Editorial Chief
Seyfettin ERDOĞAN
İstanbul Medeniyet University
info@joeep.com / +90 216 280 2552
Managing Editor
Durmuş Çağrı YILDIRIM
Tekirdağ Namık Kemal University
dcyildirim@nku.edu.tr / + 90 282 250 2800
Editorial Board
Walter ENDERS
The University of Alabama
wenders@cba.edu
Erişah ARICAN
Marmara University
bse@marmara.edu.tr
Muhsin KAR
Yıldırım Beyazıt University
mkar@cu.edu.tr
Sel DİBOOGLU
University of Sharjah
sdibooglu@sharjah.ac.ae
Ali KUTAN
Southern Illinois University
alikutan@siue.edu
Erdal Tanas KARAGÖL
Yıldırım Beyazıt University
erdalkaragol@hotmail.com
Ayfer GEDİKLİ
İstanbul Medeniyet University
ayfer.gedikli@medeniyet.edu.tr
Emrah İsmail ÇEVİK
Tekirdağ Namık Kemal University
eicevik@nku.edu.tr
Seda YILDIRIM
Tekirdağ Namık Kemal University
sedayildirim@nku.edu.tr
Seda BOSTANCI
Tekirdağ Namık Kemal University
shbostanci@nku.edu.tr
Nüket KIRCI ÇEVİK
Tekirdağ Namık Kemal University
nkcevik@nku.edu.tr
Elif KIRAN
Tekirdağ Namık Kemal University
ekiran@nku.edu.tr
Contents
RELATIONSHIP BETWEEN AIRLINE SUPPLIERS, AIRLINE AND AIRLINE CUSTOMERS: FISH CLAMP
MODEL………………………………………………………………………………………………………………………………………….1-14
Armağan MACİT, Sultan Gedik GÖÇER
MEASUREMENT OF CUSTOMER SATISFACTION IN THE HEALTH SECTOR: SIMAV STATE HOSPITAL
SAMPLE……………………………………………………………………………………………………………………………………….15-30
Bayram TOPAL, Hasan ŞAHİN
ECONOMIC RISK FACTORS IN TURKEY AFTER THE GLOBAL CRISIS………………………………………………31-47
Bige KÜÇÜKEFE
THE ROLE AND IMPORTANCE OF PUBLIC LIGHTNING AND TRANSPARENCY IN CORPORATE
GOVERNANCE………………………………………………………………………………………………………………….............48-54
Hakan KILCI
COMPARATIVE FINANCIAL TABLOL ANALYSIS………………………………………………………………………………55-62
Hande ÖZOLGUN
MEASUREMENT OF SYRIAN REFUGEES’ SATISFACTION WITH NGOS SERVICES A FIELD STUDY IN
TURKISH SOUTHERN PROVINCES…………………………………………………………………………………………………63-79
Prof Dr Hüseyin ALTAY, Abdulkarim ALHAMOUD, Bekir Bora DEDEOĞLU
ORGANIZATIONAL COMMUNICATION PERCEPTION IN TERMS OF PUBLIC RELATIONS…………………80-94
İrfan ERTEKİN
DETERMINING THE INITIAL POPULATION OF SOLVING THE TRAVELING SALESMAN PROBLEM WITH
GENETIC ALGORITHMS………………………………………………………………………………………………………………95-123
Meryem PULAT, İpek DEVECİ KOCAKOÇ
ECONOMIC SYSTEMS AND REGIMES………………………………………………………………………………………..124-136
Özlen HİÇ
COMPETITIVENESS ANALYSIS OF FOREIGN TRADE IN THE DEVELOPING EIGHT ISLAMIC COUNTRIES (D8 COUNTRIES)………………………………………………………………………………………………………………………….137-162
Yavuz TÜRKAN, Abdurrahman ALAKUŞTEKİN
PRE-SCHOOL EDUCATION AND THE INVESTIGATION OF THE FACTORS OF TURKEY'S TRABZON
INVESTIGATION FACTORS PRE-SCHOOL EDUCATION CITIZENS………………………………………………..163-179
Berna HASANBAŞOĞLU, Özlem DURGUN
COST OF LIVING IN OTTOMAN EMPIRE DURING THE ARMISTICE PERIOD: ISTANBUL……………….180-191
Professor Büşra KARATAŞER
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
EKONOMİK SİSTEMLER VE REJİMLER1
Doç. Dr. Özlen Hiç
İstanbul Üniversitesi / İktisat Fakültesi, İngilizce İktisat Bölümü.
ozlen.h.birol @gmail.com
ÖZET: Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik rejimle ilgili gelişmeler gelişmekte olan ülkelerinkinden farklı
bir yoldan devam ettiğinden, bu makalede bu iki ülke grubu ayrı ayrı incelenecektir. Tarihsel ve teorik
sebeplerden ötürü gelişmiş ülkelerdeki ekonomik rejimin araştırılmasına öncelik verilecektir.
Günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ekonomik faaliyetler temel olarak özel sektör
tarafından karşılanmaktadır; Bununla birlikte hükümet müdahale, rehberlik, korumacılık ve yatırım
yoluyla bu faaliyetlere katkıda bulunur. Hâlen gelişmiş ülkelerin hükümet müdahalesi, korunması ve
kamu yatırımlarının seviyesi asgari düzeydedir. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde hükümetin rolü
daha belirgin gözükmektedir; Hükümetin rolünün ağırlığı söz konusu ülkeler için gelişme derecesine
bağlıdır. Kalkınma düzeyinin düşük olduğu ülkelerde hükümetin rolü artar, yani gelişmedeki gelişme
hükümetin rolünü azaltır.
Anahtar Kelimeler: Ekonomik Sistemler, Ekonomik Rejimler, Liberalizm, Sosyal Devlet, Marxizm,
Gelişen Ülkeler, Gelişmekte Olan Ülkeler
ECONOMIC SYSTEMS AND REGIMES
ABSTRACT: Since the developments regarding the economic regime in developed countries follow a
different path as opposed to those in developing countries, in this article, these two groups of countries
will be examined separately. Priority will be given to investigating the economic regime in developed
countries due to historical and theoretical reasons.
Today, both in developed and developing countries, the economic activities basically are taken up by
the private sector; nevertheless the government contributes to these activities through intervention,
guidance, protectionism, and investment. Still the level of the government intervention, protection and
public investments in developed countries appears to be at the minimum. The role of government in
developing countries, on the other hand, seems to be more significant; the gravity of the government’s
role depends on the degree of development for the countries in question. In the countries where the level
of development is low, the role of the government increases, that is to say, the improvement in
development decreases the role of the government.
Key Words: Economic Systems, Economic Regimes, Liberalism, Socialism, Marxism, Developed
Countries, Developing Countries
GİRİŞ: EKONOMİK REJİM SORUNUNUN ANAHATLARI
Ekonomik rejim yahut ekonomik sistemden kasıt, bir ülkede üretim, kaynakların dağılımı, gelir
bölüşümü gibi temel ekonomik ve sosyal faaliyetlerin devlet tarafından mı, özel teşebbüs
tarafından mı yapıldığının yahut ne ölçüde devlet ne ölçüde özel teşebbüs tarafından
yapıldığının tespitidir. Ülkeler arasındaki dış ticaret ve ekonomik ilişkiler, bu ilişkilerde
Bu makale 20-21 Mayıs 2017 tarihinde İstanbul‘da düzenlenen International Congress of Management Economy
and Policy isimli kongrede bildiri olarak sunulmuştur.
1
124
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
serbestlik veya devlet kısıtlamaları ve korumacılık da ekonomik rejimin ana konularından birini
oluşturur.
Yukarıda verilen tanımdan da anlaşılacağı gibi, bu konuda iki ekstrem yahut iki uç vardır.
Birincisi, tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerin özel teşebbüs tarafından, fiyat, kâr ve piyasa
mekanizması yoluyla ve serbest olarak yapılmasıdır. Bu ekonomik rejimde özel mülkiyet
esastır. Toprak ve sermaye sahipleri hangi malı üreteceklerini, ne kadar üreteceklerini, nasıl bir
teknoloji kullanacaklarını, buna göre ne kadar emek istihdam edeceklerini piyasa şartları, arz,
talep ve fiyatlara ve ücrete göre, kendi menfaatleri doğrultusunda, kendileri ayarlar. Sonuçta
ise ülke için en optimal noktaya, yani tam istihdam dengesine ve aynı zamanda dış ticaret
dengesine otomatik olarak ulaşılacağı ileri sürülür. Bu şartlar altında devlet yalnız savunma,
asayiş, yargı gibi klasik devlet fonksiyonlarını yürütür. 18. yüzyılda ortaya atılan bu ekonomik
rejime “liberal ekonomik rejim” denilmekle beraber, Marksist yayınlardan esinlenmenin bir
sonucu olarak, “kapitalizm” olarak adlandırılmıştır.
İkinci ekstrem veya uç ise tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerin devlet tarafından
yürütülmesidir. Bu ekonomik sistemi K. Marx ve Marksistler “sosyalizm” olarak adlandırırlar;
genelde kabul edilen ve kullanılan terim ise “komünizm”dir. Komünist sistemde temel üretim
vasıtaları olan toprak ve sermayenin mülkiyeti devletin elindedir. Devlet tüm ekonomik ve
sosyal faaliyetleri bir merkezi plan yardımıyla yürütür.
Bu safhada, farklı ekonomik rejimlerin siyasi rejim ile ilişkisine de temas etmek gerekir. Liberal
ekonomik rejim için en uygun olan siyasi rejim, ferdi hürriyetlerin azami noktada olduğu
demokrasi rejimidir. Gerçi otokrasilerde de ekonomik faaliyetlerde özel teşebbüse geniş yer
verildiği görülmüştür, Hitler ve Nasyonal Sosyalizm’de, Mussolini ve Faşizm’de olduğu gibi.
Fakat bu gibi siyasi rejimlerde özel teşebbüs serbest karar vermek yerine, hükümetin baskı ve
yönlendirmesine uymak zorunda kalır. Benzer şekilde, demokrasi rejimini tam olarak
uygulamayan birçok ülkede de yine özel teşebbüs çeşitli baskılara maruzdur. Buna mukabil,
komünist rejim esasen bir diktatörlük rejimi olarak ortaya çıkmıştır; devlet mülkiyetini, tüm
ekonomik faaliyetlerin devlet tarafından yapılmasını ve merkezi planlamayı çok partili ve
gerçek bir “demokratik” siyasi rejimle yürütmek söz konusu olamaz.
Başlangıçta hemen belirtelim ki, bugün iki ekstrem ekonomik rejim de fiilen tatbik
edilmemektedir. Tüm ekonomik faaliyetlerin özel teşebbüs tarafından yürütülmesiyle ilgili
uygulamalar gelişmiş ülkelerde başlamış ve fakat çeşitli sorunlara yol açtığı için devlet
ekonomik ve sosyal faaliyetlere makro müdahaleler, sosyal müdahaleler ve devlet yatırımları
yoluyla, düşük düzeyde de olsa, iştirak etmeye başlamıştır. Halen gelişmiş ekonomilerde
uygulanan bu ekonomi rejimi birçok standart iktisat kitabında “karma ekonomi” olarak
nitelendirilmektedir; gaye gerek özel teşebbüsün gerek devletin bir arada varlığını
vurgulamaktır. Fakat karma ekonomi terimi devletin mi özel teşebbüsün mü rolünün ağır
olduğu konusunda tam fikir vermez, hatta yanıltıcı olabilir. Bu nedenle gerek uluslararası
ekonomik kuruluşlar gerek iktisat literatüründe genel olarak “piyasa ekonomisi” terimi
kullanılmaktadır.
125
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
Tüm faaliyetlerin devlet tarafından yürütülmesi şıkkı ise ikinci ekstrem veya uç olarak
SSCB’nin çökmesi ve Çin’in ise özel teşebbüse yer veren karma ekonomiye geçmesi suretiyle
fiilen ortadan kalkmıştır, denilebilir. Tüm bu gelişmeler müteakip kısımlarda daha ayrıntılı
olarak ele alınacaktır.
Bugün gerek gelişmiş gerek gelişen ülkelerde ekonomik faaliyetler esas olarak özel teşebbüs
tarafından yürütülür; fakat devlet bu faaliyetlere müdahale, yönlendirme, korumacılık, yatırım
yoluyla katkıda bulunur. Bir halde ki, gelişmiş ülkelerde devletin ekonomik faaliyetlerde
üstlendiği müdahalecilik korumacılık ve devlet yatırımları asgari seviyededir. Buna mukabil,
gelişen ülkelerde devletin rolü gerek müdahaleler gerek korumacılık gerek devlet yatırımları
daha fazladır; devletin rolünün ağırlığı ise ülkelerin gelişmişlik derecesine bağlıdır. Gelişme
seviyesi düşük ülkelerde devletin rolü daha fazladır, gelişme ile birlikte devletin rolü giderek
azalma göstermektedir.
Gelişmiş ülkelerde ekonomik rejim ile ilgili gelişmeler farklı, gelişen ülkelerde ise gelişmiş
ülkelere göre farklı bir seyir takip ettiği için, bu makalede bu iki ülke grubu ayrı ayrı gözden
geçirilecektir. Öncelik, tarihi ve teorik sebepler dolayısıyla, gelişmiş ülkelerde ekonomik
rejimin incelenmesine verilmiştir.
1. GELİŞMİŞ EKONOMİLERDE EKONOMİK REJİMİN EVRİMİ
1.1. Liberal Ekonomi Rejiminin Doğuşu
Avrupa ülkeleri, yani gelişmiş ülkeler, 16. yy – 18. yy. boyunca ve iktisat ilmi doğmadan önce,
Adam Smith tarafından “Merkantilizm” olarak adlandırılan, yoğun müdahaleci ve korumacı bir
ekonomik rejim uygulamışlardır. Merkantilizmde her ülke ithalatını mümkün mertebe kısıyor,
ihracatını teşvik ediyordu. Fakat dış ticaret fazlası sonucu içeri giren altını para olarak piyasaya
sürmüyordu. Bu altın Merkez Bankası deposunda saklanıyordu. Ülkeler zenginliklerinin bu
suretle artacağına inanmaktaydılar. Sonuçta merkantilizm bir taraftan gelişmiş ülkeler arası dış
ticaret hacmini kısarken diğer taraftan tüm ülkelerin büyüme hızını düşürmüştür. Merkantilizm
ayrıca bu ülkeleri müstemlekecilere (emperyalizme) de sürüklemiştir. Müstemleke sahibi
olmaktan maksat ucuz ham madde temin etmek ve yüksek fiyattan mal satmaktı.
Fakat “sanayi devrimi” bu ülkelerde çok önemli değişmeler yaratmıştır. Buhar makinesinin
icadı ile vapur ve tren ulaşımı büyük ölçüde genişlemiş, dokuma tezgâhının makineleşmesi
sonucu fabrikalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Arnold Toynbee’ye göre sanayi devrimi 17601840 yılları boyunca sürmüş, ilk İngiltere’de başlamış ve diğer Avrupa ülkelerine de
yayılmıştır. Sanayi devrimi nispeten geniş bir müteşebbis grubu yaratmıştır. Asıl önemlisi, bu
müteşebbisler devletin yoğun müdahale ve korumacılığının aslında faaliyetlerini ve
kârlılıklarını kısıtladığını görmeye başlamışlardır. Adam Smith 1776 yılında yazdığı eser ile bu
önemli gelişmeyi tespit etmiş ve bir taraftan iktisat ilmini kurarken diğer taraftan geliştirmiş
olduğu liberal iktisat rejiminde devletin iktisadi faaliyetlerden tamamen elini çekmesinin
toplum için en optimal ekonomik ve sosyal sonuç doğuracağını ileri sürmüştür. Adam Smith
126
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
tüm piyasalarda, emek piyasası dâhil, (tam) rekabet şartlarının mevcut bulunduğu noktasından
hareket etmektedir. Bu şartların geçerli olduğu bir ekonomide “görünmez el”, yani fiyat
mekanizması tüm ekonomik sorunları toplum için en optimal noktada çözecektir. Tam istihdam
dengesi otomatik olarak sağlanacak, aynı zamanda dış ticaret de kendiliğinden dengeye
gelecektir. Çünkü otomatik altın standardı teoremi işleyecektir (Hiç, 1994). Bu durumda
devletin herhangi bir müdahalesi veya korumacılığı dengeyi bozar ve toplum refahı düşer.
Kârlar ise rekabet şartları altında “normal” seviyeye inecektir. Ancak piyasada tekeller
oluşursa, devlet müdahale ederek tekeli kırmalıdır; devlet ücretlere de müdahale etmemelidir.
İşçi sendikaları (işçi tekeli) ortaya çıkarsa, devlet buna da müdahale etmelidir; sendikaların
tekelci ücret artışları tam istihdama ulaşmayı önler.
Adam Smith’in mutlak üstünlük tezine dayanan dış ticaret serbestisi ise David Ricardo’nun
(1817) mukayeseli üstünlük tezi ile genellik ve geçerlilik kazanmıştır; tez bugün için de
geçerliliğini korumaktadır.
Adam Smith’i ve onu izleyen Klasik iktisatçıların modeli 1890’da Alfred Marshall tarafından
geliştirilmiştir. Makroekonomi literatüründe Klasik sistem yahut basit (Keynesgil düzeltmeler
içermeyen) Klasik sistem olarak adı geçen bu ekonomi modeli ve ekonomik rejim hakkında
ayrıntılı bilgi için Hiç (1994), Paya (1997), Ackley (1961), Branson (1989) gibi makroekonomi
kitaplarına rücu edilebilir. Bu makalede Klasik makro sistemin ayrıntılarına girmeye ise gerek
yoktur. Klasik iktisatçılar hakkında toplu bilgi için ise Hiç’e (1974, ss.1-9) müracaat edilebilir.
Adam Smith’i gerek iktisat ilminin gerek buna dayalı ekonomik rejim uygulamasının başlangıç
noktası kabul edebiliriz. Daha önce de belirtildiği gibi, Smith’in sistemi “liberal ekonomik
rejim” veya laissez-faire olarak anılmaktadır; aynı ekonomik rejim daha sonra Marx ve
Marksist yazarlar tarafından “kapitalizm” ve “vahşi kapitalizm” olarak adlandırılmıştır.
“Laissez-faire” uygulaması fiili hayatta ise başlıca iki büyük sorun yaratmıştır. Birincisi, bu ilk
yıllardaki uygulamalarda işçilerin durumunun kötüleşmesi, yani “işçi sorunu” veya “sosyal
sorun”dur. İkincisi ise ekonomiler tam istihdam noktasında büyümemiştir. Aksine, devamlı
konjonktür dalgalanmaları ortaya çıkmıştır ve depresyon dönemlerinde ciddi ölçüde işsizlik,
eksik istihdam sorunu ile karşı karşıya kalınmıştır.
1.2. Komünist Sistemin Doğuşu
Avrupa ülkelerinin liberal ekonomi rejiminin altında ciddi işçi sorunu ve konjonktür
dalgalanmaları, depresyon ve işsizlikle karşı kaldıkları ilk devirlerde Karl Marx 1848’de F.G.
Engels ile kaleme aldığı “Komünist Beyannamesi” ile ikinci uç rejimi ortaya atmıştır. Marx
fikirlerini daha sonra Das Kapital ile geliştirmiştir (1 cilt: 1867, 2. cilt 1885, 3. cilt 1884 ve
Marx’ın ölümünden sonra).
Marx’a göre “kapitalist sistem” altında işçi sorunu giderek ağırlaşacaktır. Devletler
(hükümetler) demokrasi sisteminde dahi kapitalistlerin oyuncağı durumunda oldukları için işçi
127
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
sorununu çözmeyecekler, aksine sorun giderek büyüyecektir. Din, işçileri bu kötü durumlarında
oyalamak için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. Marx’a göre konjonktür dalgalanmaları ise
kapitalist sistemin bünyesinden doğmaktadır, önlenemez. Sonunda, ciddi bir depresyon, ciddi
bir işçi sefaleti ortamında işçiler isyan ederek devleti ele geçirecekler ve “komünist sistem”
kurulacaktır. Komünist sistemde sermaye ve toprağın mülkiyeti devlete ait olacak, kapitalistler
ve toprak sahipleri ortadan kaldırılacaktır. Ekonomik faaliyetler, üretim, yatırım devlet
tarafından yürütülecek ve işçiler refaha kavuşacaklardır. Konjonktür dalgalanmaları ise sona
erecektir. İşçi ihtilali ve komünist sistemin, yani Marx’ın tabiriyle sosyalizmin (bilimsel
sosyalizm) kurulması yine Marx’a göre, gelişmenin ve sanayileşmenin son safhalarında vuku
bulabilecektir.
Komünist Beyannamesi, Alman işçi sendikaları başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinin tüm işçi
sendikaları tarafından benimsenmiştir. Fakat fiili gelişmeler Marx’ın iddialarından çok farklı
yönde vuku bulmuştur.
1.3. Fili Gelişmeler, Laissez-Faire Yahut Liberal Sistemin Piyasa Ekonomisine Evrimi
Marx’ın iddialarının aksine, gelişmiş ülkelerin hükümetleri işçi sorunlarına bigâne
kalmamışlardır. Bir taraftan aydınların etkisiyle, diğer taraftan demokrasilerde işçilerin oy
potansiyeli dolayısıyla ve aynı zamanda insanî sebeplerle tüm hükümetler işçilerin durumunu
düzeltmeyi ön plana almışlardır. Bu ilk dönemlerde işçilere henüz en temel hakların verilmesine
başlanmıştır: çocuk işçiliğinin önlenmesi, iş saatlerinin hudutlanması, iş şartlarının düzeltilerek
iş emniyetinin temini, asgari ücret tespiti gibi. Bir adım daha atılarak sosyal güvenlik tesis
edilmiş ve aynı zamanda işçi sendikalarına grev hakkı verilmiştir; grev hakkına karşı işverene
lokavt hakkı tanımıştır. Böylece liberal ekonomi (laissez-faire) rejimine ilk olarak sosyal
gayelerle devlet müdahalesi girmiş, demek ki “sağ” görüş “merkez sağ”a yönelmiştir. Bu
sayede işçilerin durumu giderek düzelmeye başlamıştır.
Konjonktür dalgalanmalarının ise 1929-1934 Büyük Dünya Buhranına kadar önü
alınamamıştır. Büyük Buhran sonrası, Keynes (1936) meşhur eseri ile Klasik sistemin ve
otomatik tam istidam dengesinin yanlış olduğunu, toplam harcama seviyesine müdahale
edilmediği takdirde, ekonominin otomatik olarak tam istihdam noktasında değil, bir eksik
istihdam noktasında dengeye geleceğini göstermiştir. Keynes’in makroekonomik sistemine
göre, tam istihdamı sağlamak, işsizliği önlemek üzere ekonomiye makro müdahale yapılarak
toplam harcamaların tam istihdam sağlayacak seviyeye yükseltilmesi gerekecektir. Bu ise para
politikası (para, kredi hacmi ve faiz seviyesi) ile maliye politikası (devlet harcamaları seviyesi,
vergi sistemi) uygulanması demektir. Para, kredi miktarı ve faiz seviyesini tespit edecek olan
Merkez Bankaları ise daha sonra hükümetten bağımsız hale getirilmiştir. Tabii, Merkez
Bankası’nın hükümet ile istişarede bulunması her zaman mümkündür. Aynı makro politikalar
ters yönde olmak üzere, enflasyonist temayülleri önlemek için de kullanılabilecektir. Keynes’in
sistemi ve para ve maliye politikaları ile ilgili ayrıntılı bilgi için Hiç’e (1994) müracaat
edilebilir.
128
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
Keynes’in fikirleri ve politika tavsiyeleri tüm Avrupa ülkeleri tarafından benimsenmiş ve 2.
Dünya Savaşı esnasında (enflasyonu azaltmak üzere) ve savaş sonrasında da (konjonktür
dalgalanmalarını önlemek üzere) uygulanmıştır. Böylece de devletin ekonomiye konjonktür,
dalgalarını önlemek, devamlı tam istihdam sağlamak üzere, makro müdahalede bulunması
(para ve maliye politikası) ekonomi rejiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
2. Dünya Savaşı (1939-1945) sonrası dünya, batı dünyası ve komünist blok olarak ikiye
bölünmüştür. 1. Dünya Savaşı (1914-1915) öncesi Avrupa devletleri yine dış ticaret
kısıtlamalarına ve korumacılığa dönmüş oldukları için bu eğilimi önlemek üzere 1947’de
GATT (General Agreement on Tariffs and Trade) imzalanarak dış ticaretin liberalleştirilmesi
planlanmıştır. 1944’de kurulan gerek Dünya Bankası (DB; ilk dönem adı ve fonksiyonu ile
IBRD) gerek IMF Batı dünyasına mensup ülkelerin, gelişen ülkeler dâhil, piyasa ekonomisi
rejimini uygulamasını öngörmüşlerdir. Liberal ekonomi yahut laissez-faire terimi yerine, sosyal
müdahaleleri ve Keynesgil makroekonomik müdahaleleri içeren ekonomik rejimin “piyasa
ekonomisi” olarak adlandırılmasına başlanmıştır.
‘70’li yıllarda, petrol fiyatlarının OPEC tarafından yükseltilmesi sonucu “stagflasyon” ile
karşılaşıldığında ABD ve Avrupa’da kamuoyu nezdinde muhafazakarlık artmış olduğu gibi,
iktisatçılar arasında da Keynes sistemine karşıt görüşler (Monetarizm ve Yeni Klasik Okul)
yaygınlaşmıştır. Fakat ‘80li yıllarda bu uygulamalar (özellikle ABD’de R. Reagan, 1980-1988
ve İngiltere’de M.Thatcher, 1979-1988) müspet sonuç vermemiş bilakis işsizlik artmıştır.
Bunun üzerine ‘80li yıllarda akademisyenler arasında Keynesgil makroekonomik sisteme
yeniden yönelimmiş, temel Keynesgil okul yanında, Post-Keynesgiller ve Yeni Keynesgiller
ağırlık kazanmıştır. ‘90lı yıllarda yine Keynesgil makro politika uygulamalarına dönülmüştür.
Bu yeni makroekonomi okulları hakkında ayrıntılı bilgi için Birol’a (2001) müracaat edilebilir.
2008 Eylül’de ABD’de başlayarak tüm dünyaya yayılan ve ciddi boyutlara ulaşan küresel
finans krizi ve küresel resesyon (ayrıntıları için Hiç, 2010) makroekonomi politikaları ve piyasa
ekonomisi açısından önemli sonuçlar vermiştir. Birincisi, özellikle ABD’de, Reagan ve
İngiltere’de Thatcher finans sektöründe devlet kontrolünü azaltmışlardı ve bu denetim azalması
finans krizin başlamasında önemli bir etken olmuştu. Kriz baş gösterince finans sektörü ABD
hükümeti tarafından ciddi devlet kontrolü altına alınmıştır. Böylece, finans sektörünün denetimi
piyasa ekonomisinin bir gereği olarak kabul edilmiştir. İkincisi, küresel krize karşı devletin
finans sektörüne mali yardımı yanında yoğun Keynesgil makro politikalar uygulanmıştır;
faizlerin düşürülmesi (para politikası), devlet yatırım programları ve vergi sisteminde
değişiklikler (maliye politikası) gibi. Böylece Keynesgil makro müdahale gereği teyit
edilmiştir. Üçüncüsü, krizle mücadelede G-7 yerine G-20 vasıtasıyla uluslararası iş birliğine
başvurulmuştur, fakat özü itibariyle piyasa ekonomisinden ve ‘90lı yıllarda başlayan
küreselleşme sürecinden vazgeçilmemiştir (Hiç, 2010).
Piyasa ekonomisinde temel özel teşebbüstür; yatırım ve üretim özel teşebbüs tarafından yapılır.
Devlet ancak sosyal ve verimli alt yapı alanlarına yatırım yapar; aynı alanlarda özel yatırıma da
izin verilir. Kaynakların sektörel ve bölgesel dağılımına ancak istisnai müdahalelerde
129
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
bulunulur. Devlet müdahaleleri ise sosyal maksatlar yanında Keynesgil sebeplerle yapılır ve bu
alanlara inhisar eder. Dış ticaret liberalleştirilmiştir, miktar kısıtlamaları kaldırılmıştır; gümrük
vergileri asgari düzeydedir. Dış ticaret dengesi döviz kurunun piyasada belirlenmesi suretiyle
teessüs eder. Dış ticaret serbestisi yanında özel yabancı sermaye girişi de serbesttir.
Küreselleşme sürecinde finans fonlarının ülkelerarası akışı en belirgin rolü oynar (Hiç, 2010 ve
referansları).
Esasları yukarıda verilen piyasa ekonomisi en serbest şekilde ABD, İngiltere, Kanada, Almanya
gibi ülkelerde uygulanmaktadır. Buna mukabil Fransa’da geleneksel olarak devlet denetimi
nispeten daha yoğundur.
1.4. Gelişmiş Ülkelerde Komünizmden Sosyal Demokrasiye Yönelme
Marx’ın 1848 Komünist Beyannamesi Alman işçi sendikaları tarafından neşredilmiş ve
Almanya başta olmak üzere, bütün Avrupa ülkelerinde işçi sendikaları komünizmi
benimsemişti. Fakat hükümetlerin sosyal sorunlara eğilerek işçilerin durumunu giderek
düzeltmesi ve bunda kendilerinin oynadığı etkin rolü gören işçi sendikaları zamanla Marx’tan
ve komünizmden uzaklaşarak demokratik sosyalizme yahut kısaca sosyalizme yönelmişlerdir.
1917/1918’de Rusya’da Marxist-Leninist komünist ihtilal vuku bulduğunda ise Avrupa
ülkelerindeki işçi sendikaları büyük çoğunluğuyla komünizmden tamamen ayrılarak
demokratik solu benimsemişlerdir. Sadece azınlık grupları komünist sisteme bağlı kalarak ve
komünist partileri desteklemiştir.
SSCB komünist ihtilalinden sonra, 1919’da “Komintern”i (komünist Enternasyonal’i) kurmuş,
bu örgüt 1942’de lağvedilmişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB bu kere Kominform’u
kurmuş ve bu örgüt de 1956’da lağvedilmiştir.
2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki demokratik sol partiler ise bir araya gelerek 1951’de
“Sosyalist Enternasyonal’i kurmuşlardır. Sosyalist Enternasyonal genel çerçeve olarak
demokrasiyi ve piyasa ekonomisini kabul etmiştir. Bu çerçeve içinde demokrasinin, insan
haklarının, fırsat eşitliğinin geliştirilmesi ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilmesi hedef
kabul edilmiştir. Sosyalist Enternasyonal NATO’yu desteklemiş, SSCB’ye karşı çıkmış ve o
yıllarda karşılıklı silahsızlanma taraflısı olmuştur. İngiliz İşçi Partisi, Fransız Sosyalist Parti,
Alman Sosyal Demokrat Parti demokratik sol olarak sosyalist enternasyonalde yer almışlardır.
2. Dünya Savaşı’ndan günümüze sosyal siyaset alanındaki gelişmeler eskiye kıyasla çok daha
ileri noktalara götürülmüştür. Azınlık hakları, kadın hakları, basın özgürlüğü, yargı özgürlüğü,
işsizlik sigortası, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, gelir dağılımı açısından vergi
sisteminin düzeltilmesi sosyal demokratların ilerleme kaydettiği alanların başlarında
gelmektedir.
Nispeten yakın bir tarihte demokratik sol partiler merkez sola yönelmişlerdir. Bu yönelmede
İngiliz İşçi Partisi ve Tony Blair öncü durumdaydı. Bugün Avrupa’da ve şüphesiz ABD’de
130
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
işçilerin durumu çok düzelmiş durumdadır; çoğu ev ve araba sahibidir, tatillerde sayfiye için
çeşitli ülkelere giderler.
Avrupa ülkelerinde demokrasinin nispeten iyi işlemesinin temel sebebi genel kültür seviyesinin
yüksekliği ve asırlar süren demokrasi tecrübesidir. Bunun da bir sonucu olarak merkez sağ ve
merkez sol (sosyal demokrasi) seçmen oylarının büyük kısmını paylaşırlar, liberaller arada ve
ortada yer alırlar. Gerek komünist partiler gerek işçi düşmanı, ırkçı, radikal sağ partiler
genellikle azınlıktadır. Ayrıca seçmenler duruma göre, farklı zamanlar ve şartlar altında farklı
partilere rey verebilirler. Böylece de merkez sol ciddi bir iktidar alternatifi olup çok defa
iktidara gelebilmekte ve iktidarı ehliyetle yürütebilmektedir. Gerek merkez sağın gerek merkez
solun genel çerçevelerinin demokrasi ve piyasa ekonomisi olması bu hususta temel bir rol
oynamaktadır. Çünkü, iki parti arasındaki fark ekonomik rejim, politik rejim değişikliği değil,
sosyal hedeflere verilen öncelik ve ağırlıktan ibarettir. Diğer taraftan, iktisadi büyüme ve
istihdamın sosyal gayeleri de gerçekleştirecek en önemli ve müşterek hedef olduğu
unutulmamalıdır.
1.5. Komünizmin Genişlemesi ve Çökmesi
Marx’a göre işçi sınıfının ihtilal yapması ve “sosyalizm” in (komünizm ’in) tesisi ancak olgun
sanayileşmiş ülkelerde vuku bulacaktı; o devirdeki İngiltere, Almanya gibi. Fakat beklediği
olmamıştır. Daha sonra Marksist yazarlar bu gecikmeyi izah etmeye çalışmışlardır. Örneğin,
Rosa Luxemburg (1912) Avrupa ülkelerinin emperyalizme yöneldiğini, müstemlekelerin
sömürüsünün ise işçi sınıfının sömürüsünü geçici olarak hafiflettiğini ileri sürmüştür. Marksizm
ve komünizm hakkında ayrıntılı bilgi için Hiç’e 1974, ss.44-79, müracaat edilebilir.
Marx’ın görüşlerinin aksine, komünist ihtilal sanayileşme açısından diğer Avrupa ülkelerinden
geride olan Çarlık Rusya’sında 1917’de ve işçi sınıfı tarafından değil, azınlık bir militan grup
tarafından, 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı boşluktan bilistifade başarılmış, komünizm
(Bolşevizm) Lenin tarafından kurulmuştur. İkinci komünizm dalgası yine işçi sınıfının ihtilali
sonucu değil, 2. Dünya Savaşı sonrası Churchill, Roosevelt ve Stalin’in katıldığı 1945 Yalta
Konferansı sonucu yaratılmıştır. Konferansta Kuzey Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri,
SSCB’nin nüfuzu altına bırakılmış ve SSCB bu ülkelere de komünist diktatörlüğü getirmiştir.
Üçüncü önemli dalga Çin’in komünist olmasıdır. Çan Kay Şek ve Japonya ile çok uzun süren
bir süre verdiği mücadele sonunda, Mao Zedong 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni tesis
etmiştir. Ayrıca ciddi iç ve dış sorunlar ve savaşlar sonrası Kuzey Kore, Küba ve iki küçük
Hindiçini ülkesi, Vietnam ve Laos da komünist rejimi seçmişlerdir.
2. Dünya Savaşı sonrası SSCB yayılmacılık siyasetinde komünizmi gelişen ülkelere getirmeyi
ön plana almış, propaganda ve mali gücünü bu yönde kullanmıştır. Stalin, gelişmiş batı
ülkelerinde komünizmin yayılma ihtimali olmadığını herhalde görmüştü. Gelişen ülkeler ise
henüz sanayileşmiş değildi ve çoğu feodal bir yapıya sahip bulunuyordu. Bu tür ülkelerin nasıl
tedricen komünist yapılabileceği için üniversitelerde kürsü dahi açılmıştır. Nitekim, Türkiye’de
Atatürk dönemindeki kadrocuların lideri olan Şevket Süreyya Aydemir Moskova
131
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
Üniversitesi’nde bu konuyu incelemiş bulunuyordu. SSCB’nin propagandası genellikle başarılı
olamamış, sırf propaganda sonucu komünizmi seçen gelişen ülke olmamıştır. Buna mukabil,
Stalin devrinde uygulamaya konan NEP (Yeni Ekonomi Politikası) ve dışa kapalı, ithal-ikame
sanayileşme, devlet yatırımlarına ve planlamaya dayalı gelişme stratejisi ilk başlarda SSCB’ye
yüksek bir büyüme hızı verdiği kanaatinin yayılması dolayısıyla birçok gelişen ülke tarafından
örnek alınmıştır. Esasen bu ülkelerin düşük gelişmişlik seviyesi SSCB derecesinde olmasa bile,
ana hatlarıyla bu stratejileri içeren bir ekonomi rejimi gerektirmekteydi; SSCB NEP’in başarılı
addedilmesi ek bir teşvik edici faktör olmuştur. Bu meyanda Hindistan’da Marksist bir model
(Mahalanobis modeli) dahi uygulamaya konulmuş, fakat başarısız olduğu için bir yıl içinde
kaldırılmıştır.
Zamanla, tamamen devlet mülkiyetine ve devlet teşebbüsüne dayanan merkezi planlamanın
gerek ekonomide büyüme hızı gerek teknolojik ilerleme açısından aksadığı, devlet
teşebbüsünün özel teşebbüsün dinamizminden yoksun bulunduğu ortaya çıkmıştır. Sonuçta,
Sovyet sistemi, yani komünizm işçilere refah sağlamak bir tarafa, bir baskı ve polis devletine
dönüşmüştür. Komünist rejim Rusya’yı ve SSCB’ye dâhil diğer devletleri gelişme ve
sanayileşme açısından geri bırakmıştır. SSCB’ye dâhil olan ülkelerin Rusya bütçesine yükü,
ABD ile rekabet etmek üzere başvurulan kesif askeri masraflarla da birleşince, ciddi ekonomik
sorunlar yaratmaya başlamıştır.
İletişim imkânlarının mahdut olduğu yıllarda içeride SSCB propagandası rahat şekilde Avrupa
ülkelerinde işçi sınıfının durumunun çok kötü olduğunu vurgulamaktaydı. Fakat sonraki
yıllarda, iletişim tekniklerinin gelişmesi ve iletişimin kısıtlanmasının güçlüğü dolayısıyla, Rus
halkı ve diğer üye ülke halkları Avrupa’da işçi sınıfının maddi refahının, yapılan propagandanın
aksine, çok yüksek olduğunu görmüş ve hoşnutsuzluk artmıştır. Sonunda, SSCB’nin ve
Kruşçev’in ABD’yi geçecekleri iddiaları bir tarafa, Gorbachov’un glastnost çabası da semere
verememiştir. 1990’da Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya ayrılarak Batı Almanya’ya
iltihak etmiştir. 1991’de SSCB dağılmış ve komünizm çökmüştür. Rusya ve azat olan tüm
ülkeler demokrasiyi ve piyasa ekonomisini seçmişlerdir. Kuzeydoğu Avrupa ve Balkan
ülkelerinin büyük çoğunluğu ayrıca AB’ye üye olarak kabul edilmiştir (Karluk, 2007). Diğerleri
ise yine Rusya ile Bağımsız Devletler Topluluğunu kurmuşlar, fakat hepsi yine komünizmi terk
etmişlerdir. Gerek Rusya’da gerek bu ülkelerde demokrasi ve piyasa ekonomisi
uygulamasındaki aksamalar ayrı bir sorundur ve fakat artık hiçbirinin yeniden komünizme
dönmeleri ihtimali yoktur.
SSCB’nin yıkılması ile dünyada sadece beş komünist ülke kalmıştır: Çin, Küba, Kuzey Kore,
Vietnam ve Laos. Fakat bu kere Çin’de çok önemli bir gelişme vuku bulmuştur. Mao’nun
1976’da ölümünden sonra ve ‘80li yıllar boyunca Çin, Deng Xiaoping’in rehberliği altında,
doktriner olmaktan ziyade, pragmatik ekonomi politikaları uygulamasına yönelmiştir. 2001’de
WTO’ya (Dünya Ticaret Örgütü’ne) üye kabul edilen Çin ekonomi rejiminde özel teşebbüse
yer verdiği gibi, özel yabancı sermaye akımını da köklü şekilde teşvik etmeye başlamıştır. Aynı
zamanda yine özel yabancı sermaye akımına dayalı ekonomi stratejisiyle ‘90lı yıllarda
132
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
küreselleşme süreci içinde önemli bir yer almıştır. Sonuçta, uzun süre sağladığı çok yüksek
büyüme hızı ile toplam GSMH seviyesi itibariyle ABD’den sonra 2. büyük ülke konumuna
ulaşmıştır. Tabii, fert başına düşen gelir seviyesi ise henüz gerilerdedir. Bugün artık Çin’in
uyguladığı ekonomik rejim komünist sisteme has olan merkezi planlama değildir; yeni rejim
özel teşebbüs ve özel yabancı sermayenin teşvikine dayanan, dışa açık bir karma ekonomi
modeli kabul edilebilir. Böylece, fiilen merkezi planlama uygulayan ve gerçek olarak komünist
diyebileceğimiz dört ülke kalmıştır: Küba, Kuzey Kore, Vietnam ve Laos. Bunlardan Küba ve
Vietnam uygun dış ve iç imkanların açılması halinde komünizmi terk edebilir veya Çin gibi
ekonomik rejim açısından merkezi planlamayı bırakabilir ve fakat “diktatörlük” olarak
kalabilir. Kısaca, ekonomik rejim açısından ikinci ucu temsil eden komünizm ve merkezi
planlama bir daha canlanmamak üzere küçülmüştür, sıfıra yaklaşmıştır. Fakat, tabii ki küresel
ekonomik ve siyasi sorunlar ise bitmemiştir; yeni ciddi sorunlar ile karışılmaktadır.
2. GELİŞEN ÜKELERDE EKONOMİK REJİMİN EVRİMİ
Gelişen ülkelerde kalkınma ve ekonomik rejim sorununa gelince, bu sorun 2. Dünya Savaşı
sonrası ile başlatılabilir. Savaş sonrası kurulan IMF ve DB (IBRD) Batı dünyasına mensup olan
gelişen ülkeler için de ekonomik rejim olarak piyasa ekonomisini tavsiye etmişti. Ancak,
kalkınma sürecinin bu başlangıç yıllarında gelişen ülkelerde yeterli özel teşebbüs ve özel
yatırım mevcut olmadığı için, bu ülkeler bu ilk yıllarda genellikle çok yoğun müdahalecilik,
korumacılık ve devlet yatırımlarına dayanan, ayrıca dışa kapalı, ithal-ikame sanayileşme
modeli uygulamışlardır. Kaynakların sektörel ve bölgesel dağılımına da yoğun müdahalelerde
bulunmuşlardır. Esasen, o yıllarda gelişen ülkeleri inceleyen iktisat uzmanlarının büyük
çoğunluğu bu ülkelerde piyasalarla rekabet yokluğunu ve fiyat mekanizmasının gerçek
verimlilik açısından iyi bir gösterge olmadığını ileri sürerek devlet müdahalesi ve devlet
yatırımları öngörmüşlerdir. Bu hususta ayrıntılı bilgi, Hiç (2001) ile Toye (1993) ve bu eserdeki
referanslarda verilmektedir.
Gelişme ilerledikçe de devlet yatırımlarının, devlet müdahalelerinin ve korumacılığının
yoğunluğu gelişme seviyesinin yükselmesinin bir sonucu olarak, azalmaya başlamıştır. Demek
ki, gelişen ülkeler ekonomik rejim açısından gelişmişlere kıyasla ters istikamette yürümüştür.
Gelişmiş ülkeler laissez-faire ile başlamış, daha sonra belirli ölçülerde devlet müdahalelerine
yer vermişlerdir. Gelişen ülkeler ise yoğun devletçilik ile başlamış, özel sektör ve piyasa
ekonomisi alanları zamanla genişlemiş, devletin rolü azalmıştır. Demek ki, bu ülkeler de piyasa
ekonomisine yönelmişlerdir; fakat, henüz piyasa ekonomisine ulaşmış sayılamazlar. Buna
mukabil, bu ülkeler özel teşebbüse ve özel yabancı sermaye teşvikine öncelik veren, dışa açık,
özel sektör ağırlıklı bir karma ekonomi rejimi uygulanıyor, diyebiliriz.
Gelişen ülkeler kalkınmanın ilk yıllarında, dışa kapalı ekonomik model yanında sabit döviz
kuru rejimi uyguluyorlardı. Fakat, büyüme hızını yükseltmek üzere ve aynı zamanda sosyal
gayelerle devlet harcamalarını arttırıyor, bütçe açığı için gerekli finansman ise hükümete tabi
olan merkez bankası tarafından sağlanıyordu. Para hacminin artmasının yarattığı enflasyon bu
kere, döviz kurunun sabit tutulması sonucu, yüksek gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarına
133
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
ve yüksek ihracat teşviklerine rağmen, ithalatı körüklüyor ihracatı ise köstekliyordu. Sonuçta,
dış ödeme zorlukları bu ülkeleri IMF’e müracaata zorluyordu. IMF de devalüasyon ve yanında
istikrar yani bütçe açıklarının azaltılması tedbirlerini şart koşuyor, ayrıca devlet yatırımları
yerine özel teşebbüse ve özel yabancı sermaye teşvikine ağırlık verilmesini öneriyordu. Bu
şartlara stand-by anlaşması mucibince uyan gelişen ülke hükümeti bir süre sonra yine aynı
yanlış kalkınma stratejilerine başvurmaya başlıyordu ve yeniden IMF’ye müracaat etmek
mecburiyetinde kalınıyordu. Daha başlangıçtan itibaren istisnai olarak Hong Kong, Singapur,
Tayvan ve Güney Kore ise dışa açık, özel teşebbüsün ve özel yabancı sermayenin teşvikine ve
ihracata dayanan bir kalkınma stratejisini başarıyla yürütmüşlerdi. Fakat, bu ülkeler diğer
gelişen ülkelerden farklı özelliklere sahipti. Hong Kong uluslararası ticaret, Singapur
uluslararası finans merkezi şehir-devlet durumundaydı. Tayvan ve Güney Kore ise siyasi
gayelerle ve aynı zamanda ekonomik açıdan da uygun olduğu için, çok yoğun Amerikan
sermayesi akımına mazhar olmuştur. ABD firmaları Tayvan ve Güney Kore’de ucuza imal
ettikleri malları ABD’ye ithal etmişlerdir. Hiçbir diğer gelişen ülke, Türkiye de dahil, böylesine
yoğun özel yabancı sermaye akımına mazhar olmamıştır. Yine de bu ülkelerde uygulanan
ekonomi rejiminin, yoğun devlet müdahalelerinin ve korumacılığın varlığı dolayısıyla, “piyasa
ekonomisi” olduğu söylenemez (Toye 1993).
‘70li yıllarda birçok gelişme ekonomisi uzmanı bu kere genellikle gelişen ülkelerde uygulanan
kapalı ekonomi rejiminin hatalarına dikkatleri çekmişler, bu ülkelerin de dışa açık, ihracata
dayalı kalkınma stratejisi uygulamaların tavsiye etmişlerdi (Hiç 2001 ve Toye 1993).
Gerçekten, kapalı ekonomi modelini uygulayan pek çok gelişen ülke çok defa devlet yatırım ve
tüketim harcamalarını yükseltiyor, vergi toplayamıyor, sonuçta yüksek enflasyonlara yol
açıyordu. Öyle ki, bazı Latin Amerika ülkelerinde enflasyon oranı %1000’lere ulaşıyordu. Sabit
döviz kuru uygulaması sonucu ithalat talebi artıyor, ihracat azalıyor, karşılaşılan dış ödemeler
krizi bu kere IMF yardımına rağmen, uzun bir süre büyüme hızını düşürüyordu. Sonuç hem
büyüme hem de sosyal denge açısından hüsran oluyordu. Bunun bilincine ulaşan bir çok gelişen
ülke hükümetleri ‘70li yıllar boyunca IMF stand-by anlaşmasından sonra da aynı ilkeleri
muhafaza etmeye başlamışlardır. Yani, bütçe açığını kontrol altına almaya, özel teşebbüsü ve
özel yabancı sermayeyi teşvik etmeye devam etmişler, sabit döviz kuru rejimini terkederek
piyasa döviz kuru rejimine dönmüşledir. Piyasa döviz kuru dış ödemeler bilançosunu dengeye
getireceği için de ithalatın liberalleşmesi imkânları açılmıştır. Diğer taraftan, mevcut devlet
tesisleri kârlı ve verimli çalışmadıkları için, yine IMF’in tavsiyeleri çerçevesinde, özelleştirme
programları da uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye ‘70li yıllarda başarısız ve yetersiz
devalüasyonlardan sonra 24 Ocak 1980 istikrar tedbirleriyle bu yönde ciddi bir ekonomi rejimi
değişimini başarmıştır (Hiç, 1980, 2008, ss.82-83). 1983’den sonra dışa açılma ithalatın
liberalleştirilmesi, piyasa döviz kuru rejimine geçiş, özel yabancı sermayenin daha köklü teşviki
gibi konularda ciddi adımlar atılmıştır (Hiç, 2008, ss.21-129). Son ciddi düzeltme 1999 ve 2001
ekonomik krizini izleyerek başarılmıştır (Hiç, 2008, ss.191-198) ve Yeni Türkiye (2001).
134
JOEEP | Journal Of Emerging Economies And Policy
Vol.2 (1) | July 2017
Fakat daha önce de belirtildiği gibi, gelişen ülkelerde uygulanan ekonomik rejim “piyasa
ekonomisi” olarak vasıflandırılamaz. Çünkü bu ülkelerde gelişmişlik seviyelerinin gelişmiş
ülkelere kıyasla düşük olması sonucu gelişmiş ülkelerde uygulanan piyasa ekonomisi rejimine
kıyasla daha fazla devlet müdahalesine, daha fazla devlet korumacılığına ve daha fazla devlet
yatırımına gerek vardır. Bu sebeple bu ülkelerde piyasa ekonomisi değil, fakat “piyasa
ekonomisine yönelik” özel teşebbüs ve özel yabancı sermayenin teşvikine dayanan, dışa açık
bir “karma ekonomi rejimi uygulanmakta olduğu daha önce de ifade edilmişti. Ayrıca bu
ülkelerin demokrasileri ciddi aksamalar gösterdiği gibi ekonomi politikası uygulanırken yapılan
partizanlık, nepotizm, yolsuzluk oranı ve kayıt dışı sektör gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha
fazladır. Yolsuzluk, partizanlık, nepotizm ise aslında piyasa mekanizmasından azami verim
alınmasını engeller. Bütün mesele, bu gibi aksaklıkların zamanla ve eğitim seviyesi, gelişme
seviyesi yükseldikçe azalmasıdır.
Diğer taraftan, Latin Amerika’da Venezuela, Arjantin, Bolivya gibi mahdut sayıda ülke ise
başarısızlık sonucu diktatörlüğe ve yoğun sosyalizan devletçiliğe dönüşmüştür. Bu ülkeler
dünya haritasına dar diyebileceğimiz bir ada teşkil etmektedir.
Buna mukabil, ‘90lı yıllarda başlayan küreselleme sürecine, Türkiye de dâhil, birçok gelişen
ülke girmiştir. Çin, Hindistan, Brezilya pragmatik ve başarılı ekonomi politikalar izlemek
suretiyle küreselleşmeden azami yarar sağlamış ve bugün gelişmiş ülkeler yanında BRIC
(Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) olarak önemli bir ekonomik güç oluşturmuşlardır. Türkiye de
2008 ekonomik krizinden ciddi şekilde menfi etkilenmesine rağmen çabuk toparlanmış ve
bugün “emerging markets” (yükselen piyasalar) grubuna dahil bir ülke konumuna ulaşmıştır
(Hiç, 2010b). Sonuç şu ki, piyasa ekonomisine yönelme ve küreselleşme genel olarak, 2008
küresel ekonomik krizine rağmen gelişen ülkelerin çoğunluğu için de devam edecektir.
KAYNAKÇA:
Ackley, Gardner (1961) Macroeconomic Theory, Macmillan Co., New York.
Birol, Özlen Hiç (2001) Çağdaş Makroekonomik Okullar: Tutarlılık ve Geçerlilik Açısından Bir
Karşılaştırma ve Değerlendirme Denemesi (kitap olarak bastırılmış doktora tezi), İ.Ü.İ.F., İstanbul.
Branson, William (1989) Macroeconomic Theory and Policy 2. ed., Prentice-Hall Inc., New Jersey.
Kanyılmaz, İbrahim (1995) Makro İktisat Teorisi ve Politikası (William Branson’un tercümesi), Alfa,
İstanbul.
Karluk, Rıdvan (2007) Avrupa Birliği ve Türkiye, 9. baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş, İstanbul.
Hiç, Mükerrem (1974) Kapitalizm, Sosyalizm, Karma Ekonomi ve Türkiye, 2. baskı, Sermet Matb.,
İstanbul.
–––––, (1990) “Son Alınan Tedbirler. Daha Önce İzlenen Yanlış Ekonomi Politikaları ve Karşılaşılan
Başlıca Sorunlar”, MEBAN Sermaye Piyasası Bülteni, Mayıs, İstanbul.
–––––, (1994) Para Teorisi ve Politikası, Filiz Kitabevi, İstanbul.
135
Hiç
Ekonomik Sistemler ve Rejimler
–––––, (2001) “Ellili Yıllardan Günümüze Kalkınma Ekonomisi”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt
51, sayı 2, Güz 2001.
–––––, (2008) A Survey of Turkey’s Economy and Politics, Create-Space, Amazon Co.
–––––, (2010) Küresel Ekonomik Kriz ve Türkiye, Beykent Üniv., İstanbul.
–––––, (2010 b) “Major Current Economic and Political Problems Facing Eurasian Countries”, Keynote
Speech: International Conference on Eurasian Economics 2010, Beykent Univ.
Paya, Merih (1997) Makro İktisat, Filiz Kitabevi, İstanbul.
Toye, John (1993) Dilemmas of Development 2. ed., Oxford UK ve Cambridge ABD, Blackwell.
Yeni Türkiye (2001), Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Eylül-Ekim (no 41) ve Kasım Aralık (no. 42), Ankara.
136