İstanbul, 2010
Contents
Introduction: Süreyyya Evren . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
Interview 1/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
No Bar, Just Bottles . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 2 0
Unpredictable Reconfiguration:
Engin Öncüoğlu & Deniz Altay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 6
“We’re Papermen”, he said . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 2
Micro-Politics of the Everyday: Will Bradley . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 8
Interview 2/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
Normalization Parts 1 And 2 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 8
I Can Do That Too!: Serkan Özkaya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 4
Possibilities Of Thinking & Doing: Tirdad Zolghadr . . . . . . . . . . . . . . . 5 8
Ey Ahali! Setting A Setting, Letting A Setting Go . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 2
Niche Communities: Valeria Schulte-Fischedick . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 8
Setting A Setting / Forecasting A Broken Past . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 4
Interview 3/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 1
Park: Probably . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 9 0
Interview 4/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 7
İçindekiler
Giriş: Süreyyya Evren . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Söyleşi 1/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1
Bar Yok, Sadece Şişeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... 2 0
Öngörülemeyen Yeniden Anlamlandırma:
Engin Öncüoğlu & Deniz Altay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 9
“Kağıtçıyız”, dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .......... 3 2
Gündelik Mikro-Politika: Will Bradley . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 0
Söyleşi 2/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 5
Normalizasyon 1. ve 2. Taksit . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ........... 4 8
Bunu Ben de Yaparım!: Serkan Özkaya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 6
Düşünmenin ve Yapmanın Olasılıkları: Tirdad Zolghadr . . . . . . . ..... 6 0
Ey Ahali! Düzeni Kurmak ve Kendi Haline Bırakmak . . . . . . . . . . . . . . . 62
Niş Toplulukları: Valeria Schulte-Fischedick . . . . . . . . . . . . . ............. 7 1
Bir Düzenek Düzenlemek / Kırık Bir Geçmişin Kehaneti . . . . . . . . . . . . 7 4
Söyleşi 3/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 6
Park: bir ihtimal . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . 9 0
Söyleşi 4/4: November Paynter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 0 0
Introduction
Art-ist Publications represents the most innovative and critical discourse
on contemporary art in Turkey to emerge since the momentum of
development seen in the local art scene during the 1990s. Each publication
aims to create debate-oriented content that will help to produce and
record memory in order to offer a unique form of knowledge on the
art situation and artistic production of Art-ist Publications’ context.
The Contemporary Artist Books series aims to create a space for artists
and their peers to think deliberately about the very unique and inventive
aspects of contemporary artistic practices. The books in this series of
publications look upon one artists’ work as broadly as possible to
include images, texts, interviews as well as reviews, which together
present a deep and meaningful insight into personal artistic achievements.
Art-ist Publications launched the Artist Book series in 2008 with Ahmet
Öğüt’s “Informal Incidents” and in 2009 followed up with Bashir
Borlakov’s “Fictional Reality”. The third publication in the series
opened an invitation to Can Altay and the result is “Pigeons are People”.
Can Altay is known for his experiments around the concept of space in
ways that are not commonly explored in the Turkish art scene. Along
with his internationally acknowledged works on the “minibar”
phenomena and Turkey’s urban paper gatherers, this publication
includes works that question the nature of art galleries and the place
of art in city life. Altay explores our relationships with places and
changing locations, mobile elements of a city that were never predicted
by planning, and alternative experiences that can be manifested within
the urban sphere. Just as he pays attention to alternative, collective
social productions that reshape our cities, Altay also looks for art in
the public environment. In many cases, he gives back to us that which
is already there, but expands the limits of our understanding by
introducing additional research on society’s perception of what at first
glance may appear to be mundane or simple. Maintaining a firm grip
on irony, his art and this book develop spaces for us to debate how we
look, comprehend and explore our environment, and more often than
not he also shows us how quickly we chose to ignore some of the most
intriguing happenings that occur every day on our own doorsteps.
Süreyyya Evren
Önsöz
Türkiye güncel sanat ortamının 1990 sonrası yakaladığı ivmenin en yenilikçi
ve eleştirel kanadını temsil eden Art-ist yayınları, tartışma merkezli
yayınlarıyla öne çıktığı gibi, kayıt tutmaya ve bellek oluşturmaya, akıp
gidenin bilgisini kurgulamaya da özen gösterir. Güncel Sanat Dizisi
Sanatçı Kitapları işte bu işleve adanmış bir dizi olarak öne çıkar.
Türkiyeli güncel sanatçıların farklılıklarıyla, özgünlükleriyle en fazla
dikkat çeken öğeleri üzerine adamakıllı düşünme vesilesi olmak ister.
Bu amaçla tek tek sanatçılara yoğunlaşan sanatçı kitabı formu tercih
edildi. Çünkü sanatçı kitapları hem sanatçının külliyatını kavramaya
yardımcı olurlar, hem de bu genç sanatçıların kimi Türkiye’de sergilenme
şansı hiç bulamamış işleri de dahil olmak üzere toplam üretimlerini
daha geniş bir kitleye ulaştırırlar. Bir sanatçının üretiminin büyük
kısmını bir kitapta topluca görmek, hakkında yapılmış değerlendirmeleri
art arda okumak ve sanatçının bizzat kendisini nasıl ifade ettiğine
söyleşilerde tanıklık etmek tam bir odaklanma sağlıyor.
Art-ist yayınları, Türkiyeli genç sanatçıların yapıtlarına sanatçı kitapları
dizisine 2008’de ‘Ahmet Öğüt; Kayıtdışı Vukuatlar’ kitabıyla başlamış,
dizinin ikinci kitabı ‘Bashir Borlakov: Kurgusal Gerçeklik’ olmuştu.
Elinizde tuttuğunuz üçüncü kitap da Can Altay’a ayrıldı.
Can Altay, Türkiye sanat ortamında çok sık karşılaşmadığımız ölçüde ve
biçimde mekan kavramını merkeze alan yaratıcı deneyleriyle biliniyor.
Türkiye’de en çok ‘minibar’ çalışmalarıyla tanınan sanatçı, sergi
mekanlarını, kent içinde sanatın konumunu, galerilerin doğasını irdeliyor.
Hareketlilik, ayrışan yerler ve yer ile ilişkiler, kenti farklı kanallardan
deneyimleyen, kentin mekan düzenlemelerince öngörülmemiş hareketli
öğeler işlerinde konu ediliyor. Altay sosyal düzene alternatif kolektif
üretimlere dikkat eder, kamusal alanda sanatı arar. Çoğu kez bize hali
hazırdakini (oradaki kağıtçıyı, aşağıda kapıda takılan gençleri, zaten
gördüğümüz sergiyi) onu nasıl algıladığımıza dair araştırmayla birlikte
geri verir. Nasıl baktığımız ve nasıl bakmadığımız hakkında tartışmalar
önerir. İroniyi kontrol altında tutmasıyla da dikkat çeker. Altay’ın,
Türkiye’de alışık olmadığımız bir eleştirel bakışı geliştirdiğini söyleyebiliriz.
Can Altay’ın sanata özgün katkısının bu kitapla daha fazla görünür
kılınacağını umuyoruz.
5
Interview
Söyleşi
Interview 1/4
N: I would not normally propose to conduct an interview that refers to
projects in chronological order, but we have formed a relationship
which encompasses at least three major exhibitions, as well as
numerous conversations, screenings and other collaborations.
Within this trajectory I am interested in how your position has
developed in relation to the space of the gallery and exhibition
structures, and in particular with respect to how you collaborate
with others and how the audience is considered.
‘The Secret of Kindness’, 2001. Yer-leşmek / Becoming a Place, Proje 4L, İstanbul.
(photo / foto: Sinan Erül)
So if we may start from the ‘beginning’ – I remember seeing a work
of yours the first time I travelled to İstanbul in 2001, in the
exhibition “Becoming A Place” at Proje4L. It really inspired me
and stayed in my mind because up until that point it was the only
November Paynter
& Can Altay
art work/installation I had seen that seemed to deal with the
physicality of a city condition that I was experiencing for the first
time.
C: “The Secret of Kindness”, the piece you are referring to was a
direct attempt at intervening in the exhibition itself, shaping its flow
and its viewing to a certain degree. At the same time the piece was
commenting on the city, Proje4L’s position as an institution and the
institute as a notion, as well as potentials and possible shortcomings
in relation to its immediate surroundings 1 (these were also some of
the main concerns of the exhibition’s curator Vasıf Kortun). This
was one of my earlier attempts at intervening directly at exhibitionmaking, with serious concerns about how the space and experience
of art-works can be altered, or filtered, and all rooted from a wider
(if I may dare to say) philosophical concern. It had to do with
boundaries, how these boundaries were performed in many different
ways, and how they could be shifted, or even transgressed along
with an acknowledgment of their existence. So for me, the gesture of
dividing the whole space with a semi-transparent curtain (with
a written statement on it) was no simple gesture, it was a defining
movement that created a filter through which to see the other artists’
works, but it also became an almost invisible piece which was in
actuality very present.
I recall that many viewers saw this curtain as part of the architecture,
while others didn’t notice it at all. I should admit that the project fell
a bit short at the time, in that it was delayed as an ongoing conceptual
process for some years, but it did later re-surface to focus more on
the formation of exhibitions, and the processes of reconfiguration.
So what this exhibition experience led to was the forming of a larger
body of work within my practice. It was the first time that I published
on the “minibar” phenomenon2, in the book that accompanied the
show. Erden Kosova had made an interview, which was a spin-off
from the ABAP project Serkan Özkaya initiated, that we were both a
part of. Amongst our group correspondence, Erden had picked up
on my reflections on the minibars (which I was developing for a
research/theoretical work on the city) and asked to publish an
interview in the book. This text received quite a bit of attention in
the coming years, and eventually the work around minibars became
a milestone within my story and the story of my works.
9
N: We first worked together in 2003 when I invited you to present
the “Minibar” project in an exhibition called “Making Space”
that I curated for Platform Garanti Contemporary Art Center.
The show aimed to open up the idea of using and experiencing
the urban context beyond the planners’ intent, in more explorative
and improvisational ways. I knew that we would likely show
“Minibar” as a slide projection, but your participation went
well-beyond the addition of a requested art object and ended up
as an interactive arena where the public were invited to comment
on their experience of authoritarian structures in the urban sphere
and how they could be contradicted. In the end the gallery walls
became plastered with texts on the topic and the public seemed
to really relish the opportunity to have and share a voice.
The same year you presented “‘We are Papermen’ he said” at
the İstanbul Biennial. Due to its location on the pedestrian street
Istiklal Caddesi Platform had a very different audience to the
Biennial; so I am interested to ask you what it meant to show
work in these two different venues and contexts, and also about
the collaborative nature of the work at Platform that was created
with your sister Deniz Altay, and in the end also with the public.
C: I guess I can say that different modes of collaboration were at
stake. The collaboration with Deniz Altay involved bringing together
our research and interpretations around a common area of interest,
as we were both working on the minibar phenomenon. This involved
taking excerpts from a set of interviews that were mainly conducted
with the young people who hung out at the minibars, and transforming this set of correspondences into the basic unit of the piece.
We composed a wall narrative as a launching device, but multiplied
copies of these statements -ranging from personal historical notes,
to general commentary, to drunken drifts- to be at the audience’s
disposal. Additional papers and two rolls of sticky tape left out on
a table were our way of providing the basic tools for the piece to
grow through time and in the exhibition space. All of these were
inspired by the nature of how the minibars came about in the first
place, and how a production of meaning (and function) grew to
encompass a totally unexpected territory, by simple gathering,
drinking, and making use of existing physical elements that were
initially there to draw boundaries, and mark private territories or
public infrastructures. Bringing all these statements from an unknown
10
scene in Ankara, to the most crowded pedestrian street of İstanbul,
where Platform Garanti was located, and the very strangely welcoming
nature (as you recall there were hundreds of random passersby going
in and out that space) of the gallery itself, gave way to a kind of
interpretation and reconfiguration that was performed solely by the
audience/viewer/visitor/makers. Eventually the piece grew out of
control, there was conflict within the system (just as in the minibars)
and roles and actions had to be negotiated. So what seems at first
glance to be a simple gesture of participation, was actually a way to
reflect on the minibar phenomenon from within the space of art.
’Minibar No Stop’, 2003 (in collaboration with Deniz Altay). installation view from
Making Space, Platform Garanti, İstanbul.
“‘We’re Papermen’ he said” (2003) was quite similar in that again
the installation was pretty much shaped by the issues being discussed
within the work. You are right to suggest that the Biennial had an
altogether different audience, more distanced to the “streets” so to
say. But the work was also partly tackling the problematic relationship between artist (myself) and subject (papermen)3.
The distances and the parallel layers that made the city, and that
enabled a profession such as the paperman’s to deal with waste,
informality, and neglect, and these practices formed a part of what
I was trying to work around. On the other hand, as part of the piece,
11
the viewer/visitor was now invited to go through an excavation of
pages of diary material, from which they could pile up their own
sequence and story, and which included accounts (from those that
were very personal, to scientific research findings, to newspaper
clippings) and attempts to encounter papermen and figure out their
operations in big cities in Turkey. So in a sense the audience now
had access to a pile of things (which can also be seen as the artist’s
garbage), from which they made something for themselves, basically
to take home and read. Here the collaboration if we may call it so,
was still quite choreographed or framed, but I still had no control
over who took what and how one read the storyline. Well, one can
say this is always the case, but the relation between work and viewer
was almost materialized with this gesture.
1 Proje4L at the time of its opening was located in Levent, with its entrance facing the
recently burgeoning new financial center of İstanbul and its reverse sitting on the cusp
of one of the city’s largest poorer residential areas Gültepe.
2 “Minibar” was a project that looked at the phenomena of young people creating a
space for themselves through the act of drinking on the streets of Ankara. Every time
the authorities created barriers to halt this activity the group would either make use of
the new conditions or re-congregate in a different zone of the city.
3 Papermen in Turkey are the informal rubbish collectors that sort and select one type
of rubbish to later take for recycling. The most common collectors are those of paper
and paper-based materials.
12
Söyleşi 1/4
N: Aslında ben projelere kronolojik sıra takip ederek değinen bir
söyleşi yapmayı önermezdim, ama bizim seninle en azından üç
büyük sergi içerecek kadar uzun süredir devam eden bir ilişkimiz
var ve bu arada da sayısız sohbetlerimiz, video gösterimlerimiz
ve çeşitli diğer ortak çalışmalarımız oldu. Bu yörünge dahilinde
benim ilgimi çeken senin galeri mekanında ve sergileme yapıları
içerisindeki konumunun nasıl geliştiği, değiştiği ve özellikle de
ortak çalışmalarda diğerleriyle nasıl işbirliklerine gittiğin ve
izleyici kitlesini ne şekilde ele aldığın.
Şimdi, eğer ‘başlangıç’tan yola çıkarsak – ben 2001 yılında
İstanbul’u ilk ziyaret ettiğim zaman Proje4L’de Yer-leşmek /
Becoming a Place sergisinde senin bir işini görmüştüm. Beni
gerçekten etkilemiş ve aklımda yer etmişti, çünkü bu sanat eseri/
enstalasyon İstanbul’da o vakte kadar gördüğüm, benim yeni
deneyimlemekte olduğum bir kent durumunun fiziksel yapısıyla
uğraşan ilk işti.
C: Bahsettiğin yapıt “The Secret of Kindness” (İyiliğin Sırrı), doğrudan doğruya serginin kendisine müdahale etme, serginin akışını
yönlendirme, hatta belli bir yere kadar izlenme şeklini biçimlendirme çabasıydı. İş aynı zamanda kente dair yorumlar da içeriyor, bir
kurum olarak Proje4L’nin konumuna ve kurum kavramına değiniyor
ve yakın çevresi ile ilişkisine dair potansiyelleri ve olası eksiklikleri
üzerinde duruyordu4 (ki bunlar küratör olarak Vasıf Kortun’un bu
sergiyi gerçekleştirmedeki temel dertleri arasında yer almaktaydı).
Bu benim mekanın ve sanat işlerinin deneyimlenmesinin nasıl
dönüştürülebileceği ya da filtrelenebileceğine dair ciddi kaygılar
içeren, hatta (eğer haddimi aşıyor olmayacak isem) daha felsefi
kaygılardan kaynaklanan, ama doğrudan sergi düzenleme/sergileme
konusuna müdahale etmekle de uğraşan erken dönem çabalarımdan
biridir. İş aslında sınırlara dair, sınırların nasıl farklı şekillerde
November Paynter
& Can Altay
uygulamaya konulduğu ile ilişkili, ve tabii nasıl oynatılabilecekleri,
hatta bir yandan varlıkları kabul edilirken nasıl aşılabilecekleri
üzerine kurulu. Bu anlamda, bütün mekanı (üzerine bir metin
yazılmış) yarı geçirgen bir perde ile ayırmak benim açımdan basit
bir tavır değildi; bu hareket ile diğer sanatçıların işlerini arasından
göreceğiniz bir süzgeç tanımlanmaktaydı, ve bu neredeyse görünmeyen ama fiziksel olarak orada var olan bir yapıt oldu. Pek çok
izleyicinin bu işi mimari yapının bir parçası olarak algıladığını
hatırlıyorum, birçok kişi ise hiç fark etmedi. Projenin bazı taraflarının o zaman bir miktar eksik kaldığını itiraf etmeliyim, dahil
olduğu kavramsal süreç bir süre ertelenmek durumunda kaldı fakat
daha sonra sergi kurulumları ve yeniden anlamlandırma süreçleri
üzerine yoğunlaşmış bir şekilde tekrar yüzeye çıktı. Bir yandan da
aslında bu sergide yer almak benim için daha geniş bir işler bütününün doğmasına zemin yaratmış oldu. “Minibar” olgusu5 üzerine ilk
defa bu serginin yanı sıra yayınlanan kitapta bir yazım yer aldı.
Erden Kosova, Serkan Özkaya’nın önayak olduğu ve her ikimizin
de parçası olduğumuz ABAP projesinin bir yan ürünü sayılabilecek
bir röportaj yapmıştı. Grup yazışmalarımız arasında Erden benim
(kent üzerine geliştirmekte olduğum araştırma/teorik çalışma kapsamında) minibarlar hakkındaki yorumlarımı yakalamış ve bana
kitapta bir röportaj yayınlamak istediğini söylemişti. Bu metin daha
sonraki yıllarda da bayağı ilgi gördü, ve sonunda minibarlar benim
ve işlerimin hikayesine baktığımızda neredeyse bir mihenk taşı oldu.
N: Biz ilk defa 2003 yılında seni Platform Garanti Güncel Sanat
Merkezi’nde küratörlüğünü üstlendiğim “Making Space” (Mekan
Yaratmak) sergisi kapsamında “Minibar” projeni sunman için
davet ettiğimde birlikte çalışmış olduk. Sergi kentsel bağlamı
plancıların amaçladığının ötesinde daha keşfe dayalı ve doğaçlama
şekillerde kullanmak ve deneyimlemek fikrini öne sürmeyi
amaçlamaktaydı. Benim aklımda büyük ihtimalle “Minibar”ı
bir slayt gösterisi olarak sunmak varken, senin katılımın bir sanat
nesnesinin sergiye eklenmesi durumunu bir hayli aşarak, sonunda
halkın kentsel alanda otoriter yapılara dair deneyimlerini ve bu
yapılara nasıl karşı durulabileceği konusunda fikirlerini paylaşmaya teşvik edildikleri bir arenaya dönüşmüştü. Sonunda galeri
duvarları konu üzerine yazılmış metinlerle kaplanmış ve halk da
sesini duyurmaya ve fikrini paylaşmaya olanak sağlayan bu
durumu sonuna kadar kullanıyor gibi görünmekteydi. Aynı yıl
14
İstanbul Bienali’nde ‘“Kağıtçıyız” dedi’ adlı işini sundun.
Platform’un izleyici kitlesi İstiklal Caddesi üzerinde olması sebebiyle Bienal’inkinden epey farklıydı; bu durumda ilk önce işlerini
bu iki farklı yerde ve farklı bağlamda sergilemenin sana ne ifade
ettiğini sormak istiyorum, sonra da Platform’daki işin katılımcı
yapısı üzerine konuşmanı istiyorum, bildiğim kadarıyla işi kız
kardeşin Deniz Altay ile birlikte üretmiştiniz ve tabii en sonunda
ortaya çıkan iş de halk ile işbirliği içinde oluştu.
’Minibar No Stop’, 2003 (in collaboration with Deniz Altay). installation view from
Making Space, Platform Garanti, İstanbul.
C: Sanırım farklı işbirliği türleri söz konusuydu diyebilirim. Deniz Altay
ile olan işbirliği her ikimizin de ortak ilgi alanı olan minibar olgusu
üzerine araştırma ve yorumlarımızı bir araya getirmek şeklinde
gerçekleşti. Bu işbirliğinde minibarlarda takılan ve çoğunluğu gençlerden oluşan kişilerle yapılan bir dizi görüşmeden alıntılar yapıldı ve
bu alıntılar işin temel yapıtaşı olarak kullanıldı. Sunum aracı olarak
bir anlatı duvarı düzenledik ve bunun yanı sıra kişilerin -kişisel tarihleri
hakkında notlardan, genel anlatılara, hatta sarhoş muhabbetlerine
kadar çeşitlenen- ifadelerini de kopyalayarak çoğalttık ve izleyicilerin
bunları alabilmesini sağladık. Ekstra kağıt ve masa üzerine bırakılmış
iki rulo selobant da bizim işin zamanla gelişmesini ve sergi mekanı
içerisinde yayılmasını sağlamak için gerekli temel araçlarımız oldu.
15
Bütün bunlar aslında minibarların ortaya çıkışını da olanaklı kılan
yapıdan ilham almaktaydı; basitçe toplanmak, içmek gibi edimler
aracılığıyla ilk başta sınır çizmek, özel ya da kamusal alanları tarif
etmek için yapılmış fiziki unsurları kullanan anlam (ve işlev) üretimi
sürecinin genişleyerek, tamamen beklenmedik bir hakimiyet alanı
oluşturmasıydı. Ankara’nın bu pek bilinmeyen ortamlarından tüm
bu cümlelerin, beyanların alınıp, Platform Garanti’nin üzerinde
olduğu, İstanbul’un yayalara ait en kalabalık caddesine getirilmesi
ve galerinin de kendine has davetkar hali (senin de hatırlayacağın
gibi sokaktan gelip geçenler arasından mekana girip çıkanların sayısı
inanılmaz derecede yüksekti) tamamıyla seyirci/izleyici/ziyaretçi/
üreticiler tarafından gerçekleştirilen bir yorumlama ve yeniden
anlamlandırma sürecine olanak sağladı. Sonunda iş kontrolden çıktı,
sistem içi çelişkiler doğmaya başladı (aynı minibar sürecinin
kendisinde olduğu gibi) ve roller ve hareketler üzerine müzakereler
başlatılmak zorunda kalındı. Yani ilk bakışta basitçe katılıma açık
bir tavır sergilemek gibi görünen davranış aslında sanat alanı
içerisinden minibar olgusuna ayna tutuyordu.
“Kağıtçıyız” dedi (2003) de enstalasyonun büyük bir oranda konu
ettiği meseleler ile biçimlenmiş olması açısından benzerlik taşıyordu.
Bienalin başka tür bir seyircisi olduğu ifadene katılıyorum, belki
‘sokaklara’ daha mesafeli duran bir seyirci. Fakat iş bir miktar
sanatçı (bendeniz) ve konu (kağıtçılar)6 arasındaki o sorunlu ilişkiyi
de ele almaktaydı. Kenti var eden mesafeler ve paralel katmanlar,
kağıtçıların mesleği gibi atık, gayri-resmi ve göz ardı edilene dair
bir iş kolu ve bunun çevresindeki tüm uygulamalar ilgilendiğim
konunun parçalarını oluşturuyordu. Diğer taraftan, işin parçası
olarak izleyici/ziyaretçiler kendi izleklerini ve hikayelerini
oluşturmak üzere bir yığın günce malzemesi içinde bir nevi kazı
yapmaya çağrılıyordu; ki bu günceler kağıtçılarla ilgili anlatılar (son
derece kişisel hikayelerden, bilimsel araştırma bulgularına ve gazete
kupürlerine varan), onlarla yüzyüze gelme gayretlerim ve Türkiye’nin
büyük şehirlerindeki çalışma şekillerini anlamak için gerçekleştirilen
çalışmaları içermekteydi. Yani bir anlamda izleyiciler kendi yapacakları
seçkiye göre alıp eve götürmek ve okumak için bir yığın malzemeye
(belki sanatçının çöplüğüne diyebiliriz) erişim imkanına sahip
oluyordu. Burada işbirliği, eğer bu süreci öyle adlandırabilirsek,
koreografisi yapılmış, biraz tarif edilmiş halde olsa da, kimin neyi
aldığı ve hikayeyi nasıl okuduğu üzerinde hiçbir kontrolüm yoktu.
16
Bu durumun her koşulda böyle olduğu da iddia edilebilir ama sanat
işi ile izleyici arasındaki ilişki bu işteki tavır ile somutlaşıyor, yapıt
bu ilişki üzerinden şekilleniyordu.
”Kağıtçıyız”, dedi’, 2003. 35mm Renkli Dia.
4 Proje4L açıldığı zaman Levent’te bulunmaktaydı, giriş kapısı yakın zamanlarda
filizlenmekte olan İstanbul’un yeni finans merkezine bakmakta, arka tarafı ise kentin
en büyük yoksul yerleşim alanlarından biri olan Gültepe’nin ucuna oturmaktaydı.
5 Minibar Ankara sokaklarında içki içmek için kendilerine yer açan, mekan yaratan
gençler üzerine yoğunlaşan bir proje. Engellenmeye, sınırlanmaya çalışıldıkları her sefer
bu oluşumlar ya yeni koşulları kendi lehine kullanmayı becermiş, ya da kentin başka
bir alanında tekrar bir araya gelmiştir.
6 Kağıtçılar Türkiye’nin geri-dönüşüm sektörünün gayri resmi çöp toplayıcı ve
ayıklayıcılarıdır. En çok karşılaşacağınız toplayıcılar kağıt ve kağıt temelli malzemeler
toplayanlardır.
17
pigeons are
people
güvercinler
insan
19
No Bar,
Just Bottles.
2001-2006
Bar Yok,
Sadece Şişeler.
2001-2006
P/S 20-21, ‘Minibar Projections’, 2003. How
Latitudes Become Forms, Walker Art Center,
Minneapolis (Photo / Foto: Cameron Wittig)
P/S 22-23, ‘Minibar’, 2001-2006
35mm Color Slides / Renkli Dialar
P/S 24, ‘Minibar No Stop’ / ‘Sonsuz Minibar’,
2003. Making Space / Mekan Yaratmak,
Platform Garanti, İstanbul
25
Unpredictable
Reconfiguration
Originally published in the exhibition catalogue for Call me İstanbul ist
Meine Name (ZKM, 2004).
Engin Öncüoğlu:To be able to discover the difference between illustration
and painting, and to realise that paintings accommodate a lot more
about life, and to be able to look more closely into these works, I had
to become more mature both in terms of ‘age’ and in terms of ‘knowledge’.
To tell the truth, earlier on I valued the ‘liveliness’ of illustrations over
the ‘visual expression’ of paintings…
The evaluation criteria of artworks emerging out of and transforming
through the framework of ‘Conceptual Art’ are also becoming ambiguous
due to the immaturity of both the theory and the followers of this
movement, in the sense that I have described earlier. More clearly put,
evaluating these works as ‘illustration’ or ‘art’ has become extremely
difficult. The demand for a ‘joke’ that is seen in the viewer of our times
and the motivation to ‘comprehend at once’ not only blocks the main
artery that feeds conceptual art, but it also steers the artist in the
direction of a ‘joke’ instead of being someone with an ‘issue’ in mind.
Deniz Altay: From minibars to papermen; Can Altay’s works have been
taking us on journeys into the city. Following his tracks, we get involved
in the daily urban practices, we remember our position as an ordinary
urban dweller and we recognize the existence of others. ‘Others’ whom,
Altay introduces as the ordinary unexpected.
EÖ: From earlier on, since the moment he exposed his systematic diaries
in the common toilets of the building where the “Ankara’da Genç
Sanat 3” exhibition took place, Can Altay has been dealing with a
wider issue. And with each project we see him going deeper into this
issue. In this earlier work, he caught the attention of his audience by
Deniz Altay &
Engin Öncüoğlu
exposing his private expenses in the space of public privacy (the WC).
The success in this project is that the use of personal diary material
points to a problem that is completely beyond his personality. Meanwhile
on a separate level, getting us engaged in his everyday practices, Altay
positions himself and his viewers to question one’s own daily experience
and what it consists of.
DA: In his later works, Altay concentrates on issues that ‘escape’ most city
dwellers’ attention. Marginal practices, their peculiar use of urban
space and spaces created by the inhabitants. Like minibars; unplanned
and unconstructed, but spaces ‘produced’ through the alternative
nocturnal practices of young people in the city of Ankara. The activities
of drinking, chatting, socializing, turned into a subversive practice due
to their displacement into a realm that was not presumed to host them.
Similarly, in “We’re papermen” he said, Altay investigates the operations
of the unofficial garbage collectors known by every inhabitant in major
cities of Turkey, but neglected nonetheless.
EÖ: This potential in Altay’s work is an opening necessary for an
understanding of the core problematic, the issue that prevails through
his work. This ‘issue’ that can be summarized as ‘unpredictable
reconfiguration’, is from now on taken in-depth and in unpretentious
manners through the works.
The literary infrastructure of “We’re Papermen”, he said even faces the
risk of being ‘didactic’, but essentially stays as an ‘agitative’ and
‘provocative’ text which is far from being ‘precautious’ or ‘hesitant’.
Also seen here is that Altay doesn’t want to prevent his work taking
on ‘unpredictable’ meanings and configurations.
Similar tactics of agitation were employed in the Minibar projects where
he described relations between spaces and occupants who were producing
these spaces, as well as those who were using the spaces within the
confined frames of planning.
DA: Through documenting his personal experiences and observations;
Altay introduces alternative approaches to look at the city and accordingly
develops readings of the city.
EÖ: When we look at the way “We’re Papermen” he said is installed, we
again see Altay recording his daily life with the accuracy of an inventory
and converting this into ‘material’. We collect and construct this material,
which is familiar yet under-recognized, into a narrative in gestures of
selecting and sorting that recall “papermen”. Yet, there is no extra-
27
ordinary record within this material. The singular difference is the
attention and awareness of the text, just as the map and route projected
on the screen made up of used paper documents such sameness, yet
awareness.
DA: And he does that not only by sharing his own urban experiences with
the visitors, but also through providing them with means of involvement
and giving them the opportunity to perform similar practices within
the installations. As in previous works, the installations request a certain
mode of ‘dwelling in’ from the viewer.
EÖ: Can Altay is not ‘producing’ issues. He intends to investigate and
express his existing issue, which enables him to be sincere, careful, and
informed. Such attention gives his work the potential to move beyond
jokes and illustrations by opening up the content for direct participation.
We can easily claim that Altay does not operate with the intention to
illuminate or explain things, on the contrary, he strives to see for himself.
And upon showing that striving, his ability to remove himself from
those personal experiences re-defines the hierarchy of relations between
work and audience, or even disrupts it! Once this hierarchy is done
with, the labour of the viewer in engaging with the work becomes an
experience of reception. That is not only the reception of the work, but
of oneself in the process.
28
Öngörülemeyen
Yeniden
Anlamlandırma
İlk olarak Benim Adım İstanbul sergisi kataloğunda yayınlanmıştır.
(ZKM, 2004).
Engin Öncüoğlu: İllüstrasyon ve resim arasındaki farkı keşfetmem ve
resimlerin hayata dair daha fazla anlam yüklendiklerini anlayabilmem;
bu eserlere dikkatle bakabilmem için; ‘yaş’ ve ‘malumat’ça olgunlaşmam
gerekmişti. Açıkçası, bu evreden önce bir çok illüstrasyonun ‘canlılığı’
bir çok resmin ‘görsel ifade’sinden çok daha değerliydi benim için.
Kavramsal sanat çerçevesi içinde beliren ve farklılaşan yapıtlarda; gerek
bu akımın teorisi ve gerekse bu akımın takipçileri, biraz önce bahsettiğim
olgunluğa ulaşamadıkları için; değerlendirme kriterleri müphemlik arz
etmektedir. Daha açık bir ifade ile; bu yapıtlar içinde ‘illüstrasyon’ ve
‘sanat’ değeri taşıyanların değerlendirilmesi son derece zorlaşmıştır.
Çağımız izleyicisinin ‘espri’ arayışı ve ‘hemen kavrayabilme’ arzusu
sadece kavramsal sanatı besleyen ana damarı tıkamakla kalmamakta,
aynı zamanda sanatçıyı ‘mesele’ sahibi kılmaktansa ‘espri’ arayışına
yöneltmektedir.
Deniz Altay: Oysa minibarlardan kağıtçılara, Can Altay’ın işleri bizi kentte
yolculuklara çıkarıyor. Onu takip ederek gündelik kentsel faaliyetlerle
ilgilenmeye başlıyoruz, sıradan kentliler olarak durduğumuz yeri
hatırlayıp, başkalarının varlığını görüyoruz. Altay’ın bize sıradan
beklenmedikler olarak tanıştırdığı ‘diğerlerini’ fark ediyoruz.
EÖ: “Kağıtçıyız”, dedi adlı çalışma, özellikle bu hususta farklılık arz ediyor.
“Ankara’da Genç Sanat” sergisinin tertiplendiği binanın tuvaletlerinde
‘günlük notlarını’ ifşa ettiği andan itibaren Can Altay’ın bir ‘mesele’si
Deniz Altay &
Engin Öncüoğlu
var. Her çalışmasında bu meselesine dair kurduğu yapıyı yükselttiğini,
temellerini de sağlamlaştırdığını görüyoruz. İlk çalışmasında şahsi
mahremini, umumi bir mahremde (WC) -adeta- teşhir ederek izleyicisinin
dikatini çeken Can Altay, sonraları yine günlük notları üzerinden
konularını tariflemiştir. Buradaki başarı, Can Altay’ın kişisel notlarından
bizi tamamen kendinin dışındaki bir meseleye yöneltmesi ve hatta bir
diğer katmanda ise yine kendine ait hayatının, bizimki ile örtüşen yanları
üzerinden herkesi yapıt içinde kendi tecrübesini tartmaya ve sorgulamaya
sevk edebilmesidir.
DA: Sonraki işlerinde Altay çoğu kentlinin ‘gözünden kaçan’ konulara
eğiliyor. Marjinal faaliyetler, bunların kendine has kentsel mekan
kullanımları ve ahali tarafından yaratılan mekanlar. Tıpkı minibarlarda
olduğu gibi, planlanmamış ve inşa edilmemiş, ama yine de Ankara’da
gençlerin alternatif gece faaliyetleri aracılığıyla ‘üretilmiş’ mekanlar.
İçme, sohbet etme, sosyalleşme faaliyetlerinin, bunlara imkan vermesi
düşünülerek üretilmemiş bir alanda gerçekleşmesi sonucu alt-üst edici
bir etkinliğe dönüşmesi. Benzer bir şekilde, “Kağıtçıyız”, dedi çalışmasında
Altay her büyük şehir sakini tarafından bilinen fakat göz ardı edilen,
resmi olmayan çöp toplayıcılarının faaliyetlerini incelemeye başlıyor.
EÖ: Can Altay’ın yapıtlarındaki bu potansiyel, sanatçının esas meselesine
derinlemesine vakıf olabilmemiz için gerekli olan bir açılımdır sadece.
Artık ‘öngörülemeyen yeniden anlamlandırma’ diye özetleyebileceğimiz
bu ‘mesele’ Can Altay’ın yapıtlarında son derece mütevazi, didaktik
olmaktan uzak ama -kabul etmek lazım ki- eni konu düşünülmüş ve
tartışılmış bir derinlikte ele alınmıştır.
Hatta “Kağıtçıyız”, dedi çalışmasının metninin sahip olduğu edebi altyapı
‘didaktik’ olma riskini de göğüslemiştir. Fakat esas itibarıyla; ‘temkinli’
ve ‘çekingen’ olmaktan uzak ‘ajitatif’, ‘provokatif’ bir metindir. Anlaşılan
o ki; Can Altay kendi yapıtının ‘öngöremeyeceği’ anlamlar kazanmasının
da önünü kesmek istememiştir.
Zira, Minibar projesine konu olan mekan ve kullanıcılarının ilişkilerini
tariflediğinde bu mekanları yaratanları ve o mekanları ‘planlanan’
çerçevede kullananları da aynı taktik ile ‘ajite’ etmişti.
DA: Kendi kişisel deneyimlerini ve gözlemlerini kayıt altına alarak Altay
kente alternatif bakma yolları öneriyor ve buna bağlı olarak da kentin
farklı okumalarına ulaşıyor.
EÖ: “Kağıtçıyız”, dedi işinin sergileme şeklini incelemek gerekirse (her
zaman olduğu gibi); Can Altay’ın günlük hayatını bir ‘envanter’
30
titizliğinde kayıt ve bu kayıtları ‘malzeme’ye tevîl ettiğini görüyoruz.
‘Malzeme’ hepimizin paylaştığı, belki ürettiği ancak fark edemediği bir
üründür, öyle ki: bir ‘kağıtçı’ gibi ‘seçme - eleme’ yöntemleri ile
oluşturduğumuz metinde bizim hayatımıza aykırı ve görmediğimiz bir
kayıt yoktur. Yegâne farklılık, metnin ‘farkındalığı’ ve ‘dikkati’dir.
Sergide, kullanılmış kağıtların arkasına yansıtılan haritadaki güzergah da
bu aynılığı ve farkındalığı -bir nevî- belgelemektedir.
DA: Hem de bunu izleyicilerle sadece kendi kentsel deneyimlerini paylaşarak
değil, aynı zamanda onlara da katılım imkanı vererek, enstalasyon
içinde benzer faaliyetler sergileme fırsatı sunarak yapıyor. Daha önceki
işlerinde de olduğu gibi enstalasyonlar izleyiciden bir tür “içinde yaşama”
hali talep ediyor.
EÖ: Can Altay bir mesele ‘üretmemektedir’. Var olan meselesini etraflıca
araştırma ve anlatma kaygısı ile hareket etmektedir ki; bu da ona
çalışmalarında içten, dikkatli ve donanımlı olmanın imkanını sağlamaktadır.
Bu hassasiyet, işlerini ‘espri’, ‘illüstrasyon’ olmaktan öteye taşıyan ve
izleyicinin paylaşımını arttırabilen potansiyeli sağlamaktadır. Rahatlıkla
şunu iddia edebiliriz; Altay birşeyleri aydınlatmak veya göstermek
kaygısı ile yola çıkmıyor; bilakis görebilme sancısını hissediyor. Bu sancıyı
bize aktarırkenki şahsi tecrübelerinin odağından kendini soyutlayabilme
becerisi ise izleyicisi ile arasındaki ilişkinin hiyerarşisini daha sağlıklı
bir şekilde tarif ediyor ve hatta, belki yıkıyor! Bu hiyerarşiyi yıktıktan
sonra, izleyicinin yapılan işi algılamakta göstereceği emek, sanatçının
işi kadar kendi ‘algısını’ da tartacağı bir deneyim haline dönüşüyor.
31
“We’re Papermen”,
he said.
2003
“Kağıtçıyız”,
dedi.
2003
P/S 32-33, ‘“We’re Papermen”, he said’, 2003.
Call me İstanbul (2004), ZKM, Karlsruhe
P/S 34-35, ‘“We’re Papermen”, he said’, 2003.
35mm Color Slides / Renkli Dialar
P/S 36, ‘“We’re Papermen”, he said’, 2003.
İstanbulEindhoven (2005), VanAbbe Museum,
Eindhoven (Photo / Foto: Peter Cox)
37
Micro-Politics
of the Everyday
Originally published in Frieze issue 92, 2005.
Can Altay studied architecture (Interior Architecture and Environmental
Design) before he began to exhibit as an artist, but his artworks are
more often studies of the unplanned, unforeseen and unsanctioned uses
of urban space. In 2001 he began to write about and document the
‘minibar’ phenomenon in his home city of Ankara, a scene that has its
counterpart in many other towns and cities around the world. The
minibars are not street parties exactly but informal, and technically
illegal, one-night happenings that colonise suitable gaps in the built
landscape -the spaces between apartment buildings- and turn them into
temporary open-air night clubs. Altay has filmed and photographed
the events, interviewed some of the participants and documented the
barriers put up by local residents to discourage them, and this material
is then presented alongside a small collection of classic texts on the
ideological construction of urban space. The texts have been annotated
by Altay with post-it notes, and the audience is encouraged to add their
own thoughts in the same format.
More recent works have applied similar methods -a mix of slideshows,
animations, videos, interviews and texts by Altay and others- to the
investigation of Ankara’s ‘papermen’, who are ragpickers and the city’s
unofficial recyclers, and, in a recent show at the Kunsthaus Dresden
(in collaboration with Deniz Altay), to unlicensed street traders. Informal
economies, clandestine organisations and the subversion and occupation
of urban space are alive and well, and Altay shows the city to be full
of spontaneous and self-regulating networks that have been largely
produced by failures in the formal system. His practice stands out from
other similar projects because it’s grounded in the city he lives in and
understands, and the investigations he undertakes have developed over
time. There’s a focus and a clarity to his field of study and each succeeding
work connects with the rest, building from a zeitgeisty survey of teenage
drinking into a genuine mapping of these twilight zones that are both
Will Bradley
literally outside the law and central to the life of the city. What links
them is the idea of the commons -not explicitly as a nostalgic or hopeful
longing for the recreation of pre-capitalist space, but in the simple
observation that, though modern urban public space is not common
space, social and economic pressures have led certain groups to claim it
as such even though they risk being criminalised in the process.
The work also addresses a kind of micro-politics in the specific sense of
everyday transaction and negotiation. This is seen for example in the
observation that, though the minibars are discouraged and constantly
moving from one spot to another to avoid harrassment, the participants
respect certain unspoken rules of behaviour that make it possible for
the authorities to tolerate them, or in the tight and defensive organisations
of the papermen and street traders that protect their meagre living from
those who are unfortunate enough to aspire to it. But, though the work
fits neatly into the neo-tradition of urbanism, it’s not polemical and it
doesn’t glamourise or flatten out its subjects to fit any particular
conclusion. There’s no utopianism here, just attention to real existing
situations. Added to this is a welcome awareness of the sometimes
uncomfortable relationships between document and theory or between
the observer and those observed, and of the uncomfortable nonrelationship of the art context to the field of action that is being
portrayed.
Perhaps in order to apply a similar logic within the art context itself, and
with a nod to the recycling methods of the papermen, Altay’s contribution
to the recent group exhibition ‘Art For...Part 2’ at Platform Garanti in
İstanbul was to appropriate the works presented in part one of the
show and reconfigure them. That show was then itself also appropriated
and the project continued through the next exhibition, ‘Normalization’,
with photographs, videos, drawings and installations from nineteen
artists now condensed, re-edited and woven together, accreting in a
corner of the exhibition space like a miniature shanty town on the edge
of the orderly and spacious curated show. Altay’s reworking suggested
the existence of other possible interpretations of the work, but, like his
research into the informal social and economic activity that appropriates
Ankara’s nominally public urban spaces, it also suggested the possibility
of alternatives to the architectural, economic and ideological framework
in which they were placed.
39
Gündelik
Mikro-Politika
İlk olarak Frieze sayı 92, 2005’te yayınlanmıştır.
Can Altay bir sanatçı olarak sergiler açmaya başlamadan önce mimarlık
(İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı) okumuş, ne var ki sanatsal çalışmaları
çoğunlukla kentsel mekanın planlanmamış, öngörülmemiş ve tasvip
edilmeyen kullanımları üzerine eğilmekte. 2001 yılında, kendi büyüdüğü
şehir olan Ankara’da, dünyadaki birçok başka şehirde de benzer
karşılıkları bulunan ‘minibar’ olgusu hakkında yazmaya ve kayıt tutmaya
başlar. Minibarlar aslında sokak partileri değiller, daha çok yapılı
çevrenin uygun aralıklarını -apartman aralarını- ele geçirip egemenliği
altına alan ve bu alanları geçici açık hava barlarına çeviren, teknik
olarak yasadışı, bir gecelik oluşumlar. Altay bu etkinlikleri fotoğraflayıp,
katılanların bir kısmıyla röportaj yapmış ve mahalle sakinlerinin
toplaşmaların önüne geçmek için inşa ettiği engelleri belgelemiş, ve tüm
bu malzemeyi kentsel mekanın ideolojik inşası üzerine yazılmış klasik
metinler arasından küçük bir seçki eşliğinde sergilemiş. Metinler Altay
tarafından ‘post-it’ler üzerine yazılmış açıklama notları ile bezenmiş ve
seyirciler de aynı formatta kendi düşüncelerini belirtmeye teşvik edilmiş.
Daha yakın zamanda yapılan işlerde de benzer yaklaşımlar kullanılmakta
- slayt gösterileri, animasyonlar, röportajlar, Altay ve başkaları tarafından
yazılmış metinlerden oluşan bir karışım - Ankara’nın ‘kağıtçıları’, kentin
gayriresmi geri dönüşümcüleri, çöp toplayıcıları hakkında yaptığı bir
inceleme için, veya son zamanlarda Kunsthaus Dresden’de (Deniz Altay
ile beraber) gerçekleştirdiği izinsiz işportacılar üzerine eğildiği sergi için
bir araya toplanmış. Kayıtdışı ekonomiler, yeraltı örgütlenmeleri, kentsel
mekanın alt-üst edilmesi ve işgali gibi durumlar hala capcanlı ayakta,
ve Altay da şehrin kendiliğinden gelişen ve kendi kurallarıyla işleyen
ağlarla dolu olduğunu ve bu oluşumların da çoğunlukla formel sistemin
eksiklikleri üzerinden oluştuklarını göstermekte. İşler, hem kendi yaşadığı
ve derinden anladığı şehirden temellenmeleri ile, hem de üstlendiği
incelemelerin uzun zaman içerisinde gelişmiş olması ile benzer projeler
arasından sıyrılmaktadır. Çalışma alanı net ve berraktır ve her yeni iş
Will Bradley
diğerlerine bağlanmaktadır; gençlerin içme alışkanlıkları üzerine günün
ruhunu yakalayan bir incelemeden yola çıkarak kent hayatı içinde temel
bir yer işgal eden ve aslında resmen yasadışı olan bu alacakaranlık
alanların özgün bir haritasını oluşturur. Aslında bu alanları biribirine
bağlayan, açık ortaklık fikridir; kapitalizm öncesi mekanın yeniden
yaratılması yönünde nostaljik ya da umut dolu bir hasretle değil belki
ama, modern kamusal kent mekanının ortak alan olmamasına rağmen,
sosyal ve ekonomik baskılar sebebiyle çeşitli gruplar tarafından, neredeyse
suç işliyor duruma düşme pahasına ortak alanmışçasına sahiplenilmeleridir.
Bu işler gündelik alışveriş ve pazarlıklar kapsamında bir tür mikro-politik
atıfta da bulunmaktadır. Örnek olarak minibarların engellenmeye
çalışılmasına ve bu tacizden uzak durmak için sürekli hareket halinde
olmalarına rağmen, yetkililerin onlara müsamaha göstermelerine sebep
olan bir takım yazılı olmayan kurallara uymaları veya kağıtçıların ve
işportacıların son derece kısıtlı da olsa yaşamlarını sağlayan bu işlere
göz dikecek kadar bahtsız durumda olanlara karşı, sıkı ve savunma
amaçlı örgütlenmeleri gösterilebilir. İşler kentçiliğin yeni-geleneklerine
tam oturuyor olsa da, hem polemikten hem de sonuca bağlama uğruna
parlatıp yüzeyselleştirmekten uzak durmaktadır. Burada bir ütopyacılık
söz konusu değil, sadece gerçek, yaşanan durumlara yönlendirilmiş bir
dikkat var. Bütün bunların üzerine bir de belge ve teori ya da gözlemci
ve gözlenen arasındaki huzursuzluk verici ilişkiye, ve aynı zamanda ele
alınan konu ile sanatsal bağlam arasındaki ilişkisizliğe dair bir farkındalık
da söz konusu.
Belki de benzer bir yaklaşımı sanat bağlamı içerisinde uygulamak ve kağıtçılara
da bir selam vermek maksadıyla, Altay’ın Platform Garanti’de
gerçekleştirilen grup sergisi ‘… için Sanat 2’ için hazırladığı iş, aynı
serginin birincisinde yer alan işleri dönüştürerek ve kendine mal ederek
tekrar sergilemekten oluşuyordu. Bu serginin tümü daha sonra tekrar
aynı sürece tabi tutularak proje bir sonraki sergi ‘Normalizasyon/
Makulleştirme’de devam etti; ondokuz sanatçının fotoğrafları, videoları,
çizimleri ve enstalasyonları yoğunlaştırılarak, yeniden gözden geçirilip
birarada örülerek sergi mekanının bir kenarına yığılmış, sanki düzenli
ve ferah, küratörlü serginin köşesine bir gecekondu mahallesi gibi
eklemlenmişti. Altay’ın yeniden ele alışıyla, işlerin farklı yorumlamalarının
olabileceğine işaret edilmekte; fakat Ankara’nın sözde kamusal kent
mekanlarını kendine mal eden enformel sosyal ve ekonomik etkinlikler
üzerine yaptığı araştırmasında da göründüğü gibi, aynı zamanda içinde
yer aldığı mimari, ekonomik ve ideolojik çerçeveye de alternatifler
önerilebileceği gösterilmektedir.
41
Interview 2/4
N: The next exhibition we explored together at Platform was “Art
For...” (implying Art for export) a series of three shows that
looked at the burgeoning interest in Turkey and its contemporary
art scene by those working within the arts in Europe. The series of
three shows started with two that hosted works which had been
shown in Europe or elsewhere but had yet to be shown in Turkey
and ended with the exhibition “Normalization”, which pushed
the notion further to delve into a variety of concerns about the
driving practice of ‘normalization’ both politically, socially and
personally. The first two shows in the series saw some works
being recreated for our space, but in more modest ways, such as
Cevdet Erek’s work “The 2nd Bridge” (2003) being scaled down
and a wall painting by Haluk Akakçe first shown in Italy
reinstalled in a more confined space; these ‘mimickings’ and the
idea of working to normalize our own process of curating the
show, resulted in your installation that initially condensed the
first show into the second and then the first two shows into the
third. Again the collaboration involved various other participants
as you included works by the other artists in the exhibition in
your own installation, sometimes asking them to recreate their
own works within this new context. This shift, from working
with the audience to working with other participating artists in
the same exhibition as yourself, seems to be a practice that now
drives many of your installations. Can you describe how the
installation in “Art For...” came about, how it was to work with
a group of artists selected by the curators and also how this
experience fed into following projects?
C: One can see it as a more violent gesture from my behalf in
comparison to the previous pieces, but looking back I can say this
was where the three pieces we’ve discussed so far culminated. In a way
the questions around exhibition-making and exhibition-space, return
November Paynter
& Can Altay
to the scene, bringing along the “unpredictable reconfiguration”
(to quote Engin Öncüoğlu) that was evident in the works that looked
into the city for their subjects. It also brought forward questions of
authorship, and the boundaries between the artist/work of art/
exhibition/audience, it’s like, where do they start and where do they
end? Or do they end? I was also a bit obsessed with the preconceptions of how the spaces for art function, such as the periodical
tabula rasa, the complete cleaning up of the space before each new
show, which relates to the notions of white-ness and neutrality,
which are not true! The physically claimed neutrality is a way to
undermine the socio-economico-political frames and infrastructure
of how art institutes function. So this action of condensing each
exhibition and keeping them in the space, with samples from the
original works, photographic documentation of installations, and
existing elements or furniture to be re-shaped and re-composed
within the same space, but for longer than usual durations and in
a periodically growing sense, was a way to intervene in and
reconfigure such pre-conceptions. It was also a challenge to the ‘very
short-term memory’ not only in art, but in life and politics, in a sense
how the city or the country does not tend to accumulate knowledge
of its recent past, and how it tries hard not to relate or learn from its
recent past. In the end the whole project involved many artists’
blessings, and agreement, as the original pieces were to be reconfigured. Not everybody agreed to this, I guess 2 out of 18 artists
disagreed, so I ended up showing only photos of their work, taken
by other people. However these were balanced with the more
inventive contributions, such as Leyla Gediz’s painting. The painting
she had shown in the first exhibition of the series belonged to
a collection who did not want to take the risk of showing the piece
within my constellation. After discussing this situation, Leyla painted
a detail of the original round canvas, in 1/1 scale again on a smaller
round canvas, which introduced further thoughts of originality,
reproduction, and art historical references via the painting being
a ‘detail view’ to the first painting. This was an expansion to the
original intentions, and really made the installation ‘grow’ and also
allowed me to act more freely in the second round of condensation,
of making the “Normalization” piece.
44
Söyleşi 2/4
N: Platform’daki bir sonraki sergi “... İçin Sanat” idi (ihraç için
üretilen sanatı ima eden); bu üç sergiden oluşan sergi dizisi
Türkiye’ye ve burada gelişmekte olan güncel sanat ortamına
yönelik filizlenen Avrupa merkezli ilgiye odaklanıyordu. Bu sergi
dizisi Avrupa’da veya başka yerlerde sergilenmiş ama daha önce
Türkiye’de seyirciyle buluşmamış işlere ev sahipliği yaparak
başladı ve ‘makulleştirme’ kavramının politik, sosyal ve kişisel
itkileri üzerine daha derin kaygılar içeren Normalization/
Makulleştirme sergisi ile nihayetlendi. İlk iki sergi Cevdet Erek’in
“2. Köprü” işinin ölçeği küçültülerek yapılması ve Haluk
Akakçe’nin ilk olarak İtalya’da sergilenmiş olan bir duvar
resminin muhtemelen daha sınırlı koşullarla tekrarlanması
örneklerinde olduğu gibi daha önce yapılmış işlerin daha mütevazı bir şekilde tekrar üretilmelerine de sahne oldu; bu ‘taklitler’
ve bizim sergiyi düzenlerken kendi küratörlük sürecimizi de
makulleştirmemiz fikri üzerine sen de enstalasyonunla önce birinci
sergiyi sıkıştırarak ikinci sergi içerisine yerleştirdin, sonra da ilk
iki sergiyi üçüncü sergi içinde sergiledin. Tabi bu işbirliğine de
çeşitli katılımcılar dahil oluyordu, ne de olsa sen kendi işin
içerisinde sergiye katılan diğer sanatçıların işlerine yer veriyor,
hatta kimi zaman onlardan kendi işlerini bu yeni bağlam içinde
yeniden üretmelerini istiyordun. Bu izleyici kitlesi ile birlikte
çalışma sürecinden, seninle aynı sergide yer alan diğer sanatçılarla
birlikte çalışmaya geçiş şimdilerde pek çok enstalasyonunda
kullandığın, işlerine yön veren bir uygulama oldu. “... İçin Sanat”
sergisindeki bu enstalasyonun nasıl ortaya çıktı anlatabilir misin,
aynı zamanda küratörler tarafından seçilmiş bir grup sanatçıyla
çalışmak nasıldı ve bu deneyim sonraki projelerini nasıl etkiledi?
C: Benim açımdan daha önceki işlere kıyasla daha şiddetli bir tavırdı
diyebilirim, ama şimdi geriye dönüp baktığımda, bunun bu ana
kadar tartıştığımız üç işin bir sonucu olduğunu da görüyorum. Bir
November Paynter
& Can Altay
anlamda sergi-leme ve sergi-mekanı çevresindeki sorunsal yeniden
beliriyor, bunun peşi sıra kente bakan işlerde belirgin olan (Engin
Öncüoğlu’nun deyimiyle) “öngörülemez yeniden anlamlandırma” da
ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda sanat işinin üretimi alanındaki hak
sahipliği meselesini ve sanatçı/sanat eseri/sergi/izleyici arasına
çekilmiş sınırları da sorguluyor; yani bu sınırlar nerede başlıyor ve
nerede sona eriyor? Ya da sona eriyorlar mı? O sıra sanat
mekanlarının nasıl işlediği ile ilgili kabullere de biraz takmış
durumdaydım, şu sürekli tabula rasa, her bir yeni sergi öncesinde
mekanın tamamen temizleniyor olması mesela beyazlık ve tarafsızlık
kavramlarına atıfta bulunuyor ki bunun aslı yoktur! Bu fiziki
tarafsızlık iddiası aslında sanat kurumlarının işleyişlerinin sosyoekonomik-politik sınırlarını ve yapılarını gizlemeye yarıyor. Bu,
sergileri sıkıştırma ve aynı mekanda tutma hareketi; orijinal işlerden
örnekler ile, enstalasyon-ların fotoğraflı belgeleri ile, mekan
içerisinde yer alan parçaların ve eşyaların aynı mekanda yeniden
düzenlenerek fakat alışılandan daha uzun sürelerle ve sürekli
büyüyerek, genişleyerek tutulması tavrı aslında bu kabullere
müdahale etmenin, onları yeniden şekillendir-menin bir yoluydu.
Hem de sadece sanat alanında değil hayatta ve politikada da
karşımıza çıkan ‘çok kısa-süreli hafıza’ hususuna bir meydan
okumaydı, kentin ve ülkenin yakın geçmişine dair bilgi
biriktirmemesi ve yakın geçmişle ilişkiye girmemek için özel bir çaba
sarf ediyor olmasına bir karşı durma mücadelesiydi. Sonunda proje
pek çok sanatçının kabulünü ve onayını almayı gerektirdi, ne de olsa
orijinal işler yeniden düzenleneceklerdi. Tabi bunu herkes kabul
etmedi, sanırım 18 sanatçı arasından ikisiydi, ben de onların işlerini
gösteren, başkaları tarafından çekilmiş fotoğrafları sergiledim. Ama
bu tür durumlar Leyla Gediz’in resmi örneğinde olduğu gibi, daha
yaratıcı katılımlarla dengelendi. Sergi dizisinin ilkinde sergilediği
resmin sahibi olan koleksiyon bu resmi benim düzenlemem içerisinde
sergileme riskini göze almayınca, Leyla orijinal yuvarlak tuvalin
içerisinden alınmış bir detayı 1/1 ölçekte daha küçük bir yuvarlak
tuval üzerine yeniden resmetti. Bu duruş orijinallik, reprodüksiyon,
ve sergiye dahil edilen resmin ilk resmin bir ‘detay görüntüsü’ olması
üzerinden sanat tarihi referanslı konulara da işaret etmekteydi.
Bu başlangıçtaki niyetlerin genişlemesine ve işin gerçekten de
‘büyümesine’ imkan verdi; benim de ikinci yoğunlaştırma sürecinde
daha serbest davranmamı ve “Makulleştirme” işini gerçekleştirmeme
olanak sağladı.
46
Normalization,
Parts 1 and 2.
2005
Normalizasyon,
1. ve 2. Taksit.
2005
P/S 48-50, ‘Normalization Parts 1 and 2 /
Normalizasyon 1. ve 2. Taksit’ Haluk Akakçe,
Can Altay, Yetkin Başarır, Cevdet Erek, Leyla
Gediz, Hatice Güleryüz, Gülsün Karamustafa,
Bülent Şangar, Seçil Yersel, Neriman Polat,
Osman Bozkurt, Köken Ergun, Esra Ersen, Erkan
Özgen, Şener Özmen with further contribution
by Oğuzhan Genç, Aslı Kalınoğlu, Kutlu Gürelli,
Sinem Kurultay katkılarıyla, 2005. Platform
Garanti, İstanbul (Photo / Foto: Laleper Aytek)
P/S 51, ‘Normalization Parts 1 and 2 /
Normalizasyon 1. ve 2. Taksit’, 2005. Platform
Garanti, İstanbul
P/S 52, ‘Normalization Parts 1 and 2 /
Normalizasyon 1. ve 2. Taksit’, 2005. Platform
Garanti, İstanbul (Photo / Foto: Oğuzhan Genç)
53
I can do that too!
Originally published in “Radikal” newspaper on 12th April 2005.
There is an exhibition worth checking out at Platform Garanti Contemporary
Art Centre. Perhaps there are two concurrent exhibitions worth seeing
and I would like to contemplate on which precedes or procreates the
other. First there are the striking yet delicate, arrogant but calm
photographs of Phil Collins, most of which we are familiar with, hanging
on the temporary wooden partitions. Inside is a competent and impressive
documentary on Tehran by Solmaz Shahbazi. The exhibition in Platform
is carefully and painstakingly organised from the walls to the way the
photographs are hung, from the way the video works are installed at
the room that used to be a cash vault, including the work desk attempting
to trigger interactivity. However, there is another element inside that
makes the exhibition this remarkable, and that is the ‘garbage gallery’
of Can Altay that has been steadily growing throughout the course of
the previous shows.
Like an amateur cook watching a cooking program on television and trying
to do the same at home on his own, Altay remakes the art works in
the previous exhibition in a clumsy but sincere manner. On the one
hand there are the pictures, videos and installations in the exhibition,
all dressed up and ready for the occasion, and on the other hand the
tiny exhibition of Altay envious, perhaps even jealous of them all. Yet,
the installation is not only platonic, it openly includes pieces of the
works, if not the works themselves. Therefore, it does not stiffen the
viewer; on the contrary, it does away with the hierarchy between the
viewer and the artist.
There is an interesting relation between the two exhibitions in the gallery:
Altay’s tiny exhibition of imitations is covering a bigger space as time
goes by. It is nearly becoming more impressive than the ‘real’ exhibition.
The waste of the previous real exhibition, an inept copy of some work,
leftover works or something that inspired them lie next to the exhibition
in an intimidating manner. For instance, the overhead projector that
Haluk Akakçe bases his work on, is the origin of the mural; just like
the score sheets of a composer. The ‘beautiful’ and refined works are
no longer sure of themselves, for they can guess, now that Can Altay
Serkan Özkaya
will be watching and ‘learning’/‘knowing’ them, he shall be imitating
them for the next exhibition in his ever expanding, invading corner.
Only thus are the works complete, the insecurity it spreads onto the works
that are not only beautiful in their form or content, but also inherently
through the way they are presented, makes this imitation-exhibition
all the more significant in terms of the recent speculations on curatorship.
By adding a model of his previous exhibition of assemblage into the show,
the artist does not hold himself back from playing small games that
would not escape the viewer. In fact he asserts that every single element
is there with good reason. Altay’s work lacks only one thing that we
are accustomed to seeing in exhibition halls: design. Altay does not
design, he simply sets out from necessity and sincerity. He might be
afraid of looking clumsy; yet, he does not overcome this, he prefers not
to. For both the artist and his masterpiece know by heart that they will
be much more ‘cool’ when they remain true to themselves.
I take my hat off.
55
Bunu Ben de
Yaparım!
İlk olarak “Radikal” gazetesinde, 12 Nisan 2005 tarihinde yayınlanmıştır.
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nde gerçekten görülmeye değer
bir sergi var. Belki de görülmeye değer iki sergi var aynı anda ancak
bunlardan hangisinin hangisini öncelediği ya da doğurduğu üzerine
düşünmek istiyorum. Öncelikle Phil Collins’in bir çoğuna aşina
olduğumuz çarpıcı ve ince, küstah ve sakin fotoğrafları geçici olarak
konuşlandırılmış tahta duvarlara asılı. İçeride Solmaz Şahbazi’nin çok
etkileyici, Tahran üzerine yetkin bir belgeseli var. Platform’da duvarlardan,
fotoğrafların asılma biçimlerine, videoların kasa dairesine yerleştirilmesinden,
sergide etkileşimi tetiklemeye çalışan çalışma masasına değin son derece
özenli ve görülesi bir sergi var. Ancak bu sergiyi bu denli başarılı yapan
bir unsur daha var içeride; o da Can Altay’ın bir kaç sergidir aynı
galeride sürdürdüğü bir nevi ‘çöp galeri’si.
Altay yapıtında, bir önceki sergide yer alan yapıtları sanki televizyonda
yemek pişirme programını seyretmiş sonra da kendi başına o güzelim
yemekleri evde kendi imkanlarıyla yapmaya çalışmış amatör aşçı gibi,
beceriksizce ama içtenlikle yanyana koyuyor. Bir yanda Platform’un
içerisinde süslenip püslenmiş, sergiye çıkacakları için özenmiş resimler,
videolar, enstalasyonlar; öte yanda ise bunları görüp onlara gıpta ve
biraz da haset etmiş Altay’ın sergiciği. Lakin sözkonusu yerleştirme
sadece platonik değil, düpedüz yapıtların kendilerini ya da parçalarını
da içeriyor. Bu nedenle izleyiciyi tutuklaştırmıyor aksine izleyici ile
sanatçı arasındaki hiyerarşiyi neredeyse ortadan kaldırıyor.
Galerideki iki sergi arasında ilginç bir ilişki var: Altay’ın taklit ettiği ve
uyguladığı sergiciği Platform’da gitgide daha fazla yer kaplıyor. Neredeyse
‘asıl’ sergiden daha görkemli bir hale geliyor. Bir önceki asıl serginin
atığı, biraz kötü bir kopyası, arta kalanları ya da ona ilham veren şeyler
serginin yanında bir yerlerde, tehditkar bir biçimde duruyor. Örneğin
Haluk Akakçe’nin yapıtının üzerine temellendiği tepegöz projeksiyon
bir anlamda duvar resminin dahi aslıdır; bestecinin nota kağıtları gibi.
Artık diğer ‘güzel’ ve özenli işler kendilerinden o kadar emin değil,
Serkan Özkaya
çünkü onlar da biraz seziyorlar ki bir sonraki sergide Can Altay onlara
da bakmış ve onları da ‘öğrenmiş’/‘bilmiş’ olacak ve kendi gitgide
büyüyen, işgal eden köşesinde onları da taklit edecek.
Ancak bu şekilde yapıtlar bütünleniyor, güzel oldukları sadece içerik ya
da biçimlerinden değil, sergileniş hallerinden de menkul olan yapıtlara
verdiği güvensizlik, bu taklit-serginin aslında son zamanlarda küratörlük
üzerine yapılan spekülasyonlar açısından da son derece anlamlı bir hale
bürünmesine yol açıyor.
Bir önceki toparlama sergisinin de maketini yaparak sanatçı, izleyicinin
farkedeceği küçük oyunlar oynamaktan da geri durmuyor. Aslında her
bir ögenin öyle ya da böyle özenilmiş biçimde orada bulunduğunu bize
gösteriyor. Altay’ın yapıtında sergi salonlarında görmeye alıştığımız
bir şey eksik: tasarım. Altay tasarımlamıyor, buna karşılık gereklilik
ve içtenlikten yola çıkıyor. Beceriksiz görünmekten korksa dahi bunun
önüne geçmiyor, geçmemeyi tercih ediyor. Çünkü sanatçı da, başyapıtı
da şunu biliyor ki, ancak kendi gibi olursa daha ‘cool’ olacak.
Şapka çıkarıyorum.
57
Possibilities of
Thinking & Doing
Originally published in Creamier: Contemporary Art in Culture (Phaidon
Press, 2010).
If the reflexivity of some artists is that of an aggressive engagement with
the unspoken hierarchies inherent within the field of visual art, Can
Altay’s study of the art world’s workings is one of concrete intervention
within the material space of the shows in which he partakes. Arguably,
since the term ‘intervention’ implies an element of interruption,
intermission and stoppage, something like an epistemic constipator, it
is perhaps an inappropriate term here: more than anything else, Altay’s
contributions enrich the respective possibilities of thinking and doing.
And yet, the idea of intervention seems the lesser evil when compared
to ‘contribution’, ‘installation’ or ‘sculpture’. The former term is too
generic, while the other two are both too self-sustaining, for Altay’s
work is wonderfully parasitical, in the best sense of the word.
The artist’s work in the early 2000s included the much-admired ‘Minibar’
projects, which documented, by way of various media, the semiimpromptu, nighttime street-corner hangouts of Ankara. They painted
a wistful picture of an ephemeral and vibrant community, the kind that
the art world always hopes to embody. Our field traditionally prides
itself in being unpredictable, flowing, effervescent, when in point of
fact it is as unpredictable, flowing and effervescent, as a bingo parlour
at best. In later work, Altay often intervenes directly in the exhibition
space by way of elements that might be called architectural, scenographic,
or even infrastructural.
Sometimes he goes a step further, as in the 2005 group show ‘Normalization’
at Platform Garanti, İstanbul, where he intelligently manipulated the
work of other artists by reshaping their pieces over the course of the
show. Working in close collaboration, he pushed them to rethink their
work and their modes of display, to consider ideas of sampling and
documentation, but also to ponder the possibilities of leaving traces in
Tirdad Zolghadr
the venue, post-exhibition. Tellingly, for an artist who engages in a
sophisticated way with all sorts of divisions of labor, the piece’s title
is followed by the names of the participating artists’ in alphabetical
order, followed by the names of those who assisted in the work’s
execution: ‘Normalization parts 1 and 2 / Haluk Akakçe, Can Altay,
Yetkin Başarır, Cevdet Erek, Leyla Gediz, Hatice Güleryüz, Gülsün
Karamustafa, Bülent Şangar, Seçil Yersel, Neriman Polat, Osman
Bozkurt, Köken Ergun, Esra Ersen, Erkan Özgen, Şener Özmen / with
further contributions by Oğuzhan Genç, Aslı Kalınoğlu, Kutlu Gürelli,
Sinem Kurultay..
59
Düșünmenin
ve Yapmanın
Olasılıkları
İlk olarak Creamier: Contemporary Art in Culture kitabında yayınlanmıştır
(Phaidon Press, 2010).
Bir kısım sanatçının çalışmalarında dönüşlülük (kendine-yansıtmacılık)
görsel sanatlar alanında hakkında konuşulmayan hiyerarşik yapılarla
giriştikleri saldırgan çarpışma sebebiyledir, halbuki Can Altay’ın sanat
dünyasının işleyiş biçimi üzerine yaptığı çalışmalar, içinde yer aldığı
sergilerin fiziki mekanında son derece somut birer müdahaledir. Şöyle
denebilir ki, terim olarak ‘müdahale’ bir tür kesilme, ara ve duraklama
çağrıştırır, sanki bilişsel kabızlık gibi, bu anlamda burada kullanılması
da uygun olmamakta; çünkü Altay’ın katkıları, herşeyden çok, düşünme
ve yapma olasılıklarını zenginleştirmekteler. Buna rağmen müdahale
fikri bile ‘katkı’, ‘enstalasyon’ veya ‘heykel’ ile karşılaştırıldığında
ehvenişer durmakta. Bu terimlerden ilki çok genel, diğerlerinin ikisi de
fazla kendi kendine yeter, ne de olsa Altay’ın işi şahane bir şekilde
asalakçadır, kelimenin ifade edebileceği en iyi anlamda.
Sanatçının erken 2000’li yıllarda yaptığı işleri arasında, birçok farklı medya
aracılığıyla Ankara’nın gece vakti köşebaşı takılma alanlarını belgelemiş
olduğu, kendinden çok bahsettiren ‘Minibar’ projesi de yer almaktadır.
Bu işler sanat camiasının her zaman içinde barındırmak isteyeceği
türden, geçici ama capcanlı bir topluluğun özlem dolu resmini çizmekteydi.
Bizim sanat dünyası geleneksel olarak tahmin edilemezliği, akışkanlığı,
fıkırdaklığı ile iftihar eder, ne var ki aslında olsa olsa bir ganyan bayii kadar
tahmin edilemez, akışkan ve fıkırdaktır. Daha sonraki dönem işlerinde
Altay çoğunlukla mimari, sahneleme ile ilgili ve hatta alt-yapısal denebilecek
unsurlar aracılığıyla doğrudan sergi mekanına müdahale eder.
Kimi zaman da bir adım daha ileri giderek, 2005 yılında Platform Garanti’deki
grup sergisi ‘Normalizasyon/Makulleştirme’de yaptığı gibi, son derece
Tirdad Zolghadr
zekice bir tavırla sergi süresince diğer sanatçıların işlerini yeniden
biçimlendirerek dönüştürür. Yakın mesafeden yürütülen bir ortak
çalışma ile sanatçıları işlerini, sergileme biçimlerini yeniden gözden
geçirmeye iter, örnekleme ve belgeleme üzerine düşünmelerini sağlar,
hem de aynı zamanda mekanda sergi sonrasına iz bırakma imkanları
üzerine kafa yormalarına neden olur. İkna edici bir tavırla, her tür iş
bölümü konusu ile incelikli bir şekilde ilgilenen bir sanatçıdan bekleneceği
üzere yapıtın başlığını katılımcı sanatçıların alfabetik olarak sıralanmış
isimleri izler, onları da işin gerçekleştirilmesine yardımcı olan kişilerin
isimleri takip eder: Normalizasyon 1. ve 2. taksit / Haluk Akakçe, Can
Altay, Yetkin Başarır, Cevdet Erek, Leyla Gediz, Hatice Güleryüz,
Gülsün Karamustafa, Bülent Şangar, Seçil Yersel, Neriman Polat,
Osman Bozkurt, Köken Ergun, Esra Ersen, Erkan Özgen, Şener Özmen
ve Oğuzhan Genç, Aslı Kalınoğlu, Kutlu Gürelli, Sinem Kurultay’ın
katkılarıyla...
61
Ey Ahali!
Setting a Setting,
Letting a Setting Go.
2007
Ey Ahali!
Düzeni kurmak ve
Kendi haline bırakmak.
2007
P/S 62-63, Ey Ahali! - Setting a Setting - Letting a
Setting Go, 2007. Solo Exhibition / Kiisel Sergi,
Spike Island, Bristol
P/S 64, ‘A Damaged Plane’, 2007 (front / ön) in
collaboration with William Duffin, Barnabas
Yianni and Luke Slater ibirliği ile. Spike Island,
Bristol
P/S 64, Performance by ‘Lead to Will’
Performansı. ‘A Damaged Plane’, 2007. Spike
Island, Bristol
P/S 65, ‘Exercises in Sharing: Aping Me, Aping
You’, 2007. Spkie Island, Bristol
P/S 66, Performance by ‘Cube Orchestra’
Performansı. ‘A Damaged Plane’, 2007. Spike
Island, Bristol
P/S 66, ‘It’s me Garden Innit?’, 2007 (front / ön).
Spike Island, Bristol
67
Niche
Communities
Originally published in Be issue 15, 2008.
The Mariannenplatz was blue with cops/
Meier started crying, must have been the tear gas./
And he asked a guy: “Say, is there a party today?”/
“Something like it”, someone said, “we’re occupying the Bethanien.”
“And we’re yelling out loud: You won’t get us out! This is our house...”
avowed Ton Steine Scherben in 1972, in a song reprised by Can Altay’s
installation and exhibition Setting a Setting/Forecasting a Broken Past
at the Künstlerhaus Bethanien in 2008. Long before he took up his
residency in Berlin, Altay had been interested in this song, which soon
became the rallying slogan of Berlin’s left-wing groupings, as an epitome
of longing and a surface for projection.
Although the virulent myth of the liberation of Kreuzberg and the current
situation are miles apart, in Altay’s view this song (at least seen from
afar) has always stood for a participatory and self-determinatory strategy
of appropriating public space. Altay’s soundwork Forecasting a Broken
Past at the entrance of the exhibition space enshrined this site-specific
reference in a mixture of songs from the 1970s and 1980s, while a wall
drawing highlighted one of the artist’s main fields of interest: the survival
strategies developed by humans and animals alike in a thoroughly
economy-oriented environment. The motif of Altay’s poster was a pigeon
feeding off a half-empty plate in a street restaurant -a bird that had
found a niche of survival in an urban environment. By designing an
urban map that spots social niches and questions today’s value system,
normative processes and consumerism, Altay asks what exactly constitutes
our environment and who decides over the accessibility and distribution
of public space.
Valeria SchulteFischedick
Can Altay, born in 1975 in Ankara, is one of those artists who make curating
rather superfluous to the extent that he develops complex and multilayered installations, expanding the genre into genuine exhibition
arrangements. Altay has studied interior architecture and design before
he earned himself a reputation as an artist, and to this day many formal
aspects in his works bear witness to this experience. The central piece
of his installation at the Künstlerhaus Bethanien was a wooden structure,
which was subdivided visually by individual patches of Astroturf whose
surface was echoed by a large mat of grass resembling a colour field
on the back wall. Visitors were invited to sit on the steps, browse
through the books in the small library it contained, read the journal
Ahali (which they could assemble themselves) or observe another central
piece integrated into the backside of this multifunctional structure: a
slide projection entitled Zoopolis, which forms part of the series Exercises
in Sharing, an ongoing analysis of the intrusion and survival of animals
and plants in the urban space.
Using simple materials, the similarly heterogeneous journal project, Ahali,
which is based on participation and networking, has been operated by
the artist for several years now. The Turkish word ahali refers to a
gathering of people at a certain time in a certain place, the community
being defined neither by kinship nor social background or religion.
Altay’s co-operation with the authors -mainly artists, curators and
architects- also abides by the principles of de-hierarchisation and
informal structuring: the contributors are invited to publish unpaid
texts, interviews, project descriptions or loose suggestions about topics
which are of particular interest to the artist, such as Co-Habitation and
Parasitical Practice, Recycling and Reconfiguration/Sustainable Excess
or Becoming Globe. The contributions -which can be assembled and
stapled together randomly by the exhibition visitor- are shown in a
different form each time; in this instance, they hang on the wall. With
the cover as the sole formal ordering element, the pamphlets are neither
numbered nor published regularly.
The above-mentioned library, in which Altay has gathered books that have
had particular influence on the authors of the journal, was another
important part of the installation. Besides science-fiction icons such
as Philip K. Dick and William Gibson, who are interested in alternative
discussions of societal conditions, it held books by deconstructivists
and post-structuralists such as Roland Barthes, and representatives
of postcolonial studies such as Achille Mbembe, heterogeneity,
69
de-hierarchisation of social relations and thinking from the fringes
being the keywords in Altay’s projects and social field research.
In a series of videos, photographs and texts started in 2001, Altay has been
dealing with the minibar phenomenon in Ankara, where empty spaces
in the city, sometimes squeezed between two houses or on a sidewalk,
are reused as non-profit meeting points and bars. They come into
existence thanks to the teenagers who attend them and bring along
drinks. Besides their informally subversive character, Altay also documents
the reactions of the house owners, neighbours and urban planners, who
progressively re-appropriate the “occupied” territories by putting up
gates or launching refurbishment works. Former minibars now frequently
hold commercial cafés hoping to profit from their reputation.
In ‘“We are Papermen”, he said’ (2003) Altay investigates the niche
existences of unemployed people who have developed a well-organised
substructure within Ankara’s waste disposal system. Even before the
bins have been emptied by official contractors, they collect and sell the
recyclable materials they contain. As in this case, Altay’s projects always
deal with democratic appropriation, markings of public and private
spaces, direct influence and Exercises in Sharing.
Can Altay was invited by Will Bradley to take part in How to Build a
Universe That Doesn’t Fall Apart Two Days Later, an exhibition held
in San Francisco that referred to the science-fiction novelist Philip K.
Dick. In an eponymous lecture (1978/85), Dick had stated: “I like to
build universes that do fall apart. [...] I like to see how the characters
in the novels cope with this problem. I have a secret love of chaos.
There should be more of it. Do not believe [...] that order and stability
are always good, in a society or in a universe.” Can Altay, who would
like to spare his protagonists the chaos and struggle for survival,
articulates his work around alternative survival strategies and tries to
gain new ground from these niches.
70
Niş Toplulukları
İlk olarak Be sayı 15, 2008’de yayınlanmıştır.
Mariannen meydanı masmavi doluydu polislerle/
Meier ağlamaya başladı, gözyaşartıcı gaz herhalde/
Sordu ordan birine “Bugün parti mi var?” diye/
“Onun gibi bişey”, dedi başka birisi, “Bethanien’i işgal ediyoruz.”
“Avazımız çıktığınca bağırıyoruz: Bizi atamazsınız buradan! Burası bizim
evimiz...” diyordu Ton Steine Scherben 1972’de, Can Altay’ın da
Künstlerhaus Bethanien’de, 2008 yılında, Setting a Setting/Forecasting
a Broken Past (Bir Düzenek Düzenlemek / Kırık bir Geçmişin Kehaneti)
isimli enstalasyonu ve sergisinde kullandığı bir şarkısında. Berlin’deki
misafir sanatçı programına katılmadan çok önce bu şarkı Altay’ın
ilgisini çekiyormuş, ve aynı şarkı kısa bir süre sonra Berlin’deki solcu
gruplaşmaların yürüyüş sloganları haline geldi, özlemin beden bulmuş
hali ve bir gelecek hayaline zemin olmak üzere.
Kreuzberg’in özgürleşmesi hakkındaki kışkırtıcı ve bulaşıcı efsane ile şu
an yaşanmakta olan gerçek durum birbirinden ne kadar uzak olsa da,
Altay’ın görüşüne göre bu şarkı (en azından uzaktan bakıldığında)
kamusal mekanı kendine mal etme açısından her zaman katılımcı ve
özgür irade yandaşı bir strateji önermekte. Altay’ın ses işi Forecasting
a Broken Past sergi mekanının girişinde, bu yerine özel referansı 1970’ler
ve 1980’lerden şarkılarla kutsamaktaydı; öte taraftan bir duvar resmi
sanatçının ana ilgi odaklarından biri olan, tamamen ekonomi-merkezli
bir çevrede insanlar ve hayvanlar tarafından geliştirilmiş hayatta kalma
stratejileri konusunu vurgulamaktaydı. Altay’ın posterindeki motif bir
sokak restoranında yarı dolu bir tabaktan yemek yiyen bir güvercindi
-kentsel çevre içinde kendine hayatta kalabileceği bir niş bulmuş bir
kuş. Bir kent haritası tasarlayıp, üzerinde sosyal nişleri işaretleyerek ve
günümüz değerlerini, kurallarını ve tüketimini sorgulayarak Altay,
içinde yaşadığımız çevreyi aslında nelerin oluşturduğunu ve kamusal
mekanın erişilebilirliği ve dağılımı hakkında kimlerin karar verme
hakkına sahip olduğunu soruyor.
Valeria SchulteFischedick
1975’de Ankara’da doğan Can Altay, küratörlüğü bir hayli fuzuli gösteren
sınırlı sayıda sanatçıdan biri; öyle ki gerçekleştirdiği karmaşık ve çok
katmanlı enstalasyonlar kimi zaman kendi türünün alışılmış sınırlarından
taşarak başlıbaşına birer sergi düzenlemesi halini almaya doğru genişlemekteler. Altay kendini bir sanatçı olarak kanıtlamadan önce iç
mimarlık ve tasarım eğitimi almış, ve yaptığı işlerin birçok yapısal öğesi
de bu deneyimi tasdikliyor. Künstlerhaus Bethanien’deki enstalasyonunun
merkezini oluşturan iş, üzeri parça parça yapay çimenle kaplanmış
ahşap bir yapıydı, arka duvarı kaplayan büyük çimen halı da bu yüzeyle
bir bağlantı kuruyor ve arka planı bir renk kaynağına dönüştürüyordu.
Ziyaretçiler basamaklara oturmaya ve yapının içerisindeki küçük
kütüphanedeki kitaplara göz gezdirmeye, (kendilerinin bir araya
toplayacakları) Ahali dergisini okumaya ya da bu çok işlevli yapının
arka tarafına eklemlenmiş bir başka önemli işi izlemeye davet ediliyorlardı;
Zoopolis isimli bu slayt projeksiyonu, Exercises in Sharing (Paylaşma
üzerine Alıştırmalar) başlıklı, hayvan ve bitkilerin kent mekanını istilası
ve bu ortamda hayatta kalma çabalarını ele alan bir dizi analizin bir
parçasını oluşturmakta.
Basit malzemeler kullanarak gerçekleştirilen, katılım ve ilişki ağları üzerine
kurulu heterojen bir yayın projesi olan Ahali, sanatçı tarafından uzun
yıllardır devam ettirilmekte. Belirli bir zamanda belirli bir yerde bir
araya gelen insan topluluğu anlamına gelen ahali kelimesinin tarif ettiği
bu topluluk ne bir akrabalık, ne de sosyal geçmiş ya da din ortaklığı
içermez. Altay’ın diğer yazarlarla - aslen sanatçılar, küratörler ve
mimarlar - kurduğu ortak çalışma yapısı da hiyerarşisizleşme ve enformel
yapılanma prensiplerine uyuyor: katkı verenler ücretsiz metinler,
röportajlar, proje tanımları veya sanatçının ilgisini çeken Co-Habitation
and Parasitical Practice (Ortak Yaşam ve Parazitlik Pratiği), Recycling
and Reconfiguration/Sustainable Excess (Geri Dönüşüm ve Yeniden
Biçimlenme/Sürdürülebilir Fazlalık) veya Becoming Globe (Küre Olmak)
gibi konularda gevşek önermeler yayınlatmakta. Sergi ziyaretçisi
tarafından biraraya getirilerek herhangi bir sıralamaya göre zımbalanarak
tutturulan bu katkılar her defa farklı bir şekilde sunulmakta; bu sefer
duvara asılı olarak durmaktalar. Tek biçimsel düzenleme aracı olan
kapakları ile bu risaleler ne numaralanmakta, ne de düzenli aralıklarla
yayınlanmakta.
Daha önce bahsi geçen, Altay’ın dergi yazarları üzerinde etkili olmuş kitapları
toplamış olduğu kütüphane de enstalasyonun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Heterojenlik, sosyal ilişkilerin hiyerarşisizleştirilmesi ve uçlardan
72
bakma gibi kavramların Altay’ın projelerinde ve sosyal alan araştırmalarındaki anahtar kelimeler olması sebebiyle kütüphanede Philip K.
Dick ve William Gibson gibi toplumsal koşulların alternatif tartışmalarını
yapmakla ilgilenen bilimkurgu ikonlarının yanısıra, Roland Barthes
gibi post-strüktüralist ve dekonstrüktivistler, ve postkoloniyal araştırmalar
yapan Achille Mbembe gibi yazarlar bulunmakta.
2001 yılında başladığı bir dizi video, fotoğraf ve metin ile Altay Ankara’daki
minibar olgusuyla ilgilenmeye başladı; kimi zaman iki bina arasına
sıkışmış ya da kaldırım üzerinde bulunan şehrin boş mekanları kar
amacı gütmeyen buluşma noktaları ve barlar olarak kullanılıyor. Bu
alanlar orada biribiriyle buluşan ve yanlarında içkilerini de getiren
gençler sayesinde hayat buluyorlar. Bu alanların enformel alt-üst edici
yapılarının yanısıra Altay işgal altındaki toprakları bahçe kapıları
taktırarak ya da yenileme amaçlı inşaat başlatarak sürekli tekrardan
sahiplenen ev sahipleri, komşular ve şehir plancılarının tavırlarını da
belgeliyor. Eskiden minibar olan alanlarda çoğu zaman, sanki bu alanın
itibarınden kar etmek istermişçesine kafeler kuruluyor.
“Kağıtçıyız, dedi” işinde (2003) Altay, Ankara’nın katı atık toplama sistemi
içerisinde kendilerine bir niş yaratmış olan son derece iyi örgütlenmiş
işsizlerin varoluşlarını inceliyor. Bunlar, daha resmi çöpçüler varilleri
boşaltmadan içlerindeki geri dönüştürülebilir malzemeyi toplayarak
satıyorlar. Bu örnekte de görüldüğü gibi Altay’ın projeleri her zaman
demokratik sahiplenme, kamusal alan ve özel mülk, doğrudan etki ve
Paylaşma üzerine Alıştırmalar ile uğraşmakta.
Can Altay 2006 yılında Will Bradley tarafından, bilimkurgu romanları
yazarı Philip K. Dick’e atıfta bulunan, İki Gün Sonra Yıkılmayacak bir
Evren Nasıl İnşa Edilir adlı sergiye katılmak üzere San Fransisko’ya davet
edilir. Aynı başlıklı seminerinde (1978), Dick şöyle demiş: “Ben aslında
yıkılan evrenler inşa etmeyi seviyorum. [...] Romanlarımda karakterlerin
bu gibi durumlarla nasıl başettiklerini görmek hoşuma gidiyor. Bende
gizli bir kaos aşkı var. Kaos daha yaygınlaşmalı. Düzen ve dengeliliğin
bir toplum ya da evren için her zaman iyi olduğuna [...] inanmayın.”
Kahramanlarını kaostan ve yaşam kavgası vermek zorunda olmaktan
esirgemek isteyen Can Altay, işlerini alternatif hayatta kalma stratejileri
etrafında kurgulayarak bu nişlerden yeni alanlar açmaya çalışıyor.
73
Setting
Ey
Ahali!a Setting,
Forecasting
Setting a Setting
a
Broken
Letting
a Past.
Setting Go
2008
Spike Island,
2007
BirAhali!
Ey
Düzenek
Düzenlemek,
Düzeni kurmak ve
Kırık
Geçmişin
Kendibir
haline
bırakmak
Kehaneti.
Spike Island,
2008
2007
P/S 74-75, Setting a Setting - Forecasting a
Broken Past, 2008. Solo Exhibition / Kiisel Sergi,
Künstlerhaus Bethanien, Berlin (Photo / Foto:
Davdi Brandt)
P/S 76, ‘This Pigeon went to the City’, ‘This
Pigeon went to the Forest’, 2008. Künstlerhaus
Bethanien, Berlin
P/S 77, ‘Setting Nummer Zehn’ with / ile
‘Zoopolis’ and / ve ‘Ahali Library’, 2008.
Künstlerhaus Bethanien, Berlin (Photo / Foto:
David Brandt)
P/S 78, ‘Setting Nummer Zehn’ with / ile ‘Ahali
Library’, 2008. Künstlerhaus Bethanien, Berlin
(Photo / Foto: Takako Hasegawa)
P/S 78, ‘Ahali’ Journal / Dergi. Künstlerhaus
Bethanien, Berlin (Photo / Foto: Takako
Hasegawa)
79
Interview 3/4
Deposit (Spring Deficit: after Dubai, after Hammons, and after the politics of white noise),
2008.
N: The work you proposed for the exhibition “New Ends Old
Beginnings” that I curated in 2008 for the Bluecoat gallery in
Liverpool was a very different kind of piece. This time the
curatorial request was that you respond to your experience of
having spent time in Dubai. Was this an unusual experience for
you given that so many of your art installations deal with the
space of the gallery and the cross-referencing of your work in
relation to the other works being exhibited? Perhaps you can
describe “Deposit (Spring Deficit: After Dubai, After Hammons,
and after the politics of white noise)”, 2008 and how it came
about to be a more formal sculptural embodiment?
November Paynter
& Can Altay
C: think that cross-referencing still exists in the piece, but I can also
say it was my take on making a self-contained work, producing an
object/system, and taking responsibility of its existence, in the world
of singularities. That cross-referencing eventually exists as the mirror
surface captures its surrounding and those who are looking at the
piece. But perhaps I should first tell a bit of the ideas that made it.
“Deposit (Spring Deficit: After Hammons, After Dubai, and after the
politics of white noise)” is a sculpture, which operates mechanically
as a fountain, a fountain that mobilizes sand instead of water, a sand
fountain. The sculpture works through the range of potentials
a fountain holds. From historically being the key representation of
wealth and power, to its religious connotations, to the idea of the
‘spring’; from its uses as public service, charity, to symbolic prestige,
to its function as acoustic blockage in meetings on diplomacy; from
its importance in Baroque to its unavoidable resonance in 20th
century art. I titled the piece before the global crisis emerged, but I see
it resonating well with the conditions of today. An aspect related to
Dubai is its reflection of Western Discourses; it is a sort of mirrorworld where certain things reflect obliquely, or are simply reversed;
all the while what constitutes both sides remains as a set of conditions
that are rooted in simple capitalism as much as its advanced
corporate development. The fountain that remains a fountain but
strives to function with sand instead of water is an attempt to pin
down that moment of mirroring, not only to illustrate but to
commentate via a singular sculptural object (a totality – that
circulates grains of sand) instead of other representational or
documentational tools and narratives.
The process of making the piece was also interesting. After your
invitation/commission and after deciding on the main principles and
title, for a long time I discussed with Paul Bartlett, a friend and
robotics wizard, about possible ways of making the fountain fully
function: as a closed circulation system that works with sand. We
looked at mechanical devices used for grains or sanitary powders, I
also started looking into what else was available, but all the time the
piece was growing more complex and much larger than necessary. It
was a focused brain-storm sketching session with Aslı Kalınoğlu,
during a train-ride, that first made me realise we could simplify the
piece by chopping out certain mechanisms, forms and all that was
unnecessary, until we came to the point that the movement of sand
82
was not necessarily through circulation (which was Hammons’ way),
instead it could be achieved through sound - and we had already
considered sound as integral to the piece. So, sand, sound, mirror,
and pond or pool came together in the final form as Deposit.
CloudCrowdCloud, 2009. There is No Audience, Montehermoso, Vitoria-Gasteiz.
N: I am intrigued to learn more about another recent installation that
you have created for the exhibition “There is no Audience”
curated by Adnan Yildiz. Although I did not see the exhibition,
from the documentation it felt very much that your structures
created a pivot for the other works in the show to gather around.
How do you see the relationship between the other works in this
exhibition and your intervention in terms of the way it changes
the environment, via its semi-functional gesture, for all the
participants? Was your response a comment on the ironic
proposal of the title?
C: “CloudCrowdCloud” (2009) was the piece I developed for that
show at Montehermoso. It follows a body of work which I broadly
call “setting a setting”. Basically looking into the exhibition space,
and the art institute, via their promise of public-ness, or rather
asking whether the art context can still offer at least a simulation of
a public space. And to do this the piece reproduces very fundamental
architectural elements, becomes something between a backdrop,
83
sculpture, an architectural setting, open for use or viewing, but also
employs an additional narrative, which brings the piece from mere
furniture to a discussion. Here, this narrative is supported by
a footnote, a series of posters pasted all over the back surface of
the structure, telling about a scene from the film “3 Days of the
Condor” which suddenly surfaces questions about where we stand
and how the work can be seen. The addition of a photo that shows
a pigeon descending stairs in the town-center further complicates
things. The whole setting locates at a very central spot in this
corridor-like space -there is also the curator’s contribution to an
extent here, especially in terms of other artists’ works and how
“CloudCrowdCloud” locates amongst them. The piece forms further
corridors and thereby multiplies a small space, into an experience of
complexity. This was something I previously tried in my solo-show
at the Kunstlerhaus Bethanien (“Setting a Setting / Forecasting
a Broken Past”), where the setting was formed to bring together very
different works of mine, by placing these large steps, like a miniauditorium, which created sub-spaces and supra-spaces in a very
small room. I guess these works all try to construct certain complex
systems, to be inhabited and used in some ways, determined or not,
and also to let go of their possible interpretations through use. “A
Damaged Plane” which played the central role in my solo exhibition
at Spike Island (“Ey Ahali! / Setting a Setting / Letting a Setting Go”)
further embraces this reconfiguration, through its open and invited
uses by, amongst others, musicians and sound artists, where each
performer had interpreted the setting, while having to reconfigure
their own practice and their own habits of performance, as these
settings are always slightly dysfunctional.
84
Söyleşi 3/4
N: Benim 2008 yılında Liverpool’daki Bluecoat galerisi için
düzenlediğim “New Ends Old Beginnings” adlı sergi için önerdiğin iş tamamen farklıydı. Küratör olarak talebim, Dubai’de
vakit geçirmiş biri olarak bu deneyimi aktaracak bir iş üretmendi.
Senin çoğu sanat yerleştirmelerinin mekan olarak galeriyle
uğraştığı ve işlerinin birlikte sergilendikleri diğer işlere referanslı
olduğu düşünülürse bu senin için sıra dışı bir deneyim miydi?
Belki “Deposit (Spring Deficit: After Dubai, After Hammons, and
after the politics of white noise)” işini ve bu işin nasıl daha formel
heykelsi bir biçimde çıktığını paylaşabilirsin bizimle?
C: Bence bu iş de hala çapraz referanslı çalışıyor, ama aynı zamanda
bu benim kendi kendine yetebilecek, müstakil bir iş yapma, bir
nesne/sistem üretme ve tekillikler dünyasında onun varlığının
sorumluluğunu alma yolunda gösterdiğim bir çabaydı. Çevresindeki
diğer işlerle bağlantısı da ayna yüzeyinin çevredeki her şeyi ve işe
bakan herkesi zapt etmesiyle var oluyor. Ancak sanırım önce bir
miktar işin ardındaki fikirlerden bahsetmem gerek.
“Deposit (Spring Deficit: After Hammons, After Dubai, and after the
politics of white noise)” bir heykel; mekanik bir çeşme olarak işleyen
bir heykel, su yerine kum akıtan bir çeşme, bir kum fiskiyesi. Heykel
bir fıskiyenin sahip olduğu potansiyeller üzerinden çalışıyor. Tarihsel
olarak zenginlik ve gücün anahtarı olmaktan, içerdiği dini
anlamlara, ‘kaynak’ fikrinden, kullanım olarak kamusal hizmet
aracı, hayrat ve sembolik saygınlık için kullanılmasına, diplomatik
buluşmalarda akustik bariyer işlevine, Barok dönemdeki öneminden,
20. yüzyıl sanatındaki göz ardı edilemez yankısına kadar her
yönüyle. İşin ismini küresel krizin ortaya çıkmasından bir hayli önce
koymuş olmama rağmen günümüz koşulları çerçevesinden baktığımda hala yankılandığını görüyorum. İşin Dubai ile ilişki kuran bir yanı
buradaki Batılı söylemin yansımasıdır; belirli şeylerin çarpık olarak
ya da basitçe ters olarak yansıdığı bir tür ayna-dünya olması; buna
November Paynter
& Can Altay
rağmen her iki tarafı da meydana getiren koşullar basit kapitalizmden ve onun ileri düzey kurumsal gelişiminden kaynaklanmaktadır.
Çeşmenin bir çeşme olarak kalması fakat su yerine kum ile çalışmaya
çabalaması bu yansıtma anını raptetmeye çalışmaktadır, sadece
örnekleyerek değil, diğer temsili ya da belgeleyici araçlar ve anlatılar
yerine tekil bir heykelsel obje aracılığıyla (kum taneciklerini devridaim ederek) konuya dair bir yorumda bulunmaktadır.
Deposit (Spring Deficit: after Dubai, after Hammons, and after the politics of white noise),
2008.
İşin yapılma süreci de ilginçti aslında. Senin davetin üzerine, işin
temel prensiplerine ve ismine karar verdikten sonra uzunca bir süre
arkadaşım ve bir robotik dahisi olan Paul Bartlett ile kapalı devre
devridaim sistemi olarak kum ile çalışacak, tamamıyla işlevsel bir
çeşmenin nasıl yapılabileceğinin yollarını araştırdık. Tohumlar ve
diğer temizlik amaçlı tozlar için kullanılan mekanik gereçleri
araştırdık, ben aynı zamanda hazır olarak bulunabilecek araçları
gözden geçiriyordum, fakat bütün bu süre boyunca iş giderek
karmaşıklaşıyor ve gereğinden büyük bir hal alıyordu. Bir tren
yolculuğu sırasında Aslı Kalınoğlu ile birlikte yaptığımız yoğun bir
beyin fırtınası ve eskiz seansı, işi bazı mekanizmaları, formları ve
gereksiz olan herşeyi eksilterek sadeleştirebileceğimi fark etmemi
sağladı ve sonunda öyle bir noktaya vardık ki kumun hareketinin
86
devridaim olmak zorunda olmadığını (ki bu Hammons yöntemiydi)
bunun ses ile sağlanabileceğini düşünmeye başladık -ki sesi işin bir
parçası olarak kullanmaya zaten uzun süreden beri niyetliydik. Ve
sonunda kum, ses, ayna ve havuz nihai şekillerini alarak Deposit’i
oluşturdu.
N: Ben yakın zamanlarda Adnan Yıldız tarafından düzenlenen
“There is no Audience” başlıklı sergi için hazırladığın enstalasyon
hakkında da daha fazla bilgi almak isterim. Sergiyi görmemiş
olmama rağmen fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla sanki senin
kurduğun yapılar sergideki diğer işlerin çevresinde toplanacağı
merkezi bir eksen oluşturuyor gibi görünüyor. İşinin yarı işlevsel
tavrı ile tüm sergi ortamını değiştiriyor olduğunu düşünürsek, bu
sergideki diğer işlerle senin müdahalenin ilişkisini nasıl
görüyorsun?
C: Montehermoso’daki bir sergi için oluşturdum “Cloud Crowd
Cloud”u (2009). Bu benim genel başlık olarak “setting a setting”
(bir düzenek düzenlemek) adını verdiğim bir işler bütününün
parçasıdır. Bu tür işlerim sergi mekanına veya sanat kurumuna
kamusal olma vaadi üzerinden bakmak, ya da daha doğrusu sanatsal bağlamın burada en azından bir kamusal alan simulasyonu
oluşturmaya imkan verip vermeyeceğinin sorgulaması üzerinden
şekilleniyor. Bunun için mekanda temel mimari elemanlar,
kullanılmak veya sadece izlenmek amacı ile gerçekleştirilmiş bir
arka plan, bir heykel, bir mimari düzenleme arasında bir yerlerde
dururlar, fakat iş genelde ek bir anlatı içerir ki mobilya olmaktan
öte bir tartışma doğurabilsin. Bahsedilen anlatı bir dipnot ile
desteklenmektedir; yapının arka yüzünün tümüne yapıştırılmış
“Akbabanın 3 Günü” filminden bir sahneyi anlatan bir dizi poster
nerede olduğumuz ve işe nasıl bakılacağı konularında soruların
belirmesine yol açar. Bütün bunlara bir de kent merkezinde merdivenlerden inmekte olan bir güvercin fotoğrafının eklenmesi her şeyi
daha da karışık hale getirir. Tüm bu düzenleme bu koridorumsu
mekanın içinde merkezi bir konumda yer almaktadır -ki burada
küratörün katkıları söz konusudur, özellikle diğer işlerle gireceği
ilişki açısından. Yapıt yeni koridorlar oluşturup bu küçük mekanı
çoğaltarak bir karmaşıklık deneyimi yaratmaktadır. Bu benim
Künstlerhaus Bethanien’deki kişisel sergimde (“Setting a Setting /
Forecasting a Broken Past”) daha önce denemiş olduğum bir şey idi;
oradaki düzenek benim farklı işlerimi bir araya getirmek için
87
kullanılmış; bir mini-oditoryumu andıran büyük basamaklar çok
küçük bir oda içerisinde alt-mekanlar ve üst-mekanlar yaratılmasını
sağlamıştı. Sanırım tüm bu işler karmaşık sistemler inşa ederek, daha
önceden belirlenmiş olan ya da olmayan bir şekilde içinde yaşanılmasını ve kullanılmasını sağlamak, ve doğabilecek manaları kendi
haline bırakmak yolunda birer çaba. Spike Island’daki kişisel
sergimde (“Ey Ahali! / Setting a Setting / Letting a Setting Go”)
merkezi bir rolü olan “A Damaged Plane” işi bu anlamlandırma
durumunu daha da fazla kucaklar, çoğunlukla müzisyenlere ve ses ile
çalışan sanatçılara yönelik, açık ve davet esaslı işleyen yapısı içinde her
bir icracı düzeneği yeniden yorumlamak, kendi işlerini de tekrar
biçimlendirmek, performans alışkanlıklarını değiştirmek zorunda
kalıyordu çünkü düzeneklerimin hepsi biraz işlevsel bozukluk içerir.
CloudCrowdCloud, 2009. There is No Audience, Montehermoso, Vitoria-Gasteiz.
88
PARK: Probably.
2010
PARK: bir ihtimal.
2010
P/S 90-91, PARK: bir ihtimal, 2010. Collective
Project / Kollektif Proje. Niantaı Cumhuriyet
Parkı, İstanbul (Photo / Foto: Laleper Aytek).
P/S 92, Future Anecdotes ‘Signpost / Tabela’,
2010 (Photo / Foto: Laleper Aytek).
P/S 92, PARK: bir ihtimal, 2010. Overview /
Genel Görünü (Photo / Foto: Laleper Aytek).
P/S 93, Sinek Sekiz ‘Vegetable Beds / Kent
Bostanı’ (front / ön); PARK collective ‘Audio
Guide / Dinle Gez’ (back / arka), 2010 (Photo /
Foto: Laleper Aytek).
P/S 94, Sinek Sekiz ‘Vegetable Beds / Kent
Bostanı’ (left / sol); PARK collective ‘Ahap
Tünek’ (right / sağ), 2010 (Photo / Foto: Laleper
Aytek).
P/S 94, Nils Norman ‘Public Workspace
Playscape Sculpture İstanbul / Kamusal Çalıma
ve Oyun Alanı Heykeli İstanbul’, 2010 (Photo /
Foto: Laleper Aytek).
95
Interview 4/4
N: The previous question leads into a larger and ongoing
conversation about your position as an architect/artist and how
you relate/explore/distinguish your roles within each discipline.
The 4th Architecture Biennale in Rotterdam, must have presented
a new direction in that you as the co-curator were inviting others
to respond to questions that you have been raising within your
independent practice. How do you find balance and remain
focused when your own role appears to shift and change so often
and how do you manage to keep others engaged and responsive
to these ambiguities of authorship?
C: That’s something I haven’t resolved fully, and I am questioning
more and more whether I should distinguish my position in terms of
these defined disciplines. I am deeply interested in the historical
constructions around art, and see my work primarily within that
universe. On the other hand I am engaged in thinking about ‘space’
as that vital prosthesis which is manifested always already in how we
live, and which can only be seen as a complex construct that involves
politics, economics, and the social along with physical presence. And
cities as ever-changing, multi-layered systems, like the art context,
where I have high hopes and belief in that their ‘ways’ need constant
challenge, and their rules and pre-conceptions need to be pushed for
further re-configuration if not transgression. There is not necessarily
an ultimate, final, best condition, but spaces deserve making and
re-making, if we agree that there are still things that one is able to
achieve, and that a better way is always a promise.
The exhibition “Refuge: architecture for unbound spaces” which I
co-curated with Philipp Misselwitz, initially for the 4th Rotterdam
Architecture Biennial, and later for our own expanded version in
İstanbul, titled “Open City İstanbul”, was a project that looked into
cities mainly in the region of Turkey/Middle East (with their
counterparts in Europe or elsewhere). We looked at architectural
November Paynter
& Can Altay
and urban practices that really challenged the existing modes of
practice, while producing work that fundamentally holds a clear
position against the power-oriented production of space (be it in
neo-liberalism, state oppression, or boundary-maintaining), practices
that place themselves in a grid full of conflicts, and still act to find
inventive ways of providing-, preventing-, improving-, dismantlingthe conditions of “refuge” when and where necessary. It was also
a way of valuing this work, providing alternatives to given modes
of practice, and also bringing forth severe issues about cities, spaces,
and of course people, that are still in need of fundamental rights,
spatial justice, and if we may call it so, a civic existence.
Another project that I have been working on, which is called
“PARK: bir ihtimal” in a sense brings together all these discussions
about space, authorship, collaboration, the city and public space, for
the first time, taking place literally in ‘the open’. This project acts
within the immediacy of a public audience, as it is located in
a park, in the center of İstanbul. It is a small park, yet it is quite
crowded, and forms a complex eco-system almost mimicking the
whole city. What is again at stake is a kind of collaboration, initially
with the group of contributors I invited, and the public, the audience,
the passer-by, but also the people who live and work at the park,
both officially and unofficially. The project also clashes very
individual practices into a whole, to the point that you don’t
necessarily perceive any autonomy within each piece. This has to do
with the way these works are held together, but also with the very
nature of the park, in which every object, every thing, every body,
can become something between a contribution and an intervention,
which can then add on to this complex eco-system. I invited Nils
Norman, whose ideas on public space, ecological discourse, DIY,
and the so-called “creative classes” contribute perfectly to the
context; Ceren Oykut with her landscape drawings that depict the
urban transformation of İstanbul vividly; the publishers and
gardeners collective Sinek Sekiz grow vegetables in our urban
orchard; the design studio Future Anecdotes provided the signage
which is an integral element in the whole, as well as the publication;
and a collective work-force of a small group of young artists and
architects who have collaborated with me to develop the pieces and
elements that bring the pieces together as well as relating the whole
project directly to the park context.
98
N: To conclude, there is one question I have wanted to ask for
a while and especially since we recently composed a piece for
DOMUS together along with Asli Kalinoglu that referred back
to a couple of works including “Exercises in Sharing: Aping Me
Aping You” (2007). Where, when and how did your fascination
with pigeons come about?
Pigeony, 2004.
C: Well, I guess it starts from a certain fear and hatred that I
eventually reconciled. But the first piece I can recall, was a small
drawing which accompanied a photograph, taken at a train station
in Germany, dated 2004. Later on, “Exercises in Sharing” became
this wider frame within which I presented a pack of chips (the local
delicacy) to an urban fox (the local beast) in Cork; collected a vast
amount of images of plants and animals that inhabit cities, including
that photograph of a pigeon eating from a plate in a pub in Bristol;
and proposed an immaterial monument that would partially shatter
the possessiveness of pigeon-breeders in Cairo. But this piece with
the bread and the defensive pins was the first in the series of works
which for me kept on swinging between polemic and archive; between
constellations of images and questions of display; between gestures
that relate to the ages old separation of “man” (I don’t say human)
and “animal”, to issues of sovereignty, hegemony, and freedom.
Yet, to answer on a slightly different note: pigeons are people.
99
Söyleși 4/4
N: Bir önceki soru bizi senin bir mimar/sanatçı olarak konumuna
ve senin her bir disiplin içindeki rollerinle nasıl ilişkilendiğine,
rolleri nasıl sınadığına ve birbirinden nasıl ayırdığına dair daha
geniş ve devam edecek bir konuşma alanına doğru çekiyor.
Rotterdam’daki 4. Mimarlık Bienali sana takip edebileceğin yeni
bir yön olanağı sunmuş olsa gerek çünkü eş-küratör olarak bu
sefer sen başkalarını kendi çalışmalarında kullanmakta olduğun
sorulara cevaplar üretmeye davet etme fırsatı yakalamış oldun.
Kendi rolün bu kadar sıklıkla kaymakta ve değişmekte iken denge
ve odaklanma imkanını nasıl yakalıyorsun; ve bu müellifliğe dair
belirsizlikler konusunda diğerlerini ilgili ve hevesli tutmayı nasıl
beceriyorsun?
C: Bu benim de henüz tamamıyla çözebilmiş olduğum bir konu değil,
giderek acaba gerçekten bu belirli disiplinler açısından kendi
pozisyonumu belirlemeli miyim diye sorguluyorum. Sanat alanında
oluşturulan sanat tarihsel kurgular benim çok ilgimi çekiyor ve ben
de işlerimi esasen bu evrenin bir parçası olarak görüyorum. Diğer
taraftan yoğun bir şekilde hayati bir protez olarak ‘mekan’ hakkında
düşünmekteyim, ki bu fiziki varlığının yanı sıra siyasi, ekonomiye
dair ve sosyal olanı içinde barındıran karmaşık bir yapı. Ve tabi aynı
sanat alanındaki gibi sürekli değişen, çok katmanlı sistemler olarak
kentlerle ilgileniyorum; ümidim ve inancım kentlerin var oluş
‘yolları’nın sürekli zorlanmasında, kentlerin kuralları ve kabulleri
aşılacak olmasa bile en azından sürekli yeniden şekillendirilmek
zorundalar. Belki hiçbir zaman en esaslı, nihai, en iyi durum diye bir
şey yok ama buna rağmen mekanlar yapılmayı ve tekrardan
yapılmayı hak ediyor, tabii eğer insanın her zaman gerçekleştirmek
için uğraşabileceği bir şeyler olduğuna ve ‘daha iyi’sinin hep bir vaat
olarak ufukta yer alacağı konusunda hemfikir isek.
Philipp Misselwitz ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğim “Refuge:
architecture for unbound spaces” (Sığınma: sınırsız mekanlar için
November Paynter
& Can Altay
mimarlık) sergisi ilk önce 4. Rotterdam Mimarlık Bienali için
gerçekleştirildi, daha sonra da İstanbul’da bizim kendi genişletilmiş
versiyonumuz olan “Open City İstanbul” (Açık Şehir İstanbul)
projesine dönüştü. Bu proje yoğunlukla Türkiye/Orta Doğu
bölgesindeki kentleri (ve Avrupa ve dünyanın başka yerlerindeki
denk veya ilişkili koşulları) konu alıyordu. Halihazırdaki çalışma
biçimlerini sorgulayan mimari ve kentsel uygulamaları incelemeye
çalıştık ve bu süreç içindeki tavrımız açıkça güç-odaklı mekan
üretimine karşı duruyordu (ister neo-liberal olsun, ister devlet
baskısıyla ya da sınır koruma amaçlı). Kendilerini çelişkilerle örülmüş
bir ağın içine sokup, gerekli olduğu yer ve zamanlarda “sığınma”
koşullarını sağlamak, önlemek, geliştirmek veya tasfiye etmek
yolunda yaratıcı çözümler bulmayı başarabilen uygulamaları ele
aldık. Sergi bu tür işlere değer vermenin de bir yoluydu, alışılmış
uygulama tarzlarına alternatifler sunmak ve kentler, mekanlar ve
insanlar üzerinden temel haklar, mekansal adalet ve sivil varoluş
hakkı gibi ciddi konuları gündeme getirmekti.
Üzerinde çalışmakta olduğum bir başka proje olan “PARK: bir
ihtimal” bütün bu müelliflik, işbirliği, kent ve kamusal alan gibi
tartışma konularını bir araya getiriyor ve bunu ‘ortalıkta’ yapıyor.
İstanbul’un merkezinde yer alan bir parkta gerçekleştirilen bu proje
aracısız olarak izleyici kitlesi olan herkesin içinde gerçekleşiyor.
Bu park oldukça küçük olmasına rağmen bir hayli kalabalık ve
neredeyse kentin bütününü yansıtan karmaşık bir ekosisteme sahip.
Burada gerçekleştirilen iş yine bir tür işbirliği üzerine kurulu;
öncelikle benim davet ettiğim katılımcılar ile, bunu takiben ahaliyle,
izleyicilerle, gelip-geçenlerle, ve tabi resmi ve gayrı resmi olarak
orada yaşayan ve çalışanlarla. Proje bir yandan da kendi başına var
olan işleri neredeyse hiçbir işin özerkliği okunamayacak derecede bir
bütünün içerisine yediriyor. Bu, işlerin nasıl bir arada tutulduk-ları
ile ilgili, ama bir o kadar da parkın kendi doğasıyla ilgili; buraya
gelen her bir obje, her bir şey, herkes bir katkı olmak ile bir
müdahale olmak arasında bir yerlerde katılıyor bu karmaşık
ekosisteme. İşlerinde kamusal alan, ekolojik meseleler, DIY (kendi
işini kendin yap) ve yaratıcı sınıf diye adlandırılan gruba has çalışma
mekan-larıyla ilgilenmesi sebebiyle bu projenin bağlamına tam
oturan Nils Norman’ı davet ettim; Ceren Oykut İstanbul’daki
kentsel dönüşümü çarpıcı bir şekilde aktaran peyzaj çizimleriyle
katıldı; bir yayınevi ve bahçevan kolektifi olan SinekSekiz kent
101
bostanımızda sebze yetiştiriyor; tasarım stüdyosu Future Anecdotes
hem proje bütününde hem de yayınlarda kullanılmak üzere, projeye
ciddi katkısı olan tabela ve işaretler bütününü tasarladı; bunun yanı
sıra genç sanatçı ve mimarlardan oluşan küçük bir grup hem davetli
işleri bir araya getirmeyi sağlayan parçaları ve elemanları
geliştirmede yardımcı olmakta, hem de projenin tümünü park
bağlamına oturtma konusunda projeler üreterek destek vermekteler.
N: Son olarak uzun zamandır sormak istediğim bir soru vardı,
özellikle de bir süre önce Aslı Kalınoğlu’nun da katılımı ile
DOMUS için birlikte hazırladığımız, senin ‘Exercises in Sharing:
Aping Me Aping You’ (2007) gibi bir takım eski işlerinle de ilintili
projeyi gerçekleştirdiğimizden beri aklımda olan bir soru.
Güvercinlere olan bu ilgi nerede, ne zaman ve nasıl başladı?
C: Sanırım bu benim ancak zaman içinde üstesinden gelmeyi
becerebildiğim bir korku ve nefretten kaynaklanıyor. Bu konuda
hatırlayabildiğim ilk iş 2004 yılında yaptığım, Almanya’da bir tren
istasyonunda çekilmiş bir fotoğrafa eşlik eden küçük bir çizimdi.
Daha sonra “Exercises in Sharing” bu konuyu daha geniş bir
çerçeveden ele alan bir iş haline geldi ve ben Cork şehrinde kent
içinde yaşayan bir tilkiye (yerel canavar) bir paket kızarmış patates
(yerel yiyecek) sundum, aralarında Bristol’deki bir barda tabaktan
yemek yiyen o güvercinin resminin de olduğu, kentlerde yaşayan
bitki ve hayvanların sayısız fotoğrafını topladım ve Kahire’deki
kuşçuların sahiplenme güdülerini bir miktar yerle bir edecek maddi
olmayan bir anıt önerisi geliştirdim. Polemik olmakla, arşivsel olmak
arasında; belirli bir düzende bir araya gelen görüntülerle, sergileme
sorunsalına da değinen; yıllar yılı süregelen “insanoğlu” (insan
demiyorum) ile “hayvan” arasındaki ayrılığa işaret eden bağımsızlık,
hegemonya ve özgürlük meseleleri arasında salınan bir dizi işin ilkini
oluşturuyordu bu iş; güvercinleri kovma amaçlı yerleştirilmiş iğnelere
ekmek takmayı önerirken.
Bu soruyu şöyle de cevaplayabilirim tabii: güvercinler insan.
102
art-ist
Contemporary Art Series-11 Artist Book-3
Güncel Sanat Dizisi-11 Sanatçı Kitabı-3
Can Altay - pigeons are people / güvercinler insan
Editor-in-chief / Genel Yayın Yönetmeni
Halil Altındere
Series Editor / Dizi Editorü
Süreyyya Evren
Writers / Yazarlar
Can Altay, Deniz Altay, Will Bradley, Engin Öncüoğlu,
Serkan Özkaya, November Paynter, Valeria SchülteFischedick, Tirdad Zolghadr
Design / Tasarım
Future Anecdotes Design Studio
Coordination / Koordinasyon
İz Öztat
Translations / Çeviriler
Yiğit Adam
Proofreading / Redaksiyon
November Paynter (ENG), Yigit Adam (TR)
Supporter / Destekleyen
Foundation for Arts Initiatives, NY
Special Thanks / Teşekkürler
All writers and collaborators / Tüm yazar ve katılımcılar,
Platform Garanti, Vasıf Kortun, Antoine Schweitzer
Print / Baskı
Sena Ofset
Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi
B Blok, 4. Normal Kat, No:9
Topkapı, İstanbul, Türkiye
1000 copies / 1000 kopya
© 2010 author/artist, art-ist & Revolver
All rights reserved. No part of this book may be reproduced
in any form without written permission by the publisher.
Revolver publishing by VVV
Immanuelkirchstr.
12 D - 10405 Berlin
Tel: +49 (0)30 616 092 36
Fax: +49 (0)30 616 092 38
info@revolver-publishing.com
www.revolver-publishing.com
ISBN 978-3-86895-126-4
art-ist prodüksiyon tasar›m ve yay›nc›l›k
‹stiklal Cad. No:62 Halep ‹han›
Kat:5/55 Beyoğlu, ‹stanbul
Tel: +90 (0)212 244 19 44
Fax: +90 (0)212 244 18 74
info@art-ist.org
www.art-ist.org