki ideal toplum düzenini imgesel
bir adada yansıttığı Yeni Atlantis eserini yazmıştır.
Kenti genis bir toplumsal ilişki ağının hem yaratıcısı hem de düğüm noktası olarak tanımlayan
Lewis Mumford’ un deyimi ile “ilk utopya kentin
bizzat kendisi olmustur.”
Toplumsal ve ekonomik şartların süreklilik gösteren dinamiği, teknolojik gelişmeler ile birlikte kent
yaşamına sürekli yenilikler getirmiş, bu alandaki
düşünceler ve arayışlar her daim canlılığını korumuştur.
Şekil: Archigram, Dezeen
22
toplumcu seçenek
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte kent yaşamı yoğun nüfus artışına uğramış, kentler üretim içindeki rollere bağlı olarak işlevsel bölgelere ayrılmıştır.
Kent bir odak noktası haline dönüşüerek kurduğu
ilişkilerle yakın çevresini de dönüştürmüş kırsal
alanları dahi baskılamaya başlamıştır.
Marksizm, insanlığın gelecege yönelişinin bu çağdaki en önemli zemini olarak, bütün bir düşünce
sistematiğini ve her türlü disiplini etkisi altına
almıştır.
Bu dönemde Paris, Londra gibi belli başlı kentlerin nüfusu 4-5 kat artmış, kötü barınma koşulları,
ulaşım ve alt yapı eksikliği, çevre kirliliği, eşitsizlik
gibi toplumsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkan
bir dizi sorun insanlığın gündemine taşınmıştır.
“İlk ütopya kentin bizzat
Halkın büyük çoğunluğu için yaşanmaz durumda
olan kentler doğa ile uyumsuz birer kanser hücresi gibi kontrolsüz şekilde büyümeye başlamıştır.
Çağdaş mimari ve şehircilik pratiğinin önemli bir
temsilcisi olan Le Courbiser’ in şehir planlamasına
ilişkin olarak, “Kentleri şimdiye kadar yorumlamakla yetindik, aslolan onu değiştirmektir.” şeklindeki yaklaşımı bu etkinin bir göstergesidir. Aynı
şekilde Avusturyalı tarihçi ve arkeolog Gordon
Childe, arkeolojik bulguları, bağlı bulundukları
toplumsal ve iktisadi koşullar içinde değerlendirdiği “ Avrupa Uygarlığının Doğuşu” adli bilimsel
eserinde yöntemsel olarak büyük ölçüde marksizmden esinlenmiştir. Daha sonraki yıllarda,
Marksist kuramcı Henry Lefevbre mekanın diyalektik ve ilişkisel olarak toplumların/sınıfların
maddi pratikleri içerisinde üretildiğini ortaya
koymuş; kent sosyolojisi, mekanın üretimi ve doğa
düşüncesine ilişkin yeni açılımlar getirmiştir.
Yaşanan salgın hastalıklardan dolayı en yaygın
kaygının sağlık olduğu bu dönemde Benjamin
Richardson tarafindan kaleme alınan Hygeia adlı
eserde kamusal sağlık ilkelerine kesin uyum üzerine tasarlandırılmış ideal kent düzeni anlatılmaktadır.
Aynı şekilde ütopik sosyalistler de örnek bir kent
yaşamı kültürü yaratılması için, insan sağlığını önceleyen, doğayla uyumlu olmak üzere çok ayrıntılı
ve kapsamlı, incelenmeye değer örnek modeller
gelistirmişlerdir.
Rousseau’ nun köyleri, kasabaları, evleri, kentleri,
yurttaşların oluşturduğunu söylediği bu dönemde
Fransa’ da ortaya çıkan kentler “Komün” adıyla
anılıyordu.
Tüm bu koşullara başkaldırı niteliğinde olan ve
kentlerde başlayan isyan ve devrim şeklindeki
halk hareketleri, siyasal iktidarların bunlara karşı
önlem amacıyla kentleri yeniden planlanmalarına
yol açmıştır. Barikat ve sokak savaşlarına karşı 3.
Napolyon döneminde Hausman tarafindan Paris kenti büyük çaplı yıkımlara uğratılmış, askeri
birliklerin kolayca ulaşabileceği geniş bulvarlar
üzerinde kent adeta yeniden inşa edilmiştir.
Frederick Engels, Proudhoncu konut hakkı sorununa eleştiri getiren kitabı Konut Sorunu’nda,
İngiltere’de emekçi sınıfların durumuna ilişkin
saptamalar yapmış ve konut kuramını geliştirmiştir.
Bu, Marksizmin söz konusu sorunu, üretim ilişkileri bağlamında çeperde tarif etmekle birlikte,
ikincil önemde bir olgu olarak ele almamasının bir
sonucudur.
kendisi olmuştur.
1950’li yıllarda kentlerin yayılmasına paralel biçimde birçok düşünce geliştirilmiş, siyasi ve ekonomik hükümranlığın etkileri azaltılmaya/ıslah
edilmeye çalışılmıştır. Yona Freidman’ın “3 Boyutlu Yaygıları”, Paul Maymount’un “Yeraltı Kentleri”,
Walter Jones’un “Yüzen Şehirleri” gibi projeler,
artık kaynakların sınırsız olmadığının farkına
varıldığı ve büyümenin sınırlarının ise tartışılmaya
başlandığı bir döneme ait örneklerdir.
Ekolojik ütopya hareketleri de bu dönemlerde
gelişmeye başlamıştır. Ebeneze Howard bahçe
kentler ile kır ve kentin olumlu yanlarını birleştirmeye çalışmıştır. Amerikalı bir yazar olan Ernest
Calenbach tarafından kaleme alınan Ekotopya,
bağımsızlığını ilan ederek ABD’den ayrılan ve 20
yıl boyunca dışa kapanan, ABD’nin batısındaki bir
ülkeyi anlatır.
Bu düşünceler, siyasal atmosfere bağlı olarak kendi eylemliliğini yaratmış, emperyalizm ve kapitalizme karşı dünya çapında gelişen yaygın bir muhalefet dalgasının parçası olmuşlardır. Küçük bir
örnek olarak sadece birkaç gencin İtalya karasu-
toplumcu seçenek
23
ları dışında 20x20 ebatlarında bir deniz platformu
kurarak kendilerini bağımsız devlet ilan etmeleri
ve Birleşmiş Milletler cemiyetine başvurmaları, prototiptir. Rose Island adlı filmde anlatılan
bu alternatif “devlet” in öyküsü, Carabinerilerin
adaya el koymaları ve sonunda havaya uçurulması
ile son buluyor. Son 50 yıllık dönemde neoliberal
politikaların dünya çapında gerçekleştirdiği bu
tür saldırganlıkları arttırması sonucu, toplumsal
muhalefet her alanda gerilemiş ve kapitalizmin
hükümranlığı tartışılmayacak derecede sağlamlaşmıştır.
Bu dönemde, insanlığın yoğun mücadeleler sonucunda elde ettiği haklar ve kazanımlar büyük ölçüde kaybedilmiş, gemi azıya almış kâr ve tüketim
ekonomisi; yarattığı yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi devasa boyuttaki birçok sorunla birlikte, yaygın bir çevre tahribatına da yol açmıştır.
Bunun sonucunda ortaya çıkan iklim krizi o denli
büyüktür ki, gezegenimizin geleceğini ilgilendiren
bu sorun, bilim insanlarının “Antroposen Çağı”
tespitlerine yol açmıştır. Komünist Manifesto’da
yazıldığı günden çok daha fazla olarak bugün;
“modern burjuva toplumu kendi çağırmış olduğu
öte dünya güçlerini kontrol edemez hale gelen bir
büyücüye benziyor.”
Kapitalizmin, dünya çapındaki yeni bir iş bölümünün de inşa edildiği bu süreçte, emek yoğun
endüstriler dünyanın geri bıraktırılmış bölgelerine transfer edilmiş ve bu bölgeler, uluslararası
sistemle entegre olacak biçimde yeniden dizayn
edilmeye başlanmıştır.
Çevreye zararlı üretim etkinliklerinin, az gelişmiş
ülkelere kaydırılması ile ilgili olarak; söz konusu
faaliyetlerin maliyetinin, ölümlerden kaynaklı gelir
ve üretim kaybı ile ölçüldüğünü, dolayısıyla maliyetin ancak ücret ve üretkenliğin en düşük olduğu
ülkelerde gerçekleşebileceği açıkça söylenmiştir.
Teknolojik gelişmeleri arkasına alan neoliberal
politikalar, üretim biçimini de zaman ve mekân
kavramlarından soyutlayarak olabildiğince esnetmiş ve yaygınlaştırmıştır.
Bütün cilalı manipülasyonlara karşın, açık olarak,
sömürü ağının katmerleştirmesine dayalı bu yeni
dünya düzeninde, küresel kent, dünya kenti ya da
megakent söylemi, küresel ekonomiye uyum için
ileri sürülmüş ve dünya piyasasına dahil olmak isteyen ülkeler için kaçınılmaz olarak vaaz edilmiştir. Bu süreç, finansal operasyonların ve hizmet
sektörünün fiktif olarak genişlemesini sağlanmıştır.
24
toplumcu seçenek
Neoliberalizm tüm bu “entegrasyon”u gerçekleştirirken, sadece söz konusu genel yaklaşımlarla yetinmemiş; Afganistan, Irak ve Suriye’de
örneklerini görebileceğimiz şekilde dünyayı kana
boyamaktan da çekinmemiştir. Birçok kadim kent
savaşlarla birlikte yıkılmıştır. Neoliberalizmin bugünkü dünya düzeninde, Mike Davis’in gecekondu gezegeni olarak tanımladığı Mumbai, Kahire,
İstanbul, Sao Paulo ve Seul gibi onlarca megakent, oluşturdukları yoğunluk ve kirlilik ile içinde
yaşayan çoğunluk için bir tür “distopya” haline
gelmiştir.
Sağlıklı çevre ve kentlerde yaşama hakkı, temel bir
evrensel insan hakkı olduğu halde, büyük ölçüde
israfa ve tüketime dayalı bu kentlerde halk sağlığı
hiçe sayılmakta, insanlar işlerine gidebilmek için
saatlerce trafikte kalmakta, güvenli barınma, sağlıklı gıdaya ulaşabilme gibi birçok temel hizmetten
yoksun bırakılmaktadır.
Her türlü sürdürülebilirlikten uzak bu akıldışılık;
kendini doğrulayan bir kehanet gibi onlarca örneğini yaşadığımız, deprem, sel, kitlik, çevre kirliliği,
salgın gibi afetlere karşı kendini ve hepimizi açık
ve güvenliksiz hale getirmektedir.
Bu afetlerin getirdiği yıkımlardan en çok Katrina
kasırgası, Haiti depremi gibi dünyadaki örneklerinden ve ülkemizde gerçekleşenlerden de görebileceğimiz gibi yoksul kesimler etkilenmektedir.
Küresel kentlerin sözünü ettiğimiz bu çarpık gelişiminin odağında yer alan inşat endüstrisi, bugün
iklim krizine neden olan karbon emisyonlarının,
hem yapım aşamasında hem de yaşam döngüsü
boyunca kullandığı enerji tüketimi ile yaklaşık
üçte birinde pay sahibidir.
Gece gündüz reklam amaçlı aydınlatılan kapitalizmin “çağdaş” tapınakları gökdelenler için dereler
tepeler HES’ ler, RES’ ler ile donatılmakta, tarım
alanları baraj suları altında bırakılmaktadır.
İçinde yaşadığımız koşullarda yaşamı ve ekonomiyi esir alan pandemi tüm bu bağlamdan hareketle küresel kent söylemlerinin sorgulanmasını
gerektiriyor. “Kentler; kim için ve ne için?” sorusu
önem kazanıyor.
Pandeminin ortaya çıktığı Wuhan kenti de küresel bir kent. Çin’in Chikago’su olarak anılan, üç
ulusal kalkınma bölgesi, dört bilimsel ve teknolojik
geliştirme parkı ile 230 Fortune Global 500 firmasının yatırımlarının olduğu bir serbest tica-
ret merkezi olan Wuhan, 2000’e kadar bir tarım
bölgesiydi. 11 milyon nüfusu ile ülkesinin 9. büyük
kenti olan Wuhan’in başlıca sektörleri arasında
yeni ilaç geliştirme, biyoloji mühendisliği ve yeni
malzeme endüstrisi yer almaktadır. Wuhan, 2017
yılında tasarım alanında UNESCO tarafından yaratıcı şehir olarak ilan edilmiştir.
Bugün dünya çapında insanlığın bu salgın nedeni ile karşı karşıya kaldığı çaresizlik bahsedilen
küresel dünya düzeninin eseridir. Aşı ve hastalığın
seyri ile ilgili yaratılan bilgi kirliliği ise kapitalizmin salgını fırsata çevirme niyetini ortaya koymaktadır. Noami Klein bu durumu “felaket kapitalizmi” olarak adlandırmaktadır.
Bu felaket kapitalizminde çoğunluk evlere kapanabilirken önemli bir kesim için çalışma zorunluluğu devam etmekte, çalışma koşullarına yönelik
bir iyileştirme de gündeme gelmemektedir.
Ülkemizde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun
talebi ile gözetim suresi 14 günden 10 güne indiriliyor. Hastanelerimizde ise bulaş riski çok fazla
ve sağlık emekçileri çok sayıda personelini bu
süreçte pandemiye kurban etti. Hayata geçirilen
izolasyon tedbirleri ise uygulandığı şekli ile bir işe
yaramamaktadır. Yoksul bölgeler ise haritalarında
kırmızıya boyanmış durumdadır.
Bugün dünyanın yarıdan fazla nüfusu kentlerde
yaşamaktadır. Önümüzdeki 40 yıl içinde dünya
nüfusuna üç milyardan fazla insan ekleneceği ve
bu nüfusun %90’ından fazlasının yoksul şehirlerde
yaşayacağı öngörülmektedir. Bu durumun sorunları ne kadar ağırlaştıracağı aşikardır.
Ancak insanlık tüm bu sorunlar temelinde gündeme gelen kıyamet senaryolarını da mutlaka boşa
çıkartacaktır.
Fransız sosyolog Bruno Latour’un değerlendirmesiyle, bu “kıyamet” teması iki şeye yarayacaktır:
Birincisi durumumuza ilişkin hükmün çoktan verildiğini anlamaya, ikincisi ise aynı zamanda başka
bir dünyanın, başka bir ilerlemenin mümkün
olduğuna ve olumlu bir tarihi yeniden başlatmaya.
Bruno Latour’un bu açılımdan çıkardığı sonuç
şudur: “Kısaca şunu söyleyebiliriz: Hayır, yeryüzü
yok olmayacak, insanlar da. İşe koyulalım.”
İnsanlığın ütopyaları hiçbir zaman tükenmeyecektir. Bugün bizi birbirimizden uzaklaştıran ve
yalnızlaştıracak olan “çözüm”lere karşın yaratıcı
toplumcu seçenek
25
ve toplumcu talepler geliştirilmeye devam edilecektir.
Bir örnek olarak Jeremy Rifkin “Nesnelerin Interneti” adlı eserinde insanlığın daha yaygın bir tarzda yeniden örgütleneceğinin vurgusunu yapıyor.
Bir tür tersine göç olarak adlandırılabilecek bu
süreçte, teknolojinin tüm olanaklarının taşınması
ile kent ile kırsal arasındaki farkların azalıp belki
de yok olması gündeme gelebilecektir.
Bir başka örnek de, Prof. Carlos Moreno “15 Dakikalık Kentler” kavramı çerçevesinde geliştirilen
modelle kaynakların israfının önüne geçilmesinin,
zaman ve mekanın yeniden üretimini önermektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün bugün yaşadıklarımıza
ilişkin açıklaması, “Bundan böyle yeni pandemi
süreçlerine hazırlıklı olmalıyız.” yönündedir.
Bu hazırlık sürecinde küresel olarak yeniden
yerelleşmeyi, küresel tedarik ağlarının kırılmasını,
kendine yeten kentlerin ekolojik ilkeler temelinde yeniden dağılarak örgütlenen bir kentleşmeyi
düşünmek zorundayız.
Bunun için “Kapitalizm öldürür” diyebilmeyi yeniden cesaretle ileri sürebilmeliyiz. İşçi ve emekçiler, kent ve kır yoksulları, dezavantajlı bütün
kesimler bu cesaretin dinamiğini yaratacaklardır.
Bu kesimler arasında geliştirilecek “Dayanışma”,
insanlığın geleceğinin yaratılmasında anahtar rol
oynayacaktır.
Ortaya koymaya çalıştığımız bu küresel arka plan
çerçevesinde ülkemizde, yıllardır rant ve yağma
politikası ile kentleri içinden çıkılmaz bir kakofoniye dönüştüren, “Toledolar yaratacağız” diyerek
insanların başına evlerini yıkmaktan çekinmeyen,
kentlerin seçilmiş yöneticilerini tutuklatan, bu
politikalara karşı duran TMMOB ve halk sağlığının
savunucusu TTB’yi hedef tahtasına koyan iktidarlara rağmen bu dayanışma hayata geçecektir.
“Birkaç ağaç için” başlayan Gezi direnişi bu konuda umutlu olunması için hepimize örnek bir pratik
sunmuştur.
26
“Sağlıklı çevre ve kentler-
de yaşama hakkı, temel bir
evrensel insan hakkı olduğu
halde, büyük ölçüde israfa ve
tüketime dayalı bu kentlerde
halk sağlığı hiçe sayılmakta,
insanlar işlerine gidebilmek
için saatlerce trafikte kalmakta, güvenli barınma, sağlıklı
gıdaya ulaşabilme gibi birçok
temel hizmetten yoksun bırakılmaktadır.
toplumcu seçenek
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.
BERTOLD BRECHT
toplumcu seçenek
27
Coğrafyanın Belleğinin Takibi
Üzerine Bir Deneme:
Büyükdere
Deniz Öztürk
Y.Mimar
Pandemi döneminde daha yakından vakalarını ve
sonuçlarını, etkilerini gözlemlediğimiz konulardan
bir tanesi kent suçları ve ekolojik tahribattır. Bu
tahribat o denli büyük ve sürekli hale geldi ki artık
kentlerimizin coğrafyasını dahi tanınmaz hale
getirdi.
İSKİ, İstanbul’da barajların son 15 yılın en düşük
doluluk oranlarında olduğunu açıkladı. Bunun
öncelikli nedeni olarak, değişen yağış düzeni, kış
ayları için beklenen kar ve yağmurun yağmaması gösteriliyor. Pandemi döneminin de etkisiyle,
güvenli ve sağlıklı besine duyulan ihtiyaç artarken
yaşadığımız su krizine ilişkin toplumsal farkındalık
da arttı.
Belediyeler bu süreçte bireysel su tasarrufu önlemleri açıklıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
(İBB) 15 Ocak 2021 tarihinde yaptığı belediye meclis toplantısında “1000 m2 üzerindeki parsellerde,
kamu yapılarında, AVM’lerde ve 5000 m2 ‘yi geçen
ticari yapılarda kullanım suyu olarak değerlendirmek üzere, çatı ve zemin sularını toplayacak bir
drenaj sistemi oluşturulması” kararını verdi. Peki
ama bu kentin su döngüsüne ne oldu? Bu sorunun
cevabını kentin belleği ile coğrafi belleği birlikte
ele alarak aramak istiyorum.
İstanbul, tepeler üzerine kurulmuş bir şehir. Her
ne kadar “yedi tepeli” İstanbul sadece Suriçi’nde
kalmış olsa da bugün içinde yaşadığımız kentin de
sınırlarının etkileyici bir topoğrafyasının olduğunu söylemek gerekiyor. Bu kadar kent suçuna
rağmen hala güzel İstanbul’un alamet-i farikası da
topoğrafyanın gizleyiciliğinde yatıyor bana kalırsa.
Kentin ekolojisini ele aldığımızda da bu topoğrafyayı, yeraltı su havzaları, akarsular, akarsu yatakları, kıyılar, vadiler ile birlikte düşünmeye gayret
etmek gerekiyor. Coğrafi izlerin silinmeye yüz
tutması işimizi zorlaştırıyor. Biz yine de kentin
28
hafızasını adımlarken coğrafyanın hatırlatıcılığına
ve yol göstericiliğine kulak vermeye çalışalım.
David Harvey, kentsel mekanın dönüşüm süreçlerinin ve metalaştırılarak oluşturulan birikim
modelinin kapitalizmin tarihsel çözümlemesinin
olmazsa olmazı olduğunu söyler. Ona göre kentsel
iktisat, kapitalizmin gelişme örüntülerini ve kriz
dinamiklerini anlamak açısından elzemdir (2013).
Türkiye’de ekonomik ve kentsel dönüşümlerin ve
müdahalelerinin kırılma noktalarının ülkedeki ve
hatta dünyadaki ekonomik krizler ve dönüşümlerle çakıştığını saptamak mümkündür. Mimarist
Dergisi’nin “Mega Projeler ve İstanbul” sayısında dert edilen uğraş, bu çakışmayı gözler önüne
sermekti. Örneğin; ülkedeki siyasi kırılmaları
ve İstanbul’daki kentsel müdahaleleri bir zaman
çizelgesinde çakıştırdığımızda ortaya çıkan tablo
kentsel müdahalenin çok boyutluluğunu eşzamanlı biçimde göstermektedir (Mimarist Dergi,
58. Sayı, s.58-59). Özellikle AKPli yıllarda bu tablo
hiç olmadığı kadar azmanlaşan bir yoğunluğu
göstermektedir.
Bu anlamda İstanbul’un değişen makroformunun
kristalleştiği akslardan biri olan Büyükdere’ye
bugünü anlamak ve geleceğe notlar bırakmak için
bir göz atalım.
“Bu tahribat o denli büyük
ve sürekli hale geldi ki artık
kentlerimizin coğrafyasını
dahi tanınmaz hale getirdi.
toplumcu seçenek
Şekil 1: 1946 Hava Fotoğrafı. https://sehirharitasi.ibb.gov.tr/
Şekil 2: 1970 Hava Fotoğrafı
Şekil 3: 2016 Hava Fotoğrafı
toplumcu seçenek
29
Dereden Ana Caddeye
İstanbul’un gelişimi 19. yüzyıla yaklaşıldığında
yavaş yavaş Suriçi’nden ve Pera’dan çıkmış, 20.
yüzyılın ortalarına kadar Harbiye ve Şişli’ye doğru
lineer biçimde devam etmiştir. Birik (2011) çalışmasında, kentin gelişim yönü ve şeklinin belirlenmesinde doğal morfolojik izlerin yönlendiriciliğinin gözetildiğini söylemektedir (s.124). Bu lineer
gelişim hattı, bir sırt çizgisi ile ana bir hat tarifleyen Beyoğlu Platosu’ndan (Şişhane-Taksim-Harbiye-Şişli-Mecidiyeköy), Zincirlikuyu’da İstanbul boğazına dik biçimde konumlanan Levent Platosu’na
“bir su ayrım çizgisi” olan Büyükdere vasıtasıyla
birleşir. Levent Platosu’nun sırtındaki Büyükdere
aksının doğusunda boğaza doğru vadiler arasından dereler, batısında ise Kağıthane Deresi’ne
ulaşan akarsular vardır. Büyükdere, İstanbul’un
Avrupa yakasında, kent için hayati öneme sahip
su havzaları ve ormanlarının bulunduğu kuzeye
doğru uzanan en önemli akslardan bir tanesidir.
1950’lere kadar Büyükdere aksı pek yapılaşma
olmayan, küçük bahçeler, çayırlıklar, çiftlikler,
askeri yapılar ve saray yapılarıyla doğal morfolojisini korumuştur. Bu tarihlerin başında bölge
hala kırsal bir görünüme sahiptir. 1950’den sonra,
2.Dünya Savaşı sonrası politik atmosferin değişimi
ve Demokrat Parti’nin kurulması, 1948’de Marshall
yardımları ile başlayan yeni politik, ekonomik dönem ve yansıması olarak kentsel yapılanma süreci
iktidar değişimi ile hızlanmıştır.
Bu tarihlerde bölgede, Levent projesi ile ilk toplu
konut projesi geliştirilmiştir. 1Kemal Ahmet Aru
ile Rebii Gorbon’nun tasarladığı ve 1950-1960
yılları arasında kademeli olarak inşa edilen Levent Konutları, yerleşim şemasının topoğrafya ile
kurduğu ilişki bakımından dengeli ve uyumlu bir
örnektir (Birik, Tezer, 2018). 2. Dünya Savaşı’ndan
sonra konut sıkıntısını çözmek için inşa edilen bu
bölge “ideal kent” olarak adlandırılmış; ancak 1950
yılının Akşam Gazetesi’nde konutlar “gündüz kondu” olarak adlandırılarak, o dağ başına, şehrin bu
kadar uzağında kurulan bu mahalleye sakinlerinin
nasıl gidip gelecekleri sorgulanmıştı.
1
4.Levent Sitesi, yapıların cephelerindeki ülkenin en
önemli mozaik sanatçılarının eserleriyle bir açık hava sergisi
gibidir. Bir kısmı yapıların yıllar içinde geçirdiği onarımlar
ve bakımsızlık sebebiyle yok olmuştur. 2012 yılında kentsel
sit alanı içinde yer alan cephelerdeki 20 sanat eseri tek tek
koruma altına alınmıştır. Yine de kimi zaman reklam panolarının ardına hapsedilmektedir. Yapı cephelerinde kalan
eserlerin görülmesi tavsiye olunur. https://www.besiktas.bel.
tr/Files/File/mozaik_brosur.pdf
30
1960’larda kurulan Büyük İstanbul Nazım Plan
Bürosu’nun çalışmalarından birisi sanayi öncelikli
plan oluşturmaktı. Kısmen durdurulan Haliç’teki
sanayi gelişimi, 1955 yılı planıyla Topkapı, Rami ve
Levent bölgelerine kaymış, bu bölgelerde sanayileşme ile birlikte gelen kontrolsüz yerleşim
alanlarına yol açmıştır (Akpınar, s.61). 1952’den
1978 yılına kadar alanda özellikle ilaç sektöründeki çeşitli sanayi tesisleri faaliyete geçmiştir (Ayik,
Avcı, s.7). Bu dönemde Büyükdere aksının Levent
Bölgesi’nde, aksın Kağıthane Deresi’ne ulaşan batı
yamaçlarının gecekondu mahalleleriyle dolduğu
görülmektedir (Hava fotoğrafı 1970). Levent sanayi bölgesinin hemen “aşağısında” kurulan Gültepe,
Çeliktepe, Sanayi Mahallesi gibi gecekondu alanları gelişerek aynı zamanda bol işgücünü yaratmıştır. O dönemi yaşayan Gültepelilerin “Sıcak
Su” yokuşu dediği cadde için kullanılan bu tabir,
üretim yapan ilaç fabrikalarının bazı günlerde
Gültepe’den Kağıthane’ye uzanan yamaca, üretimden artık sıcak suyu boşaltmalarından kaynaklanmaktadır.
Büyükdere aksını da aşan biçimde İstanbul’un
makroformunu derinden etkileyen bir başka
dönemeç de hazırlıkları 1960’larda yapılan ve 1973
yılında inşa edilen Boğaziçi Köprüsü’dür (Tekeli, s.160). Boğaziçi Köprüsü’nün olası sonuçları
kamuoyunda fazlaca tartışılmış, köprünün yaratacağı muhtemel kentsel etki hakkında Mimarlar
Odası itirazlarını dile getirmiş, detaylı raporlar
hazırlamış ve hukuki yollara başvurmuştur. Dava
kaybedilmiş ancak itirazlar haklı çıkmış ve Boğaz
Köprüsü’nün inşası ile hız kazanan karayolu yatırımları ve beraberinde önü alınmayan yapılaşma
Şekil 4: 1975’te yayınlanan 4.Levent’te çiçek tarımını gösterir haber https://twitter.com/daciraki/status/1361371141202456581/photo/1
toplumcu seçenek
ile İstanbul’un formunda kırılma yaşanmıştır. Akabinde inşa edilen 2. Boğaz Köprüsü de İstanbul’un
formuna vurulan ikinci büyük hançer olacaktır.
24 Ocak 1980 tarihinde ülkede neoliberal politikaların her alana sirayeti mekansal etkilerini de
göstermiştir. 1960’larda Dünya Bankası ile yapılan fon anlaşması ile başlayan ve 1980’li yıllarda
İstanbul’un “küresel kent” kimliğinin yaratılmaya
çalışılmasıyla hız kazanan adımlar, neoliberal
politikaların yarattığı ekonomik, sosyal, politik
ve mekansal dönüşümlere işaret etmekteydi. Bu
tarihlerde Büyükdere Caddesi, özellikle Levent ve
çevresi “uluslararası iş ve finans merkezi” olma
fonksiyonunu yüklendi. Bu tarihten itibaren Büyükdere Caddesi, sanayi aksından uluslararası iş
merkezine dönüşmüş, adım adım gökdelenlerin
gölgesine girmeye başlamıştı.
Yamaç Sırtından Gökdelen
Gölgesine
Bugün deneyimlediğimiz Büyükdere aksı bize
coğrafi belleğine dair pek az şey söylüyor. Ama
şanslıysak, karşılaşabileceğimiz bazı sokak, cadde isimleri kendini ele veriyor. Şöyle bir kurguyu
hayal edelim: Platonun sırtındaki “Büyükdere”den
gelen sular “Güzeldere”den akarak Kağıthane
Deresi’ne ulaşıyor. Bugün Güzeldere Caddesi’nin
deresinin üstü hala açık ancak yatağı betona
çevrilmiş durumda. Kağıthane Deresi’nin kendisi
de benzer tipte bir ıslah çalışmasından nasibini
almıştı. Hülya Dinç’in çalışmasına göre İstanbul’un
bugün varlığını sürdüren 106 deresinden 15’i, yaklaşık %14’ü doğal kesitini, özelliğini korumaktadır
(2014, s.114).
Hafızamızı biraz daha tazelersek üstü kapatılan,
“kurutulan”, beton kanallar içinde ıslah edildiği sanılan ama var olan bu derelerin her yoğun
yağışta kendini yeniden gösterdiğini de hatırlarız.
Ayamama Deresi havzasında 2009 tarihindeki sel
felaketinde 31 yurttaşımızı kaybettik. 1950’lere
kadar tarım alanları, bostanlar, çiftliklerle çevrili
bu havza, 1950’lerden sonra kaçak yapılaşmalara,
sanayi tesislerine, teslim edildi. Gecekondu alanları zamanla mahallelere, semtlere dönüşürken
dere üzerine İstanbul’un en önemli 2 otoyolu olan
D100 ve TEM otoyollarını yapmak için dere yatağı değiştirildi, daraltıldı, yer yer yeraltına alındı.
2009 yılındaki felaket göz göre göre hazırlanmıştı.
Ihlamurdere’de (Beşiktaş) esnaf yıllarca dükkanlarında su baskınlarıyla boğuştu. Akarsu Caddesi
(Kağıthane) her yağışta hızlı akışa geçen yağmur
sularını Kağıthane Deresi’ne önüne kattığını da
sürükleyerek taşımaya çalışır. Bu isimler bize bir
şeyler söylüyor. Coğrafi belleğimizi hatırlamak
salt bir “yaban romantizmi” değildir. Bu uğraş,
kentlerde güvenli, sağlıklı yaşayabilmemizin de
ipuçlarını veriyor.
Büyükdere aksının doğu ve batı yamaçlarının
topoğrafya yarılmaları, yıllar içinde hafriyat ve
dolgularla gerçekleşti. Bir “bütünleşik vadiler
ekosistemi” olan bölgeyi, dere yataklarının beslediği ekolojik koridorlar olarak ele almak gerekiyor. Topoğrafyayı parçalayan yoğun yapılaşma ve
altyapı projeleri ile zeminde yaratılan geçirimsiz
yüzeyler, betonlaşan, kapalı kanallara hapsedilen
dereler; emilemeyen yüzey sularını hızlıca başka büyük derelere ya da denize taşıyan kanallara
dönüşmüştür.
Büyükdere aksında bugün gökdelenlerin gölgesinde pişiyoruz. Kentsel ısı ada etkisi; şehirlerdeki
ortalama hava sıcaklığının kırsal alanlara göre
daha yüksek olması olarak özetlenebilir. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği’nden Prof. Dr. Orhan Şen,
İstanbul’da yapılaşmanın kentte yarattığı ısı adası
etkisine dikkat çekerek, hava sıcaklığının özellikle
gökdelenlerin olduğu bölgelerde, daha yeşil alanlara göre 2-3 derece daha yüksek olduğunu söylüyor. Buna bir de kentin kuzeyine doğru uzanan bu
akstaki gökdelenlerin, kentin hakim rüzgarını, onu
havalandıracak nefesini de kestiğini eklememiz
gerekmekte. Aynı zamanda yine bölgedeki gökdelenlerin rüzgar yönlerini değiştirdiği ve yer yer
girdaplar yarattığı bir gerçek.
Şimdi bugün, tüm dünyanın pandemi ile boğuştuğu ve ülkemizde de “ya sağlık, ya açlık” tercihine
zorlandığımız bu dönemde, bir de İstanbul için su
krizi uyarıları yapılıyor. Pandemi önlemleri için,
işten kalan saatlerimizi evlerimizde geçirmek
zorunda olduğumuz zamanlarda camdan bakınca
bir ağacın yeşilini görmeye, rüzgarı yüzümüzde
hissetmeye hasretiz.
Büyükdere aksındaki gökdelenlerin sakinleri ise
KOÇ Holding CEO’sunun ballandırarak anlattığı
“evden çalışma” düzenine geçti bile. Tüm o gökdelenler yarı yarıya boşalmış durumda. Pandemi
döneminde en fazla alınan önlemlerden biri klimaları, merkezi havalandırma sistemlerini uygun
filtreye sahip değilse çalıştırmamak oldu. Normal
dönemde dahi hasta bina sendromlarına sebep
olan bu binaların camlarını açamaz, merkezi havalandırma sistemlerine sizi hasta edeceğini bile
bile katlanmak zorunda kalırsınız.
toplumcu seçenek
31
Acaba artık bu camdan kuleler önümüzdeki döneme ait olmayacaklar mı? Bu soru ve heyecanlı yanıtı için henüz çok erken olabilir. Ancak pandemi
dönemi sonrası yaşamı düşlerken coğrafi belleğimize daha fazla başvurmak zorunda olduğumuz
da umutlu bir gerçek.
Şekil 5: Büyükdere aksına 4.Levent bölgesinde kuzeyden
güneşe bakış, 2020.
32
Kaynaklar
1- Birik, M. (2011). Kentsel Mekanın Değişim Sürecinde Transformasyon ve Deformasyon, Doktora
Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi,
Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
2- Tekeli, İ. (2013). İstanbul Planlamasının ve Gelişmesinin Öyküsü, Tarih Vakfı.
3- Harvey, D. (2013). Asi Şehirler, Metis Yayınları.
4- Dinç, H., Bölen F. (2014). İstanbul Derelerinin
Fiziki Yapısı, Planlama Dergisi, 24(2), s.107-120,
İstanbul.
5- Akpınar, İ.E. (2016). Küreselleşmenin Kentleşme
Etkisi: Kağıthane’nin Sosyo-Mekansal Değişimi,
Uluslararası Yönetim, Eğitim ve Ekonomik Perspektifler Dergisi, s.55-68.
6- Öktem, B. (2016). Küresel kent söyleminin
kentsel mekânı dönüştürmedeki rolü: Büyükdere-Maslak Aksı. H. Kurtuluş (Ed) içinde, İstanbul’da Kentsel Ayrışma - Mekânsal Dönüşümde
Farklı Boyutlar (s. 25-76), Bağlam Yayınları, İstanbul.
7- Şahin, C. (2017), İstanbul’da Su ile Anılan Sokak
Adları: Hidrografik Adlar, Mimar Sinan ve Su, Sultangazi Belediyesi, s. 378 - 413, İstanbul.
8- Köksal, T. G., Öztürk, D. (2017) “Mega Projeler ve İstanbul”, Mimar.ist, Sayı 58, s.58-59: http://
www.mimarist.org/mimar-ist-sayi-58-kis-2017
9- Birik, M., Tezer, S.T. (2019). Metabolik Yaklaşım Çerçevesinde Bir Kentsel Morfoloji Okuması:
Levent Bütünleşik Vadi Sistemi’nin Coğrafya ve
Yapılı Çevre Etkileşimi, Türkiye Kentsel Morfoloji
Araştırma Ağı II. Kentsel Morfoloji Sempozyumu.
10- Pérouse, J.F. (2019). İnkar Edilmiş Vadiler, Parçalanmış Dereler: Tehlike Altındaki Sürdürülebilirlik, Beyond İstanbul Dergisi, İstanbul Yollarında
Kentsel Politik Ekoloji sayısı, s.25-27.
11- Öztürk, D. (2019), İstanbul Sokaklarında Suyun
İzini Sürmek: Başka Bir Coğrafyanın Haritası, Beyond İstanbul Dergisi, İstanbul Yollarında Kentsel
Politik Ekoloji sayıs, s.28.
12- Ayik, U., Avcı, S. (2020). Büyükdere Caddesi’nde Sanayileşme ve Sanayisizleşme Süreçlerinin Mekansal Yansımaları, Coğrafya Dergisi (40),
İstanbul.
13- Prof. Dr. Orhan Şen, ‘Bunaltan Havaların Nedeni Gökdelenler’ (2013). https://www.haberler.
com/prof-dr-orhan-sen-bunaltan-havalarin-nedeni-4964618-haberi/
14- Bina Cephesinde Sanat Eseri VS Reklam Panosu (2019). http://toplumcumeclis.org/index.php/
haber-duyuru/item/454-bina-cephesinde-sanat-eseri-reklam-panosu
toplumcu seçenek
Covid-19 Pandemisi İle Kentsel
Eşitsizlikler Anlamında
Değişenler ve Değişmeyenler
Fatma Gül Eryıldız Şenvardar
Şehir Plancısı, Doktora Öğrencisi
“Peşlerinde kadim ve hürmete şayan bir önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her
şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp
gidiyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatlarının
gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle... yüzleşmeye zorlanıyor”1
David Harvey, Postmodernliğin Durumu’nda
(2014) kapitalist toplumda ilerlemenin “mekânın
zaman aracılığıyla yok edilmesini içereceğini”
belirtir. Mekân aidiyetini ve eski anlamını kaybettiğinde kullanım değeri gider ve sadece bir meta
olur. Bunun yanında kent sadece bir fiziksel alan
değil, yaşanmış deneyimler ile fiziksel ve toplumsal katmanları olan, bellek ve yeniden üretilen
ideolojilerden oluşur. Kent tarihinden getirdiği
bir hafızaya yeni anlamlar yükleyerek mutlak
olmayan sürekli değişen bir organizmadır. Marx,
kapitalizmin modem hayatın her alanındaki hızı
betimlerken toplumun da akıntıda sürüklendiğini,
ona adım uydurup koşturduğunu, bu akışın içinde
başımızın döndüğünü ve ürktüğümüzü hissettirmektedir.
Covid-19 sürecinde ülke sınırları, kent sınırları
kamusal mekanlar belli sürelerde dışında kapatılmış ve kapatılmaya devam etmektedir. İş yaşamı, eğitim, alışveriş vb. kimimiz için evde online
olarak yaşanmakta, kentte dair pratiklerimiz
değişmektedir. Lefebvre toplum yaşamımız açısından fırsatlar ve kısıtları tanımlayan kentsel bir
toplumda yaşadığımızı söylemektedir. Bununla
birlikte Lefebvre, mekânın daha fazla çatışma ve
mücadele alanları olduğunu, dijitalleşen mekânın
ise yeni anlamları oluşturduğunu belirtmektedir.
Küresel ile bağımız artarkan yakın çevremiz ile
fiziksel temasımız azalmaktadır. Jane Jacobs’ın
dediği gibi, kent merkezi yaşamın kalbidir ve bu
merkezi öldürmek, sosyal yaşantıya büyük bir
darbe vurmak demek olacaktır.
Dünyada kent sorunları tüm mevcudiyetini korurken Covid-19 pandemisi, hem mevcut kentsel sorunlarla yeniden yüzleştirmiş hem de yeni
sorunların olduğunu bize göstermiştir. Özellikle
Türkiye’de büyükşehirler başta olmak üzere tüm
kentlerde hızla artan inşaat, doğal alanların tahribatı, altyapı yetersizliği, kamusal mekanların
azlığı, kentsel eşitsizlik ve demokratik katılım
sorunları ile kentlerin kırılganlığı görünür olmuştur. Salgın afeti, evde kalabilen çalışanlar ve evde
kalamayan çalışanlar ayrımında, yaşlıların ayrımında, derinleşen yoksulluk ve işsizlik ayrımında
toplumsal sağlık eşitsizliğini derinleştirmiştir.
Mekânın zaman içinde anlamının değişmesini
son bir yılda tüm hücrelerimizde hissedilmiştir.
Gündelik hayatlarımızda ölçeğimiz gün geçtikçe
ufalmış bir kısmımız için ev hem dinlenme, hem
üretim, hem eğlence, hem alışveriş, hem sağlık
hizmeti aldığımız alan olmuştur. “Semt bizim ev
kira” dediğimiz kamusal mekanları ev aidiyeti
hissettiğimiz zamanlardan sadece evleri sahiplendiğimiz zamanlara süresi belli olmayan bir şekilde
geçiş yapılmıştır.
1
Marshall Berman “Katı Olan Herşey Buharlaşıyor” (1994) Komünist Manisfesto’nun 1888’de Samuel Moore tarafından
yapılmış olan standart çevirisinden alıntı yaparken çeviriyi biraz değiştirmiştir.
toplumcu seçenek
33
Kamusallık algımızın devamlı değiştiği bir zamanda Marshall Bergman’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor kitabında yazdığından hareketle “Sürekli
değişen dünyada kendimizi nasıl evimizde hissedebileceğimiz” sorusunun cevabı aramaya başlanmıştır.
Bu sorunun cevabını ararken tarihsel olarak diğer
salgınları kısaca incelemek yapılan mekânsal analizleri bilmek yerinde olacaktır. 1347 Veba Salgınının Avrupa’da kentlerin hayatını kökünden değiştirmiş, kentlerin varlığının tarımsal faaliyetlere
bağımlı olduğu anlaşılmış, Floransa’da mağaza ve
fabrikalar kapanmış ve fiyatlar artmaya başlamıştır. Sınıfsal ve kentsel eşitsizlikler daha fazla görülür olmuştur. Veba evlerinin birkaç battaniyesi ve
çok az erzakı vardı ve tedbirler kapsamında evden
çıkamamak vebadan daha beter olarak tanımlanmıştır. Yoksullar penceresiz kulübelerini kurutulmamış keresteyle yapmakta, damlarda saman
kullanmaktadırlar. Bu da kara sıçanlar için iyi bir
yuva, pireler için de aşağıdaki insanların üzerine
toz gibi dökülecekleri bir zemin hazırlamaktadır.
Zengin evleri ise kereste ile yapılmaktadır (Özden,
K. ve Özmat, M., 2014). 14. ve 15. yüzyılda Kraliyetin vergi taleplerinin artışına salgın sonrasının
kıtlığı eklenince isyanlar ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan salgınlar
büyük mekânsal dönüşümler ile birlikte isyanların
ve toplumsal ayaklanmaların da geldiğini bizlere
göstermektedir.
Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda” halkın sağlık koşullarının iyileştirilmesi
için kapitalizmdeki sınıf çelişkilerinin çözülmesi
gerektiğini belirtmektedir. Derin kentsel eşitsizlikler, yüksek risk altındaki yerellere neden olmaktadır. Hava kirliliği, güvenlik endişesi, sağlıklı
gıdaya erişememe, sağlık hizmetine erişiminin
sınırlı olması, işsizlik kümülatif olarak kentlilerin
sağlık konusunda yaşam kalitelerini azalmaktadır.
Kentsel eşitsizliğin sağlık konusunda yarattığı
farklılıklara yapılan bazı araştırmalar:
•
•
•
•
1832 yılında Leeds’de kolera salgını sonrası
hazırlanan haritada ölüm oranları ile konut kalitesi arasında bir bağlantı olduğu belirlenmiş,
en yüksek ölüm oranlarının en düşük konut
kalitesine sahip alanlarda görüldüğü ortaya
çıkmıştır (Chadwick, 1842 aktaran Corburn,
2013).
Nairobinin gecekondu bölgelerinde bebek
ölüm oranı daha yüksektir. (APHRC, 2002)
San Franciscoda Oakland Hills’te doğan biri
West Oaklan’da doğan bir kişiye göre 15 yıl
daha fazla yaşamaktadır. (ACPHD, 2008)
Emmanuel Vignerol 2011 yılında Paris metro
hattı üzerinde gerçekleşen ölüm oranlarını
gösterdiği haritada görülmektedir. Yüksek gelir grubuna ait insanların oturduğu bölgelerde
Şekil 1
34
toplumcu seçenek
ölüm oranları, düşük gelir grubun oturduğu
bölgelere göre düşük çıktığını görülmüştür
(Vignerol, E., 2011 aktaran Corburn, 2013).
Türkiye’de Covid 19’a dair kentsel eşitsizlikleri
gösteren haritalama çalışmaları yapılmıştır. Aslı
Odman ve Murat Tülek (2020), Hayat Eve Sığar
uygulamasından elde edilen mekânsal verilerle,
2019’da tamamlanan İstanbul’un sosyo-mekansal
profillerine dair güçlü bir temsil sunan ‘Veriye
Dayalı Politika Aracı - kent95.org’un1 verilerini
çakıştırarak pandemi karşısında eşitsizliklere dair
sorgulamalar yapmıştır. 6 Eylül 2020 itibarı ile en
çok Covid-19 vakasının görüldüğü ‘yüksek ısılı’
kırmızı bölgeler ile, kent95’de nispeten orta- orta
altı sosyo-ekonomik konuma işaret eden mahalleler (orta/alt rayiç bedel/ağırlıkla alt yaş aralığında
nüfusun ikamet ettiği yerler) büyük oranda örtüşmektedir. Salgın dışındaki ‘olağan halde’ de, çalışma koşulları, çalışırken ölme koşulları ve çalışma
yerleri kamusal ilgi ve politikalardan uzak kalan
çalışanlar, Covid-19 kaynaklı ölümlerde belirgin
bir grup olarak görünmektedir.
Veloxity.Com Şirketi’nin 1 milyon akıllı telefon
dolaşım verisinden 17 Mart -24 Mart 2020 tarihleri
arasında derlerdiği ‘evde en çok ve en az zaman
geçirenler’ haritasında ise orta üst raiç bedele
sahip semtlerde evde kalanların oranı yüksek çıkmaktadır.2 (Şekil 2)
Diğer bir örnek ise BİMTAŞ’ın hazırlamış olduğu 4
ana gösterge, 22 alt göstergeden oluşan bu çalış1
http://harita.kent95.org/
2
http://www.diken.com.tr/istanbulda-evde-kal-cagrilarina-en-cok-ve-en-az-uyulan-ilceler-belirlendi/
ma sonucunda İstanbul’un kırılgan bölgeleri tespit
edilip mekânsal yayılıma bağlı kırılganlık haritası
oluşturulmuştur. Esenyurt, Bahçelievler, Bağcılar,
Esenler, Gaziosmanpaşa, Sultangazi, Zeytinburnu
ve Fatih ilçelerinde yer alan mahallelerin kırılganlıkları daha yüksektir.3 (Şekil 3)
Kentsel eşitsizlik koşullarımız hastalanıp hasta
olmayacağımız belirleyebilmektedir. Sosyo- ekonomik koşulları ve donatıları düşük seviyede
olan mahallelerin Covid-19 tablosunda çok riskli
alanlarda kaldığını yapılan çalışmalarda ortaya
çıkmaktadır. Özetle Dünya’nın farklı bölgelerinde
farklı zamanlarından yapılan haritalama çalışmaları ile Covid-19 pandemisinde İstanbul’da yapılan haritalama çalışmalarından çıkan ana sonuç
birbirleriyle paralel ve malumun ilamıdır.
Bireylerin kendi sağlıklarını koruyabilmeleri için
bireysel yöntemlerin sınırları vardır. Bireylerin
sağlıkların korunması iktidarın toplumsal bütüncül politikalar oluşturması sonucunda olabilir.
Sağlıklı bir şehir planlaması için kırılgan mahallelere sadece daha fazla yeşil alan, sağlık tesis kurmak bir yöntemdir ama bütüncül bir bakış açısını
kaçırmak anlamına gelmektedir. İktidarın hangi
politikaların sağlık tesisine, sağlıklı gıdaya erişime
engel olduğu, toplumsal stres düzeyini arttıran
yoksulluk, işsizlik, güvenlik endişesinin nedenleri
belirlenip çözüm yolları geliştirilmelidir.
Kentler oluruna bırakılamayacak ölümlü ve kırıl3
https://kirilganlik.istanbul/harita/
Şekil 2: Veloxity.com
Şirketi’nin derlediği
‘evde en çok ve en
az zaman geçirenler’
haritası.
toplumcu seçenek
35
Şekil 3: BİMTAŞ’ın hazırladığı Mekansal Yayılma Riskine Bağlı
Kırılganlık Haritası
gan, beslenmeleri ve özenle bakılmaları gereken
organizmalardır. Kentsel dirençlilik kavramı mutlak olmaktan ziyade, dönüşümsel bir yapıdadır ve
değişen şartlar karşısında kentsel sistemin kendisini değiştirmesini ve geliştirmesini içermektedir (Galderisi, 2013, aktaran Tuğaç 2019). Kentsel
dirençlilik kavramı, afetler karşısında toplumun
tüm kesimini gözetecek şekilde kentlerde fonksiyonlarını devam ettirmek risklere karşı uyum
sağlama, sağlam olma, yedekli olma, esnek olma,
kaynaklara sahip olma, kapsayıcı olma, entegre
olma kapasitesininde sürekli bir gelişmeyi önermektedir.
Adaletli ve dirençli bir sağlıklı şehir planlaması
için belirlenen temel ilkeler:
• Demokratik katılım
• Bütüncül karar alma
• Çok yönlü izleme
• Sosyal öğrenme
• Uyumluluk ve yaratıcılıktır.4
Daha adil kentlerde yaşamak mümkün mü sorusu
üzerinden kent planlama aracılığıyla toplumsal
adaletin sağlanabileceği dünyada tartışılmaktadır. Rio’da sağlıklı ve eşitlikçi planlama için ağ tipi
örgütlenen toplum katılımı, belediye politikaları
ve merkezi yönetim taahhütleri sağlanmıştır. Mahalli kurumlar favela sakinlerinin yerelden fedarel
düzeye karar alınan ölçekleri ilişkilendirerek yerel
bir kapasite oluşturmuştur.
yaratmadığı aksine eşitsizlikleri derinleştirdiğini
mekânsal analizlere bilinenleri görünür hale getirmiştir. Tarihsel bilgimizde derinleşen eşitsizlerin
beraberinde dayanışma ve toplumsal hareketlerin
arttığını bilmekteyiz. COVID-19 sonrasında uluslararası #LeaveNoOneBehind (#KimseyiGerideBırakma) kampanyası başlamıştır. Aynı zamanda
Covid-19 pandemisinde, tüm dünyaya yayılan
“kira grevi” ve “yerinden edilmelere karşı” hareketler ortaya çıkmıştır.
Yaşadığımız afet ilk değildir ve maalesef son
olmayacaktır. Salgınla aslında afetlere hazırlıksız
oluşumuza, eşitsizliklere, doğa talanına, tarımla ilişkisi koparılan kentlere parçacıl ve geçici
çözümler yerine bütüncül çözümler sağlanmak
zorundadır. Bu çözümlerin sağlanmasının yolu
“Katı Olan Her Şeyin Buharlaştığı” mekânsal aidiyet algımızın zamanda değiştiği bu zamanlarda
adil ve dirençli kent yaratmak için inadına tekrar
tekrar kent hakkımızı savunmak kentler bizimdir
dememiz gerekmektedir. Kent hakkımızı savunarak planlama süreçlerine katılarak, mahallelerden
başlayan ağ örgütlenmeleri ile yerel ve merkezi
yönetim toplumcu politikaları tüm boyutlarıyla
birlikte yürütmelilerdir. Bu sayede sürekli değişen
dünyada kendimizi evimizde hissedebileceğiz.
Salgınlar sonucunda iktidar dolayısıyla planlamanın toplumun tüm kesimleri için adil bir kent
4
36
Corborn, J.(2013)
toplumcu seçenek
Kaynaklar
https://www.birgun.net/haber/covid-19-kentsel-bir-gezegende-pandemi-299194
1- ACPHD. (2008). Unnatural Causes: Healthand
Social Innequality in Alameda Country.
2- APHRC. (2002). Population of HealthDynamics
in Nairobi Informal Settlements.
3- Barton, H. and Grant, M. (2006) A health map
for the local human habitat. The Journal for the
Royal Society for the Promotion of Health, 126 (6).
pp. 252- 253.ISSN 1466-4240 http://eprints.uwe.
ac.uk/7863
4- Bergman, M. (1994). Katı Olan Herşey Buharlaşıyor. İletişim Yayınları
5- BİMTAŞ.(2020). Covid-19 Salgını Mücadele Sürecinde İstanbul Kırılganlık Haritası Proje
Raporu. https://kirilganlik.istanbul/static/sf3/
images/K%C4%B1r%C4%B1lgnl%C4%B1kaHaritas%C4%B1Rapor_OnIzleme.pdf
6- Corburn, J. (2019). Sağlıklı Şehir Planlaması Mahalleden Ülkeye Sağlıkta Erişim. İnsen Yayınları.
7- Engels, F. (2010). İngiltere’de Emekçi Sınıfların
Durumu. Sol Yayınları.
8-Harvey, D. (2014). Postmodernliğin Durumu.
Metis Yayınevi.
9- Jacops, J .(2009). Büyük Amerikan Şehirlerinin
Doğumu ve Ölümü. Metis Yayınları.
10- Kıygı, G. (2020). Salgının Mekânsal Hafızası:
Norm, Ölçek, Adalet. Spectrum, Sayı 2 s.47-49.
11- Lefebre, H. (2013). Kentsel Devrim. Sel Yayıncılık
12- Odman, A.ve Tülek M. (2020) Covıd-19 Pandemisi Döneminde Sosyomekansal Eşitsizlikler Ve
Veri / Halk Sağlığı İlişkisi. Türk Tabipler Birliği Altıncı Ay Değerlendime Raporu. https://www.ttb.
org.tr/kutuphane/covid19-rapor_6/covid19-rapor_6_Part60.pdf
13- Özden, K. Ve Özmat, M. (2014). Salgın ve Kent:
1347 Veba Salgınının Avrupa’da Sosyal, Politik
ve Ekonomik Sonuçları. İdeal Kent S:12 s.60-87.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/461752
14- Tuğaç, Ç. (2019). Kentsel Dirençlilik Perspektifinden Yerel Yönetimlerin Görevleri ve Sorumlulukları. İdeal Kent S: 2019-3, s. 984-1019. DOI:
10.31198/idealkent.634144
15- Türkoğlu, H. (2020). Covıd-19 Sonrası Kent
ve Kent Planlama. ürkiye Sağlıklı Kentler Birliği http://www.skb.gov.tr/wp-content/uploads/2020/09/COVID-19-Sonrasi-Kent-ve-KentPlanlama-Prof.-Dr.-Handan-Turkoglu.pdf
http://www.diken.com.tr/istanbulda-evde-kal-cagrilarina-en-cok-ve-en-az-uyulan-ilceler-belirlendi/
https://www.tasarimrehberleri.com/yenilikcidusun/korona-cografyasi/
“Kentsel dirençlilik kavramı,
afetler karşısında toplumun
tüm kesimini gözetecek şekilde kentlerde fonksiyonlarını
devam ettirmek risklere karşı
uyum sağlama, sağlam olma,
yedekli olma, esnek olma, kaynaklara sahip olma, kapsayıcı
olma, entegre olma kapasitesininde sürekli bir gelişmeyi
önermektedir.
toplumcu seçenek
37
Afet ve Acil Durumlarda
Özgür Haritacılık
Can Ünen
Yer Çizenler Herkes İçin Haritacılık Derneği
Giriş
2014 tarihli ve Bilgiye Erişim ve Kalkınma konulu
Lyon Deklarasyonu1, toplumun bilgiye ve veriye
özel hayatın mahremiyetini gözeterek ulaşma
hakkını ve açık internet erişiminin sürdürülebilir
kalkınmanın anahtarlarından biri olduğunu belirterek özgür ve açık veri politikalarının gerekliliğini ortaya koyuyor. Ancak bireylerin, kurumların
ve kuruluşların açık ve özgür veri kavramlarını
gözden geçirmesi ve yeniden değerlendirmesi de
gerekmektedir.
Herhangi bir veri kümesinin bir web arayüzü üzerinden sorgulanabilmesi görüntüleme erişimine
açılmasının açık veri olarak yorumlandığı pek çok
örnek bulunmaktadır. Kimi zaman sözü geçen bu
açık verilere erişim de açık olmamakta ve talep/
başvuru, seçici erişim, sınırlı gösterim gibi süreçler sonunda görüntülenebilmektedir. Bu durum
hakkında verilebilecek en somut örneklerden biri,
acil durum toplanma alanları verisidir.
AFAD tarafından üretilen ve düzenlenen acil durum toplanma alanları bilgisine e-devlet2 üzerinden erişmek, ve seçilen konuma bağlı olarak en
yakın üç toplanma alanını haritada görmek mümkün. Ancak kişi, kurum ve kuruluşların İstanbul’a
ait tüm acil durum toplanma alanları verisine
erişmesi ve akademik çalışma, analiz vb. gibi
amaçlar için kullanabilmesi mümkün görünmüyor.
Bu da söz konusu verinin açık olmadığını gösteriyor.
30 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşen ve İzmir’de
can ve mal kayıplarına neden olan Ege Denizi
Depremi sonrasında, yukarıda bahsedilen duruma
1
https://lyondeclaration.org/
2
https://www.turkiye.gov.tr/afet-ve-acil-durum-yonetimi-acil-toplanma-alani-sorgulama
38
ek olarak, toplanma alanları verisinin paylaşımı
konusunda bir standart uygulama olmadığı da
gözlemlenmiştir. AFAD İzmir3 tarafından paylaşılan ilçe bazındaki acil durum toplanma alanları
verisine harita üzerinden olmasa da ulaşılabilirken, İstanbul4 için bu durum geçerli olmamakta,
kullanıcılar e-devlet sorgu sayfasına yönlendirilmektedirler.
Google, Yandex gibi ana akım harita servisleri üzerinden ulaşılamayan, bir acil durumda da
AFAD üzerinden doğrudan ulaşımı kolay olmayan
bu ve benzer veri kümelerinin kamuoyuyla hızlı ve
kolay paylaşımı için özgür haritacılık araçları öne
çıkmaktadır. Ege Denizi Depremi sonrasında da
İzmir acil durum toplanma alanları verisi işlenerek, yurttaşların kolayca erişip bölgelerindeki toplanma alanları bilgisine ulaşabileceği bir çevrimiçi
harita (Şekil.1) aynı gün içerisinde paylaşıldı5.
İlgili meslek odalarının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından deprem bölgesinde gerçekleştirilen yapısal hasar tespit verilerine erişememesi,
COVID-19 ile ilgili verilerin Sağlık Bakanlığı tarafından kamuoyuyla paylaşılmaması gibi örnekler,
üçüncü kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından
gerçekleştirilebilecek destekleyici çalışmaların
önünü kapatmakta olup, yaşanan çok sayıda benzer örnek açık veri politikalarının önemini ortaya
koymaktadır.
Özgür Haritacılık
Resmi kurum ve kuruluşlarının kapalı veya kısıtlı
veri paylaşım politikaları veriye erişimi zorlaştırmakta, ana akım harita servisleri ise sundukları
3
https://izmir.afad.gov.tr/izmir-toplanma-alanlari
4
https://istanbul.afad.gov.tr/toplanma-alanina-erisim
5
http://umap.openstreetmap.fr/en/map/izmir-afet-toplanma-alanlar-haritas_516740
toplumcu seçenek
Şekil 1: İzmir acil durum toplanma alanları haritası.
verinin içerik ve detay seviyesini kullanıcılarının
yoğunluk ve dağılımına göre düzenlemektedirler.
Türkiye’de milyonlarca akıllı telefon kullanıcısının
bulunması nedeniyle, özellikle büyük şehirlerde detaylı harita servisleriyle yön bulmayı doğal
karşılıyoruz. Ancak, kanıksanmış olan bu durumun
her yerde böyle olmadığını köy ve kasabaların
harita verilerine bakarak fark etmek mümkün.
Afrika, Güney Amerika ve Güneydoğu Asya başta
olmak üzere milyarlarca insanın akıllı telefon kullanmadan yaşadığı kırsal bölgelerdeki topluluklar
bu harita servislerinde temsil edilmemektedirler.
Küresel markaların getirileri düşük olduğu için
şubeler açmadıkları, akıllı telefon üreticilerinin
kullanıcılarının sınırlı olduğu için harita servislerini bizlere sundukları gibi sunmadığı bu bölgelerde genellikle yerel yönetimler ve devletlerin
elindeki harita verileri de güncel değiller. Sömürge dönemlerinden kalan, sömürgeci devletlerin
çekilmesi sonrasında da imkansızlıklar nedeniyle
güncellenmeyen haritalar yetersiz kalmakta, kırsal
yerleşimlere dair güncel haritalar bulunmaktadır.
Dünya üzerindeki afetler, salgınlar ve trajedilere
karşı son derece kırılgan olan toplulukların büyük
bölümü de maalesef bu topluluklardır. Yerel yönetimlerdeki haritalar ve ana akım harita servisleri
üzerinde var olmayan bu topluluklara erişmek
isteyen kuruluşların, planlama, ulaşım ve lojistik
çalışmalarını gerçekleştirebilmek için bu bölgelerin haritaları uluslararası bir kullanıcı grubu
tarafından açık ve özgür bir şekilde üretilmekte,
özgür haritacılık araç ve uygulamaları bu soruna
çözüm olmaya çalışmaktadır.
Sadece bu bölgelerin değil, tüm Dünya’nın açık
ve özgür bir haritasını oluşturmayı amaçlayan
OpenStreetMap ve çevresindeki kullanıcılar, kuruluşlar ve uygulamalardan oluşan geniş ekosistem, herkes için özgür haritacılık araçları sunmaktadır.
OPENSTREETMAP
Zaman zaman haritaların Wikipedia’sı olarak
tanımlanan OpenStreetMap, 2004’te Steve coast
adlı bir yazılım mühendisi tarafından geliştirilmiştir. Britanya’nın ulusal harita kuruluşu olan British
Ordnance Survey’in halkın vergileriyle ürettiği haritalar ve veri setlerini ücretsiz ve açık bir biçimde
paylaşmamasına karşı çıkan ve toplumun yaşadığı coğrafyaya ait verilere özgürce erişebilmesi
gerektiğini düşünen Coast, www.openstreetmap.
org alan adını oluşturmuş ve kendi ürettiği GPS
izlerini yükleyip düzenleyebileceği bir veritabanı
tasarlamıştır. 2006’da kurulan OpenStreetMap
Vakfı da, özgür coğrafi verinin büyümesi, gelişmesi ve paylaşımını destekleyip herkesin kullanıp paylaşabileceği küresel bir özgür coğrafi veri
sunmayı hedeflemektedir6.
2021 başı itibariyle 7.290.000 üzerinde kayıtlı kullanıcıya ve günde yaklaşık 5.000 aktif kullanıcıya
erişen OpenStreetMap7, Dünya’nın pek çok böl6
https://wiki.openstreetmap.org/wiki/History_of_
OpenStreetMap
7
https://www.osmstats.neis-one.org/?item=members
toplumcu seçenek
39
Şekil 2: OpenStreetMap Türkiye istatistikleri (2 Ocak 2021).
gesi için güncel ve güvenilir bir coğrafi veri kaynağı olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de de günde
yaklaşık 30 aktif kullanıcı, günde yaklaşık 30.000
değişiklik gerçekleştirmekte (Şekil.2), harita verisinin güncellenmesine katkıda bulunmaktadır8.
Humanitarian Openstreetmap
Team9
Topluluk, erken zamanlarından bu yana OpenStreetMap’in sağladığı açık ve özgür harita verisi
altlığının insani yardım ve ekonomik kalkınma
çalışmalarına sağlayacağı faydanın bilincindeydi.
Bu görüşün doğruluğu, 2010 Haiti Depremi sonrasında gerçekleşen topluluk odaklı haritalama
çalışmalarının ardından kanıtlanmıştır. Haiti’nin
başkenti Port au Prince’de büyük hasara ve can
kayıplarına yol açan depremin ardından bölgeye
gelen uluslararası yardım ekiplerinin çalışmalarında kullanabilecekleri güncel ve güvenilir haritalar
bulunmamaktaydı. Bunun üzerine devreye giren
uluslararası OpenStreetMap topluluğu, bölgenin
haritasını üreterek yardım ekiplerine destek olmak için çalışmalara başlamıştır. Uydu görüntüsü
sağlayıcısı DigitalGlobe’un, topluluğun talepleri
doğrultusunda afet bölgesine ait yüksek çözünürlüklü güncel uydu görüntülerini paylaşmasının
ardından binlerce OpenStreetMap kullanıcısı,
sahadaki ekipler ve gönüllülerin doğrulama desteğiyle 10 gün gibi kısa bir sürede Port au Prince’in
detaylı bir haritasını oluşturmuşlardır (Şekil.3).
8
https://www.osmstats.neis-one.org/?item=countries&country=Turkey
9
https://wiki.openstreetmap.org/wiki/Humanitarian_OSM_Team
40
Topluluk odaklı gerçekleştirilen bu haritalama
çalışmaları, ve bu çalışmalar sırasında geliştirilen
açık haritacılık araçlarının benzer başka afet ve
acil durumlarda da kullanılmaya devam edilmesi fikriyle Humanitarian OpenStreetMap Team
(HOT), aynı yıl içerisinde ABD merkezli, kâr amacı
gütmeyen bir insani yardım kuruluşu olarak kurulmuştur ve 10 yılı aşkın bir süredir bu faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Missing Maps10 projesinin
de bir parçası olarak HOT, 1 milyon gönüllü desteğine ulaşıp, halen harita üzerinde temsil edilmeyen milyarlarca insana ait yerleşimlerin haritada
görünür olması için çalışmaktadır.
Yer Çizenler
OpenStreetMap, Türkiye’de diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha yavaş ilerlemiş ve veri üretimi
açısından yeterli topluluk katkısı görememiştir.
Türkiye kullanıcı grubu içerisinde oluşup Temmuz 2017’de dernek statüsü kazanan Yer Çizenler,
hayatın her alanında açık ve özgür coğrafi veri
kullanımını yaygınlaştırmak, OpenStreetMap
topluluğunu güçlendirmek ve yaşayan güncel bir
haritaya destek olmak, ulusal ve uluslararası
OpenStreetMap toplulukları arasındaki bağ iletişimi güçlendirerek OpenStreetMap ekosistemi içerisindeki yerini güçlendirmek amacıyla çalışmalar
gerçekleştirmektedir.
Kuruluşunun ardından Humanitarian OpenStreetMap Team ile ortak çalışmalar gerçekleştirmeye başlayan Yer Çizenler, 2017 ve 2018 yıllarında
10
toplumcu seçenek
https://www.missingmaps.org/
Şekil 3: 2010 Haiti Depremi sonrası OpenStreetMap kullanıcı aktivitesi
https://youtu.be/OF-JuFxhDT8
Şekil 4: İstanbul’da BİNA projesi dahilinde çalışılan bölgeler.
kent içindeki Suriyeli toplulukların uyum sürecine
destek olmak ve mekansal bilgiye erişimi kolaylaştırmak amacıyla, Türkiyeli ve suriyeli gönüllü grupların da katılımıyla arapça içerikli harita
altlığı oluşturma çalışmaları gerçekleştirdi. BINA
proje adıyla gerçekleştirilen söz konusu çalışmalar sonucunda İstanbul’da Suriyeli toplulukların
yoğun olarak yaşadığı ilçelerde öncelikli olmak
üzere 150 bin üzerinde bina ve 20 bin üzerinde
hizmet haritalandı ve isimleri Arapça’ya çevrilerek
OpenStreetMap’te düzenlendi (Şekil.4).
2019 ve 2020 yıllarında, artan gönüllü desteği ve
görünürlükle birlikte Yer Çizenler, topluluk geliştirme ve güçlendirme çalışmalarına ağırlık vermiş,
özgür haritacılık uygulamalarının yaygınlaşması
için çaba sarf etmiştir. Üniversite öğrenci toplulukları, meslek oda ve örgütleri ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla özgür haritacılık, OpenStreetMap, coğrafi bilgi sistemleri gibi konularda atölye
ve seminerler düzenlenmiş, ulusal ve uluslararası
afet ve acil durumlarda topluluk insani haritalama
çalışmalarına yönlendirilmiştir.
Ağustos 2019’da gerçekleşen Denizli Depremi
sonrası Humanitarian Openstreetmap Görev
Yöneticisi aracılığıyla yapılan uluslararası çağrı11 sonucunda, 1 ay içerisinde 400’ün üzerinde
OpenStreetMap kullancısı, bölgede yaklaşık 5000
adet yol ve 100 bin adet bina verisi düzenleyerek
depremden etkilenen bölgenin özgür haritasına
katkı vermiştir (Şekil.5). Çalışma sonunda depremden etkilenen bölge, OpenStreetMap’teki en
güncel ve detaylı bina ve yol verisinin bulunduğu bölgelerden biri haline gelmiş, üretilen veri
herhangi bir çalışmada kullanılmasa bile benzer
durumlarda özgür harita verisi üretme veya elde
etme konusundaki potansiyeli ortaya konmuştur.
11
https://wiki.openstreetmap.org/wiki/Denizli_Earthquakes
toplumcu seçenek
41
Ege Denizi Depremi
30 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşen ve İzmir’in
Bornova ve Bayraklı bölgelerinde yıkıma ve can
kayıplarına neden olan Ege Denizi Depremi sonrasında ise Yer Çizenler üyeleri, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (HKMO) İzmir Şubesi ile
iletişime geçmiş, hasarlı binaların haritalanması
ve raporlanması konusunda özgür haritacılık
uygulamalarıyla destek olma isteğini bildirerek
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) saha
çalışmalarına dahil olmuşlardır.
Deprem sonrasında gerçekleştirilen saha çalışmalarında yıkılan veya hasarlı binaların tespiti ve
haritalanması amacıyla OpenDataKit12 üzerinden
hazırlanan mobil anket formları kullanılmış, yıkılan binaların haritası yurttaşlarla paylaşılmıştır.
Ek olarak, yurttaşların hasarlı bina ve acil ihtiyaç
bildirimi yapabilmeleri için izmirdepremi.ushahidi.io adresi üzerinden çevrimiçi formlar oluşturulmuş, ve 1000’in üzerinde geri dönüş alınmıştır.
Söz konusu topluluk kaynaklı veri kullanılarak bir
deprem hasar yoğunluk haritası oluşturularak
(Şekil.6) çevrimiçi olarak paylaşılmıştır.
İTÜ Uydu Haberleşme ve Uzaktan Algılama UygAr Merkezi (UHUZAM) ve Maxar Technologies,
HOT Görev Yöneticisi üzerinden uluslararası
OpenStreetMap topluluğuna yapılan İzmir ve Seferihisar bina haritalama çağrısında13 kullanılmak
üzere deprem bölgesine ait güncel uydu görüntülerini kullanıma açmışlar, görüntüler OpenStreetMap’te İzmir’e ait bina envanterini oluşturmak
için kullanılmışlardır.
12
https://opendatakit.org/
13
https://wiki.openstreetmap.org/wiki/2020_Aegean_Sea_Earthquake
İKK bünyesindeki İnşaat Mühendisleri Odası
(İMO) İzmir Şubesi gönüllüleri, yurttaşlar tarafından hasar bildirimi yapılan binaları sahada incelemeye gitmiş, binalara ait hasar bilgilerini yine
özgür haritacılık araçları kullanarak toplamış ve
düzenlemişlerdir.
TMMOB İKK üye unsurları tarafından, Yer Çizenler’in teknik desteğiyle gerçekleştirilen bu
çalışmaların sonucunda topluluğun da desteğiyle
üretilen veriler açık veri lisansıyla düzenlenmiş,
herkesçe erişilebilir bir biçimde Github üzerinden
paylaşılmıştır14. Söz konusu adresten, gerçekleştirilen çalışmalara dair daha detaylı bir rapora da
erişilebilir.
Sonuç
TMMOB İKK ile gerçekleştirilen bu deprem sonrası özgür ve açık veri üretimi çalışması sayesinde
hasarlı bina veri setleri oluşturulmuş ve kamuoyunun erişimine sunulmuştur. Söz konusu verilerin, TMMOB üyesi meslek odaları, sivil toplum
kuruluşları ve akademisyenlerin gerçekleştireceği
inceleme, analiz ve modellerin gelecekteki olası
depremlere hazırlık ve yeniden yapılanma çalışmalarına olumlu bir katkısı olacağı umulmaktadır.
Söz konusu incelemeler, resmi kurumlar tarafından da gerçekleştirilmiş olsa da, ilgili verilerin eri
şime kapalı tutulması, veya kısıtlı ve seçici bir süreç sonrası kısmen erişilebilir durumda olmaları,
faydalı olabilecek inceleme ve çalışmaların önünü
kapatmakta ve bilgiye erişim ihtiyacı duyan kişi
ve kuruluşları engellemektedir. Dolayısıyla açık ve
14
https://github.com/yercizenler/30ekim2020egedepremi
Şekil 5: HOT Görev Yöneticisi, Denizli Depremi haritalama çalışması.
42
toplumcu seçenek
Şekil 6: Ege Denizi Depremi, İzmir hasar
yoğunluk haritası.
http://u.osmfr.org/m/519750/
özgür veri politikalarının gözden geçirilmesi, bilgiye erişimin bürokratik bir süreç olmaktan çıkıp
temel bir hakka dönüşmesi gerekmektedir.
Burada özgür haritacılık özelinde ele alınmış olan
özgür ve açık veri kavramı, toplum olarak övündüğümüz, ancak ne yazık ki gündelik yaşantımızda uygulamadığımız imece kültürünün çok net bir
örneğidir. Dayanışma yerine bireyselliğin, liyakat
yerine kurnazlığın öne çıkıp yerleştiği günümüzde, bilgiyi bir rekabet aracı veya koz olarak kabul
etmek yerine herkesin özgürce ulaşabildiği bir
hak olarak görmek, ve buna uygun davranmak
gerekmektedir. Azılı tüketicilere dönüştüğümüz
bu toplumda, paylaşma, yardımlaşma ve bilginin
özgürlüğüne her zamankinden çok ihtiyaç duyulmakta. Bunun için de imeceyi yeniden öğrenmek
gerekiyor.
Herkesin kendi kapısının önünü haritaladığı günler diliyoruz.
toplumcu seçenek
43
Kanal-Yeni Şehir Çevre
Düzeni
Planı Değişikliği
Asuman Yarkın Yeşilırmak
Mimar
‘İstanbul İli Avrupa Yakası Rezerv Yapı Alanı
1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Değişikliği’ adıyla 23.12.2019 tarihinde onaylanan plan
değişikliğine, uluslararası anlaşmalara, kent
planlama amaç, ilke, usulleri ve hukukuna aykırı
olduğu gerekçeleriyle pek çok itiraz yapıldı ve
davalar açıldı. İtirazların ve açılan davaların temel
nedenleri, Plan değişikliğinin, hayata geçmesi
halinde, İstanbul’un yaşam destek sistemleri olan,
orman, tarım, havza alanlarını, su kaynaklarını,
ekolojik-biyolojik değerlerini ve sit alanlarını yok
edecek ölçüde vereceği zararın yanı sıra, ekonomik ve toplumsal zararlardır.
Konuyu açmaya öncelikle plan değişikliğinin adıyla başlarsak; plan değişikliği yapılan alan, neden,
bu plan değişikliğine sebep olan çılgın ‘Kanal-Yeni
Şehir’ projesi değil de ‘Rezerv Yapı Alanı’ olarak
tanımlanmıştır?
Çünkü bu sözde plan değişikliği, İstanbul’un ekolojik önemi büyük, kırılganlığı en hassas bir bölgesini, koruma kanunları ile korunan bir alanını
geri dönülmez bir şekilde tahrip edecek olan sözde ‘Kanal-Yeni Şehir’ projesini, hileli bir şekilde
‘Rezerv Yapı Alanı’ paketine sararak, 6306 Sayılı
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi
Hakkındaki Kanun’a dayandırmışlardı.
Açıklama Raporunda; “söz konusu alan 6306 sayılı
kanun kapsamında, olası afet riskini bertaraf etmek üzere yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak
amacıyla, …...’Rezerv Yapı Alanı’ olarak belirlenmiştir. Yeni yerleşim alanları ve çevredeki diğer
fonksiyonların bütünü, plan raporunda ‘Yenişehir’
olarak anılmaktadır” denilmektedir. Değişiklik
Raporunda ayrıca; “Kanal İstanbul Projesinin, yalnızca bir ulaştırma projesi olmayıp, bayındırlık,
tarım, eğitim, istihdam, şehircilik, aile, konut, kültür, turizm ve çevre gibi birçok sektörü ilgilendiren
44
entegre bir proje” olduğu ve “ekonomik büyümenin
sürdürülebilmesi ve artan nüfusa yeni yerleşim
alanları açılabilmesi için devletin koordinasyonunda büyük projelerin hayata geçirilmesi” olarak
ifade edilmektedir.
Bu açıklamalar bize şunu anlatıyor; İstanbul ve
Trakya’nın ekolojik bakımdan en hassas ve kırılgan
bir bölgesi, – en önemli su havzaları, tarım, orman
ve sit alanları- “rezerv yapı alanı” adıyla, hileye
başvurularak, mevcut kentsel alandaki afet riskli
yapı ve alanların taşınması amacıyla değil, “ekonomik büyümesinin sürdürülebilmesi” ve “artan
nüfusa yeni yerleşim alanları” açmak amacıyla,
içinden “kanal” geçen bir “yeni şehir” kurmak
amacıyla imara açılmıştır. Uzmanlara göre üç canlı
fay hattının yer aldığı, sıvılaşma ve heyelan riskleri
taşıyan bu bölgede, yoğun nüfus birikimi yaratacak olan proje, “Afet risklerini azaltıcı” değil,
ilave afet riski yaratacak kararlar getirmektedir.
Yani, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun, büyük bir
ekolojik ve ekonomik sömürünün aracı haline
getirilmiştir.
Rezerv Yapı Alanı Çevre Düzeni
Plan Değişikliği Açıklama Raporu
Bize Neler Anlatıyor?
Değişiklik Planı Açıklama Raporunda, İstanbul
ÇDP’ndan kopyalanan bazı hedef ve stratejilerdeki
‘İstanbul’ ismi silinerek yerine, -adeta İstanbul’a
alternatif bir şehir oluşturma çabasıyla- ‘Yenişehir’ yazılmış, İstanbul gibi bir Metropol için hazırlanmış hedef ve stratejilerin, bu yapay Yenişehir’e
giydirilme çabası absürt durumlar oluşturmuştur. Örneğin;
“Küresel Düzeyde Güçlü Bir Yenişehir”,
“Yenişehir’i Turizm Sektöründe Marka Haline Getirmek”,
“Yenişehir’e …bölgesel ekonomiyi yönlendiren yönetim ve karar mekanizmalarının bütünleştiği üst düzey hizmet/finans ve yönetim merkezi
kimliğinin kazandırılması”,
“Yenişehir’de uluslararası rekabet üstünlüğü taşıyan veya taşıyabilecek sektörlerin desteklenmesi”
“Yenişehir’de düzenlenen sanat fuarlarının
içeriklerinin zenginleştirilmesi, çeşitlendirilmesi,
düşük gelir gruplarıyla buluşmasının sağlanması…” gibi tuhaf ve zorlama ifadeler içermekte. Bu
hedef ve stratejilerilere bakıldığında; ‘Rezerv Yapı
Alanı’ olarak ilan edilerek, su havzaları, orman ve
tarım alanları üzerinde, planlanan Yenişehir’in;
toplumcu seçenek
afet riskleri ile alakasının olmadığı; “bölgesel
ekonomiyi yönlendiren”, “uluslararası rekabet
üstünlüğü taşıyacak”, “Küresel Düzeyde Güçlü”
ve “üst düzey hizmet/finans ve yönetim merkezi” olarak planlandığı açıkça görülmektedir.
Hükmedenin ‘Kafasındaki Plan’
Mevzuata Uymuyorsa, Mevzuat Bu
‘Plana’ Nasıl Uydurulur?
‘Kanal – Yenişehir’ projesine yönelik plan değişikliği için minarenin kılıfı önceden hazırlanmış, Yönetmeliğin, Çevre Düzeni Planlarına Dair Esaslar
başlığı altıdaki, Plan ilke ve esaslarını düzenleyen
maddenin hemen altında, birbiriyle açıkça çelişen,
ÇDP revizyon ve değişikliklerine ilişkin bir madde
düzenlenmesinde ve onaylanmasında bir sakınca görülmez. Yönetmeliğe, ‘Kamu yatırımları’ ve
‘Değişen verilere bağlı olarak’ planın güncellenmesine dair bir madde ilave edilerek hileli
yol açılmış olur. Ardından 2009 onaylı İstanbul
ÇDP kararlarına aykırı olarak, otonom kararlarla
uygulaması yapılmış olan 3. Havalimanı, 3. Boğaz
köprüsü ve bağlantı yolları Kamu Yatırımları ve
değişen veriler olarak plan değişikliğine gerekçe
yapılır.
Bunlardan daha da tuhaf bir gerekçe ise; henüz
var olmayan, Suyolu/Kanal projesi, hukuksuz bir
ÇED raporuna dayandırılarak, gerçekleşmiş ve
vazgeçilemez bir ‘kamu yatırımı’ ve ‘değişen veri’
sayılarak, Plan değişikliğine gerekçe olarak gösterilmiş olmasıdır. Oysa ÇED Raporu çok önemli
tutarsızlıklar içermekte olup geri dönülemez
ciddi sonuçları olacağı gerekçeleriyle çok sayıda iptal davasına konu olmuştur. Kanal/Suyolu
projesine ait itirazlar değerlendirilmeden, hatta
itiraz süresinin son günü bile beklenmeden planın
onaylanıp askıya çıkarılmış olması hukuksuzdur,
dava süreci bitmemiştir. Tüm bu “her ne olursa
olsun bu Kanal yapılacak” yaklaşımları, hukuksuz
bir sürecin halka dayatılmasından başka bir anlam
taşımamaktadır.
Rezerv Yapı Alanı ÇDP Değişikliği, İstanbul Çevre Düzeni Planı amaç, ilke ve temel stratejilerine
temelden aykırıdır…
Tüm mekânsal planlama mevzuatı ile kent planlama ilke ve yöntemlerine göre, yapılacak her
değişiklik, 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planının, yani ana/master planın metropoliten ölçekteki temel ilke, amaç ve stratejilerine
uygun olmak zorundadır. Aksi halde bölge ya da
metropoliten alan bütününde, üst ölçekli bir ana
plan yapmanın anlamamı kalmazdı. Ana Plana
uygun olmak ne demektir? Plan değişikliklerinin,
ana planın ‘ana kararlarını, sürekliliğini ve bütünlüğünü’ bozmaması demektir. Doğal yapının, ekolojik dengenin ve ekosistemin sürekliliğinin korunması demektir. Metropoliten ölçekteki temel
ulaşım ve altyapı kararlarını bozmamak demektir.
İstanbul için bugüne kadar metropoliten ölçekte
üç ana plan yapılmıştır. Bunlar; 1980 onaylı Büyük
İstanbul Nazım Planı, 1995 İstanbul Metropoliten
Alana Alt Bölge Nazım Planı ve 2009 onaylı İstanbul Çevre Düzeni Planı’dır. Her üç ana planın da
kent makroformunu belirleyen temel, ortak bir
stratejisi vardır;
“İstanbul’un sahip olduğu su havzaları
ve orman alanları başta olmak üzere, kentin (ve
bölgenin) yaşam destek sistemlerini oluşturan
ve Karadeniz sahillerine paralel olarak uzanan
eksendeki ekolojik değerlerin korumacı bir yaklaşımla, ekonomik girişimlere kapalı tutulmasıdır.”
İstanbul’un bu kadim makroform stratejisine
aykırı olarak, Değişiklik Raporunda; ‘İstanbul için
en önemli risk faktörlerinden biri deprem olmakla birlikte’ ifadesi ile başlayan cümle, ‘yapılması
planlanan yatırım programları ve projeleri ile
kentin makroformunun yeniden değerlendirilmesi
ve söz konusu yatırımlar çerçevesinde oluşacak
yeni makroform yapısının tanımlanması gereğini doğurmaktadır’ sözleri ile tamamlanmaktadır.
Makroformun yeniden tanımlanmasına gerekçe
gösterilen yatırımlardan ikisi, otonom kararlar ve
parçacı plan değişiklikleri ile yapımları gerçekleşmiş olan 3. Havalimanı, 3. Köprü ve bağlantı
yollarıdır.
Değişiklik Raporuna göre, makroformun yeniden
tanımlanmasına gerekçe gösterilen yatırımlardan
üçüncüsü ise; dava süreci devam eden, hukuksuz
bir ÇED Raporuna dayandırılan, yapımı gerçekleşmemiş, yani henüz var olmayan ‘Suyolu/
Kanal’ yapısıdır. Bu absürt gerekçenin daha da
absürt gerekçesi ise; var olmayan Suyolu/Kanal
yapısının, Değişiklik Raporunda, ‘yapay eşik’ olarak tanımlanmış olmasıdır. Rapordaki, ‘Bu bağlamda Su Yolu’nun varlığı Çevre Düzeni Planı Değişikliği Çalışmasını, plan kararlarını yönlendiren
önemli bir yapay eşik olarak etkilemektedir’ ifadesi,
insanların aklıyla alay etmekten başka ne olabilir?
ÇED raporu, Plan Değişikliği ve projesi tüm huku-
toplumcu seçenek
45
ki süreçleri aşıp onaylanmış bile olsa, var olmayan
bir yapı, yapay eşik kabul edilemez. Böyle bir yaklaşımın hiçbir planlama anlayışı, planlama etiği ve
hukukunda yeri olamaz. Bu, “ben tek karar vericiyim, kafama göre bir plan yaptım, onayladım bitti,
artık var demektir” yaklaşımı tuhaf ölçüde hukuk
tanımaz bir otoriterliktir. Unutulmamalıdır ki,
bugün hukuksuz bir biçimde tepeden inme olarak
yapılan plan değişiklikleri, yarın, toplumun ve doğanın hukukuna uygun olarak yeniden değişebilir.
İstanbul Avrupa yarımadasını kuzey güney istikametinde bölen Su yolu/Kanal çılgın projesi; İstanbul’un mevcut ÇDP’nın, arazi kullanım kararları
ile uyumlu olan ulaşım ağını ve tüm altyapı ağını
(su, kanalizasyon, elektrik gaz vb) parçalayarak,
geri dönülmez ekolojik zararların yanı sıra çok
büyük bir ekonomik kayba da yol açacağı açıktır.
Kanal-Yenişehir projesi için Plan Değişikliği yapılan alan, 2012 İstanbul Çevre Düzeni Planında
“Çevresel Sürdürülebilirlik Açısından Kritik
Öneme Sahip Alanlar” kapsamında kalmaktadır.
Bu ana Planda, Marmara Denizi ile kuzeydeki orman alanlarının bütünleşmesine olanak sağlayan
kuzey-güney ekseninde beş ekolojik koridor tanımlanmıştır (Büyükçekmece-Terkos, Küçükçekmece-Terkos, Haliç-Terkos, Haliç- Cendere Vadisi
ile Ömerli Barajı-Riva Deltası arası). Küçükçekmece Gölü - Sazlıdere Baraj Gölü - Durusu/Terkos
aksı bu ekolojik koridorların en önemlilerindendir
ve “Suyolu/kanal ve Yenişehir projesi”, bu koridoru tümüyle yok edecektir.
“İstanbul ismi silinerek ye-
rine, -adeta İstanbul’a alternatif bir şehir oluşturma
çabasıyla- “Yenişehir” yazılmış, İstanbul gibi bir metropol için hazırlanmış hedef ve
stratejilerin, bu yapay Yenişehir’e giydirilme çabası absürt durumlar oluşturmuş.
2012 İstanbul ÇDP kararları gerekçelerinde; “Küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin en
fazla su kaynakları üzerinde etkili” olacağı, “bu
olumsuz etkinin son dönemde İstanbul’da ciddi
bir şekilde kendini göstermekte” olduğu, gerek46
çesi ile “yoğun kentleşme baskısı altında kalan
içme suyu havzalarının rehabilite edilmesi” karara bağlanmıştır. Hatta aşırı kentleşme nedeniyle
“havza niteliği kaldırılan Küçükçekmece Havzası’na eski niteliğinin tekrar kazandırılması” da
plan kararları arasındadır.
Değişiklik Raporunda, sözde plan vizyonunu açıklayan üç paragrafta, tam 12 defa “ekolojik” kelimesinin kullanıldığı, raporun pek çok yerinde “ekoloji/çevre, “ekosistemin sürekliliği”, “ekolojik denge”,
vb. gibi yaşamsal önemi büyük kavramların, içi
boşaltılmış, eklektik, tutarsız, anlamsız kavramlar
dizisi olarak yer aldığı görülmektedir. Bu yaşamsal değerdeki kavramlar, ne kadar içi boşaltılmış,
hileli ve aldatıcı sözcükler dizisi olarak kullanılmış
olsa da, bu projelerin, ekolojiye vereceği yıkıcı
zararları gizlemeye yetmemektedir.
Açıklama Raporunda içi boşaltılmak bir yana, tümüyle anlamından çıkarılarak kullanılan kavramlardan bir başkası, “koruma-kullanma dengesi”
kavramıdır. Değişiklik Raporunda çevre ile ilgili
plan stratejilerinden biri olan, “Koruma-Kullanma
Dengesi Çerçevesinde Aktif Korumanın Sağlanması Yönünde Çevre Koruma Yönetim Sisteminin Oluşturulması” başlığı altında; “Yenişehir’de
doğanın maliyetlendirilmesi ilkesinin ön plana
alınması” ifadesi yer almaktadır. Doğayı maliyetlendirmek bir ilke midir? Tüm canlılığın kaynağı
olan doğaya kim, nasıl, neye göre değer biçebilir
neyle ölçülüp tartabilir? Bölgede sadece bugün
yaşayan canlıların değil, gelecek kuşakların da
yaşam kaynağı olan doğal varlıklar ve sistemlerin
geri dönülemez yıkımının “maliyeti” ödenemez.
Üçüncü köprü ve çevre yollarının ardından,
üçüncü havalimanı ve gündemdeki “Yeni Şehir/
Kanal projesi” ile sadece bu projelerin yer aldıkları alanları değil, onların tetikleyecekleri kentsel
gelişmelerle, kuzeydeki yaşam destek sistemleri
ve ekolojik koridorlarının tümüyle yok olması
kaçınılmaz bir son olacaktır. ÇDP Değişiklik Raporunda ifade edilen stratejiler bunun sinyalleri
açıkça verilmektedir. Sözde Planın 3. Ana Stratejisi; “Yenişehir’in sosyal, ekonomik, kültürel açıdan uyumlu büyümesi, bütünleşmesi ve gelişmesi
sağlanarak İstanbul’da önemli bir merkez olması”
ve “planın amaçları ile uyumlu yatırımlar için
bir çekim merkezi olmasının sağlanması” olarak
ifade edilmiştir. Değişik Planı kararlarında bu bölgeye getirilmek istenen ve “büyük ölçekli kentsel
kullanımlar ve çalışma alanları” olarak ifade edilen
alanlar; “İstanbul Havalimanı alanı, teknoloji geliştirme bölgesi alanı, sağlık parkı, fuar ve kongre
toplumcu seçenek
alanı, turizm bölgeleri, lojistik alan vb.” olarak
tanımlanmıştır.
Sözde Plan Değişikliğinin ana stratejilerine, politikalarına ve büyük ölçekli kentsel kullanım kararlarına bakıldığında ve bu kullanımların bölgedeki
tetikleyici etkileri göz önüne alındığında; kentsel
alanların, kuzeydeki hassas ekosistemleri parçalayarak, doğal kaynakları yok ederek, daha da
büyümesine yol açılacağı açıktır. Kentli hakkını
yok sayan, toplumun, gelecek kuşakların ve tüm
canlıların yaşam hakkını gasp etmesi kaçınılmaz
olan, bu tepeden inme sözde plan kararları, her
şeyden önce Doğanın Yasalarına aykırıdır.
Rezerv Yapı Alanı ÇDP Değişikliğinin ilginç kararlarından biri de; plan alanı içindeki “Kentsel Meskun (Yerleşik) Alanlarının”, yüksek standartlarda
planlanan Yenişehir’e “sosyal ve yapısal” uyumunun sağlanması için, gerekli bölgelere “tasfiye”
edilmesi ya da “düşeyde gelişme yoluyla” dönüştürülmelerinin koşullarının alt ölçekli planlarda
belirleneceğine dair plan notudur. İlginç olan şu
ki, 6306 sayılı Kanununa ve kent planlama esaslarına göre; rezerv konut alanları, tasfiye edilecek
değil, kentin afet riskli bölgelerden gerekirse
tasfiye edilecek konut alanları için kavramlaştırılmış alanlardır.
Son olarak, Kanal ÇED Raporu verilerinden de
anlaşılacağı üzere, kentsel ölçekteki tüm alt yapı
ağılarını ve ulaşım akslarını da parçalayacak
olan Kanal/Yenişehir projesi, barındırdığı pek çok
belirsizlik de düşünüldüğünde kamuya çok yüksek
maliyetler yükleyecektir. Oysa büyük depremler
bekleyen İstanbul’un en önemli sorunu afet riski
yüksek yapı stoğudur. 1999 Büyük Marmara depreminden buyana geçen 21 yıllık süreçte, konut
yapı stokunda yeterli iyileştirme yapılamamış, bu
konutlarda yaşamak zorunda olan büyük bir nüfus
risk alında bırakılmıştır. İstanbul için gerekli olan
doğal çevresini, yaşam destek sistemlerini yok
edecek çılgın projeler değil, acilen ayakları yere
basan, sistemli bir kentsel sağlıklaştırma hamlesidir.
“Yenişehir’de doğanın maliyetlendirilmesi ilkesinin ön
plana alınması” ifadesi yer
almaktadır. Doğayı maliyetlendirmek bir ilke midir?
toplumcu seçenek
47
Pandemi, Ekolojik Yıkım
ve Kapitalizm: Birbirine
Kenetlenmiş Fenomen
Fatoş Osmanağaoğlu
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu
Birbiri ardına eklemlenerek büyüyen bir sarmalın
içindeyiz. Gezegenin her yerinde, tüm ülkelerde
“kriz” sözü en sık kullanılan sözcükler arasında
herhalde birinci sıradadır. siyasal kriz, ekonomik
kriz, ekolojik kriz, alt başlıkları ile; iklim, gıda,
su diye devam ediyor ve tabii şimdi hayatımızın
merkezine yerleşen “pandemi”. Günlük sıradan
konuşmalarımızın, yaşamımızın bir parçası haline
gelen Covid-19 da bizi terk edecek gibi görünmüyor. Fakat krizler ana veya bir döneme dairdir,
oysa durum bu değil, Doyumsuz açlığıyla her şeyi
yutan kapitalizmin geldiği evreyi doğru değerlendirmemiz gerekiyor.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bir çığ
gibi üzerimize gelen “kapitalizm denen bu sistemi değiştirmek gerek.” Bu sistemin şekillendirdiği insan/doğa karşıtlığı, sistem aşılmadan aşılamaz. “Sürdürülebilir” hiçbir tarımsal veya sosyal
politika, mevcut sosyal düzenin ezici yıkıcılığına
karşı bir şansa sahip değil. Kapitalizmin özellikle
bu evresinde bazılarının zannettiği gibi yamalarla, reformlarla nefes alınacak bir durum kalmadı.
İnsanlık ve parçası olduğu doğa ya yüzde birlik bir
insan topluluğunun kar hırsının kurbanı olacak
ya da bu durumu değiştirecek. Bununla birlikte,
tarihi ciddiye alan bir ekoloji politikasının önündeki en büyük engeller, ekoloji hareketinin ısrarla
ayrışmaya devam etmesi ve ana akım çevreciler
arasında, özellikle de küresel kuzey ülkelerinde,
kapitalizmin restorasyonunun yukarıda özetlenen
sorunları çözebileceğine dair yaygın inançtır.
Doğru bir durum tespiti için kapitalizmin yeni
evresi ve ekolojik yıkımın ulaştığı boyutun prizmasında Covid-19 pandemisini anlamlandırmamız
gerekiyor. Bugün, dünyanın toprak, iklim ve su
sistemlerinde meydana gelen korkunç insanlık
dışı seviyeler ve derin değişimlerle tanımlanan
yeni bir çağda yaşıyoruz. 1930’ların Dust Bowl’u
(Dust Bowl’un Türkçe’si “Toz Kasesi”dir. 1930’larda ABD’de yaşanan ekolojik krize verilen isimdir.)
gibi, çağdaş ekolojik yıkım, yüksek düzeyde toplumsal eşitsizlik, emperyal el koyma, sosyal yer
değiştirme ve faşizan siyasetle ilişkilidir. Buna
göre, bilim insanları, iklim değişikliği, toprak
bozulması ve tatlı su kıtlığının yarattığı tehlikeleri anlamaya çalışırken, bugünkü dönemimize
bir örnek olarak 1930’ların felaketini inceliyorlar.
Aynı zamanda kapitalizmin 2008’le birlikte girdiği
ve giderek derinleşen ekonomik krizini de 1930
büyük buhranına benzetiyorlar.
“Sistemin bu evresinde tek
başına rızaya dayalı gerçekleşme olasılığı pek olmadığı
için, bugünün “gözetleme”
evresinden “denetim” evresine geçiş hızla başlayacaktır.
1930’lardan Çok Daha Derin Bir
Yıkım İçindeyiz
Kapitalistler krizleri aşabilmek için yeni yollara
başvuruyor, örneğin son yirmi yılda doğal alanlara
el koyarak kar oranlarının düşüş eğilimini engelleye çalışıyor. Harvey, ilksel birikim dönemine
gönderme yaparak buna “el koyarak birikim” adını
veriyor. Şimdi bu da yeterli olmuyor.
4. Sanayi Devrimi evresine girdik ve artan bir hızla
ilerliyoruz. Bilişim teknolojisinde, yapay zeka, robot teknolojileri gibi yeni gelişmeler, üretim, dağıtım ve bölüşümde köklü değişikliklere yol açacak
ve bu insanlık tarihi için çok kısa bir süre olarak
düşünülmesi gereken 10 veya 20 yıl gibi bir zaman
dilimi içinde gerçekleşecek. Şu kapsamda Çin,
ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle Almanya) arasında ciddi bir yarış var. ABD Başkanı Trump’ın Çin’e
yönelik politikalarında net olarak görülüyordu
bu. Biden döneminde yönelimin değişeceğini ileri
sürmeyi gerektirecek bir neden yok. Üretimde
köklü değişimin sonuçları insanlığı çok daha zor
koşulların beklediğini gösteriyor. Distopyalarda
anlatılan, bir avuç sermayenin dünyayı yönettiği,
tüm üretim araçlarına sahip olmasının ötesinde
insansız bir üretim sürecinin oluşacağı ve nüfusun
çok büyük bir bölümünün aç ve işsiz, doğanın da
tümden tahrip olduğu bir dünya olasıdır.
toplumcu seçenek
49
Sistemin bu evresinde tek başına rızaya dayalı
gerçekleşme olasılığı pek olmadığı için, bugünün
“gözetleme” evresinden “denetim” evresine geçiş
hızla başlayacaktır. Bugün Covid-19 pandemisinin
insanları nasıl rızayla hareketsizleştirdiğini görüyoruz. Yaşadıkları ekonomik zorluklar, kadınlara
yönelik şiddet, doğaya saldırılar karşısında sokaklara dökülenleri de nasıl şiddetle cezalandırdıklarını biliyoruz. Bu durum ilerleyen dönemde
doğrusal değil sıçramalı olarak artacaktır, bunu ön
görmek zor değil.
iklimde oluşan değişiklikleri de eklediğimizde
“Dust Bowl”dan çok daha kötü bir noktaya hızla
evrilmekteyiz, açlık ve hastalıklarla boğuşacağımız
bir dönemin başladığını görmek zor değil. Yeni
“normalimiz” budur, artık eskiye dönmek mümkün değildir.
Bugün, çağdaş kapitalizmin derin yapısal çelişkilerinin somutlaştığını görüyoruz: ekonomik, ekolojik, epidemiyolojik ve emperyal / jeopolitik bunlar,
felaket olarak nitelendirilebilecek mükemmel bir
küresel fırtınada birleşiyor. Elbette, son yıllarda
ortaya çıkan diğer benzer ölümcül zoonozlar gibi,
Covid-19 da var. Bu durum monokültürler ve ekosistem tahribatı ile küresel tarım ticaretine kadar
izlenebilir. Bellamy Foster kapitalizmin bu evresine “Felaket Kapitalizmi” adını veriyor.
Ekolojik yıkımı ele almak istediğimizde misal, sadece iklim değişiyor, sular, ormanlar, tarım alanları yok oluyor demek yetmiyor. Yönetenlere “yok
etmeyin” demek de... İklim değişiyor önlem alın
dediğimizde Fransa’da olduğu gibi yakıt fiyatlarına
zam yapmak çözüm olarak halkın önüne konabiliyor.
Yeni ‘Normal’ ve Pandemi
Covid-19 pandemisinin laboratuvar ürünü olup
olmadığı konusunda çokça rivayet var. Laboratuvar ürünü ya da değil bu sonucu değiştirmiyor.
Uzun yıllardır bio genetik ile ilgili yapılan çalışmalar, tarım endüstrisinin (özellikle endüstriyel
hayvancılıkla bağlı olarak) gelişimi, doğal alanlarla
genişleyen kentlerin iç içe geçmesi gibi nedenlerin herhangi biri olabilir. Örneğin ağırlıklı olarak
tarım endüstrisinin Amazon yağmur ormanları ve
diğer yerler gibi, daha önce vahşi alanlara yayılması yoluyla vahşi hayvanlar ve insanlar arasındaki mesafe tamamen kapanmıştır.
Burada önemli nokta kapitalistlerin bu yaşadığımız felaketin tadını almış olmalarıdır. Pandeminin
geliştireceği endüstriler ortadadır, teknoloji, ilaç,
tarım endüstrisi vb. diye sıralanabilir. Önümüzdeki yıllarda benzeri pandemilerin yaşanma olasılığı
da çok güçlüdür. Kaldı ki şu anda mutasyonla yeni
bir dalganın oluşabilme olasılığı da vardır, henüz
aşısı bile yeni yeni ortaya çıkarken ikinci dalga her
an gelebilir.1
Ekoloji mücadelesinin içinde olanlar ve bu alanda çalışan bilim insanları uzun yıllardır tarımda
endüstrileşmenin zararlarını yüksek sesle dile
getirmektedir. Topraklarda, sularda oluşan kayıplar tüm gezegende hızla artmaktadır, buna
1
Bu yazı yazıldığında mutasyon henüz gündeme gelmemişti.
50
Ekolojik Yıkımın Geldiği Yer:
Gezegenin Sınırlarına Dayandık Ne
Yapmalı?
Neoliberal sistem, kar oranlarını artırmak, büyümeye devam etmek için doğal alanlara el koymaya
devam ediyor. Sular ticarileşiyor, küçük çiftçiler ortaklaşım alanlarından hızla çekiliyor, tarım
yapamaz hale geliyorlar. Göçüyorlar doğal olarak,
ülke içinde kentlere veya ülkeler arası. Bir kısmı da topraksız tarım işçisi oluyor bu arada. Bu
sorunlar en alttakiler için çok ciddi ekonomik,
sosyal yumaklara dönüşüyor. İşçi olarak gittikleri
yerlerde başlarına gelenlere bir bakalım, kadınlar hem ev denemeyecek barakalarda iş yapıyor,
tarlada çalışıyor, tacize, tecavüze uğruyor, ev
içinde uğradığı şiddet bunun sadece bir yüzü.
Çocuklar, geleceğimiz, kaç yaşında olursa olsun
yalnız, insanca yaşam şartlarının olmadığı yerlerde yaşamaya çalışıyorlar. Bunlar sorunların sadece
bir kısmı, maruz kaldıkları ırkçı saldırılar da gün
geçtikçe artıyor. Türkiye’de şöyle bir etrafımıza
bakmamız yeterli, öyle çok hafıza filan zorlamamıza gerek yok, çünkü neredeyse her gün Kürt
topraksız tarım işçilerinin başlarına gelenleri
okuyoruz.
“İlksel birikim dönemindeki
“köleliğin” bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Yeni kölelik
hem zorlama hem de rıza
içeriyor.
Kente gelenler işçi, işsiz, güvencesiz. Milyonlar
bırakalım sendikalı olmayı kayıt dışı çalışıyor.
Nüfusun yüzde sekseninden fazlası kentlerde
yaşıyor. Her geçen gün artan bir prekarya ordusu
toplumcu seçenek
var. İşi olan da ortalama 10 - 18 saat çalışıyor, işini
kaybetmek istemediği için başını kaldıramıyor
ve zamanı da yok. Marx’ın sistemin zamanı hızlandırması ile insanları çitlemesi örneğidir aynı
zamanda bu. İlksel birikim dönemindeki “köleliğin” bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Yeni kölelik
hem zorlama hem de rıza içeriyor. Sistem bunları
medya, digital alan vasıtasıyla “mutluluk”, “refah”
vaatleriyle üzerimize boca ederken, rızasını alamadıkları, ikna olmayanlar da var tabii, bunları da
ya göçmen işçi, işsiz, göçmen işçi ile tehdit ediyor
ya da her şeye rağmen başını kaldırdığında kolluk
karşılarına dikiliyor. Sistemin “rıza” ve “kontrol”
mekanizmaları bir arada işliyor. Kontrol de bazen
rıza ile karşımıza dikilebiliyor tabii, pandemi sürecinde bunu kavramak daha kolaylaşıyor.
Devletler sermayenin büyüme hırsını tatmin edebilmek için ‘70’lerden bu yana kamusal alandan
neredeyse tamamen çekilmiş durumda. Eğitim,
sağlık, kamu iktisadi teşekkülleri, ortak alanlarımız, hazine ve belediyelerin ukdesindeki tüm
doğal ve kültürel varlıklar sermayeye kimi yavaş
yavaş kimi hızla devredildi. Geniş yığınlar bu yok
edilenler, ellerinden alınanların sonucunu ağır
bir yoksulluk ve yok olma olarak yaşıyor. İnsanlar,
insan dışı canlılar, doğanın tüm bileşenleri bir yok
olma sürecinde. Bunu tabii “androposen” diye
niteleyemeyiz çünkü sınıfsal olanı görmeden, “insana ait” dediğimizde sermayenin yani küçük bir
azınlığın verdiği zararı tüm insanlığa mal ederek
ilerlememiz mümkün değil. Bunun açtığı başka
kapılar da var, “nüfus fazlası” buna bir örnek.
“İnsanlık sorunu” dediğinizde, nüfus çok artıyor
gezegenin olanakları buna izin vermiyor manasına geliyor ister istemez bu. Oysa ki gezegende
üretilen yiyeceklerin yüzde yetmişinden fazlası
küresel kuzeyde tüketiliyor. Milyarlarca insan ise
yatağa aç giriyor, temiz suya erişimi yok. Oysa eşit
dağılım olsa hem gezegen hem de diğer canlılar
için durum sürdürülebilirdir. Veya insan gezegeni
sömürüyor, yok ediyor, iklimi değiştiriyor derseniz, bu neoliberal kapitalizmi görmezden gelmek
demektir.
Kentin Yeniden Üretimi
Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak,
işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine
engel olmak gibi işlevleri var. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek,
insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine,
çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur.
Tarihsel sürece baktığımızda da benzer tabloları
dünyanın büyük şehirlerinin tümünde görebiliriz.
Paris’ten Barselona’ya, New York’tan Pekin’e ve
tabii ki İstanbul’a çok örnek verilebilir. Kentlerin
yeniden, yeniden inşası birden fazla nedenle olsa
da sonuçları birkaç başlıkta toplanabilir. Nedenlerin tamamı politiktir, sermaye için rant alanları
yaratmak, inşaat sektörü başta olmak üzere tetikleyerek kazanca yol açan demir çelikten, çimentoya pek çok sektöre etkisi vardır. Sonuç açısından
bakıldığında birincil olarak, ekolojik yıkım başlığı
altında su, orman, toprak kaybı ve insan dışı tüm
canlı yaşamın yok edilmesi diyebiliriz. Diğer başlık
ise kentte yaşayan insanlar açısından da hem
sorun çıkarmasınlar hem de, görünür olmasınlar diye yerinden etmeler, sürgünlerin uygulanmasıdr. Kim bu insanlar, tabii ki işçiler, işsizler,
göçmenler, etnik olarak veya kimlik olarak ötekiler. Bize tercüme edersek, Kürtler, Suriyeliler,
Romanlar, LGBTİ+’lar ek birkaç örnek olur.
Kanal Projesi Ekolojik Yıkımı
Artırırken İşçi Sınıfını Da
Dağıtacaktır
Bugün Kanal İstanbul diye önümüzde duran talan
projesi yukarıda saydığımız parametrelerin tamamı ile birlikte çok yönlü bir örnektir. Bu projenin
ilk etapları olan 3. Köprü ve 3. Havalimanı kentte
çok şeyi değiştirdi. Bunların bazıları ekolojik yıkımdır tabii ama önemli bir mesele de bu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan,
demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel
halkın tümden bölgeden, köylerden sürülmesi ile
sonuçlanmıştır.
Kanal İstanbul projesinin bugünkü etabında,
onaylanan ÇED raporu mahkemeliktir, HDP,
meslek odaları, ekoloji örgütleri ve İBB gibi muhtelif kurum ve bireyler dava açmıştır. Tüm davalar
bilirkişi incelemesi için İstanbul 10. İdare mahkemesine gönderilmiş, keşif beklenmektedir. Fakat
iktidar boş durmamıştır pandemi sürecinde bile,
önce kamuoyunda çok tepki çeken tarihi/kültürel
varlık olan iki köprünün taşınması ihalesini pandemi sürecinin en yoğun döneminde yapmıştır,
Yenişehir denen projenin 1/100 binlik planına kabul vermiş, ardında 1/5000 nazım plan ve 1/1000
ölçek imar planlarını onaylamıştır.
‘Nitelikli İnsanlar’ İçin Yeni Kent
toplumcu seçenek
51
Yenişehir projesi hızlanmıştır, iktidar Kanal için
henüz finansman bulamasa bile bu proje ciddi bir
yıkım oluşturacaktır. Yenişehir projesi, ÇED raporunda yazdığı şekliyle “nitelikli insanlar”ın yaşadığı bir kent projesidir. Raporda geçtiği şekliyle,
“Yüksek nitelikli nüfusun Yenişehir’e çekilmesi
için nitelikli konut ve sosyal çevre olanaklarının
oluşturulması”, siz bunu “zenginlere yeni bir kent
yapıyoruz zengin değilseniz burada işiniz yok”
diye tercüme edebilirsiniz. Bu projenin amacı ÇED
raporunda açık biçimde, yeni turizm alanları, yeni
konut alanları, finans projesi ile de bağlantılı yeni
bir dünya yaratılacağını muştulamaktadır bizlere. İstanbul’un 3. Bölge diye tanımlanan, güneyde
yoğun yerleşim yerlerinin, kuzeyde ve batıda son
tarım arazilerinin olduğu bölge tümden yeniden
yapılandırılacaktır.
Kent Yoksullarını Yerlerinden
Edecekler
Yukarıda gördüğümüz ilçelerin birçok mahallesinde kent yoksulları ikamet etmektedir, ağırlığı
işçi ve emekçi kesimdir. İşyerleri de doğal olarak
o bölgede ve sanayi işletmeleridir, binlerce işçinin
çalıştığı ve ikamet ettiği bir bölgeden, ilçelerden
bahsediyoruz. Hem fabrikalar hem de organize sanayi bölgeleri vardır. İktidar bu bölgelerde
yaşayanları açık biçimde yerlerinden süreceğini
söylemektedir. Bir hamlede hem işçiden, hem de
yerelde yoğunluklu yaşayan Kürt işçi nüfustan
kurtulmayı planlamaktadır.
“Karşı Mücadelelerin” Bakışımlı
Olması Zorunludur!
Yaşadığımız süreci değerlendirdiğimizde, karşı
mücadelelerin de bakışımlı olması gerektiği açıktır. Ekoloji mücadelesi verenler doğayı korumaya
çalışırken işçi ile karşı karşıya kalabilmektedir.
Oysa iki mücadelenin de çıkarları ortaktır. Bir
yandan ekolojik yıkımı, iklim değişikliğini yavaşlatmak için otomotiv endüstrisini ortadan kaldırmayı ve yerine tümüyle toplu taşımayı koymayı
tartışırken diğer yandan hemen şimdi “evrensel
temel gelir”e odaklanmalıyız. Bu hem sistemin
insanlığı açlıkla tehdit etmesinin önüne geçecektir hem de işçinin kendini daha özgür hissetmesi
ile arayışlarını artırmasına olanak sağlayacak ve
belki de en önemlisi kendisine, doğasına, emeğine yabancılaşmasını tersine çevirerek gelişimini
ve dünyanın de yeni devrimler sürecine girişini
hızlandıracaktır. Şimdiden, pandeminin de eklenmesi ile birlikte işsizliğin geldiği boyut ortadadır
52
ve katlanarak devam edecektir.
Tüm bunlar olurken “ne yapmalı” sorusuna odaklanmamız gerekir, mücadele tarafında kurulacak
müştereklerle sistemi aşındırmaya devam etmek
zorundayız. Kolektifler, kooperatif örgütlenmeler, komünler, dayanışma ağları her alanda var
olandan ileriye gitmelidir. Digital alanda Linux,
Wikipedia gibi örnekler vardır önümüzde, tarımda küçük çiftçi veya topraksız tarım işçilerinin
tarımsal üretim için kurdukları kolektif komünler,
kentlerde kurulan hedefi temiz ve ucuz gıdaya
erişim olan, kırdaki örgütlenmelerle ittifak halinde
tüketim kooperatifleri gibi örneklerin artırılması
gerekmektedir. Mücadeleyi sürdürürken “karşı
yaşam nüveleri” de oluşturmak zorundayız, bu
aynı zamanda sistemi yıkarken yeni kuracağımız
kolektif, hiyerarşisiz, yeni dünyanın da hazırlığıdır.
Aynı zamanda, örneğin ekoloji mücadelesi açısından, hem yerel hem de uluslararası örgütlenmelerimizi nasıl geliştirmemiz gerektiğine dair
de bir fikir verir. Sistemin devasa örgütlü gücüne
karşı, tüm alan mücadelelerinin ve aynı zamanda
sınıf mücadele örgütlerinin yan yana gelmesinin
ve birlikte mücadele etmesinin zorunlu olduğunu
gösterir.
Geldiğimiz noktada bu sistemin aşılmasının/devrilmesinin ancak enternasyonalist bir örgütlenme ile mümkün olduğu, tekil olarak bir ülkedeki
değişimin ne insanlık ne de gezegen için kurtuluş
olmadığı açıktır. Bu nedenle bu mücadelelerin
bir arada yürütülmesi çok önemlidir ve bizlere iki
misli görev düşmektedir.
Ekoloji mücadelesinin kendi dinamikleri açısından
ise, yerel mücadelelerin veya konu bazlı oluşmuş
örgütlenmelerin birlikte mücadele zeminini sağlamak artık zaruridir. Örneğin sadece İstanbul’da,
birden fazla alanda yürütülen mücadelelerin,
Anadolu’da farklı yerellerde yürütülen mücadelelerin diasporalarının birlikte mücadele edeceği bir
zemin, koordinasyon kurulması gerekir. İktidarın
saldırılarına karşı gerçek bir yanıt üretmek istiyorsak, hem Fatsa’nın sesini, mücadelesini güçlü
bir biçimde sahiplenmek hem Kazdağları’nın sesi
olmak hem de Kanal karşıtı mücadeleyi birlikte
örgütlemek zorundayız. Bu çok parçalı durum
hem mücadelelerin görünürlüğünü hem de gücünü azaltmaktadır. Birlikte güçlü olduğumuzu bir
an bile aklımızdan çıkarmadan mücadele etmek
her an hedefimiz olmalıdır.
toplumcu seçenek
Dikey Bahçeler Üzerine
Sorular-Yanıtlar
Ayşegül Oruçkaptan
Peyzaj Mimarı, TMMOB Peyzaj Mimarları Odası
TMMOB Yönetim Kurulu Temsilcisi
Bilimin ve teknolojinin hızla geliştiği gezegenimizde, bundan yüz yıl önce insanlığın hayal ettiği
birçok şeyin bugün gerçek olduğu 21. yüzyılda da
tıpkı 1918-1920 yılları arasında yaşanan ve dünyada ve 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden
olan İspanyol gribi gibi son bir yıldır Covid-19 salgını insanları hasta etmeye ve can almaya devam
etmektedir. Dünyamız, İspanyol Gribinden sonra
ilk kez ancak yüzyılda bir görülen bir ‘salgın’ ile
karşı karşıyadır.
Peki, biz bu salgını yüzyılda bir
olabilir deyip geçiştirecek miyiz?
Yoksa insanlığın doğaya ve çevreye
verdiği zararların sonucunun bir
başlangıcı olarak değerlendirip gereken dersleri çıkartıp gelecek için
gerekli önlemleri alacak mıyız?
Tüm bu yaşananlar ve salgın süreci bir kez daha
gösterdi ki akıl ve bilim başta olmak üzere savunduğumuz tüm evrensel değerler; demokrasi,
eşitlik, adalet, laiklik ve ille de özgürlük, uygarlığın
özüdür ve doğaya, çevreye verilen zararların özü
de siyasi kararların neticesidir.
Bundan sonra hayatlarımız eskisi gibi olamayacak
gibi gözüküyor. İnsanlığın gezegenimize vermiş
olduğu zararların bu yaşananlara bir anlamda
sebep olduğu anlaşılarak, doğanın korunması için
doğru adımlar atılacak derken, ülkemizde son on
aylık süreçte bizler bir virüsün kurbanı olmamak
için evlerimizden çıkamazken, doğal ve kültürel
alanlarımız maalesef daha da çok tahrip edildi.
Gezegenimizde yaşanan, iklim krizinin etkilerinin
azaltılması ve uyumu için acil tedbirler alınmalı
ve uygulanmalıdır. Küresel ısınmanın hızlandığı,
suyun gittikçe azaldığı, sel, deprem gibi doğal
afetlere ülkemizin daha çok maruz kaldığı günümüzde ilgili tüm meslek disiplinlerinin birlikte
belirleyeceği stratejiler ülke ve toplum çıkarları
nezdinde önemlidir.
Kentsel, kırsal, doğal, kültürel, tarihi alanlarımız;
plansızca yapılan müdahalelerle yok olma tehdidi
altındadır. Geç kalınan her bir gün; yaşanabilir
kentler, gıda güvenliği, içilebilir su, yaşamın kaynağı olan biyoçeşitlilik için dönüşü olmayan bir
yola girmemize neden olmaktadır.
Özellikle Sanayi Devrimi sonrası çalışanlar için
ihtiyaç duyulan rekreasyon alanlarının arttırılması
ile birlikte, sanayi tesisleri, hava, su ve toprak kirliliğini ve karbon miktarını da arttırmıştır. Böylelikle çevre sorunları ve kirlilik artmıştır.
Doğaya ve çevreye karşı saygısızca alınmış siyasi kararlar; kentleşmeyi özendirirken, göçler
nedeniyle kent nüfuslarının artmasına, dolayısı
ile betonlaşmaya; Doğal, tarihi ve kültürel miras
alanlarımızın, kentlerimizin, kırsalımızın, tarım alanlarımızın, ormanlarımızın, kıyılarımızın,
sulak alanlarımızın yok olmasına; Hasankeyf’in,
Kazdağları’nın, Cerattepe’nin, Salda’nın, Kanal
İstanbul’un, Atatürk Orman Çiftliği’nin, Kuzey
Ormanları’nın, Akkuyu nükleer enerji santralleri
gibi saymakla bitiremeyeceğimiz birçok doğal ve
kültürel varlığımızın tahribatına sebep olmuştur.
Doğal ve kültürel kaynaklarımız, tüm peyzaj alanlarımız için, Türkiye’nin de imzacısı olduğu Avrupa
Peyzaj Sözleşmesi’nin ve diğer birçok uluslararası
sözleşmenin amasız ve fakatsız devreye sokulması zorunludur. Unutulmamalıdır ki Anayasa’nın
90/5 maddesine göre “Milletlerarası” sözleşmeler
Kanun hükmündedir.
Tüm bunlardan bahsederken kent
içi yeşil alanları arttırmak ve karayolu şevlerini kontrol amacıyla ülkemizde uygulanan ‘dikey bahçeler’,
‘yeşil duvarlar’ gerçekten de olması
gerektiği gibi midir? İklim değişikliğine olumlu etkileri mi vardır?
İşlevsel midir? Başka çözümler
üretilebilecekken rant sağlamanın
bir başka türü müdür?
Dikey bahçeler, diğer bir deyişle yeşil duvarlardır.
toplumcu seçenek
53
Yeşil duvarlar sadece estetik bir unsur olmanın
yanısıra, fonksiyonel, işlevsel, ekonomik ve ekolojik de olmalıdır. Yeşil duvarların hava kirliliğini,
egzoz vb. gibi gazların zararlı etkilerini, aşırı ısıyı
absorbe ederek iklime katkıda bulunacak ekolojik
etkilerinin olması beklenir.
Doğru bir tasarım ve planlama ile Dikey bahçeler
(yeşil duvarlar), havadaki ısıtılmış gazı emebilir,
ortam sıcaklığını düşürerek daha sağlıklı bir iklim
ve alan yaratması beklenebilir. Kullanılan bitki
türleri, meyveleri, çiçekleri ve bu alanlarda tutulan yağmur suyu hayvanlar için besin ve yaşam
kaynağı da oluşturabilir.
Yeşil duvarları iki kategori altında inceleyebiliriz;
Birincisi ‘yeşil cepheler’, ikincisi ‘yeşil duvar/yaşayan duvarlar’. ‘Yeşil cepheler’ tırmanıcı bitkilerden
veya duvarda özel olarak tasarlanmış basamaklı
bitki türlerinden oluşur. ‘Yeşil cephelerde” Bitki
yere köklenirken binanın yan tarafında büyür.
‘Yeşil Duvar/Yaşayan duvarlarda ise modüler
paneller vardır ve bu paneller genellikle polipropilenden, plastik kaplardan ve geotekstillerden
oluşur. Bitkilere doğru bir yetişme ortamı için
sulama sistemleri yerleştirilir (Timur and Karaca,
licensee InTech.,2013). Dikey bahçe sistemleri,
günümüzde yapıların ve duvarların cephelerinde
kullanıldığı gibi kentsel tarım uygulamalarında da
kullanılmaktadır.
1. Yeşil Cephe
1. Saksılar ile tasarım
2. Duvarın kaplanması (sardırılması)
a) Modüler kafes sistemi
b) Izgara sistemi (Grid sistemi)
c) Tel halatlı ağ sistemi
2. Yeşil Duvar (Yaşayan Duvar)
1. Manzara duvarları
2. Bitki örtüsü kaplamalı duvar
3. Modüler yeşil duvarlar (Yeh 2012, Greenroof
organisation 2008, www.landscapeurbanismblogspot.com 2013, www.landscape-design-advisor.com 2013, Köhler 2008).
Neden Dikey Bahçeler? Ne Faydaları Vardır?
1. Görsel özellikleri vardır. Uygulandığı yerin
görselliğini önemli ölçüde iyileştirir. Kente kattığı
estetik özelliğin yanı sıra landmarklar oluşturabilir. Uygulandığı yerin ekonomik, sosyal ve görsel değerini arttırır. (http://www.greenology.sg
,2013).
54
2. Düz ve çirkin duvarların görünümlerini örter
ve bina koruması sağlar. Yeşil duvarlar çatlamayı
azaltarak ultraviyole ışınlarından, sıcaklık dalgalanmalarından ve asidik yağmurlardan duvarı ve
binayı koruyarak dayanıklılığını arttırır, ömrünü
uzatır. (Doernach 1979, http://gsky.com).
3. Sesi absorbe ederek, gürültü kontrolü sağlar. Dikey bahçelerde kullanılan toprak ve bitkiler
emilim özelliği gösterirler. Yeşil duvarlar, binalar
ve yakın çevrelerinde (evlerimizde ve işyerlerimizde) dış gürültüyü ve titreşimi 40 DB kadar azaltır.
(Dunnett ve Kingsbury 2004, Erdoğan ve Aliasghari Khabbazi 2013, http://gsky.com 2013, Jacobs
2008, Wong ve ark. 2010).
4. Daha az su ve çaba gerektirir. Dikey bahçelerin en büyük faydalarından biri suyun yönetilebilmesidir. Damla sulama sistemi veya hidroponik
sistem ile sulama ekonomik bir biçimde yapılabilir. Yağmur suyu veya atık sular geri dönüştürülerek kullanılabilir. (http: //www.homeim provementpages.com 2013).
5. Karbondioksit seviyesini düşürürek oksijeni
çoğaltarak temiz hava kalitesini arttırır. Yeşil bir
duvar sera gazı etkisinin azalmasına yardımcı olur.
Bitkiler biyolojik temizleyici görevi gören doğal
filtrelerdir. Kentin hava kalitesinin iyileştirilmesinde önemli rol oynayarak kente solunabilir temiz hava sağlanmasına yardımcı olurlar (Erdoğan
ve Aliasghari Khabbazi 2013, http://www.greenology.sg 2013, Truett 2003,).
6. Dikey bahçeler ve bitki örtüsü, kenti tozdan
ve zararlı mikroorganizmalardan korur. Bitkiler
rüzgarın hızını düşürür, güneş ışınlarını emer,
ayrıca nem sağlar (Fjeld ve al.1998, Kemaloğlu ve
Yılmaz 1991, Wolf 2002).
7. Binada kullanıldığında enerji tasarrufu sağlar. Canlı duvarlar iklimlendirme gereksinimini ve
enerji tüketimini azaltır. Kullanılan bitki örtüsü
binaların yazın soğutulmasına, kışın ısıtlmasına yardımcı olabilir. Kışın yaprağını dökmeyen
(herdemyeşil) türler konveksiyonel ısı kaybını
azaltabilmektedir (Baumann 1986, Doernach 1979,
http://www.marthastewart.com 2013, Johnston
ve Newton 2004).
8. Bitkiler huzurlu bir ortam yaratarak stresi
azaltır. Şehir hayatının baskılarını azaltarak fiziksel ve psikolojik sorunların azalmasına yardım
ederek, doğa ile manevi ve fiziksel bir bağlantı
sağlar (Peck ve diğerleri 1999, http://gsky.com
2013).
9. Isı adası etkisini azaltırlar. Kentsel ısı adaları,
bulunduğu bölgeden önemli ölçüde daha sıcak
olan metropolitan alanlardır. Kentsel ısı adası etkisini açıklayabilecek nedenlerden biri aşırı
kentsel gelişimdir. Yeşil duvarlar şehri soğutma-
toplumcu seçenek
nın yollarından biridir. Yeşil duvarlar buharlaşma
yoluyla fazla ısıyı emerek bu etkiyi önemli ölçüde
azaltır (http://www.marthastewart.com 2013,
Yamada 2008, Yeh 2012).
Dünyanın doğal kaynaklarının hızla tükenmeye
başladığı ve ekolojik sorunların gün geçtikçe daha
da arttığı son 50 yıl; kent, kent ekolojisi ve peyzaj
mimarlığı arasındaki ilişkinin defalarca sorgulandığı zorlu bir dönemi ifade etmektedir. Günümüzde kentler gittikçe daha kalabalık, daha fazla sert
yüzeyle kaplı, daha sıcak, daha geçirimsiz, daha az
doğal ve daha az doğal hayat barındıran ve çevre
sorunlarıyla ön plana çıkan yaşam alanları haline gelmişlerdir. Bu durum, süregelen şehircilik
modellerine eleştirel bir çerçeveden bakan peyzaj
odaklı şehircilik yaklaşımlarını gündeme getirmiş;
ve birçok dünya kentinde kentleşme ve peyzaj stratejilerinin bir arada ele alındığı modeller
belirleyici olmuştur. Bu yaklaşımla, mimari ölçekten bölgesel ölçeğe kadar farklı bağlamlarda yeşil
alanların kente kazandırılması önem kazanmıştır.
Özellikle son dönemlerde, Türkiye’nin birçok
kentinin yerel yöneticileri tarafından yaptırılan
dikey bahçeler kente yukarıda bahsedilen olumlu etkileri sağlamak bir yana, sürekli su ve bakım
isteyen bitki türlerinin kullanımı nedeni ile kente
faydadan çok sıkıntı yaratmaktadır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi`nin daha önceki
kent yöneticileri tarafından, şehrin belirli noktalarına uygulanmış olan dikey bahçe sistemlerini
sökmesi ile gündemimizi yoğun olarak meşgul
etmiştir.
Dikey Bahçelerin sökülmesi doğru
bir karar mıdır? Siyasi bir karar
mıdır? Öncesinde ve sonrasında
kamu zararı var mıdır?
Şekil 1: Londra, 2018.
Ayşegül Oruçkaptan.
toplumcu seçenek
55
Dikey bahçeler, aslında yetersiz kalan yatay yeşil
alanların eksikliğini düşeyde kapatmayı amaçlayan
yüzeyler olarak ortaya çıkmışlardır. Dikey bahçelerin ortaya çıkış amaçları kentlerde oluşan ekolojik yükü düşey düzlemler vasıtasıyla azaltmaktır.
Bunu yaparken referans aldıkları bitkiler de kent
ekosistemi içerisinde “kendiliklerinden” bu “sorunlu” alanlarda yaşayabilen bitkilerdir. Kendiliğinden, bakım ihtiyacı olmadan düşey düzlemlerde yaşayabilen ve bunu yaparken kentin ekolojik
kalitesine ciddi katkılar sağlayan bitkilerle, bugün
tartışmaya neden olan alanlarda, düşey düzlemlere özel saksılar içinde asılmış, sulama ve organik
madde desteğine ihtiyaç duyan, bununla birlikte
ciddi bir bakım gereksinimi olan egzotik bitkilerin
oluşturdukları dikey bahçeler aynı çerçevede ele
alınmamalıdır (www.peyzajmimoda.org.tr).
Kentlerimizdeki yeşil alan miktarı ve yapımı kentte yaşayan insanların, iklimin, coğrafyanın, kentin
florasının, faunasının ihtiyacına göre değil de Kent
Yöneticilerinin siyasetlerinin bir göstergesi olduğu ve konunun uzmanları tarafından verilmeyen
bu tür kararların yaratmakta olduğu kamu zararlarının hepimiz tarafından yüksek sesle dillendirilmesinin vakti gelmiştir. Bugün Türkiye’nin bir
çok kentinde, bilimsel, iklimsel, teknik ve ekolojik
verilere bakılmadan yapılan ve yapılmakta olan
“Dikey Bahçeler” işlevsellikten çok uzak birbirine
benzer uygulamalarla bir moda halinde çoğalmaktadır.
Şekil 3: Mardin’de dikey bahçe uygulaması.
Mardin’de önceki yıllarda yapılmış bir dikey bahçe
uygulamasına baktığımızda;
Bu uygulamada kullanılan bitkilerin Mardin’in yerli
bitkileri değildir. İklim kullanılan bu bitkiler için
de uygun olmadığından ve sulama sistemi doğru
kurgulanmadığından bu duvar hemen her gün
Belediye tarafından tankerlerle sulanmaktadır. En
önemlisi de burada yapılan bu uygulama bir şevi
örtmek gibi bir amaçla yapılmamış, dikey duvar
(yeşil duvar) oluşturulabilmesi için bir duvar yapılmıştır.
Hürriyet Gazetesi, Mardin Haber’in 8 Temmuz
2020 tarihli ‘Dikey bahçe, kuru bahçeye döndü”
haberine göre; bir vali tarafından yaklaşık 5 milyon liraya yapıldığı iddia edilen Dikey bahçe vali
gidince kaderine terk edilmiş ve kurumaya başlamış. Yine habere göre dikilen 100 bin bitki kurumaya başlamış (http://mardinhaber.com.tr/haber-dikey-bahcekuru-bahceye-dondu-5674.html).
Mardin’deki bu dikey bahçenin yapılması için
alınan karar da yanlıştır. Yapımında ve sonrasında- ki büyük ihtimalle bakımda yaşanan zorluklar
ve bakım maliyeti zorladığı için kaderine terk edilmiştir- kamu zararı oluşmuştur. Oluşan bu kamu
zararları bu zararı yaratılmasına sebep olan kent
yöneticilerinden tazmin edilse ve bu zararların
hesabı sorulsa belki de kentler doğru yönetileceklerdir. Mardin ve İstanbul’da yaşanan, kamuoyuna da aksetmiş bu tür örneklerin yakın zamanda
çoğalacağını düşünmekteyim.
Şekil 2: Mardin’de bir dikey bahçe uygulaması.
56
Ortaya çıkış amacı kent ekosistemine katkı sağlamak olan bir olgunun, kent ekosistemine yük
toplumcu seçenek
getirerek sadece görsel özellik sergilemesi öncelikle varoluş amacına aykırı bir durum ortaya
koymaktadır. Ekoloji dünyasında “yeşille yıkama”
olarak bilinen ve ekolojik olmayan bir şeyi “-miş
gibi” gösterme amacı taşıyan bu yaklaşım, ne sürdürülebilirlik açısından, ne de etik açıdan “doğruymuş gibi” kabul edilemez. Tamamen egzotik
bitkilerden monokültür şeklinde oluşturulan dikey
bahçelerin ekolojiye katkısı yoktur (www.peyzajmimoda.org.tr).
Şekil 4: İstanbul’da otoyol kenarı dikey bahçe ve graffiti çalışması.
faksu@hurriyet.com.tr
İstanbul Kentsel peyzaj çalışmalarında, az su
tüketimi, havanın temizlenmesi, gürültü ve ses
perdesi, yaban ve doğal hayatın desteklemesi,
asgari bakım ihtiyacı gibi öğeler bilimsel anahtar
öğeler olup, dikey bahçe sistemleri bu isteklerin
hiçbirisini karşılamamaktadır. Tam tersine, çok
sınırlı bir yetişme ortamında ve uygunsuz ortamda yaşayan bu bitkilerin, diğer bitkilere göre su
ve besin ihtiyaçları daha fazla olmakta, bu sistemlerde masraflı ve bakımı zor sulama sistemleri
kullanılmaktadır. Bitkilerin ömrünü uzatmak için
kullanılan pestisitler polinatörleri öldürdüğü gibi
bu uygulamaların biyoçeşitlilik yaratacak ortama
da hem konumu (otoyol kenarında olması) hem de
yapısı gereği katkı sağlaması söz konusu olmamaktadır. Ayrıca dikey bahçelerde kullanılan bitkiler çoğunlukla mevsimlik olduklarından dolayı
sürekli bakımlı görünebilmeleri için her yıl birkaç
kez yenilenmeleri gerekmektedir. Öte yandan, bu
tür sistemlerin araç yoları kenarlarında kullanılması, rüzgar, yağış vb. olumsuz hava koşullarından
kaynaklı kazalara sebep olarak (saksı ve bitkilerin
düşmesi) seyir halindeki araçlar için tehlike oluşturmaktadır (www.peyzajmimoda.org.tr, 2020).
Bu gerçeklikle birlikte araçların seyir halinde olduğu ve görsel olarak faydalanamadığı dikey bahçe uygulamalarının yerine kişi başına düşen aktif
yeşil alan miktarının, kentsel peyzaj dokusundaki
çeşitliliğin ve biyoçeşitliliğin arttırılmasına yönelik
çalışmalar yapılması hem ekolojik hem ekonomik
hem de iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması konusunda daha büyük katkı sağlayacaktır. Bu
kabulden hareketle, kente getirdiği ekolojik ve
ekonomik ağırlığın büyüklüğünü ekolojikmiş gibi
yaparak kamufle etmeye çalışan anlayıştan vazgeçilmesini desteklenmelidir.
Gündemimizi epey meşgul eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bugünkü yöneticilerinin, hiç
de ekonomik ve ekolojik olmadığı yukarıda da
belirtilmiş olan dikey bahçelerin ve sistemlerinin
sökülerek yerine beton üzerine yapılmış grafiti
çalışmaları daha doğru bir yaklaşım mıdır? Di-
toplumcu seçenek
57
key bahçe sistemlerinin korunarak yerine kentin
ekosistemine değer katacak doğru bitki türlerinin
kullanılabileceği yeşil duvarlar için uzmanlardan
ve ilgili meslek odalarından gerekli bilimsel ve
teknik bir çalışma yapılmış mıdır? Grafiti çalışmaları için ücret ödenmiş midir? Kente yeni yeşil
alanların kazandırılması için ne tür çalışmalar yapılmıştır? Bu kararlar siyasi olarak mı yoksa konu
ile ilgili uzman kişiler tarafından mı alınmıştır?
Kamusal fayda ve zarar nedir? Tüm bu soruların
hatta daha fazlasının cevaplarının ilgili makamlar tarafından verilmesi gerekmektedir. Kent içi
yeşil alanlar için doğru projeler ve uygulamalarla yapılan harcamaların son zamanlarda kente
yükmüş ve yeşil alanlar için kısılacak harcamalarla
sanki Belediyelerimiz zarardan kurtulacakmış
gibi yaratılan kamuoyu algısı son derece yanlış ve
tehlikelidir.
58
Kaynaklar
1. Baumann, l.R. 1986. The Constructural Importance of Climbing Plants.
2. Doernach, R. 1979. Uber den Nutzengen von
Biotektonischen Grunsystemen. Garten und Landshaft 89.
3. Dunnett NP. Kingsbury N.2004. Planting Green Roofs and Living Walls. Portland (OR): Timber
Press.
4. Erdoğan, E. Aliasghari Khabbazi, P. 2013. Yapı
Yüzeylerinde Bitki Kullanımı, Dikey Bahçeler ve
Kent Ekolojisi, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi 6
(1). ISSN: 1308-0040.
5. Field, T. Veiersted, B., Sandvik, l., Riise, G.&Levy,
F.1998. The Effect of Indoor Foliage Plants on
Health and Discomfort Symptoms Among Office
Workers. Indoor and Built Environment, 7 (204).
6. Green Roof Organisation, 2008. Introduction to
Green Walls Technology, Benefits&Design.
7. Kemaloğlu, A. Yılmaz,O. 1991. Cephe Yeşillendirmesinim Kent Ekolojisine Katkıları. Peyzaj Mimarlığı Dergisi. Cilt 2, Sayı 30.
8. Köhler, M. 2008. Green Facades-A View Back
and Some Visions, Urban Ecosystem. Vol.11, P.423436.
9. Peck, S., Callahan, C., Kuhn, M., and Bass, B.
1999. Greenbacks From Green Roofs: Forging a
New Industry in Canada, CMHC, Toronto.
10. Timur, Ö.B., Karaca, E. 2013. Licensee In Tech.
Chapter 22. Çankırı Karatekin University, Landscape Department.
11. TMMOB Peyzaj Mimarları Odası. Basın Açıklaması. http://www.peyzajmimoda.org.tr, 2020
12. http://www.greenology.sg, 2013.
13. (http: //www.homeim provementpages.com,
2013).
14. (http://www.marthastewart.com 2013, Yamada
2008, Yeh 2012).
15. http://mardinhaber.com.tr/haber-dikey-bahcekuru-bahceye-dondu-5674.html
toplumcu seçenek
İklim Krizi ve Pandemi
Birtan Altan
Makine Mühendisi, Enerji Yöneticisi, İşçi Sağlığı
ve İş Güvenliği Bilim Uzmanı
İnsanın binlerce yıl evvel ateşi kullanmaya başlaması ile birlikte doğaya hakim olma süreci de
başlamıştı. Ateşin keşfi ile birlikte insanın ayak izi
de (doğaya etkisi) artmaya başladı. Madenlerin işletilmesi, kitlesel orman katliamları ve sanayi devrimi ile birlikte ayak izi zirveye ulaştı. Bir süredir
çevreci hareketler, sosyalistler, enerji verimliliği
alanında çalışan uzmanlar, sağlıkçılar ve bilim insanları ekolojik ayak izimizin zirveye ulaşması ile
birlikte ortaya çıkan iklim krizini tartışıyor. İklim
krizi ne yazık ki kentleri, üretimi, yaşam alanlarını etkisi altına aldığında konuşulmaya başladı.
Sadece son 120 senede dünya su ve orman alanlarının üçte ikisi yok edildi. BM raporlarına göre
su kıtlığı 30 sene sonra dünya nüfusunun yarısını
etkisi altına alacak. Su kıtlığının kitlesel göçlere ve
kapitalist devletlerin çatışmalarına yol açacağı ise
artık kesin. Tüm bu sonuçlar dünya kaynaklarını
sürdürülebilir kullanmanın refah ve barış için bir
zorunluluk olduğunu gösteriyor. Ülkemizde de bu
durum şiddetli toplumsal sorunlara yol açacak.
BM raporlarına yansıyan verilere göre Türkiye’de
kişi başına tüketilebilecek su miktarı son 20 senede yarı yarıya azalmış durumda. 2040 senesinde
ise Türkiye, Ortadoğu ülkeleri gibi su kıtlığına
maruz kalacak.
Dünya Sağlık Örgütü, 2025-2050 yılları arasında
yaşanacak yüzyılın ikinci çeyrek diliminde iklim
krizinin sebep olacağı salgın hastalıklardan dolayı
250 bin insanın hayatını kaybedeceği öngörüsünde bulunuyordu. Bu yazının kaleme alındığı an
itibarıyla iklim krizinin sebep olduğu viral bir salgın hastalık olan Covid-19’un ne yazık ki 10 ay gibi
kısa bir sürede 90 milyon insanda görüldüğünü ve
2 milyon insanın ölümüne sebep olduğunu biliyoruz. Salgının etkisiyle CO2 salımının azalması ile
birlikte hava kirliliğinin ciddi oranda azaldığını,
kar odaklı kapitalist üretimin ve plansızlığın geçici
süreyle bile olsa ortadan kalktığı bir dünyada do-
ğanın hızlıca kendini yenilediğini görmüş olduk.
İklim krizini kolay anlaşılması için bir benzetmeyle
anlatmaya çalışalım. Yazın otomobilinize bindiğinizde otomobilin içinin dışarıdan çok daha sıcak
olduğunu hissedersiniz. Çünkü otomobile giren
güneş ışınları camlardan koltuklara, direksiyona,
konsola yayılmış, absorbe olmuş ve otomobilinizin
ısısını yükseltmiştir. Otomobilinizin camları ise giren güneş ışınlarının dışarıya çıkmasını engellemiş
ve otomobilinizin içinde sera etkisi yaratmıştır.
Yazın o otomobile binmek ne büyük eziyettir! İşte
4,5 milyar yaşındaki dünyamızın sera gazları etkisi
ile yaşadığı şey tam olarak budur. Fosil yakıtların
yanması ile açığa çıkan sera gazları (CO2, CH4,
N2O, O3, florlu gazlar, su buharı) dünyanın çevresinde bir sera etkisi yaratıyor. Sera etkisi ile küresel ısınma artıyor ve bölgeler arası sıcaklık farkları
oluşuyor. Bu da atmosferdeki havanın dolaşım
hızını artırarak şiddetli rüzgârlar ve kasırgalar
yaratıyor. Yani hava akımları şiddetleniyor. Atmosferdeki ısı enerjisi, denizler, göller, okyanuslar
vb. ile absorbe oluyor ve bu absorbsiyon buharlaşmayı artırarak şiddetli yağmurları yaratıyor.
Yani iklim krizi sera gazları etkisiyle, sera gazları
ise enerji verimliliği düşük endüstriyel tesisler ve
onların lojistik ihtiyaçlarından oluşmaktadır.
Covid-19 salgınının etkisi gündemde yokken,
iklim krizinin dünya ekonomisine verdiği zarar
1,2 trilyon dolar olarak hesaplanıyordu. Son 150
yılda dünyanın ortalama sıcaklığı 1 derece artmış
ve maliyeti büyük olmuştur. Bu sıcaklık 2 derece
artarsa bu maliyetin 10 kat artacağı düşünülmektedir. İstatistiki çalışmalara baktığımızda sera gazları içinde en fazla orana sahip olanın CO2 (%81)
olduğu görülmektedir. CO2, %80 enerji sektöründe, %20 ise endüstriyel tesislerde oluşmaktadır.
Enerji üretiminde yenilenebilir sistemlerin kullanımı, endüstriyel tesislerde ise verimlilik çalışma-
toplumcu seçenek
59
ları ve fosil yakıtların tercih edilmemesi CO2 salım
miktarlarını önemli ölçüde düşürecektir. İklim krizi senaryolarında küresel ısınma düzeyini 1,5°C ile
sınırlandırmak hâlâ mümkündür. Bunun için önümüzdeki 10 yılda CO2 gazı salımının %45 oranında
düşürülmesi ve önümüzdeki 30 yılda da net sıfır
emisyon değerinin yakalanması gerekmektedir.
Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Teşkilatı’nın hazırlamış olduğu bir önlem senaryosunda CO2 gazı
salımı; karbon tutma teknolojisi kullanılması ile
%19 oranında, tamamıyla yenilenebilir enerji
kaynaklarına geçilmesi ile %17 oranında, tamamıyla nükleer enerji kaynaklarına geçilmesi ile %6
oranında, enerji verimliliği çalışmaları ve izleme
sistemleri ile %58 oranında azaltılabilir. Nükleer enerji kaynakları özellikle yenilenebilir enerji
statüsüne alınmamıştır. Çünkü nükleer enerjinin
dünyanın ve toplumların geleceği için satın alınmaması gereken bir risk olduğu düşünülmektedir.
Covid-19 salgını ile mücadele edilen şu günlerde
iklim krizine karşı politika geliştirmenin ne kadar
önemli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır.
Salgın başladığından bu yana 2 milyon insan
hayatını kaybetti. İnsan topluluklarından uzak
bölgelerde görülen kimi hastalıklar artık dünyanın
her noktasında öldürücü etkiye sahipler. Örneğin
sıtma hastalığını yayan Qsinekler iklim krizinden
dolayı artık kuzey bölgelerde de yaşam gösterebiliyorlar. Yine Corona ailesinden Covid-19 virüsü
de vahşi hayvan kaynaklı bir virüs ve iklim krizinin
oluşturduğu olumsuz koşullardan dolayı insanın vahşi doğaya yaklaşması sebebiyle mutasyon
geçirerek bulaşıyor. İklim krizi ve salgın hastalıkların etkileri sera gazları salımlarının yüksek
olduğu sanayi bölgelerinde ve sanayi kentlerinde
daha şiddetli hissediliyor. Örneğin şimdiye kadar
çıkan sonuçlar ile yapılan araştırmalarda sanayi bölgelerinde (İtalya’nın kuzeyi, Çin’in sanayi
bölgeleri, Türkiye’de İstanbul, Kocaeli, Zonguldak havzaları…) Covid-19 virüs salgını sebebiyle
ölümlü vakaların oranının çok daha yüksek olduğu
gözlemleniyor. Covid19 virüs salgınının plansız
sanayileşme ile doğrudan bağı olduğu açıktır.
Ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun
ödüllendiren paradigmasız kapitalizm mevcut krizin zorluklarının üstesinden gelmek ve gelecekte
ortaya çıkacak sorunların tohumlarını ekmekten
kaçınmak için hiçbir şey yapmıyor. Pandeminin
başından bu yana dünyanın en zengin 10 ailesinin
toplam servetlerinin 450 milyar $ artması kapitalizmin salgına ve doğaya nasıl yaklaştığının göstergesi gibi!
tik çeşitliliğin azalması, kış soğuklarının azalması
ile meyve verimin düşmesi ile birlikte gıda güvenliğini tehdit ediyor. Yeni patojenler ve zararlılar
ortaya çıkarken, hastalıkların ivmelerinde çok büyük artışlar görünüyor. Yine iklim krizinden dolayı
oluşan 1ºC sıcaklık artışı, böcek popülasyonlarının
artması nedeniyle böceklerden dolayı ürün kayıplarının %25 artmasına sebep oldu. Gıda ve su
krizlerine yol açan süreçler aynı zamanda Covid19
salgını gibi virüs salgınlarıyla da oldukça ilgidir.
Ormansızlaşma ve buzulların erimesi yeni tür virüslerin ortaya çıkmasına ve insanlığı etkilemeye
devam ediyor. Genler ve türlerin fizyolojisi değişiyor ve türler iklim alanlarını sürekli değiştirdiği
için tüm ekosistem risk altına giriyor. Bugün dünyadaki bulaşıcı hastalıkların %75’i vahşi yaşamdan
geliyor. Salgınlar aynı zamanda açlık krizini de
tetikliyor. Dünyadaki her 8 kişiden 1’inin aç olduğu
yüzyılda virüs salgını bu oranı %20 arttırdı.
Kaynakların kapitalist barbarlık tarafından talan
edilmesi sonucu ortaya çıkan iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybına, su, toprak, hava kirliliğine sebep
oldu. Ne yazık ki tüm bu sonuçlar, geri döndürülemez etkenlere de sebep oluyor. Bu süreçlerin
tersine dönmesi, doğanın kendisini iyileştirmesi
için bir devrime ihtiyaç olduğu kesin. Dünyanın
iyileşme sürecinde ekonomik sistemin kapitalizm
olamayacağı ise bugün artık bilim insanları tarafından da dile getirilen bir gerçeklik.
Kitlesel bilinçlenme için ücretsiz ve eşit eğitim
olanaklarının genişlemesi, teknolojiden tüm insanlığın faydalanabilmesi, aşırı tüketim ve nüfus
artışının dizginlenmesi, koruyucu sağlık sisteminin inşası, bilginin karşılık beklenilmeksizin paylaşılması, dayanışmanın güçlendirilmesi, ekolojik
standartlarda planlamanın yapılması ve dekarbonizasyonun sağlanması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile net sıfır emisyonlara
ulaşılabilmesi gibi hedefler belli ki kapitalizmde
mümkün görünmemektedir. Sonuç olarak, iklim
krizi sınıfsaldır ve iklim krizine karşı mücadele de
sınıf mücadelesinin önemli bir parçasıdır.
İklim değişikliği aynı zamanda mahsullerde gene60
toplumcu seçenek
Pandemi Döneminde Ekolojik
Tahribat Politikaları Haritasının
Analizi
Deniz Doğa Işık
İTÜ Geomatik Mühendisliği Bölümü Öğrencisi
Bir yıldan fazla süredir içinde bulunduğumuz
dünya bir önceki versiyonuna göre bambaşka bir
durumda. Covid-19 pandemisi, insanlık ile beraber
bütün doğal ve beşeri varlıklar üzerinde etkisini yüzyılların silemeyeceği şekilde gösterdi ve
buna son hızla devam ediyor. Dünyanın neresinde
olursa olsun her gün evlerinden çıkıp iş yerlerine,
okullarına, turistik mekânlara dağılan insan toplulukları; virüsün bulundukları sınırlar içerisinde etkisini göstermeye başladığı andan itibaren yaşam
alanlarına kapanmaya ve izole olmaya mahkûm
kaldılar. Ne var ki yaşanan bu değişiklikler, kendisini toplumun her kesiminden insanın üzerinde
aynı şekilde hissettirmedi.
Sınıf farklılıklarından doğan bu adaletsiz sistem
önce karantinayla, sonrasında ise “yeni normal”
ile kılıflanarak topluma dayatıldı ve bu sırada tüm
dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hükümetin
tepeden inme politikaları hızlı ve sorgulanmaya
mahal bırakmaksızın uygulamaya kondu.
nan ülkemizin geri getirilemez hasarlar almasını
engellemek adına önemli bir adım olacaktı. Bu
kapsamda da üzerinde durulan olayların gösterimi
ile kritiğinin yapılabilmesi için mekânsal veri kullanıldı ve haberlerle donatılmış bir Türkiye haritası hazırlandı. Bu harita hazırlanırken kullanılan
haberler yukarıda bahsedilen başlıklar altında
toplandı ve bu başlıkların tümü ayrı birer harita
katmanı haline getirilerek kullanıcıların ilgisine
sunuldu.
Başlangıçta ortaya çıkan fikir olarak “Bitmeyen
Beton İşleri”, sonrasında kendisine daha da
geniş bir kapsam edinerek “Beton İşleri – Rant
Alanları – İmar Sorunları” olarak haritada yer
aldı. Bu konuyla ilgili yapılan haberlere bakılacak
Özel sektör-devlet işbirliği ile her gün bir yeni
rant ve talan haberine uyandığımız pandemi sürecinde, sadece insan eliyle yaratılan felaketlerle
mücadele edilmedi. Edirne’den Kars’a, Sinop’tan
Hatay’ın en ucuna kadar çevre kirliliği, doğal afetler, küresel ısınma ve yangın haberleriyle boğuşan
bir coğrafya olarak karantina günlerini de sükûnet içerisinde geçiremedik. Derelerin kuruduğu,
balıkların öbek öbek telef olduğu felaketler, mevsimsel değişikliklerden kaynaklı kuraklık veya aşırı
yağışlara bağlı seller gibi doğal olayların yanında;
rant uğruna feda edilen ağaçlık alanlardaki yangınlar ve çevreye oluk oluk yaydıkları zehirlerle
fabrikalar da gündemimizden düşmedi.
Kuşkusuz ki tüm bu olayların ifade edilebilmesi ve
haklarında bir kamuoyu oluşturulabilmesi, kişisel
çıkarların uğruna her detayı ayrı ustalıkla harca-
Şekil 1: Pandemide Durmayan ve Yeni Başlayan Beton İşleri
Haritası’ndan detay haber
toplumcu seçenek
61
Şekil 2: Pandemide Durmayan ve Yeni Başlayan Beton İşleri Haritası
https://umap.openstreetmap.fr/tr/map/pandemi-doneminde-politikalar_512037#6/39.673/33.333
olduğunda, ülke genelinde neredeyse tüm sektörler duraklama sürecine girmişken inşaat işlerinin kesinlikle sekteye uğramadığı görüldü. Hatta
pandemi inşaat sektörünü öyle oldu bitti olayların
yaşanmasıyla kutsadı ki, belki de alışılageldik düzenin izin vermeyeceği aksiyonların alınması artık
işten bile değildi. Bu hızlandırılmış hukuksuzlukların yanında iş ve işçi sorunları da gündeme
damgasını vurmaktan geri durmamıştı.
Devamında yer alan “Direniş ve Edinilen Kazanım
Haberleri” ise hem halâ ülke olarak yüzümüzü
güldürecek birtakım kararların varlığına işaret etti
hem de ne denli basit konularda bile ciddi mücadeleler verilmeden bir sonuç elde edilemediğini
gösterdi. Köylerden kentlere bu ülkenin insanının
havasına, suyuna ve toprağına sahip çıkmasına
ne pandemi ne de yıldırma politikaları ket vurabildi. Ancak bu süreçte bile kendi çıkar ve refahı
doğrultusunda adımlar atmaktan çekinmeyen üst
kadroların mücadelelere gösterdiği sosyal mesafe
direnci, yine trajikomik baskılar olmaktan öteye
geçemedi.
“Çevre Kirliliği” başlığı aslında sadece ülkemizde
değil, dünya çapında da büyük bir problem olmaya devam ederken pandemi sürecinde el ayağın
çekildiği noktalarda kendisini iyice hissettirdi.
İnsan ilgisinden yoksun kalan doğa kendini bir
yandan iyileştirse de, var olan sorunlar ve artık
kapanmayacak raddeye gelmiş olan yaralar nedeniyle kirlilik ve yitirilenler pandemiden bağımsız
olarak gündemi meşgul etti. Bunların yanında tüketim çılgınlığıyla yanıp tutuştuğumuz bugünlerin
62
bir etkisi olarak üretimin kesintisiz devam etmesi
ve kontrolün elden bırakılması da kirliliğin katlanarak artmasında önemli bir bileşen oldu.
Dünyamızın bugün ve yakın gelecekteki en büyük
hastalıklarından olan küresel ısınma, doğal afetlerle de birleşerek ülkemizde kendisine önemli bir
yer edinmekten geri durmuyor. Pandemi sürecinde yaşananlar da bunun en büyük kanıtı olmaya
devam ederken, yaraların sarılması adına adeta
komik denebilecek adımlar atan hükümet de yaşananların felaket boyutuna ulaşmasında önemli
bir role sahip oldu. Ne kuruyan dereler, ne sel
alan şehirler ne de depremle yerle bir olan kentler için efektif ve makul adımlar atılmaması, ülke
çapında hem ekonomik hem de sosyolojik olarak
derin izler bırakmaya devam etti. Pandemi bahane
edilerek üstü kapatılmaya çalışılan bu olayların
bazılarının etkisi ise belki de gelecek günlerde kapımızı çalarak ülkemizi daha da devasa boyutlarda
problemlere gebe bırakacak.
“Doğal ve Kültürel Miras Talanları” başlığı, belki
de harita hazırlanırken en çok burukluk oluşturan
başlıklardan bir tanesiydi. Taşı toprağı bir cevher
olan, yüzyıllar hatta bin yıllardır bunca medeniyete ev sahipliği yapmış olan ülkemizin her karışında
ayrı bir yıkım, ayrı bir felaketin haberi ile yüzleşmek zorunda kalmak gerçekten kolay değildi.
Oksijen kaynaklarımızın yok edilmesi, birkaç taşla
iki medeniyeti birbirine bağlamış o değerli hazinelerin ortadan kaldırılması, Hasankeyf gibi eşi
benzeri bulunmayacak bir güzelliğin sular altında
bırakılması gibi onlarca haber ne yazık ki sadece
toplumcu seçenek
pandemi döneminde yapıldı. Bu sıkıntılı süreçte
dahi talan politikalarına ara verilmemesi ise, ne
denli küstah bir tavırla karşı karşıya olunduğunun
en büyük kanıtlarından oldu. Ayrıca tıpkı bitmeyen beton işleri gibi ülkemizin miraslarına karşı
yapılan bu tabiri caizse operasyonlar, oldu bittiye
getirilerek kimsenin ruhu duymadan ve itiraz hakkı sunulmadan gerçekleştirildi.
Yenilenebilir enerji kullanımında başı çekenlerden
olması gereken ülkemizde, ısrarcı olunan termik,
nükleer, jeotermal ve hidroelektrik santrallerinin
inşaat ve planlama süreçleri de ne virüs ne de karantina dinleyerek hızla devam ettirildi. Doğamıza, insanımıza; bunlara bağlı olarak orta ve uzun
vadede yok olacaklarla beraber ekonomimize bile
yarardan çok zararı olacak bu santraller üzerine
gösterilen direnç ise, hükümetin rant kapılarını
artık aralamaktan ziyade ardına kadar açtığı ve
bunu yansıtmaktan hiç gocunmadığı sonucuna da
ne yazık ki kolay yoldan ulaştırdı. “Enerji Santralleri - Madenler – Barajlar” başlığı altındaki
onlarca haberden de görülebileceği üzere, kaynak
tüketimi ve çevre zararı düşünülmeksizin sürüklendiğimiz felaketler, geleceğin karanlık yüzünü
gözler önüne serdi.
Fikri temeli 2010’da atılan ancak kamuoyuyla
2011’de paylaşılan Kanal İstanbul, 2018’de güzergâhının da açıklanmasıyla birlikte deli saçması bir
proje olmaktan çıkıp gerçeklere dayandırıldı ve
“yaptık, olacak” tutumunun en sağlam örneklerinden biri olarak karşımıza çıktı. Bu on yıldan eskiye
dayanan projenin yapımına dair ısrarcı tutumun
gelişmesiyle beraber yapımının tam bir felaket
ve yıkıma yol açacağına dair olan kanaatler de
artık bilimsel temellere dayandırılarak gerçek bir
mücadele meselesine dönüştü. Kanal İstanbul gibi
ne ekolojik ne de ekonomik anlamda en ufak bir
katkısı olmayacak hatta bu konudaki zararlarına
ek diplomatik temelde problemler dahi çıkarabilecek olan bir projenin bu kadar üstüne titrenmesi
ise, yine parsel parsel satılan memleketimizin
akıbetinin sorgulanmasına yol açıyor. Sadece bu
başlık altında bile pandemi sürecinde yapılmış
birçok haber bulunması ise, hazırlanan haritadan
çıkarılacak dersler için bir mihenk taşı konumunda. Kanal İstanbul için kurulan dayanışma ağları
ve proje hakkında yapılan çalışmalara dair üretilen
içeriklere de baktığımızda, fikir sahipleri tarafından güdülen politikalar ile ülkemiz üzerinde çok
büyük çapta bir değersizleştirmenin uygulandığını
görmek işten bile değil. Kanal güzergahı ve çevresinde uygulanan arazi alım satımları ile bunların
kimler arasında yapıldığı konuları ise bu değersiz-
leştirmenin en iyi örneği konumunda.
Son olarak “Yangın Olayları” başlığı söz konusu
edildiğinde, doğal yollardan çıkan yangınların
artık ülkemize pek de uğramadığı, yine her şeyin
bir rant ve talan politikasının parçası olduğunu
görmek hiç de zor olmadı. Pandemi sürecinde
kesmekle dikkatleri üzerine çekmeyip, yakarak
yerlerine yeni otelcikler, fabrikacıklar çıkarılacak
olan ağaçlarımızın yanına, ölen hayvanlar, kirlenen ve kullanımı imkânsız hale gelen su kaynakları da eklenince, nasıl büyük bir kâbusun içinde
yaşadığımız daha da çarpıcı olarak yüzümüze
vuruldu. Bütün bunların yanında devletin geç ya
da yetersiz müdahaleleri sebebiyle yangınların
kontrol altına alınması işi de bu kadar zorlaştığı için vatandaşlar kendi çabalarıyla yangınlara
müdahale etmeye çalıştılar. Durumun vahameti
ise sadece haritadaki bu katmandan bile yeterince
anlaşılabilir hale geldi.
Başlık başlık incelendiğinde haritanın bugünümüze ışık tutan dayanak noktası, sorunların tek bir
elden kaynaklanması ve bu sebeple de neredeyse
bir çözüm bile aranmaması oluyor. Aslına bakıldığında “Pandemi Döneminde Politikalar” başlığı
haritanın içeriğine doğrudan işaret etmiyor gibi
gözükse de planlı, sakin ve tutarlı şekilde devlet
eliyle gerçekleştirilen ya da desteklenen tüm bu
olaylar bir ya da birkaç politikanın eseri konumunda.
Doğal ya da beşeri hiçbir unsuruna, havasına,
suyuna, kültürüne ve belki en çok da insanına
saygı duyulmayan ülkemizin bu zorlu süreçte yaşadıklarının bir kısmını anlatmaya çalıştığımız bu
haritamız, gerçekçiliği görsel olarak da göz önüne
serdiği ve dağılımı da okuyucusuna sunduğu için
belki de bundan sonra yapılacak olan çalışmalara
da ön ayak olacaktır. Mekânsal verinin öneminin
her geçen gün biraz daha anlaşıldığı bu çağda,
hem okuyucunun hem de üreticinin bağlamında
bütünlük sağlayabilmek için değerli ve tüm bu yaşananlara atıf yapabilmek için önemli bir çalışma
olarak gördüğümüz haritamıza aşağıdaki linkten
ulaşabilirsiniz. 1
Daha güzel haberler ve mutlu zamanların paylaşıldığı bir haritada tekrar buluşmak dileği ile…
1
http://toplumcumeclis.org/index.php/haber-duyuru/item/530-harita-korona-gunlerinde-durmayan-beton-isleri
Haritaya erişim için link: https://umap.openstreetmap.fr/tr/map/pandemi-doneminde-politikalar_512037#6/39.673/33.333
toplumcu seçenek
63
Covid-19, Ekolojik Çöküş
ve Kapitalizm
Onur Yılmaz
Polen Ekoloji
polenekoloji.org
twitter.com/PolenEkoloji
Üzerinde yaşadığımız gezegenin 4,5 milyar yıllık
geçmişinde 3,5 milyar yıl geriye giden yaşam izleri
mevcut. Yaşamın bu uzun varoluş sürecinde, bir
ya da birkaç insan ömrü süresinde değil de jeolojik zaman ölçeğinde bir hızla pek çok kez küresel
çapta ekolojik çöküşler yaşanmış, gezegendeki
canlı türlerinin büyük bir çoğunluğu yok olmuş
ama yaşam yenilenerek kendini devam ettirmişti.
Evrimin bir parçası olan bu jeolojik kırılma süreçlerinde yaşanan ekolojik çöküşlerin hızı, dinozorların yok olduğu görece daha hızlı bir yok oluş
süreci olan meteor çarpması da dahil çok uzun
yıllara yayılmıştı. Bugünkü küresel ekolojik çöküş
ise birkaç neslin kendi yaşam süreci içinde deneyimlediği müthiş bir hızla ilerliyor. İklim değişikliğinin bir kriz halini almasıyla, bu iklim krizin
sebebinin öncekiler gibi doğanın kendi olağan
süreçleri değil de insan toplumlarının sera gazı
salımlarının olduğunun yaygın kabulü, yani suçun
doğadan insan toplumlarına geçişi aşağı yukarı eş
zamanlı olmuştu. 20. yüzyılın sonundaki bu süreç
aynı zamanda dünyada neoliberalizm dalgasının
da yayıldığı döneme tekabül ediyor. 90’larla birlikte üzerine düşüneni artan ve son 20 yılda giderek
daha geniş bir külliyat oluşturan marksist ekoloji
yazınının gelişimiyle birlikte ise tüm bu ekolojik
çöküş süreci, doğa-toplum ikiliğinden çıkarılıp
toplumun da bir parçası olduğu doğanın toplumsal üretim tarzı tarafından nasıl düzenlendiğiyle
ve bir üretici güç olarak doğanın, tıpkı bir diğer
üretici güç olan emek gibi sermaye ilişkilerine nasıl dahil olduğuyla bağlantılı olarak derinlemesine
bir şekilde incelenir oldu.
Sermaye Akışının Bir Parçası
Olarak Covid-19
Dünya Sistemi’nin kritik ekosistemlerinde taşma
noktası denilen eşiklerin birçoğunun aşılmasıyla,
64
Dünya’daki jeolojik değişimlerdeki ana yönlendirici gücün “insan faaliyetleri” olduğu bir dönemdeyiz artık; ki, bu yeni bir jeolojik zamanı ya da
daha geniş anlamıyla içinde bulunduğumuz çağı
adlandırma tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Bu dönemselleştirmede en yaygın olanlardan
Antroposen ve Kapitalosen kavramları giderek literatürde kendine daha fazla yer buluyor. Başlangıçları, anlamları ve uygunlukları ayrı bir tartışma
konusu olan bu dönem adları bize içinde bulunduğumuz olağanüstü doğa-toplumsal koşulları
anlamlandırmada kolaylık sağlıyor. Tarihte daha
önce Kara Veba ve İspanyol gribi gibi salgınlar
da yaşanmıştı örneğin ve küresel ölçekte etkileri
de olmuştu Covid-19 gibi. Önceki salgınlarda da
toplumsal yaşam ve ekonomik sistemde köklü
değişiklikler yaşanmıştı; dolayısıyla çapı daha
büyük olsa da Covid-19 salgını tarihsel akışta çok
da sıradışı bir sapma değildi. Aksine emperyalist
kapitalizmin küreselleşme düzeyinde her an beklenen bir durumdu. Ancak farklı olan şey, önceki
salgınlarda kapitalizmin kendini restore etmesi
için atabileceği adımlar için uygun doğal koşullar ve sermaye genişleme alanlarının olmasıydı.
Bugün ise küresel bir ekolojik çöküş içindeyiz ve
küresel kapitalizmin dışında kalan tek bir coğrafya
yok bugün.
Salgının Wuhan’dan yayıldığı başlangıçta öyle bir
kesinlikle vurgulandı ki bilimsel kanıtlar ve sonradan ortaya çıkan başka bulgular göz ardı edildi.1
2020’nin sonunda, Fransa ve ABD’de Aralık 2019’da
Sars-CoV-2 virüsü taşıyanların olduğu kan örnek
lerinde bulunan antikorlar aracılığıyla tespit edil-
1
Euronews’te salgını 11 Ocak’ta Wuhan’da başlatan
ve ilk 4 ayda yaşananları özetleyen derleme. Salgının Wuhan’daki hayvan pazarındaki egzotik hayvanlardan insanlara
geçmemiş olabileceğine dair hayvanlardaki testlerin negatif
çıktığını bildiren çalışmanın haberi.
toplumcu seçenek
mişti.2 Ancak bu Covid-19 hastalığının zoonotik
bir hastalık olduğu gerçeğini, dolayısıyla virüsün
insanlara geçişinin yaban ekosistemlerinin artan
şekilde işgal edilmesi, bozulması ve habitatların
yok olması sonucu virüs taşıyan hayvanların insan
yaşam alanlarıyla etkileşime girmesinin yanı sıra
avcılık, tıbbi kullanım, giyim ve gıda olarak hayvanların birer meta şeklinde ticaretinden kaynaklandığı gerçeğini değiştirmiyor. Yani salgınlar, kapitalizmin bir bütün olarak doğayı organize etme
biçiminin olağan bir sonucu ve diğer tüm üretim
süreçleriyle eş zamanlı olarak gerçekleşiyor. Tarım alanı, sanayide enerji ve hammadde kullanımı
ve endüstriyel hayvan yetiştiriciliği için ormansızlaştırma, dolayısıyla karbon yutaklarının azalması
ve biyoçeşitlilik kaybı salgınların potansiyel zeminini hazırlar. Tek soru salgının ne zaman gerçekleşeceğidir. Sadece 21. yüzyılda SARS, MERS,
kuş ve domuz gribi, Ebola gibi bir dizi daha küçük
ölçekli salgın yaşandı. Covid-19’un son olmayacağı
bilimsel bir gerçeklik ve bir sonraki salgının çok
beklemeksizin daha yıkıcı bir etkiyle gelmemesi
için hiçbir sebep yok.
Salgının bu kadar kısa süre içinde tüm dünyaya
yayılması ise yine adını salgının başında sıkça
duyduğumuz tedarik zincirleriyle, yani kapitalizmin günümüzde üretimi toplumsallaştırmada
eriştiği düzey ile ilgili. Kapitalizmin hakim ekonomik sistem olduğu ilk dönemlerde tek tek ulusal
pazarlar içinde gerçekleştirilen üretim, daha sonra emperyalizm aşamasıyla yine ulus devlet sınırları içinde gerçekleşse de sermaye ihracı ile ulusal
pazarların birbirine eklemlendiği bir emperyalist
üretim zincirinde gerçekleştiriliyordu. 1974 petrol krizinden sonra başlayan, özellikle 80 sonrası
yoğunlaşan neoliberal dönemde ise sermaye artık
hiçbir ulusal sınıra takılmaksızın üretimi küresel
ölçekte düzenleyebilecek merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyine gelmişti. Birbirine entegre
olmuş küresel üretim ve tedarik hatları oluşmuş,
emperyalist dünya tekelleri ve bunlar içinde de
mali sermaye tekelleri artı değer sömürüsünden
en büyük payı alarak tüm dünyada muazzam bir
proleterleşme dalgası sağlamıştı. Elbette kapitalizmin bu tarihsel evrimiyle birlikte sermayenin
emek aracılığıyla etkileşime girdiği doğa üzerindeki basınç da katlanarak artmış, proleterleşmeye
doğanın sınır tanımaksızın talanı eşlik etmiş ve
tarihsel olarak belki de yüz yılda bir görülecek salgınlar neredeyse her yıl gerçekleşir hale gelmiştir,
salgınlar adeta bir sermaye maliyeti kalemi haline
2
The Scientist’teki ilgili haber ancak salgını “Çin
virüsü” diye niteleyen Trump’ın başkanlık yarışını kaybetmesinden sonra açığa çıkabildi.
gelmiştir.
Neoliberal dönemin öncesinde çökmüş olan
klasik küresel sömürgecilik sistemi ise neoliberal
dönemde yerini, özellikle ülkelerin mali kontrol
altında tutulduğu yeni türden bir sömürgeciliğe
bırakmış oldu. Özellikle bu entegre küresel üretim
hattında, gelişen üretim teknolojilerinin de etkisiyle hem nitel hem nicel olarak doğal varlıkların
birer kaynak ve hammadde biçimindeki talanında
yeniden sömürgeleştirilmiş ülkelerle emperyalist
ülkeler arasındaki eşitsiz ekolojik mübadele ise
kendisini kesintisiz sürdürdü. Bugün iklim adaleti, çevresel adalet gibi kavramları kendine şiar
edinen ekoloji hareketleri bunu yalnızca ekolojik çöküşün etkilerinin deneyimlenmesinde ülke
içindeki sınıfsal eşitsizliğe karşı bir talep olarak
değil, ülkeler arası küresel bir adalet talebi olarak
da yükseltiyorlar.
Kapitalizmin Güncel Krizinin Bir
Parçası Olarak Covid-19
Yeni yılın başında 84 milyon vaka ve 1 milyon 800
binin üzerinde ölümle yaklaşık 1 yıldır gündemimizde olan koronavirüs salgını, kapitalizmin
çarklarını kısa bir süreliğine yavaşlattı. Ancak
toplumsal bir şok olarak yaşanan bu kısa sürenin
ardından sınıf savaşının kuralları salgın “yönetiminin” de belirleyicisi oldu hızlıca. Üretimin eski
hızına dönmesi için insan hayatı hiçe sayıldı ve
yine buna eşlik eden doğal varlıklara saldırı süreci
devam etti. Salgın, pek çok sektörde sermaye maliyetlerini kısmak için bir fırsat olarak kullanılmış;
özellikle dijital alanda gerçekleşen tüm üretim
süreçleri evin içine taşınmış, işçilerin mesaileri olabildiğince sınırsızlaştırılmış, büro, sigorta,
enerji masraflarını işçilerin sırtına yüklemiştir.
Bunlar tam da 2008’den beri uzun bir bunalımda
olan, yani finansallaştıkça maddi üretimden kopar
hale gelen ama artı değer üretimi için emeğin ve
doğanın ucuzlatılmasına bağımlılığını sürdüren
tekelleşmiş sermayenin küresel ölçekte genişlemiş yeniden üretimini sağlayamayan kapitalizmin
normal koşullarda kabul ettirmekte zorlanacağı
türden değişimler oldu.
Haziran 2020 tarihli bir araştırmaya göre ABD’deki
tüm sektörlerdeki toplam işlerin %37’si tamamen
evden yapılabiliyor.1 Bu işler, evden yapılamayan
işlere göre daha fazla maaş ödenen işler ve toplam maaş ödemelerinin %46’sını oluşturuyorlar.3
Araştırmanın bir diğer sonucu da düşük gelirli
3
“How many jobs can be done at home?”, Journal of
Public Economics, Volume 189, September 2020, 104235
toplumcu seçenek
65
ülkelerde evden yapılabilen işlerin oranının yüksek gelirli ülkelere göre çok daha düşük olması.
Yani “evde kalamayanlar” olgusu da yine küresel
bir olgu. Bu işler olmaksızın üretilemeyecek artı
değer ve işlemeyecek sistem sermayeyi salgının
kendisinden daha fazla korkutmaktadır. İşte tam
da bu nedenle sistematik ırkçılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve diğer ayrımcılıklar, bu işlerde
çalışan işçilerin bedenlerindeki ekstra zincirlerdir.
Bu işlerde en çok göçmenler, her türden azınlıklar
ve kadınlar çalışmaktadır.
milim esneyecek kadar takati kalmamış bir kapitalizm çubuğu ideolojik aygıtlarına yüklenmeye ve/
ya daha fazla zora başvurmaya büküyor. Bunun
karşısında köklü ama ücret talebinin ötesine
geçemeyen geleneksel sendikacılıktan umduğunu
bulamayan salgının ön hattındaki işçiler ise kendiliğinden direniş biçimlerine ve yasal çerçevelerin
dışına da taşan daha meşru mücadelelere girişiyorlar.
Emeğin yeniden ucuzlatılabildiği bu süreçte
yaşam, hayatta kalmak için çalışmak ve hayatta
kalmak için beslenmeye indirgendikçe toplumsal yabancılaşma kendini toplumsal ilişkilerde de
gösterir oldu. Birbiriyle ancak metalar üzerinden
ilişki kurabilen insanlar, artık en yakınındakileri
dahi çoğunlukla bilgisayar ya da telefon ekranından görür oldu. Yalnızlık ve çaresizlik hissi, duygusal emekle biriken psikolojik yükün toplumsal
ilişkilere aktarılamaması, dijital ortamdaki bu
imajlara daha fazla sığınmayı beraberinde getirdi. Tüm dünyada giderek meşruiyetini yitiren
kapitalizm, ideolojik çürümesini insanlara dijital
ortamda yeni bir toplumsallık vererek telafi etmeye çalışsa da toplumdaki eşitsizliklerin ulaştığı
katlanılamaz seviye dünyadaki her bir noktayı
patlamaya hazır halde tutuyor.
Tüm bunlar salgın döneminde tekrar gündeme
gelen “adil dönüşüm” kavramının daha somutlanmış, sadece ekoloji örgütlerinin değil, bizzat
sektörlerdeki öznelerinin dilinden ortaya konulan
tartışmaları ve uygulamaları da beraberinde getiriyor. Ama bahsettiğimiz gibi esneme payı kalmamış sermayeyi, yeşil reformlara itmek için bile
çok sert mücadeleler gerekiyor. Fosil yakıtlardan,
yıkıcı madencilik ve inşaat faaliyetlerinden, endüstriyel tarım, gıda ve hayvancılık sistemlerinden
uzaklaşmayı tartışmak artık ana akımda rahatlıkla
yapılsa da yükselen bu işçi eylemleri olmaksızın
adil bir geçişten bahsetmek mümkün olamayacaktır. Söylemin ilk çıktığı 1970’lerden bu yana ekoloji
örgütleriyle emek örgütleri arasında var olagelen
yapısal ayrışma, yani emeğin hakları mı, doğanın
hakları mı ayrışması, kapitalizmin küreselleşme
düzeyi, girdiği derin bunalım, dünya çapında kronikleşmiş uzun süreli işsizlik, katlanılmaz ölçüdeki
eşitsizlik, ekolojik felaketlerin sıklaşması ve yaygınlığı ve nihayetinde de Covid-19 gibi sebeplerle
nesnel olarak ortadan kalkmaktadır.
Çalışma, beslenme ve barınmadan mahrum kalanların ya da bunlara en kötü koşullarda sahip olanların beslediği huzursuzluk salgının süresi uzadıkça daha da katlanılmaz noktalara geldi ve pek
çok ülkede salgın önlemlerine ve devletin yetersiz
desteğine karşı (bazıları faşist ve gerici kesimlerden olsa da) eylemler gerçekleşti. Önlemleri birer
OHAL uygulamasına çevirmek isteyen devletler,
gözetleme ve takip teknolojilerini kalıcılaştırsa da
insanların geçim derdi sokağı fiilen canlı tutmaya
devam etti.
Ancak yine bu süreçte iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle kapitalizmin bu küresel saldırısına daha
enternasyonal direniş biçimleri de geliştiriliyor.
Amazon’un farklı ülkelerdeki üslerinde eş zamanlı
gerçekleştirilen grev, Hindistan’daki çok kitlesel
çiftçi eylemlerinin farklı ülkelerde de çiftçilere
ilham olması ve traktörlü yol kapama eylemlerinin
birbirinden öğrenmesi, yine salgın döneminde
örgütlenen dayanışma ağlarının, kira boykotlarının hızla birbirini görerek yayılması bunlara örnek
verilebilir.
Şirket, devlet ve hukuk üçgeninin hiçbirinde bir
66
Covid-19
Ancak bu kez de salgında ekonomik iyileşmenin
yarattığı emek ve ekoloji hareketi arasındaki bir
gerilim söz konusu oldu. Ekolojik açıdan yıkıcı
sektörlerde işlere geri dönülmesi, yeşil iyileşme
adına alternatif sistemlerin inşası için daha fazla
kaynak kullanımı, teşvik edilen plastik kullanımı
esasını oluşturmakla birlikte iklim krizi için gösterilmeyen “siyasi iradenin” sistemsel salgın önlemlerinde gösterilmesi ekoloji hareketinde devlete
baskı yapma konusunda bir heyecan yarattı.
Şirketleri kurtarma paketleri ve bunun çok azına tekabül eden, yurttaşlara doğrudan destekler
ülkelerin yine güçleri ölçüsünde açıklandı. Ancak
devletlerin Covid-19 salgını (ve krizi) ile iklim krizi
karşısında nasıl hareket ettiklerini birbirinden ayrı
iki gündem ve iki ayrı durum olarak almak bir dizi
yanılgıya yol açabilir. Nihayetinde salgın, içinde
iklim krizinin de olduğu ekolojik çöküşün bir dizi
görünümünün bir sonucu ve bu çöküş de, ortaya
toplumcu seçenek
çıkan devrimci koşullar değerlendirilmediği ölçüde kapitalizmin olağan işleyişinin bir parçası olarak şekilleniyor. Böyle olunca kapitalizmin krizleri
fırsata çevirme özelliği, krizlerin nedenleri yerine
semptomlarıyla mücadele etmeyi kârlı bir işe çevirmesini sağlıyor. Aslında salgın karşısında gösterilen “siyasi irade” küresel ölçekte çöken sermaye
döngüsünü kurtarmak için atıldığından, bu kadar
köklü ve büyük çaplı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Sağlık ve gıda sistemleri hâlâ toplumun
ezilenleri için erişilmesi zor olmayı sürdürmektedir. Aşılamanın ilk günlerinde yaşananlar, yoksul ülkelerin geride bırakılışı ortadadır. DSÖ’nün
diğer ülkelerin de üretim yapabilmesi için aşı
üzerindeki telifin kaldırılması isteğini reddetmesi
kararı ortadadır. Yani aslında sistemin iklim krizi
ve salgına karşı tepkisi oldukça benzerdir.
yüzleşmek ve bir onarım sürecinden geçilmek zorundadır. Bu kapitalizmi zor yoluyla yıktığımız bir
devrimden sonra da olası yeni salgınlar ve salgın
koşullarında toplumsal yaşamın yeni biçimlerini
insanı en az yabancılaştırıcı koşullarda sürdürmenin yollarını da bulmamız gerektiği anlamına
geliyor. Covid-19’u bu ortak geleceğimizin önemli
dersler çıkardığımız bir provası olarak görmek
belki bize biraz umut aşılayabilir.
Ormansızlaştırma ve yabanın işgali sonucu doğan salgına, ağaç dikerek çözüm olamazsınız;
kömür, petrol, doğal gaz yerine temiz kömür,
hidrojen, nükleer ile olan enerji dönüşümü sadece
bir kapitalist üretim faaliyetidir, yeşil bile değildir; elektrikli araçlar, büyük ölçeklerde uygulanması mümkün olmayan atmosferden karbon
çekme teknolojileri, solar radyasyon yönetimi,
vb. eko-modernist teknolojik çözümler sadece
birer yeni pazardır. Bunların hepsi semptomlarla ilgilenir ve hafifletmek şöyle dursun, çöküşün
hızlanışını sürdürürler. Yukarıda bahsettiğimiz
emek süreçlerinin esnekleştirilmesiyle birlikte ele
alındığında ne kronik işsizliğe çare olurlar, ne de
ekolojik yıkımın eşitsiz dağılan sonuçlarında bir
iyileşmeyi sağlarlar. Salgının ekonomik hasarını
bunlarla telafi etmek sermayenin kendini kurtarırken gezegendeki tüm canlıları ölüme göndermesi anlamını taşır, sınıfsal ve eko-kırımcı yeni bir
katliam süreci. Dahası, kapitalist ekonomi içinde
ufak çatlaklar oluşturup buralarda kooperatiflerle,
dayanışma ekonomileriyle, daha az ekolojik ayakizi bırakarak “küçülen” topluluklarla “alternatifler”
yaratmak da yine esaslı bir çözüm olmayacaktır.
Bunlar da esasen gerçek bir devrimci dönüşüm
öncesi, sosyalist bir topluma geçişi hızlandıracak
üretici güçlerin ekolojik dönüşümünde nesnel
koşulları besleyecek nüveler olacaktır.
“Elbette kapitalizmin bu ta-
rihsel evrimiyle birlikte sermayenin emek aracılığıyla
etkileşime girdiği doğa üzerindeki basınç da katlanarak artmış, proleterleşmeye
doğanın sınır tanımaksızın
talanı eşlik etmiş ve tarihsel
olarak belki de yüz yılda bir
görülecek salgınlar neredeyse her yıl gerçekleşir hale
gelmiştir, salgınlar adeta bir
sermaye maliyeti kalemi haline gelmiştir.
Kapitalizmin tarihsel sürecinin bir sonucu olarak
ekolojik kriz, kapitalizmin yapısal krizi tarafından
belirli eşiklerin sıçramalar yapılarak aşılmasıyla
hızlandırılıp derinleştirilse de artık kapitalizmden
kurtulmanın yetmediği bir aşamadayız. Bugün
kapitalizmi dünya çapında ortadan kaldırıp sosyalizme eş zamanlı bir geçiş sağlansa bile yine de
ekolojik yıkımın sonuçlarıyla on yıllar boyunca
toplumcu seçenek
67
İyileşmek ve “İyi Hayatlar” Yaşamak İçin Feminist Perspektife
İhtiyacımız Var!*
Ece Öztan
Araş. Gör. Dr.
Pandemi daha çok medikal veri ve terimlerle
tartışılıyor. Sosyal bilimler alanında ise daha çok
spesifik bir ekonomi kavrayışından. Terminolojinin ve Covid-19 ile mücadele politikalarının
oluşturulmasında bu alanlar belirleyici oldu. Oysa
pandeminin ilerleyen evrelerinde görüyoruz ki;
sosyal bilimler ile yaşam bilimleri arasında kurulacak diyaloglar hayati olacak. Bu yazıda pandemi
döneminde hanelere feminist bir perspektiften bakarak, iyileşme ve “iyi hayat” tahayyülünü
merkeze alan bir bakış açısına olan ihtiyacımızın
aciliyetine vurgu yapmak istiyorum. Peki, iyi hayat
derken neyi kastediyorum? İyi hayat kesinlikle
pandemiden önceki hayatımıza ulaşmak değil. İyi
hayat tam da pandemiye ve pandeminin haneler
üzerindeki yıkıcı sonuçlarına yol açan hayatımızı dönüştürmekle geliştirebileceğimiz bir hayat.
Bunun insan-insan ve insan-doğa ilişkisini dönüştürmekle doğrudan ilgisi var. Feminizmi, bu
ilişkileri en temelden sorunsallaştıran ve iyi hayat
arayışına dair yakıcı soruları soran bir perspektif
olarak görüyorum.
Helen Wood ve Beverley Skeggs, pandeminin ilk
dalgası sırasında yayınladıkları yazılarında tam da
bu perspektifi çok iyi tanımlayan kritik sorular soruyorlar1: “Birbirimize olan temel insan sevgimizi
desteklemek için, insanların ıstırabını hafifletmeye yönelik duygu, taahhüt ve zamanlarımızı nasıl
yeniden oluşturabiliriz?” Burada Wood ve Skeggs’in ve feminist perspektiften pandemiye bakan
diğer yazarların dile getirdiği yalnızca felsefi bir
1
* Bu yazı, Friedrich Ebert Stiftung tarafından, 6-7
Kasım 2020 tarihinde çevrimiçi olarak gerçekleştirilen “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek VIII: Küresel Dayanışma,
Yerel Çalışma” başlıklı konferansta sunduğum, “Pandemide
Kesişen Deneyimler: Farklı Haneler, Kapsayıcılık ve Bağ Kurmak” başlıklı sunuşumun geliştirilmiş yazılı versiyonudur.
Helen Wood ve Beverley Skeggs(2020), “Clap for carers?
From care gratitude to care justice”, European Journal of
Cultural Studies, 23(4): 641-647.
iyi hayat tahayyülü değil. Geniş ölçekli bir siyasi
proje ve bakım tahayyülü. Ekonomik hayatımızı, hanelerimizi, duygu dünyamızı, öznelliğimizi,
gündelik deneyimlerimizin örgütlenişini, yatırım
yaptığımız alanları, zaman kullanımlarımızı, iş
hayatını, doğa ile ve birbirimizle ilişkilerimizi dönüştürmeye yönelik kapsamlı bir tahayyül. Aslında
feminist iktisatçılar bu tahayyülü hayata geçirecek
somut politikaları uzun bir süredir öneriyorlar.
İpek İlkkaracan’ın Mor Ekonomi adıyla geliştirdiği
yaklaşım ya da Birleşik Krallık’ta Kadın Bütçe Grubu’nun Bakım Ekonomisine yönelik hesaplamaları
ve Bakım Ekonomisini kurmak yönünde önerdikleri temel politikalar, Wood ve Skeggs’in bakım
adaleti çağrısı tüm bu tahayyülü hayata geçirmeye
yönelik çok somut katkılar. Peki bakım adaleti
neden bu kadar önemli? Gelin pandeminin ortaya
çıkardığı, görünür kıldığı kırılgan hayatlarımıza ve
hanelere bakalım önce.
Küresel patojen neleri yüzümüze
vurdu?
Öncelikle Covid-19 pandemisine yol açan sürecin
kendisi, endüstriyel tarım ve hayvancılık ölçeğinin
genişlemesi; Amazon Ormanları dahil yerkürenin
tüm canlı alanlarında yıkıcı tahribatlara yol açan
büyük sermaye etkinliklerinin sonucu. Virüsün
politik ekonomisine işaret eden bilim insanları, vahşi hayvan-insan karşılaşmasının, güvenlik
çemberi oluşturan doğal canlı yaşamın yok edilmesi ile doğrudan ilişkili olduğunu söylüyorlar.2
2
Bu konuda “Büyük Çiftlikler Büyük Salgınlar Yaratır”
kitabının yazarı Rob Wallacela ile yapılan söyleşiyi okumanızı
tavsiye ederim: https://sendika.org/2020/03/rob-wallacela-soylesi-kapitalist-tarim-ve-covid-19-olumcul-bir-kombinasyon-yaak-pabst-580114/. Ya da bu konuda Türk Tabipleri
Birliği’nin Covid-19 Pandemisi Altıncı Ay Değerlendirme
Raporu kapsamında Doç. Dr. Haluk Çalışır’ın kaleme aldığı
“Covid-19 Salginina Antroposen Penceresinden Bakmak”
başlıklı bölümü okuyabilirsiniz.
toplumcu seçenek
69
Şekil 1: emo.org.tr
Virüsün insanlara bulaşma ve küresel bir patojene
dönüşme öyküsünün bir politik ekonomisi var.
Peki virus yayıldı ve küresel bir pandemiye dönüştü? Sonrasında neler oldu? Gelin bu kez insan–insan ilişkilerinde yüzümüze vurduklarına bir
göz atalım.
Özellikle pandeminin ilk dönemlerinde virüsün
herkesi eşitliği, herkesi etkilediği ve hepimizin
birlik içerisinde bu virüsle mücadele etmemiz
gerektiği öne sürülüyordu. “Evde Kal” çağrılarının ülkemizdeki mottosu “Hayat Eve Sığar” oldu.
Zaman geçtikçe virüsün haneler ve toplumlar
üzerindeki etkileri, hayatlarımızın “kötülüğünü”
çarpıcı bir biçimde yüzümüze vurdu. Toplumsal
cinsiyet, sınıf, yaş, ırk/etnisitenin pandemi deneyimlerinde yarattığı farklılaşmalar açığa çıkmaya
başladı. Öncelikle kimlerin hayatı eve sığabildi?
Hayatların sığdığı evler kaç m2 idi? Kimler evde
kalabildi? Kimler kalamadı? Kimlerin hayatı “risk
alınabilir hayatlar” olarak görülüyor? Peki ya ne
evden ne dışarıdan çalışamaz duruma gelenler?
Hanelerin içerisinde iş yükünü ve bakım yükünü
kimler taşıyor? Kimlerin ev mesaisi 3-4 kat arttı?
Kimler daha çok işsiz kaldı? Hangi haneler temel
gıda masrafını dahi ödeyemeyecek duruma geldi?
Türkiye’de haneler ve toplumsal
cinsiyetlenmiş pandemi
deneyimleri
70
Hane denilince akıllara hemen çekirdek aile, yani
anne- baba ve çocuklardan oluşan hane yapısı
geliyor. Halbuki 1970’lerden bu yana Türkiye’de
haneler sürekli küçülüyor. Bu ne demek? 1980’lerde toplumun yüzde 53’ü beş ve daha fazla kişiden
oluşuyor iken, hanehalkı ortalama büyüklüğü
2019’a geldiğimiz 3,4 olmuş.3 Hanelerin tiplerine
baktığımızda çok şaşırtıcı ki; Türkiye’deki hanelerin neredeyse üçte biri anne- baba, çocuk
formunda yaşamıyor. Ya tek kişilik ailelerden
oluşuyor ya da içinde çekirdek aile formu olmayan
yani ev arkadaşları gibi hanelerden ya da yalnız
ebeveylerden oluşuyor. Bunun çoğunluğunu da
kadınlar, bekar anneler oluşturuyor. Dolayısıyla
idealize ettiğimiz bir aileden söz etmiyoruz.
Biraz yakından bu hanelerin hem kompozisyonu
hem istihdam ve gelir düzeylerine baktığımızda,
içinde yaşadığımız hayatların farklı yaşam evreleri
açısından toplumsal cinsiyetlenmiş hayat deneyimleri ile şekillendiğini görüyoruz. Kadın istihdamı her hane tipinde düşük; ama tek kişilik haneler
ve birden fazla çekirdek ailenin yaşadığı geniş aile
formundaki ailelerde en yüksek düzeyde. Yani
Türkiye’de yoksulluğun kadınlar açısından pandemi koşullarında çok kritik olan bir hane ölçeği
boyutu var.
3
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; Türkiye’de 2012 yılında dahi ortalama hanehalkı
büyüklüğü 3,7 kişi idi. 7 yıl içerisinde ortalamanın 3,4’e düşüşü dikkat çekici.
toplumcu seçenek
65+ yaş grubu pandemi döneminde sıkı yasaklara
konu olan bir grup olduğu için önce buradan, yani
yaş kesişiminden bu eşitsizliklere bakalım. Türkiye Sağlık Araştırması verilerine göre Türkiye’de
75 yaş üstü kadınların yüzde 53’ü yürüyemiyor.
Yüzde 59’u merdiven inip çıkamıyor. Bu oranlar
aynı yaş grubu erkeklerde sırasıyla yüzde 32 ve
yüzde 40. Eşi ölmüş yaşlı kadınların oranı, eşi ölmüş yaşlı erkeklerin oranının 4 katı. 65+’ın çocuklara ve geniş aileye bağımlılığını artıran bir şey bu.
Türkiye’de her dört haneden birinde en az bir 65
yaş üstü birey bulunuyor. Bu hanelerin bir bölümü
yalnız yaşayan yaşlılardan oluşuyor. 65 yaş üstü
bireylerin neredeyse üçte biri, kendi hanelerinde
yaşamıyor. Dolayısıyla 65+ bireyler üzerinde daha
keskin sokağa çıkma yasakları bu hane yapısı ve
kırılganlıklar ekseninde çok da karşılık bulmuyor.
Bu veriler, yaşlılarla ilgili alınan önlemlerin, iktisadi olarak verimli hayatlar olarak görülmemeleri ile
ilişkili olduğunu net bir biçimde açığa vuruyor.
Emekli maaşı alanların yalnızca yüzde 19’u kadın.
65+ grupta bu oran daha da düşük. Çünkü emeklilerin yüzde 37’si 65+ gruplardan oluşuyor.4 Türkiye
65+ yaş grubu kadın yoksulluğu açısından çok
çarpıcı verilere sahip.
Ekonomik etkiler ve artan uçurum
Hanelere bir de evden çalışılabilen ve çalışılamayan hane deneyimleri açısından bakalım. Önce
küresel verilerle başlayalım: Dünya Çalışma Örgütü, tamamen veya kısmen alınan kapanma önlemlerinin küresel işgücünün yüzde 81’ini temsil
eden 2,7 milyar çalışan insanı etkilediğine işaret
ediyor. Kadınların iktisadi faaliyetlerinin bundan
çok daha orantısız bir biçimde olumsuz etkileneceğine ilişkin veriler yayınlanıyor. Örneğin ABD’de
yayınlanan bir raporda kadınların pandemi krizinin en çok vurduğu veya tümüyle durma noktasına gelen sektörlerde ve işlerde yoğunlaştıkları,
asgari ücretle geçinenlerin 2/3’ünü oluşturdukları
ifade edildi. The Resolution Foundation İngiltere’de her düşük gelir grubundan her 10 kişiden
yalnızca 1’inin evden çalışma imkanı olduğunu
ortaya koydu. Birleşik Krallık Kadın Bütçe Grubu
İngiltere’de düşük gelir grubunda yer alan kişilerin yüzde 69’unun kadın olduğunun altını çiziyor.5
Gelişmekte olan ülkelerde ise çalışan kadınların
4
DİSK-AR(2020), Türkiye’de Emeklilerin Durumu ve
EYT Gerçeği Araştırması, Ekim 2020. http://arastirma.disk.
org.tr/wp-content/uploads/2020/10/Emeklilerin-Durumu-ve-EYT-Ger%C3%A7e%C4%9Fi-Rapor.pdf
5
Women’s Budget Group(2020), Women, Employment
and Earnings, Mart 2020. https://wbg.org.uk/wp-content/
uploads/2020/02/final-employment-2020.pdf
yüzde 70 gibi ezici bir çoğunluğunun hastalık,
izin ve sosyal güvencelere erişimin çok sınırlı
olduğu enformel ekonomide yer aldıkları düşünülürse durumun çok daha ağırlaşacağı öngörülüyor.
Ev işçileri, çiçekçiler, cafe-bar-restaurant ve otel
çalışanları, bakıcılar, eğlence sektörü, sokak satıcıları açısından kırılganlık, enformellik ile birleştiğinde çok daha yakıcı hale geliyor.
“İyi hayat kesinlikle pan-
demiden önceki hayatımıza
ulaşmak değil. İyi hayat tam
da pandemiye ve pandeminin
haneler üzerindeki yıkıcı sonuçlarına yol açan hayatımızı
dönüştürmekle geliştirebileceğimiz bir hayat.
Tabii mesele yalnızca yevmiyeli ve enformel
alanda çalışanlarla ilgili değil. Pandeminin hem
ücret, yevmiye gelirleri hem de küçük esnafı
içeren müteşebbis gelirlerinde ciddi bir daralmaya işaret ettiği bir bir ortaya çıkıyor. Bunu henüz
TÜİK verilerinden izleyemiyoruz. Ama örneğin
BETAM’ın gerçekleştirdiği “Covid-19’un Hane
Gelirleri Üzerine Yıkıcı Etkisi” başlıklı rapor çok
çarpıcı verilere işaret ediyor.6 Sosyal transferlerin gelir kayıplarını karşılama oranı çok düşük.
Araştırmaya katılanların yüzde 70’i geçim sıkıntısı
yaşıyor ve yüzde 38 gıda harcamalarında dahi
zorlanıyor. TCMB verilerine göre, hanehalkı borçları Ocak-Eylül döneminde yüzde 35 artış göstermiş. En fazla artış ise ihtiyaç kredisinde. İstanbul
İstatistik Ofisi’nin pandeminin istanbul’daki ekonomik etkileri üzerine yaptığı araştırmaya göre
son bir yılda İstanbul’da ihtiyaç kredileri yüzde 59,
Türkiye genelinde ise yüzde 63,8 oranında artmış.7 Takipteki alacaklar ise, bir önceki yılın aynı
dönemine göre yüzde 59 oranında artmış. İktisatçılar hanehalkı borçlanma eğilimindeki bu keskin
artışın tehlikelerine ve bu borç yükünün hanelerde kadın emeği üzerindeki katlanan etkisine işaret
6
Aygün, A.H., S. Köksal ve G. Uysal(2020), COVID-19’un Hane Gelirleri Üzerine Yıkıcı Etkisi, BETAM Araştırma Notu 20/254, 28 Ekim 2020. https://betam.bahcesehir.
edu.tr/wp-content/uploads/2020/10/ArastirmaNotu254.
pdf
7
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomik-kriz-ibb-raporunda-1786404
toplumcu seçenek
71
ediyor.8 Dar gelirli hanelerde bu oranlar çok daha
yüksek. İstanbul’da her dört haneden birinin pandemi döneminde İBB’nin sosyal yardımlarına başvuru yapmış olması da bu durumu gözler önüne
seriyor. Hal böyleyken, eve sığdırılmaya çalışılan
milyonlarca hayat, hanelerin kaldırabileceğinden
çok daha ağır yüklere sahip.
Tüm bu süreçler dışarıda çalışmak durumunda
kalanlar açısından yüksek virüs riski, okulların
kapanması nedeniyle evde kalan çocukları için
güvenlik riski anlamına da geliyor. Derin Yoksulluk
Ağı’nın İstanbul’un yoksul mahallelerindeki hanelerle yürüttüğü alan nitel çalışma, araştırmaya
katılan hanelerin yüzde 57,8’inde çocukların uzaktan eğitime olanaksızlıklar nedeniyle katılamadığı ortaya kondu.9 Tablet, bilgisayar, televizyon,
internet gibi donanım eksikliklerinin yanı sıra;
çocukların ayrı alanlarının olmaması, birden fazla
çocuğu olan ailelerde ders saatlerinin çakışması
veyahut evde destek olacak bir ebeveynin olmaması gibi nedenlerle yoksul hanelerde uzaktan
eğitime katılımın çok daha düşük olduğu saptanıyor. Bu örnekler, eğitimdeki eşitsizlik artışına
ilişkin alarm verici olduğuna işaret ediyor. Özellikle kız çocukların eğitime dönememe risklerinin
artığını söylemek mümkün.
Hanelerde artan gerilim,
güvensizlik ve şiddet
Haneler yalnızca gelir ve olanaklar açısından
daralmadı. Kapanan haneler, iş veya gelir kaybı
nedeniyle ailelerine dönüşü gibi eğilimler gözleniyor. Ancak bu eğilimleri değerlendirebilecek
yeterli verilere sahip değiliz. Sadece aile evlerine
dönen üniversite öğrencilerini ya da kapanan
“bekar evlerini” düşündüğümüzde bile birleşen
haneler üzerindeki gerilimlerdeki artışı tahmin
edebiliyoruz.
Pandemi döneminde toplumsal cinsiyet temelli
şiddet açısından da kaygı verici düzeyde artışlar
var. Bu konuda düzenli veri toplanan ülkelerden
gelen bilgiler toplumsal cinsiyet temelli şiddetin
en az yüzde 25 oranında arttığı gözleniyor. Ör-
8
“İktisatçı Doç. Dr. Elif Karaçimen: Kadınların
üzerindeki borç yükü arttı!” Ekmek ve Gül, 21 Aralık 2020.
https://ekmekvegul.net/gundem/iktisatci-doc-dr-elif-karacimen-kadinlarin-uzerindeki-borc-yuku-artti
9
Derin Yoksulluk Ağı(2020), Pandemi Döneminde
Derin Yoksulluk ve Haklara Erişim Araştırması, https://derinyoksullukagi.org/wp-content/uploads/2020/11/Pandemi-doneminde-derin-yoksulluk-ve-haklara-erisim-arastirmasi-Yerel-Yonetimlere-Kriz-Donemi-Sosyal-Destek.pdf
72
neğin Kanada, Almanya, Birleşik Krallık, İspanya
ve ABD’de de kadına yönelik şiddet verilerinde
artışlar rapor ediliyor.10 Fransa’da izolasyon tedbirlerinin alındığı 17 Mart sonrasında ev içi şiddetin yüzde 30 oranında arttığı raporlanıyor.11 Çin’de
karantina döneminde kadına yönelik şiddetin 3
kat artmış.12 BM Kadın birimi kadınlara ve genç
kızlara yönelen şiddeti gölge pandemi olarak
tanımlıyor. BM raporunda raporlanan bu sayıların
muhtemelen en ağır şiddet durumlarını içerdiği,
mekânsal sıkışma ve eve kapanma nedeniyle pek
çok kadın için, arama yapmak veya online destek
almak yoluna gitmenin dahi güç bir hale geldiği
ifade ediliyor.13
Türkiye özelinde Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, pandemi döneminde destek hatlarına gelen başvurulardan bu dönemde şiddeti
ortaya çıkarmak ve raporlamanın dahi güçleştiğine ilişkin örnekler sunuyor. Kadınlar virüs buluşma riski nedeniyle hastaneye giderek darp raporu
almakta tereddüt ediyor, kolluk kuvvetleri pandemi koşularında gerekli önlem ve müdahalelerden
kaçınabiliyor. Mor Çatı’nın, pandemi döneminde
kadına yönelik şiddetle mücadelede mekanizmalarının nasıl işlediğine ilişkin olarak hazırladığı
izleme raporunda da, bu dönemde ihtiyacın özellikle arttığı bu mekanizmaların işleyişinde ciddi
aksamalar tespit ediliyor.14
Pandemi döneminde hane içinde
artan karşılıksız emek
Pandemi hiç olmadığı kadar, bakım meselesinin
hayatı döndüren, devam ettiren temel bir emek
olduğunu ortaya koymuş bulunuyor. Ve tabii
aslında hane içerisindeki karşılıksız emeğin nasıl
eşitsiz dağıldığını ve kriz dönemlerinde bu eşitsizliğin nasıl daha da artabileceğini de. COVID-19
10
UN Women(2020), Covid-19 and Ending Violence
Against Women and Girls, https://www.unwomen.org/-/
media/headquarters/attachments/sections/library/publications/2020/issue-brief-covid-19-and-ending-violence-against-women-and-girls-en.pdf?la=en&vs=5006
11
“Domestic violence cases jump 30% during lockdown in France”, Euronews, 28.03.2020. https://www.
euronews.com/2020/03/28/domestic-violence-cases-jump-30-during-lockdown-in-france
12
http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/aciklamalar/2899/koronagunlerindekadinlaricin-siddetten-korunma-kilavuzu
13
UN(2020), Policy Brief: The Impact of Covid-19 on
Women, 9 Nisan 2020. https://www.unwomen.org/en/digital-library/publications/2020/04/policy-brief-the-impactof-covid-19-on-women
14
https://morcati.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Koronaviru%CC%88s-salg%C4%B1n%C4%B1-su%CC%88resince-KYS%CC%A7-rapor.pdf
toplumcu seçenek
küresel bir salgın haline gelmeden önce de dünyada kadınlar erkeklerden ortalama üç kat fazla
ücretsiz bakım ve ev işi yapıyordu. Pandemi genel
olarak bakıma, sağlığa, beslenmeye, dinlenmeye,
iyileşmeye, temizliğe olan talebi artırdı. BM raporunda, ücretsiz bakım emeğinin Covid-19 mücadelelerinin en kritik kaynaklarından biri olduğunun altı çiziliyor.
Aslında karşılıksız emek, hane-işgücü-piyasa
ilişkisi içerisinde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün farklı katmanlarındaki ilişkilerle de
doğrudan ilişkili. Yani aslında bu görünmeyen,
GSMH hesaplarına dahil edilmeyen ekonominin,
kadınların yaşamları üzerinde ciddi etkileri var.
Bu nedenle pandemi döneminde kadınların hane
içlerinde her zamankinden daha da ağırlaşan bu
yüklerini konuşmak, iş piyasasındaki konumunu,
ücret adaletsizliğini, işsizlik risklerini, enformel
istihdam biçimlerini de konuşmak demek.
Pandemi ve ardından alınan kapanma tedbirleri
başka bir yaşam döngüsü, başka bir hane organizasyonu ve başka bir iş ilişkisi yarattı. Salgın ile
birçokları için ücretli işini evden sürdürme dönemi de başladı. Dijital teknolojiler anaokullarından,
üniversiteye hazırlığa kadar tüm eğitim programlarını uzaktan ve evden yürütülen bir forma taşıdı.
Ve tabii elbette ki çocukların bakım ihtiyaçlarına
eğitim ihtiyaçlarının temin edilmesi, eğitim faaliyetlerinin sürdürülebilir kılınması eklendi.
Evdeki tüm mesailer üst üste bindi. Buna artan
sağlık, hijyen ve güvenlik ihtiyaçlarını, bedensel
ve ruhsal sağlığı koruma; daha yaşlı ebeveynlerin
ihtiyaçlarını karşılama gibi ekstra yükleri eklediğimizde, eve sığan hayat yoğunlukla kadınların
emeğine bağlandı. Bu zaten dengesiz olan hane içi
işbölümü ve kadınların uzun saatlerini verdikleri
ev işi ve bakım emeklerini daha da artırma baskısı yarattı. İpek Karacan ve Emel Memiş’in BM
Kalkınma Programı desteğiyle bu alanda yaptıkları araştırma pandeminin özellikle istihdamda
yer alan kadınlar üzerindeki iş yükü artışlarına
dair çok çarpıcı veriler sunuyor.15 İstihdamdaki
kadınların ücretsiz işe ayırdıkları zaman pandemi
döneminde neredeyse yüzde 80 oranında artmış.
Erkeklerin de ücretsiz çalışmaya ayırdıkları zaman
alışılmışın dışında artış eğilimleri gösterse de,
cinsiyete dayalı uçurum özellikle çalışmaya devam
eden çocuklu çiftlerde daha da açılmış durumda.
15
UNDP(2020), Araştırma Notu Covid-19 Küresel
Salgın Sürecinde Bakım Ekonomisi ve Toplumsal Cinsiyet
Temelli Eşitsizlikler, https://www.tr.undp.org/content/
turkey/tr/home/library/corporatereports/COVID-gender-survey-report.html
Pandemi, özellikle yoksul haneleri sağlık bakımından da orantısız bir şekilde etkiliyor. Nitekim
son dönemde pandeminin iki dalgasının etkilerini
karşılaştıran bir araştırmada; kapanma tedbirleri
sonrasında gelen açılma ve 2. dalganın alt sınıfları
COVID-19’a yakalanma açısından daha orantısız
bir şekilde etkilediğine vurgu yapılıyor.16 Evden
çalışma olanağına sahip olmamak; sağlık ve bakım
imkanlarının kısıtlı olması yoksul bölgelerdeki
COVID-19 vakalarının ağırlığını da artırıyor. Yine
ABD’de yapılan bir araştırma sosyo-ekonomik
kırılganlığı yüksek olan mahallelerde daha düşük
test, daha yüksek vaka ve ölüm oranına işaret
ediyor.17
İyileşmek ve iyi bir hayat sürmek
için bakım
Bakım ekonomisi, mevcut veya geleceğin işgücüne ve bir bütün olarak insan nüfusunun beslenme,
giyinme, sığınma ve genel olarak bakımının sağlanmasına ilişkin maddi veya sosyal olarak gerçekleştirilen insan etkinliklerine ilişkin bir ekonomiyi ifade etmektedir.18 Bu kavram, ev içerisinde
karşılıksız olarak gerçekleştirildiğinde bile, bakım
işinin bir değer ürettiği ve dolayısıyla üretken ve
ekonomik olduğunun kabul edilmesine dayanır.19
Bakımı merkez alan bir ekonomi çağrısı, yalnızca
kendilerine bakamayacak durumda olanların hane
içerisindeki bakımındaki adaleti değil, insanların
bakımını ve hayatını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmelerini temin edecek bir sosyal güvenlik
çerçevesini de içeren bir makro ekonomik politikaları da içeriyor. Fazla bir seçenek yok. Ya kötü
hayatlarımızın hızla daha da kötüleşmesine seyirci
kalacağız ya da çalışma saatlerinden, temel gelir
desteklerine, gıda endüstrisinden, vergi düzenlemelerine kadar bir iyi hayatı kurmak için mücadele edeceğiz.
16
T. Plümper ve E. Neumayer(2020), “The pandemic
predominantly hits poor neighbourhoods? SARS-CoV-2 infections and COVID-19 fatalities in German districts”, European Journal of Public Health, Volume 30, Issue 6, s. 1176–1180.
17
U. Bilal v.d. (2020), “Spatial Inequities in COVID-19
Testing, Positivity, Incidence and Mortality in 3 US Cities: a
Longitudinal Ecological Study”, Medrxiv, Ekim 2020. https://
www.medrxiv.org/content/10.1101/2020.05.01.20087833v3.
full.pdf
18
https://eige.europa.eu/thesaurus/terms/1056
19
https://www.shareweb.ch/site/Gender/Documents/Topics/Economic%20Empowerment/equivel-care-background-071013-en.pdf
toplumcu seçenek
73
Tek Dünya, Tek Harita
Caner Güney
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Teknik Üniversitesi
Geomatik Mühendislik Bölümü
Deprem ve benzeri afetlerde, işsizlik, asgari ücret
belirlenmesi, iş cinayetleri gibi sosyoekonomik
olgularda, kadın cinayetleri, çocuk istismarı gibi
sosyokültürel olaylarda benzer durumları yaşayıp
sürekli ve tekrarlı olarak aynı konuları kısır döngü
içerisinde tartışmaktayız. Ülkemizde belirli periyotlarda gerçekleşen deprem, sel, heyelan, çığ
gibi doğal afetlere ek olarak 2019 yılında ortaya
çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19
pandemisi nedeniyle çoklu afetler çağını yaşamaya başladık. 30 Ekim 2020 tarihinde İzmir’de
gerçekleşen deprem buna örnek olarak gösterilebilir. Mücadele olarak birbirine zıt özelliklere
sahip deprem ve pandemi İzmir’deki depremde
bir arada vuku buldu. Bunun yanı sıra belki birkaç ay sonra İstanbul’da hem susuzluğu hem de
pandemiyi birlikte yaşayacağız. Pandemi ile mücadelenin üç temel silahından biri olan hijyenin
susuzluk nedeniyle sağlanamaması durumunda
çok karamsar bir durumun ortaya çıkma riski ile
karşı karşıya bulunmaktayız. Bunun üstüne bir de
İstanbul’un deprem riskini eklersek çok daha ağır
bir tabloyla karşılaşabiliriz.
Peki bu fasit daireden neden çıkamıyoruz?
Öncelikle toplumların ve bu toplumları politika
belirleyerek yönetmeye talip olmuş merkezi ve
yerel yöneticilerin, siyasetçilerin, onlarla beraber
çalışan bürokratların ve teknokratların, üretim
fonksiyonunu kontrol eden piyasa düzeninin ve
beraberindeki özel girişimlerin içinde bulunulan
gerçekliği ne kadar anlayabildiği üzerinde durmak gerekmektedir. Mevcut felaketler karşısında izlenen politikaların çözüm olup olmadığına
karar verebilmek çok kolay olup yalnızca afetlerin
sonucunu değerlendirmek yeterli olacaktır. Örneğin pandemi karşısında Finlandiya, Yeni Zelanda
gibi istisnalar dışında tüm dünyada siyasetçilerin,
yöneticilerin ve politika belirleyicilerin başarılı
olamadığı görülmüş bulunmaktadır. İstisna olarak
kabul edilebilecek iki ülkenin ortak noktalarından biri her iki ülkenin başbakanının kadın olması
ve bu durumun bir farklılık yaratmış olmasıdır.
Başarısız olan ülkelerin neden başarısız olduğu
konusu aslında karmaşık bir konu değildir. Ülkelerin yöneticileri, pandemi karşısında halkı önceleyen politikalar yerine sermayenin önceliklerine
hizmet eden çözümleri tercih etmiştir ve etmeye
devam etmektedir. Hâlbuki tüm bu sorun sarmalını ortaya çıkaran dayanak noktası siyasetçilerin
pandemi süresince olduğu gibi pandemiden önce
de neoliberal politikaları benimseyip uygulamalarıdır.
Uyguladıkları neoliberal politikalara karşı toplumun direnç göstermemesi için siyasetçisi, gazetecisi, akademisyeni, sivil toplum örgütleri, düşünce
kuruluşları ile birlikte tüm aktörler tarafından algı
yönetimi yapılmaktadır. Her depremde neredeyse tüm görsel ve yazılı medyada, sosyal medyada kendini deprem bilimci olarak etiketleyen
akademisyenlerin fay hatlarının nerede olduğu,
gerilimin nerelerde biriktiği, fayın nasıl bir atım
sergilediği vb. konuları tekrarlı olarak konuşması, merkezi hükümetin proaktif yaklaşım yerine
reactive yaklaşım sergileyerek deprem alanında
bulunan siyasilerce deprem sonrası oluşan maddi
hasarların karşılanacağının açıklaması, belediyelerin deprem yönetmeliğine göre binalara yapı
kullanım izni vermelerine rağmen belediye başkanlarının depremden sonra acilen depreme karşı
riskli binaları belirleyeceklerini açıklamaları vb.
durumlar algı yönetiminin bir parçasını oluşturmaktadır.
Tüm bunlara ek olarak, pandemi süresince Türkiye’de kamu iradesi, toplumu dirençli biçimde
toplumcu seçenek
75
ayakta durmasını sağlayan taşıyıcı kolonlardan
biri olan toplumsal ölçekteki sosyal güven olgusunu da zedelemiştir. Pandemi sürecinin kendisi
zaten kaos ve korku ortamı oluşturmaktadır. Bu
süreçte bir de insanın güven duygusunu yitirmesi
virüse karşı olan mücadelede çok geriye düşülmesine neden olabilir. Sağlık Bakanı’ nın ülkedeki
pandemi durumuna ilişkin toplumla paylaştığı
eksik, yanlış, tutarsız, net olmayan sayılar, merkezi hükümetin kurumlarınca hazırlanmış yetersiz çözünürlükte, anlamlı bilgi vermeyen, aksine
yanlış çıkarımlar yapmaya elverişli harita ve harita
bilgisi paylaşımı ve merkezi hükümetin yurttaşlarına destek olmakta yeterli olamaması, güven
toplumuna zarar vermiştir. 12 Eylül sonrası kavramların içinin boşatılmasına, DPT, Hıfzıssıhha
Müessesi gibi kurumların ortadan kaldırılmasına,
Kamu İktisadi Teşebbüslerin özelleştirilmesine ek olarak toplumun kime ve neye inanacağı
konusunda boşlukların oluşturulması pandemi ile
mücadelede büyük zararlar vermektedir. Bunun
en yakın örneği Covid-19 aşısına ilişkin yapılan
tartışmalarda görülebilmektedir. Dünya Sağlık
Örgütü’nün de açıklamış olduğu gibi salgınla mücadelede en büyük sorun; özellikle sosyal medya
üzerinden yayımlanan, salgına ilişkin yanlış bilgilendirmelerdir ve bu davranış ‘infodemic’ olarak isimlendirilmektedir. Dünyada ‘infodemic’in
ortadan kaldırılamayacağı ama ülkelerin sağlık
kurumlarının, sağlık meslek örgütlerinin yapacağı
doğru bilgilendirmelerle yönetilebileceği düşüncesi kabul görmektedir. Bu durumda Türkiye’nin
hem pandemiye hem de ‘infordemic’le olan mücadelede başarılı olamadığı söylenebilir.
Türkiye’de bu sorunsallara karşı toplumun hemen
hemen her kesimi tarafından sıklıkla ifade edilen
iki kavram öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, yeniden ‘kamucu politikalara’ dönülmesi gerekliliği,
diğeri ise ‘bilimin’ gösterdiği yoldan ilerlenmesi
gerekliliğidir. İlk olarak olumlu olarak algılanan bu
kavramların gerçekte nasıl hayat bulacağı, yoksa
muhalefet partileri tarafından yalnız hamaset için
mi kullanıldığı pek anlaşılamamaktadır. Kapitalist
sistemin, serbest piyasa ekonomisinin, küreselleşmenin etkilerinin bu kadar ağır hissedildiği,
ucuz iş gücünün öne çıktığı ülkelerden biri olan
Türkiye’de ‘kamucu politikaların’ mevcut kapitalist
sistemde gerçekten nasıl hayata geçirilebileceği
açıklanmaya muhtaç bir konudur. Benzer biçimde bilimin ve aklın yolu, ortak akıl gibi kavramlar
kullanılırken gerçekte ne ifade edilmek istenildiği
açıklanmalıdır. Örneğin; Kanal İstanbul projesinde
projeye ilişkin hazırlanan ÇED raporunu hazırlayan ve savunan farklı uzmanlıklarda akademisyen76
ler olduğu gibi, karşı görüş belirten ve bu projenin
İstanbul’un sonu olacağını ifade eden akademisyenler de bulunmaktadır. Ülkedeki hemen hemen
her konudaki kutuplaşma, kendini bilimsel savlar
üzerinden de gösterebilmektedir. Pandemi süresince Sağlık Bakanlığı’nın oluşturmuş olduğu
COVID-19 Bilim Kurulu’nda yer alan akademisyenlerin söylemleriyle, Türk Tabipler Birliği gibi sağlık
meslek örgütlerinde bulunan akademisyenlerin
açıklamalarında bilimsel açıdan farklılıklar olabilir
mi? COVID-19 aşılarının ticari bir meta olması,
aşıda milliyetçilik kavramlarının yükselmesi, patentlerin büyük gelir kaynağı olması, sermayenin
fonladığı bilimsel çalışmalar vb. konular, dünya genelindeki bilimsel durumun tartışılmasını,
yeniden ele alınmasını ve bilim insanlarının etik
açıdan kendilerini sorgulamalarını gerektirmez
mi? Başka bir ifadeyle bilim ile felsefenin tekrar
bütünleşmesi, bilim ile uydurma bilim arasındaki
ayrımın yapılması gerekmektedir.
Artık gerçeklerle yüzleşip eyleme
geçme zamanı gelmedi mi?
Gerek pandeminin ortaya çıkışı, gerekse İstanbul’u bekleyen su sorunu, Marmara depremin ortaya çıkaracağı ağır tablo ve diğer afetlerin ortaya
çıkmasının veya etkilerinin ağır olmasının temel
nedeni, merkezi ve yerel yöneticilerin doğanın
kural koyucu olduğunu anlamak istememeleridir. Bunun sonucunda da rant odaklı yanlış arazi
kullanım politikaları belirlemektedirler. Küresel
ve yerel düzeydeki yanlış arazi kullanımı, doğayı,
çevreyi ve insan önceleyen politikalar yerine, sermayeyi önceleyen neoliberal politikalar doğrultusunda gerçekleşen kentleşme, 1960’lı yıllardan
itibaren dünya nüfusunun yaklaşık her 10 yılda bir
yaklaşık 1 milyar artması ve bunun sonucunda ortaya çıkan aşırı tüketim ve benzeri nedenlerle; insanlık iklim değişimi, doğal afetler ve pandemilerle karşı karşıya kalmaktadır. İstanbul özelinde su
havzalarının yapılaşmaya açılması, yeraltı suyunun
kontrolsüz tüketimi, yağışın toprakla buluşmasını engelleyen arazi üzerindeki yapay yüzeylerin
artmış olması, çarpık kentleşme ile ısı adalarının
yaygınlaşması ve yağışın azalması, artan nüfusa yanıt verebilecek yeterli sayıda ve kapasitede
su toplanma alanlarının oluşturulmuyor olması,
ulaşımda raylı sistemlerin payının yeterli düzeyde
arttırılmaması nedeniyle bireysel lastikli araçların
yoğun kullanımı ve benzeri yanlış arazi kullanım
politikaları beraberinde birçok sorunu getirmektedir. Oysa ki yerel yönetimler genel olarak her
bir sorunu ayrı ayrı çözmeye çalışmaktadır. Son
toplumcu seçenek
yıllarda bu çözüm geliştirme arayışları “Akıllı”
Şehir kavramı altında teknolojik yaklaşımlarla
gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu çalışma kapsamında ise sorunların aslında birbirleriyle ilişkili olduğu ve birbirini tetiklediği, bu
nedenle de birlikte ele alınması gerekliliği vurgulanmaya çalışılmaktadır. Su sorunu da, deprem de,
pandemi de, arazi kullanımında ortaklaşmaktadır.
O zaman arazi kullanımı üzerinden ortaklaşan
sorunları ve bu sorunların çözümleri birlikte ele
alınabilir.
Yerel yönetimlerin doğru arazi kullanım politikaları geliştirebilmeleri için mekansal veri altyapısına dayalı olarak kentlerin dijital ikizlerini
geliştirmeleri gerekmektedir. Burada ifade edilen
dijital ikiz kavramı yalnız kentin üç boyutlu grafik
modeli olarak algılanmamalıdır. Daha önceden
oluşturmuş olan kentin mekansal veri altyapısına, diğer bir ifadeyle kentin gerçekliğini yansıtan
doğru, güvenilir, güncel, yüksek çözünürlüklü
mekansal veri kümelerine dayalı bir dijital ikizin
oluşturulmasıdır. Sözü edilen mekansal veri altyapısı yalnız konum ve geometrik bilgileri içermemekte aynı zamanda kentin sosyal, kültürel,
ekonomik, sağlık ve tüm kent hizmetlerine ilişkin
bilgileri içermelidir. Bu mekansal veri altyapısı
aynı zamanda Mekansal Bilgi Sistemi tabanlı Kent
Bilgi Sistemini beslemelidir. Kent Bilgi Sisteminin etkileşim arayüzü kentin dijital ikizi olmalıdır.
Böylece kente ilişkin her türlü mekansal analiz,
tematik analiz, analitik operasyonlar, problem çözümü ve karar destek süreçleri dijital ikiz üzerinde gerçekleştirilebilir. Çağın öne çıkardığı yapay
zeka, büyük veri, nesnelerin interneti, robotik gibi
ileri düzey teknolojik yaklaşımlar mekansal zeka
kavramı üzerinden dijital ikizle bütünleştirilebilir.
Yerel yönetimler kamucu politikaları uygulamak
istiyorlarsa, kent hizmetlerine kentlilerin eşit
olarak erişmesini sağlamaya çalışıyorlarsa, bilimin
ve tekniğin gerekliliklerini yerine getirmeyi arzuluyorlarsa, önce yönettikleri kentleri ölçebilmeleri
ve tanıyabilmeleri gerekmektedir. Bilindiği üzere
ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Galileo Galilei
bu durumu “Sayılabileni say, ölçülebileni ölç, ölçülemeyeni de, ölçülebilir hale getir” biçiminde ifade
etmiştir. Kent verisi, konum bilgisiyle ilişkili olarak
mekansal veri altyapısında önceden tasarlanmış
olan kavramsal yapıya uygun biçimde, belirli bir
veri kalitesinde, güncellenebilir yapıda ve üretilebilecek en yüksek mekansal çözünürlükte bulunmalıdır. Hazırlanan bu mekansal veri altyapısı
yalnız belediyeler tarafından kullanılmamalı, açık
veri olarak kentliler de paylaşılmalıdır.
Pandemiyle Mücadelenin Anahtarı
Mekansal Bilgidir!
Pandemi, öncelikle tüm insanlığın karşı karşıya kaldığı bir sağlık sorunudur. Ama devamında
toplumsal sorun, ekonomik sorun, kent sorunu ve
diğer sorunlar olarak tüm dünyada ortaklaşmaktadır. Kentin mekansal veri altyapısına dayalı dijital ikizindeki yapılandırılmış veri kümeleri, halkın
gönüllü olarak kendi üreteceği yapılandırılmamış
veri kümeleri ile bütünleştirildiğinde, pandemiye
karşı önemli bir güç kazanılmış olacaktır. Toplum
olarak pandemiyle mücadelede en önemli araçlardan biri doğru, güvenilir, güncel, paylaşılabilir
mekansal bilgidir. Ancak bu tür mekansal veri kümeleriyle virüsün insanlar üzerinden hareketliliği
ve davranışı mekansal olarak modellenebilir.
Mekansal bilgi üretimi, mekansal analiz, mekansal
karar destek, mekansal görselleştirme başlıkları
altında Covid-19 hastalığına karşı mekansal bilişimden nasıl yararlanabileceğini ifade eden üç
temel başlık aşağıda verilmiştir:
1. Dijital temas izleme uygulamaları üzerinden
konum, yakınlık ve zaman bilgilerinin üretilmesi
Bu bilgilere dayalı olarak belirli süre içerisinde, belirli uzaklıkta bulunan insanların gerçek
zamanlı olarak uyarılması,
Temasta bulunan insanlardan Covid-19 testi
pozitif çıkanlar belirlendikten sonra, bu bilgilere
dayalı olarak temasta bulunan diğer insanların
uyarılması ve test yaptırmaya yönlendirilmesi,
Sözü edilen bu bilgiler kullanılarak, testi
pozitif çıkanların tecrit süresince tecrit edildikleri
yerde olduğunun izlenmesi,
Kent içerisinde toplu bulunan kamusal
alanlarda yoğunluğun takip edilebilmesi ve yoğunluk sınırının aşılması durumunda yurttaşlara
uyarı yapılması,
2. Ulusal ve yerel düzeydeki Mekansal Veri
Altyapıları üzerinden pandemiye ilişkin sağlık,
ekonomik, sosyal, ulaşım vb. tüm bilgilerin konum
bilgisi üzerinden ilişkilendirilmesi
Yoğun bakım yatak sayısı, ventilatör sayısı
gibi sağlık kurumlarının envanter bilgisi, sağlık
personeli sayısı, idari sınırlar içerisinde yer alan
nüfus bilgisi, test sonuçları, toplu taşıma modlarındaki günlük sayılar gibi bilgilerin birlikte kullanılması ile mekansal analizlerin gerçekleştirilmesi,
mekansal korelasyonların ortaya çıkarılması,
toplumcu seçenek
77
Mekansal ilişkiler ve epidemiyolojik modellerin birlikte kullanılarak salgının geleceğine
yönelik tahminlerin gerçekleştirilmesi,
Aşı dağıtımının, aşı uygulamasının lojistik ve
tatbik etme açısından yönetiminin ve optimizasyonunun yapılması,
Ulaşım gibi kent verisi ile, test sonucu gibi
sağlık verisi arasındaki ilişkinin kurularak kent içi
toplu taşıma hareketliliğinin daha güvenilir hale
getirilmesi
3. Pandeminin mevcut durumunun, yayılımının
izlenmesi için doğru ve anlamlı kartografik gösterimlerin paylaşımı
Uygun mekansal görselleştirme tekniklerinin uygulanmasıyla yurttaşlara doğru, anlamlı
salgın durumu verisinin paylaşılması,
Mevcut Covid-19 pandemisi durumunda
kullanılan haritaların büyük kısmında olduğu gibi
kullanıcılara yanlış ve eksik bilgi iletiminin önlenmesi.
Kentlerde bulaş riskini azaltmak için şehirde
bulunan sensörler ile gerçek zamanlı konum/
yakınlık belirleme çözümleri birlikte kullanılarak
dijital filyasyon tekniği etkin biçimde gerçekleştirilebilir. Bu tarz bir teknoloji bütünleştirmesi
iş, okul, ulaşım gibi toplumsal yaşamın, normal
kent yaşamının devam edebilmesine büyük katkı
sağlayabilir. Konum/yakınlık belirleme çözümlerinde GPS/GNSS gibi doğrudan konum belirleme
alıcıları kullanılabileceği gibi, hem açık alanda
hem kapalı alanda bluetooth gibi yakınlık sensörleri, kamera gibi görüntü/ısı algılayıcıları ve
mekansal olarak etkinleştirilmiş QR kodlar (GeoQR kod) kullanılabilir. Tüm bu sensörlerle elde
edilecek veri kümeleri mekansal tabanlı analitiklerde, mekansal analizlerde, salgının yayılımının
bilimsel olarak modellenmesinde, yapay öğrenme
ve mekansal zeka temelli çalışmalarda kullanılarak
salgınla etkin biçimde mücadelede büyük katkıda
bulunabilir.
Son Söz
Pandemiyle mücadeleyi toplumun bütün kesimleri, birlikte sosyal sorumluluk yaklaşımı ile
yapmalıdır. Eğer yeterli çözünürlükte ilgili veri
kümeleri paylaşılır, topluma doğru ve güvenilir
bilgilendirme yapılırsa, toplumdaki farklı kişilerin
ve kurumların farklı yetenekleri, pandemi karşısında mekansal zeka üzerinden kolektif zekaya
dönüştürülebilir. Böylece hem Covid-19 pandemisi
karşısında acil durum müdahalesi başarıya ulaşa78
bilecek, hem de Covid-19 pandemisi sonrası kent
yaşamı daha hızlı biçimde normale dönebilecektir.
Ayrıca yurttaşların/kentlilerin bilişsel olarak özgür olup, Covid-19 hastalığına karşı maske, mesafe
vb. tedbirleri içine alan sosyal sorumluluğu içselleştirip, kendi kendine uygulamaya geçmeleri ve
salgına karşı yapılan toplumsal mücadeleye katkı
vermek istemleri durumunda, mekansal bilginin/
bilişimin/zekanın toplum yararına kullanımı daha
da artacaktır.
Böylelikle yerküre üzerindeki tüm canlıların yaşamı tek bir haritada hayat bulabilir, aynı haritada
toplumlar/halklar da iş birliği ve dayanışma içinde
örgütlenip bütünleşebilir.
“Eğer yeterli çözünürlükte
ilgili veri kümeleri paylaşılır,
topluma doğru ve güvenilir
bilgilendirme yapılırsa, toplumdaki farklı kişilerin ve
kurumların farklı yetenekleri, pandemi karşısında mekansal zeka üzerinden kolektif zekaya dönüştürülebilir.
toplumcu seçenek
Pandemi İçin Acil Durum
Mekanları Tasarlama
Deneyimi Üzerine
Acil Korona Mekanları Ağı
acilkoronamekanlari.wordpress.com/
Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı,
Nisan ayının hemen başlarında, Türkiye’de ilk
Covid-19 vakasının açıklanmasından çok kısa bir
süre sonra, çok disiplinli ve kolektif bir üretim
için çağrı yaptı. Bu akut ve kolektif ağ, pandemi
sonrasında kurulan dayanışma ağları arasında
mesleki ve toplumsal fayda açısından çok özgün
bir çıkış oldu. Acil Korona Mekanları Ağı çağrısına giden süreci, ağın oluşumu çerçevesinde,
nasıl okudunuz? Çağrının hedefi neydi?
Acil Korona Mekanları: Dünyada bir
aydan daha az bir süre sonra, ülkemizde ise neredeyse birkaç ay sonra 1 yıllık süreci tamamlanmış
bir panik halinden söz ediyoruz. Her ne kadar,
birçoğumuz düzenli olarak işe gitmek zorunda
olanlar, bazılarımız mesleğe tam adım atacakken
evde kalmak zorunda kalanlar olarak yaşantılarımızı pandemiye bir şekilde başarılı olmayı umarak
adapte etmiş olsak da, Nisan ayında hepimiz bir
panik halindeydik ve henüz bir felaketin ortasına
düşmeden bir şeyler yapmak istiyorduk. Her gün
gün sonunu beklediğimiz, tartışmalı olduklarını
sonradan öğrendiğimiz vaka sayılarını takip edip
diğer ülkelerle karşılaştırdığımız, ve deyim yerindeyse çaresizliklerini izlediğimiz bir tablo vardı
karşımızda. Covid’le Türkiye’den önce tanışan
ülkelerin, mesela Çin ve İtalya’daki meslektaşlarımızın, gelişmeler karşısındaki reflekslerini izlediğimizde, en büyük sorunlardan birinin mekansal
ve teknik yetersizlikler olduğunu gördük. Covid
pozitif hastaları kabul edecek yatakları, servisleri
kalmayan hastanelerin, üzücü bir şekilde, pozitif
hastalar arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarını okuduk; aile büyüklerini göremeden kaybeden
insanların acısını ve sıra bekleyen yoğun bakım
hastalarının dramını okuduk. Aynı durumla karşılaşmamak için “Bizler neler yapabiliriz?” sorusu
bizi açık bir çağrı yapma fikrine yönlendirdi. Yapılacak çağrının hedefi, multidisipliner bir birliktelik
80
oluşturup, en ön safta savaşan sağlık emekçilerinin yükünü de biraz olsun hafifletecek şekilde,
mesleki bilgi birikimimizi bu mekan yetersizliği ile
karşılaşmadan önce faydalı şekilde kullanmaktı.
Biz Acil Korona Mekanları Ağı olarak çağrının açık
yapılmış olmasını önemsiyoruz, çünkü multidisiplinerliğe ve zor zamanlarda yan yana durabilmenin gücüne inanıyoruz. Çağrımızı yaptığımız
andan itibaren, çaresizliği bir kenara atıp sadece
yardımcı olmak isteyen 350’ye yakın gönüllüden
aldığımız mailler bu inancımızı güçlendirdi.
Toplumcu Meclis: Pandeminin ortaya çıkması ile
tüm dünyada sağlık mekanlarının yetersizliğine, bu mekanlara erişimin zorluğuna dair hızlı
çözümler için çeşitli çabalar hayata geçti. Bu
deneyimleri nasıl değerlendirirsiniz?
Acil Korona Mekanları: İtalyan mimar ve
aktivist Carlo Ratti Associati, pandemi sürecinde
hasta bakım ünitesi olarak tasarladığı konteyner
projesi CURA’yı açık kaynak olarak yayınlamıştı.
Acil Korona Mekanları Ağı’nın bir araya gelmesini
sağlayan ilk peki biz ne yapabiliriz sorusu bu proje
üzerine geldi. Sürecin içine girdiğimizde ilk yaptığımız şeylerden biri dünyadan ve tarihten örnekler araştırmasını yapmak oldu. Sonradan açık
kaynak olarak paylaştığımız araştırmalarda en çok
karşılaştığımız örnekler, yeniden işlevlendirme
örnekleriydi. Sahra hastanesine çevrilen sergi salonları, havalimanları, fuar alanları bunlardan bazılarıydı. Taşınabilir modüller, mevcut hastanelere
önerilen ek birimler, sağlık çalışanlarının barınma
ihtiyacına yönelik çözümlerle karşılaştık. Bu önerileri incelediğimizde acil durum zamanlarında
gerekli koordinasyonun sağlanıp ihtiyaca yönelik
çözümlerin üretilebilmiş olması, gerekli mekan,
malzeme, emeğin toplum hizmetine sunulmuş olduğunu görmek önemli bir deneyimdi. Bu çözüm-
toplumcu seçenek
ler kimi çevrelerce genel geçer bir tartışma olan
“mimarların dünyayı kurtarma egosu” olarak ele
alınıp sistem eleştirisi getirmediği için eleştirilse
de, gerçekten amaca hizmet eden sahra hastaneleri gibi çözümleri akut bir durumda imkanları
diplomatik ve taraflı süreçlere takılmadan nasıl
genişletebileceğimizi; mesleki bilgi, deneyim ve
pratiğimizi toplumsal meseleler, dünyanın güncel
ve global krizleri ve afetler gibi beklenmeyen acil
durumlar için kullanabileceğimizi gösterdi.
Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı’nın
üretim sürecinden nasıl ürünler ortaya çıktı?
sarım gruplarının yaptığı son çalışmayla havuzumuz son halini aldı. Çıkan projeleri geçici barınma
birimleri, karantina birimi, yoğun bakım üniteleri,
yeniden işlevlendirme projeleri, teşhis ve tedavi
birimleri ve pazar yeri projeleri olarak gruplanabilir. Modüler olarak taşınabilir ve çoğaltılabilir
sistemlerle oluşturulan karantina, bakım ve yoğun
bakım ünitelerinin yanı sıra, işlevi hastane ünitesi
olmak üzere değiştirilen bir cami, mobil teşhis ve
tanı birimi olarak kullanılan bir belediye otobüsü,
çadırlarla oluşturulan karantina alanları gibi ürünler çıktı. Projeler https://acilkoronamekanlari.
wordpress.com/ adresi üzerinden incelenebilir ve
indirilebilir. Acil Korona Mekanları Ağı’nı anmak
hassasiyetiyle, imkanı olanlar tarafından toplum
yararına kullanılmak üzere uygulanabilir.
Toplumcu Meclis: Ortaya çıkan ürünlerin toplumsal fayda açısından hedeflenen sonuçları
neydi?
Acil Korona Mekanları: İlk hedefimiz, ne
yazık ki deneyimlemek zorunda kaldığı pandeminin zararlarını azaltma konusunda sağlık çalışanlarına yardımcı olmaktı. Süreç ilerledikçe, bu
deneyimin bizleri acil durum mimarlığı alanında
çalışmaya yönlendirdiğini fark ettik. Çok hızlı ve
hiçbir fırsat bırakmayacak şekilde bir etki alanı
Acil Korona Mekanları: Bu noktada ön-
celikle üretim sürecinden söz etmek faydalı olacaktır. İlk olarak yaptığımız araştırmalar ve söyleşilerden yukarıda söz etmiştik. Sonrasında oluşan
gönüllü havuzundan çalışma grupları oluşturuldu.
Oluşan bu grupların ilginç yanı, birçoğundaki gönüllülerin birbirlerini tanımıyor oluşlarıydı. Ağın
çağrısını yaptığımızda kolektif bir çalışma için
yola çıktığımızı biliyorduk fakat fiziksel olarak bir
araya gelme imkanı olmayan gönüllüler, birbirlerini hiç tanımadan internet üzerinden proje geliştirdiler. Tasarım süreçleri bittiğinde, iki haftalık
bir zamandan söz ediyoruz, açık kaynak bir fikir
havuzu oluşturulmuş oldu. Sonuç ürünlerin uygulanabilirliği ve ilk çağrımızın hedefine ulaşabilmesi
önemliydi çünkü sonuç ürünler geldikten sonra
bakanlıklarla, belediyelerle, gönüllü gruplarla görüşüp bu projelerin hayata geçirilmesini amaçlamıştık. Bu konuda gönüllülerimizden destek aldık,
ayrıca bulaşıcı hastalıklarda mekansal ihtiyaçları
anlayabilmek için hekimler, meslek örgütleri,
akademisyenler ve halk sağlığı uzmanlarıyla canlı
yayınlar, ihtiyaçların projelerde karşılanabilmesi
için mühendislerle söyleşiler gerçekleştirdik. Projelerin maliyeti ve uygulanabilirliği konusunda ta-
Şekil 1: Karantina birimi proje önerilerinden birisi
https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/gecici-barinma-birimi/
toplumcu seçenek
81
Şekil 2: Açık ve kapalı pazar alanları proje önerilerinden birisinin sirkülasyon şeması.
https://www.youtube.com/watch?v=WSYMPz7Lo0k&ab_channel=AcilKoronaMekanlar%C4%B1
oluşturan pandemiyle karşı karşıya olsak da, ülkemizin beklediği birçok afet var. Deprem ne yazık
ki en büyük gerçekliklerimizden biri. Pandeminin
başında olan Elazığ Depremi ve Ekim ayı sonunda olan İzmir Depremi, felaketlerin bu kadar kısa
aralıklarla gelebileceğini ve bizim bunlara hiç
hazırlıklı olmadığımızı gösterdi. Acil Korona Mekanları Ağı’nda çıkan bazı projeler üzerine kolektif
olarak fikir üretirken modüler ve mobil olarak
günlük ısınma, beslenme gibi ihtiyaçları karşılayacak şekilde tasarlanan projelerin, bir deprem afetinden sonra geçici bir barınma birimi olarak kullanılabilecek ürünlerdi. Başka bir sonuç ürün ise
pandemide barınma ihtiyacını karşılamaya yönelik
olmasının yanında aynı anda herhangi bir zamanda evsizler için barınma ünitesine dönüşecek
şekilde tasarlanmıştı. Gelir eşitsizliği sorununa
direkt bir çözüm sunamasa da bir öğrenci projesi
olan tasarım, sorunun etkilerine geçici çözümler
üretiyordu. Bir diğer proje ise pandemi sonrasında mevsimlik tarım işçilerinin barınma sorununa
çözüm getirmeyi amaçlıyordu. Çoğunlukla kendi
köy veya şehirlerinden uzakta çalışmak zorunda
kalan mevsimlik tarım işçilerinin güvenlik, hijyen,
ulaşılabilirlik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik de
kullanılabilecek proje olarak dikkat çekiyordu.
Toplumcu Meclis: Üretim, tartışma, paylaşma
süreçleri açısından kolektif olarak nasıl bir
82
deneyim paylaşıldı? Kolektif öğrenme süreci de
kuşkusuz gerçekleşti. Bu deneyimi biraz açabilir
misiniz?
Acil Korona Mekanları: İlk yaptığımız
çağrıdan sonuç ürünlere kadar olan süreçten
daha önce de söz etmiştik. Tekrara düşmemek
adına hızlı bir özet yapmak gerekirse; süreç çağrıya gelen başvuruların alınmasıyla başladı, sonrasında çalışma gruplarının oluşturulması, takvime
uygun olarak araştırma yapılması ve bu verilen
tasarımları beslemesiyle projelerin oluşturulması
takip etti. Sonuç ürünlerin açık kaynak olarak yayınlanabilmesi için websitesinin oluşturulması, ve
sponsorluk arayışları için görsellerin hazırlanması
sonraki adımlardı. Süreci bu şekilde özetleyebiliriz. Ancak, kolektif çalışmayı vurgulamak adına,
bazı noktaları tekrar açmak gerekir. Örneğin,
araştırma, tasarım ve görsel hazırlama çalışma
gruplarındaki çoğu kişinin birbirini tanımaması
gibi. Burada önemli olan, ortak bir hedefe doğru
bireysel birikimlerimizi ortak bir birikim haline
getirebilmiş ve aynı zamanda birbirimizden öğrenebilmiş olmak. Süreç içerisinde tüm gönüllülerin rahatlıkla ulaşabileceği canlı yayınlarla, mail,
sosyal medya ve mobil mesajlaşma gruplarıyla
iletişim halinde kalıp, her türlü sorumuzu sorma
ve cevap alma, cevabını ağ içinde sağlayamadığımız durumlarda ise dışarıdan destek alma imkanı
toplumcu seçenek
doğdu.
Tasarımların oluşturulması ve yayınlanmasından
sonra Acil Korona Mekanları Ağı çalışmaları sonlandı diyemeyiz çünkü hala projelerin işlerliğini
görebilmek adına prototip üretmeyi planlıyoruz,
ayrıca Tübitak projesi kapsamında halk sağlığı uzmanları, sosyologlar ve şehircilerle birlikte
yerel yönetimlerle işbirliği yapacağımız bir çalışma yürütüyoruz. Bunun için de sponsor ve bütçe
arayışlarımız devam etmekte. Bu süreci de birlikte
çalışarak yürütmeye çalışıyoruz.
Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı’nın
biriktirdiği deneyim sizce geleceğe dönük bir
projeksiyon sunuyor mu?
Acil Korona Mekanları: Acil Korona
Mekanları Ağı’nın deneyimi geleceğe dönük bir
izlenim sunuyor demek çok iddialı olabilir belki,
ama belki Acil Korona Mekanları Ağı son zamanlarda daha çok oturmaya başladığını gördüğümüz
birlikte üretim ve karşılıksız bilgi paylaşımı kültürünün içindedir diyebiliriz. Bunu bulunduğumuz
noktadan geleceğe bakmak şeklinde değil ama
birlikte geleceğe adım atıyor olmak şeklinde açıklayabiliriz. Acil Korona Mekanları Ağı gibi kolektif
olarak ve toplum yararına çalışan birçok oluşum
var elbette. Fakat Acil Korona Mekanları Ağı deneyimini özelleştirmek gerekirse, fiziksel olarak yan
yana gelemeyişimiz ve çok hızlı bir şekilde üretim
yapmış olmamızdan söz edebiliriz. Gelecekte, elbette ki bu gibi pratiklerin çok daha fazla artmasını, kolektif çalışma kültürünün yaygınlaşmasını ve
bilginin topluma faydalı olacak şekilde üretilmesi
ve kullanılmasını umuyoruz.
Şekil 3: Teşhis tanı proje önerilerinden birisi
https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/diger/
Projelerin tamamını incelemek için: https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/
Acil Korona Mekanları Ağı’nın zaman çizelgesini
incelemek için: https://padlet.com/acilkoronamekanlari/zamancizelgesi
Acil Korona Mekanları Ağı’nın kolektif biriktirme
ve paylaşma panosuna erişmek için: https://padlet.com/acilkoronamekanlari/veriarastirma
toplumcu seçenek
83
Karton Bilgisayar: Her
Çocuğa 1 Bilgisayar
Ramazan Subaşı
Elektrik-Elektronik Mühendisi
Pandemi döneminde yoksunluk alanlarının en önemlilerinden birisi eğitime
erişmek oldu. Eğitim Sen’in pandemi döneminde eğitim raporundan çıkan
sonuç, uzaktan eğitim döneminin eşitsizlikleri derinleştirdiği ve
internet erişimi olmayan öğrencilerin uzaktan eğitimden yararlanamadığı
olmuştur.
Bu dönemde “her çocuğa bir bilgisayar sağlamak” amacıyla yolda olan Karton Bilgisayar Projesi’nden Elektrik-Elektronik Mühendisi Ramazan Subaşı
ile söyleştik.
Toplumcu Meclis: Ramazan merhaba. Öncelikle Karton Bilgisayar Projesi’nin fikrinin ortaya
çıkışından başlamak istiyoruz. Karton Bilgisayar
ismi neden seçildi, neyi hedeflediniz? Nasıl yola
çıktınız? İlk olarak başlangıç hikayesini dinlemek isteriz.
Ramazan Subaşı: Karton Bilgisayar Projesi’nin doğuş hikayesi 2015’e dayanıyor. O dönem
internette, Hakkari’de bilgisayara ihtiyacı olan bir
öğretmenin çağrısını gördük. Bilgisayar öğretmeni olarak atanmış ve atandığı köyde öğretmenlik
yapacak. Müfredatta ve okulun ders programında
bilgisayar dersi var, okulda bilgisayar sınıfı var,
öğrenci var, öğretmen var; ancak bilgisayar yok.
Tüm şartlar hazır olarak görünüyor; ancak asıl
ihtiyaç olan bilgisayar yok. İnternette öğretmenin
çağrısını gördükten sonra bir şekilde öğretmen
ile iletişim kurdum. Öğretmene Raspberry Pi’den
haberi olup olmadığını sordum. Bilgisayar ihtiyacınızı Raspberry Pi’lerle sağlasak olur mu dedik?
Bu fikir üzerine 10 tane Raspberry Pi ile kurulum
yapılacak set bulduk. O dönem çalıştığım firmayı
da organizasyona dahil edip 10 tane bilgisayarı
alıp 2015 yılının 30 Aralık’ında Hakkari’ye doğru
yola çıktım. Hatta yılbaşını da Hakkari’de bir köyde çocuklara bilgisayar sınıfı kurarak geçirdik.
Hakkari’ye gidişimizin bir videosunu çekmiştik, bu
84
videoyu internete yükledik. Yaşadığımız bu deneyimin sonrasında hem İstanbul’da hem de Anadolu’nun farklı yerlerinde ihtiyacı olan okullara
bilgisayar sınıfları kurduk, eğitimler verdik.
Böyle başlayan hikayemizi devam ettirmek, geliştirmek aklımızda hep vardı. Geçtiğimiz yıl bu
vakitlerde artık bu projeye yoğunlaşmayı düşünürken ve hazırlıklarımızı yaparken Ocak ayında
bir habere denk geldik. Diyarbakır’ın bir köyünde
bir öğretmen yine sınıfında çocuklara bilgisayar
anlatacak, ama bilgisayar yok. Öğretmen öğrencilerine bilgisayarı anlatmak için kartondan bilgisayar yapıyor. Kartondan klavye yapmış, üzerinde
kalemle tuşları işlemiş, ekran için kartona A4 kağıt
koyup ortasına renkli kalemlerle google yazmışlar.
Kağıdı top gibi yuvarlayıp mouse yerine koymuş.
Diyarbakır’daki öğretmenin imkansızlıktan çıkan
yaratıcılığını görünce dedik ki, bu işi biraz daha
hızlandırmak gerekli.
2015 yılında başlayıp 2020 senesine geldiğimizde
görüyoruz ki, durum hiç değişmemiş, çocukların
bilgisayara, teknolojiye erişimindeki açık hala çok
fazla...
Biz bu projenin hazırlıklarını yaparken pandemi
başladı. Teknolojiyi kullanarak nasıl sağlık çalı-
toplumcu seçenek
şanlarına destek olabiliriz düşüncesinin bir çıktısı
olarak 3 Boyutlu Destek organizasyonu ortaya
çıktı. 3 Boyutlu Destek Hareketi, Türkiye’nin 81
ilinde, pandemi döneminde sağlık çalışanlarına
koruyucu ekipman tedariği sağlayan bir gönüllü
organizasyon oldu. Karton Bilgisayar projesi, ne
yazık ki bu süreçte askıya alınmak durumunda
kaldı. Sağlık çalışanlarına koruyucu ekipmanın
biraz daha tedarik edilebilir olmaya başlamasıyla
birlikte biz de Karton Bilgisayar projesini pandemi döneminin özgünlüğüyle yeniden düşünmek
durumunda kaldık. Çünkü bildiğiniz gibi eğitim
online olmaya başladı; ancak yine pek çok çocuğun bilgisayara ve teknolojiye erişemediği bir
dönemdeyiz. 3 Boyutlu Destek ekibi ile birlikte bu
kez Karton Bilgisayar Projesini hayata geçirmeye
karar verdik.
Toplumcu Meclis: Pandemi döneminde eğitime
erişmenin zorluğunu pek çok boyutta gözlüyoruz. Karton Bilgisayar projesi de çocuklara
dayanışma yoluyla ulaşmaya ve onlara bilgisayar
ulaştırmaya çalışıyor. Söylediğiniz gibi 3 Boyutlu
Destek organizasyonu da benzer saiklerle yola
çıkmıştı. Bu süreçte biriktirenleri, deneyimleri
biraz dinlemek isteriz. Bu dayanışma faaliyetleri
içerisinde nasıl deneyimler biriktirdiniz? İmkanlar ve zorluklar anlamında neler buldunuz,
neler çıktı karşınıza?
Ramazan Subaşı: Deneyim tarafı, bir rek-
lamda da denildiği gibi, “paha biçilemez”. Özellikle
3 Boyutlu Destek organizasyonundaki deneyim,
her birimize bir daha karşımıza çıkamayacak deneyimler yaşattı. Hiç birbirini görmeyen yaklaşık
5000 insan, sağlık çalışanları için çalışarak ekipman üretti. Nazım da Yaşamaya Dair şiirinde diyor
ya, “yüzünü hiç görmediğin insanlar için laboratuvarda sabahlayacaksın”. Tam da öyle oldu. Hiç
tanımadığı insanlar için çabalayan insanlarla bir
araya geldik ve o deneyimi birlikte yaşadık.
3 Boyutlu Destek; 81 ildeki sağlık personeli için
ekipman üretti, 81 ilde gönüllüleri olan devasa bir
gönüllülük organizasyonu oldu. Ancak diğer taraftan çok küçük br merkezi organizasyon ve çok
az bütçe ile gönüllülerin katkıları ile yapıldı tüm
süreç yürütüldü. Hatta bir noktada gönüllü ağı o
kadar büyüdü ve organize etme ihtiyacı o kadar
arttı ki, operasyonel konuda profesyonel yardım
istemek için bazı firmalara da gittik. Çok geç
dönüşler aldık ve aslında o hantal, büyük yapıların hareket kabiliyetlerinin ne kadar az olduğunu
gördük ve öz gücümüze dayandık.
3 Boyutlu Destek’in ortaya çıkışına da bakınca,
teknolojiyi kullanmanın, hızlı olabilmenin avantajlarını gördük. Bu organizasyon kar amacı gütmeden, toplumcu bir refleksle ortaya çıktı ve büyüdü. 3 Boyutlu Destek Hareketi’nin hiçbir gönüllüsü
için maddi gelir kaynağı olmaması için çok hassas
davranıldı.
3 Boyutlu Destek, 9 ay önce başladı. Sıcak anında
anlayamadığımız bazı dersler de çıkardık. Herşey
normalken çok destek alacağımızı düşündüğümüz kimi yerlerden destek alamadığımızı, destek
beklemediğimiz heryerden de destek geldiğini
gördük. Oysa ki asıl destek zaten bu tip akut durumlarda gerekliydi.
Türkiye’de her zaman, bir şeyleri hayata geçirmenin, başarmanın kendi ayakları üzerinde durmakla
çok ilgisi var. Dışarıdan birilerine bağlı olunduğunda, kolektif kararlar ile işler yürümüyor. Ya
kendi yolumuzu açacağız, ya bir yol bulacağız
sonucuna gidiyorsunuz. Biz de Karton Bilgisayar Projesi’nde de kendi söküğümüzü kendimiz
dikmeye karar verdik. Bir amaç edinmiştik; her
çocuğa bir bilgisayar dedik. Herkesin çok katkı
sunabileceği, ikirciksiz kabul edeceği bu taleple
ilgili kapı çaldığımızda taşın altına elini koyanların
sayısı sandığımız kadar çok olmuyor. Biz bu tip
çıkmazları kendi yöntemlerimizle yani; teknolojiden faydalanarak, topluluğun gücüne, dayanışmaya inanarak çözmeye çalıştık. Böyle bir modelle
yürümeye, kendi modelimizi oluşturmaya çalışıyoruz.
Toplumcu Meclis: Karton Bilgisayar Projesi için,
dünyada benzer deneyimlerle karşılaştınız mı?
Ya da yurtdışında çocukların eğitime ve bilgisayara erişimine dair elinizde bir veri birikti mi?
Ramazan Subaşı: Karton Bilgisayar proje-
sine birebir benzer bir çalışma yok; ancak dünyada daha önceki zamanlarda yapılmış, şu anda
da farklı biçimlerde devam eden ucuza bilgisayar
tedariğine dair çalışmalar var. Biz de onları çok
inceledik, hatta bazılarıyla da iletişime geçtik.
Ama bunlar da çocuklara ücretsiz bilgisayar projeleri değil.
Raspberry Pi Vakfı’nın yine ucuza bilgisayara erişim çalışmaları var. Ama herkesin ücretsiz ulaşabileceği bir konsept henüz yok.
toplumcu seçenek
85
Toplumcu Meclis: Hedefler itibariyle projenin
geldiği noktayı nasıl tanımlarsın? Hedef neydi,
şu anda nerede?
Ramazan Subaşı: Kriterimiz şuydu: her
çocuğun teknolojiye erişimini sağlamak. Bunun da
maddi bir göstergesi olarak her çocuğun evinde
bir bilgisayar olması. Çünkü 3 Boyutlu Destek’te
de gördük ki, teknolojiye erişiyorsanız elinizden
de pek çok şey geliyor. O gönüllü ağı, bu erişim
içindeki insanlardı.
Bugün eğitim için de ne yazık ki aynı ihtiyaç devam ediyor. Teknolojiye erişemiyorsanız, eğitim
alamıyorsunuz. O açıdan hedefimizin güncelliği
parladı. Türkiye’de bilgisayara erişimi olmayan
hiçbir çocuğun kalmamasını amaç edindik. Geçtiğimiz 2 ay içinde ne yaptık? Başladığımız çalışmanın altyapısını oturtmaya çalıştık. Nasıl bir yöntem
ve yol izleyebileceğimizi netleştirdik. Önümüzdeki
hafta da ulaştığımız çocukları bilgisayarla kavuşturmaya başlayacağız. Şu anda elimizdeki imkanlar oldukça sınırlı. Ama bir taraftan da bu kısıtlı
imkanı nasıl sürdürülebilir kılarız, bunu düşünüyoruz. Çünkü günümüzde, bizim dert ettiğimiz
yoksunluğu ortadan kaldırmak, ciddi bir maddi
kazanç konusu. Türkiye için özellikle teknoloji
oldukça pahalı. O sebeple bu konunun muhatabı
şirketlerin pek sıcak yaklaştığı, ön açtığı bir hedef
olmuyor, bunu deneyimliyoruz. Hatta biz bir taraftan bunu farklı bir yöne nasıl evriltebiliriz, nasıl
yıkabiliriz onu da düşünüp tartmaya çalışıyoruz.
Toplumcu Meclis: Karton Bilgisayar projesi bir
yönüyle de bir teknik eleman dayanışması. Bir
teknik eleman faaliyeti olması yönünden de bakarak, teknolojinin kullanımının yarattığı, ya da
sizin yaratmak istediğiniz toplumsal fayda için
ne söylersiniz?
Ramazan Subaşı: 3 Boyutlu Destek ekibi ile
birlikte devam eden bir proje bu da. O çalışmada
ağın büyük parçası, 3 boyutlu yazıcıları kullanabilen ya da sahibi olan kişilerdi. Ve tabii ki bu insanlar teknoloji kullanımı yüksek insanlar. Bunların
bir kısmı üniversitede bilgisayar, teknoloji okuyan,
bir kısmı bilişim öğretmeniydi. Çok farklı meslek
gruplarından insanlar da vardı. Örnekler çoğaltılabilir. Ama oransal olarak daha çok konunun teknik
tarafında olan kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Ve
tam da söylediğin gibi, teknik eleman dayanışması
idik.
Teknolojinin toplumsal fayda açısından ne etkisi
86
olabilir sorusunun yanıtı çok geniş. Yeniden örnek
verelim, pandemi döneminde siperlik sağlamak
oldu örneğin. Çocukların online eğitime erişemediği noktada, her çocuğun teknolojiye dokunması
için bir çalışmaya evrildi. Yarın benzer amaçlarla,
teknolojiyi toplumun yararına kullanmak istiyorsanız bunun önünde de bir sınır olmadığını, çok
daha yaratıcı örnekler de yaratılabileceğini görüyorsunuz.
Bu verdiğimiz 2 örnek de pandemi ile alakalı;
ancak sadece pandemi odaklı düşünmemek lazım
elbette. Çocuklar günlük hayatta da bilgisayara
erişemiyordu, pandemi döneminde bu yoksunluk sebebiyle eğitime de erişemez oldular. Sağlık
çalışanlarının zaten pek çok alanda ihtiyaçları
hep vardı, ama ihtiyaçlar bu pandemi döneminde sivrildi. Bir konuda ihtiyaç tespiti yapmak için
bile sokağa çıkmadan dahi herşeyi online biçimde
yapabilirsiniz. Ama bunu yapabilmek için de öncelikle erişimi sağlamanız gerekir.
Yanıtta kilit konu, ne amaçladığınız. Teknolojiyi
toplumcu bir yaklaşımla sorunları çözmek için mi
kullanmak istiyorsunuz? Yanıt evetse bahsettiğimiz 2 örnekteki gibi deneyimler ortaya çıkıyor.
Yoksa kar amacı güderek, birilerinin cebini dolduracak yöntemler geliştirerek ticari bir faaliyet
mi yürütmek istiyorsunuz? O da bambaşka bir
yol. Hatta toplumsal fayda üretecek projelerin de
önünde engel haline gelmek demek.
Toplum yararına bir faaliyet yürütmek istiyorsanız, sadece teknoloji alanı için değil; bilimde,
sanatta, tüm dallarda yaratmanın imkanları var.
Toplumcu Meclis: Bahsettiğiniz 2 deneyimde de
açık kaynak kodlu yazılımların etkisini görüyoruz. Bu tip tabana yayılan faaliyetlerde açık kaynaklı yazılımın yarattığı bir imkan var sanırım.
Açık kaynaklı yazılımların yarattığı imkana dair
ne söylersiniz?
Ramazan Subaşı: Şu anda dünyadaki 5-6
şirketin aşı geliştirdiğinden ve bu geliştirilen aşıların nasıl dağıtılacağından bahsediliyor tüm dünyada. Bu aşıları geliştirenler şirketler olduğu ve
kar amacı güttüğü için, üretilen bu gelişme, yenilik topluma eşit seviyede ulaşamıyor, belki birçok
kişiye de ulaşamayacak. Biraz önce konuştuğumuz
gibi bu tamamen ticari kaygı ile yapılmış bir çalışma. Bilginin özgür olması olarak özetleyebileceğimiz açık kaynaklı olma hali, ihtiyaç olunduğu anda
herkesin onu alıp kullanabilmesine olanak sağ-
toplumcu seçenek
lamak demektir. Şu anda virüse dair bir kaç tane
formülle geliştirilmiş aşılar var. Farklı yüzdelerde
etkiler açıklanıyor, tıpkı bir yarış gibi. Ama bilgiler
kapalı olduğu için, gerçekten etki yüzdelerinin
doğruluğu şeffaf biçimde denetlenemiyor. Belki
daha ucuz, şu ana kadar üretilen bilgilerin üzerine
koyarak daha farklı yöntemle varyasyonları, belki
daha iyi bir çözüm geliştirilebilecek; ancak gizlilik
bunu mümkün kılmıyor. Bilgi özgür olsa, kamu
yararına bir çalışma olarak görülüp açık olabilse,
farklı dallardan insanların katkılarıyla da çok daha
ulaşılabilir hale gelebilir.
değil; “sosyal sorumluluk” söylemleri geliştirmek
durumunda kalacaklar. Biz yine kendi özgücümüzü, topluluktan gelen gücümüzü, dayanışmamızı
örmek zorundayız.
Toplumcu Meclis: Çok teşekkür ederiz.
Karton Bilgisayar Projesi’nin internet sitesine
linkten erişebilirsiniz: https://kartonbilgisayar.
wixsite.com/mysite
Avrupadan gelecek aşıların -70 derece dolaplarda
taşınıp saklanması gerektiği söyleniyor. Formülün
ülkeler nezdinde açık olarak paylaşılabildiği ve
teknik altyapısı olan ülkelerde bu formülün üretilebileceği bir durumda, aşı da çok daha erişilebilir
hale gelebilir. Açık kaynak kodunun felsefesi ile
bu bir model olabilir. Ne yazık ki bugün böyle bir
pandemi söz konusu olduğunda bile amaç ticari
olunca bu da gerçek olamıyor.
Toplumcu Meclis: Kendi deneyimlerinizden de
bakarak bu dayanışmaları dünya ölçeğinde de
değerlendirerek bir gelecek projeksiyonu sunduğunu, sunacağını düşünüyor musunuz?
Ramazan Subaşı: Dünya olanca çılgınlığıyla
liberal ekonomiyle, serbest piyasa ekonomisiyle,
karın herşeyin üzerinde olacağı kurgusuyla koşarken; gidilen bu yol, bizler açısından hep sarsılması, yıkılması gereken bir konuydu. Tam böyle olmamakla birlikte sermayenin kendi içerisinde de
farklı odakların yaratılabileceğine dair tartışmanın
olduğu görülüyor. Bir kesim gittikçe çok refah
içinde, israfın içinde; bir taraf sürekli yoksunluk,
yoksulluk içinde yaşıyor. Sermaye de daha alternatif metotlara gitmeyi deniyor. Örneğin daha
sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vermek gibi.
Bir nevi kendi krizini aşma çabası denilebilir. Ama
bizlerin de alternatif üretme yolları aramamız gerekiyor. Kooperatifler ya da dernekleşmeler gibi.
Önemli olan toplumsal faydayı merkeze koymak.
Dünyada da bu yöne doğru kaymanın olduğunu
gözlüyoruz. Büyük tekellerin de alttan gelen bu
rahatsız dalgaya çok dayanabileceğini, eski alışkanlıklarıyla sürdüremeyeceklerini görüyoruz. Bugün bahsettiğimiz 2 proje de toplumsal eşitsizliğin
boyutlarını gösteren, eşitsizlik kaynaklı ihtiyaçları
gösteren organizasyonlar oldular. Benzeri organizasyonların çok fazla alanda yaratılacağını düşünüyoruz. Kapitalizm açısından bakacak olsak bile
arayış içinde olmak, hatta bazı “toplumsal fayda”
toplumcu seçenek
87
Pandemi Sürecinde
Öğrenci Mücadelesi
Kaan Ünal
Öğrenci Sendikası
2019 yılının Kasım ayından beri tüm dünyada
etkisini sürdüren COVID-19 pandemisi, 13 Mart
tarihinde Türkiye’de de resmi olarak açıklandı. 20
Mart tarihinde ise hükümet tarafından bir genelge
yayınlanarak Türkiye’de ilk karantina başlatılmış
oldu.
Karantina ve COVID-19 pandemisinin, sosyal
yaşamda her yeri etkisi altına almasının yanı sıra,
birtakım mücadele başlıklarının da buna dahil
olması kaçınılmaz bir hale geldi. Virüsün etkisiyle
bir araya gelmekten çekinen toplumsal öbekler,sosyal mesafe uyarından sebeple yeni yöntemler
geliştirdiler ve farklı kanallardan mücadeleler
sürdürülmeye çalışıldı. Bu süreçte mavi yakalı geleneksel işçi sınıfı iş hayatına devam edip virüsün
etkisini sonuna kadar hissederken, beyaz yaka ve
gri yakalı diye tabir edilen kesimler yeni dönemin
yeni koşullarına adapte bir iş hayatı geçirdi. Beyaz
yakalıların hayatına “homeoffice” olarak tabir edilen yeni bir üretim modeli girerken, beyaz yakalılara oranla daha güvencesiz ve part-time işlerde
çalışan gri yakalılar ise ücretsiz izine çıkartıldı
veya işinden edildi.
Öğrenciler ise geleceğin beyaz yaka adayları,
güncel hayatın gri yakalıları olarak hem çalışma
hayatlarında hem de üniversitelerinde “yeni normal”e adapte oldu.
Üniversitelerin önce tatil edilmesi ve bir süre sonra bütün üniversitelerde online eğitime geçilmesi
dolayısıyla kampüs hayatı en azından bir süreliğine sona erdi. Öğrencilerin yanyana gelerek somut
sorunları tartıştığı ortamlar da kalkmış oldu.
Günümüzde sürdürülmekte olan mücadele pratiklerinin öğrenciler açısından ortaya çıkışına
bakılması gerektiğinde görülebiliyor ki cumhuriyet döneminde öğrenci mücadelesinin kökleri
88
çok uzun ve geniş başlıklara dayanıyor. Cumhuriyet dönemi öğrenci eylemlerinin ortaya çıkışı ve
kazanım elde ettiği ilk alan olarak indirimli ulaşım
hakkı göze çarpmaktadır. 1924’te yarım akbil yerine tam akbil alınmasını protesto eden öğrenciler,
Belçikalıların yönetimindeki Tramvay şirketini
basmış ve günümüze dek uzanan öğrenci akbili
uygulamasını kazanmıştır.(1)
Çeşitli yıllarda öğrenci eylemlerifarklı başlıklarda
tekrar ortaya çıkmışve Demokrat Parti döneminin
sonlanmasına yol açan 27 Mayıs Darbesi öncesinde öğrenciler etkin bir rol oynamıştır. Demokrat
Parti tarafından önerilen Tahkikat Komisyonunun
kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine
28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde düzenlenen protesto mitingi sırasında
İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz
polisler tarafından ateşlenen bir silah sonucu hayatını kaybetmiştir.(2)
1968’de tüm dünyadaki öğrenci hareketleri, Türkiye’de daha radikal bir şekilde ortaya çıkmış, Türkiye’nin Amerika ile olan yakın ilişkileri eylemlere
Anti-Emperyalist bir damar kazandırmıştır. Bu
dönemden sonra öğrenci eylemlilikleri bir süreklilik halini almış, bir öğrenci hareketinin başlangıcı
olmuştur. Dönemin sol siyasi önderleri çoğunlukla öğrenci hareketinin içinden çıkarak bu önemi
arttırmıştır. Bu dönemlerin karakteristik özelliği
öğrencilerin mücadele başlıklarının ülkesel ölçekte olmasıydı. 1980’den sonra YÖK’ün kurulması ile
birlikte ve üniversiteye giden öğrencilerin sınıfsal
değişimleri ile birlikte öğrenci mücadelesi sınıf
hareketleri ile birlikte daha minör ölçekte öğrenci
problemlerine eğilmiş, YÖK, yurt, yemekhane gibi
öğrenci problemleri, öğrenci mücadelesinin esas
gövdesini oluşturmaya başlamıştır.
Güncel öğrenci mücadelesi 2016 yılından beri geri
toplumcu seçenek
çekilmeye başlamış, İç Güvenlik Yasasıyla okullara
polis girişi serbest hale gelince de öğrenci hareketi büyük bir darbe almıştır. Okullarda hak arama
mücadelesi sınırlanmış, rektörlerin de işbirliği sayesinde üniversiteler, hak arama yerlerinden hızla
uzaklaşmıştır. Bu gerileme ve pandemi dönemi
arasında öne çıkan mücadele hareketi “Üniversiteme Dokunma” eylemleri idi. Alınan kararlar
neticesinde İstanbul Üniversitesi bünyesinden
İstanbul Üniversitesi ve Cerrahpaşa Üniversitesi
olarak iki ayrı üniversite kurulması kararlaştırılmış ve bu karar öğrencilerin büyük tepkisine yol
açmıştır. İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen
protestolar bütünü, üniversite öğrencilerinin
büyük bir çoğunluğunun aktif katılım sağlamasıyla
gerçekleşmiştir.
Bir diğer kırılma anı ise üniversitelerde birbiri
ardına gelen yemekhane zamlarıdır. Bu dönemde
birçok okulda yemekhane fiyatları yüksek rakamlara ulaşmış ve bunun sonucunda farklı boyutlarda öğrenci protestoları yaşanmıştır. Yemekhane
protestolarının Türkiye gündemine oturmasının
nedenlerinden birisi de yine İstanbul Üniversitesi’nde devam eden yemekhane protestoları
sırasında Sibel Ünli’nin intiharı olmuştur. Birçok
ünlü isim bu olaydan sonra İstanbul Üniversitesi öğrencilerine destek vermişve bu protestolar
sonucunda kazanım elde edilip fiyatlar eski haline
çekilmiştir.
Yemekhane protestolarının devam ettiği bir diğer
okul olan İTÜ’de ise öncesinde bir grubun özel
işletme boykotu olarak başlattığı süreç, devamında gerçek bir öğrenci mücadelesine dönüşmüştür.
Yemekhanedeki pahalı ve kalitesiz yemekler ile
kampüs içerisindeki her türlü özel işletmenin fahiş fiyatlarının boykot edilmesi için bizzat öğrenciler tarafından açılan boykot masası, defalarca
kez güvenlik tacizine uğramıştır. Ne var ki bütün
bunlara rağmen özel işletmelerin göstermelik
fiyat indirimlerinden başka bir kazanım elde edilemedi ancak okul yönetiminin açtığı tüm soruşturmalar durduruldu, aynı zamanda da davalar
birer birer düşmeye devam ediyor. Öğrencilere
dışarıdan gelen destek ve hukuksuzlukların gün
yüzüne çıkarılmasıyla birlikte İTÜ Yönetimi bu
despot tavrından adım adım geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Birçok yerde devam eden protestolar Öğrenci
Sendikası’nın Açlıkla Sınav Olmaz kampanyasına
ilham olmuş, bu kampanyada ise Türkiye’deki en
düşük yemekhane(Anadolu Üniversitesi), en düşük ulaşım (İstanbul) fiyatları ve Ankara Belediye-
si’nin öğrencilere çorba dağıtımı uygulaması baz
alınarak 3 maddelik bir kampanya düzenlenmiştir.
Bu imza kampanyası hem sokakta hem de Change.
org’da devam ederken pandemi yasaklarının başlaması nedeniyle yarım kalmıştır.
Pandemi Döneminde Öğrenci
Mücadelesi
Pandemi dönemi kampüs ve toplanma alanlarını
ortadan kaldırdığı için öğrenci mücadelesinde
yeni yöntem Twitterhashtag çalışmaları olmuştur.
Bugün bakıldığında pandemi; uzaktan eğitimin
yaşattığı sorunlar, kişisel hakların ihlali, barınma
ücretleri ve part-time çalışan öğrencilerin işsiz
kalmasıyla beraber ekonomik ve temel haklar
bazında çok fazla mağduriyete yol açan bir dönem
olmuştur.
Bu dönemin öne çıkan mücadele başlıkları yurt
ücretlerinin belirsizliği, sınavların multimedya
sistemleri kullanılarak yapılması ve kişisel hakların ihlali, işlerini kaybeden part-time çalışan
öğrencilerin ekonomik sorunları, online eğitimde altyapı sorunları ve lise öğrencilerinin sınav
takviminin sürekli değiştirilmesi ilepandemi
koşullarında kötü önlemler altında sınava girmesi olmuştur.
Nisan ayında yapılan araştırmaya göre öğrencilerin %30’u bilgisayar veya türevi bir cihaza ulaşamazken, Türkiye bu alanda 77 OECD ülkesi arasında 64. sırada kaldı. Ayrıca “sessiz bir ders çalışma
ortamına sahip olma” istatistiğinde de 49. Sıra ile
hayli geride kalındı. Öğrencilerin bilgisayara ulaşımı konusunda eşitsizlikler ortadayken, üstüne bir
de üniversitelerin kamera zorunluluğu getirmesi
ve sınavlarda konulan zorlaştırıcı kurallar öğrencilerin tepkisini çekmiş, bunun sonucunda da
birçok üniversite bu kurallara gösterilen tepkiler
nedeniyle geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Pandeminin ilk günlerinde okulların tatil edilmesiyle birlikte yaşadığı illere dönen öğrenciler,
okulların açılmaması sebebiyle kira ve yurt ücretleri konusunda sıkıntı yaşamış, ayrıca bu konuda
yaşanan mağduriyetler için herhangi bir yardım
paketi veya kolaylaştırıcı bir çözüm sunulamamıştır. Öğrencilerin sıkça çalıştığı kafe, bar gibi
part-time işlerin de kapatılmasıyla öğrenciler gelirlerinden mahrum kalmış, yaşamadıkları evlere
ve yurtlara para vermek zorunda kalmışlardır.
toplumcu seçenek
89
Şekil 1: http://www.
oecd.org/education/Turkey-coronavirus-education-country-note.pdf
Öğrenci Sendikası pandemi ile beraber “Güvenle
Evde Kalmak için 3 Sorun 3 Talep” başlıklı bir
çağrı yapmış, bu çağrıyla beraber sınırsız internet, KYK ve ödemeleri içeren 3 talep sunmuş ve
bu çağrının 2. maddesi olan “KYK ve Yurt Ödemeleri Ertelensin” talebi dönemsel olarak karşılanmıştır.
COVID-19 pandemisinin başlangıcının üzerinden
bir yılın geçtiği bugünlerde fark edilen en önemli
noktalardan bir tanesi, hükümetin zorlama yöntemleriyle birlikte sokaklardan ve kampüslerdeki
mücadelesinden geri adım atmış görünen öğrencilerin aslında halen aynı noktada bulunduğudur.
Sıralardan, sınıflardan, amfilerden uzak olunsa
da öğrenci mücadelesinin geleceği sorgulanamaz
biçimde umut vaat etmektedir.
Sıkıntılı süreçlerde, bin bir türlü imkansızlıkla
boğuşurken sıra arkadaşlarının haklarını da aramaya devam eden binlerce gencin ortak gayesi
ücretsiz, kaliteli ve adil bir eğitim-öğretim hayatı
yaşayabilmektir. Eşitsizliklerin en çok sorgulandığı pandemi döneminde de bu gayenin yerine
getirilebilmesi için gerek sosyal medyadan, gerek
online toplantılardan, gerekse sosyal mesafeyi
koruyarak atılan direniş adımlarıyla mücadelesini
büyütmeye ve yaygınlaştırmaya çalışan bir öğrenci kitlesi göze çarpmaktadır.
Her ne kadar sokaktaki coşku ve etkinlik seviyesiyle devam etmek zor olsa da, öğrenciler evlerine
kapanmış durumdayken bile haklarını aramanın
bir yolu olduğunu herkese kanıtlamışlardır. Bunun
da en büyük örneklerinden birisi olarak yine İTÜ
örneği verilebilir. Online eğitim süresi boyunca
öğrencisini birçok zorlukla baş başa bırakan İTÜ
akademisyenleri, bir de sınavlarda multimedya
90
sistemlerini zorunlu hale getirince sosyal medya
üzerinden büyük bir isyan başlamıştır. Örgütlü
hashtag eylemlerine birçok ünlü isim de dahil
olmuş ve öğrencilerin hak arama süreçlerine yardımları dokunmuştur. Bunun sonucunda
sınavlardaki kamera-mikrofon zorunluluğu ortadan kaldırıldıysa da yönetim, zorunlu tuttuğu bir
sistemden vazgeçirilememiş ve birçok İTÜ öğrencisi mağdur olup zorlu telafi sınavlarına girmek
zorunda bırakılmışlardır.
Öğrenci mücadelesi COVİD-19 zamanı tekil
üniversite mücadelelerinde, pandemi öncesi
döneme oranla daha fazla kazanım elde etmiştir.
Kameralı sınav sistemi uygulaması Işık Üniversitesi ve Piri Reis Üniversitesi’nde kaldırılırken, üniversite yönetimi öğrencilerin kurduğu
meclisleri resmi olarak muhatap almak zorunda
kalarak pazarlık yapmıştır. Trakya Üniversitesi’nde ödev sürelerinin kısa olması sebebiyle
mağduriyet yaşayan öğrencilerin talebi karşılanmış, ödev teslim süreleri uzatılmıştır. Yine
aynı şekilde birçok üniversitede sınav sırasında
yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için öğrenciler ses çıkartmış ve yüksek oranda taleplerini
kabul ettirmişlerdir.(3)
Bu ve buna benzer birçok kazanım, 2019-2020 Bahar yarıyılında kayıtlara geçirilmiştir. Görüldüğü
üzere birebir temas ve kol kola eylemler olmasa
da, sokaklarda polis barikat ve engellemelerine
rağmen özgürce mücadele edebilmenin “başaracağız” hissiyatı ile çevrelenmese de öğrenci hareketi pandemi sürecinde devam etmenin bir yolunu her zaman yarattı kendisine. Belki daha sönük,
belki daha zorlayıcı süreçler atlatılarak edinilen
kazanımlardan bahsedilebilir ancak hiçbir şekilde
öğrenci mücadelesinin sokaklardan online ortama
toplumcu seçenek
geçişte eksilmediği görülebilir.
Son olarak, öğrenciler her ne kadar online mücadelelerinde başarılı olsalar da istedikleri eğitim-öğretim biçimi için, sıra arkadaşları için,
gelecek nesillere güzel bir akademi kalabilmesi
için sokaklara dönecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlar.
Kaynaklar
(1) https://www.evrensel.net/haber/106351/
cumhuriyetin-ilk-ogrenci-eylemi-wagon-lits-protestosu
(Ayrıca bkz. 1933 WagonLits Eylemleri).
(2) Turan Emeksiz, 555K
(3) https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1263428186278432769?s=19
https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1266000255881031681?s=19
https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1233057582094442497?s=19
https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1272517278379192320?s=19
toplumcu seçenek
91
Mühendislik Öğrencileri ile
Pandemide Online Eğitime
Dair Söyleşi
Okullarda 2019-2020 Bahar Yarıyılı, Covid-19 virüsünün ülkemizde açıklandığı ilk hafta içerisinde 3
hafta süreyle tatil edildi ve ardından eğitim çevrimiçi derslerle sürdürülmeye çalışıldı. Ne var ki bu
çaba, farklı yaş gruplarından birçok öğrenci için
bir kabusa dönüştü. Eğitim mülakatları yazımızla
da öğrenci arkadaşlarımızın yaşadıklarıyla ilgili
fikir sahibi olmak için bir fırsat elde ettik. Maddi
yetersizlikler ve çeşitli başka sebeplerle örgün
eğitim döneminde bile öğrenimleri konusunda
sorunlar yaşayan öğrenciler, çevrimiçi derslerin
getirileriyle başa çıkmakta bir hayli zorlandılar.
Bunlara verilebilecek en basit ve bir o kadar da
nahoş örnek, öğrencilerin çevrimiçi eğitimde
kullanmak üzere elektronik eşyalara veya internete sahip olmamasıydı. İlkokul çağından itibaren
çocuklarını okutmak için gayret gösteren aileleri
de zora sokan bu durum konusunda ne devletten
etkili bir yardım alınabildi ne de öğretmenler/
akademisyenlerden tolerans görülebildi.
Bu konuda en çok etkilenen kesim olan üniversite
öğrencilerindeki durumun boyutu ise farklı bir
sebepten daha etkilenerek büyüyordu: Memlekete
dönüş. Birçok öğrenci, açıklanan üç haftalık araya
göre kendisini ayarlayıp memleketine döndü ancak pandeminin bitmek bilmez çilesi en az bir yıl
daha devamlılık gösterdi. Kimisi üniversite okuduğu şehirden bilgisayarını taşıyamamıştı, kimisi
normalde kütüphane kaynaklarından faydalandığı
dersleri için alamadığı kitaplar yüzünden zora
girmişti. Ayrıca normalleşme süreciyle beraber
bir şeylerin yoluna gireceği beklentisindeki öğrencileri ikilemde bırakan ve hiçbir şekilde açıklığa kavuşturulmayan öğrenim sistemi dolayısıyla
birçok öğrenci üniversite okuduğu şehirdeki ev ve
yurtlarının ücretlerini ödeyemediği için buraları
boşaltmak zorunda kaldı. Bu ve bunun gibi birçok
imkansızlığın sıralanabileceği çevrimiçi eğitim
sisteminin bir diğer problemi de akademideki
içinden çıkılmaz eşitsizlik ve ilgisizlikti.
Sorulara verilen cevaplarda da görülebileceği
üzere, hocaların adaletsiz ve anlaşılmaz tutumlarının yanı sıra, okul yönetimlerinin imkansızlıklarla boğuşan öğrencilerine tolerans tanımaksızın
getirdiği zorunluluklar öğrencilerin belini bükmeye devam etti. Kamera, mikrofon zorunluluklarından tutun da, kopyayı engellemek adına aşırı kısa
tutulan sınav süreleri, bağlantı/internet yetersizlikleri nedeniyle sınavlarda yaşanan kayıplar
da eklenince öğrenciler hem öğrenmekten hem
de öğrendiklerinin ölçülmesi süreçlerinden iyice
soğutuldular. Dengesiz not dağılımları, ilgisiz ve
hatta yetersiz öğretim görevlileri, öğrencisine
güvenmeyen ve sorunlarına kulak asmayan okul
yönetimleri de pandeminin zorlu sürecine destek
yerine köstek olmak için ant içmiş gibi davrandılar. Çok fazla sayıda ve ağır ödevlerle öğrenciler
hem öğrenmekten uzak ve ezberci bir sistemle
sınanmaya çalışıldı hem de Corona onları hiç
bulmamış/bulmayacakmış gibi davranıldığı için
sağlıkları hiçe sayılarak sorumluluklarının yerine
getirilmesi istendi.
Ekleme yapılabilecek çok fazla konu, başlık ve
hatta alt başlık çıkabilecek olsa da özetlemek
gerekirse, pandemi döneminde öğrencilerin
durumunun su götürmez bir şekilde felakete
sürüklendiği görülebiliyor. Karar ve destek mekanizmalarının yavaş ve sorunlu çalışması sebebiyle
öğrencilerin üstlerindeki yükün her geçen gün
arttığı görüldü. Öğrenim elemanlarının bu konularda en ufak bir anlayış sergilemediği durumlarda
bile elinden çabayı gösteren öğrenci arkadaşlarımıza yaşadıklarıyla ilgili sorduğumuz birkaç
soru ve cevapları da bugüne kadar hangi sıkıntılı
süreçlerden geçilerek gelindiğinin en büyük kanıtı
durumunda.
toplumcu seçenek
93
Nerede, hangi bölümde, okumaktasınız? Kaçıncı sınıfsınız?
• İstanbul Teknik Üniversitesi, Şehir ve
Bölge Planlama bölümünde okumaktayım, 2.
sınıfım.
• Gıda Mühendisliği 3. Sınıf öğrencisiyim.
• İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümü 3. sınıf öğrencisiyim.
Pandemi dönemi ile eğitim hayatınız nasıl etkilendi ve bu etkiler hala
sürüyor mu?
• Bölümümüzün, ağırlıklı olarak stüdyo
ilişkileri ve öğretmen ve akranlarla birebir öğrenme üzerinden şekillenen bir bölüm olması
ve aynı zamanda üç boyutlu düzlemde düşünebilme ve mekansal düşünebilme kaygıları
ile oldukça somut bir bölüm olması nedeniyle
pandemi döneminde verimliliğim büyük ölçüde düştü.
• Mühendislik okuduğum için pandemi döneminde eğitimim çok verimsiz oldu. Özellikle laboratuvar uygulama derslerinde örgün
eğitimde bile yeterli eğitimi alamazken pandemi sürecinde eğitim kalitesi çok kötü bir
hale geldi.
• Olumsuz etkilendi. Okulun öğrencileri
zorlayan olumsuz tutumları ve anlayışsızlıkları zaten stres altında olan bizleri daha çok
strese soktu. Okulun her öğrenciden kamera, mikrofon ve kesintisiz internet beklentisi
öğrencileri maddi açıdan zorlarken, hocaların
çok fazla ödev ve quiz yaparken sınavlarda
da “kopya çekileceği” düşüncesiyle süreyi
kısa tutmaları ve olağandan daha zor sorular
sormaları akademik açıdan bizleri olumsuz
etkiledi.
İmkansızlıklar yaşadınız mı, bunlar
nelerdi?
• Normal şartlarda, stüdyo içinde hazırladığımız maket, model, çizim gibi somut ürünlerin pandemi şartlarında da hazırlanması için
ısrar eden hocalarımız sebebi ile materyal
temin etme konusunda ciddi bir imkansızlık
yaşadım.
• Maddi sıkıntılardan kaynaklı önerilen
kitapları alma imkanım olmadı. Birçok hoca
94
kitap önerse de konu anlatım slayt, PDF gibi
başka kaynaklarda veriyor. Bir dersimde kitap
alamadım ve hoca da kaynak yardımında bulunmadı.
Gündüzleri işe gittiğim için ders kayıtlarını
akşamları dinleyebiliyordum ama bazı öğretim görevlileri dersleri kaydetmiyor.
Sınavda süreler çoğu zaman yetersiz oluyor.
Sınav esnasında kamera açılması zorunlu tutuldu ve benim vize döneminde bilgisayarım
yoktu. Sınavlar hakkında gerekli bilgiler kayıt
altına alınmıyor.
• Bazı günlere derslere internetim olmadığı için katılamadığım gibi bir sınavımda da
elektrik kesintisi yaşamamdan ötürü sınavı
tamamlayamadım.
Eğitim kurumunuzdan bu imkansızlıklarınızı gidermek adına bir
destek alabildiniz mi?
• Maalesef herhangi bir imkansızlık ya da
şikayetimiz konusunda kurumumuza resmi
yollardan ulaşmanın pek bir işlevli yolu yok.
• Şu an okumakta olduğum üniversite de
online eğitim konusunda çoğu üniversiteye
göre daha başarılı lakin kamera açık sınavlarda bir alt yapıya sahip olmamalarına rağmen
kameranın açılması noktasında öğretim görevlilerine yetki veriyorlar. Teams üzerinden
kamera açık yaptığımız sınavlarda sürekli
sistemden kopmalar yaşadık ve sınava odaklanma problemi yaşadık.
• Okulumuz atanmış bir rektörün gelişiyle
birlikte öğrenci yanlısı olmayan kararlar aldı
ve çoğu öğrenci talebini yanıtsız bıraktı. Ayrıca içerisinde İTÜ Maçka Yabancı Diller Yüksekokulu’nun da taşınması gibi karaların da yer
aldığı süreçlere hiçbir akademik bileşeni dahil
etmediği gibi bu kararları yeterli açıklamalarla
da sunmadı. Yaşanan teknik sıkıntıları halletmesi gereken Bilgi İşlem Daire Başkanlığı’na
ulaşmakta ise genelde zorlandık.
Öğretim görevlilerinizin yaşadığınız sorunlara dair ve sürecin genel
getirilerine yönelik tutumları ne
yönde oldu?
• Özelllikle İTÜ’nün sürecin idamesini büyük ölçüde akademisyenlere bırakmış olması,
toplumcu seçenek
akademisyenlerin her türlü tutumu sergilemekte özgür oldukları bir sonuca sebep oldu.
Herhangi bir sorun ya da şikayetimizde kendilerinden olumlu bir dönüş olmak neredeyse
her durumda imkansız. Bu pandemi şartlarında kendilerine ulaşabileceğimiz yegane aracın
e-mail olması sebebiyle kendilerine attığım
hiçbir e-maile dönüş alamadım üstüne üstlük
kendilerinden kesinlikle e-mail almak istemediklerine dair net dönüşler de aldım.
• Kaynak açısından öğretim görevlileri ‘’ kütüphaneden ulaşabilirsiniz’’ gibi çözüm yolları
sundular. Sınavda sorumlu olduğumuz kitabın
internet üzerinden satın alabileceğimiz bir
PDF hali bile yoktu. Elinde kitap olan arkadaşlarımızın her sayfanın tek tek fotoğrafını
çekip yollamasıyla derse çalışabildik. Dersi
kaydetmeyen öğretim görevlilerine sorunlarımızı ilettiğimizde derse katılım sağlamamızın
yararlı olacağı dönütünü aldık. Yetersiz sınav
süreleri ve internet alt yapı problemlerinden
kaynaklı sorunlar yüzünden özellikle online
sınavlarda sınavı gönderemedik. Tüm cevapları tek tek fotoğraflarını çekip, PDF yapıp,
kısa süre içerisinde öğretim görevlisine ulaştırmak zorunda kaldık.
Sınavda kamera açılması zorunlu tutulduğunda kamerası olmayan öğrencilere ‘’Karakol,
kaymakamlık, valilik gibi resmi kurumlara
gidip sınava girebilirsiniz’’ tavsiyesi verildi.
Yetersiz alt yapıdan kaynaklı olarak kameralar açıldığında da sürekli kopmalar yaşandı.
Sürenin kısıtlı olduğu sınavda tekrar kameramı açmaya çalışırken zaman kaybettim. Son
3 dakika kala tüm yanıtlarım silindi, öğretim
görevlisine bunu ilettiğimde ‘’3 dakika içinde
yazabilirsin’’ cevabını aldım.
Sorunlarımıza karşılık bir öğretim görevlisinden ‘’Bana ne sorunlarınızı halledin, üniversiteye gelmişsen çözümünü üreteceksin’’
cevabını aldık.
Sınav hakkında soru ilettiğimizde dönüş alamadık. Bazı sınavlarda hangi sistemde gireceğimizi sınavdan 5 dakika önce öğrendik.
• YÖK’ün ve üniversite yönetiminin ders
puanlama ve gereken yerde öğrenciye imtiyaz tanıma kararlarını öğretim görevlilerine
bırakıp adeta olabileceklerden sorumluluk
almaması her öğretim görevlisinin kendine
özgü bir sistem uygulamasına yol açtı. Bu ise
eşitsizlik doğurarak bazı öğrenciler için olumlu, bazı öğrenciler için ise olumsuz durumlara
yol açtı. Ancak tüm İTÜ öğrencilerinin maruz
kaldığı şey yapabileceğinden çok daha fazla
ödev verilmesi ve puan değerlendirmelerinin
haksız bir şekilde yapılması oldu.
Sürecin dezavantajlarını yok etmeye dönük önerileriniz neler olur?
• Bu normal zamanlarda da yaşadığımız bir
problem olarak her zaman kendini gösteriyordu fakat pandemi döneminde kesinlikle
daha net bir ihtiyaç olarak şekillendi. Karar
alma süreçlerine öğrencilerin katılmaması
hatta bilerek ve isteyerek dışında tutulması
her durumda bizi zor duruma sokan ve bizi
mağdur eden bir sonuca dönüşüyor. Öğrencilerin mutlaka ama mutlaka temsiliyeti bulunmalı.
• Ders içeriklerinin bulunduğu tüm kaynaklar öğrenciler tarafından ücretsiz ve kolay
ulaşılabilir durumda olmalıdır. Ders kayıtları
öğrencinin istediği her anda erişilebilir halde
olmalıdır. Sınavlar hakkında sınava dahil olan
konular, sınav süresi, soru şekilleri, soru sayısı
ve sınavla ilgili önemli noktalar sınavdan önce
öğrenciye mail ile detaylı bir şekilde iletilmelidir. Online sınavlarda süre bitince sistem
direkt kapanıyor. Bunun yerine sınav süresi
15 dakika fazla tutulup gönderim saatine göre
değerlendirilmeli, 1-2 dakika gecikmelerde
inisiyatif kullanılmalıdır. Sınav esnasında öğrenciden kamera açılması talep edilmemeli.
Belirli uygulama derslerinde öğrencinin talebine göre ilgili dersi en yakın alabileceği
üniversite belirlenmeli ve pandemi koşulları
kapsamında ders verilmelidir. Uygulama dersleri gruplar sınıfı gruplar haline bölüp daha az
öğrenci ile kısa sürede hızlı bir eğitim şeklinde de verilebilir.
• Öncelikle bu sürece akademik bileşenler dahil edilmeli ve üzerinde karara varılmış
ortak bir sistem uygulanmalıdır. Öğrenciler
maddi açıdan zorlanmamalı, olabilecek teknik
aksaklıklara imtiyaz tanınmalıdır. Öğrencilerin pandemi sürecinde içinde bulunabileceği
olumsuz durumlar göz önüne alınarak ders
yükleri normalden daha fazla olmamalıdır.
toplumcu seçenek
95
Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi
Assembly of Socialist Engineers and Architects
toplumcumeclis.org
twitter.com/toplumcumeclis
facebook.com/toplumcumeclis
instagram.com/toplumcu_meclis
iletisim@toplumcumeclis.org