Burak Fazıl ÇABUK
Editor in Chief, Editor, and Author: Aslı Yayınları, Ataç Yayınları, Babıali Kültür Yayıncılığı, Başlık Yayın Grubu, Brand Age Dergisi, Butik İçerik Ajans, Boğaziçi Edebiyat Bülteni, Come Dergi, Ekinoks Yayınları, El İzi Edebiyat Dergisi, Emre Yayınları, Flipper Yayınları, Grafik Tasarım Dergisi, Görmek Yayınları, İskenderiye Yayınları (Kitap), İskenderunlular Kültür ve Dayanışma Derneği, Klas Yayınları, Lopus Yayınları, Müstakil Düşünenler Kültür ve Medeniyet Dergisi, Paraf Yayınları, Parafiks Yayınevi, Parola Yayınları, Pegasus Yayınları, Puslu Yayıncılık, Reklam Yaratıcıları Derneği, Söz Yayın Oyunajans, Stratejik Rekaber Dergisi, The African Economics, Truva Yayınları, Usûl Yayınları, Welcome Dergi, Yeditepe Yayınevi, Yediveren Yayınları, Yurtta Haber Gazetesi and freelance.
Address: İSKENDERİYE KİTAP Cihangir Mah. Kaptan Sok. No 19/B Avcılar İstanbul Türkiye
Address: İSKENDERİYE KİTAP Cihangir Mah. Kaptan Sok. No 19/B Avcılar İstanbul Türkiye
less
Uploads
Editor in chief by Burak Fazıl ÇABUK
Bünyesinde çalıştığı üniversite aslında çok önemli olan ama artık çoğu kişiye göre işlerine gelmediği için önemsiz kalması gereken bir görev vermişti kendisine. Başkentteki devletin sarsılmaz bütünlüğüne ve terakkiye önem veren bazı bürokratların, memurların ve vatanperverlerin kesin ama kesin olarak talep ettiği şekilde kurulması planlanan lakin kurulması yine çoğunluğun kararıyla mümkün olamayacak olan birkaç kurul manifestosunu ya da başka bir tabirle cemiyet nizamnamesini hazırlaması istenmişti. Engin düşün gücüne sahip birisinin ancak kalem oynatabileceği bunun gibi hassas ve de mühim konularla ilgili çalışmalar hep ona göreydi. Nedendir bilinmez gerçekten sağlam düşünen biriydi; mevkidaşları ya da meslektaşları gibi baloncuklar içinde düşünmez ya da konuşmaz ve bulutlar üstünde ya da altında gezinmezdi; derin vadiler oluşturan ırmaklar gibi düşünür ve tabi ki ona göre derin izler bırakan cümleler kurmakta mahir birisiydi.
Kül, acı ve çirkinken, tatlı ve güzel olandır gül…
Kül, terör ve ölüm olsa, gül sevgi ve yaşam olur öbür tarafta…
Biri savaş diğeri barış iki kelime kül ve gül…
Yanıp da kül olanlar ve gül için gülleri yakıp da kül edenler var, kötü kötü bakan insanlar, kötü kötü kokan kül yüzlüler var…
Gül yüzlüler var aşkla yanan, yaşamlarını da kül etmeyen…
Külü güle bağlayan, gülü küle bağlayan çok şey var; çok şiir, çok hikâye ve de çok roman var…
Ancak adı “KÜL” olan roman ise bir tane var. Evet, adı KÜL, konusu küle dönmüş hayatlar…
Külün dayanağı ise yaşarken terör sarmalında boğulan insanlar, üzülenler, kederlenenler ve gülün temsil ettiği aşk ve o aşk ateşiyle mutlu mesut gülemeyenler…
Bülbüllerin kulağımıza fısıldadığı ilk rivayet odur ki yazarına sormuşlar KÜL’ün;
“Sen bu kitabı nasıl ve ne zaman yazdın?”
O da Aygünce cevap vermiş soranlara; “Kül ve Gül yazdırdı.” diye.
Burak Fazıl Çabuk
“Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.”
Mustafa Kemal Atatürk
Ermeni sorununun neden çıktığını ve siyasi amacın ne olduğunu merak ediyor musunuz? Peki bu siyasi amacın gerçekleştirilmesi için sözde Ermeni soykırımı safsatasının nasıl ortaya atıldığını ve ne şekilde kullanıldığını öğrenmek istiyor musunuz? Ya da Kurtuluş Savaşı döneminde Ermeni yayılmacılığına karşı nasıl mücadele edildiğini bilmek istiyor musunuz?
Bunun gibi daha “birçok” soruya bu zamana kadar “birçok” kişi tarafından “birçok” cevap verildi ve bu sorular üzerinden prim yapmak istenilerek her platformda farklı farklı yorumlar yapıldı. Ama bu altın bilezikli “birçok” kişi, bütün kaleleri zapt edilmeye çalışılan bu devletin sadece ama sadece nüfus cüzdanı üzerinde vatandaşı olduklarını ispatlarcasına ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri topraklara ihanet etti. Çünkü “birçok” kafayı karıştırıcı “birçok” baskı, bu “birçok” sinsi sorunun akıllara, beyinlere ve idraklere işlenmesiyle sağlandı. Ve bu zamana kadar, bütün bu sorular için verilen “birçok” cevap ya duyurulamadı, ya anlaşılamadı ya da anlaşılmak istenmedi… Çünkü yıpratıcı şekilde sorulan bu sorular arka planda gerçekten çok daha büyük amaçları içinde gizledi ve Türk halkının “Türkler soykırım yaptı mı?” gibi bir soruyla psikolojik bir buhrana itilmesi sağlanarak siyasi ve ekonomik açılardan kontrolü amaçlandı. İsterseniz Batı deyin isterseniz emperyalizm, isterseniz ABD deyin isterseniz kapitalizm, amaç aynı amaç, hedef aynı hedef. Ama nereye kadar?..
Hal böyleyken iddialı bir kitap da iddialı bir başlıkla raflardaki yerini aldı. Az önce bahsini ettiğimiz “birçok”larının sorduğu soruyu cevaplayan bir kitap. Sokaktaki vatandaşı yanlış yönlendirmenin baş müsebbibi bilgi kirliliğinin en yoğun demlerinin yaşandığı bu zamanlarda sorulması gereken en doğru soruya en doğru yanıtları veren bir kitap… Ki böylece gerçekten “Türkler soykırım yaptı mı?” gibisinden sorular akılları bulandırmasın artık dedirten bir kitap.
Öyle ki defalarca tekrarladığımız soruya sadece kitabın yazarı Gökhan Balcı yanıt vermiyor… Genelkurmay Atase Başkanlığı arşiv belgeleri sözde soykırım iddialarını yanıtlıyor. Devlet arşivlerindeki binlerce belge ülke insanını bunalıma sokan bu duruma yalan dercesine delil oluyor kitapta. Toplam on ciltte tamamlanması planlanan serinin bu ilk kitabında önsöz yukarıda bizim de yazdığımız Gazi Mustafa Kemal’in ifadeleriyle başlıyor ve kitabın kapağında da kullanılan birçok katliam fotoğrafıyla yürekleri dağlıyor. Çünkü kitap “Türkler soykırım yaptı mı?” başlığıyla akıllardaki sorulara en doğru yanıtları sunarken, asıl katliama tabi tutulanların masum Türk halkı olduğunu gösteriyor bu fotoğraflarla… Biz soykırım mı yaptık acaba diye kendi kendimizden şüphe duymaya itilirken asıl soykırıma tabi tutulanların dedelerimiz ve ninelerimiz olduğunu öğreniyoruz. Atalarımızı toprak edenlerin şimdi topraklarımızda gözü olduklarını anlıyoruz.
Sayfalarını çevirdikçe insanı bin bir farklı duygunun içine götüren bu eser gerçekten okunmalı ve üstümüze kara bulut gibi çöken bu baskılara karşı daha da şuurlu bir şekilde mücadele edebilmek için okutturulmalı. Kitaptaki resimli belgeler zaten her şeyi apaçık ortaya koyuyor ve asıl Ermeni vahşeti anlaşılıyor. Devamında Ermenilerin Türklerle olan ilişkileri, Büyük Ermenistan hayali, Türkleri ve Ermenileri kimlerin karşı karşıya getirdiği, dış güçlerin Ermenileri galeyana getirmek için yaptıkları silah ve mühimmat yardımları, Ermeni kongrelerinde alınan ilginç kararlar ve bu kararların hedefleri, Ermeni isyanları ve Türkleri katletmeleri, Ermenilerin Ermenilere zulmü, Ermeni talepleri ve propagandaları, Ermeni terörü, PKK-Ermeni işbirliği ve aralarında yaptıkları anlaşmalar, tehcir, Ermeni komiteleri ve terör örgütleri, sözde soykırım iddialarına yabancı bilim adamlarının bakışı, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın sözde soykırım iddiaları için neler düşündüğü sayfalar ilerledikçe karşınıza çıkıyor ve kitap okundukça şaşkınlık artarken akılları karıştıran her soru tek tek yanıt buluyor.
Yanıt bulan her soruda tez daha da iyi anlaşılmış oluyor: Ortada bir “DÖRT T” planı var; Ermeni sorununun tüm dünyada TANITILMASI, soykırımın TANINMASI, Türkiye’den TAZMİNAT alınması ve TOPRAK elde edilmesi. Ancak artık bu topraklarda hangi oyunlar oynanırsa oynansın seyirci kalmayacak binlerce vatanperver var ki onlar bu ve bunun gibi planların her zaman farkındaydılar ve hâlâ farkındalar…
Millet-i sadıka dediğimiz sevgili Ermenilerin Türkiye üzerinden oynanan oyunlara nasıl alet edilmeye çalışıldığı daha da iyi anlaşılmak isteniyorsa bu ilk kitap başta olmak üzere serinin ileride yayınlanacak tüm kitapları mutlaka tüm kütüphanelerde bulunmalı ve bulundurulmalıdır. Her kim ise ortalığı karıştıran iki iyi dost halkın kardeşliğine engel olmamalı, fitne fesatla havayı bulandırmayı bir kenara bırakmalıdır. Çünkü bu dünya bu zamana kadar kimseye kalmadı, hiç kimseye de kalmaz. Anlayabilene…
Araştırmacı kimliğiyle yaptığı, merak uyandıran yorumlar ve teşhisler. Gazeteci kimliğiyle de öneriler sunmaktan ziyade, gerçekleri açık biçimde halka sunma ızdırabı. İnce, gizli ve ağır, açık eleştiriler. Hikâye, roman tarzında akıcı, sade anlatım... Zaman zaman da cümleler, resmi evrak gibi fotoğraflıyor hayatı. Çarpıcı misallerle dolu savları, esrarengiz iddiaları bünyesinde barındırıyor. Edebi kimliğini de eserlerine yansıtan merhum yazar Raif Karadağ, belki de yazmak istediklerinin çoğunu yazamayan, ama yazdıklarıyla da toplumumuzun geniş kitlelerine hitap eden bir şahsiyet.
28 Nisan 1920’de, Yanya’da dünyaya gelen Raif Karadağ’ın babası Yanya eşrafından bankacı Süleyman Bey ve annesi de Selime Hanım’dır. Lozan Anlaşması’nın gereği olarak yapılan nüfus mübadelesiyle, 1924 yılında Türkiye’ye gelen bu aile, İstanbul’da Pendik’e yerleşir. Pendik İlkokulu’ndan sonra Kadıköy Ortaokulu’nu da bitiren Raif Karadağ, Rumca, Osmanlıca ve İngilizce bilir. Okuma aşkı yazma aşkına dönüşünce de gazeteciliği kendine meslek olarak seçer. Yeni Büyük Doğu, Son Havadis, Tercüman ve Bizim Anadolu gazetelerinde çalışmanın yanı sıra, bazı dergilerde de çeşitli yazıları yayınlanır. Bu yazılarının hemen hemen hepsini kitap haline getirip, bize okunmaya değer birçok eser bırakır. Başlıca kitaplar: Binbir Gece Masalları, Uyvar Önünde Türk Gibi, 10 Temmuz İnkılâbı ve Netayici, Şark Meselesi, Petrol Fırtınası, Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar ve Musul Raporu’dur. Kitapları bir kesim tarafından yoğun eleştirilere maruz kalır. Bir kesim tarafındansa takdire şayan bulunur. 22.12.1973’te de son derece sıhhatli iken gittiği Ankara’da, bir otel odasında, esrarengiz bir şekilde hayata gözlerini yumar. Ardında eşi Selver Hanım’dan Murat ve Ferhat adında iki çocuk bırakan Raif Karadağ’ın vefatındaki sır perdesi hala kaldırılabilmiş değildir. Kendisinin bu genç yaşta esrarengiz ölümü, bize Petrol Fırtınası kitabındaki ‘Irak Kralı Faysal’ın Esrarengiz Ölümü’ (Emre Yayınları, s. 265) başlıklı yazısını hatırlatır. Çünkü kitaplarında anlattığı menfaatler dünyasında yaşanan esrarengiz ölümler gibi Kral Faysal’ın ölümü de yazarın kaderiyle büyük benzerlik taşır. Kitaplarında üstüne bastığı gerçekler belki de onu bu dosyası kapanmamış ölüme götüren nedendir. Zaten Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar kitabında da Sultan Abdülaziz’in intihar etmediğini, cinayete kurban gittiğini açık delillerle iddia eder.
İşte yukarıda kısaca kendisini anlatmaya çalıştığımız Raif Karadağ, ülkemizde ses getiren dört kitabıyla tekrar okurlarıyla buluştu. Emre Yayınları’nın bastığı ve içerdiği konular itibariyle güncelliğini yitirmeyen bu dört eser: Şark Meselesi, Petrol Fırtınası, Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar ve Musul Raporu. Kafalarımızda beliren, zor birçok soru işaretine, tatminkâr cevaplar sunan, uzun ve yoğun emeklerin semeresi bu eserler, sanırım tartışılmaya uzun yıllar devam edecektir.
İskenderun, tarihi boyunca siyasi bir devlete başkent olmadığı için, içinde vukua gelen hadiseler daha mahalli ve küçük ölçüdedir. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında stratejik öneminden dolayı büyük devletlerin siyasi kademelerinde sık sık gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle Birinci Cihan Savaşı’nın arifesinde bu önemiyle ilgili tartışmalar büyük yoğunluk kazanmıştır. Bugün ise dünya ve ülkemiz jeopolitiğinde yeri ve önemi tartışılmayacak derecede bir ehemmiyete sahiptir.
Hazırlayanın Önsözü
Önsöz
Ne Zaman Yazmaya Başladım?
Ceddim Karabekir
Ben Kazım
Van’a Gidiyoruz
Erzurum
Harput’a Gidiyoruz
Mekke’ye Gideceğiz
Mekke Yolundayız
Mekke
İstanbul’a Dönüyoruz
Arabistan’da Kalan En Canlı Hatıralar
İstanbul Yolunda
İstanbul’dayız Artık
Mektebe Gideceğiz
Rüştiye Hayatım
Kuleli Askeri İdadisi’ndeki Hayatım
Harbiye Hayatım
Erkân-ı Harbiye Mektebi’nde Üç Sene
Erkân-ı Harbiye Zamanları
İstanbul’dan Ayrılmadan Önce
Üçüncü Ordu’ya Hareket
Manastır’da İlk Zamanlar
Tahkikatlar
Balkanlar’da Zulüm Bitmiyor
Sen...
Bir sen...
Bir sen daha...
Gözlerimi kapatışım kadar sen...
Ötelerden özlenen sözlere
ötelerin uzaklığı kadar sen...
Grilere bulanmış hayatımın
Beyaz gülleri, bembeyaz bulutları gibi sen...
Saçlarının tozu,
Nefesinin büyüsü,
geldiğin mevsimler,
rüzgarlar sen...
Bir de yüreğindeki adım,
sokaklarda duyduğum adımlarım sen...
ÖNSÖZ
Solgun ikindi güneşinin, her birini altın gibi parlattığı binlerce sararmış yaprakla kaplı yolda yürürken, cami hoparlöründen yayılan ezan sesiyle bir huzur kaplıyor içimi. Adını koyamadığım bir duyguya bürünüyorum. İstanbul’un bu en romantik vadisinde gezinmek beni hep Osmanlı’nın son birkaç yüzyılına götürüyor. Daha dün gibiydi; Ocak ayında başladığım Kâğıthane fotoğraf maceram, sonbaharın gelişiyle artık sona doğru yaklaşıyor. Oysa ben burayı çok sevmiştim. Hâlbuki Ocak ayına kadar sadece içinden birkaç kez geçtiğim ve “varoş” sandığım Kâğıthane beni kendine âşık etmişti. Geçmişten gelen kültürel altyapısının yanı sıra İstanbul’un güzelliklerini de içinde besleyen ilçe, Osmanlı’nın ruhunu yansıtan çarşı ve yaşam tarzına yaptığı ev sahipliğiyle dikkatimi çekti.
“Kâğıthane” dendiğinde; çöpleri ve gecekondu mahalleleriyle öne çıkan bir semt, bir yerleşim merkezi canlanırdı gözümde. Bir yıldır burada yaptığım çalışmada artık en izbe sokağını bile bildiğim altı yüz bin nüfuslu bu muazzam ilçe varoş olmaktan çoktan çıkmış, modern bir şehir görünümünü almıştı. Öyle ki bırakın Türkiye’yi, Avrupa’nın en yüksek rezidans gökdeleni bu ilçe sınırları içinde yer alıyor. İlginç bir şeyi daha fark ettim, İstanbul’un merkezine oturmuş bu ilçeye her semtten yol var. Şehrin en merkezi noktalarındaki yön levhalarında yer alan “Kâğıthane” yazıları da bunun en bariz örneği.
Avrupa’ya Kültür Başkentliği yapan şehrin tek yağlı güreş spor organizasyonu burada yapılıyor. Ata sporu yağlı güreş müsabakaları her yaz büyük bir şenlik havası içinde geçiyor. Yine ata sporlarımızdan cirit müsabakaları da her yıl Kâğıthane’de yapılıyor. Unutulmaya yüz tutan bu sporları İstanbul’da yaşatmak için çaba sarf eden bir başka ilçe belediyesi daha göstermek mümkün değil. Avrupa Kültür Başkentliği yapan İstanbul’da kültür sanat adına, yapılan etkinliklerde bu ilçede yapılan organizasyonlardan bir tanesini bile görmek maalesef mümkün değil. Bu anlamda göklere çıkarılması gereken Kâğıthane’nin şahsına münhasır birçok özelliği daha var kuşkusuz. Sadabad Vadisinde ki Hasbahçe gibi büyük mesire alanına sahip olan ilçe, aynı zamanda İstanbul’un en büyük piknik alanlarını da sınırlarında bulunduruyor. Kuşkusuz Kâğıthane Belediyesinin sağladığı güvenlik ve temizlik işleri konusundaki hassasiyeti bu merkezlerin güvenli ve nezih olmasını sağlıyor.
Eğer bir yere âşıksanız karşılık beklemeden yapmak isteyeceğiniz çok şey var. Bir fotoğrafçı olarak benim elimden gelen ise ilçenin sayısız kültürel eser zincirine bir halka eklenmesine katkı sağlamak. Gelecek kuşaklar için Kağıthane’nin 2000’li yıllarına ışık tutmamıza en büyük desteği sanata ve sanatçıya verdiği destekle de bilinen Belediye Başkanı Fazlı Kılıç’tan aldık. Kılıç’ın katkıları göz ardı edilemeyecek kadar büyüktü. Gerek fotoğraf sergilerimizde olsun gerekse bu eserin bir kitap haline gelmesinde fikir ve görüşleriyle bizleri yönlendiren Başkan yardımcısı Mevlüt Öztekin ve Kültür Müdürü Sadık Şişman ise bu projenin başından sonuna kadar takipçisi olup, gece gündüz demeden bizimle çalıştılar. Basın Danışmanı Hüseyin Irmak fotoğraf altı yazılarının yanı sıra fotoğraf seçimlerinde desteğini eksiltmedi. Mesai mefhumu demeden elini üzerimizden çekmedi. Nurşah Alagöz ise projenin başından sonuna kadar asistanlık görevi yürüterek disipliniyle ve çalışkanlığıyla bizlere büyük katkı sağladı. Saydığım isimler olmasaydı bu eserin sizlere ulaşması mümkün olmayacaktı.
Yukarıda anlattığım gibi başlayan “Kâğıthane’de Dört Mevsim” adlı fotoğraf maceram sonbaharın gelişiyle sonlandı. Tarihi ilçenin objektiflere yansımasının böylesine masalsı olacağını açıkçası bende düşünmemiştim.
Bünyamin Aygün
Toprak gibiydi, ondan iyilik ve güzellikten başka bir şey çıkmadı. Çünkü sebepleri bırakmış, onları yaratana sarılmış bir insandı. Altın ile kum gözünde eşit idi. Parası cebindeydi, ama kalbinde hiç yer etmemişti. Şan, şeref ve şöhret için ilim öğrenmedi. Menfaat vermeyen ilmi de talep etmedi. Tanıdığı herkese karşı –hatta şahsını menfaatlerine basamak yapmak isteyenlere- paspas kabul etti kendini ve gözünü hiç kırpmadan hep yardım kollarını açtı. Kendi ahvaliyle zahirde halk, batında Hak ile beraberdi. Bulut gibiydi; gölge verip gölgelendirdi. Yağmur olup su verdi susayanlara. Tevekkülde, sabırda azimli ve sabit idi. Ne verilirse verilsin razı, kanaat sahibiydi. "Çeliğin kıvrılmasını beklemek gibi yumuşaklık beklenmesi gereken insanlara" yumuşaklığı, hakikatten başka bir şey söylemeyen diliyle gösterdi. Ne sadece kendinin doğru kabul ettiği şeyi yaptı, ne de doğruya ihanet etti. İstişareden geri kalmayarak çevresindekilerle doğruyu aramaya çalıştı, örnek oldu. Hak katında sinek kanadı kadar değeri olmayan dünya onun için okumaktı, yazmaktı, öğrenmekti, öğretmekti ve bunlarla da amel etmekti. Hocasına göre tilmizleri, öğrencilerine göre muallimliği, tüm sevenlerine göreyse tertemiz bir kalbi vardı. Çıkmaz sokaklardan geniş düzlüklere çıkmasını ve çıkarmasını iyi bilenlerdendi. Yazdı, sadece doğruyu yazdı. Yazmaktan da usanmadı, okumaktan usanmadığı gibi. Hasta haliyle bile çevresinde kendisini parçalamayı arzulayan timsahlara "gülümsemeyi" anlattı. Faydalı olmaktı amacı. Hiç yılmadan, tozlu harflerin arasında bozuk gözleriyle yıllarca üretti, yazdı fikirlerini yılların eskitemediği daktilosunun başında. Biriktirdi bütün çalışmalarını. Gün yüzüne çıkamadı çoğu zamanını tükettiği birçok çalışması. Çünkü timsahlar sinsi sinsi kol geziyordu etrafında. Mahkemeler, disiplin soruşturmaları, görevden alınmalar, iftiralar yalanlar ve yalanlar; en acısı sömürmeler… Bu yüzden dertliydi ve haykırıyordu her defasında, "Allah'ım, dert çekmeye sabır, tahammül ver; hayatın yolları kıştır, borandır." diye. Bu tahammülle ne hastalık, ne vefasızlık, ne de başarısızlık yıkabildi onun azmini. Başarısızlık da yoktu ki onun için. Sadece sonuçlar vardı. Dünyanın sırtına yüklediklerini de taşımaktan yorulmadı. Dünya için ağlamadı. Hep tebessüm vardı, beyaz saçlarıyla daha da çok parlayan yüzünde. Ruh yola çıktıktan sonra bile yüzünden eksik olmayan tebessümüyle aşıktı. Aşk adamıydı. Aşkını yüzlerce sayfa şiirle süsledi. Onun aşkına karşılık dillerimizden şu mısralar döküldü ardından:
Toprağına su dökem de rahat uyu,
Dinmedi bıraktığın gözlerin suyu.
Dağların dibindeki o kara kuyu,
Senin o aşkınla gülistan olacak.
Yaklaşık iki sene önce ebedi aleme intikal eden Dr. Vahid Çabuk işte böyle bir insandı. Hayatı ve eserleriyle ilgili olarak daha iyi ve daha geniş çaplı çalışmaları hak eden merhum için vefa sahibi sevenleriyle böyle bir eser oluşturmak bizim için büyük huzur ve mutluluk kaynağıdır. İmkanlar dahilinde oluşturulan bu eserden sonraki safha onu takip eden tarihçilere ve araştırmacılara kalıyor. Tabii biz çalışmalarımızı onun gün yüzüne çıkmayan eserlerini yeniden hazırlamak ve tanıtmakla sürdüreceğiz. Bunun için de vefalı dostlarının, tarihçilerin ve araştırmacıların yardımlarını esirgemeyeceğini ümit ediyoruz.
Bu eserin hazırlanmasında da desteklerini esirgemeyen aileme, Emre Yayınları sahibi sayın Sami Çelik Bey'e, değerli hocalarım Doç. Dr. Ali Arslan Bey'e ve Yrd. Doç. Dr. Orhan Hülagü Bey'e; ilk dizgide kahrmı çeken Zeki ve Emre Müjdeci kardeşler ile Onur Demir'e, yardımlarını esirgemeyen Yeşim Köseoğlu’na, merhum hakkında yazılar hazırlayan değerli büyüklerime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu kitabı da ömrünü ilme ve sevgiye adayan bir insanın çileli hayatı olarak takdimle merhum Dr. Vahid Çabuk'un anısına tüm sevenlerine ithaf ediyoruz.
Kayıtlı edebiyat tarihimize baktığımızda Dede Korkutlardan tutun vakanüvislere kadar muazzam bir edebî duruş ve üslup eserlerde hep dikkat çeker. Başlangıçta nazım, sonrasında nesir şeklini alan bu tarihsel aktarımlar hep edeple edebî kaygılar taşınarak gerçekleştirilmiştir. Çok derin bir geçmişe sahip olan tarihimiz ise bu alanda eser kaleme almak isteyenler için bir okyanus gibi derin sularını göstermiş ve yazarlar da bu deryadan beslenmiştir. Öyle ki tarihî romanlardan tutun destansı epik şiirlere kadar birçok çalışma günümüze kadar gelmiş ve geçmişiyle gurur duyan bizler bu deryadan avuçladığımız verileri şiirsel veya teatral, düz yazı ya da kısa darbımeseller şeklinde hâlâ yazagelmekteyiz.
Bu çerçevede tarihimizle ilgili olarak ulusal ve de yerel birçok çalışmaya imza atan yazarlarımız ve şairlerimiz üretkenliklerini her geçen gün daha da güzel metinler vücuda getirerek devam ettirmektedirler. Ülkemizde en çok ilgi gören türlerden biri olan tarihî roman çalışmaları eski Türk tarihinden Osmanlı tarihine, İslam coğrafyasından Anadolu bölgesine kadar birçok zaman ve mekân unsurlarını işleyerek ve de resmî kaynaklardaki bilgileri harmanlayarak okurların ilgisine sunmaktadır. Biyografik, kronolojik, siyasi, toplumsal, kültürel, mitolojik, antik, sanatsal, köy temalı, kasaba mekân, kent merkezli, şehir çerçeveli, etnik ve de milli anlamda sınıflandırılabilecek bu tarihten beslenen edebiyat çalışmaları her daim daha çok rağbet görmek noktasındadır.
The works of Qaisra Shahraz, Kutsal Kadýn (The Holy Woman) and Tayfun (Typhoon), have attracted attention with their striking themes and contemporary topics in Turkey. When Ms. Shahraz visited our country in 2005 for Ýstanbul Book Fair, I got the chance to know her better. I saw that although writers, scientists or intellectuals from the East live in the West, they don’t lose touch with their own culture. Qaisra Shahraz is one of those intellectuals, who has the ability and experience to interpret the East truly. She is a writer who can deftly read the East while she lives in the West. In this respect, I can say that her novels are important examples to be analyzed academically. Since they were published in our country at a time when discussions were ongoing on the theme of the clash of civilisations, they have also been reliable and useful sources of information for those who interpret the West differently from the East. We hope that Ms. Shahraz, who deserves to be praised in terms of her literary insight, will go on writing books which will take their place among Eastern Classics books with their insightful themes.
Burak Fazýl Çabuk, Chief Editor
Paraf Publishing House, Istanbul, Turkey