Articles by Muammer İskenderoğlu
Temel felsefî unsurları Grek olmakla beraber ilk kez Müslüman filozoflar tarafından detaylı ve bü... more Temel felsefî unsurları Grek olmakla beraber ilk kez Müslüman filozoflar tarafından detaylı ve bütüncül bir şekilde ortaya konan bir teoridir. Bu teoriye göre belli bir yetkinliğe ulaşmış insan nefsi metafizik âlemle irtibat kurarak Tanrı’dan sudûr eden bilgiye muhatap olur ve bu bilgiyi topluma sunar, toplumun yetkinleşmesinde rol oynar. Genel olarak din ile felsefeyi uzlaştırmayı, bu bağlamda nübüvveti, özel olarak da Hz. Muhammed’in nübüvvetini inkâr eden akımlara karşı nübüvvetin felsefî olarak imkânını ortaya koymayı amaçlar. Bu teori belli açılardan eleştirilse de müteahhirûn döneminde bir kısım kelâmcılar ve sûfiler gibi İslam geleneğinin diğer ekolleri tarafından da benimsenmiştir.
This article argues that the superiority of any civilisation over another depends on its scholars... more This article argues that the superiority of any civilisation over another depends on its scholars' contribution to the different areas of common human heritage. Western civilisation’s superiority seems to be due to its scholars' contribution not only to their history of science, culture and art but also of other civilisations as well. In this context, this article focuses on Western scholars' contribution to the knowledge of the East in general, and Islamic civilization in particular. The article examines the figure of the Turkish scholar Fuat Sezgin's Science and Technology in Islam and argues that Sezgin did not challenge Orientalism, in fact he worked within its frame of reference and methodology. In fact, Sezgin, at the same time, used Orientalist scholars' methodology, heavily benefited from their previous studies and appreciated their contributions to Islamic civilisation. The article concludes that the panorama presented by Sezgin in this work in the field of science and technique in Islam, can be also introduced in a similar way in relation to other fields and the result will not be different.
This article discusses the discovery of modern western philosophy by late Ottoman intellectuals... more This article discusses the discovery of modern western philosophy by late Ottoman intellectuals. It claims that in the early and middle centuries of the Ottoman empire, there was no interest in western philosophy. Ottoman intellectual study of modern western philosophy started from the XVIII. century and intensified in the XIX. century. This article briefly describes the discovery, adaptation and dissemination of western philosophy by late Ottoman intellectuals, by first taking political philosophy and then theoretical philosophy namely, logic, the natural and mathematical sciences and metaphysics as examples. In all these philosophical trends, there was no attempt to understand modern western philosophy and its foundations in a systematic way. In the early years of XX. century, there was an attempt at Darül-Fünūn for such a systematic inquiry, but this was not fully realized because of Ottoman involvement in World War I and the subsequent fall of the Empire. This study became possible only after the establishment of a new Republic and reformulation of Darül-Fünūn as Istanbul University.
Bilginin tabiatı, kaynakları ve sınırı problemi Ortaçağ’da hem İslam dünyasında, hem de Hıristiya... more Bilginin tabiatı, kaynakları ve sınırı problemi Ortaçağ’da hem İslam dünyasında, hem de Hıristiyan dünyasında filozoflar ile teologlar arasındaki en önemli çatışma konularından birisiydi. Bu bölümde İslam ve Hıristiyan geleneğinin iki temsilcisi olan Gazzâlî (ö. 1111) ve Bonaventura’nın (ö. 1274) bilgi problemine yaklaşımları, özellikle de felsefî bilgiye yönelik eleştirilerini karşılaştıracağım. Bu amaçla önce mistik eğilimlerine özel vurgu ile onların bilginin tabiatı, kaynakları ve sınırı ile ilgili yaklaşımlarını ele alacağım. Ardından onların felsefî ilimler tasniflerini ve felsefî ilimlere dair değerlendirmelerini inceleyeceğim. Son olarak da onların âlemin ezelîliğine yaklaşımlarını detaylıca ele alarak, bu problem üzerinden onların felsefî bilgiye yönelik eleştirilerindeki yaklaşımlarının benzerliğini göstereceğim.
The relation between philosophy and religion or more correctly, the disputes between the philosop... more The relation between philosophy and religion or more correctly, the disputes between the philosophers and the theologians was one of the issues of interest not only among the intellectuals of classical Islam, but also among Ottoman intellectuals. This article examines one of the products of such interest. For this purpose, first, the author briefly gives a description of Tahāfut tradition, then, discusses Khojazāda’s methodology in his Tahāfut al-Falāsifah and finally, in order to understand the nature of Khojazāda’s discussions, focuses on three problems as examples, namely, whether God is the necessitating cause or a free agent, whether the world is eternal, and whether God knows particular things. The article concludes that Khojazāda’s work has many weakness. One of these weaknesses is that Khojazāda neglected to examine the works of the philosophers, preferring instead to rely on Ghazālī’s interpretation of their views. Another weakness is arguably that he hewed very close to Ghazālī’s presentation, often ignoring later discussions by both theologians and philosophers. Although Khojazāda pointed to some of the misunderstandings of Ghazālī on these issues, he could not go further and accept the positions of the philosophers.
Din Felsefe ilişkisi, daha doğru ifadeyle filozoflarla kelamcılar arasında din üzerine yapılan ta... more Din Felsefe ilişkisi, daha doğru ifadeyle filozoflarla kelamcılar arasında din üzerine yapılan tartışmalar sadece klasik dönem İslam geleneğinde değil, aynı zamanda Osmanlı geleneğinde de en hararetli tartışmalar olmuşlardır. Klasik dönemde Gazzâlî’nin Tehâfüt el-Felâsife adlı eseriyle başlattığı eleştiri geleneğini sonraki birçok düşünür aynı isimle veya farklı isimle kaleme aldıkları eserlerle devam ettirmişlerdir. Bu karşılıklı reddiyeler devam ederken kelamcılar gittikçe artan bir eğilimle felsefi yöntem ve fikirleri kendi düşünce sistemlerine dahil etmeye devam etmişlerdir. Osmanlı Devleti bu düşünce geleneğini devralmıştır. Osmanlı Sultanları içinde Fatih’in bilim ve felsefeye ilgisi özellikle vurgulanır. Sultan’ın isteği ile devrin önemli alimleri kelam, felsefe ve tasavvuf gelenekleri ile ilgili eserler yazıp sultana sunmuşlardır. Bu tebliğde Fatih döneminde Hocazâde (ö. 1488) ve Ali Tûsî (ö.1482) tarafından yazılan Tehâfüt el-Felâsife adlı eserleri merkeze alarak daha sonraki dönemlerde bu eserler üzerine yazılan Kemalpaşazâde’nin (ö. 1534) Tehâfüt Haşiyesi üzerinden, Osmanlı döneminde yazılan Tehâfütler’in Felsefeye olan ilginin bir göstergesi olup olmadığı tartışılacaktır. Bu bağlamda temel iddia şudur: Özellikle Hocazâde ve Ali Tûsî tarafından yazılan Tehâfütler, kelamcıların bu döneme gelene kadar kendi sistemlerine dahil ettikleri yöntem ve düşüncelerin de gerisine dönerek Gazzâlî’nin eleştirilerini, adeta sonraki dönem ona yapılan haklı eleştirileri de dikkate almayarak tekrar etmektedirler. Dolayısıyla bu çalışmaların felsefi ilgisizliğin bir göstergesi olarak değerlendirilmeleri mümkündür.
Whether a human being can know God, and, if they can, by which way, is a matter of discussion wit... more Whether a human being can know God, and, if they can, by which way, is a matter of discussion within the Islamic tradition. Muslim philosophers, theologians and sufis have had heated discussions on this issue, and crucially different views have been put forth. As a result of these debates, the existence of more than one way to such knowledge became apparent, and it proved difficult to rule out completely the validity of any of these alternatives. That is why we see in the writings of the great figures from the later generations of Islamic tradition an attempt to somehow include these different ways into their respective theories. In this article, I will discuss the approaches of two leading figures of the Islamic tradition to the nature, sources and limits of metaphysical knowledge, in particular to knowledge of God. The first figure I wish to consider is Fakhr al-Dīn al-Rāzī (d. 1210), one of the leading thinkers not only within the Ash‘arite school, but also within Muslim theology in general. His main achievement was to harmonise philosophy, particularly the philosophy of Ibn Sīnā, with Muslim theology, and produce a kind of philosophical theology that exerted significant influence upon later theologians. The second figure is Muḥyī al-Dīn Ibn ‘Arabī (d. 1240), hailed as the ‘Greatest Master’ in Sufi tradition and responsible for a deep and pervasive influence over the intellectual life of later generations. For the purpose of this article, I will compare their approaches with the three following main questions: First, whether it is possible for human beings to have knowledge of God and whether this knowledge includes God’s existence, essence and attributes. Second, whether human beings can reach certainty in this area or have to be satisfied with the most appropriate opinion among the alternatives. Finally, what is the way that leads human beings to knowledge of God? Both Rāzī and Ibn ‘Arabī state that there are two ways for human beings to have the knowledge of God, namely, unveiling and reasoning. I will discuss how they evaluate these two ways; whether they consider them as alternatives or complementary.
İnsan Tanrı’yı bilebilir mi, bilebilir ise hangi yolla bilebilir sorusu İslam geleneğinin önemli ... more İnsan Tanrı’yı bilebilir mi, bilebilir ise hangi yolla bilebilir sorusu İslam geleneğinin önemli tartışma konularından biridir. Bu makale Fahreddin Râzî ve İbn Arabî’nin bu meseleye yaklaşımları inceleniyor ve şu sorular bağlamında iki düşünürün yaklaşımları karşılaştırılıyor: İnsan Tanrı’yı bilebilir mi, bilebilirse bu bilgi Tanrı’nın varlığı, mahiyeti ve sıfatlarından hangilerini kapsıyor? İnsan bu alanda kesin bilgiye ulaşabilir mi, yoksa sadece en muhtemel görüşle mi yetinmek zorundadır? Tanrı’nın bilgisine hangi yolla ulaşılabilir? Hem Fahreddin Râzî, hem de İbn Arabî Tanrı’nın bilgisine götüren iki yol olduğunu savunur: Keşf ile nazar ve istidlal. Onlara göre Tanrı’nın mahiyeti bilinemez, fakat varlığı ve sıfatları bilinebilir. Bununla birlikte İbn Arabî akli yolun yetersizliğine vurgu yapıp keşfi ön plana çıkarırken Fahreddin Râzî keşfin insanı yanlışlığa sürükleyebileceğini, dolayısıyla onun akıl ile kontrol edilmesi gerektiğini savunur.
Bu bölümde iki temel konuyu ele alacağız. İlk olarak Fahreddin Râzî’nin Tanrı’nın varlığının ispa... more Bu bölümde iki temel konuyu ele alacağız. İlk olarak Fahreddin Râzî’nin Tanrı’nın varlığının ispatı bağlamında sunduğu delilleri ve bu delillerle ilgili değerlendirmelerini inceleyeceğiz. Bunun ardından da Râzî’nin Tanrı-âlem ilişkisine yaklaşımını sunacağız.
Oldukça üretken bir âlim olan ve hayatının değişik aşamalarında aynı kolular üzerinde eserler veren Râzî’nin her hangi bir konu ile ilgili görüşlerini tespit etmek oldukça zordur. Râzî’nin birçok konuya yaklaşımı süreç içinde farklılık göstermiş, bu farklılıklar da değişik aşamalarda kaleme aldığı eserlere yansımıştır. Bu yaklaşım farklılığı özellikle burada işleyeceğimiz ikinci konuda açıkça görülebilir. Bu nedenle burada ele alacağımız konuları işlerken, daha önceki çalışmalarımız da yaptığımız gibi Râzî’nin bu konuları işlediği diğer eserlerini kullanmakla beraber, onun son ve en kapsamlı eseri olan el-Metâlibu’l-‘âliye mine’l-‘ilmi’l-ilâhî adlı eserini temel alacağız. Yukarıda bahsedilen fikri farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, bu eser isbâtı vâcib ve Tanrı-âlem gibi birçok konuyu sunuş açısından, önceki dönemlere ait eserlerin, özellikle de Kitâbü’l-erba‘în‘in açılımı olarak görülebilir.
Fahreddin Râzî (1149-1209) sadece Eş’arî okulunun değil, İslam kelamının da en önemli şahsiyetler... more Fahreddin Râzî (1149-1209) sadece Eş’arî okulunun değil, İslam kelamının da en önemli şahsiyetlerinden biridir. Onun en önemli başarısı felsefeyle, özellikle de İbn Sînâ felsefesi ile İslam kelamını uzlaştırıp bir tür felsefi kelam ortaya koymasıdır. Onun bu yaklaşımı sonraki dönem kelamcılarının bakış açıları üzerinde belirleyici olmuştur. Belli meseleler temelinde Râzî’nin felsefi kelam yöntemi birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada da onun peygamberliği ispatı meselesini ele alacağız. Bu amaçla önce Râzî’nin peygamberliğe ihtiyaç olmadığını savunan grupların görüşlerini nasıl sunduğunu inceleyeceğiz. Ardından Râzî’nin ifadeleriyle kelamcıların bu görüşleri nasıl cevaplandırdığını ve mucize bağlamında peygamberliği nasıl ispatlamaya çalıştıklarını inceleyeceğiz. Bunun ardından Râzî’nin kelamcıların yaklaşımını nasıl savunulamaz bulup alternatif bir ispat yöntemi sunmaya çalıştığını göstermeye çalışacağız. Râzî’nin bu yöntemi İbn Sînâ’nın peygamberlik anlayışı temel alınarak geliştirilmiştir. Bu anlayış ışığında Râzî peygamberliği insanın yetkin teorik ve pratik akla sahip olması ve diğer insanların teorik ve pratik akıl güçlerini yetkinleştirmesi bağlamında tanımlayıp ispatlamaya çalışır.
In the Middle Ages, in both the East and the West, the problem of the nature, sources and limits ... more In the Middle Ages, in both the East and the West, the problem of the nature, sources and limits of knowledge was one of the issues of controversy between philosophers and theologians. In this article, I will compare the approaches of Ghazālī (d. 1111) and Bonaventure (d. 1274), two representatives from the Islamic and Christian theological traditions respectively, to the problem of knowledge and their criticism of philosophical knowledge. For this purpose, I will first examine their approaches to the nature, sources and limits of knowledge with particular reference to their mystical inclinations. Then I will give their classifications and evaluations of philosophical sciences. Finally, I will discuss their approaches to the problem of the eternity of the world to show in more detail, the similarities of their approaches in their criticism of philosophical knowledge.
Bu makalemizde önce üniversite eğitimi içerisinde ilahiyat eğitiminin tarihsel yeri ile ilgili ba... more Bu makalemizde önce üniversite eğitimi içerisinde ilahiyat eğitiminin tarihsel yeri ile ilgili bazı hatırlatmalar yapacağız. Bu bağlamda Batı’da Üniversite’nin temel birimlerinden biri olarak İlahiyat Fakültesi’nin tarihsel gelişimi ve bugünkü konumu ile ilgili değerlendirmelerimizi sunacağız. Bunun ardından eğitim tarihimizde yüksel din eğitimi ile ilgili bazı hatırlatmalar yapacağız. Bu hatırlatmalar günümüz Türkiye’sindeki ilahiyat eğitiminin zihniyetini anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu girişten sonra öncelikle Türkiye’deki İlahiyat fakültelerinin akademik zihniyetini sorgulayacağız. Bu bağlamda şu sorulara cevap arayacağız: Türkiye’deki İlahiyat fakülteleri dinin, özel olarak da İslam’ın en üst seviyede araştırıldığı ve öğretiminin yapıldığı kurumlar mıdır? Türkiye’deki İlahiyat fakültelerinde dünyanın belli başlı dinleri hakkında bütün dünyaya hitap eder seviyede araştırmalar yapılmakta mıdır? Bu fakültelerde öğrenim gören bir öğrenci dünyanın belli başlı dinleri hakkında en temel bilgileri doğru bir şekilde öğrenebilmekte midir? Son olarak bu fakültelerin programı öğrenciyi mesleki hayata ne kadar hazırlamaktadır?
Çatışma tarih boyunca insan ve toplum hayatının kaçınılmaz unsurlarından biri olmuştur ve olmaya ... more Çatışma tarih boyunca insan ve toplum hayatının kaçınılmaz unsurlarından biri olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Toplumsal çatışmalara çok çeşitli nedenler kaynaklık edebilir. Bu çatışmalarda çoğu zaman gerçek neden gizlenebilir, bunun yerine başka bir neden gerçek nedenmiş gibi sunulabilir. Dinsel ve mezhepsel çatışma tabirine tarihin değişik dönemlerinde rastlamak mümkündür. Bu çatışmalarda gerçek nedenin din ve mezhep mi olduğu, yoksa din ve mezhebin gerçek nedenleri gizleme ve çatışan tarafları çatışmaya daha kolay ikna etme aracı olarak mı kullanıldığı ile ilgili, tarihsel vakalar üzerinden uzunca tahliller yapılabilir. Dinsel ve mezhepsel çatışma tabirine rezervimiz olmakla beraber, bu yazımızda klasik tabirle ulemanın, modern tabirle gerek resmi dini kurumların temsilcileri olarak, gerek sivil toplumun kanaat önderleri olarak karşımıza çıkan din adamları veya bilginlerinin toplumsal çatışmalardaki rollerini ve takındıkları tavırları değerlendireceğiz. Her ne kadar ulemanın tarihsel süreç boyunca çatışmalar karşısında takındıkları tavır açısından yekvücut olduğu söylenemezse de, büyük bir kesimin tavrının ‘yangına körükle gitmek’ deyiminde tam ifadesini bulduğu söylenebilir. Ulemanın bu tavrının altında yatan temel neden nedir? Bu yazımızda öncelikle bu soruya kısa bir cevap sunacağız. Ardından da günümüzde Ortadoğu’daki çatışmalarda yangına körükle giden ulemanın tavırlarını anlamamıza yardımcı olması açısından, İslam tarihinden birkaç örnek vakıa hatırlatacağız. Son olarak da günümüzdeki şahit olduğumuz vakıalar göz önünde bulundurulduğunda, ulemanın bu tarihi vakıalardan ders çıkarıp çıkarmadıklarına cevap arayacağız.
Dini metinler tarihi süreç içerisinde farklı şekillerde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Bu durum İs... more Dini metinler tarihi süreç içerisinde farklı şekillerde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Bu durum İslam’ın kutsal metinleri için de geçerlidir. Farklı yorumlar neticesinde farklı İslam gelenekleri ortaya çıkmıştır. Bu yorumlardan biri resmî ve en doğru yorum olarak kabul edilmedikçe sorun yoktur. Günümüzde İslam’ın Şiî geleneğinin temsilcisi olarak ortaya çıkan İran’da Şiî geleneğin bir yorumu veya bir söylemi siyasî iktidar tarafından benimsenmekte, iktidar gücü kullanarak bu yorum tek doğru yorum olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Şebisterî bu yorumu eleştirmektedir. Ona göre bu yorumun İslam’ın ebedî olarak geçerli hukukî, siyasî ve ekonomik bir düzeni olduğu ve İslam devletinin amacının bu ebedî kuralları uygulamak olduğu iddiası tutarsızdır ve buhrana neden olmaktadır. Şebisterî’ye göre bu yorum İran devriminin ideallerine ve modern dünyanın değerlerine da aykırıdır, ilmî olarak da kabul edilemezdir. Ona göre dinin modern değerlerle uyumlu aklî yorumu İran ve diğer İslam ülkeleri için tek çözümdür.
The titles published in this series are listed at brill.nl/hcmr Christians and Muslims have been ... more The titles published in this series are listed at brill.nl/hcmr Christians and Muslims have been involved in exchanges over matters of faith and morality since the founding of Islam. Attitudes between the faiths today are deeply coloured by the legacy of past encounters, and often preserve centuries-old negative views.
Din-siyaset ilişkisi İran düşünce tarihinin her döneminde din bilginleri ve entelektüeller arasın... more Din-siyaset ilişkisi İran düşünce tarihinin her döneminde din bilginleri ve entelektüeller arasında en önemli tartışma konularından biri olmuştur. İran İslam Devrimi bu konunun tartışılmasına hem teorik hem de pratik düzeyde büyük katkılar sağlamıştır. Devrim’in ardından İran’da Şii imamet teorisi ile demokrasinin harmanlanması neticesinde, ne geleneksel ne de modern sistemlere benzeyen bir siyasî sistem üretilmiştir. Bu siyasî sistem modern devlet kurumlarının yapılarını ve fonksiyonlarını, vatandaşların haklarını ve devletin onlara karşı sorumluluklarını tanımlayan maddeler içeren bir anayasaya sahiptir. Ancak vatandaş için tanımlanan bu haklar geleneksel din alimleri tarafından öyle bir şekilde yorumlanmıştır ki bu kavramlar gerçek anlamlarını yitirmiştir. Reformist bir ilim adamı olan Şebisterî, geleneksel din alimlerinin kendi din yorumlarına dayanan bu siyaset anlayışlarını eleştirmektedir. Şebisterî’ye göre insan hakları, demokrasi, hoşgörü, sivil toplum ve anayasa gibi kavramlar modern dönemlerde ortaya çıkmış kavramlar olup, bu kavramları geleneksel İslam’da bulmak zordur. Ona göre siyasî sistemin aklileştirilmesi ve bu kavramların modern dünyanın değerleri ile uyuşan genel kabul görmüş anlamları ile benimsenmesi hem İran’daki siyasî sistemin hem de İslam dünyasındaki diğer ülkelerin siyasî sistemlerinin sağlıklı hale gelebilmesinin tek yoludur.
Fahreddin Râzî (1149-1209) sadece Eş’ari okulunun değil, İslam kelamının da en önemli şahsiyetler... more Fahreddin Râzî (1149-1209) sadece Eş’ari okulunun değil, İslam kelamının da en önemli şahsiyetlerinden biridir. Onun en önemli başarısı felsefeyle, özellikle de İbn Sînâ felsefesi ile İslam kelamını uzlaştırıp bir tür felsefi kelam ortaya koymasıdır. Onun bu yaklaşımı sonraki dönem kelamcılarının bakış açıları üzerinde belirleyici olmuştur. Belli meseleler temelinde Râzî’nin felsefi kelam yöntemi bir çok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada da onun peygamberliği ispatı meselesini ele alacağız. Bu amaçla önce Râzî’nin peygamberliğe ihtiyaç olmadığını savunan grupların görüşlerini nasıl sunduğunu inceleyeceğiz. Ardından Râzî’nin ifadeleriyle kelamcıların bu görüşleri nasıl cevaplandırdığını ve mucize bağlamında peygamberliği nasıl ispatlamaya çalıştıklarını inceleyeceğiz. Bunun ardından Râzî’nin kelamcıların yaklaşımını nasıl savunulamaz bulup alternatif bir ispat yöntemi sunmaya çalıştığını göstermeye çalışacağız. Râzî’nin bu yöntemi İbn Sînâ’nın peygamberlik anlayışı temel alınarak geliştirilmiştir. Bu anlayış ışığında Râzî peygamberliği insanın yetkin teorik ve pratik akla sahip olması ve diğer insanların teorik ve pratik akıl güçlerini yetkinleştirmesi bağlamında tanımlayıp ispatlamaya çalışır.
Fakhr al-Dīn al-Rāzī (1149-1209) was one of the leading figures within Muslim theology who harmon... more Fakhr al-Dīn al-Rāzī (1149-1209) was one of the leading figures within Muslim theology who harmonised the philosophy of Ibn Sīnā with Muslim theology. By taking Rāzī’s discussion of the problem of the nature of the human soul as example, this article attempts to show how he rejects the approaches of earlier Muslim theologians and incorporates the approach of Ibn Sīnā into his theology. The article concludes that while the earlier representatives of Muslim theology were defending the view that the human soul consists of the material substance, under the influence of philosophy, later representatives of Muslim theology held the view that the human soul consists of a light luminous substance. However, in the final step, Muslim theologians accepted the philosopher’s view that the human soul consists of an immaterial substance. In his al-Maţālib al-‘Āliya min al-‘Ilm al-Ilāhī, Rāzī argues that human being must be an immaterial substance and by incorporating the arguments of the philosophers, in particular the arguments of Ibn Sînâ into his system, he tries to prove the immateriality of the human soul. This approach leeds to the re-examination of the theological discussions of the resurrection of the human body after death in one form or another.
Uploads
Articles by Muammer İskenderoğlu
Oldukça üretken bir âlim olan ve hayatının değişik aşamalarında aynı kolular üzerinde eserler veren Râzî’nin her hangi bir konu ile ilgili görüşlerini tespit etmek oldukça zordur. Râzî’nin birçok konuya yaklaşımı süreç içinde farklılık göstermiş, bu farklılıklar da değişik aşamalarda kaleme aldığı eserlere yansımıştır. Bu yaklaşım farklılığı özellikle burada işleyeceğimiz ikinci konuda açıkça görülebilir. Bu nedenle burada ele alacağımız konuları işlerken, daha önceki çalışmalarımız da yaptığımız gibi Râzî’nin bu konuları işlediği diğer eserlerini kullanmakla beraber, onun son ve en kapsamlı eseri olan el-Metâlibu’l-‘âliye mine’l-‘ilmi’l-ilâhî adlı eserini temel alacağız. Yukarıda bahsedilen fikri farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, bu eser isbâtı vâcib ve Tanrı-âlem gibi birçok konuyu sunuş açısından, önceki dönemlere ait eserlerin, özellikle de Kitâbü’l-erba‘în‘in açılımı olarak görülebilir.
Oldukça üretken bir âlim olan ve hayatının değişik aşamalarında aynı kolular üzerinde eserler veren Râzî’nin her hangi bir konu ile ilgili görüşlerini tespit etmek oldukça zordur. Râzî’nin birçok konuya yaklaşımı süreç içinde farklılık göstermiş, bu farklılıklar da değişik aşamalarda kaleme aldığı eserlere yansımıştır. Bu yaklaşım farklılığı özellikle burada işleyeceğimiz ikinci konuda açıkça görülebilir. Bu nedenle burada ele alacağımız konuları işlerken, daha önceki çalışmalarımız da yaptığımız gibi Râzî’nin bu konuları işlediği diğer eserlerini kullanmakla beraber, onun son ve en kapsamlı eseri olan el-Metâlibu’l-‘âliye mine’l-‘ilmi’l-ilâhî adlı eserini temel alacağız. Yukarıda bahsedilen fikri farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, bu eser isbâtı vâcib ve Tanrı-âlem gibi birçok konuyu sunuş açısından, önceki dönemlere ait eserlerin, özellikle de Kitâbü’l-erba‘în‘in açılımı olarak görülebilir.
Ahmet Mahmut Suphi eserinde, Müslümanların dünya düşünce mirasına diğer birçok meselede olduğu gibi ahlâk alanında da kayda değer düzeyde katkı sağladıklarından, ancak bu katkının yanlış yerlerde aranması nedeniyle açık bir şekilde ortaya konamadığından dem vuruyor ve okuyucunun dikkatini buraya yöneltiyor. Ona göre Müslümanların ahlâk alanındaki katkılarını, Aristoteles’in ahlâk sistemi dışında bir yerde aramak gerekiyor. Bu bağlamda Suphi, eserinde iki temel eğilimi inceliyor: 1) Akılcı eğilimi temsilen Mu‘tezile, 2) Tecrübeci eğilimi temsilen de Sûfîler. İslâm düşüncesinde ahlâk felsefesine genel bir girişin ardından yazar ilk bölümde akılcıları, ikinci bölümde ise tecrübecileri, son bölümde ise bu iki ana eğilimi uzlaştırmaya çalışan İhvân-ı Safâ ve İbn Miskeveyh’in ahlâk düşüncesini inceleyip genel ahlak düşüncesi bağlamında değerlendiriyor.
Suphi’ye göre Mu‘tezile, akla itibar ederek ahlâk verilerinden hareketle bir teori ortaya atmış ve ahlâkın dogmalarından veya ilk/birincil ilkelerinden hareketle tam bir sistem ikâme etmiştir. Ancak akılcılığın baskın olduğu sistemlerinde kısmen bir tezat teşkil eden felsefî üretime bir engel olan amel sorunuyla karşılaşmışlardır. Diğer taraftan Sûfîler, tecrübeden hareketle ahlâkı bir çeşit riyâzete dönüştürerek irade sorunlarına çözümler sunmuşlardır. Sûfîler, akılcı ahlâk filozoflarının çözmede yetersiz kaldığı amel sorununa da çözüm sunmuş ve amelî ahlâkî ekoller arasında kendilerine yer edinmişlerdir. Aklî eğilimle keşf tecrübesinin arasını uzlaştırmak için yapılan girişimlerin neticesi, aklî düşünceyle amelî davranışlar arasını birleştiren ekollerin bulunması yoluyla olmuştur. Suphi’ye göre Mu‘tezile’nin ameldeki, Sûfîlerin ise nazar konusundaki eksiklikleri, bu ekollere atfedilemezse bile onların ahlâk düşüncelerinde de birçok tutarsızlık mevcuttur.
İslam Düşüncesinin Ortaçağ Batı düşüncesine etkisini derinlemesine öğrenmek, söz konusu felsefi konuları Ortaçağ felsefe kültürü üzerinden tanımak isteyenler için bu araştırma ufuk açıcı olacaktır.
in Interreligious Discourses’, which explore subjects such as revelation, human rights, freedom, just war, person, peace, economy, environment and body in three monotheistic religions, to reflect upon and thereby facilitate a theologically well-founded interreligious dialogue.
Bir doktora tezi nasıl olmamalıdır? Burada ele alacağım İlhan Kutluer’in İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1989) adlı tezi bu soruya tipik bir örnektir.
In this book, Mustafa Menshawy takes the Egyptian Muslim Brotherhood as an example and tries to examine how individuals leaving the group describe and explain their disengagement. In doing this, he is focusing mainly on sources published between 2011 and 2017, in particular the autobiographies of former members, and on data gathered from interviews with 32 former members living in Turkey, Egypt, the UK and Qatar selected using the snowballing technique and critical discourse analysis.
thought by focusing on the problem of the creation of the world.
Mohamad el-Merheb, doktora tezi olarak hazırlayıp yayımladığı kitabında genel olarak İslam düşüncesi ve özel olarak İslam siyaset düşüncesi üzerine yapılan modern çalışmalarda sorgulanması gereken belli başlı kavram ve düşünceleri sorguluyor ve geç Eyyûbî ve erken Memlük dönemi düşünürlerinin siyaset düşüncesine odaklanarak İslam siyaset düşüncesine dair genel kabul görmüş yanlı ve yanıltıcı okuma yöntemine aykırı bir okuma sunuyor.
Ulemânın siyasi liderliğini iktidarın meşruiyet temeli sayan bu teori Sünnî düşüncede de yer
almakla birlikte Şiî düşüncesinde daha belirgin ve önemli bir yer tutar. Bin yılı bulan teorik
gelişiminin ardından yirminci yüzyılda Âyetullah Humeynî bu teoriyi İran İslâm
Cumhuriyeti’nin siyasi ve idari nizamının ekseni kıldığından, bugün bu teori ve teori
temelinde inşa edilen siyasi ve idari yapı çeşitli yönleriyle incelenmektedir. Bu yöndeki
çalışmaların pek çoğu teorinin tatbik sahasına çıktığı dönemi esas aldığından nihai anlamda
verili alanı konu edinmektedir. Âyetullah Humeynî’nin Velâyet-i fakîh düşüncesinin gelişim
aşamalarını kendisinin eserleri, tarihi kayıtlar ve tanıklıklar üzerinden incelediğimiz bu
çalışma ile Âyetullah Humeynî’nin Velâyet-i fakîh konusundaki düşüncelerinin dört
dönemde ele alınabileceği neticesine ulaşmış bulunmaktayız. Âyetullah Humeynî 1962’ye
kadar süren ilk dönemde siyasete doğrudan müdahil olmazken, 1962 - 1979 arasında
giderek sertleşen bir muhalefet yürütür ve bu dönemde fakihin velâyetini gündeme getirir.
1979’dan 1988’e d
İnsanın toplum ve devletle olan ilişkisinde aranan dengeyi ifade eden adâlet kavramına dair tartışma insanlık tarihi kadar eskidir. Hemen her dünya görüşü adâlete dair bir açıklama getirmiş ve adâleti insan ve toplum hayatının temeline yerleştirmiştir. Adâletin tümüyle sağlanması halinde insan ve toplumun barış içinde yaşayabileceği aksi halde her birinin fesada sürükleneceği söylenmiştir. Adâletin ne olduğuna dair tartışmanın yanında adâleti kimin sağlayabileceğine dair bir başka tartışma da kadim medeniyetlerden günümüze dek kesintisiz bir biçimde her zaman süregelmiştir. Antik Yunan'dan sonra İslam medeniyeti de bu konuya önem vermiş, sistemli ve bütüncül çalışmalar yaratmıştır. Bu bağlamda, adâlete ve onu kimin icra edebileceğine dair açıklama getiren görüşlerden biri de On İki İmam Şiiliği’dir. On İki İmam Şiiliği velâyet kavramıyla sıkı sıkıya bağlı gördüğü adâlet kavramına özel bir önem vermiştir. Siyasal düzlemde ise İmamlara benzemesi sebebiyle adâleti ancak fakihin sağlayabileceği ileri sürülmüştür. Bu da fakihin siyasi irade ve kudretin somut aktörlerinden birisi olmasının yolunu açmıştır, hâl böyle olunca, toplumun yönetimini ele alması umulan fakihte aranan iki temel şarttan biri de adâlet olmuştur. Bu makale, On İki İmam Şiiliği’nin Veliyy-i fakih’te aradığı adâlet sıfatını, tarihi izlekte adâlet kavramını felsefi, kelami ve fıkhi boyutlarıyla ve mümkün olduğunca birincil kaynaklara dayanarak ele almaktadır. Ayrıca anayasal düzeyde hukuki, siyasi ve dini konuma sahip Veliyy-i fakih idaresiyle yönetilen İran İslam Cumhuriyeti tecrübesini de bu yönüyle incelemeyi amaçlamaktadır.
Abstract
The debate about the concept of justice, which expresses the balance sought in
human relations with society and the state, is as old as human history. Every
worldview has provided an explanation of justice and placed justice at the basis
of human and social life. It has been said that if justice is fully established, human
and society can live in peace, otherwise each will be dragged into mischief.
In addition to the debate about what justice is, another debate about who can
provide justice has always continued uninterruptedly from ancient civilizations
to the present. After Ancient Greece, Islamic civilization also gave importance
to this issue and created systematic studies. In this context, one of the views that
provides an explanation about justice and who can execute it is Twelvers. The
Twelvers gave special importance to the concept of justice because of related
to the concept of walayet. On the political plane, it has been argued that only
the jurist can provide justice because he resembles the Imams. This wievpoint
added a politic role for faqih that it was take responsibility the management of
society. This article aims to discuss the quality of justice sought by Twelvers in
Veliyy-i faqih, the concept of justice in the historical path with its philosophical,
theological and fiqh dimensions. In addition to tries to explain the conditions in the
Islamic Republic of Iran where faqihs has a legal, political and religious position
at the constitutional level there.
Keywords: Political philosophy, Islamic political philosophy, the Ithnāʿashariyya,
Walayet-e faqih, Ayatollah Khomeini.
The problem of religious diversity is one of the most discussed is-sues in the philosophy of religion. Between Heaven and Hell examines the issue of religious diversity within the Islamic tradition. The book contains thirteen articles, most of which are the result of the “Islam, Salvation, and the Fate of Others” symposium held at the University of Illinois in 2010. The articles are organized into six thematic sections: Historical Dimensions, Diversity and Mercy, Supersessionism and Mercy, Reconceptualising Pluralism, Otherness and the Qurʾān, and Otherness and Inclusion/Exclusion.