Academia.eduAcademia.edu

Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesine Dair

2021, Toplumcu Meclis Bülteni 'Toplumcu Seçenek'

Covid-19 pandemisi dediğimizde, kapitalizmin bütünsel ve yapısal olarak mekansal örgütlenmesindeki dönüşümü gözleyebilmek için çok kısa bir dönemden bahsediyoruz. Pandeminin doğrudan kapitalizmin mekansal örgütlenmesini değiştirmesinden çok, öncelikle derinlerde var olan ve gündelik hayatta pek farkına varmadığımız mekansal ayrışma ve kategorileri, mekansal fay hatlarını daha görünür kıldı. Ama pandemi orta ve uzun erimde bu mekansal eşitsiz örgütlenme hatlarını daha da derinleştirme riski taşıyor. En azından 4 noktada görünür olan eğilimleri derleyebiliriz: a. Güvenlikli Sitelerde Sınıf, İçine Kapanma: b. Küçük ve Orta Ölçekli İşyerleri ve Meskenlerin İç İçe Geçtiği Mahalleler: c. İşyeri Covid-19 Kümelenmelerinin Görünmezliği d. Nanometrik Ölçekteki Virüs Küresel Kapitalizmin Kırılganlığını Ortaya Dökmesi

Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi; ülkemizin ve dünyamızın kaynaklarına; tüm yaşam alanlarımıza, mahallelerimize, meydanlarımıza, evlerimize ve yaşamlarımıza saldırıya karşı başta mühendis, mimar ve şehir plancıları olmak üzere eşitlik ve özgürlük için yanyana gelmiş topluluktur. Mesleki bilgi birikimini sermayenin değil, toplumun çıkarlarına hizmet etmek için kullanmanın araçlarını geliştirmeyi amaç edinmiştir. Bunu yaparken de meslektaş dayanışması hem meslek pratiğini gerçekleştirirken, hem omuz omuza mücadele eder ve dayanışırken bizleri hayatta tutacak olandır. Toplumcu Meclis olarak üzerine düşünüp tartıştığımız, mücadele ettiğimiz ya da katkı sunmaya çalıştığımız konuları paylaşmak ve analizler, sorun tespitleri ile birlikte seçeneğimizi de ortaya koymak amacıyla bir yayın serisi hazırlamak istedik. “Toplumcu Seçenek” başlığı ve farklı temalarla işleyeceğimiz serimizin ilk sayısını da Pandemide Toplumcu Seçenek’e ayırdık. Toplumcu Meclis, yola 10 yıl önce, “okumuş insan emekçi halka sorumludur” diyerek çıkmıştı. Yaşadığımız Covid 19 pandemisi 1.yılına yaklaşırken bu sorumluluğu pek çok boyutu ile daha derinden hissediyoruz. Türkiye’de ilk Covid 19 vakasının görüldüğü Mart ayından itibaren kentlerin, doğanın, emeğin ve yaşamın yağmalanması durmadığı gibi artarak devam etti. Bu süreçte önlemlerin plansız ve yetersiz bir şekilde alınması “prematüre normalleşme” sınıf farklılıklarından oluşan kırılganlıkları derinleştirirken eşit, adil ve hakça yaşamanın ne kadar hayati olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Pandemi koşullarında sorunların betimlenip anlatılmasının yanı sıra, içinde yaşadığımız koşulların tek seçeneğimiz olmadığının bilinciyle “toplumcu seçeneğimiz”i birlikte aramak istiyoruz. Bu çalışma Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi yayın çalışma grubunun kolektif üretmi ile hazırlanmış, dostlarımızın katkısıyla üretilmiştir. Toplumcu Meclis’in 10 yaşını kutlar, yolculuğumuzda yanımızda olan, emek veren tüm dostlarımıza teşekkür ederiz. Hepimizin katkılarıyla... iletisim@toplumcumeclis.org toplumcu seçenek İÇİNDEKİLER 3 Çalışma Grubundan Deniz Doğa Işık, Deniz Öztürk, Fatma Gül Eryıldız Şenvardar 6 EMEK Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesine Dair Aslı Odman 14 Pandemi Günlerinde Şantiyeler Üzerine Röportaj Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi 18 SAĞLIK ‘Sağlıkta Dönüşüm’den Covid-19’a Emre Kırmızıtaş 22 KENT Kentler: Kim İçin ve Ne İçin? Ümit Bayrak 28 Coğrafyanın Belleğinin Takibi Üzerine Bir Deneme: Büyükdere Deniz Öztürk 33 Covid-19 Pandemisi ile Kentsel Eşitsizlikler Anlamında Değişenler ve Değişmeyenler Fatma Gül Eryıldız Şenvardar 38 Afet ve Acil Durumlarda Özgür Haritacılık Can Ünen 44 “Kanal-Yeni Şehir” Çevre Düzeni Plan Değişikliği Asuman Yarkın Yeşilırmak 49 EKOLOJİ Pandemi, Ekolojik Yıkım ve Kapitalizm: Birbirine Kenetlenmiş Fenomen Fatoş Osmanağaoğlu 53 Dikey Bahçeler Üzerine Sorular-Yanıtlar Ayşegül Oruçkaptan 59 İklim Krizi ve Pandemi Birtan Altan 61 Pandemi Döneminde Ekolojik Tahribat Politikaları Haritasının Analizi Deniz Doğa Işık 64 Covid-19, Ekolojik Çöküş ve Kapitalizm Onur Yılmaz 69 FEMİNİST PERSPEKTİF İyileşmek ve “İyi Hayatlar” Yaşamak İçin Feminist Perspektife İhtiyacımız Var!* Ece Öztan toplumcu seçenek 1 2 75 TEKNOLOJİ Tek Dünya, Tek Harita Caner Güney 80 MÜCADELE/DAYANIŞMA AĞLARI Pandemi İçin Acil Durum Mekanları Çözüm Hareketi Acil Korona Mekanları Ağı 84 Her Çocuğa 1 Bilgisayar: Karton Bilgisayar Projesi Ramazan Subaşı 88 Pandemi Sürecinde Öğrenci Mücadelesi Kaan Ünal 93 EĞİTİM Mühendislik Öğrencileri ile Mülakatlar toplumcu seçenek Çalışma Grubundan: Pandemide Toplumcu Seçenek Deniz Doğa Işık, Deniz Öztürk, Fatma Gül Eryıldız Şenvardar Pandemide hayatını kaybeden tüm emekçilerin anısına... 2011 yılından beri faal biçimde çalışmalarını sürdüren Toplumcu Meclis, mühendis, mimar, şehir plancıları örgütlenmelerinin tarihsel kazanımlarını sahiplenmekle birlikte mücadele içinde özgün bir yere sahiptir. Toplumcu Meclis çalışması, iki ayaklı bir mücadele hattı üzerine kurulmuştur. Birinci hattı mühendis, mimar ve şehir plancıların meslek alanlarında özlük haklarını iyileştirme mücadelesi iken; diğeri ise toplum yararına yapılması gerekli mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı mesleklerinin toplumsal sorumluluğunun meslektaşlar tarafından da paylaşılmasını sağlamak ve bu konuda mücadele etmektir. Covid-19 pandemisiyle beraber tüm işçi sınıfında derin işsizlik ve hak gaspları daha yoğun olmuştur. Mühendis, mimarların çalışma koşullarına dönük saldırı, sınıfın tümünden ayrı ve farklı değildir. Çalışma hayatında tüm emekçilerin karşılaştığı sorunlar; uzun çalışma saatleri, plansız ve süresiz fazla mesai, mola ve tatillerin gasp edilmesi, eksik sigorta primi, sigortasız esnek çalıştırma, mobbing, cinsiyet eşitsizliği, taciz, güvencesiz çalışmadır. İşsizliğin, özellikle de genç işsizliğin gittikçe arttığı ülkemizde derinleşen ekonomik krizle de beraber, güvencesizlik tüm sorunların başında gelmektedir. Güvencesizlik; fazla çalışmayı da, ücretsiz mesaileri de, sigortasız çalışmayı da, işe bağlı hastalığa sahip olmayı da önceleyen faktör halindedir. Meslektaşlarımız her an işten atılma tehdidi ile pasifleştirilerek güçsüzleşmiş, yalnızlaşmış durumdadır. Türkiye’de ilk Covid 19 vakasının görüldüğü Mart ayından itibaren kentlerin, doğanın, emeğin ve yaşamın yağmalanması durmadığı gibi artarak devam etmiştir. Bu süreçte önlemlerin plansız ve yetersiz bir şekilde alınması, “prematüre normalleşme” denilebilecek, uzun süren bir “yeni normal”i yaşamamıza neden olmuştur. Toplumcu Meclis, yola “okumuş insan emekçi halka sorumludur” diyerek çıkmıştı. Sınıf farklılıklarından oluşan kırılganlıklar derinleşirken eşit, adil ve hakça yaşamanın hayati olduğunu tekrar şiddetli bir şekilde hatırladığımız bu zamanlarda, daha çok üretmek ve dayanışmayı arttırmak sorumluluğunu hissettik. Bu sebeple Toplumcu Seçenek’i başlığa koyarak, farklı temalarla işleyeceğimiz online yayın serimizin ilk sayısını “Pandemide Toplumcu Seçenek”e ayırdık. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca her ne kadar “Bu hastalığa karşı elimizde güçlü bir koz var; yakalanmamak” dese de bizim bir gizli bildiğimiz yok! Açıkça bildiğimiz, geliştirdiğimiz ve tekrar ettiğimiz üzere toplumcu seçeneğimiz var. Pandemi döneminde kapitalizmin emeğe, sağlığa, eğitime, kente, ekolojiye, teknolojiye ve enerjiye müdahale biçimlerini, değişen gündelik hayatımızı ve değişen gündelik hayat pratikleri içinde dayanıklılığımızı artırmak için geliştirdiğimiz mücadele ve dayanışma pratiklerimizi, dostlarımızın yazılarıyla yayın serimizin bu ilk sayısında topladık. Emek kısmında Aslı Odman işçilerin hak gaspları ve çalışma mekanlarındaki değişimin benzer farklı yönlerini, Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi ile yaptığımız söyleşi kent mücadelesi ve emek mücadelesinin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceğini şantiyeler başlığında ve Emre Kırmızıtaş yazısında sağlıkta dönüşüm enkazını gösterdi. Ece Öztan, Covid-19 sürecinde daha fazla feminist perspektife neden ihtiyaç duyduğu- toplumcu seçenek 3 muzu; mücadele ve dayanışma ağ pratiklerinden Öğrenci Sendikası’ndan Kaan Ünal üniversitede pandemi döneminde yaşadıkları sorunları ve kazanımları; Acil Korona Mekanları ağın kuruluşunu, üretim sürecini ve deneyimlerini, Karton Bilgisayar Projesi’nden Ramazan Subaşı teknolojiyi kullanarak çocuklarla dayanışma pratiğini bizlere aktardı. Kent başlığında Ümit Bayrak kentlerle ilgili ortaya çıkan düşünceleri ve kent ütopyalarını; Deniz Öztürk, Büyükdere’nin tarihi ve değişimi üzerinden coğrafi belleği hatırlamanın önemini, Asuman Yarkın Yeşilırmak Kanal İstanbul projesi için değiştirilen Çevre Düzeni Planı ile yapılmak istenenleri, Fatma Gül Eryıldız Şenvardar kentsel eşitsizliklerin salgınlarda daha fazla görünen yüzünü, Yer Çizenler Herkes İçin Haritacılık Derneği adına Can Ünen açık ve özgür veri hakkımızı İzmir Depremi örneği üzerinden yazdı. Teknoloji bölümünde Caner Güney mekânsal zeka ve mekânsal bilgiye duyduğumuz ihtiyacı pandemi güncelliğinde bizlere anlattı. Ekoloji başlığında Birtan Altan, iklim krizinin sınıfsallığını; Fatoş Osmanağaoğlu, ekolojik yıkımın geldiği sınırı ve ödevlerimizi; peyzaj mimarı, Peyzaj Mimarları Odası TMMOB Yönetim Kurulu Temsilcisi Ayşegül Oruçkaptan, son zamanlarda çokça tartışılan kent içi yeşil alanlardan biri olan dikey bahçeleri; Deniz Doğa Işık, kent ve ekolojik talanları haritalama çalışmalarının pandemi dönemi politikalarıyla ilişkiselliğini ortaya koymadaki önemini, Polen Ekoloji’den Onur Yılmaz kapitalizm, ekolojik çöküş ve pandemi üçlemesini yazılarıyla bizlere aktardı. Son olarak Eğitim başlığında mühendislik öğrencisi 3 meslektaş adayımızla pandemi döneminde devam eden uzaktan eğitim deneyimlerini konuştuk. Deneyimlerimizi ve yazılarımızı tartışmak, geliştirmek, çoğaltmak, daha fazla dayanışmak ve üretimlerimizin pek çok alanda yürütülen mücadele ve dayanışma pratiklerine güç vermesi temennimizle ilk sayımızdan merhaba diyoruz. 4 toplumcu seçenek Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi Aslı Odman Sosyal bilimci, İstanbul İSİG Meclisi, MSGSÜ Öğretim Görevlisi, Kent Araştırmacısı Pandemide genel olarak kapitalizmin mekansal örgütlenmesinde ne tür farklılıklar yaşandı? Covid-19 pandemisi dediğimizde, kapitalizmin bütünsel ve yapısal olarak mekansal örgütlenmesindeki dönüşümü gözleyebilmek için çok kısa bir dönemden bahsediyoruz. Pandeminin doğrudan kapitalizmin mekansal örgütlenmesini değiştirmesinden çok, öncelikle derinlerde var olan ve gündelik hayatta pek farkına varmadığımız mekansal ayrışma ve kategorileri, mekansal fay hatlarını daha görünür kıldı. Ama haklısınız, pandemi orta ve uzun erimde bu mekansal eşitsiz örgütlenme hatlarını daha da derinleştirme riski taşıyor. İstanbul’un sosyal ve yaş profilini mahalle ölçeğinde yansıtan http://harita.kent95.org/istanbul sosyal haritaları ile, Hayat Eve Sığar (HES) uygulamasının Eylül başındaki risk yayılım haritasını çakıştırdığımızda gördüğümüz, salgının yayılımının oluşturduğu sosyal bir coğrafya var ( bknz: Avrupa Yakasına odaklı olan ve daha geniş İstanbul geneli). Pandeminin sosyal coğrafyası ile ilgili kabaca bir kaç -haliyle henüz epey ham olan- gözlem yapabiliriz: a. Güvenlikli Sitelerde Sınıf, İçine Kapanma: Nüfus yoğunluğunun düşük olması ile sosyo-ekonomik profil arasında, özellikle son yirmi yılda yoğunlaşan kapalı site, rezidans tipi konutların coğrafyası düşünüldüğünde sorgulanması gereken ilişkiler var. Örneğin Küçükçekmece’nin hala sanayi aksında yer alan doğudaki Halkalı ve çevresinde sanayi alanlarının yakınlarındaki mahalleler ile batıdaki Göl’e yakın kapalı site alanları (Atakent, Yarımburgaz) arasındaki enfeksiyon oranı farkı belirgindir. Güvenlikli sitelerin yoğun olduğu, orta-üst rayiç bedele sahip Atakent Mahallesi ile İkitelli Küçük Sanayi Sitesi güneyindeki sanayi kulvarını teşkil eden, irili ufaklı fason işyerlerine ev sahipliği yapan Halkalı, İnönü, Atatürk ve Mehmet Akif Mahalleleri arasındaki enfeksiyon risk oranı farkı çarpıcıdır. Güvenlikli siteler kentin doğasını çitleyerek, kısıtlı bir nüfus kesimi için salgından nispi korunma alanları yaratmışlardır. b. Küçük ve Orta Ölçekli İşyerleri ve Meskenlerin İç İçe Geçtiği Mahalleler: HES verisinin işlendiği adresler/konutlar ile özellikle imalat işkollarındaki işyerlerinin iç içe olduğu mahalleler ile işe gidiş-geliş trafiğinden kaçamayan transit mahallelerin salgın riski daha fazladır. İstanbul’un Avrupa yakasında ufak ölçekli işyerlerinin meskenlerle iç içe girdiği mahallelerde, farklı HES kayıtlarının alındığı dönemlerde hiç değişmeyen yoğun bir enfeksiyon kümelenmesi görülmekte. Avrupa Yakası’ndaki TEM ve E-5 yolları arasında bulunan Bağçılar, Bahçelievler, Güngören, Esenler ilçelerindeki imalat sanayi işyerlerinin yoğun olduğu alanlar ise çok erken bir dönemden itibaren salgın riski açısından iç içe geçmiş vahim Şekil 1: Temerçin/Aldırmaz, 2017: İstanbul’da İmalat Sanayi’nde İşçi Sayısı 2014 Verileri 6 toplumcu seçenek bir ‘kırmızı ada’ haline gelmiş ve böyle kalmıştır. Örneğin 2014 İstanbul imalat sanayi verileri ile yapılan bir haritalama çalışması1 ile HES verilerini çakıştırdığımızda, İkitelli’den Halkalı’ya uzanan ve bunun batısındaki dört ilçeye yoğunca yayılan imalathaneler koridorunun kontürlerin örtüştüğü belirgindir (Şekil 1). c. İşyeri Covid-19 Kümelenmelerinin Görünmezliği: Benzer bir konut-küçük/orta ölçekli işyerleri iç içeliğini arzeden Tuzla’da Tersaneler Bölgesi’nin güneyinde, gemi inşa sanayinin irili ve ufaklı fason işletmelerinin dağıldığı İçmeler ve Aydıntepe ma1 TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme Raporu çerçevesinde, kent araştırmacısı Murat Tülek ile gerçekleştirdiğimiz araştırma; Aslı Odman ve Murat Tülek, COVID-19 Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020 Şekil 2: Harita: Murat Tülek hallelerinde enfeksiyon oranı daha yoğunken, HES verinin konut odaklı olması yüzünden sırf sanayi bölgelerini kapsayan alanlarda büyük boşluklar gözükmektedir. İstanbul’da halen büyük ölçekli sanayi alanlarının varlığını, yani aynı anda pek çok işçinin toplu taşıma kullanıp, bir araya geldiği işyeri Covid-19 kümelenmelerinin varlığını dikkate alan bir veri birimi, yani salgın politikası yoktur. Halbuki, HES haritalarında büyük boşluklar olarak gözüken (Pendik, Tuzla (Şekil 2)), çalışma adacıkları ölçekleri ve dayattıkları sürekli mevcutlu olma durumu yüzünden başlı başına birer enfeksiyon adasıdır. Başta Tuzla, Ümraniye, Küçükçekmece, Büyükçekmece olmak üzere bir Tersaneler Bölgesi, yirmiye yakın OSB ve Küçük Sanayi Sitesi, üç Serbest Bölge, büyük liman, lojistik, antrepo bölgelerine sahip İstanbul’un çalışırken enfekte olma haritası bilgisi tek paylaşılan mekansal veri olan HES uygulamasında üzeri örtülen bir veridir. Çalışma hayatı sanki yoktur, bir salgın dinamiği yaratmamaktadır! Halbuki sırf daha kolay gösterilebilir, imalat sanayi dışındaki işkollarında da işyeri kümelenmeleri, pek çok veri paylaşan ülkede gördüğümüz kadarıyla salgını hızlandıran baş unsurdur. Örneğin, SGK’nın Eylül 2020 İstanbul istatistiklerine göre kayıtlı faal olan, her türlü işkolundaki toplam 100 faaliyet kolunda toplam 544.000 işyeri bulunuyor. Bunların sadece %2’sinde, yani yaklaşık 10 bin civarı işyerinde, 50 ve daha fazla (deklare edilmiş) işçi çalışıyor. Resmen en az elli işçi çalıştıran yerlerde çalışan işçilerin sayısı 1.720.000’e yaklaşıyor. Sigortasız ve eksik sigorta ile çalıştırmanın yaygın olduğu Türkiye’de bu sayının çok daha fazla olduğunu tahmin edebiliriz. Bu ise, salgın açısından ciddi bir risk taşıyan ölçekteki işyerlerinde çalışan işçilerin oranının, kentteki istihdamın yüzde 40’ını geçtiğini ifade ediyor. d. Nanometrik Ölçekteki Virüs Küresel Kapitalizmin Kırılganlığını Ortaya Dökmesi: Esasında bu zoonotik, hayvan yoluyla bulaşan salgın hastalığın oluşması da, pandemi boyutunu alması da bizatihi kapitalizmin mekansal örgütlenmesi ile ilgili. Doğanın çitlenerek, kapitalist kar amaçlı üretim için madene, ormanın keresteye, büyük ölçekli tarım toprağına, hayvan fabrikalarında ete, genetiği ile oynanmış, ilaçlanmış tohuma, gıdaya çeviren; özel mülkiyet çitleriyle korunan işyerlerindeki kar amaçlı örgütlenme salgının mekansal oluşma koşullarını besledi. Bunun bedeli olan toplumcu seçenek 7 biyoçeşitlilik ve yaban hayat kaybı, endüstriyel hayvancılık, gezegensel kentleşme baki kaldıkça, kapitalizmin bu ekonomik coğrafyasının ana hatlarında bir değişiklik olmadığı sürece, 21. yüzyılda bizi bir değil, birden fazla farklı menşei olan (Amazonlar, eriyen buzullar...) pandemi bekliyor. Doğanın, insan ve hayvan bedeninin, yani mekanlarının kapitalist üretim süreci için girdi ve kaynağa dönüştüren sistemin ana unsurları radikal olarak dönüşmediği sürece, nanometrik ölçekteki bir virüsün küre ölçeğindeki kapitalizmi de afetlerle dönüştürme gücü devam edeceğe benzer. DİSK-AR’ın yayınladığı çalışmada “İşçilerin Covid-19’a yakalanma oranı en az 3 kat daha fazla”olduğu ortaya çıkarıldı. İSİG Meclisi “Covid-19 Salgını Her Yönüyle Sınıfsaldır” başlığında bir basın açıklaması yayınladı. Bu araştırmayı ve başlığı açar mısınız? Evet, DİSK’in pandemi döneminde konfederasyona üye sendikalılar arasında yaptığı çalışma hayatı raporlarına baktığımızda, İSİG Meclisi’nin basın açıklamasının başlığını destekleyen ilk ham verileri görüyoruz. Neredeyse tüm işkollarından üye işçileri olan DİSK’in Nisan ve Temmuz ayları arasında üyeleriyle yaptığı toplam dört anketin sonuçları birbirine benziyor. Dediğiniz gibi sendikalı özel sektör işçileri gibi çalışma hayatı hiyerarşisi içerisinde en aşağıda olmayanlarının bile, ülke ve çalışma çağındaki nüfus ortalamasının iki ila üç misli oranda Covid-19’a yakalanmış olduğu görülüyor.2 Keza dokuz şubesinden altısı İstanbul ve İstanbul’un sanayisinin yayıldığı yakın çevrede bulunan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın, örgütlü olduğu işyerlerinde, salgının başından beri derlediği verilerle 20 Kasım’da paylaştığı rapor çarpıcı.3 2 Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir 1 ve 2, El Yazmaları, 24 ve 26 Eylül 2020 Sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde 9-16 Kasım 2020 haftasında aktif vaka sayısı 771 ile, beş hafta öncesinin vaka sayısının yaklaşık 9 katına ulaşmıştır. Raporda, aktif vaka sayısında bu dönemde yaşanan artışın, üye yoğunluğunun olduğu, Gebze ve İstanbul Anadolu yakasında bulunan işyerlerindeki artıştan kaynaklandığı, bu bölgelerde rakamın 39’dan 347’ye fırladığı, tanı konulmuş işçi sayısının %30’a ulaşan işyerleri olduğu belirtilmiştir. Örgütlü olduğu işyerlerinin dörtte üçünde Covid-19 tanılı aktif vaka bulunması ve salgının başından beri tüm hastalanan işçilerin sendikanın toplu sözleşme kapsamındaki işyerlerinde işçi sayısının yüzde 7,3’üne denk gelmesi, Türkiye ortalaması ve Türkiye’nin çalışan nüfus ortalamasındaki vaka oranlarının üzerinde seyreden bir ‘faal ev dışında çalışan hastalığının’ varlığını düşündürtmektedir. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Nisan 2020’den beri aralıksız olarak aylık raporlarında Covid-19 kaynaklı ölümlerin bir numaralı iş cinayeti sebebine dönüştüğünü bildirmekte. Ocak 2021 başında açıklanan 2020 İş Cinayetleri raporunda ise, iş cinayetleri raporlarının tutulup, kamuoyu ile paylaşılmaya başladığı 2011 senesinden bu yana, en yüksek iş cinayeti kayıtlara geçmiştir. Bu sene en az 2427 işçi hayatını kazanmaya çalışırken, canını vermiştir. Covid-19 bu iş cinayetlerinin %31’inin nedenidir. Bu tekil rakam bile Covid-19’un çalışma hayatı, üretim öncelikleri, yani “sınıf” ile ilişkisini göstermektedir (Şekil 3). Salgın sınıfsal, çünkü var olan sınıfsal fay hatlarında hareket ediyor. Salgın sınıfsal, çünkü var olan sınıfsal mekansal kümelenmelerini takip ediyor. Salgın dönemindeki sosyal politikalarda da sınıfsallığı okuyabiliyoruz. Salgın politikaları emek, çalışma hayatı, işyeri kavramlarının yokluğu ile sınıfsal. Emek alanındaki pandemi dönemi politikaları, pandemi öncesi sosyal politikalar ile süreklilik arz ediyor. Çalışma hayatı kamu politikalarının alanı değilmişçesine, sermayedarların kâr öncelikli amaçlarına göre şekilleniyor. Esasında pandemi döneminde de, pandemi öncesinde olduğu gibi çalışma hayatı odaklı bir sosyal politika mevcut değil. Resmi sosyal politikanın araçları, çalışan bedenlerimiz üzerinden değil, “muhtaç bedenler” üzerinden kurgulanıyor. İşyeri mekanları ve ‘vatandaşın’ çalışan hali, hem salgına karşı koruma- 3 Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu, 8. Ay Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık. 2020). 8 toplumcu seçenek Şekil 3: İstanbul İSİG Meclisi 2020 İş Cinayetleri Raporu toplumcu seçenek 89 nın nesnesi, hem de sağlık ve yaşam hakkı talep eden özne olarak alana dahil edilmiyor. İlk dışlanma veri, bilgi ve bellek alanında, ikincisi somut politika adımları alanında farklı şekillerde gerçekleşiyor. Genel halk sağlığı yasaklarından müstesna tutma, genelleyici tanımlamalar, her türlü riske rağmen ekonomik zor ile çalışmaya mecbur edecek koşulların devamını sağlama ve işyerine dair koruyucu mevzuatın uygulanmamasına -örneğin iş teftişlerini tamamen askıya alarak- göz yumma örnekleri yaşanıyor. Tüm bunlar ‘çalışma toplumları’ teşkil eden toplumlarımızda, salgının öncelikli bulaş mahallinin -sistemin sorgulanmayan üretim önceliğine paralel olarak- işyerleri olduğunun bilinmesine rağmen gerçekleşiyor. Resmi salgın politikalarında sınıfın, işyerlerinin, çalışma hayatının bu kadar göz ardı edilebiliyor olması; işte bu sınıfsal! Pandemide en fazla hak ihlali olan işkolları hangileridir? Ne tür hak ihlalleri yaşanmıştır? İSİG Meclisi’nin 2020 raporunda iş cinayetlerinin en fazla can aldığı işkollarında, pandemi öncesi ile bazı süreklilikler gözüküyor. Tarımda -mevsimlik- işçileşme, kitlesel olarak taşınırken hayatını kaybetme, şantiyelerde ekseriyetle yüksekten düşerek ölümler, bunlar hiç bir rapordan ırak durmayan süreklilikler. Fakat sağlık çalışanlarının ve ticaret iş kolunda çalışanların iş cinayetlerinde, beklenebildiği şekilde ciddi bir artış var. Ama henüz işkollarında -farklı koşullarda ve statülerdeçalışan işçi sayılarına göre oranlanmış güvenilir bir algı ve mücadele verilerine sahip değiliz. Fakat çalışan toplumun salgına maruziyette, evde kalıp güvenceli bir işe sırtını dayayabilenler ile sabah Covid-19’lu toplu taşıma araçlarına binip, bulaşın yoğun olduğu işyerlerinde çalışanlar arasında ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz. Kimler, nerede çalışırken, daha çok salgına maruz kalıp, ölüyorlar sorusu, bir başka ile soru ile iç içe geçiyor: İşçi sağlığı, halk sağlığı, çevre sağlığı ister istemez toplumsal öncelikleri, neyin “elzem işkolları, üretim alanları” olduğunu tartışmaya açan alanlardır. Üretim devam edecek, doğanın sömürüsü Covid-19’u ortaya çıkaran şartlarda devam edecek demek. Covid-19 sebebiyle hayatını kaybedenlerin içinde işçilerin, çalışanların oranının yüksek olması, üretim araçlarının pandemi 10 şartlarında da kesintisiz girişini sağlamaya çalışan bu üretim faşizminden geliyor. Toplumcu Meclis de haritalamış, “Korona günlerinde bitmeyen ve yeniden başlayan beton işleri” diye isabetli bir başlık altında. Bu işlerin hangisi elzem? Hangisi ekolojik-toplumsal yeniden üretim için faydalı? Yakınlarda kaybettiğimiz, Occupy Wall Street hareketinin de eylem ve fikir insanlarından, antropolog David Graeber’ın, son kitaplarından biri Bullshit Jobs, yani “Gereksiz”, “Uydurma”, “Saçma”, “Yararsız İşler” veya bildiğin “Zırva İşler” burada bahsedilenler. Graeber bunları daha çok “vasıflı, finans sektörünün büyümesi vesilesi ile şişen beyaz yakalı” işler olarak tanımlıyor; bilişim, finans, halkla ilişkiler, pazarlama, insan kaynakları, sigortacılık, iletişim, akademi ve sağlık yönetimi, hukuk ve mali müşavirlik gibi. Yani kötü ücretlendirme değil bir işi zırva, bullshit yapan; anlam ve kolektifte atfedilebilecek bir fayda yoksunluğunun doğurduğu manevi şiddet. Bir yandan da toplumu ayakta tutan, son derece faydalı ve anlamlı, pandemi döneminde de tekrar “elzem/yararlı işler/ çalışanlar” olarak öne çıkan hemşireler, öğretmenler, bakıcılar, sosyal hizmet çalışanları, ambulans, metro, otobüs şoförleri, kasiyerler, depo işçileri, gıda işleyen işçiler, tamircilere, kuryeler, çöpçüler, mevsimlik tarım işçileri, çiftçilere çok daha az toplumsal değer atfediliyor ve topluma kattıklarının tam zıddı olan düşüklükte bir maddi ve manevi getiri elde ediyorlar. Graeber “bakım verenler sınıfı” (caring class) diyor bu kesime. Çoğu zaman doğrudan bir şey üretmekle değil, insanlar, hayvanlar, ekosistem ve üretilenlerin hayatta kalması, bakımı, ‘tamiri’, taşınması ile uğraşanlar. “Her anlamda başkalarının özgürlüğüne, otonomisine katkıda bulunanlar” diye tanımlıyor bu kesimi. Emeğin anlaşılması için “bakım” kategorisini, aynı feministlerin yaptığı gibi merkeze koyuyor. Pandemi dönemi çıplak bir şekilde ortaya döktü: toplumun yeniden üretimi için, şu anda içtiğimiz su, yediğimiz yemek, evde dururken dışarıdan alabildiğimiz haber, çalışan bir elektrik hattı, çocuğumuzun toplumda ayakta durabilecek bilgilerle donatılması, kaza yaptığımda bir ambulans şoförünün beni hastaneye taşıması… Bütün bunları sağlayan ama toplumun yeniden üretilmesi için bu elzem katkılarını tam tersi, maddi ve manevi geri dönüşleri kıt kalanların realitesini yeniden önümüze getirmiş oldu. Yani “zırva olmayan”, “elzem” iş alanlarında daha toplumcu seçenek büyük kayıplar yaşandı. Yakınlarda bu iki kesimin ortadan yarılmışlığını çok iyi ifade eden bir infografik inceleme fırsatım oldu. Covid-19’a maruziyet, meslek alanları ve senelik ortalama geliri iki eksen üzerinde dağıtan ve zıtlıklar ile yakınlıkları gösteren bir infografik bu: “En yüksek Covid 19 riski taşıyan meslekler” başlığını taşıyor. Bir de ifade ettiğiniz gibi sadece can kayıpları değil, envai türlü hak ihlalleri de yaşandı. Bir grup araştırmacı olarak ilk kapanma döneminden ilk normalleşme dönemine kadar twitter mecrasına yansımış emekçi hakkı ihlallerini tarayıp, derlediğimiz zaman ise toplam 11 farklı türde hak ihlali ile karşılaştık. Bu çalışmayı şu anda derinleştirmeye çalışıyoruz: • • • • • • • • • • • • İşten çıkarma İş güvenliğini almadan çalışmaya zorlama İşyerinde pozitif vaka görülmesine rağmen çalışmaya zorlama Senelik izinden kullanmaya zorlama / izin borçlandırma Ücretsiz izne zorlama Ödenmemiş fazla mesai, iş yoğunluğunu artırma, ek iş kalemi çıkarma Ücretlerini geciktirme / ödememe / eksik ödeme Yemek, sigorta, ulaşım haklarında kısıtlama TİS haklarında kısıtlama Emekli olmaya zorlama Sokağa çıkma yasağına rağmen çalışmaya devam etme Diğer Şekil 4: Veri Müşterekleri İçin Ağ Haritalama Heckatonu (21 Mart-18 Nisan 2020) kapsamında ‘Covid 19 ve Çalışma Dünyası’ çalışma grubu tarafından derlenmiştir. Bu süreçte evde kalanlar ve kalamayanlar nasıl etkilendi? Pandemi döneminde evde kalamayanların çalışma hayatları nasıl değişti? Evde kalamayan ve bulaşın yoğun olduğu ulaşım araçlarına binmek zorunda olan, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri “normal şartlarda” alınmayan, bu alana yatırımları bir lüks olarak gören işyerlerinde çoğu zaman yan yana, kötü havalandırılmış, hastalanan çalışma arkadaşlarının yerine daha yoğun ve uzun çalışmak zorunda bırakılan, iş müfettişleri geri çekildiği için işyerleri denetlenmeyen işçilerin “çalıştığını gösterir belgeler”, onları toplumun geneli için geçerli yaşlardaki seyahat kısıtlamalarından bile muaf tutuyor. Yirmi yaşın altındaki bir gencin kendi ve toplumun sağlığını korumak için dışarı çıkması yasakken, yirmi yaşın altındaki çalışanlar da dahil tüm çalışanlar etkin sosyal koruma politikaları uygulanmadığı için yaşamı pahasına çalışmaya zorlanmaya devam ediyorlar. Hız keseceğine, artan salgın bir kere daha işçi sağlığının halk sağlığı anlamına geldiğini acı bir şekilde kanıtlamış oldu. Evden çalışabilme oranının en fazla yüzde yirmi beşlerde hesaplandığı Türkiye genelinin4 İstanbul için biraz daha yüksek yansıdığını düşünsek bile, bu 4 milyondan fazla insanın “evde kalma lüksü olmadan” ve bunlardan ciddi bir kısmının da salgının daha hızlı yayılmasına neden olan ölçeklerde çalıştığı anlamına gelecektir. İstanbul dışında bu oranın daha düşük olduğunu düşünebiliriz. Dediğim gibi, evde kalmak evde yeni bir iş aramadan kalmaya tekabül ediyorsa, güvenceli bir iş ile evde kalma ise başlı başına bir ayrıcalık salgın koşullarında. Daha önce çok belirgin olan ‘hayatını kazanmak için hayatını ve sağlığını tehlikeye atma’ eğilimi de, taşınan risk de -ekonomik kriz ve borçlanma kıskacının da bastırması ile- daha da artmış olmalı. Bir nevi ‘gabin ve doğrudan zor koşullarında’ çalışma oranı artmış olmalı. Evden çalışanlar, kayıtdışı ve yevmiye bazında çalışanlar, küçük işletmelerde kendi hesabına çalışan esnaf ve zanaatkarlar, kapanan veya cirosu sert bir şekilde düşen hizmet sektörü işletmelerinde çalışan işçiler, ev işçileri, bu haritalarda başta ‘sağlık donatısı’ (sonra ticaret ve eğitim donatısı) olarak işlenen noktalarda toplumu ayakta tutan elzem işleri ifa eden çalışanlar, bu metropoliten haritada hiç yeri olmayan gıda zincirini ayakta tutan mevsimlik tarım işçileri ve çiftçiler, ikamet adresi olmayan mülteciler/göçmenler... Tüm bu resim içinde Covid-19’da ekosistemin krizini fırsata çevirmeye çalışan sermaye birikimi sürecinin, ortaya çıkan yeni/yenilenmiş mekansal düzenlemelerinin (fabrikaya kapama pratiklerinin meşru4 Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar, Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020. toplumcu seçenek 11 laştırdığı mutlak çalışma kampı tipi düzenler, izole üretim üsleri, verimlileştirilmiş ve takip süreçleri teknolojikleştirilmiş evden çalışma, mekandan bağımsız ‘kullan-at’ işçilikler...) hangilerini nasıl korumaya çabalayacağı da bir başka, temsil etmesi zor soru olarak karşımızda durmakta. Çalışma hayatının yeni mekansal düzenlemeleri, elbette ki beyaz/mavi yakalı, güvenceli/güvencesiz, evde kalabilen/kalamayan, elzem olan/olmayan, çalışma riski yüksek/düşük ikilemlerin yeniden ve mücadeleler içinde tanımlanmasını getirecek. Pandemi döneminde kimi iş kolları evden çalışmaya geçti evden çalışma mekanlarının örgütlenmesini ve işçilerin gündelik hayatını nasıl etkiledi? Bağlantısızlık hakkı uygulanabiliyor mu? Pandemi evin sadece yeniden üretim, tüketim ve kültür üzerinden dolaylı olarak değil, doğrudan artı değer üretim süreçlerine entegre edilmesi sürecine yeni bir ivme kattı diyebiliriz. Pandemi, en nihayetinde hareketlilik artınca riskin arttığı küresel bir bulaşıcı hastalık. Bu durum tüm dünyada ciddi bir ikiye yarılma yarattı dedik, evde kalabilenler ve evde kalamayanlar. Güvencesizler/ güvenceliler, beyaz yakalılar/mavi yakalılar ayrımından çok daha keskin dönemsel bir ayrım oldu bu. Burada evde kalıp da kendini/ailesini geçindirebilmeye devam edebilenlerin, şu veya bu şekilde sağlık alanında bir sosyal ayrıcalıkları olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda ev de ev değil. Yani konut dediğiniz de konumu, büyüklüğü, altyapısı ve içindekileri ile sınıfsal olarak ayrışmış bir yapı. Pandemi ile daha fazla hanenin işyeri haline gelmesi ile burada da takip, denetim, kontrol, verimlileştirme, beden ve zihnin standart kullanımı, daha uzun saatleri çalışmaya ayırma, çalışma hayatındaki toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerin artması gibi eğilimlerin ortaya çıktığı şimdiden görgül olarak da öncül çalışmalarla anlaşılıyor. Koç, Google, Facebook, Twitter gibi pek çok büyük sermaye grubunun, holdingin, pandemiden sonra da evden çalışanların oranını artıracağına dair açıklamaları yayınlandı. 12 İş Hukukçusu Murat Özveri’nin TTB Covid-19 İzleme Kurulu’nun çıkardığı 6. ay izleme raporundaki çalışma hayatı ile ilgili kapsamlı yazısını takip ederek hukuki alana bakınca, şimdi adına evden çalışma, uzaktan çalışma ya da tele çalışma dediğimiz şeyin, İş Kanunu’nda -istisnai bir iş ilişkisi olarak- 14. maddede çoktan düzenlenmiş olduğunu görüyoruz. İşverenin sürekli erişilebilir olma beklentisi ile dijital kontrolü ve ofiste yüz yüze çalışma masraf ve risklerinden tasarrufu bize anımsatılan uzaktan çalışmanın hukuki zemini hiç de öyle değil: Haftalık 45 saat çalışma süresinin üstünde fazla mesai ödeme mecburiyeti, günlük çalışma süresinin fazla çalışmalarla beraber 11 saati aşmama yasağı, bayram, resmi ve hafta tatillerine riayet edilmesi, ara dinlenmelere uyma mecburiyeti, hafta tatilinde ulaşılamama hakkı, yemek, giyim, sağlık yardımı, ikramiye, yol ücreti gibi sosyal hakların ve ücretin tam olarak verilmeye devam edilmesi ve internet, telefon, bilgisayar, tablet gibi gerekli iş aletlerinin gerekli kalitede sağlanma mecburiyeti, ücretsiz çalıştırma yani angarya yasağı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin ve ev ortamında da olası kazaların ve hastalıkların bu kapsamda değerlendirilmesi, bunların hepsi kazanılmış haklar. Aynı zamanda nasıl ki işyeri sınırlarında çalışırken, işveren çalışanın kişisel bilgilerine dokunamıyorsa, örneğin alıp telefonuna bakamıyorsa, özel alanına giremiyorsa, evden çalışırken de, iş süreci kontrolünü bu boyuta vardıramaz, özel hayat ihlaline giremez. Peki bunların ne kadarına uzaktan çalışmanın fiiliyatında uyuluyor? Çok küçük bir kısmına büyük bir ihtimalle. Fakat herhangi bir alanda düzenlemeler var ise, bu yönde verilen mücadeleler de var demektir. Evde çalışma alanının da bir mücadele belleği var. Mesela Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, 1996 tarihli 177 no’lu Evde Çalışma Sözleşmesi var. Tele Çalışma İle İlgili Avrupa Çerçeve Anlaşması var. Türkiye, İLO’nun Evde Çalışma Sözleşmesi’ne taraf olmadı, ama buradaki maddeleri kendi İş Kanunu’na transfer etti. Biraz önce sıraladığımız hukukilik kriterleri İş Kanunu’na girdi. “Evden çalışma” tek bir sınıf konumuna işaret etmiyor çünkü. Mesela iş çevrelerinin bazı dergilerinde şöyle ifadeler görüyoruz: “Evden çalışma devri bitti, istediğin yerden çalışma devri başlıyor!”. Bildiğimiz esnekleştirmeyi güzelleme söylemleri yani. Evden çalışma, bir nevi özgürleşme, bireysel özgürlüklerin artması diye lanse ediliyor. Bu durum, hayat stili vurgusuyla da paketleniyor. toplumcu seçenek Fakat daha fazla evde çalışma, tek başına çalışma, iş üzerinden daha az yüz yüze sosyal temas, işyeri denetim sürecinin özel hayat alanı olan eve sirayet etmesi, ulaşılamama hakkının kullanılamaması, eşitsiz paylaşılan ev ve bakım işleri ile iş işlerinin üst üste binmesinin kadın, vasıflı beyaz yakalılar üzerinde yaptığı ek baskı gibi unsurların, çalışanların psiko-sosyal risklere olan mâruziyetini ne duruma getireceğini ciddi bir şekilde takip etmek gerekiyor. Mevzuat alanından taban hareketlerine geçersek, evde çalışmanın arttığı bugünkü durumda geri dönüp hatırlanması gereken, sizin sorduğunuz, Türkçe’ye “bağlantısızlık hakkı” olarak çevrilen hareket. Fransa’da 2000-2001’de başlayan bir tartışma bu. Günün hangi saatinden sonra ben çalışan olarak bana yollanan e-maile cevap vermek zorunda değilim? Emsal bir dava üzerinden başlıyor bu tartışma. Bu emsal davada işçi lehine karar veriliyor. Kararda mealen deniyor ki: Çalışma saatlerinin dışında erişilir olmaması beklenemez ve bu saatlerde oluşan işin gecikmesi ile ilgili kaybın sorumlusu çalışan değildir. Sendikaların da sahip çıkması ile “bağlantısızlık hakkı” denen madde, 2017’de Fransa İş Kanunu’nun bir maddesine meşhur “7. paragraf” olarak ekleniyor. Madde detaylı olmasa da bağlantısızlık hakkının ilkelerini tanımlıyor. Bu hak, Fransa’da da Almanya’da da, ciddi iş günü kaybına yol açan çalışan depresyonlarıyla, işyeri stresi ile psiko-sosyal risklerle mücadele etmenin bir yolu olarak lanse ediliyor. Sadece sendikalar tarafından değil, pek çok kamu kurumu hatta bazı büyük şirketler tarafından da, işçinin sürekli bağlantıda olma stresini taşıdığı durumda, veriminin de düşeceği savlanıyor. Türkiye için bu hak talebi çok uzak gözükse de, taşıyıcı kapsayıcı bir irade olduğu durumda tahmin edilemeyecek kadar hızlı destekçi bulacak bir harekete dönüşebilir. Bunun evde çalışan işgücü açısından bir insan altyapısı var. Yani ikilikler üzerinden düşünüp, sadece dışarıda çalışanlara, evde kalamayanlara, klasik tanımı ile “işçilere” odaklanmamamız, evde çalışanlara da bakmamız gerekiyor. Ortaklıklar kurarak nasıl bu çelişkileri, daha az üreten, adil, biyoçeşitliliği koruyan ve onun içinde hareket eden, yavaş ve derin bir ömür ve dünya kurmak için konumlandırmalıyız, onu düşünüp, o yönde uğraşmalıyız. Kaynaklar * Bu sorulara cevap verirken, Eylül - Aralık 2020 arasında kaleme aldığım aşağıdaki farklı yazı ve mülakatlardan da faydalandım: 1. 2. 3. 4. 5. TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme Raporu çerçevesinde, kent araştırmacısı Murat Tülek ile gerçekleştirdiğimiz araştırma; Aslı Odman ve Murat Tülek, COVID-19 Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020 Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir 1 ve 2, El Yazmaları, 24 ve 26 Eylül 2020 Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu, 8. Ay Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık. 2020). Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar, Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020. Pandemide Çalışmak Zorunda Olmak: İşçi Sağlığı Yoksa, Halk Sağlığı Da Yok!, İstanbul İSİG Meclisi 2020 İş Cinayetleri Raporu içinde toplumcu seçenek 13 Korona Günlerinde “Şantiyeler” Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi Koronavirüs (Covid-19) salgını tüm dünyada etkisini sürdürürken devletlerin önlem paketleri, vaka ve hastalık sebebiyle kayıpların sayıları açıklanmaya devam ediyor. Bir taraftan fiziksel mesafelenmenin önemi uzmanlar tarafından sürekli vurgulanır, #EvdeKal çağrıları yapılırken, diğer taraftan şantiyeler, fabrikalar, maden sahaları durmuyor. Koronavirüs salgını önlemleri, ülkemizdeki emekçileri ya ekmek ya sağlık tercihi arasında bırakıyor. Özellikle kent suçu projelerinin suç sicillerinde, üretimleri sırasında sağlıklı çalışma koşullarını sağlamama vardı. Koronavirüs pandemisi önlemleri de bu şantiyeleri, maden sahalarını durdurmadı. Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi, Galataport şantiyesini merkeze alarak sorularımızı yanıtladı.* Toplumcu Meclis: Galataport şantiyesi, çalışan işçilerde koronavirus tespit edilmesi ve inşaat işçisi Hasan Oğuz arkadaşımızı virüs sebebiyle kaybetmemizin ardından bir anlığına durdu. Salgın süreci Galataport şantiyesinin siciline farklı boyutlarda da suç ekledi. Bildiğimiz gibi Mimarlar Odası’nın da proje ile ilgili bir davası var. Kent savunmaları bölgedeki zincir projelere karşı yıllarca mücadele ettiler. Bu projenin kent suçu kimliğine değinerek başlamak istiyoruz. Galataport özelinden başlayarak kent suçlarının üretim sürecini biraz açabilir misiniz? MDTH: Öncelikle Hasan’ın nezdinde alın teri- nin onuru ile yaşamını sürdürmüş, kaybettiğimiz tüm emekçi kardeşlerimizi anarak başlamak isterim. Hem Hasan’ı hem doğayı hem tarihi yok eden bu projede bir suç var, yani en amiyane tabiriyle yasaya uygun olmayan bir şeyler var. Son yirmi, yirmi beş yıldır özellikli olarak aslında ‘’kente karşı işlenen suç’’ kavramından bahsedilmektedir. Bu da hızlı kentleşmeyle birlikte gelen plansız, öngörüsüz yönetimlerin, toplum yararı yerine bireysel çıkarlar peşinde koşan vurguncular ve iktidarın rant dürtülerinden ortaya çıkıyor. Galataport’ta kent suçunun üretim süreci ise; kültür varlıklarını koruma kurulu kararları ile korunması gereken Paket Postanesi’nin yıkılması, 1940’larda inşa edilen erken Cumhuriyet dönemi özgün yapılarından Karaköy Yolcu İstasyonu’nun hiçbir önlem alınmadan bir gecede yıkılması ile başlamıştır. Projenin yarattığı ve yaratacağı tahribat ciddi boyutlardadır. Projenin zemin çalışmaları sürecinde çevre binaların zemininde ciddi kaymalar, çatlaklar ve deformasyonlar gözlenmiştir. Ne yasalar ne hukuk ne iktidar böylesi riskli, tehlikeli imalatları engellememiştir. Aksine benzer örneklerde de görüldüğü gibi bağışlayıcı yasalarla yasal düzlemde önleri açılmıştır. Bu nedenledir ki, Galaport’ta da çevre yapılara, doğaya, tarihe yapılan katliam tam anlamıyla devam etmektedir. Devletin megaprojeler diye nitelendirdiği aslında olan rant projelerinin, kent suçlarının üretim süreci devlet kar odakları arasında ilerlemektedir. Vahşi kapitalizmin ekolojiyi ve doğal dengeyi bozan politikalarının sonucunda tüm Dünya’yı saran virüs salgını bile bu suçun ilerleyişini durduramamıştır. Ta ki bir emekçi yaşamını yitirene kadar… * Mimarlıkta Dayanışmacı Taban Hareketi ile yaptığımız söyleşi 4 Mayıs 2020 tarihinde toplumcumeclis.org adresinde yayınlanmıştır. 14 toplumcu seçenek Fotoğraf: DİSK Dev Yapı-İş MDTH: Galataport Projesi’ni, artık kent suçu kimliğine ek bir de bu Covid-19 salgını sebebiyle iş cinayetiyle de anacağız. Sermayenin zarara uğramamak için işçi ölümlerini göz aradı etmesi ne ilkti ne de son olacak. Hükümetin inşaat patronları için aldığı önlem emekçileri salgın tehdidinden korumayacak. Ancak şantiye tamamiyle kapatılmadı, sadece çalışmalar 4 Mayıs’a kadar durduruldu. Bu da Hasan Oğuz’un ölümünün ardından alınmayan önlemlerle çalışmak zorunda bırakılan az sayıda işçinin mücadelesiyle başarıldı. Hatta şantiyenin bazı alanlarında çalışmalara devam edildiğini duyduk. Bu olay üzerinden bir de şu sorunun sorulması gerekiyor; Hasan Oğuz’un ölümünden kimleri sorumlu tutacağız? “Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” diyerek tüm emekçileri kendi önlemini almak zorunda bırakan iktidar aslında bu süreci işçi sınıfı nezdinde iyi yönetemeyeceğini en başından itiraf etmiş oldu. Ne ücretli izin gündeme getirildi ne de acil olmayan üretimler durduruldu. Bir kere daha gördük ki sermayenin iktidarı işçiyi, emekçiyi hiçbir koşulda korumayacak. Her koşulda esnetilebilen yasalara ek bir de torba yasalarla kaderimize terk edildik. Bunun sonucunda halk kendi OHAL’ini değil kendi dayanışmalarını ilan etti, ettik. “Hasan Oğuz’un ölümünden kimleri sorumlu tutacağız? mayan sadece Galataport şantiyesi değil; devletin gövde gösterisi yapacağı birkaç megaproje de devam etmektedir. AKM, Haliçport, 3.havalimanı şantiyeleri gibi. Bir yerlere yetişmek için değil, ‘’ekonomimizi ayakta tutabildik biz bu süreçte, üretimimizi bitirmedik’’ demek için devam ediliyor. Bunu derken hiçbir sağlık önlemi de alınmamaktadır. Şantiyelerde hala yüzlerce insan bir arada çalışmaktadır, işçilerin kalabalık şekilde kaldıkları konteynerlerde, yemekhanelerde gerekli dezenfekte işlemi düzenli olarak yapılmamaktadır. Günde bir kere (o da beyaz yakalılara, tüm şantiye çalışanlarına değil) ateş ölçümü ile salgının kontrol altında tutulduğu düşünülmektedir... Toplumcu Meclis: Salgın döneminde Galataport şantiyesi de, diğer şantiyeler de neden durmadı? Neye yetişiyorlar? Siyasi iktidar ekranlarda ‘’evde kal’’ çağrısı ile gövde gösterisi yaparken, emekçileri açlığa mahkum edip, en insani yardımları bile yapmamaktadır. Yani emekçiler açlığa, işsizliğe mahkum edilmektedir.Fakat bildiğiniz gibi kısa bir süre önce pandemi salgını nedeniyle gerekli sağlık önlemlerinin alınmamasından kaynaklı ücretli izin talep eden işçiler bir direniş başlattılar. İşçinin emekçinin dayanışma günü olan 1 Mayıs 2020 bu bağlamda daha anlamlıdır. Dayanışma ve mücadele ruhuna yakışır bir sorumlulukla daha fazla kayıp vermeden direnişin büyütülmesi çok önemli. MDTH: Sizin de bahsettiğiniz gibi aslında dur- MDTH: Kısa çalışma ödeneği vadeden iktidar toplumcu seçenek 15 daha sonra bunun masraflarıyla yüzleşince yeni bir torba yasayla işçilerin kendi inisiyatifi dışında ücretsiz izin adı altında işsiz kalmalarının önünü açtı. Bu ödeneğe güvenerek vardiyalı sistemle çalışmaya devam eden şantiyeler de oldu. Bunlardan biri de 3. Havalimanı şantiyesi. Henüz ölümün yaşanmadığı ama hem mavi yakalı hem de beyaz yakalı işçiler arasında pozitif vakaların olduğu bilindiği halde, sabahları ateş ölçülerek şantiyeye giriliyor. Yüksek ateş belirtisi gösterenlerin izole edilerek hastaneye götürüleceği söyleniyor fakat henüz öyle bir durum yaşanmadı. Herhalde 39 derece ateşle yanarken hala işe gelmemiz bekleniyor anlaşılan. Her yerde elimizi nasıl yıkayacağımız, maskeyi nasıl kullanacağımız, eğer belirti gösteriyorsak ne yapmamız gerektiğine dair bilgi veren afişlerle asıldı. Vardiyalı sistemle haftalık 30 saatlik çalışma süresine ulaşmak için günlük mesai saatleri uzatıldı ve mola süreleri kısaltıldı. Bu da daha çok yorgunluk demektir. Maskeye erişimin kısıtlı ve hatta imkansız olduğu ortadayken maskesiz çalışmak yasaklandı. İşçi kampında fiziksel mesafe şartını uygulayabilmek adına 3’te 2 işçi evlerine gönderildi, yani işsiz bırakıldı. Önce yemekhanelerde masa düzenleri yine fiziksel mesafeye göre düzenlendi ardından yemekhaneler kapatılarak kumanya dağıtılmaya başlandı. Dağıtılan kumanyalar ise alınması gereken günlük kaloriyi sağlamıyor. Bunların hepsi ortak kullanım alanlarında alınan önlemler. Ama saha? Sahada bu fiziksel mesafe şartını sağlamak ve bunu denetlemek oldukça zor oluyor. Tüm günü tek bir maske kullanarak geçirmek zorunda kalıyoruz. Dalgınlıkla maskeyi çıkarttığımızda, elimizi yüzümüze değdirdiğimizde yaşadığımız stres bizi daha da yıpratıyor. Hastalığa kapılmamak veya taşıyıcısı olup akşam evlere döndüğümüzde yakınlarımıza bulaştırmamak… Tüm gün bu düşüncenin stresiyle geçiyor. Üretim aciliyeti olmayan inşaatlarda çalışmalar neden hala devam ediyor? Açıkçası benim buna verileceğim tek bir cevap var, patronlar öyle istiyor. Ve ben bir işçi olarak bu koşullara rağmen, aç kalmamak için çalışmak zorundayım. Toplumcu Meclis: Kent suçu projelerinin aynı zamanda işçilerin canına da kastettiğini mega projelerde görüyoruz. En çarpıcılarından birisi de 3.Havalimanı (İstanbul Havalimanı) projesi idi. Bu bir karakter mi? Ve böyle bir ekstrem 16 dönem, pandemi dahi bunu değiştiremiyor mu? MDTH: Pandemiden önce inşaat işçilerinin en büyük sorunlarından biri can güvenliğini sağlayacak önlemler alınmadan çalışmak zorunda bırakılmaktı. Pandemi sadece alınması gereken yeni bir önlem olarak bu başlığa eklenen yeni bir madde oldu. Kendini iyice hissettiren ve pandemi ile daha da derinleşen ekonomik kriz, her zaman ve her yerde olduğu gibi yine işçi sınıfının sırtına yüklendi. Bu dönemde iflas eden küçük ölçekli işletmeler olduğu söylenerek sermayenin aldığı küçük zararı göze sokmak isteyenler çoğalacak elbette, fakat işten çıkarılmanın yasaklandığı 3 aylık dönemde dahi sadece İstanbul’da inşaat sektöründe 15bin işçi işten çıkarıldı. MDTH: İnsanlık tarih boyunca alın terinin onu- ru ile yaşama tutunanlar ve emeği sömürenlerin mücadelesini vermiştir. Bu nedenle bu sorunun ne bu döneme ne pandemiye özel olmadığı düşüncesindeyim. Marx’ın, “Tıpkı bir dinde insanın kendi beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi gibi, kapitalist üretimde de, insan kendi elinden çıkan ürünler tarafından yönetilir.’’ sözlerinin gereği ülkemizde ve dünyada kapitalizmin tam karşısındayız. Emekçiler, işsizliğe mahkum edilmiş milyonlar, çocuk işçiler, şiddete uğrayan kadınlar tek sorumluluğumuz dayanışmak ve mücadeleyi büyütmektir. Dayanışma ve mücadelenin gücüyle, sesimizin ulaştığı tüm emekçilerin geçmiş 1 Mayıs Birlik ve Mücadele gününü de buradan kutlamak isteriz. “Galataport Projesi’ni, artık kent suçu kimliğine ek, bir de Covid-19 salgını sebebiyle iş cinayetiyle de anacağız. toplumcu seçenek ‘Sağlıkta Dönüşüm’den Covid-19’a Emre Kırmızıtaş Diş Hekimi, Sağlık Emekçileri Koordinasyonu “Çünkü süreklileştirilmiş bir salgın ve kırım düzeni olarak kapitalizme karşı söz konusu olan, sağlığımız ve hayatımızdır. Covid-19 pandemisi ile geçen bir yılı geride bırakıyoruz. Yazının hazırlandığı günlerde Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 80 milyondan fazla doğrulanmış toplam vaka ve iki milyona yaklaşan ölüm sayısıyla gittikçe ağırlaşan salgın tablosu, sağlık hizmetlerinden aşı çalışmalarına, eşitsizliklerden tedavi yöntemlerine kadar sağlık alanındaki birçok tartışma başlığının yakıcı bir şekilde geniş yığınların gündemine girmesine yol açtı. Benzer tartışmalar Türkiye’de de salgının başından bu yana sürüyor. Daha çok paylaşılan verilerin doğruluğu, kısıtlamalar ve şimdilerde aşı çalışmaları üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalar, kimi örneklerde ülkenin sağlık sistemini de kapsayacak şekilde genişleyebiliyor. Böyle durumlarda konu ister istemez Türkiye’nin sağlık alanında yaşadığı dönüşümlere uzanıyor; hem buradan sahte bir başarı öyküsü çıkarmaya çalışanlar hem de meseleye toplumcu bir perspektiften bakmaya çalışan bizler için. Bu nedenle pandeminin görünürlüğünü arttırdığı çok boyutlu sağlık krizini daha iyi kavrayabilmek ve bu durumu iktidarın krizine çevirmek için ortaya çıkan olanaklara değinmeden önce yaşanan “reform” sürecini kısaca hatırlatarak başlamak istiyorum. ‘Sağlıkta Dönüşüm’ Enkazı 2002 yılında yapılan genel seçimler sonucu iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, diğer bütün alanlarda olduğu gibi sağlıkta da sermaye lehine kapsamlı dönüşümler gerçek18 leştirmek için hızla çalışmalara başlamış, politika paketinin adını koymuştur: “Sağlıkta Dönüşüm Programı” (SDP). SDP’nin kendilerinin özgün bir programı olduğu söylemini bugün de tekrar etmelerine rağmen sağlık alanındaki piyasacı saldırıların başlangıcını 1980’lı yıllara kadar götürmek mümkün. Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde 1986 yılında yapılan “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması” bu anlamda somut girişimlere verilebilecek ilk örneklerden birisidir. Daha sonraları Devlet Planlama Teşkilatı aracılığıyla planların oluşturulması, bakanlık bünyesinde koordinatörlüklerin kurulması, çeşitli yasa taslakları (aile hekimliği yasası gibi) hazırlanmışsa da 2000’lere gelene kadar sağlık alanındaki neoliberal saldırılar emekçiler tarafından önemli ölçüde püskürtülebilmiştir (1). AKP iktidarı sonrası başlayan yeni saldırı dalgasına ise aynı düzeyde bir yanıt verilememiş, 80’li ve 90’lı yıllarda tasarı olarak kalan birçok düzenleme 2002 sonrasında yürürlüğe girmeye başlamıştır. Böylesine kapsamlı bir saldırı açıktan bütün niyetler gösterilerek yapılamayacağı ve halkın bir kesiminde rıza oluşturmak gereksinimi olduğundan, söylem düzeyinde birtakım aldatmacalar bu piyasacı dönüşüm paketine eşlik etmek zorundaydı. O dönem bakanlığın yayınladığı rapordaki SDP ilkelerinden bazılarına bakalım: Sürdürülebilirlik, sürekli kalite gelişimi, insan merkezlilik, katılımcılık, gönüllülük, güçler ayrılığı… Kim bu ilkeleri reddedebilir ki? Veya aynı raporda geçen yaygın, erişimi kolay ve güler yüzlü sağlık hizmeti, bilgi ve beceri ile donanmış sağlık insan gücü gibi kimi temel bileşenler (2); hayır, biz düşük motivasyonlu sağlık insan gücü istiyoruz diyebilir miyiz? İşte bu tür aldatmacalarla bütün bir sağlık hizmetleri altyapısı hedefe konmuştur. Bu şekilde azımsanmayacak ölçüde toplumsal rıza üretebilen AKP, radikal olarak niteleyebileceğimiz adımlar atmaya girişmiştir. Sağlık ocağı sistemi olarak bildiğimiz birinci basamak sağlık hizmetleri yerine sosyal açıdan daha zayıf, liste temelli aile hekimliği sisteminin getirilmesi, devlet hastanelerinin yerine (bir yandan özel işletme gibi organize edilerek) özel sağlık kurumlarının teşvik edilmesi, sağlık hizmetlerinin finansmanında sermaye lehine yapılan değişiklikler ve performans sistemi, sözleşmeli çalışma, taşeronluk gibi çalışma modelleri ile sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesi bu önemli adımlardan bazılarıdır (3). Bunlara paralel olarak sağlık hizmetlerinin metalaştırılması, hastaların müşteri olarak görülmesi, kurum içi ve kurumlar arası rekabet, ekip çalışması yerine hekim odaklı çalışmaya geçilmesi gibi başlıklar- toplumcu seçenek da da hız kesmeden düzenlemeler yapılmış, kimi zaman iknayla kimi zaman “sopayla” bunlar uygulanmaya başlanılmıştır. Halk sağlığı açısından ise hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunarak geliştirilmesi yerine hastalık oluştuktan sonra tedavi etme yaklaşımı başat hale getirilmiştir. Hatta geldiğimiz noktada bu girişimler hasta garantili hastanelerin açılmasına kadar vardırılmıştır. Nihayetinde, bugün neresinden tutsak elimizde kalan Covid-19 süreci bu dönüşümlerin bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Covid-19 Salgını Resmi olarak ilk vakanın duyurulduğu 2020 Mart ayıyla birlikte Türkiye’de Covid-19 sürecinin başlaması, SDP boyunca birikmiş ve bir şekilde bugüne kadar hasıraltı edilebilmiş sorunların bütünüyle ayyuka çıkmasına yol açmıştır. Bunları tek tek açmak yazının sınırları bakımından mümkün değil fakat en önemlilerinden birisi olan birinci basamak sağlık hizmetlerinin salgındaki durumuna değinmemek olmaz. Covid-19 gibi salgın hastalıklarla mücadelenin en temel bileşeni olması gereken bu birimler SDP kapsamında yaşanılan dönüşüm neticesinde gerekli altyapı ve çalışma düzenine sahip olmadığı için salgınla mücadelede son derece etkisiz kalmışlardır. Hatta bırakın salgınla mücadeleyi, rutin faaliyetlerinde bile ciddi aksamalar meydana gelmiştir. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde yaşanan bu eksiklikler geçici görevlendirmelerle asıl işi bu olmayan çok çeşitli branşlardan emekçilerle kapatılmaya çalışılmış, yine aynı nedenle salgın mecburen hastanelerde karşılanmıştır. Elbette bu yetersizlikler hepimizi doğrudan etkilemiş, önlenebilecek kayıpların yaşanmasına sebep olmuştur. Ayrıca bunlara ek olarak benzer diğer olağandışı durumlarda (deprem, sel vb.) sıklıkla gördüğümüz kötü kriz yönetimi ve organizasyonel kapasitesinin yetersiz oluşu Covid-19 salgınında da bilindik manzaralarla karşılaşmamıza sebep olmuştur. Salgının Türkiye’ye görece geç ulaşmasına ve hazırlık için zaman olmasına rağmen hiçbir ciddi hazırlık yapılmamış, göstermelik kimi uygulamalarla bunca zaman heba edilmiştir. Yalanlar ve manipülasyonlarla bu açıklar kapatılmaya çalışılmış, halkın sağlığı yine hiçe sayılmıştır. Bugünlerde benzer bir süreç de aşılar konusunda yaşanmaktadır. Şimdiden düşünmemiz gereken bir diğer önemli mesele de Covid-19 sonrası bizi bekleyen birikmiş sağlık sorunlarıdır. Yukarıda söylediğim gibi her yanından dökülen sistem birtakım yamalarla kurtarılmaya çalışılmış, birçok sağlık hizmet alanı esas görevlerini bu nedenle yapamamıştır. Rutin bağışıklamaların yapılamayışı, iş ve okul sağlığı hizmetlerinin askıya alınması, kanser taramalarının gerçekleştirilememesi, kamu hastanelerindeki ağız ve diş sağlığı hizmetlerinin ertelenmesi gibi çok farklı sağlık hizmet alanında Covid-19 ile mücadele gerekçesiyle esas sorumluluklar yerine getirilememiştir. Böylesine bir “seferberlik” bari Covid-19 salgınıyla mücadelede sonuç verseydi diye düşünüyor insan ama gelin görün ki bozuk düzende herhangi bir çark tutmamaktadır. “Ayrıca bunlara ek olarak benzer diğer olağandışı durumlarda (deprem, sel vb.) sıklıkla gördüğümüz kötü kriz yönetimi ve organizasyonel kapasitesinin yetersiz oluşu Covid-19 salgınında da bilindik manzaralarla karşılaşmamıza sebep olmuştur. Toplumcu Müdahale ve Olanaklar Durumun kötülüğüne ve bunca olumsuz gelişmeye rağmen mücadele açısından önümüzde kimi olanaklar da belirmiştir. Yukarıda aktarmaya çalıştığım SDP kapsamında sağlık hizmetlerinde yaşanan olumsuz değişimlerin Covid-19 salgını vesilesiyle geniş toplumsal kesimler nezdinde görünürlüğünün artması ve resmî kurumlara karşı özellikle paylaşılan veriler konusunda güvensizliğin giderek derinleşmesi sağlık muhalefetine bir alan açmış durumdadır. Başta Türk Tabipleri Birliği olmak üzerine sağlık emek ve meslek örgütlerinin bu süreçteki müdahaleleri toplumda karşılık bulmuş, toplumun azımsanmayacak bir kesimi doğru ve tutarlı bilgilere erişebilmek, tavsiyeleri alabilmek için bu kurumlara gözlerini çevirmişlerdir. Oluşturulan bu etkiyi genişletmek için topluma yönelik yeni seslenme kanallarının açılabilmesi hem daha fazla sayıda yurttaşın gerçeklere ulaşmasını sağlamak hem de Saray Rejimi tarafından sağlık emek ve meslek örgütlerine yöneltilebilecek saldırıları boşa düşürmek için oldukça önemlidir. toplumcu seçenek 19 Sağlık emekçilerinin hak ve emek mücadelelerinde ise benzer bir başarıdan söz edebilmemiz şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bazı hastanelerdeki tekil ve kendiliğinden gelişen tepkisel örnekleri (öğle arası yürüyüşler gibi) saymazsak sorunların basın açıklamaları ile teşhiri, ilgili kamu otoritelerine seslenme ve çoğunlukla bu sorunların sosyal medyada gündemleştirilmesi üzerinde yoğunlaşmış bir eylem tarzının dışına çıkamadığımızı teslim etmek gerekiyor. Elbette pandeminin sağlık emekçileri üzerinde yarattığı özel koşullar ve içinde bulunduğumuz baskı ikliminin etkisi bu noktada belirleyici fakat Saray Rejimi açısından yaşanan kırılganlığı lehimize kullanmak için dünyadaki örneklerden de yararlanarak eylem setimizi genişletecek hamlelerde bulunmak önümüzdeki önemli ve acil görevlerden birisidir. Örneğin salgınla mücadele eden sağlık emekçilerine moral destek amacıyla çağrısı yapılan alkışlamaların, sağlık emek ve meslek örgütleri aracılığıyla sağlık emekçilerinin taleplerinin toplumun sağlık ihtiyaçlarıyla örtüştürülerek protesto içeriği kazanması ihtimaline karşı apar topar iptal edilmesi bir ipucu olabilir. farklı alanlardaki toplumcu deneyimlerin düzenli olarak paylaşılmasına olanak verecek koordinasyonların kurulması ve bunların sağlık alanına uyarlanması vb. Değerlendirmemiz gereken olanaklardan bir diğeri de sağlık alanına yönelik özelleştirmeler ve piyasacı dönüşümlerle eş güdümlü olarak yürütülen ideolojik saldırının salgın vesilesiyle bir ölçüde kırılmış olmasıdır. Dünya ölçeğinde baktığımızda salgının en kötü yönetildiği ve birçok parametreye göre halkın en kötü etkilendiği ülke olan Amerika Birleşik Devletleri örneği, SDP kapsamında da “maliyet etkinliğine” ve “verimliliğine” bol bol atıf yapılan piyasacı sağlık sisteminin böylesi bir sağlık krizinde toplumu nasıl çaresiz bıraktığının acı bir göstergesi olmuştur. Sağlık ve sosyal hizmetlerin büyük oranda kamusal altyapıyla sunulduğu ülke örneklerinde salgının kontrolünün daha rahat sağlanabilmesi ve yaşanan kayıpların daha düşük tutulabilmesi, bizlere de bir amentü olarak yıllarca yutturulmaya çalışılan “özel olan iyidir” anlayışının geçersizliğini tekrar ortaya koymuştur. Geniş toplumsal kesimler tarafından bu gerçeğin Türkiye’de de daha fazla anlaşılır olması, sağlığa toplumcu müdahale veya bir sağlık hakkı hareketi yaratmak için çeşitli imkanlar sunmaktadır. Elbette bunları hayata geçirebilmek için daha somut mücadele başlıkları ve uygun örgütsel zeminler de gerekmektedir; sözgelimi piyasalaştırmanın ve SDP’nin yarattığı tahribatın tersine çevrilmesi için mevcut olanı teşhir etmekle yetinmeyip birtakım kurucu pratiklere girişilmesi, sağlık hakkı mücadelesi ile ekonomik talepler arasında doğrudan bir ilişki kurulabilmesi için uygun zeminlerin yaratılması, Fakat enseyi karartmaya lüzum yok. Türkiye’de “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak bilinen neoliberal saldırının başlangıcından günümüze yaşadığımız dönemi kıyas aldığımızda, bugün sağlık alanına yönelik toplumcu müdahaleler için olanaklar oldukça artmış durumdadır. Hepimiz için artık ötelenemeyecek bir ihtiyaç halini de alan bu durumu iyi değerlendirip enkazı kaldırmamız gerekmektedir. Çünkü süreklileştirilmiş bir salgın ve kırım düzeni olarak kapitalizme karşı söz konusu olan sağlığımız ve hayatımızdır. 20 Bitirirken Bir anekdot ile toparlayalım. Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, 2005 yılında basına yaptığı bir açıklamada “Sağlıkta Dönüşüm Programı” çerçevesinde bakanlık ve sağlık örgütlenmesinde yapacakları değişimleri “kürek çeken değil, dümen tutan bir teşkilat” olarak özetliyordu. Bu değişikliklerle hantal ve işlemeyen mevcut yapı geride bırakılıp “çevik, dinamik, sektöre öncülük eden” bir örgütlenme kurulacaktı (4). Aradan geçen 15 yıla ve özellikle ülkemizde birinci yılını doldurmak üzere olan Covid-19 salgınında sergilenen performansa baktığımızda, ortada ne küreğin ne de dümenin kaldığını, “çeviklik” ve “dinamiklik” bir yana, sağlık sisteminin paralize olduğu ve sağlık emekçilerinin üzerine çöktüğü bir durumla karşı karşıyayız. Her gün yeni sağlık emekçileri kayıplarıyla, başka bir skandal ile karşılaşıyoruz. Kaynaklar (1) TTB: Türkiye’de Sermayenin Sağlık Sektörü Hayali Gerçekleş(ebil)ecek mi? Sağlıkta Dönüşüm Programı 2003 Türkiye’sinde Halka ve Hekimlere/Sağlık Personeline Ne Getiriyor? Ankara: Türk Tabipleri Birliği Yayınları, 2003. (2) Acar, S: Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm, Güvencesiz Çalışma ve Beyaz Yakalılar. Bursa: Dora Yayıncılık, 2020. (3) Belek, İ: AKP’li Yıllarda Sağlık. İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2020. (4) “Akdağ: 7-9 Milyara Doktor Bulamıyoruz.” Erişim Tarihi: 28 Aralık 2020, https://www.hurriyet. com.tr/ekonomi/akdag-7-9-milyara-doktor-bulamiyoruz-3549470 toplumcu seçenek Kentler: Kim İçin, Ne İçin? Ümit Bayrak Mimar Kendi ellerimizle yarattığımız kentler kendi mezarlıklarımız ve hapishanelerimiz mi olacak ? Kentler; insanlığın yerleşik hayata geçtiği günlerden bu yana vazgeçilmezi. Öncelikle barınma ihtiyacı temelli kentler zaman içinde karmaşıklaşan bir çok ihtiyaca bağlı olarak şekillenmiş, toplumsal yaşamın en önemli zeminlerinden biri haline gelmiştir. İlkçağlardan beri afetlerle, savaşlarla yıkılan kentler her seferinde daha donanımlı ve daha gelişkin olarak yeniden yapılmış ve bu süreç insanlığın ortak mirasına ait bir kent ve kentlileşme kültürü kazandırmıştır. Toplumsal koşullara bağlı olarak kimi zaman askeri sur/garnizon temelli, kimi zaman ticari/agora temelli, kimi zaman kült/tapınak temelli, kimi zaman liman/ulaşım temelli, kimi zaman da hepsi birarada olmak uzere kentler her dönem hakim ekonomik ve siyasi eğilimin iktidarının gücünü gösteren tarzda inşa edilmiş, işlevsel ama aynı zamanda simgesel öğelerle donatılmıştır. Güvenlik ve ulaşım gibi ihtiyaçlar, su kanalları gibi organizasyonlar böylesi bir gücün idaresine ihtiyaç duyduğundan, kentlerin gelişimi merkezi olarak gercekleşmiştir. İnsanlığın ideal düzen arayışı kentlerle ilgili olarak da Platondan bu yana yazılı kaynaklarına ulaşabildiğimiz geliştirici bir çok düşüncenin ortaya çıkmasına eşlik etmiştir. Ortacağda Rönesans ile yaşanan toplumsal, külturel ve bilimsel süreç de mimar / sanatçıları ideal kent düzenine ilişkin örnek tasarımlara yöneltmiştir. Aydınlanma düşüncesi ise kent geleneğine yansımış düzenli tasarlanmış kent modeli devam ettirilmiştir. Thomas Moore’ un 1516 yılında yazdığı Ütopya’sında geleceğin mükemmel toplumunun bir kent/ ada yaşamının inşaası ile birlikte tarif edilmesi tesadüf değildir. Aynı dönemde Francis Bacon, düşüncelerindeki ideal toplum düzenini imgesel bir adada yansıttığı Yeni Atlantis eserini yazmıştır. Kenti genis bir toplumsal ilişki ağının hem yaratıcısı hem de düğüm noktası olarak tanımlayan Lewis Mumford’ un deyimi ile “ilk utopya kentin bizzat kendisi olmustur.” Toplumsal ve ekonomik şartların süreklilik gösteren dinamiği, teknolojik gelişmeler ile birlikte kent yaşamına sürekli yenilikler getirmiş, bu alandaki düşünceler ve arayışlar her daim canlılığını korumuştur. Şekil: Archigram, Dezeen 22 toplumcu seçenek Kapitalizmin gelişimi ile birlikte kent yaşamı yoğun nüfus artışına uğramış, kentler üretim içindeki rollere bağlı olarak işlevsel bölgelere ayrılmıştır. Kent bir odak noktası haline dönüşüerek kurduğu ilişkilerle yakın çevresini de dönüştürmüş kırsal alanları dahi baskılamaya başlamıştır. Marksizm, insanlığın gelecege yönelişinin bu çağdaki en önemli zemini olarak, bütün bir düşünce sistematiğini ve her türlü disiplini etkisi altına almıştır. Bu dönemde Paris, Londra gibi belli başlı kentlerin nüfusu 4-5 kat artmış, kötü barınma koşulları, ulaşım ve alt yapı eksikliği, çevre kirliliği, eşitsizlik gibi toplumsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkan bir dizi sorun insanlığın gündemine taşınmıştır. “İlk ütopya kentin bizzat Halkın büyük çoğunluğu için yaşanmaz durumda olan kentler doğa ile uyumsuz birer kanser hücresi gibi kontrolsüz şekilde büyümeye başlamıştır. Çağdaş mimari ve şehircilik pratiğinin önemli bir temsilcisi olan Le Courbiser’ in şehir planlamasına ilişkin olarak, “Kentleri şimdiye kadar yorumlamakla yetindik, aslolan onu değiştirmektir.” şeklindeki yaklaşımı bu etkinin bir göstergesidir. Aynı şekilde Avusturyalı tarihçi ve arkeolog Gordon Childe, arkeolojik bulguları, bağlı bulundukları toplumsal ve iktisadi koşullar içinde değerlendirdiği “ Avrupa Uygarlığının Doğuşu” adli bilimsel eserinde yöntemsel olarak büyük ölçüde marksizmden esinlenmiştir. Daha sonraki yıllarda, Marksist kuramcı Henry Lefevbre mekanın diyalektik ve ilişkisel olarak toplumların/sınıfların maddi pratikleri içerisinde üretildiğini ortaya koymuş; kent sosyolojisi, mekanın üretimi ve doğa düşüncesine ilişkin yeni açılımlar getirmiştir. Yaşanan salgın hastalıklardan dolayı en yaygın kaygının sağlık olduğu bu dönemde Benjamin Richardson tarafindan kaleme alınan Hygeia adlı eserde kamusal sağlık ilkelerine kesin uyum üzerine tasarlandırılmış ideal kent düzeni anlatılmaktadır. Aynı şekilde ütopik sosyalistler de örnek bir kent yaşamı kültürü yaratılması için, insan sağlığını önceleyen, doğayla uyumlu olmak üzere çok ayrıntılı ve kapsamlı, incelenmeye değer örnek modeller gelistirmişlerdir. Rousseau’ nun köyleri, kasabaları, evleri, kentleri, yurttaşların oluşturduğunu söylediği bu dönemde Fransa’ da ortaya çıkan kentler “Komün” adıyla anılıyordu. Tüm bu koşullara başkaldırı niteliğinde olan ve kentlerde başlayan isyan ve devrim şeklindeki halk hareketleri, siyasal iktidarların bunlara karşı önlem amacıyla kentleri yeniden planlanmalarına yol açmıştır. Barikat ve sokak savaşlarına karşı 3. Napolyon döneminde Hausman tarafindan Paris kenti büyük çaplı yıkımlara uğratılmış, askeri birliklerin kolayca ulaşabileceği geniş bulvarlar üzerinde kent adeta yeniden inşa edilmiştir. Frederick Engels, Proudhoncu konut hakkı sorununa eleştiri getiren kitabı Konut Sorunu’nda, İngiltere’de emekçi sınıfların durumuna ilişkin saptamalar yapmış ve konut kuramını geliştirmiştir. Bu, Marksizmin söz konusu sorunu, üretim ilişkileri bağlamında çeperde tarif etmekle birlikte, ikincil önemde bir olgu olarak ele almamasının bir sonucudur. kendisi olmuştur. 1950’li yıllarda kentlerin yayılmasına paralel biçimde birçok düşünce geliştirilmiş, siyasi ve ekonomik hükümranlığın etkileri azaltılmaya/ıslah edilmeye çalışılmıştır. Yona Freidman’ın “3 Boyutlu Yaygıları”, Paul Maymount’un “Yeraltı Kentleri”, Walter Jones’un “Yüzen Şehirleri” gibi projeler, artık kaynakların sınırsız olmadığının farkına varıldığı ve büyümenin sınırlarının ise tartışılmaya başlandığı bir döneme ait örneklerdir. Ekolojik ütopya hareketleri de bu dönemlerde gelişmeye başlamıştır. Ebeneze Howard bahçe kentler ile kır ve kentin olumlu yanlarını birleştirmeye çalışmıştır. Amerikalı bir yazar olan Ernest Calenbach tarafından kaleme alınan Ekotopya, bağımsızlığını ilan ederek ABD’den ayrılan ve 20 yıl boyunca dışa kapanan, ABD’nin batısındaki bir ülkeyi anlatır. Bu düşünceler, siyasal atmosfere bağlı olarak kendi eylemliliğini yaratmış, emperyalizm ve kapitalizme karşı dünya çapında gelişen yaygın bir muhalefet dalgasının parçası olmuşlardır. Küçük bir örnek olarak sadece birkaç gencin İtalya karasu- toplumcu seçenek 23 ları dışında 20x20 ebatlarında bir deniz platformu kurarak kendilerini bağımsız devlet ilan etmeleri ve Birleşmiş Milletler cemiyetine başvurmaları, prototiptir. Rose Island adlı filmde anlatılan bu alternatif “devlet” in öyküsü, Carabinerilerin adaya el koymaları ve sonunda havaya uçurulması ile son buluyor. Son 50 yıllık dönemde neoliberal politikaların dünya çapında gerçekleştirdiği bu tür saldırganlıkları arttırması sonucu, toplumsal muhalefet her alanda gerilemiş ve kapitalizmin hükümranlığı tartışılmayacak derecede sağlamlaşmıştır. Bu dönemde, insanlığın yoğun mücadeleler sonucunda elde ettiği haklar ve kazanımlar büyük ölçüde kaybedilmiş, gemi azıya almış kâr ve tüketim ekonomisi; yarattığı yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi devasa boyuttaki birçok sorunla birlikte, yaygın bir çevre tahribatına da yol açmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan iklim krizi o denli büyüktür ki, gezegenimizin geleceğini ilgilendiren bu sorun, bilim insanlarının “Antroposen Çağı” tespitlerine yol açmıştır. Komünist Manifesto’da yazıldığı günden çok daha fazla olarak bugün; “modern burjuva toplumu kendi çağırmış olduğu öte dünya güçlerini kontrol edemez hale gelen bir büyücüye benziyor.” Kapitalizmin, dünya çapındaki yeni bir iş bölümünün de inşa edildiği bu süreçte, emek yoğun endüstriler dünyanın geri bıraktırılmış bölgelerine transfer edilmiş ve bu bölgeler, uluslararası sistemle entegre olacak biçimde yeniden dizayn edilmeye başlanmıştır. Çevreye zararlı üretim etkinliklerinin, az gelişmiş ülkelere kaydırılması ile ilgili olarak; söz konusu faaliyetlerin maliyetinin, ölümlerden kaynaklı gelir ve üretim kaybı ile ölçüldüğünü, dolayısıyla maliyetin ancak ücret ve üretkenliğin en düşük olduğu ülkelerde gerçekleşebileceği açıkça söylenmiştir. Teknolojik gelişmeleri arkasına alan neoliberal politikalar, üretim biçimini de zaman ve mekân kavramlarından soyutlayarak olabildiğince esnetmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bütün cilalı manipülasyonlara karşın, açık olarak, sömürü ağının katmerleştirmesine dayalı bu yeni dünya düzeninde, küresel kent, dünya kenti ya da megakent söylemi, küresel ekonomiye uyum için ileri sürülmüş ve dünya piyasasına dahil olmak isteyen ülkeler için kaçınılmaz olarak vaaz edilmiştir. Bu süreç, finansal operasyonların ve hizmet sektörünün fiktif olarak genişlemesini sağlanmıştır. 24 toplumcu seçenek Neoliberalizm tüm bu “entegrasyon”u gerçekleştirirken, sadece söz konusu genel yaklaşımlarla yetinmemiş; Afganistan, Irak ve Suriye’de örneklerini görebileceğimiz şekilde dünyayı kana boyamaktan da çekinmemiştir. Birçok kadim kent savaşlarla birlikte yıkılmıştır. Neoliberalizmin bugünkü dünya düzeninde, Mike Davis’in gecekondu gezegeni olarak tanımladığı Mumbai, Kahire, İstanbul, Sao Paulo ve Seul gibi onlarca megakent, oluşturdukları yoğunluk ve kirlilik ile içinde yaşayan çoğunluk için bir tür “distopya” haline gelmiştir. Sağlıklı çevre ve kentlerde yaşama hakkı, temel bir evrensel insan hakkı olduğu halde, büyük ölçüde israfa ve tüketime dayalı bu kentlerde halk sağlığı hiçe sayılmakta, insanlar işlerine gidebilmek için saatlerce trafikte kalmakta, güvenli barınma, sağlıklı gıdaya ulaşabilme gibi birçok temel hizmetten yoksun bırakılmaktadır. Her türlü sürdürülebilirlikten uzak bu akıldışılık; kendini doğrulayan bir kehanet gibi onlarca örneğini yaşadığımız, deprem, sel, kitlik, çevre kirliliği, salgın gibi afetlere karşı kendini ve hepimizi açık ve güvenliksiz hale getirmektedir. Bu afetlerin getirdiği yıkımlardan en çok Katrina kasırgası, Haiti depremi gibi dünyadaki örneklerinden ve ülkemizde gerçekleşenlerden de görebileceğimiz gibi yoksul kesimler etkilenmektedir. Küresel kentlerin sözünü ettiğimiz bu çarpık gelişiminin odağında yer alan inşat endüstrisi, bugün iklim krizine neden olan karbon emisyonlarının, hem yapım aşamasında hem de yaşam döngüsü boyunca kullandığı enerji tüketimi ile yaklaşık üçte birinde pay sahibidir. Gece gündüz reklam amaçlı aydınlatılan kapitalizmin “çağdaş” tapınakları gökdelenler için dereler tepeler HES’ ler, RES’ ler ile donatılmakta, tarım alanları baraj suları altında bırakılmaktadır. İçinde yaşadığımız koşullarda yaşamı ve ekonomiyi esir alan pandemi tüm bu bağlamdan hareketle küresel kent söylemlerinin sorgulanmasını gerektiriyor. “Kentler; kim için ve ne için?” sorusu önem kazanıyor. Pandeminin ortaya çıktığı Wuhan kenti de küresel bir kent. Çin’in Chikago’su olarak anılan, üç ulusal kalkınma bölgesi, dört bilimsel ve teknolojik geliştirme parkı ile 230 Fortune Global 500 firmasının yatırımlarının olduğu bir serbest tica- ret merkezi olan Wuhan, 2000’e kadar bir tarım bölgesiydi. 11 milyon nüfusu ile ülkesinin 9. büyük kenti olan Wuhan’in başlıca sektörleri arasında yeni ilaç geliştirme, biyoloji mühendisliği ve yeni malzeme endüstrisi yer almaktadır. Wuhan, 2017 yılında tasarım alanında UNESCO tarafından yaratıcı şehir olarak ilan edilmiştir. Bugün dünya çapında insanlığın bu salgın nedeni ile karşı karşıya kaldığı çaresizlik bahsedilen küresel dünya düzeninin eseridir. Aşı ve hastalığın seyri ile ilgili yaratılan bilgi kirliliği ise kapitalizmin salgını fırsata çevirme niyetini ortaya koymaktadır. Noami Klein bu durumu “felaket kapitalizmi” olarak adlandırmaktadır. Bu felaket kapitalizminde çoğunluk evlere kapanabilirken önemli bir kesim için çalışma zorunluluğu devam etmekte, çalışma koşullarına yönelik bir iyileştirme de gündeme gelmemektedir. Ülkemizde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun talebi ile gözetim suresi 14 günden 10 güne indiriliyor. Hastanelerimizde ise bulaş riski çok fazla ve sağlık emekçileri çok sayıda personelini bu süreçte pandemiye kurban etti. Hayata geçirilen izolasyon tedbirleri ise uygulandığı şekli ile bir işe yaramamaktadır. Yoksul bölgeler ise haritalarında kırmızıya boyanmış durumdadır. Bugün dünyanın yarıdan fazla nüfusu kentlerde yaşamaktadır. Önümüzdeki 40 yıl içinde dünya nüfusuna üç milyardan fazla insan ekleneceği ve bu nüfusun %90’ından fazlasının yoksul şehirlerde yaşayacağı öngörülmektedir. Bu durumun sorunları ne kadar ağırlaştıracağı aşikardır. Ancak insanlık tüm bu sorunlar temelinde gündeme gelen kıyamet senaryolarını da mutlaka boşa çıkartacaktır. Fransız sosyolog Bruno Latour’un değerlendirmesiyle, bu “kıyamet” teması iki şeye yarayacaktır: Birincisi durumumuza ilişkin hükmün çoktan verildiğini anlamaya, ikincisi ise aynı zamanda başka bir dünyanın, başka bir ilerlemenin mümkün olduğuna ve olumlu bir tarihi yeniden başlatmaya. Bruno Latour’un bu açılımdan çıkardığı sonuç şudur: “Kısaca şunu söyleyebiliriz: Hayır, yeryüzü yok olmayacak, insanlar da. İşe koyulalım.” İnsanlığın ütopyaları hiçbir zaman tükenmeyecektir. Bugün bizi birbirimizden uzaklaştıran ve yalnızlaştıracak olan “çözüm”lere karşın yaratıcı toplumcu seçenek 25 ve toplumcu talepler geliştirilmeye devam edilecektir. Bir örnek olarak Jeremy Rifkin “Nesnelerin Interneti” adlı eserinde insanlığın daha yaygın bir tarzda yeniden örgütleneceğinin vurgusunu yapıyor. Bir tür tersine göç olarak adlandırılabilecek bu süreçte, teknolojinin tüm olanaklarının taşınması ile kent ile kırsal arasındaki farkların azalıp belki de yok olması gündeme gelebilecektir. Bir başka örnek de, Prof. Carlos Moreno “15 Dakikalık Kentler” kavramı çerçevesinde geliştirilen modelle kaynakların israfının önüne geçilmesinin, zaman ve mekanın yeniden üretimini önermektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün bugün yaşadıklarımıza ilişkin açıklaması, “Bundan böyle yeni pandemi süreçlerine hazırlıklı olmalıyız.” yönündedir. Bu hazırlık sürecinde küresel olarak yeniden yerelleşmeyi, küresel tedarik ağlarının kırılmasını, kendine yeten kentlerin ekolojik ilkeler temelinde yeniden dağılarak örgütlenen bir kentleşmeyi düşünmek zorundayız. Bunun için “Kapitalizm öldürür” diyebilmeyi yeniden cesaretle ileri sürebilmeliyiz. İşçi ve emekçiler, kent ve kır yoksulları, dezavantajlı bütün kesimler bu cesaretin dinamiğini yaratacaklardır. Bu kesimler arasında geliştirilecek “Dayanışma”, insanlığın geleceğinin yaratılmasında anahtar rol oynayacaktır. Ortaya koymaya çalıştığımız bu küresel arka plan çerçevesinde ülkemizde, yıllardır rant ve yağma politikası ile kentleri içinden çıkılmaz bir kakofoniye dönüştüren, “Toledolar yaratacağız” diyerek insanların başına evlerini yıkmaktan çekinmeyen, kentlerin seçilmiş yöneticilerini tutuklatan, bu politikalara karşı duran TMMOB ve halk sağlığının savunucusu TTB’yi hedef tahtasına koyan iktidarlara rağmen bu dayanışma hayata geçecektir. “Birkaç ağaç için” başlayan Gezi direnişi bu konuda umutlu olunması için hepimize örnek bir pratik sunmuştur. 26 “Sağlıklı çevre ve kentler- de yaşama hakkı, temel bir evrensel insan hakkı olduğu halde, büyük ölçüde israfa ve tüketime dayalı bu kentlerde halk sağlığı hiçe sayılmakta, insanlar işlerine gidebilmek için saatlerce trafikte kalmakta, güvenli barınma, sağlıklı gıdaya ulaşabilme gibi birçok temel hizmetten yoksun bırakılmaktadır. toplumcu seçenek Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer dillere destan olmuş koca Bizans’ta? Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı, bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? E bir aşçı olsun yok muydu yanında? İspanyalı Filip ağladı derler batınca tekmil filosu. Ondan başkası ağlamadı mı? Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış? Yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kim zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana Ve bir sürü soru. BERTOLD BRECHT toplumcu seçenek 27 Coğrafyanın Belleğinin Takibi Üzerine Bir Deneme: Büyükdere Deniz Öztürk Y.Mimar Pandemi döneminde daha yakından vakalarını ve sonuçlarını, etkilerini gözlemlediğimiz konulardan bir tanesi kent suçları ve ekolojik tahribattır. Bu tahribat o denli büyük ve sürekli hale geldi ki artık kentlerimizin coğrafyasını dahi tanınmaz hale getirdi. İSKİ, İstanbul’da barajların son 15 yılın en düşük doluluk oranlarında olduğunu açıkladı. Bunun öncelikli nedeni olarak, değişen yağış düzeni, kış ayları için beklenen kar ve yağmurun yağmaması gösteriliyor. Pandemi döneminin de etkisiyle, güvenli ve sağlıklı besine duyulan ihtiyaç artarken yaşadığımız su krizine ilişkin toplumsal farkındalık da arttı. Belediyeler bu süreçte bireysel su tasarrufu önlemleri açıklıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 15 Ocak 2021 tarihinde yaptığı belediye meclis toplantısında “1000 m2 üzerindeki parsellerde, kamu yapılarında, AVM’lerde ve 5000 m2 ‘yi geçen ticari yapılarda kullanım suyu olarak değerlendirmek üzere, çatı ve zemin sularını toplayacak bir drenaj sistemi oluşturulması” kararını verdi. Peki ama bu kentin su döngüsüne ne oldu? Bu sorunun cevabını kentin belleği ile coğrafi belleği birlikte ele alarak aramak istiyorum. İstanbul, tepeler üzerine kurulmuş bir şehir. Her ne kadar “yedi tepeli” İstanbul sadece Suriçi’nde kalmış olsa da bugün içinde yaşadığımız kentin de sınırlarının etkileyici bir topoğrafyasının olduğunu söylemek gerekiyor. Bu kadar kent suçuna rağmen hala güzel İstanbul’un alamet-i farikası da topoğrafyanın gizleyiciliğinde yatıyor bana kalırsa. Kentin ekolojisini ele aldığımızda da bu topoğrafyayı, yeraltı su havzaları, akarsular, akarsu yatakları, kıyılar, vadiler ile birlikte düşünmeye gayret etmek gerekiyor. Coğrafi izlerin silinmeye yüz tutması işimizi zorlaştırıyor. Biz yine de kentin 28 hafızasını adımlarken coğrafyanın hatırlatıcılığına ve yol göstericiliğine kulak vermeye çalışalım. David Harvey, kentsel mekanın dönüşüm süreçlerinin ve metalaştırılarak oluşturulan birikim modelinin kapitalizmin tarihsel çözümlemesinin olmazsa olmazı olduğunu söyler. Ona göre kentsel iktisat, kapitalizmin gelişme örüntülerini ve kriz dinamiklerini anlamak açısından elzemdir (2013). Türkiye’de ekonomik ve kentsel dönüşümlerin ve müdahalelerinin kırılma noktalarının ülkedeki ve hatta dünyadaki ekonomik krizler ve dönüşümlerle çakıştığını saptamak mümkündür. Mimarist Dergisi’nin “Mega Projeler ve İstanbul” sayısında dert edilen uğraş, bu çakışmayı gözler önüne sermekti. Örneğin; ülkedeki siyasi kırılmaları ve İstanbul’daki kentsel müdahaleleri bir zaman çizelgesinde çakıştırdığımızda ortaya çıkan tablo kentsel müdahalenin çok boyutluluğunu eşzamanlı biçimde göstermektedir (Mimarist Dergi, 58. Sayı, s.58-59). Özellikle AKPli yıllarda bu tablo hiç olmadığı kadar azmanlaşan bir yoğunluğu göstermektedir. Bu anlamda İstanbul’un değişen makroformunun kristalleştiği akslardan biri olan Büyükdere’ye bugünü anlamak ve geleceğe notlar bırakmak için bir göz atalım. “Bu tahribat o denli büyük ve sürekli hale geldi ki artık kentlerimizin coğrafyasını dahi tanınmaz hale getirdi. toplumcu seçenek Şekil 1: 1946 Hava Fotoğrafı. https://sehirharitasi.ibb.gov.tr/ Şekil 2: 1970 Hava Fotoğrafı Şekil 3: 2016 Hava Fotoğrafı toplumcu seçenek 29 Dereden Ana Caddeye İstanbul’un gelişimi 19. yüzyıla yaklaşıldığında yavaş yavaş Suriçi’nden ve Pera’dan çıkmış, 20. yüzyılın ortalarına kadar Harbiye ve Şişli’ye doğru lineer biçimde devam etmiştir. Birik (2011) çalışmasında, kentin gelişim yönü ve şeklinin belirlenmesinde doğal morfolojik izlerin yönlendiriciliğinin gözetildiğini söylemektedir (s.124). Bu lineer gelişim hattı, bir sırt çizgisi ile ana bir hat tarifleyen Beyoğlu Platosu’ndan (Şişhane-Taksim-Harbiye-Şişli-Mecidiyeköy), Zincirlikuyu’da İstanbul boğazına dik biçimde konumlanan Levent Platosu’na “bir su ayrım çizgisi” olan Büyükdere vasıtasıyla birleşir. Levent Platosu’nun sırtındaki Büyükdere aksının doğusunda boğaza doğru vadiler arasından dereler, batısında ise Kağıthane Deresi’ne ulaşan akarsular vardır. Büyükdere, İstanbul’un Avrupa yakasında, kent için hayati öneme sahip su havzaları ve ormanlarının bulunduğu kuzeye doğru uzanan en önemli akslardan bir tanesidir. 1950’lere kadar Büyükdere aksı pek yapılaşma olmayan, küçük bahçeler, çayırlıklar, çiftlikler, askeri yapılar ve saray yapılarıyla doğal morfolojisini korumuştur. Bu tarihlerin başında bölge hala kırsal bir görünüme sahiptir. 1950’den sonra, 2.Dünya Savaşı sonrası politik atmosferin değişimi ve Demokrat Parti’nin kurulması, 1948’de Marshall yardımları ile başlayan yeni politik, ekonomik dönem ve yansıması olarak kentsel yapılanma süreci iktidar değişimi ile hızlanmıştır. Bu tarihlerde bölgede, Levent projesi ile ilk toplu konut projesi geliştirilmiştir. 1Kemal Ahmet Aru ile Rebii Gorbon’nun tasarladığı ve 1950-1960 yılları arasında kademeli olarak inşa edilen Levent Konutları, yerleşim şemasının topoğrafya ile kurduğu ilişki bakımından dengeli ve uyumlu bir örnektir (Birik, Tezer, 2018). 2. Dünya Savaşı’ndan sonra konut sıkıntısını çözmek için inşa edilen bu bölge “ideal kent” olarak adlandırılmış; ancak 1950 yılının Akşam Gazetesi’nde konutlar “gündüz kondu” olarak adlandırılarak, o dağ başına, şehrin bu kadar uzağında kurulan bu mahalleye sakinlerinin nasıl gidip gelecekleri sorgulanmıştı. 1 4.Levent Sitesi, yapıların cephelerindeki ülkenin en önemli mozaik sanatçılarının eserleriyle bir açık hava sergisi gibidir. Bir kısmı yapıların yıllar içinde geçirdiği onarımlar ve bakımsızlık sebebiyle yok olmuştur. 2012 yılında kentsel sit alanı içinde yer alan cephelerdeki 20 sanat eseri tek tek koruma altına alınmıştır. Yine de kimi zaman reklam panolarının ardına hapsedilmektedir. Yapı cephelerinde kalan eserlerin görülmesi tavsiye olunur. https://www.besiktas.bel. tr/Files/File/mozaik_brosur.pdf 30 1960’larda kurulan Büyük İstanbul Nazım Plan Bürosu’nun çalışmalarından birisi sanayi öncelikli plan oluşturmaktı. Kısmen durdurulan Haliç’teki sanayi gelişimi, 1955 yılı planıyla Topkapı, Rami ve Levent bölgelerine kaymış, bu bölgelerde sanayileşme ile birlikte gelen kontrolsüz yerleşim alanlarına yol açmıştır (Akpınar, s.61). 1952’den 1978 yılına kadar alanda özellikle ilaç sektöründeki çeşitli sanayi tesisleri faaliyete geçmiştir (Ayik, Avcı, s.7). Bu dönemde Büyükdere aksının Levent Bölgesi’nde, aksın Kağıthane Deresi’ne ulaşan batı yamaçlarının gecekondu mahalleleriyle dolduğu görülmektedir (Hava fotoğrafı 1970). Levent sanayi bölgesinin hemen “aşağısında” kurulan Gültepe, Çeliktepe, Sanayi Mahallesi gibi gecekondu alanları gelişerek aynı zamanda bol işgücünü yaratmıştır. O dönemi yaşayan Gültepelilerin “Sıcak Su” yokuşu dediği cadde için kullanılan bu tabir, üretim yapan ilaç fabrikalarının bazı günlerde Gültepe’den Kağıthane’ye uzanan yamaca, üretimden artık sıcak suyu boşaltmalarından kaynaklanmaktadır. Büyükdere aksını da aşan biçimde İstanbul’un makroformunu derinden etkileyen bir başka dönemeç de hazırlıkları 1960’larda yapılan ve 1973 yılında inşa edilen Boğaziçi Köprüsü’dür (Tekeli, s.160). Boğaziçi Köprüsü’nün olası sonuçları kamuoyunda fazlaca tartışılmış, köprünün yaratacağı muhtemel kentsel etki hakkında Mimarlar Odası itirazlarını dile getirmiş, detaylı raporlar hazırlamış ve hukuki yollara başvurmuştur. Dava kaybedilmiş ancak itirazlar haklı çıkmış ve Boğaz Köprüsü’nün inşası ile hız kazanan karayolu yatırımları ve beraberinde önü alınmayan yapılaşma Şekil 4: 1975’te yayınlanan 4.Levent’te çiçek tarımını gösterir haber https://twitter.com/daciraki/status/1361371141202456581/photo/1 toplumcu seçenek ile İstanbul’un formunda kırılma yaşanmıştır. Akabinde inşa edilen 2. Boğaz Köprüsü de İstanbul’un formuna vurulan ikinci büyük hançer olacaktır. 24 Ocak 1980 tarihinde ülkede neoliberal politikaların her alana sirayeti mekansal etkilerini de göstermiştir. 1960’larda Dünya Bankası ile yapılan fon anlaşması ile başlayan ve 1980’li yıllarda İstanbul’un “küresel kent” kimliğinin yaratılmaya çalışılmasıyla hız kazanan adımlar, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik, sosyal, politik ve mekansal dönüşümlere işaret etmekteydi. Bu tarihlerde Büyükdere Caddesi, özellikle Levent ve çevresi “uluslararası iş ve finans merkezi” olma fonksiyonunu yüklendi. Bu tarihten itibaren Büyükdere Caddesi, sanayi aksından uluslararası iş merkezine dönüşmüş, adım adım gökdelenlerin gölgesine girmeye başlamıştı. Yamaç Sırtından Gökdelen Gölgesine Bugün deneyimlediğimiz Büyükdere aksı bize coğrafi belleğine dair pek az şey söylüyor. Ama şanslıysak, karşılaşabileceğimiz bazı sokak, cadde isimleri kendini ele veriyor. Şöyle bir kurguyu hayal edelim: Platonun sırtındaki “Büyükdere”den gelen sular “Güzeldere”den akarak Kağıthane Deresi’ne ulaşıyor. Bugün Güzeldere Caddesi’nin deresinin üstü hala açık ancak yatağı betona çevrilmiş durumda. Kağıthane Deresi’nin kendisi de benzer tipte bir ıslah çalışmasından nasibini almıştı. Hülya Dinç’in çalışmasına göre İstanbul’un bugün varlığını sürdüren 106 deresinden 15’i, yaklaşık %14’ü doğal kesitini, özelliğini korumaktadır (2014, s.114). Hafızamızı biraz daha tazelersek üstü kapatılan, “kurutulan”, beton kanallar içinde ıslah edildiği sanılan ama var olan bu derelerin her yoğun yağışta kendini yeniden gösterdiğini de hatırlarız. Ayamama Deresi havzasında 2009 tarihindeki sel felaketinde 31 yurttaşımızı kaybettik. 1950’lere kadar tarım alanları, bostanlar, çiftliklerle çevrili bu havza, 1950’lerden sonra kaçak yapılaşmalara, sanayi tesislerine, teslim edildi. Gecekondu alanları zamanla mahallelere, semtlere dönüşürken dere üzerine İstanbul’un en önemli 2 otoyolu olan D100 ve TEM otoyollarını yapmak için dere yatağı değiştirildi, daraltıldı, yer yer yeraltına alındı. 2009 yılındaki felaket göz göre göre hazırlanmıştı. Ihlamurdere’de (Beşiktaş) esnaf yıllarca dükkanlarında su baskınlarıyla boğuştu. Akarsu Caddesi (Kağıthane) her yağışta hızlı akışa geçen yağmur sularını Kağıthane Deresi’ne önüne kattığını da sürükleyerek taşımaya çalışır. Bu isimler bize bir şeyler söylüyor. Coğrafi belleğimizi hatırlamak salt bir “yaban romantizmi” değildir. Bu uğraş, kentlerde güvenli, sağlıklı yaşayabilmemizin de ipuçlarını veriyor. Büyükdere aksının doğu ve batı yamaçlarının topoğrafya yarılmaları, yıllar içinde hafriyat ve dolgularla gerçekleşti. Bir “bütünleşik vadiler ekosistemi” olan bölgeyi, dere yataklarının beslediği ekolojik koridorlar olarak ele almak gerekiyor. Topoğrafyayı parçalayan yoğun yapılaşma ve altyapı projeleri ile zeminde yaratılan geçirimsiz yüzeyler, betonlaşan, kapalı kanallara hapsedilen dereler; emilemeyen yüzey sularını hızlıca başka büyük derelere ya da denize taşıyan kanallara dönüşmüştür. Büyükdere aksında bugün gökdelenlerin gölgesinde pişiyoruz. Kentsel ısı ada etkisi; şehirlerdeki ortalama hava sıcaklığının kırsal alanlara göre daha yüksek olması olarak özetlenebilir. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği’nden Prof. Dr. Orhan Şen, İstanbul’da yapılaşmanın kentte yarattığı ısı adası etkisine dikkat çekerek, hava sıcaklığının özellikle gökdelenlerin olduğu bölgelerde, daha yeşil alanlara göre 2-3 derece daha yüksek olduğunu söylüyor. Buna bir de kentin kuzeyine doğru uzanan bu akstaki gökdelenlerin, kentin hakim rüzgarını, onu havalandıracak nefesini de kestiğini eklememiz gerekmekte. Aynı zamanda yine bölgedeki gökdelenlerin rüzgar yönlerini değiştirdiği ve yer yer girdaplar yarattığı bir gerçek. Şimdi bugün, tüm dünyanın pandemi ile boğuştuğu ve ülkemizde de “ya sağlık, ya açlık” tercihine zorlandığımız bu dönemde, bir de İstanbul için su krizi uyarıları yapılıyor. Pandemi önlemleri için, işten kalan saatlerimizi evlerimizde geçirmek zorunda olduğumuz zamanlarda camdan bakınca bir ağacın yeşilini görmeye, rüzgarı yüzümüzde hissetmeye hasretiz. Büyükdere aksındaki gökdelenlerin sakinleri ise KOÇ Holding CEO’sunun ballandırarak anlattığı “evden çalışma” düzenine geçti bile. Tüm o gökdelenler yarı yarıya boşalmış durumda. Pandemi döneminde en fazla alınan önlemlerden biri klimaları, merkezi havalandırma sistemlerini uygun filtreye sahip değilse çalıştırmamak oldu. Normal dönemde dahi hasta bina sendromlarına sebep olan bu binaların camlarını açamaz, merkezi havalandırma sistemlerine sizi hasta edeceğini bile bile katlanmak zorunda kalırsınız. toplumcu seçenek 31 Acaba artık bu camdan kuleler önümüzdeki döneme ait olmayacaklar mı? Bu soru ve heyecanlı yanıtı için henüz çok erken olabilir. Ancak pandemi dönemi sonrası yaşamı düşlerken coğrafi belleğimize daha fazla başvurmak zorunda olduğumuz da umutlu bir gerçek. Şekil 5: Büyükdere aksına 4.Levent bölgesinde kuzeyden güneşe bakış, 2020. 32 Kaynaklar 1- Birik, M. (2011). Kentsel Mekanın Değişim Sürecinde Transformasyon ve Deformasyon, Doktora Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 2- Tekeli, İ. (2013). İstanbul Planlamasının ve Gelişmesinin Öyküsü, Tarih Vakfı. 3- Harvey, D. (2013). Asi Şehirler, Metis Yayınları. 4- Dinç, H., Bölen F. (2014). İstanbul Derelerinin Fiziki Yapısı, Planlama Dergisi, 24(2), s.107-120, İstanbul. 5- Akpınar, İ.E. (2016). Küreselleşmenin Kentleşme Etkisi: Kağıthane’nin Sosyo-Mekansal Değişimi, Uluslararası Yönetim, Eğitim ve Ekonomik Perspektifler Dergisi, s.55-68. 6- Öktem, B. (2016). Küresel kent söyleminin kentsel mekânı dönüştürmedeki rolü: Büyükdere-Maslak Aksı. H. Kurtuluş (Ed) içinde, İstanbul’da Kentsel Ayrışma - Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar (s. 25-76), Bağlam Yayınları, İstanbul. 7- Şahin, C. (2017), İstanbul’da Su ile Anılan Sokak Adları: Hidrografik Adlar, Mimar Sinan ve Su, Sultangazi Belediyesi, s. 378 - 413, İstanbul. 8- Köksal, T. G., Öztürk, D. (2017) “Mega Projeler ve İstanbul”, Mimar.ist, Sayı 58, s.58-59: http:// www.mimarist.org/mimar-ist-sayi-58-kis-2017 9- Birik, M., Tezer, S.T. (2019). Metabolik Yaklaşım Çerçevesinde Bir Kentsel Morfoloji Okuması: Levent Bütünleşik Vadi Sistemi’nin Coğrafya ve Yapılı Çevre Etkileşimi, Türkiye Kentsel Morfoloji Araştırma Ağı II. Kentsel Morfoloji Sempozyumu. 10- Pérouse, J.F. (2019). İnkar Edilmiş Vadiler, Parçalanmış Dereler: Tehlike Altındaki Sürdürülebilirlik, Beyond İstanbul Dergisi, İstanbul Yollarında Kentsel Politik Ekoloji sayısı, s.25-27. 11- Öztürk, D. (2019), İstanbul Sokaklarında Suyun İzini Sürmek: Başka Bir Coğrafyanın Haritası, Beyond İstanbul Dergisi, İstanbul Yollarında Kentsel Politik Ekoloji sayıs, s.28. 12- Ayik, U., Avcı, S. (2020). Büyükdere Caddesi’nde Sanayileşme ve Sanayisizleşme Süreçlerinin Mekansal Yansımaları, Coğrafya Dergisi (40), İstanbul. 13- Prof. Dr. Orhan Şen, ‘Bunaltan Havaların Nedeni Gökdelenler’ (2013). https://www.haberler. com/prof-dr-orhan-sen-bunaltan-havalarin-nedeni-4964618-haberi/ 14- Bina Cephesinde Sanat Eseri VS Reklam Panosu (2019). http://toplumcumeclis.org/index.php/ haber-duyuru/item/454-bina-cephesinde-sanat-eseri-reklam-panosu toplumcu seçenek Covid-19 Pandemisi İle Kentsel Eşitsizlikler Anlamında Değişenler ve Değişmeyenler Fatma Gül Eryıldız Şenvardar Şehir Plancısı, Doktora Öğrencisi “Peşlerinde kadim ve hürmete şayan bir önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp gidiyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle... yüzleşmeye zorlanıyor”1 David Harvey, Postmodernliğin Durumu’nda (2014) kapitalist toplumda ilerlemenin “mekânın zaman aracılığıyla yok edilmesini içereceğini” belirtir. Mekân aidiyetini ve eski anlamını kaybettiğinde kullanım değeri gider ve sadece bir meta olur. Bunun yanında kent sadece bir fiziksel alan değil, yaşanmış deneyimler ile fiziksel ve toplumsal katmanları olan, bellek ve yeniden üretilen ideolojilerden oluşur. Kent tarihinden getirdiği bir hafızaya yeni anlamlar yükleyerek mutlak olmayan sürekli değişen bir organizmadır. Marx, kapitalizmin modem hayatın her alanındaki hızı betimlerken toplumun da akıntıda sürüklendiğini, ona adım uydurup koşturduğunu, bu akışın içinde başımızın döndüğünü ve ürktüğümüzü hissettirmektedir. Covid-19 sürecinde ülke sınırları, kent sınırları kamusal mekanlar belli sürelerde dışında kapatılmış ve kapatılmaya devam etmektedir. İş yaşamı, eğitim, alışveriş vb. kimimiz için evde online olarak yaşanmakta, kentte dair pratiklerimiz değişmektedir. Lefebvre toplum yaşamımız açısından fırsatlar ve kısıtları tanımlayan kentsel bir toplumda yaşadığımızı söylemektedir. Bununla birlikte Lefebvre, mekânın daha fazla çatışma ve mücadele alanları olduğunu, dijitalleşen mekânın ise yeni anlamları oluşturduğunu belirtmektedir. Küresel ile bağımız artarkan yakın çevremiz ile fiziksel temasımız azalmaktadır. Jane Jacobs’ın dediği gibi, kent merkezi yaşamın kalbidir ve bu merkezi öldürmek, sosyal yaşantıya büyük bir darbe vurmak demek olacaktır. Dünyada kent sorunları tüm mevcudiyetini korurken Covid-19 pandemisi, hem mevcut kentsel sorunlarla yeniden yüzleştirmiş hem de yeni sorunların olduğunu bize göstermiştir. Özellikle Türkiye’de büyükşehirler başta olmak üzere tüm kentlerde hızla artan inşaat, doğal alanların tahribatı, altyapı yetersizliği, kamusal mekanların azlığı, kentsel eşitsizlik ve demokratik katılım sorunları ile kentlerin kırılganlığı görünür olmuştur. Salgın afeti, evde kalabilen çalışanlar ve evde kalamayan çalışanlar ayrımında, yaşlıların ayrımında, derinleşen yoksulluk ve işsizlik ayrımında toplumsal sağlık eşitsizliğini derinleştirmiştir. Mekânın zaman içinde anlamının değişmesini son bir yılda tüm hücrelerimizde hissedilmiştir. Gündelik hayatlarımızda ölçeğimiz gün geçtikçe ufalmış bir kısmımız için ev hem dinlenme, hem üretim, hem eğlence, hem alışveriş, hem sağlık hizmeti aldığımız alan olmuştur. “Semt bizim ev kira” dediğimiz kamusal mekanları ev aidiyeti hissettiğimiz zamanlardan sadece evleri sahiplendiğimiz zamanlara süresi belli olmayan bir şekilde geçiş yapılmıştır. 1 Marshall Berman “Katı Olan Herşey Buharlaşıyor” (1994) Komünist Manisfesto’nun 1888’de Samuel Moore tarafından yapılmış olan standart çevirisinden alıntı yaparken çeviriyi biraz değiştirmiştir. toplumcu seçenek 33 Kamusallık algımızın devamlı değiştiği bir zamanda Marshall Bergman’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor kitabında yazdığından hareketle “Sürekli değişen dünyada kendimizi nasıl evimizde hissedebileceğimiz” sorusunun cevabı aramaya başlanmıştır. Bu sorunun cevabını ararken tarihsel olarak diğer salgınları kısaca incelemek yapılan mekânsal analizleri bilmek yerinde olacaktır. 1347 Veba Salgınının Avrupa’da kentlerin hayatını kökünden değiştirmiş, kentlerin varlığının tarımsal faaliyetlere bağımlı olduğu anlaşılmış, Floransa’da mağaza ve fabrikalar kapanmış ve fiyatlar artmaya başlamıştır. Sınıfsal ve kentsel eşitsizlikler daha fazla görülür olmuştur. Veba evlerinin birkaç battaniyesi ve çok az erzakı vardı ve tedbirler kapsamında evden çıkamamak vebadan daha beter olarak tanımlanmıştır. Yoksullar penceresiz kulübelerini kurutulmamış keresteyle yapmakta, damlarda saman kullanmaktadırlar. Bu da kara sıçanlar için iyi bir yuva, pireler için de aşağıdaki insanların üzerine toz gibi dökülecekleri bir zemin hazırlamaktadır. Zengin evleri ise kereste ile yapılmaktadır (Özden, K. ve Özmat, M., 2014). 14. ve 15. yüzyılda Kraliyetin vergi taleplerinin artışına salgın sonrasının kıtlığı eklenince isyanlar ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan salgınlar büyük mekânsal dönüşümler ile birlikte isyanların ve toplumsal ayaklanmaların da geldiğini bizlere göstermektedir. Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda” halkın sağlık koşullarının iyileştirilmesi için kapitalizmdeki sınıf çelişkilerinin çözülmesi gerektiğini belirtmektedir. Derin kentsel eşitsizlikler, yüksek risk altındaki yerellere neden olmaktadır. Hava kirliliği, güvenlik endişesi, sağlıklı gıdaya erişememe, sağlık hizmetine erişiminin sınırlı olması, işsizlik kümülatif olarak kentlilerin sağlık konusunda yaşam kalitelerini azalmaktadır. Kentsel eşitsizliğin sağlık konusunda yarattığı farklılıklara yapılan bazı araştırmalar: • • • • 1832 yılında Leeds’de kolera salgını sonrası hazırlanan haritada ölüm oranları ile konut kalitesi arasında bir bağlantı olduğu belirlenmiş, en yüksek ölüm oranlarının en düşük konut kalitesine sahip alanlarda görüldüğü ortaya çıkmıştır (Chadwick, 1842 aktaran Corburn, 2013). Nairobinin gecekondu bölgelerinde bebek ölüm oranı daha yüksektir. (APHRC, 2002) San Franciscoda Oakland Hills’te doğan biri West Oaklan’da doğan bir kişiye göre 15 yıl daha fazla yaşamaktadır. (ACPHD, 2008) Emmanuel Vignerol 2011 yılında Paris metro hattı üzerinde gerçekleşen ölüm oranlarını gösterdiği haritada görülmektedir. Yüksek gelir grubuna ait insanların oturduğu bölgelerde Şekil 1 34 toplumcu seçenek ölüm oranları, düşük gelir grubun oturduğu bölgelere göre düşük çıktığını görülmüştür (Vignerol, E., 2011 aktaran Corburn, 2013). Türkiye’de Covid 19’a dair kentsel eşitsizlikleri gösteren haritalama çalışmaları yapılmıştır. Aslı Odman ve Murat Tülek (2020), Hayat Eve Sığar uygulamasından elde edilen mekânsal verilerle, 2019’da tamamlanan İstanbul’un sosyo-mekansal profillerine dair güçlü bir temsil sunan ‘Veriye Dayalı Politika Aracı - kent95.org’un1 verilerini çakıştırarak pandemi karşısında eşitsizliklere dair sorgulamalar yapmıştır. 6 Eylül 2020 itibarı ile en çok Covid-19 vakasının görüldüğü ‘yüksek ısılı’ kırmızı bölgeler ile, kent95’de nispeten orta- orta altı sosyo-ekonomik konuma işaret eden mahalleler (orta/alt rayiç bedel/ağırlıkla alt yaş aralığında nüfusun ikamet ettiği yerler) büyük oranda örtüşmektedir. Salgın dışındaki ‘olağan halde’ de, çalışma koşulları, çalışırken ölme koşulları ve çalışma yerleri kamusal ilgi ve politikalardan uzak kalan çalışanlar, Covid-19 kaynaklı ölümlerde belirgin bir grup olarak görünmektedir. Veloxity.Com Şirketi’nin 1 milyon akıllı telefon dolaşım verisinden 17 Mart -24 Mart 2020 tarihleri arasında derlerdiği ‘evde en çok ve en az zaman geçirenler’ haritasında ise orta üst raiç bedele sahip semtlerde evde kalanların oranı yüksek çıkmaktadır.2 (Şekil 2) Diğer bir örnek ise BİMTAŞ’ın hazırlamış olduğu 4 ana gösterge, 22 alt göstergeden oluşan bu çalış1 http://harita.kent95.org/ 2 http://www.diken.com.tr/istanbulda-evde-kal-cagrilarina-en-cok-ve-en-az-uyulan-ilceler-belirlendi/ ma sonucunda İstanbul’un kırılgan bölgeleri tespit edilip mekânsal yayılıma bağlı kırılganlık haritası oluşturulmuştur. Esenyurt, Bahçelievler, Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa, Sultangazi, Zeytinburnu ve Fatih ilçelerinde yer alan mahallelerin kırılganlıkları daha yüksektir.3 (Şekil 3) Kentsel eşitsizlik koşullarımız hastalanıp hasta olmayacağımız belirleyebilmektedir. Sosyo- ekonomik koşulları ve donatıları düşük seviyede olan mahallelerin Covid-19 tablosunda çok riskli alanlarda kaldığını yapılan çalışmalarda ortaya çıkmaktadır. Özetle Dünya’nın farklı bölgelerinde farklı zamanlarından yapılan haritalama çalışmaları ile Covid-19 pandemisinde İstanbul’da yapılan haritalama çalışmalarından çıkan ana sonuç birbirleriyle paralel ve malumun ilamıdır. Bireylerin kendi sağlıklarını koruyabilmeleri için bireysel yöntemlerin sınırları vardır. Bireylerin sağlıkların korunması iktidarın toplumsal bütüncül politikalar oluşturması sonucunda olabilir. Sağlıklı bir şehir planlaması için kırılgan mahallelere sadece daha fazla yeşil alan, sağlık tesis kurmak bir yöntemdir ama bütüncül bir bakış açısını kaçırmak anlamına gelmektedir. İktidarın hangi politikaların sağlık tesisine, sağlıklı gıdaya erişime engel olduğu, toplumsal stres düzeyini arttıran yoksulluk, işsizlik, güvenlik endişesinin nedenleri belirlenip çözüm yolları geliştirilmelidir. Kentler oluruna bırakılamayacak ölümlü ve kırıl3 https://kirilganlik.istanbul/harita/ Şekil 2: Veloxity.com Şirketi’nin derlediği ‘evde en çok ve en az zaman geçirenler’ haritası. toplumcu seçenek 35 Şekil 3: BİMTAŞ’ın hazırladığı Mekansal Yayılma Riskine Bağlı Kırılganlık Haritası gan, beslenmeleri ve özenle bakılmaları gereken organizmalardır. Kentsel dirençlilik kavramı mutlak olmaktan ziyade, dönüşümsel bir yapıdadır ve değişen şartlar karşısında kentsel sistemin kendisini değiştirmesini ve geliştirmesini içermektedir (Galderisi, 2013, aktaran Tuğaç 2019). Kentsel dirençlilik kavramı, afetler karşısında toplumun tüm kesimini gözetecek şekilde kentlerde fonksiyonlarını devam ettirmek risklere karşı uyum sağlama, sağlam olma, yedekli olma, esnek olma, kaynaklara sahip olma, kapsayıcı olma, entegre olma kapasitesininde sürekli bir gelişmeyi önermektedir. Adaletli ve dirençli bir sağlıklı şehir planlaması için belirlenen temel ilkeler: • Demokratik katılım • Bütüncül karar alma • Çok yönlü izleme • Sosyal öğrenme • Uyumluluk ve yaratıcılıktır.4 Daha adil kentlerde yaşamak mümkün mü sorusu üzerinden kent planlama aracılığıyla toplumsal adaletin sağlanabileceği dünyada tartışılmaktadır. Rio’da sağlıklı ve eşitlikçi planlama için ağ tipi örgütlenen toplum katılımı, belediye politikaları ve merkezi yönetim taahhütleri sağlanmıştır. Mahalli kurumlar favela sakinlerinin yerelden fedarel düzeye karar alınan ölçekleri ilişkilendirerek yerel bir kapasite oluşturmuştur. yaratmadığı aksine eşitsizlikleri derinleştirdiğini mekânsal analizlere bilinenleri görünür hale getirmiştir. Tarihsel bilgimizde derinleşen eşitsizlerin beraberinde dayanışma ve toplumsal hareketlerin arttığını bilmekteyiz. COVID-19 sonrasında uluslararası #LeaveNoOneBehind (#KimseyiGerideBırakma) kampanyası başlamıştır. Aynı zamanda Covid-19 pandemisinde, tüm dünyaya yayılan “kira grevi” ve “yerinden edilmelere karşı” hareketler ortaya çıkmıştır. Yaşadığımız afet ilk değildir ve maalesef son olmayacaktır. Salgınla aslında afetlere hazırlıksız oluşumuza, eşitsizliklere, doğa talanına, tarımla ilişkisi koparılan kentlere parçacıl ve geçici çözümler yerine bütüncül çözümler sağlanmak zorundadır. Bu çözümlerin sağlanmasının yolu “Katı Olan Her Şeyin Buharlaştığı” mekânsal aidiyet algımızın zamanda değiştiği bu zamanlarda adil ve dirençli kent yaratmak için inadına tekrar tekrar kent hakkımızı savunmak kentler bizimdir dememiz gerekmektedir. Kent hakkımızı savunarak planlama süreçlerine katılarak, mahallelerden başlayan ağ örgütlenmeleri ile yerel ve merkezi yönetim toplumcu politikaları tüm boyutlarıyla birlikte yürütmelilerdir. Bu sayede sürekli değişen dünyada kendimizi evimizde hissedebileceğiz. Salgınlar sonucunda iktidar dolayısıyla planlamanın toplumun tüm kesimleri için adil bir kent 4 36 Corborn, J.(2013) toplumcu seçenek Kaynaklar https://www.birgun.net/haber/covid-19-kentsel-bir-gezegende-pandemi-299194 1- ACPHD. (2008). Unnatural Causes: Healthand Social Innequality in Alameda Country. 2- APHRC. (2002). Population of HealthDynamics in Nairobi Informal Settlements. 3- Barton, H. and Grant, M. (2006) A health map for the local human habitat. The Journal for the Royal Society for the Promotion of Health, 126 (6). pp. 252- 253.ISSN 1466-4240 http://eprints.uwe. ac.uk/7863 4- Bergman, M. (1994). Katı Olan Herşey Buharlaşıyor. İletişim Yayınları 5- BİMTAŞ.(2020). Covid-19 Salgını Mücadele Sürecinde İstanbul Kırılganlık Haritası Proje Raporu. https://kirilganlik.istanbul/static/sf3/ images/K%C4%B1r%C4%B1lgnl%C4%B1kaHaritas%C4%B1Rapor_OnIzleme.pdf 6- Corburn, J. (2019). Sağlıklı Şehir Planlaması Mahalleden Ülkeye Sağlıkta Erişim. İnsen Yayınları. 7- Engels, F. (2010). İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu. Sol Yayınları. 8-Harvey, D. (2014). Postmodernliğin Durumu. Metis Yayınevi. 9- Jacops, J .(2009). Büyük Amerikan Şehirlerinin Doğumu ve Ölümü. Metis Yayınları. 10- Kıygı, G. (2020). Salgının Mekânsal Hafızası: Norm, Ölçek, Adalet. Spectrum, Sayı 2 s.47-49. 11- Lefebre, H. (2013). Kentsel Devrim. Sel Yayıncılık 12- Odman, A.ve Tülek M. (2020) Covıd-19 Pandemisi Döneminde Sosyomekansal Eşitsizlikler Ve Veri / Halk Sağlığı İlişkisi. Türk Tabipler Birliği Altıncı Ay Değerlendime Raporu. https://www.ttb. org.tr/kutuphane/covid19-rapor_6/covid19-rapor_6_Part60.pdf 13- Özden, K. Ve Özmat, M. (2014). Salgın ve Kent: 1347 Veba Salgınının Avrupa’da Sosyal, Politik ve Ekonomik Sonuçları. İdeal Kent S:12 s.60-87. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/461752 14- Tuğaç, Ç. (2019). Kentsel Dirençlilik Perspektifinden Yerel Yönetimlerin Görevleri ve Sorumlulukları. İdeal Kent S: 2019-3, s. 984-1019. DOI: 10.31198/idealkent.634144 15- Türkoğlu, H. (2020). Covıd-19 Sonrası Kent ve Kent Planlama. ürkiye Sağlıklı Kentler Birliği http://www.skb.gov.tr/wp-content/uploads/2020/09/COVID-19-Sonrasi-Kent-ve-KentPlanlama-Prof.-Dr.-Handan-Turkoglu.pdf http://www.diken.com.tr/istanbulda-evde-kal-cagrilarina-en-cok-ve-en-az-uyulan-ilceler-belirlendi/ https://www.tasarimrehberleri.com/yenilikcidusun/korona-cografyasi/ “Kentsel dirençlilik kavramı, afetler karşısında toplumun tüm kesimini gözetecek şekilde kentlerde fonksiyonlarını devam ettirmek risklere karşı uyum sağlama, sağlam olma, yedekli olma, esnek olma, kaynaklara sahip olma, kapsayıcı olma, entegre olma kapasitesininde sürekli bir gelişmeyi önermektedir. toplumcu seçenek 37 Afet ve Acil Durumlarda Özgür Haritacılık Can Ünen Yer Çizenler Herkes İçin Haritacılık Derneği Giriş 2014 tarihli ve Bilgiye Erişim ve Kalkınma konulu Lyon Deklarasyonu1, toplumun bilgiye ve veriye özel hayatın mahremiyetini gözeterek ulaşma hakkını ve açık internet erişiminin sürdürülebilir kalkınmanın anahtarlarından biri olduğunu belirterek özgür ve açık veri politikalarının gerekliliğini ortaya koyuyor. Ancak bireylerin, kurumların ve kuruluşların açık ve özgür veri kavramlarını gözden geçirmesi ve yeniden değerlendirmesi de gerekmektedir. Herhangi bir veri kümesinin bir web arayüzü üzerinden sorgulanabilmesi görüntüleme erişimine açılmasının açık veri olarak yorumlandığı pek çok örnek bulunmaktadır. Kimi zaman sözü geçen bu açık verilere erişim de açık olmamakta ve talep/ başvuru, seçici erişim, sınırlı gösterim gibi süreçler sonunda görüntülenebilmektedir. Bu durum hakkında verilebilecek en somut örneklerden biri, acil durum toplanma alanları verisidir. AFAD tarafından üretilen ve düzenlenen acil durum toplanma alanları bilgisine e-devlet2 üzerinden erişmek, ve seçilen konuma bağlı olarak en yakın üç toplanma alanını haritada görmek mümkün. Ancak kişi, kurum ve kuruluşların İstanbul’a ait tüm acil durum toplanma alanları verisine erişmesi ve akademik çalışma, analiz vb. gibi amaçlar için kullanabilmesi mümkün görünmüyor. Bu da söz konusu verinin açık olmadığını gösteriyor. 30 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşen ve İzmir’de can ve mal kayıplarına neden olan Ege Denizi Depremi sonrasında, yukarıda bahsedilen duruma 1 https://lyondeclaration.org/ 2 https://www.turkiye.gov.tr/afet-ve-acil-durum-yonetimi-acil-toplanma-alani-sorgulama 38 ek olarak, toplanma alanları verisinin paylaşımı konusunda bir standart uygulama olmadığı da gözlemlenmiştir. AFAD İzmir3 tarafından paylaşılan ilçe bazındaki acil durum toplanma alanları verisine harita üzerinden olmasa da ulaşılabilirken, İstanbul4 için bu durum geçerli olmamakta, kullanıcılar e-devlet sorgu sayfasına yönlendirilmektedirler. Google, Yandex gibi ana akım harita servisleri üzerinden ulaşılamayan, bir acil durumda da AFAD üzerinden doğrudan ulaşımı kolay olmayan bu ve benzer veri kümelerinin kamuoyuyla hızlı ve kolay paylaşımı için özgür haritacılık araçları öne çıkmaktadır. Ege Denizi Depremi sonrasında da İzmir acil durum toplanma alanları verisi işlenerek, yurttaşların kolayca erişip bölgelerindeki toplanma alanları bilgisine ulaşabileceği bir çevrimiçi harita (Şekil.1) aynı gün içerisinde paylaşıldı5. İlgili meslek odalarının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından deprem bölgesinde gerçekleştirilen yapısal hasar tespit verilerine erişememesi, COVID-19 ile ilgili verilerin Sağlık Bakanlığı tarafından kamuoyuyla paylaşılmaması gibi örnekler, üçüncü kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından gerçekleştirilebilecek destekleyici çalışmaların önünü kapatmakta olup, yaşanan çok sayıda benzer örnek açık veri politikalarının önemini ortaya koymaktadır. Özgür Haritacılık Resmi kurum ve kuruluşlarının kapalı veya kısıtlı veri paylaşım politikaları veriye erişimi zorlaştırmakta, ana akım harita servisleri ise sundukları 3 https://izmir.afad.gov.tr/izmir-toplanma-alanlari 4 https://istanbul.afad.gov.tr/toplanma-alanina-erisim 5 http://umap.openstreetmap.fr/en/map/izmir-afet-toplanma-alanlar-haritas_516740 toplumcu seçenek Şekil 1: İzmir acil durum toplanma alanları haritası. verinin içerik ve detay seviyesini kullanıcılarının yoğunluk ve dağılımına göre düzenlemektedirler. Türkiye’de milyonlarca akıllı telefon kullanıcısının bulunması nedeniyle, özellikle büyük şehirlerde detaylı harita servisleriyle yön bulmayı doğal karşılıyoruz. Ancak, kanıksanmış olan bu durumun her yerde böyle olmadığını köy ve kasabaların harita verilerine bakarak fark etmek mümkün. Afrika, Güney Amerika ve Güneydoğu Asya başta olmak üzere milyarlarca insanın akıllı telefon kullanmadan yaşadığı kırsal bölgelerdeki topluluklar bu harita servislerinde temsil edilmemektedirler. Küresel markaların getirileri düşük olduğu için şubeler açmadıkları, akıllı telefon üreticilerinin kullanıcılarının sınırlı olduğu için harita servislerini bizlere sundukları gibi sunmadığı bu bölgelerde genellikle yerel yönetimler ve devletlerin elindeki harita verileri de güncel değiller. Sömürge dönemlerinden kalan, sömürgeci devletlerin çekilmesi sonrasında da imkansızlıklar nedeniyle güncellenmeyen haritalar yetersiz kalmakta, kırsal yerleşimlere dair güncel haritalar bulunmaktadır. Dünya üzerindeki afetler, salgınlar ve trajedilere karşı son derece kırılgan olan toplulukların büyük bölümü de maalesef bu topluluklardır. Yerel yönetimlerdeki haritalar ve ana akım harita servisleri üzerinde var olmayan bu topluluklara erişmek isteyen kuruluşların, planlama, ulaşım ve lojistik çalışmalarını gerçekleştirebilmek için bu bölgelerin haritaları uluslararası bir kullanıcı grubu tarafından açık ve özgür bir şekilde üretilmekte, özgür haritacılık araç ve uygulamaları bu soruna çözüm olmaya çalışmaktadır. Sadece bu bölgelerin değil, tüm Dünya’nın açık ve özgür bir haritasını oluşturmayı amaçlayan OpenStreetMap ve çevresindeki kullanıcılar, kuruluşlar ve uygulamalardan oluşan geniş ekosistem, herkes için özgür haritacılık araçları sunmaktadır. OPENSTREETMAP Zaman zaman haritaların Wikipedia’sı olarak tanımlanan OpenStreetMap, 2004’te Steve coast adlı bir yazılım mühendisi tarafından geliştirilmiştir. Britanya’nın ulusal harita kuruluşu olan British Ordnance Survey’in halkın vergileriyle ürettiği haritalar ve veri setlerini ücretsiz ve açık bir biçimde paylaşmamasına karşı çıkan ve toplumun yaşadığı coğrafyaya ait verilere özgürce erişebilmesi gerektiğini düşünen Coast, www.openstreetmap. org alan adını oluşturmuş ve kendi ürettiği GPS izlerini yükleyip düzenleyebileceği bir veritabanı tasarlamıştır. 2006’da kurulan OpenStreetMap Vakfı da, özgür coğrafi verinin büyümesi, gelişmesi ve paylaşımını destekleyip herkesin kullanıp paylaşabileceği küresel bir özgür coğrafi veri sunmayı hedeflemektedir6. 2021 başı itibariyle 7.290.000 üzerinde kayıtlı kullanıcıya ve günde yaklaşık 5.000 aktif kullanıcıya erişen OpenStreetMap7, Dünya’nın pek çok böl6 https://wiki.openstreetmap.org/wiki/History_of_ OpenStreetMap 7 https://www.osmstats.neis-one.org/?item=members toplumcu seçenek 39 Şekil 2: OpenStreetMap Türkiye istatistikleri (2 Ocak 2021). gesi için güncel ve güvenilir bir coğrafi veri kaynağı olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de de günde yaklaşık 30 aktif kullanıcı, günde yaklaşık 30.000 değişiklik gerçekleştirmekte (Şekil.2), harita verisinin güncellenmesine katkıda bulunmaktadır8. Humanitarian Openstreetmap Team9 Topluluk, erken zamanlarından bu yana OpenStreetMap’in sağladığı açık ve özgür harita verisi altlığının insani yardım ve ekonomik kalkınma çalışmalarına sağlayacağı faydanın bilincindeydi. Bu görüşün doğruluğu, 2010 Haiti Depremi sonrasında gerçekleşen topluluk odaklı haritalama çalışmalarının ardından kanıtlanmıştır. Haiti’nin başkenti Port au Prince’de büyük hasara ve can kayıplarına yol açan depremin ardından bölgeye gelen uluslararası yardım ekiplerinin çalışmalarında kullanabilecekleri güncel ve güvenilir haritalar bulunmamaktaydı. Bunun üzerine devreye giren uluslararası OpenStreetMap topluluğu, bölgenin haritasını üreterek yardım ekiplerine destek olmak için çalışmalara başlamıştır. Uydu görüntüsü sağlayıcısı DigitalGlobe’un, topluluğun talepleri doğrultusunda afet bölgesine ait yüksek çözünürlüklü güncel uydu görüntülerini paylaşmasının ardından binlerce OpenStreetMap kullanıcısı, sahadaki ekipler ve gönüllülerin doğrulama desteğiyle 10 gün gibi kısa bir sürede Port au Prince’in detaylı bir haritasını oluşturmuşlardır (Şekil.3). 8 https://www.osmstats.neis-one.org/?item=countries&country=Turkey 9 https://wiki.openstreetmap.org/wiki/Humanitarian_OSM_Team 40 Topluluk odaklı gerçekleştirilen bu haritalama çalışmaları, ve bu çalışmalar sırasında geliştirilen açık haritacılık araçlarının benzer başka afet ve acil durumlarda da kullanılmaya devam edilmesi fikriyle Humanitarian OpenStreetMap Team (HOT), aynı yıl içerisinde ABD merkezli, kâr amacı gütmeyen bir insani yardım kuruluşu olarak kurulmuştur ve 10 yılı aşkın bir süredir bu faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Missing Maps10 projesinin de bir parçası olarak HOT, 1 milyon gönüllü desteğine ulaşıp, halen harita üzerinde temsil edilmeyen milyarlarca insana ait yerleşimlerin haritada görünür olması için çalışmaktadır. Yer Çizenler OpenStreetMap, Türkiye’de diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha yavaş ilerlemiş ve veri üretimi açısından yeterli topluluk katkısı görememiştir. Türkiye kullanıcı grubu içerisinde oluşup Temmuz 2017’de dernek statüsü kazanan Yer Çizenler, hayatın her alanında açık ve özgür coğrafi veri kullanımını yaygınlaştırmak, OpenStreetMap topluluğunu güçlendirmek ve yaşayan güncel bir haritaya destek olmak, ulusal ve uluslararası OpenStreetMap toplulukları arasındaki bağ iletişimi güçlendirerek OpenStreetMap ekosistemi içerisindeki yerini güçlendirmek amacıyla çalışmalar gerçekleştirmektedir. Kuruluşunun ardından Humanitarian OpenStreetMap Team ile ortak çalışmalar gerçekleştirmeye başlayan Yer Çizenler, 2017 ve 2018 yıllarında 10 toplumcu seçenek https://www.missingmaps.org/ Şekil 3: 2010 Haiti Depremi sonrası OpenStreetMap kullanıcı aktivitesi https://youtu.be/OF-JuFxhDT8 Şekil 4: İstanbul’da BİNA projesi dahilinde çalışılan bölgeler. kent içindeki Suriyeli toplulukların uyum sürecine destek olmak ve mekansal bilgiye erişimi kolaylaştırmak amacıyla, Türkiyeli ve suriyeli gönüllü grupların da katılımıyla arapça içerikli harita altlığı oluşturma çalışmaları gerçekleştirdi. BINA proje adıyla gerçekleştirilen söz konusu çalışmalar sonucunda İstanbul’da Suriyeli toplulukların yoğun olarak yaşadığı ilçelerde öncelikli olmak üzere 150 bin üzerinde bina ve 20 bin üzerinde hizmet haritalandı ve isimleri Arapça’ya çevrilerek OpenStreetMap’te düzenlendi (Şekil.4). 2019 ve 2020 yıllarında, artan gönüllü desteği ve görünürlükle birlikte Yer Çizenler, topluluk geliştirme ve güçlendirme çalışmalarına ağırlık vermiş, özgür haritacılık uygulamalarının yaygınlaşması için çaba sarf etmiştir. Üniversite öğrenci toplulukları, meslek oda ve örgütleri ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla özgür haritacılık, OpenStreetMap, coğrafi bilgi sistemleri gibi konularda atölye ve seminerler düzenlenmiş, ulusal ve uluslararası afet ve acil durumlarda topluluk insani haritalama çalışmalarına yönlendirilmiştir. Ağustos 2019’da gerçekleşen Denizli Depremi sonrası Humanitarian Openstreetmap Görev Yöneticisi aracılığıyla yapılan uluslararası çağrı11 sonucunda, 1 ay içerisinde 400’ün üzerinde OpenStreetMap kullancısı, bölgede yaklaşık 5000 adet yol ve 100 bin adet bina verisi düzenleyerek depremden etkilenen bölgenin özgür haritasına katkı vermiştir (Şekil.5). Çalışma sonunda depremden etkilenen bölge, OpenStreetMap’teki en güncel ve detaylı bina ve yol verisinin bulunduğu bölgelerden biri haline gelmiş, üretilen veri herhangi bir çalışmada kullanılmasa bile benzer durumlarda özgür harita verisi üretme veya elde etme konusundaki potansiyeli ortaya konmuştur. 11 https://wiki.openstreetmap.org/wiki/Denizli_Earthquakes toplumcu seçenek 41 Ege Denizi Depremi 30 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşen ve İzmir’in Bornova ve Bayraklı bölgelerinde yıkıma ve can kayıplarına neden olan Ege Denizi Depremi sonrasında ise Yer Çizenler üyeleri, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (HKMO) İzmir Şubesi ile iletişime geçmiş, hasarlı binaların haritalanması ve raporlanması konusunda özgür haritacılık uygulamalarıyla destek olma isteğini bildirerek TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) saha çalışmalarına dahil olmuşlardır. Deprem sonrasında gerçekleştirilen saha çalışmalarında yıkılan veya hasarlı binaların tespiti ve haritalanması amacıyla OpenDataKit12 üzerinden hazırlanan mobil anket formları kullanılmış, yıkılan binaların haritası yurttaşlarla paylaşılmıştır. Ek olarak, yurttaşların hasarlı bina ve acil ihtiyaç bildirimi yapabilmeleri için izmirdepremi.ushahidi.io adresi üzerinden çevrimiçi formlar oluşturulmuş, ve 1000’in üzerinde geri dönüş alınmıştır. Söz konusu topluluk kaynaklı veri kullanılarak bir deprem hasar yoğunluk haritası oluşturularak (Şekil.6) çevrimiçi olarak paylaşılmıştır. İTÜ Uydu Haberleşme ve Uzaktan Algılama UygAr Merkezi (UHUZAM) ve Maxar Technologies, HOT Görev Yöneticisi üzerinden uluslararası OpenStreetMap topluluğuna yapılan İzmir ve Seferihisar bina haritalama çağrısında13 kullanılmak üzere deprem bölgesine ait güncel uydu görüntülerini kullanıma açmışlar, görüntüler OpenStreetMap’te İzmir’e ait bina envanterini oluşturmak için kullanılmışlardır. 12 https://opendatakit.org/ 13 https://wiki.openstreetmap.org/wiki/2020_Aegean_Sea_Earthquake İKK bünyesindeki İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İzmir Şubesi gönüllüleri, yurttaşlar tarafından hasar bildirimi yapılan binaları sahada incelemeye gitmiş, binalara ait hasar bilgilerini yine özgür haritacılık araçları kullanarak toplamış ve düzenlemişlerdir. TMMOB İKK üye unsurları tarafından, Yer Çizenler’in teknik desteğiyle gerçekleştirilen bu çalışmaların sonucunda topluluğun da desteğiyle üretilen veriler açık veri lisansıyla düzenlenmiş, herkesçe erişilebilir bir biçimde Github üzerinden paylaşılmıştır14. Söz konusu adresten, gerçekleştirilen çalışmalara dair daha detaylı bir rapora da erişilebilir. Sonuç TMMOB İKK ile gerçekleştirilen bu deprem sonrası özgür ve açık veri üretimi çalışması sayesinde hasarlı bina veri setleri oluşturulmuş ve kamuoyunun erişimine sunulmuştur. Söz konusu verilerin, TMMOB üyesi meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin gerçekleştireceği inceleme, analiz ve modellerin gelecekteki olası depremlere hazırlık ve yeniden yapılanma çalışmalarına olumlu bir katkısı olacağı umulmaktadır. Söz konusu incelemeler, resmi kurumlar tarafından da gerçekleştirilmiş olsa da, ilgili verilerin eri şime kapalı tutulması, veya kısıtlı ve seçici bir süreç sonrası kısmen erişilebilir durumda olmaları, faydalı olabilecek inceleme ve çalışmaların önünü kapatmakta ve bilgiye erişim ihtiyacı duyan kişi ve kuruluşları engellemektedir. Dolayısıyla açık ve 14 https://github.com/yercizenler/30ekim2020egedepremi Şekil 5: HOT Görev Yöneticisi, Denizli Depremi haritalama çalışması. 42 toplumcu seçenek Şekil 6: Ege Denizi Depremi, İzmir hasar yoğunluk haritası. http://u.osmfr.org/m/519750/ özgür veri politikalarının gözden geçirilmesi, bilgiye erişimin bürokratik bir süreç olmaktan çıkıp temel bir hakka dönüşmesi gerekmektedir. Burada özgür haritacılık özelinde ele alınmış olan özgür ve açık veri kavramı, toplum olarak övündüğümüz, ancak ne yazık ki gündelik yaşantımızda uygulamadığımız imece kültürünün çok net bir örneğidir. Dayanışma yerine bireyselliğin, liyakat yerine kurnazlığın öne çıkıp yerleştiği günümüzde, bilgiyi bir rekabet aracı veya koz olarak kabul etmek yerine herkesin özgürce ulaşabildiği bir hak olarak görmek, ve buna uygun davranmak gerekmektedir. Azılı tüketicilere dönüştüğümüz bu toplumda, paylaşma, yardımlaşma ve bilginin özgürlüğüne her zamankinden çok ihtiyaç duyulmakta. Bunun için de imeceyi yeniden öğrenmek gerekiyor. Herkesin kendi kapısının önünü haritaladığı günler diliyoruz. toplumcu seçenek 43 Kanal-Yeni Şehir Çevre Düzeni Planı Değişikliği Asuman Yarkın Yeşilırmak Mimar ‘İstanbul İli Avrupa Yakası Rezerv Yapı Alanı 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Değişikliği’ adıyla 23.12.2019 tarihinde onaylanan plan değişikliğine, uluslararası anlaşmalara, kent planlama amaç, ilke, usulleri ve hukukuna aykırı olduğu gerekçeleriyle pek çok itiraz yapıldı ve davalar açıldı. İtirazların ve açılan davaların temel nedenleri, Plan değişikliğinin, hayata geçmesi halinde, İstanbul’un yaşam destek sistemleri olan, orman, tarım, havza alanlarını, su kaynaklarını, ekolojik-biyolojik değerlerini ve sit alanlarını yok edecek ölçüde vereceği zararın yanı sıra, ekonomik ve toplumsal zararlardır. Konuyu açmaya öncelikle plan değişikliğinin adıyla başlarsak; plan değişikliği yapılan alan, neden, bu plan değişikliğine sebep olan çılgın ‘Kanal-Yeni Şehir’ projesi değil de ‘Rezerv Yapı Alanı’ olarak tanımlanmıştır? Çünkü bu sözde plan değişikliği, İstanbul’un ekolojik önemi büyük, kırılganlığı en hassas bir bölgesini, koruma kanunları ile korunan bir alanını geri dönülmez bir şekilde tahrip edecek olan sözde ‘Kanal-Yeni Şehir’ projesini, hileli bir şekilde ‘Rezerv Yapı Alanı’ paketine sararak, 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’a dayandırmışlardı. Açıklama Raporunda; “söz konusu alan 6306 sayılı kanun kapsamında, olası afet riskini bertaraf etmek üzere yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak amacıyla, …...’Rezerv Yapı Alanı’ olarak belirlenmiştir. Yeni yerleşim alanları ve çevredeki diğer fonksiyonların bütünü, plan raporunda ‘Yenişehir’ olarak anılmaktadır” denilmektedir. Değişiklik Raporunda ayrıca; “Kanal İstanbul Projesinin, yalnızca bir ulaştırma projesi olmayıp, bayındırlık, tarım, eğitim, istihdam, şehircilik, aile, konut, kültür, turizm ve çevre gibi birçok sektörü ilgilendiren 44 entegre bir proje” olduğu ve “ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi ve artan nüfusa yeni yerleşim alanları açılabilmesi için devletin koordinasyonunda büyük projelerin hayata geçirilmesi” olarak ifade edilmektedir. Bu açıklamalar bize şunu anlatıyor; İstanbul ve Trakya’nın ekolojik bakımdan en hassas ve kırılgan bir bölgesi, – en önemli su havzaları, tarım, orman ve sit alanları- “rezerv yapı alanı” adıyla, hileye başvurularak, mevcut kentsel alandaki afet riskli yapı ve alanların taşınması amacıyla değil, “ekonomik büyümesinin sürdürülebilmesi” ve “artan nüfusa yeni yerleşim alanları” açmak amacıyla, içinden “kanal” geçen bir “yeni şehir” kurmak amacıyla imara açılmıştır. Uzmanlara göre üç canlı fay hattının yer aldığı, sıvılaşma ve heyelan riskleri taşıyan bu bölgede, yoğun nüfus birikimi yaratacak olan proje, “Afet risklerini azaltıcı” değil, ilave afet riski yaratacak kararlar getirmektedir. Yani, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun, büyük bir ekolojik ve ekonomik sömürünün aracı haline getirilmiştir. Rezerv Yapı Alanı Çevre Düzeni Plan Değişikliği Açıklama Raporu Bize Neler Anlatıyor? Değişiklik Planı Açıklama Raporunda, İstanbul ÇDP’ndan kopyalanan bazı hedef ve stratejilerdeki ‘İstanbul’ ismi silinerek yerine, -adeta İstanbul’a alternatif bir şehir oluşturma çabasıyla- ‘Yenişehir’ yazılmış, İstanbul gibi bir Metropol için hazırlanmış hedef ve stratejilerin, bu yapay Yenişehir’e giydirilme çabası absürt durumlar oluşturmuştur. Örneğin; “Küresel Düzeyde Güçlü Bir Yenişehir”, “Yenişehir’i Turizm Sektöründe Marka Haline Getirmek”, “Yenişehir’e …bölgesel ekonomiyi yönlendiren yönetim ve karar mekanizmalarının bütünleştiği üst düzey hizmet/finans ve yönetim merkezi kimliğinin kazandırılması”, “Yenişehir’de uluslararası rekabet üstünlüğü taşıyan veya taşıyabilecek sektörlerin desteklenmesi” “Yenişehir’de düzenlenen sanat fuarlarının içeriklerinin zenginleştirilmesi, çeşitlendirilmesi, düşük gelir gruplarıyla buluşmasının sağlanması…” gibi tuhaf ve zorlama ifadeler içermekte. Bu hedef ve stratejilerilere bakıldığında; ‘Rezerv Yapı Alanı’ olarak ilan edilerek, su havzaları, orman ve tarım alanları üzerinde, planlanan Yenişehir’in; toplumcu seçenek afet riskleri ile alakasının olmadığı; “bölgesel ekonomiyi yönlendiren”, “uluslararası rekabet üstünlüğü taşıyacak”, “Küresel Düzeyde Güçlü” ve “üst düzey hizmet/finans ve yönetim merkezi” olarak planlandığı açıkça görülmektedir. Hükmedenin ‘Kafasındaki Plan’ Mevzuata Uymuyorsa, Mevzuat Bu ‘Plana’ Nasıl Uydurulur? ‘Kanal – Yenişehir’ projesine yönelik plan değişikliği için minarenin kılıfı önceden hazırlanmış, Yönetmeliğin, Çevre Düzeni Planlarına Dair Esaslar başlığı altıdaki, Plan ilke ve esaslarını düzenleyen maddenin hemen altında, birbiriyle açıkça çelişen, ÇDP revizyon ve değişikliklerine ilişkin bir madde düzenlenmesinde ve onaylanmasında bir sakınca görülmez. Yönetmeliğe, ‘Kamu yatırımları’ ve ‘Değişen verilere bağlı olarak’ planın güncellenmesine dair bir madde ilave edilerek hileli yol açılmış olur. Ardından 2009 onaylı İstanbul ÇDP kararlarına aykırı olarak, otonom kararlarla uygulaması yapılmış olan 3. Havalimanı, 3. Boğaz köprüsü ve bağlantı yolları Kamu Yatırımları ve değişen veriler olarak plan değişikliğine gerekçe yapılır. Bunlardan daha da tuhaf bir gerekçe ise; henüz var olmayan, Suyolu/Kanal projesi, hukuksuz bir ÇED raporuna dayandırılarak, gerçekleşmiş ve vazgeçilemez bir ‘kamu yatırımı’ ve ‘değişen veri’ sayılarak, Plan değişikliğine gerekçe olarak gösterilmiş olmasıdır. Oysa ÇED Raporu çok önemli tutarsızlıklar içermekte olup geri dönülemez ciddi sonuçları olacağı gerekçeleriyle çok sayıda iptal davasına konu olmuştur. Kanal/Suyolu projesine ait itirazlar değerlendirilmeden, hatta itiraz süresinin son günü bile beklenmeden planın onaylanıp askıya çıkarılmış olması hukuksuzdur, dava süreci bitmemiştir. Tüm bu “her ne olursa olsun bu Kanal yapılacak” yaklaşımları, hukuksuz bir sürecin halka dayatılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Rezerv Yapı Alanı ÇDP Değişikliği, İstanbul Çevre Düzeni Planı amaç, ilke ve temel stratejilerine temelden aykırıdır… Tüm mekânsal planlama mevzuatı ile kent planlama ilke ve yöntemlerine göre, yapılacak her değişiklik, 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planının, yani ana/master planın metropoliten ölçekteki temel ilke, amaç ve stratejilerine uygun olmak zorundadır. Aksi halde bölge ya da metropoliten alan bütününde, üst ölçekli bir ana plan yapmanın anlamamı kalmazdı. Ana Plana uygun olmak ne demektir? Plan değişikliklerinin, ana planın ‘ana kararlarını, sürekliliğini ve bütünlüğünü’ bozmaması demektir. Doğal yapının, ekolojik dengenin ve ekosistemin sürekliliğinin korunması demektir. Metropoliten ölçekteki temel ulaşım ve altyapı kararlarını bozmamak demektir. İstanbul için bugüne kadar metropoliten ölçekte üç ana plan yapılmıştır. Bunlar; 1980 onaylı Büyük İstanbul Nazım Planı, 1995 İstanbul Metropoliten Alana Alt Bölge Nazım Planı ve 2009 onaylı İstanbul Çevre Düzeni Planı’dır. Her üç ana planın da kent makroformunu belirleyen temel, ortak bir stratejisi vardır; “İstanbul’un sahip olduğu su havzaları ve orman alanları başta olmak üzere, kentin (ve bölgenin) yaşam destek sistemlerini oluşturan ve Karadeniz sahillerine paralel olarak uzanan eksendeki ekolojik değerlerin korumacı bir yaklaşımla, ekonomik girişimlere kapalı tutulmasıdır.” İstanbul’un bu kadim makroform stratejisine aykırı olarak, Değişiklik Raporunda; ‘İstanbul için en önemli risk faktörlerinden biri deprem olmakla birlikte’ ifadesi ile başlayan cümle, ‘yapılması planlanan yatırım programları ve projeleri ile kentin makroformunun yeniden değerlendirilmesi ve söz konusu yatırımlar çerçevesinde oluşacak yeni makroform yapısının tanımlanması gereğini doğurmaktadır’ sözleri ile tamamlanmaktadır. Makroformun yeniden tanımlanmasına gerekçe gösterilen yatırımlardan ikisi, otonom kararlar ve parçacı plan değişiklikleri ile yapımları gerçekleşmiş olan 3. Havalimanı, 3. Köprü ve bağlantı yollarıdır. Değişiklik Raporuna göre, makroformun yeniden tanımlanmasına gerekçe gösterilen yatırımlardan üçüncüsü ise; dava süreci devam eden, hukuksuz bir ÇED Raporuna dayandırılan, yapımı gerçekleşmemiş, yani henüz var olmayan ‘Suyolu/ Kanal’ yapısıdır. Bu absürt gerekçenin daha da absürt gerekçesi ise; var olmayan Suyolu/Kanal yapısının, Değişiklik Raporunda, ‘yapay eşik’ olarak tanımlanmış olmasıdır. Rapordaki, ‘Bu bağlamda Su Yolu’nun varlığı Çevre Düzeni Planı Değişikliği Çalışmasını, plan kararlarını yönlendiren önemli bir yapay eşik olarak etkilemektedir’ ifadesi, insanların aklıyla alay etmekten başka ne olabilir? ÇED raporu, Plan Değişikliği ve projesi tüm huku- toplumcu seçenek 45 ki süreçleri aşıp onaylanmış bile olsa, var olmayan bir yapı, yapay eşik kabul edilemez. Böyle bir yaklaşımın hiçbir planlama anlayışı, planlama etiği ve hukukunda yeri olamaz. Bu, “ben tek karar vericiyim, kafama göre bir plan yaptım, onayladım bitti, artık var demektir” yaklaşımı tuhaf ölçüde hukuk tanımaz bir otoriterliktir. Unutulmamalıdır ki, bugün hukuksuz bir biçimde tepeden inme olarak yapılan plan değişiklikleri, yarın, toplumun ve doğanın hukukuna uygun olarak yeniden değişebilir. İstanbul Avrupa yarımadasını kuzey güney istikametinde bölen Su yolu/Kanal çılgın projesi; İstanbul’un mevcut ÇDP’nın, arazi kullanım kararları ile uyumlu olan ulaşım ağını ve tüm altyapı ağını (su, kanalizasyon, elektrik gaz vb) parçalayarak, geri dönülmez ekolojik zararların yanı sıra çok büyük bir ekonomik kayba da yol açacağı açıktır. Kanal-Yenişehir projesi için Plan Değişikliği yapılan alan, 2012 İstanbul Çevre Düzeni Planında “Çevresel Sürdürülebilirlik Açısından Kritik Öneme Sahip Alanlar” kapsamında kalmaktadır. Bu ana Planda, Marmara Denizi ile kuzeydeki orman alanlarının bütünleşmesine olanak sağlayan kuzey-güney ekseninde beş ekolojik koridor tanımlanmıştır (Büyükçekmece-Terkos, Küçükçekmece-Terkos, Haliç-Terkos, Haliç- Cendere Vadisi ile Ömerli Barajı-Riva Deltası arası). Küçükçekmece Gölü - Sazlıdere Baraj Gölü - Durusu/Terkos aksı bu ekolojik koridorların en önemlilerindendir ve “Suyolu/kanal ve Yenişehir projesi”, bu koridoru tümüyle yok edecektir. “İstanbul ismi silinerek ye- rine, -adeta İstanbul’a alternatif bir şehir oluşturma çabasıyla- “Yenişehir” yazılmış, İstanbul gibi bir metropol için hazırlanmış hedef ve stratejilerin, bu yapay Yenişehir’e giydirilme çabası absürt durumlar oluşturmuş. 2012 İstanbul ÇDP kararları gerekçelerinde; “Küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin en fazla su kaynakları üzerinde etkili” olacağı, “bu olumsuz etkinin son dönemde İstanbul’da ciddi bir şekilde kendini göstermekte” olduğu, gerek46 çesi ile “yoğun kentleşme baskısı altında kalan içme suyu havzalarının rehabilite edilmesi” karara bağlanmıştır. Hatta aşırı kentleşme nedeniyle “havza niteliği kaldırılan Küçükçekmece Havzası’na eski niteliğinin tekrar kazandırılması” da plan kararları arasındadır. Değişiklik Raporunda, sözde plan vizyonunu açıklayan üç paragrafta, tam 12 defa “ekolojik” kelimesinin kullanıldığı, raporun pek çok yerinde “ekoloji/çevre, “ekosistemin sürekliliği”, “ekolojik denge”, vb. gibi yaşamsal önemi büyük kavramların, içi boşaltılmış, eklektik, tutarsız, anlamsız kavramlar dizisi olarak yer aldığı görülmektedir. Bu yaşamsal değerdeki kavramlar, ne kadar içi boşaltılmış, hileli ve aldatıcı sözcükler dizisi olarak kullanılmış olsa da, bu projelerin, ekolojiye vereceği yıkıcı zararları gizlemeye yetmemektedir. Açıklama Raporunda içi boşaltılmak bir yana, tümüyle anlamından çıkarılarak kullanılan kavramlardan bir başkası, “koruma-kullanma dengesi” kavramıdır. Değişiklik Raporunda çevre ile ilgili plan stratejilerinden biri olan, “Koruma-Kullanma Dengesi Çerçevesinde Aktif Korumanın Sağlanması Yönünde Çevre Koruma Yönetim Sisteminin Oluşturulması” başlığı altında; “Yenişehir’de doğanın maliyetlendirilmesi ilkesinin ön plana alınması” ifadesi yer almaktadır. Doğayı maliyetlendirmek bir ilke midir? Tüm canlılığın kaynağı olan doğaya kim, nasıl, neye göre değer biçebilir neyle ölçülüp tartabilir? Bölgede sadece bugün yaşayan canlıların değil, gelecek kuşakların da yaşam kaynağı olan doğal varlıklar ve sistemlerin geri dönülemez yıkımının “maliyeti” ödenemez. Üçüncü köprü ve çevre yollarının ardından, üçüncü havalimanı ve gündemdeki “Yeni Şehir/ Kanal projesi” ile sadece bu projelerin yer aldıkları alanları değil, onların tetikleyecekleri kentsel gelişmelerle, kuzeydeki yaşam destek sistemleri ve ekolojik koridorlarının tümüyle yok olması kaçınılmaz bir son olacaktır. ÇDP Değişiklik Raporunda ifade edilen stratejiler bunun sinyalleri açıkça verilmektedir. Sözde Planın 3. Ana Stratejisi; “Yenişehir’in sosyal, ekonomik, kültürel açıdan uyumlu büyümesi, bütünleşmesi ve gelişmesi sağlanarak İstanbul’da önemli bir merkez olması” ve “planın amaçları ile uyumlu yatırımlar için bir çekim merkezi olmasının sağlanması” olarak ifade edilmiştir. Değişik Planı kararlarında bu bölgeye getirilmek istenen ve “büyük ölçekli kentsel kullanımlar ve çalışma alanları” olarak ifade edilen alanlar; “İstanbul Havalimanı alanı, teknoloji geliştirme bölgesi alanı, sağlık parkı, fuar ve kongre toplumcu seçenek alanı, turizm bölgeleri, lojistik alan vb.” olarak tanımlanmıştır. Sözde Plan Değişikliğinin ana stratejilerine, politikalarına ve büyük ölçekli kentsel kullanım kararlarına bakıldığında ve bu kullanımların bölgedeki tetikleyici etkileri göz önüne alındığında; kentsel alanların, kuzeydeki hassas ekosistemleri parçalayarak, doğal kaynakları yok ederek, daha da büyümesine yol açılacağı açıktır. Kentli hakkını yok sayan, toplumun, gelecek kuşakların ve tüm canlıların yaşam hakkını gasp etmesi kaçınılmaz olan, bu tepeden inme sözde plan kararları, her şeyden önce Doğanın Yasalarına aykırıdır. Rezerv Yapı Alanı ÇDP Değişikliğinin ilginç kararlarından biri de; plan alanı içindeki “Kentsel Meskun (Yerleşik) Alanlarının”, yüksek standartlarda planlanan Yenişehir’e “sosyal ve yapısal” uyumunun sağlanması için, gerekli bölgelere “tasfiye” edilmesi ya da “düşeyde gelişme yoluyla” dönüştürülmelerinin koşullarının alt ölçekli planlarda belirleneceğine dair plan notudur. İlginç olan şu ki, 6306 sayılı Kanununa ve kent planlama esaslarına göre; rezerv konut alanları, tasfiye edilecek değil, kentin afet riskli bölgelerden gerekirse tasfiye edilecek konut alanları için kavramlaştırılmış alanlardır. Son olarak, Kanal ÇED Raporu verilerinden de anlaşılacağı üzere, kentsel ölçekteki tüm alt yapı ağılarını ve ulaşım akslarını da parçalayacak olan Kanal/Yenişehir projesi, barındırdığı pek çok belirsizlik de düşünüldüğünde kamuya çok yüksek maliyetler yükleyecektir. Oysa büyük depremler bekleyen İstanbul’un en önemli sorunu afet riski yüksek yapı stoğudur. 1999 Büyük Marmara depreminden buyana geçen 21 yıllık süreçte, konut yapı stokunda yeterli iyileştirme yapılamamış, bu konutlarda yaşamak zorunda olan büyük bir nüfus risk alında bırakılmıştır. İstanbul için gerekli olan doğal çevresini, yaşam destek sistemlerini yok edecek çılgın projeler değil, acilen ayakları yere basan, sistemli bir kentsel sağlıklaştırma hamlesidir. “Yenişehir’de doğanın maliyetlendirilmesi ilkesinin ön plana alınması” ifadesi yer almaktadır. Doğayı maliyetlendirmek bir ilke midir? toplumcu seçenek 47 Pandemi, Ekolojik Yıkım ve Kapitalizm: Birbirine Kenetlenmiş Fenomen Fatoş Osmanağaoğlu Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu Birbiri ardına eklemlenerek büyüyen bir sarmalın içindeyiz. Gezegenin her yerinde, tüm ülkelerde “kriz” sözü en sık kullanılan sözcükler arasında herhalde birinci sıradadır. siyasal kriz, ekonomik kriz, ekolojik kriz, alt başlıkları ile; iklim, gıda, su diye devam ediyor ve tabii şimdi hayatımızın merkezine yerleşen “pandemi”. Günlük sıradan konuşmalarımızın, yaşamımızın bir parçası haline gelen Covid-19 da bizi terk edecek gibi görünmüyor. Fakat krizler ana veya bir döneme dairdir, oysa durum bu değil, Doyumsuz açlığıyla her şeyi yutan kapitalizmin geldiği evreyi doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bir çığ gibi üzerimize gelen “kapitalizm denen bu sistemi değiştirmek gerek.” Bu sistemin şekillendirdiği insan/doğa karşıtlığı, sistem aşılmadan aşılamaz. “Sürdürülebilir” hiçbir tarımsal veya sosyal politika, mevcut sosyal düzenin ezici yıkıcılığına karşı bir şansa sahip değil. Kapitalizmin özellikle bu evresinde bazılarının zannettiği gibi yamalarla, reformlarla nefes alınacak bir durum kalmadı. İnsanlık ve parçası olduğu doğa ya yüzde birlik bir insan topluluğunun kar hırsının kurbanı olacak ya da bu durumu değiştirecek. Bununla birlikte, tarihi ciddiye alan bir ekoloji politikasının önündeki en büyük engeller, ekoloji hareketinin ısrarla ayrışmaya devam etmesi ve ana akım çevreciler arasında, özellikle de küresel kuzey ülkelerinde, kapitalizmin restorasyonunun yukarıda özetlenen sorunları çözebileceğine dair yaygın inançtır. Doğru bir durum tespiti için kapitalizmin yeni evresi ve ekolojik yıkımın ulaştığı boyutun prizmasında Covid-19 pandemisini anlamlandırmamız gerekiyor. Bugün, dünyanın toprak, iklim ve su sistemlerinde meydana gelen korkunç insanlık dışı seviyeler ve derin değişimlerle tanımlanan yeni bir çağda yaşıyoruz. 1930’ların Dust Bowl’u (Dust Bowl’un Türkçe’si “Toz Kasesi”dir. 1930’larda ABD’de yaşanan ekolojik krize verilen isimdir.) gibi, çağdaş ekolojik yıkım, yüksek düzeyde toplumsal eşitsizlik, emperyal el koyma, sosyal yer değiştirme ve faşizan siyasetle ilişkilidir. Buna göre, bilim insanları, iklim değişikliği, toprak bozulması ve tatlı su kıtlığının yarattığı tehlikeleri anlamaya çalışırken, bugünkü dönemimize bir örnek olarak 1930’ların felaketini inceliyorlar. Aynı zamanda kapitalizmin 2008’le birlikte girdiği ve giderek derinleşen ekonomik krizini de 1930 büyük buhranına benzetiyorlar. “Sistemin bu evresinde tek başına rızaya dayalı gerçekleşme olasılığı pek olmadığı için, bugünün “gözetleme” evresinden “denetim” evresine geçiş hızla başlayacaktır. 1930’lardan Çok Daha Derin Bir Yıkım İçindeyiz Kapitalistler krizleri aşabilmek için yeni yollara başvuruyor, örneğin son yirmi yılda doğal alanlara el koyarak kar oranlarının düşüş eğilimini engelleye çalışıyor. Harvey, ilksel birikim dönemine gönderme yaparak buna “el koyarak birikim” adını veriyor. Şimdi bu da yeterli olmuyor. 4. Sanayi Devrimi evresine girdik ve artan bir hızla ilerliyoruz. Bilişim teknolojisinde, yapay zeka, robot teknolojileri gibi yeni gelişmeler, üretim, dağıtım ve bölüşümde köklü değişikliklere yol açacak ve bu insanlık tarihi için çok kısa bir süre olarak düşünülmesi gereken 10 veya 20 yıl gibi bir zaman dilimi içinde gerçekleşecek. Şu kapsamda Çin, ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle Almanya) arasında ciddi bir yarış var. ABD Başkanı Trump’ın Çin’e yönelik politikalarında net olarak görülüyordu bu. Biden döneminde yönelimin değişeceğini ileri sürmeyi gerektirecek bir neden yok. Üretimde köklü değişimin sonuçları insanlığı çok daha zor koşulların beklediğini gösteriyor. Distopyalarda anlatılan, bir avuç sermayenin dünyayı yönettiği, tüm üretim araçlarına sahip olmasının ötesinde insansız bir üretim sürecinin oluşacağı ve nüfusun çok büyük bir bölümünün aç ve işsiz, doğanın da tümden tahrip olduğu bir dünya olasıdır. toplumcu seçenek 49 Sistemin bu evresinde tek başına rızaya dayalı gerçekleşme olasılığı pek olmadığı için, bugünün “gözetleme” evresinden “denetim” evresine geçiş hızla başlayacaktır. Bugün Covid-19 pandemisinin insanları nasıl rızayla hareketsizleştirdiğini görüyoruz. Yaşadıkları ekonomik zorluklar, kadınlara yönelik şiddet, doğaya saldırılar karşısında sokaklara dökülenleri de nasıl şiddetle cezalandırdıklarını biliyoruz. Bu durum ilerleyen dönemde doğrusal değil sıçramalı olarak artacaktır, bunu ön görmek zor değil. iklimde oluşan değişiklikleri de eklediğimizde “Dust Bowl”dan çok daha kötü bir noktaya hızla evrilmekteyiz, açlık ve hastalıklarla boğuşacağımız bir dönemin başladığını görmek zor değil. Yeni “normalimiz” budur, artık eskiye dönmek mümkün değildir. Bugün, çağdaş kapitalizmin derin yapısal çelişkilerinin somutlaştığını görüyoruz: ekonomik, ekolojik, epidemiyolojik ve emperyal / jeopolitik bunlar, felaket olarak nitelendirilebilecek mükemmel bir küresel fırtınada birleşiyor. Elbette, son yıllarda ortaya çıkan diğer benzer ölümcül zoonozlar gibi, Covid-19 da var. Bu durum monokültürler ve ekosistem tahribatı ile küresel tarım ticaretine kadar izlenebilir. Bellamy Foster kapitalizmin bu evresine “Felaket Kapitalizmi” adını veriyor. Ekolojik yıkımı ele almak istediğimizde misal, sadece iklim değişiyor, sular, ormanlar, tarım alanları yok oluyor demek yetmiyor. Yönetenlere “yok etmeyin” demek de... İklim değişiyor önlem alın dediğimizde Fransa’da olduğu gibi yakıt fiyatlarına zam yapmak çözüm olarak halkın önüne konabiliyor. Yeni ‘Normal’ ve Pandemi Covid-19 pandemisinin laboratuvar ürünü olup olmadığı konusunda çokça rivayet var. Laboratuvar ürünü ya da değil bu sonucu değiştirmiyor. Uzun yıllardır bio genetik ile ilgili yapılan çalışmalar, tarım endüstrisinin (özellikle endüstriyel hayvancılıkla bağlı olarak) gelişimi, doğal alanlarla genişleyen kentlerin iç içe geçmesi gibi nedenlerin herhangi biri olabilir. Örneğin ağırlıklı olarak tarım endüstrisinin Amazon yağmur ormanları ve diğer yerler gibi, daha önce vahşi alanlara yayılması yoluyla vahşi hayvanlar ve insanlar arasındaki mesafe tamamen kapanmıştır. Burada önemli nokta kapitalistlerin bu yaşadığımız felaketin tadını almış olmalarıdır. Pandeminin geliştireceği endüstriler ortadadır, teknoloji, ilaç, tarım endüstrisi vb. diye sıralanabilir. Önümüzdeki yıllarda benzeri pandemilerin yaşanma olasılığı da çok güçlüdür. Kaldı ki şu anda mutasyonla yeni bir dalganın oluşabilme olasılığı da vardır, henüz aşısı bile yeni yeni ortaya çıkarken ikinci dalga her an gelebilir.1 Ekoloji mücadelesinin içinde olanlar ve bu alanda çalışan bilim insanları uzun yıllardır tarımda endüstrileşmenin zararlarını yüksek sesle dile getirmektedir. Topraklarda, sularda oluşan kayıplar tüm gezegende hızla artmaktadır, buna 1 Bu yazı yazıldığında mutasyon henüz gündeme gelmemişti. 50 Ekolojik Yıkımın Geldiği Yer: Gezegenin Sınırlarına Dayandık Ne Yapmalı? Neoliberal sistem, kar oranlarını artırmak, büyümeye devam etmek için doğal alanlara el koymaya devam ediyor. Sular ticarileşiyor, küçük çiftçiler ortaklaşım alanlarından hızla çekiliyor, tarım yapamaz hale geliyorlar. Göçüyorlar doğal olarak, ülke içinde kentlere veya ülkeler arası. Bir kısmı da topraksız tarım işçisi oluyor bu arada. Bu sorunlar en alttakiler için çok ciddi ekonomik, sosyal yumaklara dönüşüyor. İşçi olarak gittikleri yerlerde başlarına gelenlere bir bakalım, kadınlar hem ev denemeyecek barakalarda iş yapıyor, tarlada çalışıyor, tacize, tecavüze uğruyor, ev içinde uğradığı şiddet bunun sadece bir yüzü. Çocuklar, geleceğimiz, kaç yaşında olursa olsun yalnız, insanca yaşam şartlarının olmadığı yerlerde yaşamaya çalışıyorlar. Bunlar sorunların sadece bir kısmı, maruz kaldıkları ırkçı saldırılar da gün geçtikçe artıyor. Türkiye’de şöyle bir etrafımıza bakmamız yeterli, öyle çok hafıza filan zorlamamıza gerek yok, çünkü neredeyse her gün Kürt topraksız tarım işçilerinin başlarına gelenleri okuyoruz. “İlksel birikim dönemindeki “köleliğin” bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Yeni kölelik hem zorlama hem de rıza içeriyor. Kente gelenler işçi, işsiz, güvencesiz. Milyonlar bırakalım sendikalı olmayı kayıt dışı çalışıyor. Nüfusun yüzde sekseninden fazlası kentlerde yaşıyor. Her geçen gün artan bir prekarya ordusu toplumcu seçenek var. İşi olan da ortalama 10 - 18 saat çalışıyor, işini kaybetmek istemediği için başını kaldıramıyor ve zamanı da yok. Marx’ın sistemin zamanı hızlandırması ile insanları çitlemesi örneğidir aynı zamanda bu. İlksel birikim dönemindeki “köleliğin” bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Yeni kölelik hem zorlama hem de rıza içeriyor. Sistem bunları medya, digital alan vasıtasıyla “mutluluk”, “refah” vaatleriyle üzerimize boca ederken, rızasını alamadıkları, ikna olmayanlar da var tabii, bunları da ya göçmen işçi, işsiz, göçmen işçi ile tehdit ediyor ya da her şeye rağmen başını kaldırdığında kolluk karşılarına dikiliyor. Sistemin “rıza” ve “kontrol” mekanizmaları bir arada işliyor. Kontrol de bazen rıza ile karşımıza dikilebiliyor tabii, pandemi sürecinde bunu kavramak daha kolaylaşıyor. Devletler sermayenin büyüme hırsını tatmin edebilmek için ‘70’lerden bu yana kamusal alandan neredeyse tamamen çekilmiş durumda. Eğitim, sağlık, kamu iktisadi teşekkülleri, ortak alanlarımız, hazine ve belediyelerin ukdesindeki tüm doğal ve kültürel varlıklar sermayeye kimi yavaş yavaş kimi hızla devredildi. Geniş yığınlar bu yok edilenler, ellerinden alınanların sonucunu ağır bir yoksulluk ve yok olma olarak yaşıyor. İnsanlar, insan dışı canlılar, doğanın tüm bileşenleri bir yok olma sürecinde. Bunu tabii “androposen” diye niteleyemeyiz çünkü sınıfsal olanı görmeden, “insana ait” dediğimizde sermayenin yani küçük bir azınlığın verdiği zararı tüm insanlığa mal ederek ilerlememiz mümkün değil. Bunun açtığı başka kapılar da var, “nüfus fazlası” buna bir örnek. “İnsanlık sorunu” dediğinizde, nüfus çok artıyor gezegenin olanakları buna izin vermiyor manasına geliyor ister istemez bu. Oysa ki gezegende üretilen yiyeceklerin yüzde yetmişinden fazlası küresel kuzeyde tüketiliyor. Milyarlarca insan ise yatağa aç giriyor, temiz suya erişimi yok. Oysa eşit dağılım olsa hem gezegen hem de diğer canlılar için durum sürdürülebilirdir. Veya insan gezegeni sömürüyor, yok ediyor, iklimi değiştiriyor derseniz, bu neoliberal kapitalizmi görmezden gelmek demektir. Kentin Yeniden Üretimi Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak, işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine engel olmak gibi işlevleri var. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek, insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine, çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur. Tarihsel sürece baktığımızda da benzer tabloları dünyanın büyük şehirlerinin tümünde görebiliriz. Paris’ten Barselona’ya, New York’tan Pekin’e ve tabii ki İstanbul’a çok örnek verilebilir. Kentlerin yeniden, yeniden inşası birden fazla nedenle olsa da sonuçları birkaç başlıkta toplanabilir. Nedenlerin tamamı politiktir, sermaye için rant alanları yaratmak, inşaat sektörü başta olmak üzere tetikleyerek kazanca yol açan demir çelikten, çimentoya pek çok sektöre etkisi vardır. Sonuç açısından bakıldığında birincil olarak, ekolojik yıkım başlığı altında su, orman, toprak kaybı ve insan dışı tüm canlı yaşamın yok edilmesi diyebiliriz. Diğer başlık ise kentte yaşayan insanlar açısından da hem sorun çıkarmasınlar hem de, görünür olmasınlar diye yerinden etmeler, sürgünlerin uygulanmasıdr. Kim bu insanlar, tabii ki işçiler, işsizler, göçmenler, etnik olarak veya kimlik olarak ötekiler. Bize tercüme edersek, Kürtler, Suriyeliler, Romanlar, LGBTİ+’lar ek birkaç örnek olur. Kanal Projesi Ekolojik Yıkımı Artırırken İşçi Sınıfını Da Dağıtacaktır Bugün Kanal İstanbul diye önümüzde duran talan projesi yukarıda saydığımız parametrelerin tamamı ile birlikte çok yönlü bir örnektir. Bu projenin ilk etapları olan 3. Köprü ve 3. Havalimanı kentte çok şeyi değiştirdi. Bunların bazıları ekolojik yıkımdır tabii ama önemli bir mesele de bu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan, demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel halkın tümden bölgeden, köylerden sürülmesi ile sonuçlanmıştır. Kanal İstanbul projesinin bugünkü etabında, onaylanan ÇED raporu mahkemeliktir, HDP, meslek odaları, ekoloji örgütleri ve İBB gibi muhtelif kurum ve bireyler dava açmıştır. Tüm davalar bilirkişi incelemesi için İstanbul 10. İdare mahkemesine gönderilmiş, keşif beklenmektedir. Fakat iktidar boş durmamıştır pandemi sürecinde bile, önce kamuoyunda çok tepki çeken tarihi/kültürel varlık olan iki köprünün taşınması ihalesini pandemi sürecinin en yoğun döneminde yapmıştır, Yenişehir denen projenin 1/100 binlik planına kabul vermiş, ardında 1/5000 nazım plan ve 1/1000 ölçek imar planlarını onaylamıştır. ‘Nitelikli İnsanlar’ İçin Yeni Kent toplumcu seçenek 51 Yenişehir projesi hızlanmıştır, iktidar Kanal için henüz finansman bulamasa bile bu proje ciddi bir yıkım oluşturacaktır. Yenişehir projesi, ÇED raporunda yazdığı şekliyle “nitelikli insanlar”ın yaşadığı bir kent projesidir. Raporda geçtiği şekliyle, “Yüksek nitelikli nüfusun Yenişehir’e çekilmesi için nitelikli konut ve sosyal çevre olanaklarının oluşturulması”, siz bunu “zenginlere yeni bir kent yapıyoruz zengin değilseniz burada işiniz yok” diye tercüme edebilirsiniz. Bu projenin amacı ÇED raporunda açık biçimde, yeni turizm alanları, yeni konut alanları, finans projesi ile de bağlantılı yeni bir dünya yaratılacağını muştulamaktadır bizlere. İstanbul’un 3. Bölge diye tanımlanan, güneyde yoğun yerleşim yerlerinin, kuzeyde ve batıda son tarım arazilerinin olduğu bölge tümden yeniden yapılandırılacaktır. Kent Yoksullarını Yerlerinden Edecekler Yukarıda gördüğümüz ilçelerin birçok mahallesinde kent yoksulları ikamet etmektedir, ağırlığı işçi ve emekçi kesimdir. İşyerleri de doğal olarak o bölgede ve sanayi işletmeleridir, binlerce işçinin çalıştığı ve ikamet ettiği bir bölgeden, ilçelerden bahsediyoruz. Hem fabrikalar hem de organize sanayi bölgeleri vardır. İktidar bu bölgelerde yaşayanları açık biçimde yerlerinden süreceğini söylemektedir. Bir hamlede hem işçiden, hem de yerelde yoğunluklu yaşayan Kürt işçi nüfustan kurtulmayı planlamaktadır. “Karşı Mücadelelerin” Bakışımlı Olması Zorunludur! Yaşadığımız süreci değerlendirdiğimizde, karşı mücadelelerin de bakışımlı olması gerektiği açıktır. Ekoloji mücadelesi verenler doğayı korumaya çalışırken işçi ile karşı karşıya kalabilmektedir. Oysa iki mücadelenin de çıkarları ortaktır. Bir yandan ekolojik yıkımı, iklim değişikliğini yavaşlatmak için otomotiv endüstrisini ortadan kaldırmayı ve yerine tümüyle toplu taşımayı koymayı tartışırken diğer yandan hemen şimdi “evrensel temel gelir”e odaklanmalıyız. Bu hem sistemin insanlığı açlıkla tehdit etmesinin önüne geçecektir hem de işçinin kendini daha özgür hissetmesi ile arayışlarını artırmasına olanak sağlayacak ve belki de en önemlisi kendisine, doğasına, emeğine yabancılaşmasını tersine çevirerek gelişimini ve dünyanın de yeni devrimler sürecine girişini hızlandıracaktır. Şimdiden, pandeminin de eklenmesi ile birlikte işsizliğin geldiği boyut ortadadır 52 ve katlanarak devam edecektir. Tüm bunlar olurken “ne yapmalı” sorusuna odaklanmamız gerekir, mücadele tarafında kurulacak müştereklerle sistemi aşındırmaya devam etmek zorundayız. Kolektifler, kooperatif örgütlenmeler, komünler, dayanışma ağları her alanda var olandan ileriye gitmelidir. Digital alanda Linux, Wikipedia gibi örnekler vardır önümüzde, tarımda küçük çiftçi veya topraksız tarım işçilerinin tarımsal üretim için kurdukları kolektif komünler, kentlerde kurulan hedefi temiz ve ucuz gıdaya erişim olan, kırdaki örgütlenmelerle ittifak halinde tüketim kooperatifleri gibi örneklerin artırılması gerekmektedir. Mücadeleyi sürdürürken “karşı yaşam nüveleri” de oluşturmak zorundayız, bu aynı zamanda sistemi yıkarken yeni kuracağımız kolektif, hiyerarşisiz, yeni dünyanın da hazırlığıdır. Aynı zamanda, örneğin ekoloji mücadelesi açısından, hem yerel hem de uluslararası örgütlenmelerimizi nasıl geliştirmemiz gerektiğine dair de bir fikir verir. Sistemin devasa örgütlü gücüne karşı, tüm alan mücadelelerinin ve aynı zamanda sınıf mücadele örgütlerinin yan yana gelmesinin ve birlikte mücadele etmesinin zorunlu olduğunu gösterir. Geldiğimiz noktada bu sistemin aşılmasının/devrilmesinin ancak enternasyonalist bir örgütlenme ile mümkün olduğu, tekil olarak bir ülkedeki değişimin ne insanlık ne de gezegen için kurtuluş olmadığı açıktır. Bu nedenle bu mücadelelerin bir arada yürütülmesi çok önemlidir ve bizlere iki misli görev düşmektedir. Ekoloji mücadelesinin kendi dinamikleri açısından ise, yerel mücadelelerin veya konu bazlı oluşmuş örgütlenmelerin birlikte mücadele zeminini sağlamak artık zaruridir. Örneğin sadece İstanbul’da, birden fazla alanda yürütülen mücadelelerin, Anadolu’da farklı yerellerde yürütülen mücadelelerin diasporalarının birlikte mücadele edeceği bir zemin, koordinasyon kurulması gerekir. İktidarın saldırılarına karşı gerçek bir yanıt üretmek istiyorsak, hem Fatsa’nın sesini, mücadelesini güçlü bir biçimde sahiplenmek hem Kazdağları’nın sesi olmak hem de Kanal karşıtı mücadeleyi birlikte örgütlemek zorundayız. Bu çok parçalı durum hem mücadelelerin görünürlüğünü hem de gücünü azaltmaktadır. Birlikte güçlü olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmadan mücadele etmek her an hedefimiz olmalıdır. toplumcu seçenek Dikey Bahçeler Üzerine Sorular-Yanıtlar Ayşegül Oruçkaptan Peyzaj Mimarı, TMMOB Peyzaj Mimarları Odası TMMOB Yönetim Kurulu Temsilcisi Bilimin ve teknolojinin hızla geliştiği gezegenimizde, bundan yüz yıl önce insanlığın hayal ettiği birçok şeyin bugün gerçek olduğu 21. yüzyılda da tıpkı 1918-1920 yılları arasında yaşanan ve dünyada ve 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden olan İspanyol gribi gibi son bir yıldır Covid-19 salgını insanları hasta etmeye ve can almaya devam etmektedir. Dünyamız, İspanyol Gribinden sonra ilk kez ancak yüzyılda bir görülen bir ‘salgın’ ile karşı karşıyadır. Peki, biz bu salgını yüzyılda bir olabilir deyip geçiştirecek miyiz? Yoksa insanlığın doğaya ve çevreye verdiği zararların sonucunun bir başlangıcı olarak değerlendirip gereken dersleri çıkartıp gelecek için gerekli önlemleri alacak mıyız? Tüm bu yaşananlar ve salgın süreci bir kez daha gösterdi ki akıl ve bilim başta olmak üzere savunduğumuz tüm evrensel değerler; demokrasi, eşitlik, adalet, laiklik ve ille de özgürlük, uygarlığın özüdür ve doğaya, çevreye verilen zararların özü de siyasi kararların neticesidir. Bundan sonra hayatlarımız eskisi gibi olamayacak gibi gözüküyor. İnsanlığın gezegenimize vermiş olduğu zararların bu yaşananlara bir anlamda sebep olduğu anlaşılarak, doğanın korunması için doğru adımlar atılacak derken, ülkemizde son on aylık süreçte bizler bir virüsün kurbanı olmamak için evlerimizden çıkamazken, doğal ve kültürel alanlarımız maalesef daha da çok tahrip edildi. Gezegenimizde yaşanan, iklim krizinin etkilerinin azaltılması ve uyumu için acil tedbirler alınmalı ve uygulanmalıdır. Küresel ısınmanın hızlandığı, suyun gittikçe azaldığı, sel, deprem gibi doğal afetlere ülkemizin daha çok maruz kaldığı günümüzde ilgili tüm meslek disiplinlerinin birlikte belirleyeceği stratejiler ülke ve toplum çıkarları nezdinde önemlidir. Kentsel, kırsal, doğal, kültürel, tarihi alanlarımız; plansızca yapılan müdahalelerle yok olma tehdidi altındadır. Geç kalınan her bir gün; yaşanabilir kentler, gıda güvenliği, içilebilir su, yaşamın kaynağı olan biyoçeşitlilik için dönüşü olmayan bir yola girmemize neden olmaktadır. Özellikle Sanayi Devrimi sonrası çalışanlar için ihtiyaç duyulan rekreasyon alanlarının arttırılması ile birlikte, sanayi tesisleri, hava, su ve toprak kirliliğini ve karbon miktarını da arttırmıştır. Böylelikle çevre sorunları ve kirlilik artmıştır. Doğaya ve çevreye karşı saygısızca alınmış siyasi kararlar; kentleşmeyi özendirirken, göçler nedeniyle kent nüfuslarının artmasına, dolayısı ile betonlaşmaya; Doğal, tarihi ve kültürel miras alanlarımızın, kentlerimizin, kırsalımızın, tarım alanlarımızın, ormanlarımızın, kıyılarımızın, sulak alanlarımızın yok olmasına; Hasankeyf’in, Kazdağları’nın, Cerattepe’nin, Salda’nın, Kanal İstanbul’un, Atatürk Orman Çiftliği’nin, Kuzey Ormanları’nın, Akkuyu nükleer enerji santralleri gibi saymakla bitiremeyeceğimiz birçok doğal ve kültürel varlığımızın tahribatına sebep olmuştur. Doğal ve kültürel kaynaklarımız, tüm peyzaj alanlarımız için, Türkiye’nin de imzacısı olduğu Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin ve diğer birçok uluslararası sözleşmenin amasız ve fakatsız devreye sokulması zorunludur. Unutulmamalıdır ki Anayasa’nın 90/5 maddesine göre “Milletlerarası” sözleşmeler Kanun hükmündedir. Tüm bunlardan bahsederken kent içi yeşil alanları arttırmak ve karayolu şevlerini kontrol amacıyla ülkemizde uygulanan ‘dikey bahçeler’, ‘yeşil duvarlar’ gerçekten de olması gerektiği gibi midir? İklim değişikliğine olumlu etkileri mi vardır? İşlevsel midir? Başka çözümler üretilebilecekken rant sağlamanın bir başka türü müdür? Dikey bahçeler, diğer bir deyişle yeşil duvarlardır. toplumcu seçenek 53 Yeşil duvarlar sadece estetik bir unsur olmanın yanısıra, fonksiyonel, işlevsel, ekonomik ve ekolojik de olmalıdır. Yeşil duvarların hava kirliliğini, egzoz vb. gibi gazların zararlı etkilerini, aşırı ısıyı absorbe ederek iklime katkıda bulunacak ekolojik etkilerinin olması beklenir. Doğru bir tasarım ve planlama ile Dikey bahçeler (yeşil duvarlar), havadaki ısıtılmış gazı emebilir, ortam sıcaklığını düşürerek daha sağlıklı bir iklim ve alan yaratması beklenebilir. Kullanılan bitki türleri, meyveleri, çiçekleri ve bu alanlarda tutulan yağmur suyu hayvanlar için besin ve yaşam kaynağı da oluşturabilir. Yeşil duvarları iki kategori altında inceleyebiliriz; Birincisi ‘yeşil cepheler’, ikincisi ‘yeşil duvar/yaşayan duvarlar’. ‘Yeşil cepheler’ tırmanıcı bitkilerden veya duvarda özel olarak tasarlanmış basamaklı bitki türlerinden oluşur. ‘Yeşil cephelerde” Bitki yere köklenirken binanın yan tarafında büyür. ‘Yeşil Duvar/Yaşayan duvarlarda ise modüler paneller vardır ve bu paneller genellikle polipropilenden, plastik kaplardan ve geotekstillerden oluşur. Bitkilere doğru bir yetişme ortamı için sulama sistemleri yerleştirilir (Timur and Karaca, licensee InTech.,2013). Dikey bahçe sistemleri, günümüzde yapıların ve duvarların cephelerinde kullanıldığı gibi kentsel tarım uygulamalarında da kullanılmaktadır. 1. Yeşil Cephe 1. Saksılar ile tasarım 2. Duvarın kaplanması (sardırılması) a) Modüler kafes sistemi b) Izgara sistemi (Grid sistemi) c) Tel halatlı ağ sistemi 2. Yeşil Duvar (Yaşayan Duvar) 1. Manzara duvarları 2. Bitki örtüsü kaplamalı duvar 3. Modüler yeşil duvarlar (Yeh 2012, Greenroof organisation 2008, www.landscapeurbanismblogspot.com 2013, www.landscape-design-advisor.com 2013, Köhler 2008). Neden Dikey Bahçeler? Ne Faydaları Vardır? 1. Görsel özellikleri vardır. Uygulandığı yerin görselliğini önemli ölçüde iyileştirir. Kente kattığı estetik özelliğin yanı sıra landmarklar oluşturabilir. Uygulandığı yerin ekonomik, sosyal ve görsel değerini arttırır. (http://www.greenology.sg ,2013). 54 2. Düz ve çirkin duvarların görünümlerini örter ve bina koruması sağlar. Yeşil duvarlar çatlamayı azaltarak ultraviyole ışınlarından, sıcaklık dalgalanmalarından ve asidik yağmurlardan duvarı ve binayı koruyarak dayanıklılığını arttırır, ömrünü uzatır. (Doernach 1979, http://gsky.com). 3. Sesi absorbe ederek, gürültü kontrolü sağlar. Dikey bahçelerde kullanılan toprak ve bitkiler emilim özelliği gösterirler. Yeşil duvarlar, binalar ve yakın çevrelerinde (evlerimizde ve işyerlerimizde) dış gürültüyü ve titreşimi 40 DB kadar azaltır. (Dunnett ve Kingsbury 2004, Erdoğan ve Aliasghari Khabbazi 2013, http://gsky.com 2013, Jacobs 2008, Wong ve ark. 2010). 4. Daha az su ve çaba gerektirir. Dikey bahçelerin en büyük faydalarından biri suyun yönetilebilmesidir. Damla sulama sistemi veya hidroponik sistem ile sulama ekonomik bir biçimde yapılabilir. Yağmur suyu veya atık sular geri dönüştürülerek kullanılabilir. (http: //www.homeim provementpages.com 2013). 5. Karbondioksit seviyesini düşürürek oksijeni çoğaltarak temiz hava kalitesini arttırır. Yeşil bir duvar sera gazı etkisinin azalmasına yardımcı olur. Bitkiler biyolojik temizleyici görevi gören doğal filtrelerdir. Kentin hava kalitesinin iyileştirilmesinde önemli rol oynayarak kente solunabilir temiz hava sağlanmasına yardımcı olurlar (Erdoğan ve Aliasghari Khabbazi 2013, http://www.greenology.sg 2013, Truett 2003,). 6. Dikey bahçeler ve bitki örtüsü, kenti tozdan ve zararlı mikroorganizmalardan korur. Bitkiler rüzgarın hızını düşürür, güneş ışınlarını emer, ayrıca nem sağlar (Fjeld ve al.1998, Kemaloğlu ve Yılmaz 1991, Wolf 2002). 7. Binada kullanıldığında enerji tasarrufu sağlar. Canlı duvarlar iklimlendirme gereksinimini ve enerji tüketimini azaltır. Kullanılan bitki örtüsü binaların yazın soğutulmasına, kışın ısıtlmasına yardımcı olabilir. Kışın yaprağını dökmeyen (herdemyeşil) türler konveksiyonel ısı kaybını azaltabilmektedir (Baumann 1986, Doernach 1979, http://www.marthastewart.com 2013, Johnston ve Newton 2004). 8. Bitkiler huzurlu bir ortam yaratarak stresi azaltır. Şehir hayatının baskılarını azaltarak fiziksel ve psikolojik sorunların azalmasına yardım ederek, doğa ile manevi ve fiziksel bir bağlantı sağlar (Peck ve diğerleri 1999, http://gsky.com 2013). 9. Isı adası etkisini azaltırlar. Kentsel ısı adaları, bulunduğu bölgeden önemli ölçüde daha sıcak olan metropolitan alanlardır. Kentsel ısı adası etkisini açıklayabilecek nedenlerden biri aşırı kentsel gelişimdir. Yeşil duvarlar şehri soğutma- toplumcu seçenek nın yollarından biridir. Yeşil duvarlar buharlaşma yoluyla fazla ısıyı emerek bu etkiyi önemli ölçüde azaltır (http://www.marthastewart.com 2013, Yamada 2008, Yeh 2012). Dünyanın doğal kaynaklarının hızla tükenmeye başladığı ve ekolojik sorunların gün geçtikçe daha da arttığı son 50 yıl; kent, kent ekolojisi ve peyzaj mimarlığı arasındaki ilişkinin defalarca sorgulandığı zorlu bir dönemi ifade etmektedir. Günümüzde kentler gittikçe daha kalabalık, daha fazla sert yüzeyle kaplı, daha sıcak, daha geçirimsiz, daha az doğal ve daha az doğal hayat barındıran ve çevre sorunlarıyla ön plana çıkan yaşam alanları haline gelmişlerdir. Bu durum, süregelen şehircilik modellerine eleştirel bir çerçeveden bakan peyzaj odaklı şehircilik yaklaşımlarını gündeme getirmiş; ve birçok dünya kentinde kentleşme ve peyzaj stratejilerinin bir arada ele alındığı modeller belirleyici olmuştur. Bu yaklaşımla, mimari ölçekten bölgesel ölçeğe kadar farklı bağlamlarda yeşil alanların kente kazandırılması önem kazanmıştır. Özellikle son dönemlerde, Türkiye’nin birçok kentinin yerel yöneticileri tarafından yaptırılan dikey bahçeler kente yukarıda bahsedilen olumlu etkileri sağlamak bir yana, sürekli su ve bakım isteyen bitki türlerinin kullanımı nedeni ile kente faydadan çok sıkıntı yaratmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi`nin daha önceki kent yöneticileri tarafından, şehrin belirli noktalarına uygulanmış olan dikey bahçe sistemlerini sökmesi ile gündemimizi yoğun olarak meşgul etmiştir. Dikey Bahçelerin sökülmesi doğru bir karar mıdır? Siyasi bir karar mıdır? Öncesinde ve sonrasında kamu zararı var mıdır? Şekil 1: Londra, 2018. Ayşegül Oruçkaptan. toplumcu seçenek 55 Dikey bahçeler, aslında yetersiz kalan yatay yeşil alanların eksikliğini düşeyde kapatmayı amaçlayan yüzeyler olarak ortaya çıkmışlardır. Dikey bahçelerin ortaya çıkış amaçları kentlerde oluşan ekolojik yükü düşey düzlemler vasıtasıyla azaltmaktır. Bunu yaparken referans aldıkları bitkiler de kent ekosistemi içerisinde “kendiliklerinden” bu “sorunlu” alanlarda yaşayabilen bitkilerdir. Kendiliğinden, bakım ihtiyacı olmadan düşey düzlemlerde yaşayabilen ve bunu yaparken kentin ekolojik kalitesine ciddi katkılar sağlayan bitkilerle, bugün tartışmaya neden olan alanlarda, düşey düzlemlere özel saksılar içinde asılmış, sulama ve organik madde desteğine ihtiyaç duyan, bununla birlikte ciddi bir bakım gereksinimi olan egzotik bitkilerin oluşturdukları dikey bahçeler aynı çerçevede ele alınmamalıdır (www.peyzajmimoda.org.tr). Kentlerimizdeki yeşil alan miktarı ve yapımı kentte yaşayan insanların, iklimin, coğrafyanın, kentin florasının, faunasının ihtiyacına göre değil de Kent Yöneticilerinin siyasetlerinin bir göstergesi olduğu ve konunun uzmanları tarafından verilmeyen bu tür kararların yaratmakta olduğu kamu zararlarının hepimiz tarafından yüksek sesle dillendirilmesinin vakti gelmiştir. Bugün Türkiye’nin bir çok kentinde, bilimsel, iklimsel, teknik ve ekolojik verilere bakılmadan yapılan ve yapılmakta olan “Dikey Bahçeler” işlevsellikten çok uzak birbirine benzer uygulamalarla bir moda halinde çoğalmaktadır. Şekil 3: Mardin’de dikey bahçe uygulaması. Mardin’de önceki yıllarda yapılmış bir dikey bahçe uygulamasına baktığımızda; Bu uygulamada kullanılan bitkilerin Mardin’in yerli bitkileri değildir. İklim kullanılan bu bitkiler için de uygun olmadığından ve sulama sistemi doğru kurgulanmadığından bu duvar hemen her gün Belediye tarafından tankerlerle sulanmaktadır. En önemlisi de burada yapılan bu uygulama bir şevi örtmek gibi bir amaçla yapılmamış, dikey duvar (yeşil duvar) oluşturulabilmesi için bir duvar yapılmıştır. Hürriyet Gazetesi, Mardin Haber’in 8 Temmuz 2020 tarihli ‘Dikey bahçe, kuru bahçeye döndü” haberine göre; bir vali tarafından yaklaşık 5 milyon liraya yapıldığı iddia edilen Dikey bahçe vali gidince kaderine terk edilmiş ve kurumaya başlamış. Yine habere göre dikilen 100 bin bitki kurumaya başlamış (http://mardinhaber.com.tr/haber-dikey-bahcekuru-bahceye-dondu-5674.html). Mardin’deki bu dikey bahçenin yapılması için alınan karar da yanlıştır. Yapımında ve sonrasında- ki büyük ihtimalle bakımda yaşanan zorluklar ve bakım maliyeti zorladığı için kaderine terk edilmiştir- kamu zararı oluşmuştur. Oluşan bu kamu zararları bu zararı yaratılmasına sebep olan kent yöneticilerinden tazmin edilse ve bu zararların hesabı sorulsa belki de kentler doğru yönetileceklerdir. Mardin ve İstanbul’da yaşanan, kamuoyuna da aksetmiş bu tür örneklerin yakın zamanda çoğalacağını düşünmekteyim. Şekil 2: Mardin’de bir dikey bahçe uygulaması. 56 Ortaya çıkış amacı kent ekosistemine katkı sağlamak olan bir olgunun, kent ekosistemine yük toplumcu seçenek getirerek sadece görsel özellik sergilemesi öncelikle varoluş amacına aykırı bir durum ortaya koymaktadır. Ekoloji dünyasında “yeşille yıkama” olarak bilinen ve ekolojik olmayan bir şeyi “-miş gibi” gösterme amacı taşıyan bu yaklaşım, ne sürdürülebilirlik açısından, ne de etik açıdan “doğruymuş gibi” kabul edilemez. Tamamen egzotik bitkilerden monokültür şeklinde oluşturulan dikey bahçelerin ekolojiye katkısı yoktur (www.peyzajmimoda.org.tr). Şekil 4: İstanbul’da otoyol kenarı dikey bahçe ve graffiti çalışması. faksu@hurriyet.com.tr İstanbul Kentsel peyzaj çalışmalarında, az su tüketimi, havanın temizlenmesi, gürültü ve ses perdesi, yaban ve doğal hayatın desteklemesi, asgari bakım ihtiyacı gibi öğeler bilimsel anahtar öğeler olup, dikey bahçe sistemleri bu isteklerin hiçbirisini karşılamamaktadır. Tam tersine, çok sınırlı bir yetişme ortamında ve uygunsuz ortamda yaşayan bu bitkilerin, diğer bitkilere göre su ve besin ihtiyaçları daha fazla olmakta, bu sistemlerde masraflı ve bakımı zor sulama sistemleri kullanılmaktadır. Bitkilerin ömrünü uzatmak için kullanılan pestisitler polinatörleri öldürdüğü gibi bu uygulamaların biyoçeşitlilik yaratacak ortama da hem konumu (otoyol kenarında olması) hem de yapısı gereği katkı sağlaması söz konusu olmamaktadır. Ayrıca dikey bahçelerde kullanılan bitkiler çoğunlukla mevsimlik olduklarından dolayı sürekli bakımlı görünebilmeleri için her yıl birkaç kez yenilenmeleri gerekmektedir. Öte yandan, bu tür sistemlerin araç yoları kenarlarında kullanılması, rüzgar, yağış vb. olumsuz hava koşullarından kaynaklı kazalara sebep olarak (saksı ve bitkilerin düşmesi) seyir halindeki araçlar için tehlike oluşturmaktadır (www.peyzajmimoda.org.tr, 2020). Bu gerçeklikle birlikte araçların seyir halinde olduğu ve görsel olarak faydalanamadığı dikey bahçe uygulamalarının yerine kişi başına düşen aktif yeşil alan miktarının, kentsel peyzaj dokusundaki çeşitliliğin ve biyoçeşitliliğin arttırılmasına yönelik çalışmalar yapılması hem ekolojik hem ekonomik hem de iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması konusunda daha büyük katkı sağlayacaktır. Bu kabulden hareketle, kente getirdiği ekolojik ve ekonomik ağırlığın büyüklüğünü ekolojikmiş gibi yaparak kamufle etmeye çalışan anlayıştan vazgeçilmesini desteklenmelidir. Gündemimizi epey meşgul eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bugünkü yöneticilerinin, hiç de ekonomik ve ekolojik olmadığı yukarıda da belirtilmiş olan dikey bahçelerin ve sistemlerinin sökülerek yerine beton üzerine yapılmış grafiti çalışmaları daha doğru bir yaklaşım mıdır? Di- toplumcu seçenek 57 key bahçe sistemlerinin korunarak yerine kentin ekosistemine değer katacak doğru bitki türlerinin kullanılabileceği yeşil duvarlar için uzmanlardan ve ilgili meslek odalarından gerekli bilimsel ve teknik bir çalışma yapılmış mıdır? Grafiti çalışmaları için ücret ödenmiş midir? Kente yeni yeşil alanların kazandırılması için ne tür çalışmalar yapılmıştır? Bu kararlar siyasi olarak mı yoksa konu ile ilgili uzman kişiler tarafından mı alınmıştır? Kamusal fayda ve zarar nedir? Tüm bu soruların hatta daha fazlasının cevaplarının ilgili makamlar tarafından verilmesi gerekmektedir. Kent içi yeşil alanlar için doğru projeler ve uygulamalarla yapılan harcamaların son zamanlarda kente yükmüş ve yeşil alanlar için kısılacak harcamalarla sanki Belediyelerimiz zarardan kurtulacakmış gibi yaratılan kamuoyu algısı son derece yanlış ve tehlikelidir. 58 Kaynaklar 1. Baumann, l.R. 1986. The Constructural Importance of Climbing Plants. 2. Doernach, R. 1979. Uber den Nutzengen von Biotektonischen Grunsystemen. Garten und Landshaft 89. 3. Dunnett NP. Kingsbury N.2004. Planting Green Roofs and Living Walls. Portland (OR): Timber Press. 4. Erdoğan, E. Aliasghari Khabbazi, P. 2013. Yapı Yüzeylerinde Bitki Kullanımı, Dikey Bahçeler ve Kent Ekolojisi, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi 6 (1). ISSN: 1308-0040. 5. Field, T. Veiersted, B., Sandvik, l., Riise, G.&Levy, F.1998. The Effect of Indoor Foliage Plants on Health and Discomfort Symptoms Among Office Workers. Indoor and Built Environment, 7 (204). 6. Green Roof Organisation, 2008. Introduction to Green Walls Technology, Benefits&Design. 7. Kemaloğlu, A. Yılmaz,O. 1991. Cephe Yeşillendirmesinim Kent Ekolojisine Katkıları. Peyzaj Mimarlığı Dergisi. Cilt 2, Sayı 30. 8. Köhler, M. 2008. Green Facades-A View Back and Some Visions, Urban Ecosystem. Vol.11, P.423436. 9. Peck, S., Callahan, C., Kuhn, M., and Bass, B. 1999. Greenbacks From Green Roofs: Forging a New Industry in Canada, CMHC, Toronto. 10. Timur, Ö.B., Karaca, E. 2013. Licensee In Tech. Chapter 22. Çankırı Karatekin University, Landscape Department. 11. TMMOB Peyzaj Mimarları Odası. Basın Açıklaması. http://www.peyzajmimoda.org.tr, 2020 12. http://www.greenology.sg, 2013. 13. (http: //www.homeim provementpages.com, 2013). 14. (http://www.marthastewart.com 2013, Yamada 2008, Yeh 2012). 15. http://mardinhaber.com.tr/haber-dikey-bahcekuru-bahceye-dondu-5674.html toplumcu seçenek İklim Krizi ve Pandemi Birtan Altan Makine Mühendisi, Enerji Yöneticisi, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Bilim Uzmanı İnsanın binlerce yıl evvel ateşi kullanmaya başlaması ile birlikte doğaya hakim olma süreci de başlamıştı. Ateşin keşfi ile birlikte insanın ayak izi de (doğaya etkisi) artmaya başladı. Madenlerin işletilmesi, kitlesel orman katliamları ve sanayi devrimi ile birlikte ayak izi zirveye ulaştı. Bir süredir çevreci hareketler, sosyalistler, enerji verimliliği alanında çalışan uzmanlar, sağlıkçılar ve bilim insanları ekolojik ayak izimizin zirveye ulaşması ile birlikte ortaya çıkan iklim krizini tartışıyor. İklim krizi ne yazık ki kentleri, üretimi, yaşam alanlarını etkisi altına aldığında konuşulmaya başladı. Sadece son 120 senede dünya su ve orman alanlarının üçte ikisi yok edildi. BM raporlarına göre su kıtlığı 30 sene sonra dünya nüfusunun yarısını etkisi altına alacak. Su kıtlığının kitlesel göçlere ve kapitalist devletlerin çatışmalarına yol açacağı ise artık kesin. Tüm bu sonuçlar dünya kaynaklarını sürdürülebilir kullanmanın refah ve barış için bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Ülkemizde de bu durum şiddetli toplumsal sorunlara yol açacak. BM raporlarına yansıyan verilere göre Türkiye’de kişi başına tüketilebilecek su miktarı son 20 senede yarı yarıya azalmış durumda. 2040 senesinde ise Türkiye, Ortadoğu ülkeleri gibi su kıtlığına maruz kalacak. Dünya Sağlık Örgütü, 2025-2050 yılları arasında yaşanacak yüzyılın ikinci çeyrek diliminde iklim krizinin sebep olacağı salgın hastalıklardan dolayı 250 bin insanın hayatını kaybedeceği öngörüsünde bulunuyordu. Bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla iklim krizinin sebep olduğu viral bir salgın hastalık olan Covid-19’un ne yazık ki 10 ay gibi kısa bir sürede 90 milyon insanda görüldüğünü ve 2 milyon insanın ölümüne sebep olduğunu biliyoruz. Salgının etkisiyle CO2 salımının azalması ile birlikte hava kirliliğinin ciddi oranda azaldığını, kar odaklı kapitalist üretimin ve plansızlığın geçici süreyle bile olsa ortadan kalktığı bir dünyada do- ğanın hızlıca kendini yenilediğini görmüş olduk. İklim krizini kolay anlaşılması için bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım. Yazın otomobilinize bindiğinizde otomobilin içinin dışarıdan çok daha sıcak olduğunu hissedersiniz. Çünkü otomobile giren güneş ışınları camlardan koltuklara, direksiyona, konsola yayılmış, absorbe olmuş ve otomobilinizin ısısını yükseltmiştir. Otomobilinizin camları ise giren güneş ışınlarının dışarıya çıkmasını engellemiş ve otomobilinizin içinde sera etkisi yaratmıştır. Yazın o otomobile binmek ne büyük eziyettir! İşte 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın sera gazları etkisi ile yaşadığı şey tam olarak budur. Fosil yakıtların yanması ile açığa çıkan sera gazları (CO2, CH4, N2O, O3, florlu gazlar, su buharı) dünyanın çevresinde bir sera etkisi yaratıyor. Sera etkisi ile küresel ısınma artıyor ve bölgeler arası sıcaklık farkları oluşuyor. Bu da atmosferdeki havanın dolaşım hızını artırarak şiddetli rüzgârlar ve kasırgalar yaratıyor. Yani hava akımları şiddetleniyor. Atmosferdeki ısı enerjisi, denizler, göller, okyanuslar vb. ile absorbe oluyor ve bu absorbsiyon buharlaşmayı artırarak şiddetli yağmurları yaratıyor. Yani iklim krizi sera gazları etkisiyle, sera gazları ise enerji verimliliği düşük endüstriyel tesisler ve onların lojistik ihtiyaçlarından oluşmaktadır. Covid-19 salgınının etkisi gündemde yokken, iklim krizinin dünya ekonomisine verdiği zarar 1,2 trilyon dolar olarak hesaplanıyordu. Son 150 yılda dünyanın ortalama sıcaklığı 1 derece artmış ve maliyeti büyük olmuştur. Bu sıcaklık 2 derece artarsa bu maliyetin 10 kat artacağı düşünülmektedir. İstatistiki çalışmalara baktığımızda sera gazları içinde en fazla orana sahip olanın CO2 (%81) olduğu görülmektedir. CO2, %80 enerji sektöründe, %20 ise endüstriyel tesislerde oluşmaktadır. Enerji üretiminde yenilenebilir sistemlerin kullanımı, endüstriyel tesislerde ise verimlilik çalışma- toplumcu seçenek 59 ları ve fosil yakıtların tercih edilmemesi CO2 salım miktarlarını önemli ölçüde düşürecektir. İklim krizi senaryolarında küresel ısınma düzeyini 1,5°C ile sınırlandırmak hâlâ mümkündür. Bunun için önümüzdeki 10 yılda CO2 gazı salımının %45 oranında düşürülmesi ve önümüzdeki 30 yılda da net sıfır emisyon değerinin yakalanması gerekmektedir. Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Teşkilatı’nın hazırlamış olduğu bir önlem senaryosunda CO2 gazı salımı; karbon tutma teknolojisi kullanılması ile %19 oranında, tamamıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına geçilmesi ile %17 oranında, tamamıyla nükleer enerji kaynaklarına geçilmesi ile %6 oranında, enerji verimliliği çalışmaları ve izleme sistemleri ile %58 oranında azaltılabilir. Nükleer enerji kaynakları özellikle yenilenebilir enerji statüsüne alınmamıştır. Çünkü nükleer enerjinin dünyanın ve toplumların geleceği için satın alınmaması gereken bir risk olduğu düşünülmektedir. Covid-19 salgını ile mücadele edilen şu günlerde iklim krizine karşı politika geliştirmenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Salgın başladığından bu yana 2 milyon insan hayatını kaybetti. İnsan topluluklarından uzak bölgelerde görülen kimi hastalıklar artık dünyanın her noktasında öldürücü etkiye sahipler. Örneğin sıtma hastalığını yayan Qsinekler iklim krizinden dolayı artık kuzey bölgelerde de yaşam gösterebiliyorlar. Yine Corona ailesinden Covid-19 virüsü de vahşi hayvan kaynaklı bir virüs ve iklim krizinin oluşturduğu olumsuz koşullardan dolayı insanın vahşi doğaya yaklaşması sebebiyle mutasyon geçirerek bulaşıyor. İklim krizi ve salgın hastalıkların etkileri sera gazları salımlarının yüksek olduğu sanayi bölgelerinde ve sanayi kentlerinde daha şiddetli hissediliyor. Örneğin şimdiye kadar çıkan sonuçlar ile yapılan araştırmalarda sanayi bölgelerinde (İtalya’nın kuzeyi, Çin’in sanayi bölgeleri, Türkiye’de İstanbul, Kocaeli, Zonguldak havzaları…) Covid-19 virüs salgını sebebiyle ölümlü vakaların oranının çok daha yüksek olduğu gözlemleniyor. Covid19 virüs salgınının plansız sanayileşme ile doğrudan bağı olduğu açıktır. Ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun ödüllendiren paradigmasız kapitalizm mevcut krizin zorluklarının üstesinden gelmek ve gelecekte ortaya çıkacak sorunların tohumlarını ekmekten kaçınmak için hiçbir şey yapmıyor. Pandeminin başından bu yana dünyanın en zengin 10 ailesinin toplam servetlerinin 450 milyar $ artması kapitalizmin salgına ve doğaya nasıl yaklaştığının göstergesi gibi! tik çeşitliliğin azalması, kış soğuklarının azalması ile meyve verimin düşmesi ile birlikte gıda güvenliğini tehdit ediyor. Yeni patojenler ve zararlılar ortaya çıkarken, hastalıkların ivmelerinde çok büyük artışlar görünüyor. Yine iklim krizinden dolayı oluşan 1ºC sıcaklık artışı, böcek popülasyonlarının artması nedeniyle böceklerden dolayı ürün kayıplarının %25 artmasına sebep oldu. Gıda ve su krizlerine yol açan süreçler aynı zamanda Covid19 salgını gibi virüs salgınlarıyla da oldukça ilgidir. Ormansızlaşma ve buzulların erimesi yeni tür virüslerin ortaya çıkmasına ve insanlığı etkilemeye devam ediyor. Genler ve türlerin fizyolojisi değişiyor ve türler iklim alanlarını sürekli değiştirdiği için tüm ekosistem risk altına giriyor. Bugün dünyadaki bulaşıcı hastalıkların %75’i vahşi yaşamdan geliyor. Salgınlar aynı zamanda açlık krizini de tetikliyor. Dünyadaki her 8 kişiden 1’inin aç olduğu yüzyılda virüs salgını bu oranı %20 arttırdı. Kaynakların kapitalist barbarlık tarafından talan edilmesi sonucu ortaya çıkan iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybına, su, toprak, hava kirliliğine sebep oldu. Ne yazık ki tüm bu sonuçlar, geri döndürülemez etkenlere de sebep oluyor. Bu süreçlerin tersine dönmesi, doğanın kendisini iyileştirmesi için bir devrime ihtiyaç olduğu kesin. Dünyanın iyileşme sürecinde ekonomik sistemin kapitalizm olamayacağı ise bugün artık bilim insanları tarafından da dile getirilen bir gerçeklik. Kitlesel bilinçlenme için ücretsiz ve eşit eğitim olanaklarının genişlemesi, teknolojiden tüm insanlığın faydalanabilmesi, aşırı tüketim ve nüfus artışının dizginlenmesi, koruyucu sağlık sisteminin inşası, bilginin karşılık beklenilmeksizin paylaşılması, dayanışmanın güçlendirilmesi, ekolojik standartlarda planlamanın yapılması ve dekarbonizasyonun sağlanması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile net sıfır emisyonlara ulaşılabilmesi gibi hedefler belli ki kapitalizmde mümkün görünmemektedir. Sonuç olarak, iklim krizi sınıfsaldır ve iklim krizine karşı mücadele de sınıf mücadelesinin önemli bir parçasıdır. İklim değişikliği aynı zamanda mahsullerde gene60 toplumcu seçenek Pandemi Döneminde Ekolojik Tahribat Politikaları Haritasının Analizi Deniz Doğa Işık İTÜ Geomatik Mühendisliği Bölümü Öğrencisi Bir yıldan fazla süredir içinde bulunduğumuz dünya bir önceki versiyonuna göre bambaşka bir durumda. Covid-19 pandemisi, insanlık ile beraber bütün doğal ve beşeri varlıklar üzerinde etkisini yüzyılların silemeyeceği şekilde gösterdi ve buna son hızla devam ediyor. Dünyanın neresinde olursa olsun her gün evlerinden çıkıp iş yerlerine, okullarına, turistik mekânlara dağılan insan toplulukları; virüsün bulundukları sınırlar içerisinde etkisini göstermeye başladığı andan itibaren yaşam alanlarına kapanmaya ve izole olmaya mahkûm kaldılar. Ne var ki yaşanan bu değişiklikler, kendisini toplumun her kesiminden insanın üzerinde aynı şekilde hissettirmedi. Sınıf farklılıklarından doğan bu adaletsiz sistem önce karantinayla, sonrasında ise “yeni normal” ile kılıflanarak topluma dayatıldı ve bu sırada tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hükümetin tepeden inme politikaları hızlı ve sorgulanmaya mahal bırakmaksızın uygulamaya kondu. nan ülkemizin geri getirilemez hasarlar almasını engellemek adına önemli bir adım olacaktı. Bu kapsamda da üzerinde durulan olayların gösterimi ile kritiğinin yapılabilmesi için mekânsal veri kullanıldı ve haberlerle donatılmış bir Türkiye haritası hazırlandı. Bu harita hazırlanırken kullanılan haberler yukarıda bahsedilen başlıklar altında toplandı ve bu başlıkların tümü ayrı birer harita katmanı haline getirilerek kullanıcıların ilgisine sunuldu. Başlangıçta ortaya çıkan fikir olarak “Bitmeyen Beton İşleri”, sonrasında kendisine daha da geniş bir kapsam edinerek “Beton İşleri – Rant Alanları – İmar Sorunları” olarak haritada yer aldı. Bu konuyla ilgili yapılan haberlere bakılacak Özel sektör-devlet işbirliği ile her gün bir yeni rant ve talan haberine uyandığımız pandemi sürecinde, sadece insan eliyle yaratılan felaketlerle mücadele edilmedi. Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Hatay’ın en ucuna kadar çevre kirliliği, doğal afetler, küresel ısınma ve yangın haberleriyle boğuşan bir coğrafya olarak karantina günlerini de sükûnet içerisinde geçiremedik. Derelerin kuruduğu, balıkların öbek öbek telef olduğu felaketler, mevsimsel değişikliklerden kaynaklı kuraklık veya aşırı yağışlara bağlı seller gibi doğal olayların yanında; rant uğruna feda edilen ağaçlık alanlardaki yangınlar ve çevreye oluk oluk yaydıkları zehirlerle fabrikalar da gündemimizden düşmedi. Kuşkusuz ki tüm bu olayların ifade edilebilmesi ve haklarında bir kamuoyu oluşturulabilmesi, kişisel çıkarların uğruna her detayı ayrı ustalıkla harca- Şekil 1: Pandemide Durmayan ve Yeni Başlayan Beton İşleri Haritası’ndan detay haber toplumcu seçenek 61 Şekil 2: Pandemide Durmayan ve Yeni Başlayan Beton İşleri Haritası https://umap.openstreetmap.fr/tr/map/pandemi-doneminde-politikalar_512037#6/39.673/33.333 olduğunda, ülke genelinde neredeyse tüm sektörler duraklama sürecine girmişken inşaat işlerinin kesinlikle sekteye uğramadığı görüldü. Hatta pandemi inşaat sektörünü öyle oldu bitti olayların yaşanmasıyla kutsadı ki, belki de alışılageldik düzenin izin vermeyeceği aksiyonların alınması artık işten bile değildi. Bu hızlandırılmış hukuksuzlukların yanında iş ve işçi sorunları da gündeme damgasını vurmaktan geri durmamıştı. Devamında yer alan “Direniş ve Edinilen Kazanım Haberleri” ise hem halâ ülke olarak yüzümüzü güldürecek birtakım kararların varlığına işaret etti hem de ne denli basit konularda bile ciddi mücadeleler verilmeden bir sonuç elde edilemediğini gösterdi. Köylerden kentlere bu ülkenin insanının havasına, suyuna ve toprağına sahip çıkmasına ne pandemi ne de yıldırma politikaları ket vurabildi. Ancak bu süreçte bile kendi çıkar ve refahı doğrultusunda adımlar atmaktan çekinmeyen üst kadroların mücadelelere gösterdiği sosyal mesafe direnci, yine trajikomik baskılar olmaktan öteye geçemedi. “Çevre Kirliliği” başlığı aslında sadece ülkemizde değil, dünya çapında da büyük bir problem olmaya devam ederken pandemi sürecinde el ayağın çekildiği noktalarda kendisini iyice hissettirdi. İnsan ilgisinden yoksun kalan doğa kendini bir yandan iyileştirse de, var olan sorunlar ve artık kapanmayacak raddeye gelmiş olan yaralar nedeniyle kirlilik ve yitirilenler pandemiden bağımsız olarak gündemi meşgul etti. Bunların yanında tüketim çılgınlığıyla yanıp tutuştuğumuz bugünlerin 62 bir etkisi olarak üretimin kesintisiz devam etmesi ve kontrolün elden bırakılması da kirliliğin katlanarak artmasında önemli bir bileşen oldu. Dünyamızın bugün ve yakın gelecekteki en büyük hastalıklarından olan küresel ısınma, doğal afetlerle de birleşerek ülkemizde kendisine önemli bir yer edinmekten geri durmuyor. Pandemi sürecinde yaşananlar da bunun en büyük kanıtı olmaya devam ederken, yaraların sarılması adına adeta komik denebilecek adımlar atan hükümet de yaşananların felaket boyutuna ulaşmasında önemli bir role sahip oldu. Ne kuruyan dereler, ne sel alan şehirler ne de depremle yerle bir olan kentler için efektif ve makul adımlar atılmaması, ülke çapında hem ekonomik hem de sosyolojik olarak derin izler bırakmaya devam etti. Pandemi bahane edilerek üstü kapatılmaya çalışılan bu olayların bazılarının etkisi ise belki de gelecek günlerde kapımızı çalarak ülkemizi daha da devasa boyutlarda problemlere gebe bırakacak. “Doğal ve Kültürel Miras Talanları” başlığı, belki de harita hazırlanırken en çok burukluk oluşturan başlıklardan bir tanesiydi. Taşı toprağı bir cevher olan, yüzyıllar hatta bin yıllardır bunca medeniyete ev sahipliği yapmış olan ülkemizin her karışında ayrı bir yıkım, ayrı bir felaketin haberi ile yüzleşmek zorunda kalmak gerçekten kolay değildi. Oksijen kaynaklarımızın yok edilmesi, birkaç taşla iki medeniyeti birbirine bağlamış o değerli hazinelerin ortadan kaldırılması, Hasankeyf gibi eşi benzeri bulunmayacak bir güzelliğin sular altında bırakılması gibi onlarca haber ne yazık ki sadece toplumcu seçenek pandemi döneminde yapıldı. Bu sıkıntılı süreçte dahi talan politikalarına ara verilmemesi ise, ne denli küstah bir tavırla karşı karşıya olunduğunun en büyük kanıtlarından oldu. Ayrıca tıpkı bitmeyen beton işleri gibi ülkemizin miraslarına karşı yapılan bu tabiri caizse operasyonlar, oldu bittiye getirilerek kimsenin ruhu duymadan ve itiraz hakkı sunulmadan gerçekleştirildi. Yenilenebilir enerji kullanımında başı çekenlerden olması gereken ülkemizde, ısrarcı olunan termik, nükleer, jeotermal ve hidroelektrik santrallerinin inşaat ve planlama süreçleri de ne virüs ne de karantina dinleyerek hızla devam ettirildi. Doğamıza, insanımıza; bunlara bağlı olarak orta ve uzun vadede yok olacaklarla beraber ekonomimize bile yarardan çok zararı olacak bu santraller üzerine gösterilen direnç ise, hükümetin rant kapılarını artık aralamaktan ziyade ardına kadar açtığı ve bunu yansıtmaktan hiç gocunmadığı sonucuna da ne yazık ki kolay yoldan ulaştırdı. “Enerji Santralleri - Madenler – Barajlar” başlığı altındaki onlarca haberden de görülebileceği üzere, kaynak tüketimi ve çevre zararı düşünülmeksizin sürüklendiğimiz felaketler, geleceğin karanlık yüzünü gözler önüne serdi. Fikri temeli 2010’da atılan ancak kamuoyuyla 2011’de paylaşılan Kanal İstanbul, 2018’de güzergâhının da açıklanmasıyla birlikte deli saçması bir proje olmaktan çıkıp gerçeklere dayandırıldı ve “yaptık, olacak” tutumunun en sağlam örneklerinden biri olarak karşımıza çıktı. Bu on yıldan eskiye dayanan projenin yapımına dair ısrarcı tutumun gelişmesiyle beraber yapımının tam bir felaket ve yıkıma yol açacağına dair olan kanaatler de artık bilimsel temellere dayandırılarak gerçek bir mücadele meselesine dönüştü. Kanal İstanbul gibi ne ekolojik ne de ekonomik anlamda en ufak bir katkısı olmayacak hatta bu konudaki zararlarına ek diplomatik temelde problemler dahi çıkarabilecek olan bir projenin bu kadar üstüne titrenmesi ise, yine parsel parsel satılan memleketimizin akıbetinin sorgulanmasına yol açıyor. Sadece bu başlık altında bile pandemi sürecinde yapılmış birçok haber bulunması ise, hazırlanan haritadan çıkarılacak dersler için bir mihenk taşı konumunda. Kanal İstanbul için kurulan dayanışma ağları ve proje hakkında yapılan çalışmalara dair üretilen içeriklere de baktığımızda, fikir sahipleri tarafından güdülen politikalar ile ülkemiz üzerinde çok büyük çapta bir değersizleştirmenin uygulandığını görmek işten bile değil. Kanal güzergahı ve çevresinde uygulanan arazi alım satımları ile bunların kimler arasında yapıldığı konuları ise bu değersiz- leştirmenin en iyi örneği konumunda. Son olarak “Yangın Olayları” başlığı söz konusu edildiğinde, doğal yollardan çıkan yangınların artık ülkemize pek de uğramadığı, yine her şeyin bir rant ve talan politikasının parçası olduğunu görmek hiç de zor olmadı. Pandemi sürecinde kesmekle dikkatleri üzerine çekmeyip, yakarak yerlerine yeni otelcikler, fabrikacıklar çıkarılacak olan ağaçlarımızın yanına, ölen hayvanlar, kirlenen ve kullanımı imkânsız hale gelen su kaynakları da eklenince, nasıl büyük bir kâbusun içinde yaşadığımız daha da çarpıcı olarak yüzümüze vuruldu. Bütün bunların yanında devletin geç ya da yetersiz müdahaleleri sebebiyle yangınların kontrol altına alınması işi de bu kadar zorlaştığı için vatandaşlar kendi çabalarıyla yangınlara müdahale etmeye çalıştılar. Durumun vahameti ise sadece haritadaki bu katmandan bile yeterince anlaşılabilir hale geldi. Başlık başlık incelendiğinde haritanın bugünümüze ışık tutan dayanak noktası, sorunların tek bir elden kaynaklanması ve bu sebeple de neredeyse bir çözüm bile aranmaması oluyor. Aslına bakıldığında “Pandemi Döneminde Politikalar” başlığı haritanın içeriğine doğrudan işaret etmiyor gibi gözükse de planlı, sakin ve tutarlı şekilde devlet eliyle gerçekleştirilen ya da desteklenen tüm bu olaylar bir ya da birkaç politikanın eseri konumunda. Doğal ya da beşeri hiçbir unsuruna, havasına, suyuna, kültürüne ve belki en çok da insanına saygı duyulmayan ülkemizin bu zorlu süreçte yaşadıklarının bir kısmını anlatmaya çalıştığımız bu haritamız, gerçekçiliği görsel olarak da göz önüne serdiği ve dağılımı da okuyucusuna sunduğu için belki de bundan sonra yapılacak olan çalışmalara da ön ayak olacaktır. Mekânsal verinin öneminin her geçen gün biraz daha anlaşıldığı bu çağda, hem okuyucunun hem de üreticinin bağlamında bütünlük sağlayabilmek için değerli ve tüm bu yaşananlara atıf yapabilmek için önemli bir çalışma olarak gördüğümüz haritamıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. 1 Daha güzel haberler ve mutlu zamanların paylaşıldığı bir haritada tekrar buluşmak dileği ile… 1 http://toplumcumeclis.org/index.php/haber-duyuru/item/530-harita-korona-gunlerinde-durmayan-beton-isleri Haritaya erişim için link: https://umap.openstreetmap.fr/tr/map/pandemi-doneminde-politikalar_512037#6/39.673/33.333 toplumcu seçenek 63 Covid-19, Ekolojik Çöküş ve Kapitalizm Onur Yılmaz Polen Ekoloji polenekoloji.org twitter.com/PolenEkoloji Üzerinde yaşadığımız gezegenin 4,5 milyar yıllık geçmişinde 3,5 milyar yıl geriye giden yaşam izleri mevcut. Yaşamın bu uzun varoluş sürecinde, bir ya da birkaç insan ömrü süresinde değil de jeolojik zaman ölçeğinde bir hızla pek çok kez küresel çapta ekolojik çöküşler yaşanmış, gezegendeki canlı türlerinin büyük bir çoğunluğu yok olmuş ama yaşam yenilenerek kendini devam ettirmişti. Evrimin bir parçası olan bu jeolojik kırılma süreçlerinde yaşanan ekolojik çöküşlerin hızı, dinozorların yok olduğu görece daha hızlı bir yok oluş süreci olan meteor çarpması da dahil çok uzun yıllara yayılmıştı. Bugünkü küresel ekolojik çöküş ise birkaç neslin kendi yaşam süreci içinde deneyimlediği müthiş bir hızla ilerliyor. İklim değişikliğinin bir kriz halini almasıyla, bu iklim krizin sebebinin öncekiler gibi doğanın kendi olağan süreçleri değil de insan toplumlarının sera gazı salımlarının olduğunun yaygın kabulü, yani suçun doğadan insan toplumlarına geçişi aşağı yukarı eş zamanlı olmuştu. 20. yüzyılın sonundaki bu süreç aynı zamanda dünyada neoliberalizm dalgasının da yayıldığı döneme tekabül ediyor. 90’larla birlikte üzerine düşüneni artan ve son 20 yılda giderek daha geniş bir külliyat oluşturan marksist ekoloji yazınının gelişimiyle birlikte ise tüm bu ekolojik çöküş süreci, doğa-toplum ikiliğinden çıkarılıp toplumun da bir parçası olduğu doğanın toplumsal üretim tarzı tarafından nasıl düzenlendiğiyle ve bir üretici güç olarak doğanın, tıpkı bir diğer üretici güç olan emek gibi sermaye ilişkilerine nasıl dahil olduğuyla bağlantılı olarak derinlemesine bir şekilde incelenir oldu. Sermaye Akışının Bir Parçası Olarak Covid-19 Dünya Sistemi’nin kritik ekosistemlerinde taşma noktası denilen eşiklerin birçoğunun aşılmasıyla, 64 Dünya’daki jeolojik değişimlerdeki ana yönlendirici gücün “insan faaliyetleri” olduğu bir dönemdeyiz artık; ki, bu yeni bir jeolojik zamanı ya da daha geniş anlamıyla içinde bulunduğumuz çağı adlandırma tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Bu dönemselleştirmede en yaygın olanlardan Antroposen ve Kapitalosen kavramları giderek literatürde kendine daha fazla yer buluyor. Başlangıçları, anlamları ve uygunlukları ayrı bir tartışma konusu olan bu dönem adları bize içinde bulunduğumuz olağanüstü doğa-toplumsal koşulları anlamlandırmada kolaylık sağlıyor. Tarihte daha önce Kara Veba ve İspanyol gribi gibi salgınlar da yaşanmıştı örneğin ve küresel ölçekte etkileri de olmuştu Covid-19 gibi. Önceki salgınlarda da toplumsal yaşam ve ekonomik sistemde köklü değişiklikler yaşanmıştı; dolayısıyla çapı daha büyük olsa da Covid-19 salgını tarihsel akışta çok da sıradışı bir sapma değildi. Aksine emperyalist kapitalizmin küreselleşme düzeyinde her an beklenen bir durumdu. Ancak farklı olan şey, önceki salgınlarda kapitalizmin kendini restore etmesi için atabileceği adımlar için uygun doğal koşullar ve sermaye genişleme alanlarının olmasıydı. Bugün ise küresel bir ekolojik çöküş içindeyiz ve küresel kapitalizmin dışında kalan tek bir coğrafya yok bugün. Salgının Wuhan’dan yayıldığı başlangıçta öyle bir kesinlikle vurgulandı ki bilimsel kanıtlar ve sonradan ortaya çıkan başka bulgular göz ardı edildi.1 2020’nin sonunda, Fransa ve ABD’de Aralık 2019’da Sars-CoV-2 virüsü taşıyanların olduğu kan örnek lerinde bulunan antikorlar aracılığıyla tespit edil- 1 Euronews’te salgını 11 Ocak’ta Wuhan’da başlatan ve ilk 4 ayda yaşananları özetleyen derleme. Salgının Wuhan’daki hayvan pazarındaki egzotik hayvanlardan insanlara geçmemiş olabileceğine dair hayvanlardaki testlerin negatif çıktığını bildiren çalışmanın haberi. toplumcu seçenek mişti.2 Ancak bu Covid-19 hastalığının zoonotik bir hastalık olduğu gerçeğini, dolayısıyla virüsün insanlara geçişinin yaban ekosistemlerinin artan şekilde işgal edilmesi, bozulması ve habitatların yok olması sonucu virüs taşıyan hayvanların insan yaşam alanlarıyla etkileşime girmesinin yanı sıra avcılık, tıbbi kullanım, giyim ve gıda olarak hayvanların birer meta şeklinde ticaretinden kaynaklandığı gerçeğini değiştirmiyor. Yani salgınlar, kapitalizmin bir bütün olarak doğayı organize etme biçiminin olağan bir sonucu ve diğer tüm üretim süreçleriyle eş zamanlı olarak gerçekleşiyor. Tarım alanı, sanayide enerji ve hammadde kullanımı ve endüstriyel hayvan yetiştiriciliği için ormansızlaştırma, dolayısıyla karbon yutaklarının azalması ve biyoçeşitlilik kaybı salgınların potansiyel zeminini hazırlar. Tek soru salgının ne zaman gerçekleşeceğidir. Sadece 21. yüzyılda SARS, MERS, kuş ve domuz gribi, Ebola gibi bir dizi daha küçük ölçekli salgın yaşandı. Covid-19’un son olmayacağı bilimsel bir gerçeklik ve bir sonraki salgının çok beklemeksizin daha yıkıcı bir etkiyle gelmemesi için hiçbir sebep yok. Salgının bu kadar kısa süre içinde tüm dünyaya yayılması ise yine adını salgının başında sıkça duyduğumuz tedarik zincirleriyle, yani kapitalizmin günümüzde üretimi toplumsallaştırmada eriştiği düzey ile ilgili. Kapitalizmin hakim ekonomik sistem olduğu ilk dönemlerde tek tek ulusal pazarlar içinde gerçekleştirilen üretim, daha sonra emperyalizm aşamasıyla yine ulus devlet sınırları içinde gerçekleşse de sermaye ihracı ile ulusal pazarların birbirine eklemlendiği bir emperyalist üretim zincirinde gerçekleştiriliyordu. 1974 petrol krizinden sonra başlayan, özellikle 80 sonrası yoğunlaşan neoliberal dönemde ise sermaye artık hiçbir ulusal sınıra takılmaksızın üretimi küresel ölçekte düzenleyebilecek merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyine gelmişti. Birbirine entegre olmuş küresel üretim ve tedarik hatları oluşmuş, emperyalist dünya tekelleri ve bunlar içinde de mali sermaye tekelleri artı değer sömürüsünden en büyük payı alarak tüm dünyada muazzam bir proleterleşme dalgası sağlamıştı. Elbette kapitalizmin bu tarihsel evrimiyle birlikte sermayenin emek aracılığıyla etkileşime girdiği doğa üzerindeki basınç da katlanarak artmış, proleterleşmeye doğanın sınır tanımaksızın talanı eşlik etmiş ve tarihsel olarak belki de yüz yılda bir görülecek salgınlar neredeyse her yıl gerçekleşir hale gelmiştir, salgınlar adeta bir sermaye maliyeti kalemi haline 2 The Scientist’teki ilgili haber ancak salgını “Çin virüsü” diye niteleyen Trump’ın başkanlık yarışını kaybetmesinden sonra açığa çıkabildi. gelmiştir. Neoliberal dönemin öncesinde çökmüş olan klasik küresel sömürgecilik sistemi ise neoliberal dönemde yerini, özellikle ülkelerin mali kontrol altında tutulduğu yeni türden bir sömürgeciliğe bırakmış oldu. Özellikle bu entegre küresel üretim hattında, gelişen üretim teknolojilerinin de etkisiyle hem nitel hem nicel olarak doğal varlıkların birer kaynak ve hammadde biçimindeki talanında yeniden sömürgeleştirilmiş ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki eşitsiz ekolojik mübadele ise kendisini kesintisiz sürdürdü. Bugün iklim adaleti, çevresel adalet gibi kavramları kendine şiar edinen ekoloji hareketleri bunu yalnızca ekolojik çöküşün etkilerinin deneyimlenmesinde ülke içindeki sınıfsal eşitsizliğe karşı bir talep olarak değil, ülkeler arası küresel bir adalet talebi olarak da yükseltiyorlar. Kapitalizmin Güncel Krizinin Bir Parçası Olarak Covid-19 Yeni yılın başında 84 milyon vaka ve 1 milyon 800 binin üzerinde ölümle yaklaşık 1 yıldır gündemimizde olan koronavirüs salgını, kapitalizmin çarklarını kısa bir süreliğine yavaşlattı. Ancak toplumsal bir şok olarak yaşanan bu kısa sürenin ardından sınıf savaşının kuralları salgın “yönetiminin” de belirleyicisi oldu hızlıca. Üretimin eski hızına dönmesi için insan hayatı hiçe sayıldı ve yine buna eşlik eden doğal varlıklara saldırı süreci devam etti. Salgın, pek çok sektörde sermaye maliyetlerini kısmak için bir fırsat olarak kullanılmış; özellikle dijital alanda gerçekleşen tüm üretim süreçleri evin içine taşınmış, işçilerin mesaileri olabildiğince sınırsızlaştırılmış, büro, sigorta, enerji masraflarını işçilerin sırtına yüklemiştir. Bunlar tam da 2008’den beri uzun bir bunalımda olan, yani finansallaştıkça maddi üretimden kopar hale gelen ama artı değer üretimi için emeğin ve doğanın ucuzlatılmasına bağımlılığını sürdüren tekelleşmiş sermayenin küresel ölçekte genişlemiş yeniden üretimini sağlayamayan kapitalizmin normal koşullarda kabul ettirmekte zorlanacağı türden değişimler oldu. Haziran 2020 tarihli bir araştırmaya göre ABD’deki tüm sektörlerdeki toplam işlerin %37’si tamamen evden yapılabiliyor.1 Bu işler, evden yapılamayan işlere göre daha fazla maaş ödenen işler ve toplam maaş ödemelerinin %46’sını oluşturuyorlar.3 Araştırmanın bir diğer sonucu da düşük gelirli 3 “How many jobs can be done at home?”, Journal of Public Economics, Volume 189, September 2020, 104235 toplumcu seçenek 65 ülkelerde evden yapılabilen işlerin oranının yüksek gelirli ülkelere göre çok daha düşük olması. Yani “evde kalamayanlar” olgusu da yine küresel bir olgu. Bu işler olmaksızın üretilemeyecek artı değer ve işlemeyecek sistem sermayeyi salgının kendisinden daha fazla korkutmaktadır. İşte tam da bu nedenle sistematik ırkçılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve diğer ayrımcılıklar, bu işlerde çalışan işçilerin bedenlerindeki ekstra zincirlerdir. Bu işlerde en çok göçmenler, her türden azınlıklar ve kadınlar çalışmaktadır. milim esneyecek kadar takati kalmamış bir kapitalizm çubuğu ideolojik aygıtlarına yüklenmeye ve/ ya daha fazla zora başvurmaya büküyor. Bunun karşısında köklü ama ücret talebinin ötesine geçemeyen geleneksel sendikacılıktan umduğunu bulamayan salgının ön hattındaki işçiler ise kendiliğinden direniş biçimlerine ve yasal çerçevelerin dışına da taşan daha meşru mücadelelere girişiyorlar. Emeğin yeniden ucuzlatılabildiği bu süreçte yaşam, hayatta kalmak için çalışmak ve hayatta kalmak için beslenmeye indirgendikçe toplumsal yabancılaşma kendini toplumsal ilişkilerde de gösterir oldu. Birbiriyle ancak metalar üzerinden ilişki kurabilen insanlar, artık en yakınındakileri dahi çoğunlukla bilgisayar ya da telefon ekranından görür oldu. Yalnızlık ve çaresizlik hissi, duygusal emekle biriken psikolojik yükün toplumsal ilişkilere aktarılamaması, dijital ortamdaki bu imajlara daha fazla sığınmayı beraberinde getirdi. Tüm dünyada giderek meşruiyetini yitiren kapitalizm, ideolojik çürümesini insanlara dijital ortamda yeni bir toplumsallık vererek telafi etmeye çalışsa da toplumdaki eşitsizliklerin ulaştığı katlanılamaz seviye dünyadaki her bir noktayı patlamaya hazır halde tutuyor. Tüm bunlar salgın döneminde tekrar gündeme gelen “adil dönüşüm” kavramının daha somutlanmış, sadece ekoloji örgütlerinin değil, bizzat sektörlerdeki öznelerinin dilinden ortaya konulan tartışmaları ve uygulamaları da beraberinde getiriyor. Ama bahsettiğimiz gibi esneme payı kalmamış sermayeyi, yeşil reformlara itmek için bile çok sert mücadeleler gerekiyor. Fosil yakıtlardan, yıkıcı madencilik ve inşaat faaliyetlerinden, endüstriyel tarım, gıda ve hayvancılık sistemlerinden uzaklaşmayı tartışmak artık ana akımda rahatlıkla yapılsa da yükselen bu işçi eylemleri olmaksızın adil bir geçişten bahsetmek mümkün olamayacaktır. Söylemin ilk çıktığı 1970’lerden bu yana ekoloji örgütleriyle emek örgütleri arasında var olagelen yapısal ayrışma, yani emeğin hakları mı, doğanın hakları mı ayrışması, kapitalizmin küreselleşme düzeyi, girdiği derin bunalım, dünya çapında kronikleşmiş uzun süreli işsizlik, katlanılmaz ölçüdeki eşitsizlik, ekolojik felaketlerin sıklaşması ve yaygınlığı ve nihayetinde de Covid-19 gibi sebeplerle nesnel olarak ortadan kalkmaktadır. Çalışma, beslenme ve barınmadan mahrum kalanların ya da bunlara en kötü koşullarda sahip olanların beslediği huzursuzluk salgının süresi uzadıkça daha da katlanılmaz noktalara geldi ve pek çok ülkede salgın önlemlerine ve devletin yetersiz desteğine karşı (bazıları faşist ve gerici kesimlerden olsa da) eylemler gerçekleşti. Önlemleri birer OHAL uygulamasına çevirmek isteyen devletler, gözetleme ve takip teknolojilerini kalıcılaştırsa da insanların geçim derdi sokağı fiilen canlı tutmaya devam etti. Ancak yine bu süreçte iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle kapitalizmin bu küresel saldırısına daha enternasyonal direniş biçimleri de geliştiriliyor. Amazon’un farklı ülkelerdeki üslerinde eş zamanlı gerçekleştirilen grev, Hindistan’daki çok kitlesel çiftçi eylemlerinin farklı ülkelerde de çiftçilere ilham olması ve traktörlü yol kapama eylemlerinin birbirinden öğrenmesi, yine salgın döneminde örgütlenen dayanışma ağlarının, kira boykotlarının hızla birbirini görerek yayılması bunlara örnek verilebilir. Şirket, devlet ve hukuk üçgeninin hiçbirinde bir 66 Covid-19 Ancak bu kez de salgında ekonomik iyileşmenin yarattığı emek ve ekoloji hareketi arasındaki bir gerilim söz konusu oldu. Ekolojik açıdan yıkıcı sektörlerde işlere geri dönülmesi, yeşil iyileşme adına alternatif sistemlerin inşası için daha fazla kaynak kullanımı, teşvik edilen plastik kullanımı esasını oluşturmakla birlikte iklim krizi için gösterilmeyen “siyasi iradenin” sistemsel salgın önlemlerinde gösterilmesi ekoloji hareketinde devlete baskı yapma konusunda bir heyecan yarattı. Şirketleri kurtarma paketleri ve bunun çok azına tekabül eden, yurttaşlara doğrudan destekler ülkelerin yine güçleri ölçüsünde açıklandı. Ancak devletlerin Covid-19 salgını (ve krizi) ile iklim krizi karşısında nasıl hareket ettiklerini birbirinden ayrı iki gündem ve iki ayrı durum olarak almak bir dizi yanılgıya yol açabilir. Nihayetinde salgın, içinde iklim krizinin de olduğu ekolojik çöküşün bir dizi görünümünün bir sonucu ve bu çöküş de, ortaya toplumcu seçenek çıkan devrimci koşullar değerlendirilmediği ölçüde kapitalizmin olağan işleyişinin bir parçası olarak şekilleniyor. Böyle olunca kapitalizmin krizleri fırsata çevirme özelliği, krizlerin nedenleri yerine semptomlarıyla mücadele etmeyi kârlı bir işe çevirmesini sağlıyor. Aslında salgın karşısında gösterilen “siyasi irade” küresel ölçekte çöken sermaye döngüsünü kurtarmak için atıldığından, bu kadar köklü ve büyük çaplı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Sağlık ve gıda sistemleri hâlâ toplumun ezilenleri için erişilmesi zor olmayı sürdürmektedir. Aşılamanın ilk günlerinde yaşananlar, yoksul ülkelerin geride bırakılışı ortadadır. DSÖ’nün diğer ülkelerin de üretim yapabilmesi için aşı üzerindeki telifin kaldırılması isteğini reddetmesi kararı ortadadır. Yani aslında sistemin iklim krizi ve salgına karşı tepkisi oldukça benzerdir. yüzleşmek ve bir onarım sürecinden geçilmek zorundadır. Bu kapitalizmi zor yoluyla yıktığımız bir devrimden sonra da olası yeni salgınlar ve salgın koşullarında toplumsal yaşamın yeni biçimlerini insanı en az yabancılaştırıcı koşullarda sürdürmenin yollarını da bulmamız gerektiği anlamına geliyor. Covid-19’u bu ortak geleceğimizin önemli dersler çıkardığımız bir provası olarak görmek belki bize biraz umut aşılayabilir. Ormansızlaştırma ve yabanın işgali sonucu doğan salgına, ağaç dikerek çözüm olamazsınız; kömür, petrol, doğal gaz yerine temiz kömür, hidrojen, nükleer ile olan enerji dönüşümü sadece bir kapitalist üretim faaliyetidir, yeşil bile değildir; elektrikli araçlar, büyük ölçeklerde uygulanması mümkün olmayan atmosferden karbon çekme teknolojileri, solar radyasyon yönetimi, vb. eko-modernist teknolojik çözümler sadece birer yeni pazardır. Bunların hepsi semptomlarla ilgilenir ve hafifletmek şöyle dursun, çöküşün hızlanışını sürdürürler. Yukarıda bahsettiğimiz emek süreçlerinin esnekleştirilmesiyle birlikte ele alındığında ne kronik işsizliğe çare olurlar, ne de ekolojik yıkımın eşitsiz dağılan sonuçlarında bir iyileşmeyi sağlarlar. Salgının ekonomik hasarını bunlarla telafi etmek sermayenin kendini kurtarırken gezegendeki tüm canlıları ölüme göndermesi anlamını taşır, sınıfsal ve eko-kırımcı yeni bir katliam süreci. Dahası, kapitalist ekonomi içinde ufak çatlaklar oluşturup buralarda kooperatiflerle, dayanışma ekonomileriyle, daha az ekolojik ayakizi bırakarak “küçülen” topluluklarla “alternatifler” yaratmak da yine esaslı bir çözüm olmayacaktır. Bunlar da esasen gerçek bir devrimci dönüşüm öncesi, sosyalist bir topluma geçişi hızlandıracak üretici güçlerin ekolojik dönüşümünde nesnel koşulları besleyecek nüveler olacaktır. “Elbette kapitalizmin bu ta- rihsel evrimiyle birlikte sermayenin emek aracılığıyla etkileşime girdiği doğa üzerindeki basınç da katlanarak artmış, proleterleşmeye doğanın sınır tanımaksızın talanı eşlik etmiş ve tarihsel olarak belki de yüz yılda bir görülecek salgınlar neredeyse her yıl gerçekleşir hale gelmiştir, salgınlar adeta bir sermaye maliyeti kalemi haline gelmiştir. Kapitalizmin tarihsel sürecinin bir sonucu olarak ekolojik kriz, kapitalizmin yapısal krizi tarafından belirli eşiklerin sıçramalar yapılarak aşılmasıyla hızlandırılıp derinleştirilse de artık kapitalizmden kurtulmanın yetmediği bir aşamadayız. Bugün kapitalizmi dünya çapında ortadan kaldırıp sosyalizme eş zamanlı bir geçiş sağlansa bile yine de ekolojik yıkımın sonuçlarıyla on yıllar boyunca toplumcu seçenek 67 İyileşmek ve “İyi Hayatlar” Yaşamak İçin Feminist Perspektife İhtiyacımız Var!* Ece Öztan Araş. Gör. Dr. Pandemi daha çok medikal veri ve terimlerle tartışılıyor. Sosyal bilimler alanında ise daha çok spesifik bir ekonomi kavrayışından. Terminolojinin ve Covid-19 ile mücadele politikalarının oluşturulmasında bu alanlar belirleyici oldu. Oysa pandeminin ilerleyen evrelerinde görüyoruz ki; sosyal bilimler ile yaşam bilimleri arasında kurulacak diyaloglar hayati olacak. Bu yazıda pandemi döneminde hanelere feminist bir perspektiften bakarak, iyileşme ve “iyi hayat” tahayyülünü merkeze alan bir bakış açısına olan ihtiyacımızın aciliyetine vurgu yapmak istiyorum. Peki, iyi hayat derken neyi kastediyorum? İyi hayat kesinlikle pandemiden önceki hayatımıza ulaşmak değil. İyi hayat tam da pandemiye ve pandeminin haneler üzerindeki yıkıcı sonuçlarına yol açan hayatımızı dönüştürmekle geliştirebileceğimiz bir hayat. Bunun insan-insan ve insan-doğa ilişkisini dönüştürmekle doğrudan ilgisi var. Feminizmi, bu ilişkileri en temelden sorunsallaştıran ve iyi hayat arayışına dair yakıcı soruları soran bir perspektif olarak görüyorum. Helen Wood ve Beverley Skeggs, pandeminin ilk dalgası sırasında yayınladıkları yazılarında tam da bu perspektifi çok iyi tanımlayan kritik sorular soruyorlar1: “Birbirimize olan temel insan sevgimizi desteklemek için, insanların ıstırabını hafifletmeye yönelik duygu, taahhüt ve zamanlarımızı nasıl yeniden oluşturabiliriz?” Burada Wood ve Skeggs’in ve feminist perspektiften pandemiye bakan diğer yazarların dile getirdiği yalnızca felsefi bir 1 * Bu yazı, Friedrich Ebert Stiftung tarafından, 6-7 Kasım 2020 tarihinde çevrimiçi olarak gerçekleştirilen “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek VIII: Küresel Dayanışma, Yerel Çalışma” başlıklı konferansta sunduğum, “Pandemide Kesişen Deneyimler: Farklı Haneler, Kapsayıcılık ve Bağ Kurmak” başlıklı sunuşumun geliştirilmiş yazılı versiyonudur. Helen Wood ve Beverley Skeggs(2020), “Clap for carers? From care gratitude to care justice”, European Journal of Cultural Studies, 23(4): 641-647. iyi hayat tahayyülü değil. Geniş ölçekli bir siyasi proje ve bakım tahayyülü. Ekonomik hayatımızı, hanelerimizi, duygu dünyamızı, öznelliğimizi, gündelik deneyimlerimizin örgütlenişini, yatırım yaptığımız alanları, zaman kullanımlarımızı, iş hayatını, doğa ile ve birbirimizle ilişkilerimizi dönüştürmeye yönelik kapsamlı bir tahayyül. Aslında feminist iktisatçılar bu tahayyülü hayata geçirecek somut politikaları uzun bir süredir öneriyorlar. İpek İlkkaracan’ın Mor Ekonomi adıyla geliştirdiği yaklaşım ya da Birleşik Krallık’ta Kadın Bütçe Grubu’nun Bakım Ekonomisine yönelik hesaplamaları ve Bakım Ekonomisini kurmak yönünde önerdikleri temel politikalar, Wood ve Skeggs’in bakım adaleti çağrısı tüm bu tahayyülü hayata geçirmeye yönelik çok somut katkılar. Peki bakım adaleti neden bu kadar önemli? Gelin pandeminin ortaya çıkardığı, görünür kıldığı kırılgan hayatlarımıza ve hanelere bakalım önce. Küresel patojen neleri yüzümüze vurdu? Öncelikle Covid-19 pandemisine yol açan sürecin kendisi, endüstriyel tarım ve hayvancılık ölçeğinin genişlemesi; Amazon Ormanları dahil yerkürenin tüm canlı alanlarında yıkıcı tahribatlara yol açan büyük sermaye etkinliklerinin sonucu. Virüsün politik ekonomisine işaret eden bilim insanları, vahşi hayvan-insan karşılaşmasının, güvenlik çemberi oluşturan doğal canlı yaşamın yok edilmesi ile doğrudan ilişkili olduğunu söylüyorlar.2 2 Bu konuda “Büyük Çiftlikler Büyük Salgınlar Yaratır” kitabının yazarı Rob Wallacela ile yapılan söyleşiyi okumanızı tavsiye ederim: https://sendika.org/2020/03/rob-wallacela-soylesi-kapitalist-tarim-ve-covid-19-olumcul-bir-kombinasyon-yaak-pabst-580114/. Ya da bu konuda Türk Tabipleri Birliği’nin Covid-19 Pandemisi Altıncı Ay Değerlendirme Raporu kapsamında Doç. Dr. Haluk Çalışır’ın kaleme aldığı “Covid-19 Salginina Antroposen Penceresinden Bakmak” başlıklı bölümü okuyabilirsiniz. toplumcu seçenek 69 Şekil 1: emo.org.tr Virüsün insanlara bulaşma ve küresel bir patojene dönüşme öyküsünün bir politik ekonomisi var. Peki virus yayıldı ve küresel bir pandemiye dönüştü? Sonrasında neler oldu? Gelin bu kez insan–insan ilişkilerinde yüzümüze vurduklarına bir göz atalım. Özellikle pandeminin ilk dönemlerinde virüsün herkesi eşitliği, herkesi etkilediği ve hepimizin birlik içerisinde bu virüsle mücadele etmemiz gerektiği öne sürülüyordu. “Evde Kal” çağrılarının ülkemizdeki mottosu “Hayat Eve Sığar” oldu. Zaman geçtikçe virüsün haneler ve toplumlar üzerindeki etkileri, hayatlarımızın “kötülüğünü” çarpıcı bir biçimde yüzümüze vurdu. Toplumsal cinsiyet, sınıf, yaş, ırk/etnisitenin pandemi deneyimlerinde yarattığı farklılaşmalar açığa çıkmaya başladı. Öncelikle kimlerin hayatı eve sığabildi? Hayatların sığdığı evler kaç m2 idi? Kimler evde kalabildi? Kimler kalamadı? Kimlerin hayatı “risk alınabilir hayatlar” olarak görülüyor? Peki ya ne evden ne dışarıdan çalışamaz duruma gelenler? Hanelerin içerisinde iş yükünü ve bakım yükünü kimler taşıyor? Kimlerin ev mesaisi 3-4 kat arttı? Kimler daha çok işsiz kaldı? Hangi haneler temel gıda masrafını dahi ödeyemeyecek duruma geldi? Türkiye’de haneler ve toplumsal cinsiyetlenmiş pandemi deneyimleri 70 Hane denilince akıllara hemen çekirdek aile, yani anne- baba ve çocuklardan oluşan hane yapısı geliyor. Halbuki 1970’lerden bu yana Türkiye’de haneler sürekli küçülüyor. Bu ne demek? 1980’lerde toplumun yüzde 53’ü beş ve daha fazla kişiden oluşuyor iken, hanehalkı ortalama büyüklüğü 2019’a geldiğimiz 3,4 olmuş.3 Hanelerin tiplerine baktığımızda çok şaşırtıcı ki; Türkiye’deki hanelerin neredeyse üçte biri anne- baba, çocuk formunda yaşamıyor. Ya tek kişilik ailelerden oluşuyor ya da içinde çekirdek aile formu olmayan yani ev arkadaşları gibi hanelerden ya da yalnız ebeveylerden oluşuyor. Bunun çoğunluğunu da kadınlar, bekar anneler oluşturuyor. Dolayısıyla idealize ettiğimiz bir aileden söz etmiyoruz. Biraz yakından bu hanelerin hem kompozisyonu hem istihdam ve gelir düzeylerine baktığımızda, içinde yaşadığımız hayatların farklı yaşam evreleri açısından toplumsal cinsiyetlenmiş hayat deneyimleri ile şekillendiğini görüyoruz. Kadın istihdamı her hane tipinde düşük; ama tek kişilik haneler ve birden fazla çekirdek ailenin yaşadığı geniş aile formundaki ailelerde en yüksek düzeyde. Yani Türkiye’de yoksulluğun kadınlar açısından pandemi koşullarında çok kritik olan bir hane ölçeği boyutu var. 3 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; Türkiye’de 2012 yılında dahi ortalama hanehalkı büyüklüğü 3,7 kişi idi. 7 yıl içerisinde ortalamanın 3,4’e düşüşü dikkat çekici. toplumcu seçenek 65+ yaş grubu pandemi döneminde sıkı yasaklara konu olan bir grup olduğu için önce buradan, yani yaş kesişiminden bu eşitsizliklere bakalım. Türkiye Sağlık Araştırması verilerine göre Türkiye’de 75 yaş üstü kadınların yüzde 53’ü yürüyemiyor. Yüzde 59’u merdiven inip çıkamıyor. Bu oranlar aynı yaş grubu erkeklerde sırasıyla yüzde 32 ve yüzde 40. Eşi ölmüş yaşlı kadınların oranı, eşi ölmüş yaşlı erkeklerin oranının 4 katı. 65+’ın çocuklara ve geniş aileye bağımlılığını artıran bir şey bu. Türkiye’de her dört haneden birinde en az bir 65 yaş üstü birey bulunuyor. Bu hanelerin bir bölümü yalnız yaşayan yaşlılardan oluşuyor. 65 yaş üstü bireylerin neredeyse üçte biri, kendi hanelerinde yaşamıyor. Dolayısıyla 65+ bireyler üzerinde daha keskin sokağa çıkma yasakları bu hane yapısı ve kırılganlıklar ekseninde çok da karşılık bulmuyor. Bu veriler, yaşlılarla ilgili alınan önlemlerin, iktisadi olarak verimli hayatlar olarak görülmemeleri ile ilişkili olduğunu net bir biçimde açığa vuruyor. Emekli maaşı alanların yalnızca yüzde 19’u kadın. 65+ grupta bu oran daha da düşük. Çünkü emeklilerin yüzde 37’si 65+ gruplardan oluşuyor.4 Türkiye 65+ yaş grubu kadın yoksulluğu açısından çok çarpıcı verilere sahip. Ekonomik etkiler ve artan uçurum Hanelere bir de evden çalışılabilen ve çalışılamayan hane deneyimleri açısından bakalım. Önce küresel verilerle başlayalım: Dünya Çalışma Örgütü, tamamen veya kısmen alınan kapanma önlemlerinin küresel işgücünün yüzde 81’ini temsil eden 2,7 milyar çalışan insanı etkilediğine işaret ediyor. Kadınların iktisadi faaliyetlerinin bundan çok daha orantısız bir biçimde olumsuz etkileneceğine ilişkin veriler yayınlanıyor. Örneğin ABD’de yayınlanan bir raporda kadınların pandemi krizinin en çok vurduğu veya tümüyle durma noktasına gelen sektörlerde ve işlerde yoğunlaştıkları, asgari ücretle geçinenlerin 2/3’ünü oluşturdukları ifade edildi. The Resolution Foundation İngiltere’de her düşük gelir grubundan her 10 kişiden yalnızca 1’inin evden çalışma imkanı olduğunu ortaya koydu. Birleşik Krallık Kadın Bütçe Grubu İngiltere’de düşük gelir grubunda yer alan kişilerin yüzde 69’unun kadın olduğunun altını çiziyor.5 Gelişmekte olan ülkelerde ise çalışan kadınların 4 DİSK-AR(2020), Türkiye’de Emeklilerin Durumu ve EYT Gerçeği Araştırması, Ekim 2020. http://arastirma.disk. org.tr/wp-content/uploads/2020/10/Emeklilerin-Durumu-ve-EYT-Ger%C3%A7e%C4%9Fi-Rapor.pdf 5 Women’s Budget Group(2020), Women, Employment and Earnings, Mart 2020. https://wbg.org.uk/wp-content/ uploads/2020/02/final-employment-2020.pdf yüzde 70 gibi ezici bir çoğunluğunun hastalık, izin ve sosyal güvencelere erişimin çok sınırlı olduğu enformel ekonomide yer aldıkları düşünülürse durumun çok daha ağırlaşacağı öngörülüyor. Ev işçileri, çiçekçiler, cafe-bar-restaurant ve otel çalışanları, bakıcılar, eğlence sektörü, sokak satıcıları açısından kırılganlık, enformellik ile birleştiğinde çok daha yakıcı hale geliyor. “İyi hayat kesinlikle pan- demiden önceki hayatımıza ulaşmak değil. İyi hayat tam da pandemiye ve pandeminin haneler üzerindeki yıkıcı sonuçlarına yol açan hayatımızı dönüştürmekle geliştirebileceğimiz bir hayat. Tabii mesele yalnızca yevmiyeli ve enformel alanda çalışanlarla ilgili değil. Pandeminin hem ücret, yevmiye gelirleri hem de küçük esnafı içeren müteşebbis gelirlerinde ciddi bir daralmaya işaret ettiği bir bir ortaya çıkıyor. Bunu henüz TÜİK verilerinden izleyemiyoruz. Ama örneğin BETAM’ın gerçekleştirdiği “Covid-19’un Hane Gelirleri Üzerine Yıkıcı Etkisi” başlıklı rapor çok çarpıcı verilere işaret ediyor.6 Sosyal transferlerin gelir kayıplarını karşılama oranı çok düşük. Araştırmaya katılanların yüzde 70’i geçim sıkıntısı yaşıyor ve yüzde 38 gıda harcamalarında dahi zorlanıyor. TCMB verilerine göre, hanehalkı borçları Ocak-Eylül döneminde yüzde 35 artış göstermiş. En fazla artış ise ihtiyaç kredisinde. İstanbul İstatistik Ofisi’nin pandeminin istanbul’daki ekonomik etkileri üzerine yaptığı araştırmaya göre son bir yılda İstanbul’da ihtiyaç kredileri yüzde 59, Türkiye genelinde ise yüzde 63,8 oranında artmış.7 Takipteki alacaklar ise, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 59 oranında artmış. İktisatçılar hanehalkı borçlanma eğilimindeki bu keskin artışın tehlikelerine ve bu borç yükünün hanelerde kadın emeği üzerindeki katlanan etkisine işaret 6 Aygün, A.H., S. Köksal ve G. Uysal(2020), COVID-19’un Hane Gelirleri Üzerine Yıkıcı Etkisi, BETAM Araştırma Notu 20/254, 28 Ekim 2020. https://betam.bahcesehir. edu.tr/wp-content/uploads/2020/10/ArastirmaNotu254. pdf 7 https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomik-kriz-ibb-raporunda-1786404 toplumcu seçenek 71 ediyor.8 Dar gelirli hanelerde bu oranlar çok daha yüksek. İstanbul’da her dört haneden birinin pandemi döneminde İBB’nin sosyal yardımlarına başvuru yapmış olması da bu durumu gözler önüne seriyor. Hal böyleyken, eve sığdırılmaya çalışılan milyonlarca hayat, hanelerin kaldırabileceğinden çok daha ağır yüklere sahip. Tüm bu süreçler dışarıda çalışmak durumunda kalanlar açısından yüksek virüs riski, okulların kapanması nedeniyle evde kalan çocukları için güvenlik riski anlamına da geliyor. Derin Yoksulluk Ağı’nın İstanbul’un yoksul mahallelerindeki hanelerle yürüttüğü alan nitel çalışma, araştırmaya katılan hanelerin yüzde 57,8’inde çocukların uzaktan eğitime olanaksızlıklar nedeniyle katılamadığı ortaya kondu.9 Tablet, bilgisayar, televizyon, internet gibi donanım eksikliklerinin yanı sıra; çocukların ayrı alanlarının olmaması, birden fazla çocuğu olan ailelerde ders saatlerinin çakışması veyahut evde destek olacak bir ebeveynin olmaması gibi nedenlerle yoksul hanelerde uzaktan eğitime katılımın çok daha düşük olduğu saptanıyor. Bu örnekler, eğitimdeki eşitsizlik artışına ilişkin alarm verici olduğuna işaret ediyor. Özellikle kız çocukların eğitime dönememe risklerinin artığını söylemek mümkün. Hanelerde artan gerilim, güvensizlik ve şiddet Haneler yalnızca gelir ve olanaklar açısından daralmadı. Kapanan haneler, iş veya gelir kaybı nedeniyle ailelerine dönüşü gibi eğilimler gözleniyor. Ancak bu eğilimleri değerlendirebilecek yeterli verilere sahip değiliz. Sadece aile evlerine dönen üniversite öğrencilerini ya da kapanan “bekar evlerini” düşündüğümüzde bile birleşen haneler üzerindeki gerilimlerdeki artışı tahmin edebiliyoruz. Pandemi döneminde toplumsal cinsiyet temelli şiddet açısından da kaygı verici düzeyde artışlar var. Bu konuda düzenli veri toplanan ülkelerden gelen bilgiler toplumsal cinsiyet temelli şiddetin en az yüzde 25 oranında arttığı gözleniyor. Ör- 8 “İktisatçı Doç. Dr. Elif Karaçimen: Kadınların üzerindeki borç yükü arttı!” Ekmek ve Gül, 21 Aralık 2020. https://ekmekvegul.net/gundem/iktisatci-doc-dr-elif-karacimen-kadinlarin-uzerindeki-borc-yuku-artti 9 Derin Yoksulluk Ağı(2020), Pandemi Döneminde Derin Yoksulluk ve Haklara Erişim Araştırması, https://derinyoksullukagi.org/wp-content/uploads/2020/11/Pandemi-doneminde-derin-yoksulluk-ve-haklara-erisim-arastirmasi-Yerel-Yonetimlere-Kriz-Donemi-Sosyal-Destek.pdf 72 neğin Kanada, Almanya, Birleşik Krallık, İspanya ve ABD’de de kadına yönelik şiddet verilerinde artışlar rapor ediliyor.10 Fransa’da izolasyon tedbirlerinin alındığı 17 Mart sonrasında ev içi şiddetin yüzde 30 oranında arttığı raporlanıyor.11 Çin’de karantina döneminde kadına yönelik şiddetin 3 kat artmış.12 BM Kadın birimi kadınlara ve genç kızlara yönelen şiddeti gölge pandemi olarak tanımlıyor. BM raporunda raporlanan bu sayıların muhtemelen en ağır şiddet durumlarını içerdiği, mekânsal sıkışma ve eve kapanma nedeniyle pek çok kadın için, arama yapmak veya online destek almak yoluna gitmenin dahi güç bir hale geldiği ifade ediliyor.13 Türkiye özelinde Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, pandemi döneminde destek hatlarına gelen başvurulardan bu dönemde şiddeti ortaya çıkarmak ve raporlamanın dahi güçleştiğine ilişkin örnekler sunuyor. Kadınlar virüs buluşma riski nedeniyle hastaneye giderek darp raporu almakta tereddüt ediyor, kolluk kuvvetleri pandemi koşularında gerekli önlem ve müdahalelerden kaçınabiliyor. Mor Çatı’nın, pandemi döneminde kadına yönelik şiddetle mücadelede mekanizmalarının nasıl işlediğine ilişkin olarak hazırladığı izleme raporunda da, bu dönemde ihtiyacın özellikle arttığı bu mekanizmaların işleyişinde ciddi aksamalar tespit ediliyor.14 Pandemi döneminde hane içinde artan karşılıksız emek Pandemi hiç olmadığı kadar, bakım meselesinin hayatı döndüren, devam ettiren temel bir emek olduğunu ortaya koymuş bulunuyor. Ve tabii aslında hane içerisindeki karşılıksız emeğin nasıl eşitsiz dağıldığını ve kriz dönemlerinde bu eşitsizliğin nasıl daha da artabileceğini de. COVID-19 10 UN Women(2020), Covid-19 and Ending Violence Against Women and Girls, https://www.unwomen.org/-/ media/headquarters/attachments/sections/library/publications/2020/issue-brief-covid-19-and-ending-violence-against-women-and-girls-en.pdf?la=en&vs=5006 11 “Domestic violence cases jump 30% during lockdown in France”, Euronews, 28.03.2020. https://www. euronews.com/2020/03/28/domestic-violence-cases-jump-30-during-lockdown-in-france 12 http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/aciklamalar/2899/koronagunlerindekadinlaricin-siddetten-korunma-kilavuzu 13 UN(2020), Policy Brief: The Impact of Covid-19 on Women, 9 Nisan 2020. https://www.unwomen.org/en/digital-library/publications/2020/04/policy-brief-the-impactof-covid-19-on-women 14 https://morcati.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Koronaviru%CC%88s-salg%C4%B1n%C4%B1-su%CC%88resince-KYS%CC%A7-rapor.pdf toplumcu seçenek küresel bir salgın haline gelmeden önce de dünyada kadınlar erkeklerden ortalama üç kat fazla ücretsiz bakım ve ev işi yapıyordu. Pandemi genel olarak bakıma, sağlığa, beslenmeye, dinlenmeye, iyileşmeye, temizliğe olan talebi artırdı. BM raporunda, ücretsiz bakım emeğinin Covid-19 mücadelelerinin en kritik kaynaklarından biri olduğunun altı çiziliyor. Aslında karşılıksız emek, hane-işgücü-piyasa ilişkisi içerisinde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün farklı katmanlarındaki ilişkilerle de doğrudan ilişkili. Yani aslında bu görünmeyen, GSMH hesaplarına dahil edilmeyen ekonominin, kadınların yaşamları üzerinde ciddi etkileri var. Bu nedenle pandemi döneminde kadınların hane içlerinde her zamankinden daha da ağırlaşan bu yüklerini konuşmak, iş piyasasındaki konumunu, ücret adaletsizliğini, işsizlik risklerini, enformel istihdam biçimlerini de konuşmak demek. Pandemi ve ardından alınan kapanma tedbirleri başka bir yaşam döngüsü, başka bir hane organizasyonu ve başka bir iş ilişkisi yarattı. Salgın ile birçokları için ücretli işini evden sürdürme dönemi de başladı. Dijital teknolojiler anaokullarından, üniversiteye hazırlığa kadar tüm eğitim programlarını uzaktan ve evden yürütülen bir forma taşıdı. Ve tabii elbette ki çocukların bakım ihtiyaçlarına eğitim ihtiyaçlarının temin edilmesi, eğitim faaliyetlerinin sürdürülebilir kılınması eklendi. Evdeki tüm mesailer üst üste bindi. Buna artan sağlık, hijyen ve güvenlik ihtiyaçlarını, bedensel ve ruhsal sağlığı koruma; daha yaşlı ebeveynlerin ihtiyaçlarını karşılama gibi ekstra yükleri eklediğimizde, eve sığan hayat yoğunlukla kadınların emeğine bağlandı. Bu zaten dengesiz olan hane içi işbölümü ve kadınların uzun saatlerini verdikleri ev işi ve bakım emeklerini daha da artırma baskısı yarattı. İpek Karacan ve Emel Memiş’in BM Kalkınma Programı desteğiyle bu alanda yaptıkları araştırma pandeminin özellikle istihdamda yer alan kadınlar üzerindeki iş yükü artışlarına dair çok çarpıcı veriler sunuyor.15 İstihdamdaki kadınların ücretsiz işe ayırdıkları zaman pandemi döneminde neredeyse yüzde 80 oranında artmış. Erkeklerin de ücretsiz çalışmaya ayırdıkları zaman alışılmışın dışında artış eğilimleri gösterse de, cinsiyete dayalı uçurum özellikle çalışmaya devam eden çocuklu çiftlerde daha da açılmış durumda. 15 UNDP(2020), Araştırma Notu Covid-19 Küresel Salgın Sürecinde Bakım Ekonomisi ve Toplumsal Cinsiyet Temelli Eşitsizlikler, https://www.tr.undp.org/content/ turkey/tr/home/library/corporatereports/COVID-gender-survey-report.html Pandemi, özellikle yoksul haneleri sağlık bakımından da orantısız bir şekilde etkiliyor. Nitekim son dönemde pandeminin iki dalgasının etkilerini karşılaştıran bir araştırmada; kapanma tedbirleri sonrasında gelen açılma ve 2. dalganın alt sınıfları COVID-19’a yakalanma açısından daha orantısız bir şekilde etkilediğine vurgu yapılıyor.16 Evden çalışma olanağına sahip olmamak; sağlık ve bakım imkanlarının kısıtlı olması yoksul bölgelerdeki COVID-19 vakalarının ağırlığını da artırıyor. Yine ABD’de yapılan bir araştırma sosyo-ekonomik kırılganlığı yüksek olan mahallelerde daha düşük test, daha yüksek vaka ve ölüm oranına işaret ediyor.17 İyileşmek ve iyi bir hayat sürmek için bakım Bakım ekonomisi, mevcut veya geleceğin işgücüne ve bir bütün olarak insan nüfusunun beslenme, giyinme, sığınma ve genel olarak bakımının sağlanmasına ilişkin maddi veya sosyal olarak gerçekleştirilen insan etkinliklerine ilişkin bir ekonomiyi ifade etmektedir.18 Bu kavram, ev içerisinde karşılıksız olarak gerçekleştirildiğinde bile, bakım işinin bir değer ürettiği ve dolayısıyla üretken ve ekonomik olduğunun kabul edilmesine dayanır.19 Bakımı merkez alan bir ekonomi çağrısı, yalnızca kendilerine bakamayacak durumda olanların hane içerisindeki bakımındaki adaleti değil, insanların bakımını ve hayatını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmelerini temin edecek bir sosyal güvenlik çerçevesini de içeren bir makro ekonomik politikaları da içeriyor. Fazla bir seçenek yok. Ya kötü hayatlarımızın hızla daha da kötüleşmesine seyirci kalacağız ya da çalışma saatlerinden, temel gelir desteklerine, gıda endüstrisinden, vergi düzenlemelerine kadar bir iyi hayatı kurmak için mücadele edeceğiz. 16 T. Plümper ve E. Neumayer(2020), “The pandemic predominantly hits poor neighbourhoods? SARS-CoV-2 infections and COVID-19 fatalities in German districts”, European Journal of Public Health, Volume 30, Issue 6, s. 1176–1180. 17 U. Bilal v.d. (2020), “Spatial Inequities in COVID-19 Testing, Positivity, Incidence and Mortality in 3 US Cities: a Longitudinal Ecological Study”, Medrxiv, Ekim 2020. https:// www.medrxiv.org/content/10.1101/2020.05.01.20087833v3. full.pdf 18 https://eige.europa.eu/thesaurus/terms/1056 19 https://www.shareweb.ch/site/Gender/Documents/Topics/Economic%20Empowerment/equivel-care-background-071013-en.pdf toplumcu seçenek 73 Tek Dünya, Tek Harita Caner Güney Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Teknik Üniversitesi Geomatik Mühendislik Bölümü Deprem ve benzeri afetlerde, işsizlik, asgari ücret belirlenmesi, iş cinayetleri gibi sosyoekonomik olgularda, kadın cinayetleri, çocuk istismarı gibi sosyokültürel olaylarda benzer durumları yaşayıp sürekli ve tekrarlı olarak aynı konuları kısır döngü içerisinde tartışmaktayız. Ülkemizde belirli periyotlarda gerçekleşen deprem, sel, heyelan, çığ gibi doğal afetlere ek olarak 2019 yılında ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 pandemisi nedeniyle çoklu afetler çağını yaşamaya başladık. 30 Ekim 2020 tarihinde İzmir’de gerçekleşen deprem buna örnek olarak gösterilebilir. Mücadele olarak birbirine zıt özelliklere sahip deprem ve pandemi İzmir’deki depremde bir arada vuku buldu. Bunun yanı sıra belki birkaç ay sonra İstanbul’da hem susuzluğu hem de pandemiyi birlikte yaşayacağız. Pandemi ile mücadelenin üç temel silahından biri olan hijyenin susuzluk nedeniyle sağlanamaması durumunda çok karamsar bir durumun ortaya çıkma riski ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bunun üstüne bir de İstanbul’un deprem riskini eklersek çok daha ağır bir tabloyla karşılaşabiliriz. Peki bu fasit daireden neden çıkamıyoruz? Öncelikle toplumların ve bu toplumları politika belirleyerek yönetmeye talip olmuş merkezi ve yerel yöneticilerin, siyasetçilerin, onlarla beraber çalışan bürokratların ve teknokratların, üretim fonksiyonunu kontrol eden piyasa düzeninin ve beraberindeki özel girişimlerin içinde bulunulan gerçekliği ne kadar anlayabildiği üzerinde durmak gerekmektedir. Mevcut felaketler karşısında izlenen politikaların çözüm olup olmadığına karar verebilmek çok kolay olup yalnızca afetlerin sonucunu değerlendirmek yeterli olacaktır. Örneğin pandemi karşısında Finlandiya, Yeni Zelanda gibi istisnalar dışında tüm dünyada siyasetçilerin, yöneticilerin ve politika belirleyicilerin başarılı olamadığı görülmüş bulunmaktadır. İstisna olarak kabul edilebilecek iki ülkenin ortak noktalarından biri her iki ülkenin başbakanının kadın olması ve bu durumun bir farklılık yaratmış olmasıdır. Başarısız olan ülkelerin neden başarısız olduğu konusu aslında karmaşık bir konu değildir. Ülkelerin yöneticileri, pandemi karşısında halkı önceleyen politikalar yerine sermayenin önceliklerine hizmet eden çözümleri tercih etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Hâlbuki tüm bu sorun sarmalını ortaya çıkaran dayanak noktası siyasetçilerin pandemi süresince olduğu gibi pandemiden önce de neoliberal politikaları benimseyip uygulamalarıdır. Uyguladıkları neoliberal politikalara karşı toplumun direnç göstermemesi için siyasetçisi, gazetecisi, akademisyeni, sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları ile birlikte tüm aktörler tarafından algı yönetimi yapılmaktadır. Her depremde neredeyse tüm görsel ve yazılı medyada, sosyal medyada kendini deprem bilimci olarak etiketleyen akademisyenlerin fay hatlarının nerede olduğu, gerilimin nerelerde biriktiği, fayın nasıl bir atım sergilediği vb. konuları tekrarlı olarak konuşması, merkezi hükümetin proaktif yaklaşım yerine reactive yaklaşım sergileyerek deprem alanında bulunan siyasilerce deprem sonrası oluşan maddi hasarların karşılanacağının açıklaması, belediyelerin deprem yönetmeliğine göre binalara yapı kullanım izni vermelerine rağmen belediye başkanlarının depremden sonra acilen depreme karşı riskli binaları belirleyeceklerini açıklamaları vb. durumlar algı yönetiminin bir parçasını oluşturmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, pandemi süresince Türkiye’de kamu iradesi, toplumu dirençli biçimde toplumcu seçenek 75 ayakta durmasını sağlayan taşıyıcı kolonlardan biri olan toplumsal ölçekteki sosyal güven olgusunu da zedelemiştir. Pandemi sürecinin kendisi zaten kaos ve korku ortamı oluşturmaktadır. Bu süreçte bir de insanın güven duygusunu yitirmesi virüse karşı olan mücadelede çok geriye düşülmesine neden olabilir. Sağlık Bakanı’ nın ülkedeki pandemi durumuna ilişkin toplumla paylaştığı eksik, yanlış, tutarsız, net olmayan sayılar, merkezi hükümetin kurumlarınca hazırlanmış yetersiz çözünürlükte, anlamlı bilgi vermeyen, aksine yanlış çıkarımlar yapmaya elverişli harita ve harita bilgisi paylaşımı ve merkezi hükümetin yurttaşlarına destek olmakta yeterli olamaması, güven toplumuna zarar vermiştir. 12 Eylül sonrası kavramların içinin boşatılmasına, DPT, Hıfzıssıhha Müessesi gibi kurumların ortadan kaldırılmasına, Kamu İktisadi Teşebbüslerin özelleştirilmesine ek olarak toplumun kime ve neye inanacağı konusunda boşlukların oluşturulması pandemi ile mücadelede büyük zararlar vermektedir. Bunun en yakın örneği Covid-19 aşısına ilişkin yapılan tartışmalarda görülebilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün de açıklamış olduğu gibi salgınla mücadelede en büyük sorun; özellikle sosyal medya üzerinden yayımlanan, salgına ilişkin yanlış bilgilendirmelerdir ve bu davranış ‘infodemic’ olarak isimlendirilmektedir. Dünyada ‘infodemic’in ortadan kaldırılamayacağı ama ülkelerin sağlık kurumlarının, sağlık meslek örgütlerinin yapacağı doğru bilgilendirmelerle yönetilebileceği düşüncesi kabul görmektedir. Bu durumda Türkiye’nin hem pandemiye hem de ‘infordemic’le olan mücadelede başarılı olamadığı söylenebilir. Türkiye’de bu sorunsallara karşı toplumun hemen hemen her kesimi tarafından sıklıkla ifade edilen iki kavram öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, yeniden ‘kamucu politikalara’ dönülmesi gerekliliği, diğeri ise ‘bilimin’ gösterdiği yoldan ilerlenmesi gerekliliğidir. İlk olarak olumlu olarak algılanan bu kavramların gerçekte nasıl hayat bulacağı, yoksa muhalefet partileri tarafından yalnız hamaset için mi kullanıldığı pek anlaşılamamaktadır. Kapitalist sistemin, serbest piyasa ekonomisinin, küreselleşmenin etkilerinin bu kadar ağır hissedildiği, ucuz iş gücünün öne çıktığı ülkelerden biri olan Türkiye’de ‘kamucu politikaların’ mevcut kapitalist sistemde gerçekten nasıl hayata geçirilebileceği açıklanmaya muhtaç bir konudur. Benzer biçimde bilimin ve aklın yolu, ortak akıl gibi kavramlar kullanılırken gerçekte ne ifade edilmek istenildiği açıklanmalıdır. Örneğin; Kanal İstanbul projesinde projeye ilişkin hazırlanan ÇED raporunu hazırlayan ve savunan farklı uzmanlıklarda akademisyen76 ler olduğu gibi, karşı görüş belirten ve bu projenin İstanbul’un sonu olacağını ifade eden akademisyenler de bulunmaktadır. Ülkedeki hemen hemen her konudaki kutuplaşma, kendini bilimsel savlar üzerinden de gösterebilmektedir. Pandemi süresince Sağlık Bakanlığı’nın oluşturmuş olduğu COVID-19 Bilim Kurulu’nda yer alan akademisyenlerin söylemleriyle, Türk Tabipler Birliği gibi sağlık meslek örgütlerinde bulunan akademisyenlerin açıklamalarında bilimsel açıdan farklılıklar olabilir mi? COVID-19 aşılarının ticari bir meta olması, aşıda milliyetçilik kavramlarının yükselmesi, patentlerin büyük gelir kaynağı olması, sermayenin fonladığı bilimsel çalışmalar vb. konular, dünya genelindeki bilimsel durumun tartışılmasını, yeniden ele alınmasını ve bilim insanlarının etik açıdan kendilerini sorgulamalarını gerektirmez mi? Başka bir ifadeyle bilim ile felsefenin tekrar bütünleşmesi, bilim ile uydurma bilim arasındaki ayrımın yapılması gerekmektedir. Artık gerçeklerle yüzleşip eyleme geçme zamanı gelmedi mi? Gerek pandeminin ortaya çıkışı, gerekse İstanbul’u bekleyen su sorunu, Marmara depremin ortaya çıkaracağı ağır tablo ve diğer afetlerin ortaya çıkmasının veya etkilerinin ağır olmasının temel nedeni, merkezi ve yerel yöneticilerin doğanın kural koyucu olduğunu anlamak istememeleridir. Bunun sonucunda da rant odaklı yanlış arazi kullanım politikaları belirlemektedirler. Küresel ve yerel düzeydeki yanlış arazi kullanımı, doğayı, çevreyi ve insan önceleyen politikalar yerine, sermayeyi önceleyen neoliberal politikalar doğrultusunda gerçekleşen kentleşme, 1960’lı yıllardan itibaren dünya nüfusunun yaklaşık her 10 yılda bir yaklaşık 1 milyar artması ve bunun sonucunda ortaya çıkan aşırı tüketim ve benzeri nedenlerle; insanlık iklim değişimi, doğal afetler ve pandemilerle karşı karşıya kalmaktadır. İstanbul özelinde su havzalarının yapılaşmaya açılması, yeraltı suyunun kontrolsüz tüketimi, yağışın toprakla buluşmasını engelleyen arazi üzerindeki yapay yüzeylerin artmış olması, çarpık kentleşme ile ısı adalarının yaygınlaşması ve yağışın azalması, artan nüfusa yanıt verebilecek yeterli sayıda ve kapasitede su toplanma alanlarının oluşturulmuyor olması, ulaşımda raylı sistemlerin payının yeterli düzeyde arttırılmaması nedeniyle bireysel lastikli araçların yoğun kullanımı ve benzeri yanlış arazi kullanım politikaları beraberinde birçok sorunu getirmektedir. Oysa ki yerel yönetimler genel olarak her bir sorunu ayrı ayrı çözmeye çalışmaktadır. Son toplumcu seçenek yıllarda bu çözüm geliştirme arayışları “Akıllı” Şehir kavramı altında teknolojik yaklaşımlarla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu çalışma kapsamında ise sorunların aslında birbirleriyle ilişkili olduğu ve birbirini tetiklediği, bu nedenle de birlikte ele alınması gerekliliği vurgulanmaya çalışılmaktadır. Su sorunu da, deprem de, pandemi de, arazi kullanımında ortaklaşmaktadır. O zaman arazi kullanımı üzerinden ortaklaşan sorunları ve bu sorunların çözümleri birlikte ele alınabilir. Yerel yönetimlerin doğru arazi kullanım politikaları geliştirebilmeleri için mekansal veri altyapısına dayalı olarak kentlerin dijital ikizlerini geliştirmeleri gerekmektedir. Burada ifade edilen dijital ikiz kavramı yalnız kentin üç boyutlu grafik modeli olarak algılanmamalıdır. Daha önceden oluşturmuş olan kentin mekansal veri altyapısına, diğer bir ifadeyle kentin gerçekliğini yansıtan doğru, güvenilir, güncel, yüksek çözünürlüklü mekansal veri kümelerine dayalı bir dijital ikizin oluşturulmasıdır. Sözü edilen mekansal veri altyapısı yalnız konum ve geometrik bilgileri içermemekte aynı zamanda kentin sosyal, kültürel, ekonomik, sağlık ve tüm kent hizmetlerine ilişkin bilgileri içermelidir. Bu mekansal veri altyapısı aynı zamanda Mekansal Bilgi Sistemi tabanlı Kent Bilgi Sistemini beslemelidir. Kent Bilgi Sisteminin etkileşim arayüzü kentin dijital ikizi olmalıdır. Böylece kente ilişkin her türlü mekansal analiz, tematik analiz, analitik operasyonlar, problem çözümü ve karar destek süreçleri dijital ikiz üzerinde gerçekleştirilebilir. Çağın öne çıkardığı yapay zeka, büyük veri, nesnelerin interneti, robotik gibi ileri düzey teknolojik yaklaşımlar mekansal zeka kavramı üzerinden dijital ikizle bütünleştirilebilir. Yerel yönetimler kamucu politikaları uygulamak istiyorlarsa, kent hizmetlerine kentlilerin eşit olarak erişmesini sağlamaya çalışıyorlarsa, bilimin ve tekniğin gerekliliklerini yerine getirmeyi arzuluyorlarsa, önce yönettikleri kentleri ölçebilmeleri ve tanıyabilmeleri gerekmektedir. Bilindiği üzere ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Galileo Galilei bu durumu “Sayılabileni say, ölçülebileni ölç, ölçülemeyeni de, ölçülebilir hale getir” biçiminde ifade etmiştir. Kent verisi, konum bilgisiyle ilişkili olarak mekansal veri altyapısında önceden tasarlanmış olan kavramsal yapıya uygun biçimde, belirli bir veri kalitesinde, güncellenebilir yapıda ve üretilebilecek en yüksek mekansal çözünürlükte bulunmalıdır. Hazırlanan bu mekansal veri altyapısı yalnız belediyeler tarafından kullanılmamalı, açık veri olarak kentliler de paylaşılmalıdır. Pandemiyle Mücadelenin Anahtarı Mekansal Bilgidir! Pandemi, öncelikle tüm insanlığın karşı karşıya kaldığı bir sağlık sorunudur. Ama devamında toplumsal sorun, ekonomik sorun, kent sorunu ve diğer sorunlar olarak tüm dünyada ortaklaşmaktadır. Kentin mekansal veri altyapısına dayalı dijital ikizindeki yapılandırılmış veri kümeleri, halkın gönüllü olarak kendi üreteceği yapılandırılmamış veri kümeleri ile bütünleştirildiğinde, pandemiye karşı önemli bir güç kazanılmış olacaktır. Toplum olarak pandemiyle mücadelede en önemli araçlardan biri doğru, güvenilir, güncel, paylaşılabilir mekansal bilgidir. Ancak bu tür mekansal veri kümeleriyle virüsün insanlar üzerinden hareketliliği ve davranışı mekansal olarak modellenebilir. Mekansal bilgi üretimi, mekansal analiz, mekansal karar destek, mekansal görselleştirme başlıkları altında Covid-19 hastalığına karşı mekansal bilişimden nasıl yararlanabileceğini ifade eden üç temel başlık aşağıda verilmiştir: 1. Dijital temas izleme uygulamaları üzerinden konum, yakınlık ve zaman bilgilerinin üretilmesi ฀ Bu bilgilere dayalı olarak belirli süre içerisinde, belirli uzaklıkta bulunan insanların gerçek zamanlı olarak uyarılması, ฀ Temasta bulunan insanlardan Covid-19 testi pozitif çıkanlar belirlendikten sonra, bu bilgilere dayalı olarak temasta bulunan diğer insanların uyarılması ve test yaptırmaya yönlendirilmesi, ฀ Sözü edilen bu bilgiler kullanılarak, testi pozitif çıkanların tecrit süresince tecrit edildikleri yerde olduğunun izlenmesi, ฀ Kent içerisinde toplu bulunan kamusal alanlarda yoğunluğun takip edilebilmesi ve yoğunluk sınırının aşılması durumunda yurttaşlara uyarı yapılması, 2. Ulusal ve yerel düzeydeki Mekansal Veri Altyapıları üzerinden pandemiye ilişkin sağlık, ekonomik, sosyal, ulaşım vb. tüm bilgilerin konum bilgisi üzerinden ilişkilendirilmesi ฀ Yoğun bakım yatak sayısı, ventilatör sayısı gibi sağlık kurumlarının envanter bilgisi, sağlık personeli sayısı, idari sınırlar içerisinde yer alan nüfus bilgisi, test sonuçları, toplu taşıma modlarındaki günlük sayılar gibi bilgilerin birlikte kullanılması ile mekansal analizlerin gerçekleştirilmesi, mekansal korelasyonların ortaya çıkarılması, toplumcu seçenek 77 ฀ Mekansal ilişkiler ve epidemiyolojik modellerin birlikte kullanılarak salgının geleceğine yönelik tahminlerin gerçekleştirilmesi, ฀ Aşı dağıtımının, aşı uygulamasının lojistik ve tatbik etme açısından yönetiminin ve optimizasyonunun yapılması, ฀ Ulaşım gibi kent verisi ile, test sonucu gibi sağlık verisi arasındaki ilişkinin kurularak kent içi toplu taşıma hareketliliğinin daha güvenilir hale getirilmesi 3. Pandeminin mevcut durumunun, yayılımının izlenmesi için doğru ve anlamlı kartografik gösterimlerin paylaşımı ฀ Uygun mekansal görselleştirme tekniklerinin uygulanmasıyla yurttaşlara doğru, anlamlı salgın durumu verisinin paylaşılması, ฀ Mevcut Covid-19 pandemisi durumunda kullanılan haritaların büyük kısmında olduğu gibi kullanıcılara yanlış ve eksik bilgi iletiminin önlenmesi. Kentlerde bulaş riskini azaltmak için şehirde bulunan sensörler ile gerçek zamanlı konum/ yakınlık belirleme çözümleri birlikte kullanılarak dijital filyasyon tekniği etkin biçimde gerçekleştirilebilir. Bu tarz bir teknoloji bütünleştirmesi iş, okul, ulaşım gibi toplumsal yaşamın, normal kent yaşamının devam edebilmesine büyük katkı sağlayabilir. Konum/yakınlık belirleme çözümlerinde GPS/GNSS gibi doğrudan konum belirleme alıcıları kullanılabileceği gibi, hem açık alanda hem kapalı alanda bluetooth gibi yakınlık sensörleri, kamera gibi görüntü/ısı algılayıcıları ve mekansal olarak etkinleştirilmiş QR kodlar (GeoQR kod) kullanılabilir. Tüm bu sensörlerle elde edilecek veri kümeleri mekansal tabanlı analitiklerde, mekansal analizlerde, salgının yayılımının bilimsel olarak modellenmesinde, yapay öğrenme ve mekansal zeka temelli çalışmalarda kullanılarak salgınla etkin biçimde mücadelede büyük katkıda bulunabilir. Son Söz Pandemiyle mücadeleyi toplumun bütün kesimleri, birlikte sosyal sorumluluk yaklaşımı ile yapmalıdır. Eğer yeterli çözünürlükte ilgili veri kümeleri paylaşılır, topluma doğru ve güvenilir bilgilendirme yapılırsa, toplumdaki farklı kişilerin ve kurumların farklı yetenekleri, pandemi karşısında mekansal zeka üzerinden kolektif zekaya dönüştürülebilir. Böylece hem Covid-19 pandemisi karşısında acil durum müdahalesi başarıya ulaşa78 bilecek, hem de Covid-19 pandemisi sonrası kent yaşamı daha hızlı biçimde normale dönebilecektir. Ayrıca yurttaşların/kentlilerin bilişsel olarak özgür olup, Covid-19 hastalığına karşı maske, mesafe vb. tedbirleri içine alan sosyal sorumluluğu içselleştirip, kendi kendine uygulamaya geçmeleri ve salgına karşı yapılan toplumsal mücadeleye katkı vermek istemleri durumunda, mekansal bilginin/ bilişimin/zekanın toplum yararına kullanımı daha da artacaktır. Böylelikle yerküre üzerindeki tüm canlıların yaşamı tek bir haritada hayat bulabilir, aynı haritada toplumlar/halklar da iş birliği ve dayanışma içinde örgütlenip bütünleşebilir. “Eğer yeterli çözünürlükte ilgili veri kümeleri paylaşılır, topluma doğru ve güvenilir bilgilendirme yapılırsa, toplumdaki farklı kişilerin ve kurumların farklı yetenekleri, pandemi karşısında mekansal zeka üzerinden kolektif zekaya dönüştürülebilir. toplumcu seçenek Pandemi İçin Acil Durum Mekanları Tasarlama Deneyimi Üzerine Acil Korona Mekanları Ağı acilkoronamekanlari.wordpress.com/ Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı, Nisan ayının hemen başlarında, Türkiye’de ilk Covid-19 vakasının açıklanmasından çok kısa bir süre sonra, çok disiplinli ve kolektif bir üretim için çağrı yaptı. Bu akut ve kolektif ağ, pandemi sonrasında kurulan dayanışma ağları arasında mesleki ve toplumsal fayda açısından çok özgün bir çıkış oldu. Acil Korona Mekanları Ağı çağrısına giden süreci, ağın oluşumu çerçevesinde, nasıl okudunuz? Çağrının hedefi neydi? Acil Korona Mekanları: Dünyada bir aydan daha az bir süre sonra, ülkemizde ise neredeyse birkaç ay sonra 1 yıllık süreci tamamlanmış bir panik halinden söz ediyoruz. Her ne kadar, birçoğumuz düzenli olarak işe gitmek zorunda olanlar, bazılarımız mesleğe tam adım atacakken evde kalmak zorunda kalanlar olarak yaşantılarımızı pandemiye bir şekilde başarılı olmayı umarak adapte etmiş olsak da, Nisan ayında hepimiz bir panik halindeydik ve henüz bir felaketin ortasına düşmeden bir şeyler yapmak istiyorduk. Her gün gün sonunu beklediğimiz, tartışmalı olduklarını sonradan öğrendiğimiz vaka sayılarını takip edip diğer ülkelerle karşılaştırdığımız, ve deyim yerindeyse çaresizliklerini izlediğimiz bir tablo vardı karşımızda. Covid’le Türkiye’den önce tanışan ülkelerin, mesela Çin ve İtalya’daki meslektaşlarımızın, gelişmeler karşısındaki reflekslerini izlediğimizde, en büyük sorunlardan birinin mekansal ve teknik yetersizlikler olduğunu gördük. Covid pozitif hastaları kabul edecek yatakları, servisleri kalmayan hastanelerin, üzücü bir şekilde, pozitif hastalar arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarını okuduk; aile büyüklerini göremeden kaybeden insanların acısını ve sıra bekleyen yoğun bakım hastalarının dramını okuduk. Aynı durumla karşılaşmamak için “Bizler neler yapabiliriz?” sorusu bizi açık bir çağrı yapma fikrine yönlendirdi. Yapılacak çağrının hedefi, multidisipliner bir birliktelik 80 oluşturup, en ön safta savaşan sağlık emekçilerinin yükünü de biraz olsun hafifletecek şekilde, mesleki bilgi birikimimizi bu mekan yetersizliği ile karşılaşmadan önce faydalı şekilde kullanmaktı. Biz Acil Korona Mekanları Ağı olarak çağrının açık yapılmış olmasını önemsiyoruz, çünkü multidisiplinerliğe ve zor zamanlarda yan yana durabilmenin gücüne inanıyoruz. Çağrımızı yaptığımız andan itibaren, çaresizliği bir kenara atıp sadece yardımcı olmak isteyen 350’ye yakın gönüllüden aldığımız mailler bu inancımızı güçlendirdi. Toplumcu Meclis: Pandeminin ortaya çıkması ile tüm dünyada sağlık mekanlarının yetersizliğine, bu mekanlara erişimin zorluğuna dair hızlı çözümler için çeşitli çabalar hayata geçti. Bu deneyimleri nasıl değerlendirirsiniz? Acil Korona Mekanları: İtalyan mimar ve aktivist Carlo Ratti Associati, pandemi sürecinde hasta bakım ünitesi olarak tasarladığı konteyner projesi CURA’yı açık kaynak olarak yayınlamıştı. Acil Korona Mekanları Ağı’nın bir araya gelmesini sağlayan ilk peki biz ne yapabiliriz sorusu bu proje üzerine geldi. Sürecin içine girdiğimizde ilk yaptığımız şeylerden biri dünyadan ve tarihten örnekler araştırmasını yapmak oldu. Sonradan açık kaynak olarak paylaştığımız araştırmalarda en çok karşılaştığımız örnekler, yeniden işlevlendirme örnekleriydi. Sahra hastanesine çevrilen sergi salonları, havalimanları, fuar alanları bunlardan bazılarıydı. Taşınabilir modüller, mevcut hastanelere önerilen ek birimler, sağlık çalışanlarının barınma ihtiyacına yönelik çözümlerle karşılaştık. Bu önerileri incelediğimizde acil durum zamanlarında gerekli koordinasyonun sağlanıp ihtiyaca yönelik çözümlerin üretilebilmiş olması, gerekli mekan, malzeme, emeğin toplum hizmetine sunulmuş olduğunu görmek önemli bir deneyimdi. Bu çözüm- toplumcu seçenek ler kimi çevrelerce genel geçer bir tartışma olan “mimarların dünyayı kurtarma egosu” olarak ele alınıp sistem eleştirisi getirmediği için eleştirilse de, gerçekten amaca hizmet eden sahra hastaneleri gibi çözümleri akut bir durumda imkanları diplomatik ve taraflı süreçlere takılmadan nasıl genişletebileceğimizi; mesleki bilgi, deneyim ve pratiğimizi toplumsal meseleler, dünyanın güncel ve global krizleri ve afetler gibi beklenmeyen acil durumlar için kullanabileceğimizi gösterdi. Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı’nın üretim sürecinden nasıl ürünler ortaya çıktı? sarım gruplarının yaptığı son çalışmayla havuzumuz son halini aldı. Çıkan projeleri geçici barınma birimleri, karantina birimi, yoğun bakım üniteleri, yeniden işlevlendirme projeleri, teşhis ve tedavi birimleri ve pazar yeri projeleri olarak gruplanabilir. Modüler olarak taşınabilir ve çoğaltılabilir sistemlerle oluşturulan karantina, bakım ve yoğun bakım ünitelerinin yanı sıra, işlevi hastane ünitesi olmak üzere değiştirilen bir cami, mobil teşhis ve tanı birimi olarak kullanılan bir belediye otobüsü, çadırlarla oluşturulan karantina alanları gibi ürünler çıktı. Projeler https://acilkoronamekanlari. wordpress.com/ adresi üzerinden incelenebilir ve indirilebilir. Acil Korona Mekanları Ağı’nı anmak hassasiyetiyle, imkanı olanlar tarafından toplum yararına kullanılmak üzere uygulanabilir. Toplumcu Meclis: Ortaya çıkan ürünlerin toplumsal fayda açısından hedeflenen sonuçları neydi? Acil Korona Mekanları: İlk hedefimiz, ne yazık ki deneyimlemek zorunda kaldığı pandeminin zararlarını azaltma konusunda sağlık çalışanlarına yardımcı olmaktı. Süreç ilerledikçe, bu deneyimin bizleri acil durum mimarlığı alanında çalışmaya yönlendirdiğini fark ettik. Çok hızlı ve hiçbir fırsat bırakmayacak şekilde bir etki alanı Acil Korona Mekanları: Bu noktada ön- celikle üretim sürecinden söz etmek faydalı olacaktır. İlk olarak yaptığımız araştırmalar ve söyleşilerden yukarıda söz etmiştik. Sonrasında oluşan gönüllü havuzundan çalışma grupları oluşturuldu. Oluşan bu grupların ilginç yanı, birçoğundaki gönüllülerin birbirlerini tanımıyor oluşlarıydı. Ağın çağrısını yaptığımızda kolektif bir çalışma için yola çıktığımızı biliyorduk fakat fiziksel olarak bir araya gelme imkanı olmayan gönüllüler, birbirlerini hiç tanımadan internet üzerinden proje geliştirdiler. Tasarım süreçleri bittiğinde, iki haftalık bir zamandan söz ediyoruz, açık kaynak bir fikir havuzu oluşturulmuş oldu. Sonuç ürünlerin uygulanabilirliği ve ilk çağrımızın hedefine ulaşabilmesi önemliydi çünkü sonuç ürünler geldikten sonra bakanlıklarla, belediyelerle, gönüllü gruplarla görüşüp bu projelerin hayata geçirilmesini amaçlamıştık. Bu konuda gönüllülerimizden destek aldık, ayrıca bulaşıcı hastalıklarda mekansal ihtiyaçları anlayabilmek için hekimler, meslek örgütleri, akademisyenler ve halk sağlığı uzmanlarıyla canlı yayınlar, ihtiyaçların projelerde karşılanabilmesi için mühendislerle söyleşiler gerçekleştirdik. Projelerin maliyeti ve uygulanabilirliği konusunda ta- Şekil 1: Karantina birimi proje önerilerinden birisi https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/gecici-barinma-birimi/ toplumcu seçenek 81 Şekil 2: Açık ve kapalı pazar alanları proje önerilerinden birisinin sirkülasyon şeması. https://www.youtube.com/watch?v=WSYMPz7Lo0k&ab_channel=AcilKoronaMekanlar%C4%B1 oluşturan pandemiyle karşı karşıya olsak da, ülkemizin beklediği birçok afet var. Deprem ne yazık ki en büyük gerçekliklerimizden biri. Pandeminin başında olan Elazığ Depremi ve Ekim ayı sonunda olan İzmir Depremi, felaketlerin bu kadar kısa aralıklarla gelebileceğini ve bizim bunlara hiç hazırlıklı olmadığımızı gösterdi. Acil Korona Mekanları Ağı’nda çıkan bazı projeler üzerine kolektif olarak fikir üretirken modüler ve mobil olarak günlük ısınma, beslenme gibi ihtiyaçları karşılayacak şekilde tasarlanan projelerin, bir deprem afetinden sonra geçici bir barınma birimi olarak kullanılabilecek ürünlerdi. Başka bir sonuç ürün ise pandemide barınma ihtiyacını karşılamaya yönelik olmasının yanında aynı anda herhangi bir zamanda evsizler için barınma ünitesine dönüşecek şekilde tasarlanmıştı. Gelir eşitsizliği sorununa direkt bir çözüm sunamasa da bir öğrenci projesi olan tasarım, sorunun etkilerine geçici çözümler üretiyordu. Bir diğer proje ise pandemi sonrasında mevsimlik tarım işçilerinin barınma sorununa çözüm getirmeyi amaçlıyordu. Çoğunlukla kendi köy veya şehirlerinden uzakta çalışmak zorunda kalan mevsimlik tarım işçilerinin güvenlik, hijyen, ulaşılabilirlik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik de kullanılabilecek proje olarak dikkat çekiyordu. Toplumcu Meclis: Üretim, tartışma, paylaşma süreçleri açısından kolektif olarak nasıl bir 82 deneyim paylaşıldı? Kolektif öğrenme süreci de kuşkusuz gerçekleşti. Bu deneyimi biraz açabilir misiniz? Acil Korona Mekanları: İlk yaptığımız çağrıdan sonuç ürünlere kadar olan süreçten daha önce de söz etmiştik. Tekrara düşmemek adına hızlı bir özet yapmak gerekirse; süreç çağrıya gelen başvuruların alınmasıyla başladı, sonrasında çalışma gruplarının oluşturulması, takvime uygun olarak araştırma yapılması ve bu verilen tasarımları beslemesiyle projelerin oluşturulması takip etti. Sonuç ürünlerin açık kaynak olarak yayınlanabilmesi için websitesinin oluşturulması, ve sponsorluk arayışları için görsellerin hazırlanması sonraki adımlardı. Süreci bu şekilde özetleyebiliriz. Ancak, kolektif çalışmayı vurgulamak adına, bazı noktaları tekrar açmak gerekir. Örneğin, araştırma, tasarım ve görsel hazırlama çalışma gruplarındaki çoğu kişinin birbirini tanımaması gibi. Burada önemli olan, ortak bir hedefe doğru bireysel birikimlerimizi ortak bir birikim haline getirebilmiş ve aynı zamanda birbirimizden öğrenebilmiş olmak. Süreç içerisinde tüm gönüllülerin rahatlıkla ulaşabileceği canlı yayınlarla, mail, sosyal medya ve mobil mesajlaşma gruplarıyla iletişim halinde kalıp, her türlü sorumuzu sorma ve cevap alma, cevabını ağ içinde sağlayamadığımız durumlarda ise dışarıdan destek alma imkanı toplumcu seçenek doğdu. Tasarımların oluşturulması ve yayınlanmasından sonra Acil Korona Mekanları Ağı çalışmaları sonlandı diyemeyiz çünkü hala projelerin işlerliğini görebilmek adına prototip üretmeyi planlıyoruz, ayrıca Tübitak projesi kapsamında halk sağlığı uzmanları, sosyologlar ve şehircilerle birlikte yerel yönetimlerle işbirliği yapacağımız bir çalışma yürütüyoruz. Bunun için de sponsor ve bütçe arayışlarımız devam etmekte. Bu süreci de birlikte çalışarak yürütmeye çalışıyoruz. Toplumcu Meclis: Acil Korona Mekanları Ağı’nın biriktirdiği deneyim sizce geleceğe dönük bir projeksiyon sunuyor mu? Acil Korona Mekanları: Acil Korona Mekanları Ağı’nın deneyimi geleceğe dönük bir izlenim sunuyor demek çok iddialı olabilir belki, ama belki Acil Korona Mekanları Ağı son zamanlarda daha çok oturmaya başladığını gördüğümüz birlikte üretim ve karşılıksız bilgi paylaşımı kültürünün içindedir diyebiliriz. Bunu bulunduğumuz noktadan geleceğe bakmak şeklinde değil ama birlikte geleceğe adım atıyor olmak şeklinde açıklayabiliriz. Acil Korona Mekanları Ağı gibi kolektif olarak ve toplum yararına çalışan birçok oluşum var elbette. Fakat Acil Korona Mekanları Ağı deneyimini özelleştirmek gerekirse, fiziksel olarak yan yana gelemeyişimiz ve çok hızlı bir şekilde üretim yapmış olmamızdan söz edebiliriz. Gelecekte, elbette ki bu gibi pratiklerin çok daha fazla artmasını, kolektif çalışma kültürünün yaygınlaşmasını ve bilginin topluma faydalı olacak şekilde üretilmesi ve kullanılmasını umuyoruz. Şekil 3: Teşhis tanı proje önerilerinden birisi https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/diger/ Projelerin tamamını incelemek için: https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/ Acil Korona Mekanları Ağı’nın zaman çizelgesini incelemek için: https://padlet.com/acilkoronamekanlari/zamancizelgesi Acil Korona Mekanları Ağı’nın kolektif biriktirme ve paylaşma panosuna erişmek için: https://padlet.com/acilkoronamekanlari/veriarastirma toplumcu seçenek 83 Karton Bilgisayar: Her Çocuğa 1 Bilgisayar Ramazan Subaşı Elektrik-Elektronik Mühendisi Pandemi döneminde yoksunluk alanlarının en önemlilerinden birisi eğitime erişmek oldu. Eğitim Sen’in pandemi döneminde eğitim raporundan çıkan sonuç, uzaktan eğitim döneminin eşitsizlikleri derinleştirdiği ve internet erişimi olmayan öğrencilerin uzaktan eğitimden yararlanamadığı olmuştur. Bu dönemde “her çocuğa bir bilgisayar sağlamak” amacıyla yolda olan Karton Bilgisayar Projesi’nden Elektrik-Elektronik Mühendisi Ramazan Subaşı ile söyleştik. Toplumcu Meclis: Ramazan merhaba. Öncelikle Karton Bilgisayar Projesi’nin fikrinin ortaya çıkışından başlamak istiyoruz. Karton Bilgisayar ismi neden seçildi, neyi hedeflediniz? Nasıl yola çıktınız? İlk olarak başlangıç hikayesini dinlemek isteriz. Ramazan Subaşı: Karton Bilgisayar Projesi’nin doğuş hikayesi 2015’e dayanıyor. O dönem internette, Hakkari’de bilgisayara ihtiyacı olan bir öğretmenin çağrısını gördük. Bilgisayar öğretmeni olarak atanmış ve atandığı köyde öğretmenlik yapacak. Müfredatta ve okulun ders programında bilgisayar dersi var, okulda bilgisayar sınıfı var, öğrenci var, öğretmen var; ancak bilgisayar yok. Tüm şartlar hazır olarak görünüyor; ancak asıl ihtiyaç olan bilgisayar yok. İnternette öğretmenin çağrısını gördükten sonra bir şekilde öğretmen ile iletişim kurdum. Öğretmene Raspberry Pi’den haberi olup olmadığını sordum. Bilgisayar ihtiyacınızı Raspberry Pi’lerle sağlasak olur mu dedik? Bu fikir üzerine 10 tane Raspberry Pi ile kurulum yapılacak set bulduk. O dönem çalıştığım firmayı da organizasyona dahil edip 10 tane bilgisayarı alıp 2015 yılının 30 Aralık’ında Hakkari’ye doğru yola çıktım. Hatta yılbaşını da Hakkari’de bir köyde çocuklara bilgisayar sınıfı kurarak geçirdik. Hakkari’ye gidişimizin bir videosunu çekmiştik, bu 84 videoyu internete yükledik. Yaşadığımız bu deneyimin sonrasında hem İstanbul’da hem de Anadolu’nun farklı yerlerinde ihtiyacı olan okullara bilgisayar sınıfları kurduk, eğitimler verdik. Böyle başlayan hikayemizi devam ettirmek, geliştirmek aklımızda hep vardı. Geçtiğimiz yıl bu vakitlerde artık bu projeye yoğunlaşmayı düşünürken ve hazırlıklarımızı yaparken Ocak ayında bir habere denk geldik. Diyarbakır’ın bir köyünde bir öğretmen yine sınıfında çocuklara bilgisayar anlatacak, ama bilgisayar yok. Öğretmen öğrencilerine bilgisayarı anlatmak için kartondan bilgisayar yapıyor. Kartondan klavye yapmış, üzerinde kalemle tuşları işlemiş, ekran için kartona A4 kağıt koyup ortasına renkli kalemlerle google yazmışlar. Kağıdı top gibi yuvarlayıp mouse yerine koymuş. Diyarbakır’daki öğretmenin imkansızlıktan çıkan yaratıcılığını görünce dedik ki, bu işi biraz daha hızlandırmak gerekli. 2015 yılında başlayıp 2020 senesine geldiğimizde görüyoruz ki, durum hiç değişmemiş, çocukların bilgisayara, teknolojiye erişimindeki açık hala çok fazla... Biz bu projenin hazırlıklarını yaparken pandemi başladı. Teknolojiyi kullanarak nasıl sağlık çalı- toplumcu seçenek şanlarına destek olabiliriz düşüncesinin bir çıktısı olarak 3 Boyutlu Destek organizasyonu ortaya çıktı. 3 Boyutlu Destek Hareketi, Türkiye’nin 81 ilinde, pandemi döneminde sağlık çalışanlarına koruyucu ekipman tedariği sağlayan bir gönüllü organizasyon oldu. Karton Bilgisayar projesi, ne yazık ki bu süreçte askıya alınmak durumunda kaldı. Sağlık çalışanlarına koruyucu ekipmanın biraz daha tedarik edilebilir olmaya başlamasıyla birlikte biz de Karton Bilgisayar projesini pandemi döneminin özgünlüğüyle yeniden düşünmek durumunda kaldık. Çünkü bildiğiniz gibi eğitim online olmaya başladı; ancak yine pek çok çocuğun bilgisayara ve teknolojiye erişemediği bir dönemdeyiz. 3 Boyutlu Destek ekibi ile birlikte bu kez Karton Bilgisayar Projesini hayata geçirmeye karar verdik. Toplumcu Meclis: Pandemi döneminde eğitime erişmenin zorluğunu pek çok boyutta gözlüyoruz. Karton Bilgisayar projesi de çocuklara dayanışma yoluyla ulaşmaya ve onlara bilgisayar ulaştırmaya çalışıyor. Söylediğiniz gibi 3 Boyutlu Destek organizasyonu da benzer saiklerle yola çıkmıştı. Bu süreçte biriktirenleri, deneyimleri biraz dinlemek isteriz. Bu dayanışma faaliyetleri içerisinde nasıl deneyimler biriktirdiniz? İmkanlar ve zorluklar anlamında neler buldunuz, neler çıktı karşınıza? Ramazan Subaşı: Deneyim tarafı, bir rek- lamda da denildiği gibi, “paha biçilemez”. Özellikle 3 Boyutlu Destek organizasyonundaki deneyim, her birimize bir daha karşımıza çıkamayacak deneyimler yaşattı. Hiç birbirini görmeyen yaklaşık 5000 insan, sağlık çalışanları için çalışarak ekipman üretti. Nazım da Yaşamaya Dair şiirinde diyor ya, “yüzünü hiç görmediğin insanlar için laboratuvarda sabahlayacaksın”. Tam da öyle oldu. Hiç tanımadığı insanlar için çabalayan insanlarla bir araya geldik ve o deneyimi birlikte yaşadık. 3 Boyutlu Destek; 81 ildeki sağlık personeli için ekipman üretti, 81 ilde gönüllüleri olan devasa bir gönüllülük organizasyonu oldu. Ancak diğer taraftan çok küçük br merkezi organizasyon ve çok az bütçe ile gönüllülerin katkıları ile yapıldı tüm süreç yürütüldü. Hatta bir noktada gönüllü ağı o kadar büyüdü ve organize etme ihtiyacı o kadar arttı ki, operasyonel konuda profesyonel yardım istemek için bazı firmalara da gittik. Çok geç dönüşler aldık ve aslında o hantal, büyük yapıların hareket kabiliyetlerinin ne kadar az olduğunu gördük ve öz gücümüze dayandık. 3 Boyutlu Destek’in ortaya çıkışına da bakınca, teknolojiyi kullanmanın, hızlı olabilmenin avantajlarını gördük. Bu organizasyon kar amacı gütmeden, toplumcu bir refleksle ortaya çıktı ve büyüdü. 3 Boyutlu Destek Hareketi’nin hiçbir gönüllüsü için maddi gelir kaynağı olmaması için çok hassas davranıldı. 3 Boyutlu Destek, 9 ay önce başladı. Sıcak anında anlayamadığımız bazı dersler de çıkardık. Herşey normalken çok destek alacağımızı düşündüğümüz kimi yerlerden destek alamadığımızı, destek beklemediğimiz heryerden de destek geldiğini gördük. Oysa ki asıl destek zaten bu tip akut durumlarda gerekliydi. Türkiye’de her zaman, bir şeyleri hayata geçirmenin, başarmanın kendi ayakları üzerinde durmakla çok ilgisi var. Dışarıdan birilerine bağlı olunduğunda, kolektif kararlar ile işler yürümüyor. Ya kendi yolumuzu açacağız, ya bir yol bulacağız sonucuna gidiyorsunuz. Biz de Karton Bilgisayar Projesi’nde de kendi söküğümüzü kendimiz dikmeye karar verdik. Bir amaç edinmiştik; her çocuğa bir bilgisayar dedik. Herkesin çok katkı sunabileceği, ikirciksiz kabul edeceği bu taleple ilgili kapı çaldığımızda taşın altına elini koyanların sayısı sandığımız kadar çok olmuyor. Biz bu tip çıkmazları kendi yöntemlerimizle yani; teknolojiden faydalanarak, topluluğun gücüne, dayanışmaya inanarak çözmeye çalıştık. Böyle bir modelle yürümeye, kendi modelimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Toplumcu Meclis: Karton Bilgisayar Projesi için, dünyada benzer deneyimlerle karşılaştınız mı? Ya da yurtdışında çocukların eğitime ve bilgisayara erişimine dair elinizde bir veri birikti mi? Ramazan Subaşı: Karton Bilgisayar proje- sine birebir benzer bir çalışma yok; ancak dünyada daha önceki zamanlarda yapılmış, şu anda da farklı biçimlerde devam eden ucuza bilgisayar tedariğine dair çalışmalar var. Biz de onları çok inceledik, hatta bazılarıyla da iletişime geçtik. Ama bunlar da çocuklara ücretsiz bilgisayar projeleri değil. Raspberry Pi Vakfı’nın yine ucuza bilgisayara erişim çalışmaları var. Ama herkesin ücretsiz ulaşabileceği bir konsept henüz yok. toplumcu seçenek 85 Toplumcu Meclis: Hedefler itibariyle projenin geldiği noktayı nasıl tanımlarsın? Hedef neydi, şu anda nerede? Ramazan Subaşı: Kriterimiz şuydu: her çocuğun teknolojiye erişimini sağlamak. Bunun da maddi bir göstergesi olarak her çocuğun evinde bir bilgisayar olması. Çünkü 3 Boyutlu Destek’te de gördük ki, teknolojiye erişiyorsanız elinizden de pek çok şey geliyor. O gönüllü ağı, bu erişim içindeki insanlardı. Bugün eğitim için de ne yazık ki aynı ihtiyaç devam ediyor. Teknolojiye erişemiyorsanız, eğitim alamıyorsunuz. O açıdan hedefimizin güncelliği parladı. Türkiye’de bilgisayara erişimi olmayan hiçbir çocuğun kalmamasını amaç edindik. Geçtiğimiz 2 ay içinde ne yaptık? Başladığımız çalışmanın altyapısını oturtmaya çalıştık. Nasıl bir yöntem ve yol izleyebileceğimizi netleştirdik. Önümüzdeki hafta da ulaştığımız çocukları bilgisayarla kavuşturmaya başlayacağız. Şu anda elimizdeki imkanlar oldukça sınırlı. Ama bir taraftan da bu kısıtlı imkanı nasıl sürdürülebilir kılarız, bunu düşünüyoruz. Çünkü günümüzde, bizim dert ettiğimiz yoksunluğu ortadan kaldırmak, ciddi bir maddi kazanç konusu. Türkiye için özellikle teknoloji oldukça pahalı. O sebeple bu konunun muhatabı şirketlerin pek sıcak yaklaştığı, ön açtığı bir hedef olmuyor, bunu deneyimliyoruz. Hatta biz bir taraftan bunu farklı bir yöne nasıl evriltebiliriz, nasıl yıkabiliriz onu da düşünüp tartmaya çalışıyoruz. Toplumcu Meclis: Karton Bilgisayar projesi bir yönüyle de bir teknik eleman dayanışması. Bir teknik eleman faaliyeti olması yönünden de bakarak, teknolojinin kullanımının yarattığı, ya da sizin yaratmak istediğiniz toplumsal fayda için ne söylersiniz? Ramazan Subaşı: 3 Boyutlu Destek ekibi ile birlikte devam eden bir proje bu da. O çalışmada ağın büyük parçası, 3 boyutlu yazıcıları kullanabilen ya da sahibi olan kişilerdi. Ve tabii ki bu insanlar teknoloji kullanımı yüksek insanlar. Bunların bir kısmı üniversitede bilgisayar, teknoloji okuyan, bir kısmı bilişim öğretmeniydi. Çok farklı meslek gruplarından insanlar da vardı. Örnekler çoğaltılabilir. Ama oransal olarak daha çok konunun teknik tarafında olan kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Ve tam da söylediğin gibi, teknik eleman dayanışması idik. Teknolojinin toplumsal fayda açısından ne etkisi 86 olabilir sorusunun yanıtı çok geniş. Yeniden örnek verelim, pandemi döneminde siperlik sağlamak oldu örneğin. Çocukların online eğitime erişemediği noktada, her çocuğun teknolojiye dokunması için bir çalışmaya evrildi. Yarın benzer amaçlarla, teknolojiyi toplumun yararına kullanmak istiyorsanız bunun önünde de bir sınır olmadığını, çok daha yaratıcı örnekler de yaratılabileceğini görüyorsunuz. Bu verdiğimiz 2 örnek de pandemi ile alakalı; ancak sadece pandemi odaklı düşünmemek lazım elbette. Çocuklar günlük hayatta da bilgisayara erişemiyordu, pandemi döneminde bu yoksunluk sebebiyle eğitime de erişemez oldular. Sağlık çalışanlarının zaten pek çok alanda ihtiyaçları hep vardı, ama ihtiyaçlar bu pandemi döneminde sivrildi. Bir konuda ihtiyaç tespiti yapmak için bile sokağa çıkmadan dahi herşeyi online biçimde yapabilirsiniz. Ama bunu yapabilmek için de öncelikle erişimi sağlamanız gerekir. Yanıtta kilit konu, ne amaçladığınız. Teknolojiyi toplumcu bir yaklaşımla sorunları çözmek için mi kullanmak istiyorsunuz? Yanıt evetse bahsettiğimiz 2 örnekteki gibi deneyimler ortaya çıkıyor. Yoksa kar amacı güderek, birilerinin cebini dolduracak yöntemler geliştirerek ticari bir faaliyet mi yürütmek istiyorsunuz? O da bambaşka bir yol. Hatta toplumsal fayda üretecek projelerin de önünde engel haline gelmek demek. Toplum yararına bir faaliyet yürütmek istiyorsanız, sadece teknoloji alanı için değil; bilimde, sanatta, tüm dallarda yaratmanın imkanları var. Toplumcu Meclis: Bahsettiğiniz 2 deneyimde de açık kaynak kodlu yazılımların etkisini görüyoruz. Bu tip tabana yayılan faaliyetlerde açık kaynaklı yazılımın yarattığı bir imkan var sanırım. Açık kaynaklı yazılımların yarattığı imkana dair ne söylersiniz? Ramazan Subaşı: Şu anda dünyadaki 5-6 şirketin aşı geliştirdiğinden ve bu geliştirilen aşıların nasıl dağıtılacağından bahsediliyor tüm dünyada. Bu aşıları geliştirenler şirketler olduğu ve kar amacı güttüğü için, üretilen bu gelişme, yenilik topluma eşit seviyede ulaşamıyor, belki birçok kişiye de ulaşamayacak. Biraz önce konuştuğumuz gibi bu tamamen ticari kaygı ile yapılmış bir çalışma. Bilginin özgür olması olarak özetleyebileceğimiz açık kaynaklı olma hali, ihtiyaç olunduğu anda herkesin onu alıp kullanabilmesine olanak sağ- toplumcu seçenek lamak demektir. Şu anda virüse dair bir kaç tane formülle geliştirilmiş aşılar var. Farklı yüzdelerde etkiler açıklanıyor, tıpkı bir yarış gibi. Ama bilgiler kapalı olduğu için, gerçekten etki yüzdelerinin doğruluğu şeffaf biçimde denetlenemiyor. Belki daha ucuz, şu ana kadar üretilen bilgilerin üzerine koyarak daha farklı yöntemle varyasyonları, belki daha iyi bir çözüm geliştirilebilecek; ancak gizlilik bunu mümkün kılmıyor. Bilgi özgür olsa, kamu yararına bir çalışma olarak görülüp açık olabilse, farklı dallardan insanların katkılarıyla da çok daha ulaşılabilir hale gelebilir. değil; “sosyal sorumluluk” söylemleri geliştirmek durumunda kalacaklar. Biz yine kendi özgücümüzü, topluluktan gelen gücümüzü, dayanışmamızı örmek zorundayız. Toplumcu Meclis: Çok teşekkür ederiz. Karton Bilgisayar Projesi’nin internet sitesine linkten erişebilirsiniz: https://kartonbilgisayar. wixsite.com/mysite Avrupadan gelecek aşıların -70 derece dolaplarda taşınıp saklanması gerektiği söyleniyor. Formülün ülkeler nezdinde açık olarak paylaşılabildiği ve teknik altyapısı olan ülkelerde bu formülün üretilebileceği bir durumda, aşı da çok daha erişilebilir hale gelebilir. Açık kaynak kodunun felsefesi ile bu bir model olabilir. Ne yazık ki bugün böyle bir pandemi söz konusu olduğunda bile amaç ticari olunca bu da gerçek olamıyor. Toplumcu Meclis: Kendi deneyimlerinizden de bakarak bu dayanışmaları dünya ölçeğinde de değerlendirerek bir gelecek projeksiyonu sunduğunu, sunacağını düşünüyor musunuz? Ramazan Subaşı: Dünya olanca çılgınlığıyla liberal ekonomiyle, serbest piyasa ekonomisiyle, karın herşeyin üzerinde olacağı kurgusuyla koşarken; gidilen bu yol, bizler açısından hep sarsılması, yıkılması gereken bir konuydu. Tam böyle olmamakla birlikte sermayenin kendi içerisinde de farklı odakların yaratılabileceğine dair tartışmanın olduğu görülüyor. Bir kesim gittikçe çok refah içinde, israfın içinde; bir taraf sürekli yoksunluk, yoksulluk içinde yaşıyor. Sermaye de daha alternatif metotlara gitmeyi deniyor. Örneğin daha sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vermek gibi. Bir nevi kendi krizini aşma çabası denilebilir. Ama bizlerin de alternatif üretme yolları aramamız gerekiyor. Kooperatifler ya da dernekleşmeler gibi. Önemli olan toplumsal faydayı merkeze koymak. Dünyada da bu yöne doğru kaymanın olduğunu gözlüyoruz. Büyük tekellerin de alttan gelen bu rahatsız dalgaya çok dayanabileceğini, eski alışkanlıklarıyla sürdüremeyeceklerini görüyoruz. Bugün bahsettiğimiz 2 proje de toplumsal eşitsizliğin boyutlarını gösteren, eşitsizlik kaynaklı ihtiyaçları gösteren organizasyonlar oldular. Benzeri organizasyonların çok fazla alanda yaratılacağını düşünüyoruz. Kapitalizm açısından bakacak olsak bile arayış içinde olmak, hatta bazı “toplumsal fayda” toplumcu seçenek 87 Pandemi Sürecinde Öğrenci Mücadelesi Kaan Ünal Öğrenci Sendikası 2019 yılının Kasım ayından beri tüm dünyada etkisini sürdüren COVID-19 pandemisi, 13 Mart tarihinde Türkiye’de de resmi olarak açıklandı. 20 Mart tarihinde ise hükümet tarafından bir genelge yayınlanarak Türkiye’de ilk karantina başlatılmış oldu. Karantina ve COVID-19 pandemisinin, sosyal yaşamda her yeri etkisi altına almasının yanı sıra, birtakım mücadele başlıklarının da buna dahil olması kaçınılmaz bir hale geldi. Virüsün etkisiyle bir araya gelmekten çekinen toplumsal öbekler,sosyal mesafe uyarından sebeple yeni yöntemler geliştirdiler ve farklı kanallardan mücadeleler sürdürülmeye çalışıldı. Bu süreçte mavi yakalı geleneksel işçi sınıfı iş hayatına devam edip virüsün etkisini sonuna kadar hissederken, beyaz yaka ve gri yakalı diye tabir edilen kesimler yeni dönemin yeni koşullarına adapte bir iş hayatı geçirdi. Beyaz yakalıların hayatına “homeoffice” olarak tabir edilen yeni bir üretim modeli girerken, beyaz yakalılara oranla daha güvencesiz ve part-time işlerde çalışan gri yakalılar ise ücretsiz izine çıkartıldı veya işinden edildi. Öğrenciler ise geleceğin beyaz yaka adayları, güncel hayatın gri yakalıları olarak hem çalışma hayatlarında hem de üniversitelerinde “yeni normal”e adapte oldu. Üniversitelerin önce tatil edilmesi ve bir süre sonra bütün üniversitelerde online eğitime geçilmesi dolayısıyla kampüs hayatı en azından bir süreliğine sona erdi. Öğrencilerin yanyana gelerek somut sorunları tartıştığı ortamlar da kalkmış oldu. Günümüzde sürdürülmekte olan mücadele pratiklerinin öğrenciler açısından ortaya çıkışına bakılması gerektiğinde görülebiliyor ki cumhuriyet döneminde öğrenci mücadelesinin kökleri 88 çok uzun ve geniş başlıklara dayanıyor. Cumhuriyet dönemi öğrenci eylemlerinin ortaya çıkışı ve kazanım elde ettiği ilk alan olarak indirimli ulaşım hakkı göze çarpmaktadır. 1924’te yarım akbil yerine tam akbil alınmasını protesto eden öğrenciler, Belçikalıların yönetimindeki Tramvay şirketini basmış ve günümüze dek uzanan öğrenci akbili uygulamasını kazanmıştır.(1) Çeşitli yıllarda öğrenci eylemlerifarklı başlıklarda tekrar ortaya çıkmışve Demokrat Parti döneminin sonlanmasına yol açan 27 Mayıs Darbesi öncesinde öğrenciler etkin bir rol oynamıştır. Demokrat Parti tarafından önerilen Tahkikat Komisyonunun kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine 28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde düzenlenen protesto mitingi sırasında İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz polisler tarafından ateşlenen bir silah sonucu hayatını kaybetmiştir.(2) 1968’de tüm dünyadaki öğrenci hareketleri, Türkiye’de daha radikal bir şekilde ortaya çıkmış, Türkiye’nin Amerika ile olan yakın ilişkileri eylemlere Anti-Emperyalist bir damar kazandırmıştır. Bu dönemden sonra öğrenci eylemlilikleri bir süreklilik halini almış, bir öğrenci hareketinin başlangıcı olmuştur. Dönemin sol siyasi önderleri çoğunlukla öğrenci hareketinin içinden çıkarak bu önemi arttırmıştır. Bu dönemlerin karakteristik özelliği öğrencilerin mücadele başlıklarının ülkesel ölçekte olmasıydı. 1980’den sonra YÖK’ün kurulması ile birlikte ve üniversiteye giden öğrencilerin sınıfsal değişimleri ile birlikte öğrenci mücadelesi sınıf hareketleri ile birlikte daha minör ölçekte öğrenci problemlerine eğilmiş, YÖK, yurt, yemekhane gibi öğrenci problemleri, öğrenci mücadelesinin esas gövdesini oluşturmaya başlamıştır. Güncel öğrenci mücadelesi 2016 yılından beri geri toplumcu seçenek çekilmeye başlamış, İç Güvenlik Yasasıyla okullara polis girişi serbest hale gelince de öğrenci hareketi büyük bir darbe almıştır. Okullarda hak arama mücadelesi sınırlanmış, rektörlerin de işbirliği sayesinde üniversiteler, hak arama yerlerinden hızla uzaklaşmıştır. Bu gerileme ve pandemi dönemi arasında öne çıkan mücadele hareketi “Üniversiteme Dokunma” eylemleri idi. Alınan kararlar neticesinde İstanbul Üniversitesi bünyesinden İstanbul Üniversitesi ve Cerrahpaşa Üniversitesi olarak iki ayrı üniversite kurulması kararlaştırılmış ve bu karar öğrencilerin büyük tepkisine yol açmıştır. İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen protestolar bütünü, üniversite öğrencilerinin büyük bir çoğunluğunun aktif katılım sağlamasıyla gerçekleşmiştir. Bir diğer kırılma anı ise üniversitelerde birbiri ardına gelen yemekhane zamlarıdır. Bu dönemde birçok okulda yemekhane fiyatları yüksek rakamlara ulaşmış ve bunun sonucunda farklı boyutlarda öğrenci protestoları yaşanmıştır. Yemekhane protestolarının Türkiye gündemine oturmasının nedenlerinden birisi de yine İstanbul Üniversitesi’nde devam eden yemekhane protestoları sırasında Sibel Ünli’nin intiharı olmuştur. Birçok ünlü isim bu olaydan sonra İstanbul Üniversitesi öğrencilerine destek vermişve bu protestolar sonucunda kazanım elde edilip fiyatlar eski haline çekilmiştir. Yemekhane protestolarının devam ettiği bir diğer okul olan İTÜ’de ise öncesinde bir grubun özel işletme boykotu olarak başlattığı süreç, devamında gerçek bir öğrenci mücadelesine dönüşmüştür. Yemekhanedeki pahalı ve kalitesiz yemekler ile kampüs içerisindeki her türlü özel işletmenin fahiş fiyatlarının boykot edilmesi için bizzat öğrenciler tarafından açılan boykot masası, defalarca kez güvenlik tacizine uğramıştır. Ne var ki bütün bunlara rağmen özel işletmelerin göstermelik fiyat indirimlerinden başka bir kazanım elde edilemedi ancak okul yönetiminin açtığı tüm soruşturmalar durduruldu, aynı zamanda da davalar birer birer düşmeye devam ediyor. Öğrencilere dışarıdan gelen destek ve hukuksuzlukların gün yüzüne çıkarılmasıyla birlikte İTÜ Yönetimi bu despot tavrından adım adım geri çekilmek zorunda kalmıştır. Birçok yerde devam eden protestolar Öğrenci Sendikası’nın Açlıkla Sınav Olmaz kampanyasına ilham olmuş, bu kampanyada ise Türkiye’deki en düşük yemekhane(Anadolu Üniversitesi), en düşük ulaşım (İstanbul) fiyatları ve Ankara Belediye- si’nin öğrencilere çorba dağıtımı uygulaması baz alınarak 3 maddelik bir kampanya düzenlenmiştir. Bu imza kampanyası hem sokakta hem de Change. org’da devam ederken pandemi yasaklarının başlaması nedeniyle yarım kalmıştır. Pandemi Döneminde Öğrenci Mücadelesi Pandemi dönemi kampüs ve toplanma alanlarını ortadan kaldırdığı için öğrenci mücadelesinde yeni yöntem Twitterhashtag çalışmaları olmuştur. Bugün bakıldığında pandemi; uzaktan eğitimin yaşattığı sorunlar, kişisel hakların ihlali, barınma ücretleri ve part-time çalışan öğrencilerin işsiz kalmasıyla beraber ekonomik ve temel haklar bazında çok fazla mağduriyete yol açan bir dönem olmuştur. Bu dönemin öne çıkan mücadele başlıkları yurt ücretlerinin belirsizliği, sınavların multimedya sistemleri kullanılarak yapılması ve kişisel hakların ihlali, işlerini kaybeden part-time çalışan öğrencilerin ekonomik sorunları, online eğitimde altyapı sorunları ve lise öğrencilerinin sınav takviminin sürekli değiştirilmesi ilepandemi koşullarında kötü önlemler altında sınava girmesi olmuştur. Nisan ayında yapılan araştırmaya göre öğrencilerin %30’u bilgisayar veya türevi bir cihaza ulaşamazken, Türkiye bu alanda 77 OECD ülkesi arasında 64. sırada kaldı. Ayrıca “sessiz bir ders çalışma ortamına sahip olma” istatistiğinde de 49. Sıra ile hayli geride kalındı. Öğrencilerin bilgisayara ulaşımı konusunda eşitsizlikler ortadayken, üstüne bir de üniversitelerin kamera zorunluluğu getirmesi ve sınavlarda konulan zorlaştırıcı kurallar öğrencilerin tepkisini çekmiş, bunun sonucunda da birçok üniversite bu kurallara gösterilen tepkiler nedeniyle geri adım atmak zorunda kalmıştır. Pandeminin ilk günlerinde okulların tatil edilmesiyle birlikte yaşadığı illere dönen öğrenciler, okulların açılmaması sebebiyle kira ve yurt ücretleri konusunda sıkıntı yaşamış, ayrıca bu konuda yaşanan mağduriyetler için herhangi bir yardım paketi veya kolaylaştırıcı bir çözüm sunulamamıştır. Öğrencilerin sıkça çalıştığı kafe, bar gibi part-time işlerin de kapatılmasıyla öğrenciler gelirlerinden mahrum kalmış, yaşamadıkları evlere ve yurtlara para vermek zorunda kalmışlardır. toplumcu seçenek 89 Şekil 1: http://www. oecd.org/education/Turkey-coronavirus-education-country-note.pdf Öğrenci Sendikası pandemi ile beraber “Güvenle Evde Kalmak için 3 Sorun 3 Talep” başlıklı bir çağrı yapmış, bu çağrıyla beraber sınırsız internet, KYK ve ödemeleri içeren 3 talep sunmuş ve bu çağrının 2. maddesi olan “KYK ve Yurt Ödemeleri Ertelensin” talebi dönemsel olarak karşılanmıştır. COVID-19 pandemisinin başlangıcının üzerinden bir yılın geçtiği bugünlerde fark edilen en önemli noktalardan bir tanesi, hükümetin zorlama yöntemleriyle birlikte sokaklardan ve kampüslerdeki mücadelesinden geri adım atmış görünen öğrencilerin aslında halen aynı noktada bulunduğudur. Sıralardan, sınıflardan, amfilerden uzak olunsa da öğrenci mücadelesinin geleceği sorgulanamaz biçimde umut vaat etmektedir. Sıkıntılı süreçlerde, bin bir türlü imkansızlıkla boğuşurken sıra arkadaşlarının haklarını da aramaya devam eden binlerce gencin ortak gayesi ücretsiz, kaliteli ve adil bir eğitim-öğretim hayatı yaşayabilmektir. Eşitsizliklerin en çok sorgulandığı pandemi döneminde de bu gayenin yerine getirilebilmesi için gerek sosyal medyadan, gerek online toplantılardan, gerekse sosyal mesafeyi koruyarak atılan direniş adımlarıyla mücadelesini büyütmeye ve yaygınlaştırmaya çalışan bir öğrenci kitlesi göze çarpmaktadır. Her ne kadar sokaktaki coşku ve etkinlik seviyesiyle devam etmek zor olsa da, öğrenciler evlerine kapanmış durumdayken bile haklarını aramanın bir yolu olduğunu herkese kanıtlamışlardır. Bunun da en büyük örneklerinden birisi olarak yine İTÜ örneği verilebilir. Online eğitim süresi boyunca öğrencisini birçok zorlukla baş başa bırakan İTÜ akademisyenleri, bir de sınavlarda multimedya 90 sistemlerini zorunlu hale getirince sosyal medya üzerinden büyük bir isyan başlamıştır. Örgütlü hashtag eylemlerine birçok ünlü isim de dahil olmuş ve öğrencilerin hak arama süreçlerine yardımları dokunmuştur. Bunun sonucunda sınavlardaki kamera-mikrofon zorunluluğu ortadan kaldırıldıysa da yönetim, zorunlu tuttuğu bir sistemden vazgeçirilememiş ve birçok İTÜ öğrencisi mağdur olup zorlu telafi sınavlarına girmek zorunda bırakılmışlardır. Öğrenci mücadelesi COVİD-19 zamanı tekil üniversite mücadelelerinde, pandemi öncesi döneme oranla daha fazla kazanım elde etmiştir. Kameralı sınav sistemi uygulaması Işık Üniversitesi ve Piri Reis Üniversitesi’nde kaldırılırken, üniversite yönetimi öğrencilerin kurduğu meclisleri resmi olarak muhatap almak zorunda kalarak pazarlık yapmıştır. Trakya Üniversitesi’nde ödev sürelerinin kısa olması sebebiyle mağduriyet yaşayan öğrencilerin talebi karşılanmış, ödev teslim süreleri uzatılmıştır. Yine aynı şekilde birçok üniversitede sınav sırasında yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için öğrenciler ses çıkartmış ve yüksek oranda taleplerini kabul ettirmişlerdir.(3) Bu ve buna benzer birçok kazanım, 2019-2020 Bahar yarıyılında kayıtlara geçirilmiştir. Görüldüğü üzere birebir temas ve kol kola eylemler olmasa da, sokaklarda polis barikat ve engellemelerine rağmen özgürce mücadele edebilmenin “başaracağız” hissiyatı ile çevrelenmese de öğrenci hareketi pandemi sürecinde devam etmenin bir yolunu her zaman yarattı kendisine. Belki daha sönük, belki daha zorlayıcı süreçler atlatılarak edinilen kazanımlardan bahsedilebilir ancak hiçbir şekilde öğrenci mücadelesinin sokaklardan online ortama toplumcu seçenek geçişte eksilmediği görülebilir. Son olarak, öğrenciler her ne kadar online mücadelelerinde başarılı olsalar da istedikleri eğitim-öğretim biçimi için, sıra arkadaşları için, gelecek nesillere güzel bir akademi kalabilmesi için sokaklara dönecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlar. Kaynaklar (1) https://www.evrensel.net/haber/106351/ cumhuriyetin-ilk-ogrenci-eylemi-wagon-lits-protestosu (Ayrıca bkz. 1933 WagonLits Eylemleri). (2) Turan Emeksiz, 555K (3) https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1263428186278432769?s=19 https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1266000255881031681?s=19 https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1233057582094442497?s=19 https://twitter.com/OgrenciSen_/status/1272517278379192320?s=19 toplumcu seçenek 91 Mühendislik Öğrencileri ile Pandemide Online Eğitime Dair Söyleşi Okullarda 2019-2020 Bahar Yarıyılı, Covid-19 virüsünün ülkemizde açıklandığı ilk hafta içerisinde 3 hafta süreyle tatil edildi ve ardından eğitim çevrimiçi derslerle sürdürülmeye çalışıldı. Ne var ki bu çaba, farklı yaş gruplarından birçok öğrenci için bir kabusa dönüştü. Eğitim mülakatları yazımızla da öğrenci arkadaşlarımızın yaşadıklarıyla ilgili fikir sahibi olmak için bir fırsat elde ettik. Maddi yetersizlikler ve çeşitli başka sebeplerle örgün eğitim döneminde bile öğrenimleri konusunda sorunlar yaşayan öğrenciler, çevrimiçi derslerin getirileriyle başa çıkmakta bir hayli zorlandılar. Bunlara verilebilecek en basit ve bir o kadar da nahoş örnek, öğrencilerin çevrimiçi eğitimde kullanmak üzere elektronik eşyalara veya internete sahip olmamasıydı. İlkokul çağından itibaren çocuklarını okutmak için gayret gösteren aileleri de zora sokan bu durum konusunda ne devletten etkili bir yardım alınabildi ne de öğretmenler/ akademisyenlerden tolerans görülebildi. Bu konuda en çok etkilenen kesim olan üniversite öğrencilerindeki durumun boyutu ise farklı bir sebepten daha etkilenerek büyüyordu: Memlekete dönüş. Birçok öğrenci, açıklanan üç haftalık araya göre kendisini ayarlayıp memleketine döndü ancak pandeminin bitmek bilmez çilesi en az bir yıl daha devamlılık gösterdi. Kimisi üniversite okuduğu şehirden bilgisayarını taşıyamamıştı, kimisi normalde kütüphane kaynaklarından faydalandığı dersleri için alamadığı kitaplar yüzünden zora girmişti. Ayrıca normalleşme süreciyle beraber bir şeylerin yoluna gireceği beklentisindeki öğrencileri ikilemde bırakan ve hiçbir şekilde açıklığa kavuşturulmayan öğrenim sistemi dolayısıyla birçok öğrenci üniversite okuduğu şehirdeki ev ve yurtlarının ücretlerini ödeyemediği için buraları boşaltmak zorunda kaldı. Bu ve bunun gibi birçok imkansızlığın sıralanabileceği çevrimiçi eğitim sisteminin bir diğer problemi de akademideki içinden çıkılmaz eşitsizlik ve ilgisizlikti. Sorulara verilen cevaplarda da görülebileceği üzere, hocaların adaletsiz ve anlaşılmaz tutumlarının yanı sıra, okul yönetimlerinin imkansızlıklarla boğuşan öğrencilerine tolerans tanımaksızın getirdiği zorunluluklar öğrencilerin belini bükmeye devam etti. Kamera, mikrofon zorunluluklarından tutun da, kopyayı engellemek adına aşırı kısa tutulan sınav süreleri, bağlantı/internet yetersizlikleri nedeniyle sınavlarda yaşanan kayıplar da eklenince öğrenciler hem öğrenmekten hem de öğrendiklerinin ölçülmesi süreçlerinden iyice soğutuldular. Dengesiz not dağılımları, ilgisiz ve hatta yetersiz öğretim görevlileri, öğrencisine güvenmeyen ve sorunlarına kulak asmayan okul yönetimleri de pandeminin zorlu sürecine destek yerine köstek olmak için ant içmiş gibi davrandılar. Çok fazla sayıda ve ağır ödevlerle öğrenciler hem öğrenmekten uzak ve ezberci bir sistemle sınanmaya çalışıldı hem de Corona onları hiç bulmamış/bulmayacakmış gibi davranıldığı için sağlıkları hiçe sayılarak sorumluluklarının yerine getirilmesi istendi. Ekleme yapılabilecek çok fazla konu, başlık ve hatta alt başlık çıkabilecek olsa da özetlemek gerekirse, pandemi döneminde öğrencilerin durumunun su götürmez bir şekilde felakete sürüklendiği görülebiliyor. Karar ve destek mekanizmalarının yavaş ve sorunlu çalışması sebebiyle öğrencilerin üstlerindeki yükün her geçen gün arttığı görüldü. Öğrenim elemanlarının bu konularda en ufak bir anlayış sergilemediği durumlarda bile elinden çabayı gösteren öğrenci arkadaşlarımıza yaşadıklarıyla ilgili sorduğumuz birkaç soru ve cevapları da bugüne kadar hangi sıkıntılı süreçlerden geçilerek gelindiğinin en büyük kanıtı durumunda. toplumcu seçenek 93 Nerede, hangi bölümde, okumaktasınız? Kaçıncı sınıfsınız? • İstanbul Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama bölümünde okumaktayım, 2. sınıfım. • Gıda Mühendisliği 3. Sınıf öğrencisiyim. • İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümü 3. sınıf öğrencisiyim. Pandemi dönemi ile eğitim hayatınız nasıl etkilendi ve bu etkiler hala sürüyor mu? • Bölümümüzün, ağırlıklı olarak stüdyo ilişkileri ve öğretmen ve akranlarla birebir öğrenme üzerinden şekillenen bir bölüm olması ve aynı zamanda üç boyutlu düzlemde düşünebilme ve mekansal düşünebilme kaygıları ile oldukça somut bir bölüm olması nedeniyle pandemi döneminde verimliliğim büyük ölçüde düştü. • Mühendislik okuduğum için pandemi döneminde eğitimim çok verimsiz oldu. Özellikle laboratuvar uygulama derslerinde örgün eğitimde bile yeterli eğitimi alamazken pandemi sürecinde eğitim kalitesi çok kötü bir hale geldi. • Olumsuz etkilendi. Okulun öğrencileri zorlayan olumsuz tutumları ve anlayışsızlıkları zaten stres altında olan bizleri daha çok strese soktu. Okulun her öğrenciden kamera, mikrofon ve kesintisiz internet beklentisi öğrencileri maddi açıdan zorlarken, hocaların çok fazla ödev ve quiz yaparken sınavlarda da “kopya çekileceği” düşüncesiyle süreyi kısa tutmaları ve olağandan daha zor sorular sormaları akademik açıdan bizleri olumsuz etkiledi. İmkansızlıklar yaşadınız mı, bunlar nelerdi? • Normal şartlarda, stüdyo içinde hazırladığımız maket, model, çizim gibi somut ürünlerin pandemi şartlarında da hazırlanması için ısrar eden hocalarımız sebebi ile materyal temin etme konusunda ciddi bir imkansızlık yaşadım. • Maddi sıkıntılardan kaynaklı önerilen kitapları alma imkanım olmadı. Birçok hoca 94 kitap önerse de konu anlatım slayt, PDF gibi başka kaynaklarda veriyor. Bir dersimde kitap alamadım ve hoca da kaynak yardımında bulunmadı. Gündüzleri işe gittiğim için ders kayıtlarını akşamları dinleyebiliyordum ama bazı öğretim görevlileri dersleri kaydetmiyor. Sınavda süreler çoğu zaman yetersiz oluyor. Sınav esnasında kamera açılması zorunlu tutuldu ve benim vize döneminde bilgisayarım yoktu. Sınavlar hakkında gerekli bilgiler kayıt altına alınmıyor. • Bazı günlere derslere internetim olmadığı için katılamadığım gibi bir sınavımda da elektrik kesintisi yaşamamdan ötürü sınavı tamamlayamadım. Eğitim kurumunuzdan bu imkansızlıklarınızı gidermek adına bir destek alabildiniz mi? • Maalesef herhangi bir imkansızlık ya da şikayetimiz konusunda kurumumuza resmi yollardan ulaşmanın pek bir işlevli yolu yok. • Şu an okumakta olduğum üniversite de online eğitim konusunda çoğu üniversiteye göre daha başarılı lakin kamera açık sınavlarda bir alt yapıya sahip olmamalarına rağmen kameranın açılması noktasında öğretim görevlilerine yetki veriyorlar. Teams üzerinden kamera açık yaptığımız sınavlarda sürekli sistemden kopmalar yaşadık ve sınava odaklanma problemi yaşadık. • Okulumuz atanmış bir rektörün gelişiyle birlikte öğrenci yanlısı olmayan kararlar aldı ve çoğu öğrenci talebini yanıtsız bıraktı. Ayrıca içerisinde İTÜ Maçka Yabancı Diller Yüksekokulu’nun da taşınması gibi karaların da yer aldığı süreçlere hiçbir akademik bileşeni dahil etmediği gibi bu kararları yeterli açıklamalarla da sunmadı. Yaşanan teknik sıkıntıları halletmesi gereken Bilgi İşlem Daire Başkanlığı’na ulaşmakta ise genelde zorlandık. Öğretim görevlilerinizin yaşadığınız sorunlara dair ve sürecin genel getirilerine yönelik tutumları ne yönde oldu? • Özelllikle İTÜ’nün sürecin idamesini büyük ölçüde akademisyenlere bırakmış olması, toplumcu seçenek akademisyenlerin her türlü tutumu sergilemekte özgür oldukları bir sonuca sebep oldu. Herhangi bir sorun ya da şikayetimizde kendilerinden olumlu bir dönüş olmak neredeyse her durumda imkansız. Bu pandemi şartlarında kendilerine ulaşabileceğimiz yegane aracın e-mail olması sebebiyle kendilerine attığım hiçbir e-maile dönüş alamadım üstüne üstlük kendilerinden kesinlikle e-mail almak istemediklerine dair net dönüşler de aldım. • Kaynak açısından öğretim görevlileri ‘’ kütüphaneden ulaşabilirsiniz’’ gibi çözüm yolları sundular. Sınavda sorumlu olduğumuz kitabın internet üzerinden satın alabileceğimiz bir PDF hali bile yoktu. Elinde kitap olan arkadaşlarımızın her sayfanın tek tek fotoğrafını çekip yollamasıyla derse çalışabildik. Dersi kaydetmeyen öğretim görevlilerine sorunlarımızı ilettiğimizde derse katılım sağlamamızın yararlı olacağı dönütünü aldık. Yetersiz sınav süreleri ve internet alt yapı problemlerinden kaynaklı sorunlar yüzünden özellikle online sınavlarda sınavı gönderemedik. Tüm cevapları tek tek fotoğraflarını çekip, PDF yapıp, kısa süre içerisinde öğretim görevlisine ulaştırmak zorunda kaldık. Sınavda kamera açılması zorunlu tutulduğunda kamerası olmayan öğrencilere ‘’Karakol, kaymakamlık, valilik gibi resmi kurumlara gidip sınava girebilirsiniz’’ tavsiyesi verildi. Yetersiz alt yapıdan kaynaklı olarak kameralar açıldığında da sürekli kopmalar yaşandı. Sürenin kısıtlı olduğu sınavda tekrar kameramı açmaya çalışırken zaman kaybettim. Son 3 dakika kala tüm yanıtlarım silindi, öğretim görevlisine bunu ilettiğimde ‘’3 dakika içinde yazabilirsin’’ cevabını aldım. Sorunlarımıza karşılık bir öğretim görevlisinden ‘’Bana ne sorunlarınızı halledin, üniversiteye gelmişsen çözümünü üreteceksin’’ cevabını aldık. Sınav hakkında soru ilettiğimizde dönüş alamadık. Bazı sınavlarda hangi sistemde gireceğimizi sınavdan 5 dakika önce öğrendik. • YÖK’ün ve üniversite yönetiminin ders puanlama ve gereken yerde öğrenciye imtiyaz tanıma kararlarını öğretim görevlilerine bırakıp adeta olabileceklerden sorumluluk almaması her öğretim görevlisinin kendine özgü bir sistem uygulamasına yol açtı. Bu ise eşitsizlik doğurarak bazı öğrenciler için olumlu, bazı öğrenciler için ise olumsuz durumlara yol açtı. Ancak tüm İTÜ öğrencilerinin maruz kaldığı şey yapabileceğinden çok daha fazla ödev verilmesi ve puan değerlendirmelerinin haksız bir şekilde yapılması oldu. Sürecin dezavantajlarını yok etmeye dönük önerileriniz neler olur? • Bu normal zamanlarda da yaşadığımız bir problem olarak her zaman kendini gösteriyordu fakat pandemi döneminde kesinlikle daha net bir ihtiyaç olarak şekillendi. Karar alma süreçlerine öğrencilerin katılmaması hatta bilerek ve isteyerek dışında tutulması her durumda bizi zor duruma sokan ve bizi mağdur eden bir sonuca dönüşüyor. Öğrencilerin mutlaka ama mutlaka temsiliyeti bulunmalı. • Ders içeriklerinin bulunduğu tüm kaynaklar öğrenciler tarafından ücretsiz ve kolay ulaşılabilir durumda olmalıdır. Ders kayıtları öğrencinin istediği her anda erişilebilir halde olmalıdır. Sınavlar hakkında sınava dahil olan konular, sınav süresi, soru şekilleri, soru sayısı ve sınavla ilgili önemli noktalar sınavdan önce öğrenciye mail ile detaylı bir şekilde iletilmelidir. Online sınavlarda süre bitince sistem direkt kapanıyor. Bunun yerine sınav süresi 15 dakika fazla tutulup gönderim saatine göre değerlendirilmeli, 1-2 dakika gecikmelerde inisiyatif kullanılmalıdır. Sınav esnasında öğrenciden kamera açılması talep edilmemeli. Belirli uygulama derslerinde öğrencinin talebine göre ilgili dersi en yakın alabileceği üniversite belirlenmeli ve pandemi koşulları kapsamında ders verilmelidir. Uygulama dersleri gruplar sınıfı gruplar haline bölüp daha az öğrenci ile kısa sürede hızlı bir eğitim şeklinde de verilebilir. • Öncelikle bu sürece akademik bileşenler dahil edilmeli ve üzerinde karara varılmış ortak bir sistem uygulanmalıdır. Öğrenciler maddi açıdan zorlanmamalı, olabilecek teknik aksaklıklara imtiyaz tanınmalıdır. Öğrencilerin pandemi sürecinde içinde bulunabileceği olumsuz durumlar göz önüne alınarak ders yükleri normalden daha fazla olmamalıdır. toplumcu seçenek 95 Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi Assembly of Socialist Engineers and Architects toplumcumeclis.org twitter.com/toplumcumeclis facebook.com/toplumcumeclis instagram.com/toplumcu_meclis iletisim@toplumcumeclis.org