DEMOKRATİKLEŞME VE ÇATIŞMALI SİYASETLER
(İlhan Tekeli’ye Armağan içinde, Selim İlkin, Orhan Silier ve Murat Güvenç
(der.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004.
Yaygın ve fakat anlaşılabilir bir yanılgının düzeltilmesi gerekiyor: Avrupa’da
bugün gördüğümüz demokratik düzen ve toplumsal ilişkiler hiç de barışçı yollarda
geçerek kurumsallaşmadı. Toplumsal bilimlerde çok kabaca iki yaklaşımın varlığı
bilinir: Durkheim’dan etkilenen/esinlenen yaklaşımlar, tarihsel süreçleri değerler
üzerinde varılan uzlaşmaların bir sonucu olarak anlar ve anlatır. Toplumsal talepler ve
ortak değerler arasında makasın açıldığı dönemler arızidir ve en kısa zamanda bu
“anomali” başka bir noktada yeniden normalleşir. Marx’dan etkilenen/esinlenenlerin
açıklamaları ise sürecin temel belirleyeninin uzlaşma değil, çatışma olduğunu öne
sürer. Sınıflı toplumların içsel olarak çatışma üreteceğini kabul ederler. Okuyacağınız
yazı bu saflaşmada açık şekilde ikinci paradigmanın içinden yazılmıştır. Halkların
çatışmalı tarihlerinin en önemli bileşenleri olarak devrimler ve savaşlar göstermeye
çalışacağım gibi demokratikleşmenin önünü açarak, ya da tersinden söylersek,
demokratikleşmenin önünü tıkayan kurumları ve sınıfları tasfiye ederek bu sürecin
asli belirleyicileri olmuşlardır.1 Tarihteki önemli demokratikleşme dalgalarının esas
olarak, i) 1776 (Amerikan devrimi) ve 1789’un (Fransız Devrimi) yol açtığı siyasal
kriz ve savaş ortamından 1815’e kadar geçen dönemde; ii) 1840’larda (Avrupa
devrimleri) ve iii) 1918 sonrası (I. Dünya Savaşı) ile 1945 sonrasında (II. Dünya
Savaşı) yaşanmış olması bu anlamda şaşırtıcı değildir.
Bu iki belirleyiciye (devrim ve savaş), iki analiz birimi bağlamında
bakacağım: Sınıf mücadelesi ve devlet. Bu değişkenlerden birincisi hiç şüphesiz
Marks’ın toplumsal bilimlere en önemli katkısıdır. İkincisi ise Marksistler arası
tartışmaların bitmeyen bir maddesi olmaya devam ediyor. Marks’ın tarihsel
metinlerinde – özellikle her tarihçinin başucu kitabı 18. Brumer’de - sınıf ve devlet,
analizi zenginleştiren ve derinleştiren iki bağımsız değişken olarak alınırken, diğer
metinlerine bu ayrımın bu açıklıkla yansımadığını kabul etmek gerekiyor. Marksist
bilim insanlarının kendilerine referans aldıkları temel Marks metinlerinin tarihsel
metinler olmadığı düşünüldüğünde, devlet ve sınıfa ilişkin o veya bu düzeyde bir
indirgemeciliğin günümüz Marksizmine sirayet ettiği söylenebilir. Bu
indirgemeciliğin, Marks’tan öğrenebileceklerimizi sınırladığını düşünüyorum. Sözün
özü, devleti en azından analitik olarak ayrı bir değişken olarak almalıyız.
Ayrıntısına girmeden söylersek, demokrasi asgari olarak şu iki mekanizmayı
içermek durumundadır: i) toplumda varolan kategorik eşitsizlikleri tasfiye edecek ya
da onların kamusal siyasete yansımasını engelleyecek düzenlemeler ve ii) toplumda
halihazırda varolan özerk “güven ağlarının” devletin özneleri ve kurumlarıyla ilişkiye
sokulması (Tilly 2000: 8). Kategorik eşitsizliklerin kamusal siyasete olan etkilerini en
aza indirgeyecek etkin bariyerlerin kurulması sürecinde devletin hakim sınıflardan
özerkleşebildiği ender momentlerin önemli bir rolü olacaktır. Örneğin özel orduların
(maiyet orduları, paralı askerler, tımarlı sipahiler, vassal orduları v.s) devlet tarafından
Hiç şüphesiz çatışmalı siyasetler olarak adlandırılan süreçler sadece devrimci durumlar ve savaşlarla
sınırlı değildir. Toplumsal hareketler, kolektif eylemler, grevler v.s. de bu tarz siyasete dahildirler.
Çatışmalı siyasetlere bakmanın yöntemsel bir “getirisi”nden –bir dipnotta da olsa- söz etmeyi gerekli
görüyorum: Bu anlar, genellikle rutin siyaset dönemlerinde gözlenemeyen, fay hatlarını ortaya
çıkarırlar. Bu yönüyle de aşağıdan yukarıya bir tarih yazmanın ve sıradan insanların eylemliliklerini
bugünü kuran temel unsurlar arasına yerleştirmenin de ötesinde, bu süreçlere yoğunlaşmak kurumların
ve toplumsal ve siyasal iktidar ilişkilerinin algılanması için de önemli fırsatlar sunacaktır.
1
1
kontrol altına alınması ve merkezileşmesi, toprak sahibi sınıfın bu ordular vasıtasıyla
mevcut eşitsizliklerden sağladıkları faydaları kamusal siyasete taşımaları önünde
önemli bir engel oluşturacaktır (Tilly 2003, 5. Bölüm). Buna ek olarak, güçlü sol
partilerin varlığının da toplumsal eşitsizliklerin yoksulları pasifize eden etkilerini
gidermedeki önemli rollerini de vurgulamak gerekiyor2. “Güven ağları” meselesine
gelince; Toplumda varolan dinsel, etnik, akrabalık, ticaret, dilsel, yardımlaşma v.s.
ağları özerkliklerini yitirmeden varolmaya devam ettikçe yurttaşlığa dayalı bir
demokrasinin kurumsallaşmayacağını kabul etmek gerekiyor. Bu ağların varlığında,
özellikle evlilik stratejileri, uzak ticaret, belirli bir mesleğe intisap ediş, tasarrufların
yatırıma dönüştürülmesi, v.s. gibi insanlar arası iletişimin/etkileşimin riskli ve uzun
dönemli planlar gerektirenlerinin temel belirleyicileri devletten özerk olarak oluşacak,
ve insanlar birbirleriyle girdikleri bu tip uzun dönemli ilişkilerin düzenlenmesinde
merkezi otoriteye bir gereksinim duymayacaklardır. Başka bir deyişle siyasal
düzlemde yaratılmış ve devleti uzun dönemli taahhütlerine uymaya zorlayacak ağların
yokluğunda, yurttaşlık hakları da kadük kalacaktır (Tilly 2000: 8).
İnsanlık tarihinin bütünü açısından bakıldığında demokratikleşme süreçlerinin
son derece nadir oluşları aslında çok basit bir gerçeğe dayanır: Hakim sınıflar varolan
toplumsal iktidarlarını ve devletten özerk olarak kurdukları “güven ağlarını,” hükümet
faaliyetlerini kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek yolunda rahatlıkla
kullanabilirler ve böylelikle kendi çıkarlarının aleyhine olacak demokratik açılımların
önünü tıkarlar. Bu dengeyi ancak ve ancak çok büyük alt üst oluşlar yerinden
oynatabilir. Devrimler ve savaşlar bunların en belirgin olanlarıdır. Bu iki büyük
sürecin sonunda dışlananların sömürüsüne dayalı eski “güven ağlarını” oluşturan dar
sınıfsal koalisyonlar yıkılabilir ya da dışlananları da içine alacak şekilde
genişleyebilir, eski rejimin güçlü sınıflarının çıkarına çalışan ve son tahlilde eski
“güven ağlarının” hayatiyetinin devamını sağlayan devletin tahakküm güçleri
zayıflayabilir ve bu sayede yeni ağların oluşumu kolaylaşabilir (Tilly 2000).
Öyleyse, yurttaşlık haklarına dayalı bir demokrasi tanımı kurgulamaya
başlayabiliriz. Tilly’ye göre bir rejim yaygın yurttaşlık (yani siyasal sisteme “üye”
olanların, hükümetin otoritesi altında bulunan bütün herkese oranı), eşit yurttaşlık (yani,
siyasal sisteme üye olanların hükümet memurlarına ve kaynaklarına benzer erişim
imkanlarına sahip olma dereceleri) , hükümetin faaliyetlerine ilişkin yurttaşlara bağlayıcı
danışma (yani, sisteme “üye” olanların hükümetin memurları, kaynakları ve faaliyetleri
üzerinde kolektif denetim yetkilerinin derecesi) ve son olarak hükümet memurlarının
keyfi eylemlerinden yurttaşları koruma unsurlarını barındırdığı oranda demokrasidir
(Tilly 2000: 4-5). Böylesi bir tanım, demokratikleşme süreçlerinde devlet pratikleri
(askere adam alma, vergilendirme, polislik, v.s.) ile çeşitli toplumsal öznelerin pratikleri
arasında doğrudan bir ilişki kurar.
Devrimler
Yukarıda geliştirilen tanım, kolektiviteleri birer özne olarak alır. “Özne”den
ne anladığımızı ortaya koyabilirsek, devrimci durumların ve savaşların da dahil
olduğu çatışmalı siyaset biçimlerinin demokratikleşme süreçlerinde neden kilit
önemde oldukları ortaya çıkacaktır.
Bu yazı kapsamında “özne,” belirli alternatifleri değerlendirerek onların
arasından seçim yapabilen ve yaptığı seçim üzerinden eyleyebilen bireyler/topluluklar
olarak alınacaktır. Öte yandan, insanların tarihin her döneminde böyle
davran(a)madıklarını da biliyoruz. Demek ki, her an özne değildirler. İki nedenle
2
Bu konuyu Ergut 1995’de vurgulamıştım.
2
değildirler: Birincisi, insani etkinliğin yöneldiği temel hedef dönüşüm değil yeniden
üretimdir. İkincisi ise, çoğu zaman üzerlerindeki çeşitli iktidar biçimleri nedeniyle
(siyasal, iktisadi, kültürel ve ideolojik) dönüşümcü güçlerinin farkında değildirler.
Bu açıdan bakıldığında toplumsal eylem ve devrimlerin neden bu kadar nadir
oldukları ve neden hiç de kaçınılmaz olmadıkları anlaşılabilir. Öte yandan, nadir de
olsa, bir kez olduklarında tarihin akışını kökünden değiştirdiklerini de biliyoruz.
Böylesi anlarda daha önceleri duran/seyreden insanlar birden bire, yapıları bozucu ve
hatta yeni yapıları kurucu bir iktidara sahip olduklarının farkına varırlar. Eylemlerinin
sonucu elbetteki önceden kestirilemez; fakat yenilgiyle de sonuçlansa mutlak surette
dönüştürücü oldukları söylenebilir. Dolayısıyla, Lloyd’un yetkinlikle belirttiği gibi
özne olma durumu ve iktidar, sürekli devrede olan, deyim yerindeyse özsel insani
nitelikler değildirler. Bunlar esas olarak, nadir anlarda ortaya çıkartılabilen
kapasitelerdir (Lloyd 1993: 95).
İşte çatışmalı siyaset dönemleri ve özellikle devrimler, öznelerin bütün
çıplaklığıyla sahnede olduğu süreçlerin başında gelir. Dünün güçsüz, sinmiş insanları
birdenbire sokaklarda yürüyüşler düzenlemeye, toplu dilekçeler örgütlemeye, grev
yapmaya, barikat kurmaya, kitaplar ve risaleler yazmaya, nutuk çekmeye, ateş etmeye
başlarlar. İnsanların bütün kapasiteleriyle özne oldukları anlardır bu anlar.
Devrim ve demokrasi arasındaki ilişkiden söz ederken, bu ilişkiyi net bir
şekilde vurgulamış olan Barrington Moore’dan söz etmemek olmaz. Moore, esas
olarak başyapıtını yazdığı dönemde hakim paradigma olan modernleşme literatürüyle
hesaplaşır. Moore’a göre modernleşme öznesiz ilerleyen evrimci bir süreç değildi.
Modernleşmeye açılan farklı yollar vardı. Dahası, kapitalist modernleşme ile
demokratikleşme arasında kurulan ilişki tümüyle yanlış kurulmuştu. Çoğu rejimde
devlet ile topraklı hakim sınıflar arasında, emeği baskılayan koalisyonlar kurulu
durumdaydı. Demokratik açılımlar, ancak bu koalisyonun aşağıdan yukarı kitlesel
hareketlerle kırılabildiği durumlarda (Fransa, Rusya ve Çin) gerçekleşebiliyordu. Bu
koalisyonun kırılamadığı rejimler (başka bir deyişle istikrarlı rejimler) modernleşme
süreçlerine girdiğinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan siyasal katılım taleplerini
bastırmak zorundaydılar. Dolayısıyla kapitalizme geçiş döneminde, devlet ve büyük
toprak sahipleri arasındaki koalisyonun tasfiye edilemediği bu rejimlerde hakim
sınıflar pre-modern ve otoriter fikirlerini modern döneme taşımayı başarıyorlardı.
Koalisyonun modern dönemdeki adı faşizmdi ve en çıplak örnekleri Almanya ve
Japonya’da görülmüştü (Ross et al. 1998). Bryan Turner’ın da Almanya üzerine olan
tespitleri Moore ile benzerlik taşır. Bismarck’ın yasalaştırma faaliyetleri eşliğinde
yukardan aşağı gelişen kapitalizm dinamik bir yurttaşlık kavramının gelişimini
engellemiştir. Radikal burjuva devriminin yokluğunda Junkerlerin (büyük toprak
sahipleri) siyasal hakimiyetleri devam etmiş ve sivil ve kamusal alan kadük kalmıştır.
Turner’a göre, modern Almanya’da bireyin ve ailenin inanılmaz ölçüde etik ve
eğitimsel bir değer haline gelişi ve bu anlamda kamusal alandan çok daha fazla
önemli görülmesinin altında bu tarihsel koşullar yatar (Turner 1990: 206). En azından
buraya kadar adı geçen örnekler bağlamında çıkartılacak sonuç açıktır: Devrimler
demokratik açılımlara neden olurken, istikrar faşizme yol açmıştır!
Bu kısa özetten sonra, devrim ve devrimci durumlardaki özneler meselesine
geri dönelim. Moore’un söz konusu kitabı tam anlamıyla çığır açıcı bir kitaptı.
Kendisinden sonra gelen iki nesil, Moore’un tezleriyle hesaplaştılar ve hesaplaşmaya
da devam ediyorlar. Sosyal bilimlerde bilgi birikimini sağlayabilme meselesi önemli
tartışma alanlarından biridir. Böylesi bir birikimin olabilirliğinden söz etmenin bile
post-modernizmin açık ya da örtük etkisi altında kalan birçok akademisyen tarafından
pozitivistlikle damgalanacağını biliyoruz. Özellikle bu kişilerin Moore ve onun
3
izinden yapılan çalışmaların nasıl bir bilgi birikimine yol açtığını iyi incelemeleri
gerekiyor. Bu çalışmalar sayesinde Moore’un birçok tezi daha rafine hale geldi, bazı
tezleri kesin olarak reddedildi ve bazı tezleri de doğrulandı. Bilgi birikimi de bundan
başka bir şey olmasa gerek.3
Büyük toprak sahibi sınıfların hemen hemen her durumda demokratikleşmenin
önündeki temel engel oluşları Moore’un doğrulanan tezlerinin başında geliyor.4 Öte
yandan, Moore demokratikleşmenin temel taşıyıcısının burjuvazi olduğunu
söyleyerek bu sınıfa fazlasıyla bonkör davranmış, işçi sınıfının rolünü ise tümüyle göz
ardı etmiştir. Göz ardı ettiği başka önemli bir değişken ise savaş ve uluslar arası
sistemden kaynaklanan bağımsız etkilerdir. Sonuncusunu bir sonraki bölüme
bırakarak, burjuvazinin demokratikleşme süreçlerindeki rollerine çok kısaca bakalım.
T. H. Marshall’ın İngiltere deneyimine dayanarak geliştirdiği modele göre,
yurttaşlık hakları öncelikle 18. yüzyılda sivil, daha sonra 19. yüzyılda siyasal ve
nihayet 20. yüzyılda sosyal haklar şeklinde gelişmişti. Bu hakların böylesine evrimci
bir şekilde gelişmediği ve geri dönülmez bir süreç olmadığı yolunda Marshall’a
yönlendirilen haklı eleştiriler bir kenara, bu yazı çerçevesinde ilgilendiğimiz
burjuvazinin rolünü en iyi örnekleyen alanların başında gelen sosyal haklar
meselesine biraz yakından bakmakta yarar var.
Konunun tarihsel somutlanışlarına geçmeden önce bir genellemeyle
başlayalım. Marshall’ın düşündüğünün aksine sosyal haklar, siyasal ve sivil haklarla
aynı düzlemde değerlendirilemezler. Öncelikle, bu hakların “maliyetleri” farklıdır.
Kolektif eylemlere girebilmenin bilinen zorlukları, ideolojik ve kültürel hegemonya,
yoksulluğun getirdiği toplumsal dışlanma ve atomizasyon v.s. gibi bu makale
çerçevesinde ayrıntılarına giremeyeceğimiz türlü nedenlerle, siyasal ve sivil hakların
toplumun geniş kesimleri tarafından kullanımının burjuvaziye maliyeti çok yüksek
olmayabilir. Oysa sosyal hakların maliyetinin, doğrudan doğruya toplumun bir kesimi
(ağırlıklı olarak burjuvazi) tarafından üstlenilmesi gerekir. Bu önemli bir farktır ve
tarihsel örneklere geçtiğimizde ne kadar belirleyici olduğu anlaşılacaktır.
Sosyal hakları diğerlerinden ayıran ikinci bir fark, bu haklar için verilen
mücadelelerin doğrudan doğruya kapitalist üretim ilişkileri üzerine yoğunlaşmasıdır.
Bu mücadeleler, Giddens’ın deyimiyle, “kapitalist toplumun doğasında varolan sınıf
tahakkümünün asimetrisini yansıtırlar” ve bu nedenle diğer haklar için verilen
mücadelelerle aynı düzeyde incelenemezler. Burjuvazinin önderliğinde
gerçekleştirilen sivil haklar mücadelesinin sonucunda “siyasal” ve “ekonomik” alanlar
birbirinden ayrılmışlardır. Ekonominin alanı (fabrika) siyasetin alanı olmaktan çıkınca
işçi ve patron arasında imzalanan mukaveleye siyasetin müdahil olması düşünülemez
olmuştur. Bu nedenle bir işçi, der Giddens, fabrika kapısından içeri girdiği noktadan
itibaren biçimsel haklarının çoğunluğundan feragat etmek durumundadır. İş süreçleri
üzerinde hiçbir denetim hakkı yoktur (Giddens 1987: 207-8). Sosyal haklar ile
kapitalizm arasındaki bu kan uyuşmazlığı tarihsel olarak da gösterilebilir.5
Sosyal haklar mücadelesi elbette 20. yüzyılda başlamadı. 1640 İngiliz
Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, bütün Avrupa’yı saran 1848 Devrim dalgası ve son
Moore ve bazı başka somut örnekler üzerinden sosyal bilimlerde bilgi birikimi meselesini inceleyen
önemli bir çalışma için bkz. Mahoney 2003. Ayrıca bkz. Ross 1998 ve Ergut 2001/2002.
3
Kuralı doğrulayan istisna İngiltere’dir. Bu ülkede büyük toprak sahipleri çok önceden ticari tarıma
başlamışlar ve birer kapitalist gibi davranmışlardır. Kapitalistler ve toprak sahibi sınıflar arasındaki
ayrım oldukça muğlaktır bu ülkede.
4
5
Kan uyuşmazlığının günümüzde de geçerliliğini kouruduğunu görmek için, küreselleşmeyle birlikte
ilk darbenin vurulduğu alanın çalışanların sosyal hakları olduğunu zikretmek yeterli olacaktır.
4
olarak 1917 Ekim Devrimine bakıldığında burjuva devrimciler ile alt sınıflar
arasındaki mücadelenin temelini bu haklarla ilgili konuların oluşturduğu çok net bir
şekilde görülecektir.
1640-1649 İngiliz Devrimi
Daha önceleri güçsüz ve sinmiş durumdaki kitlelerin devrimci durumlarda tam
birer özne olarak sahneye çıktıklarını ve yapıları bozucu ve yenilerini kurucu bir güç
kazandıklarını daha önce söylemiştik. İngiliz Devrimi bunu iyi örneklerindendir.
Moore’un eleştirildiği noktalardan biri de İngiliz Devrimi’ne ilişkin geliştirilen
liberal (“Whig”) bakışı fazlasıyla içselleştirdiği yolundadır. Gerçekten de Moore bu
devrimi tümüyle burjuvaların ve burjuvalaşmış toprak sahiplerinin toplumsal
hakimiyetleriyle açıklar ve devrimin kaderini etkileyen sıradan insanların eylemlerini
gerektiği kadar öne çıkarmaz.
Oysa İngiliz devriminde kral ve parlamento arasındaki olası bir uzlaşmayı
engelleyen tam da bu insanlardı. İç Savaş, zanaatkârlar, işçiler, küçük çiftçiler için
bulunmaz bir fırsat yapısı sunmuştu. Daha önce sınırlı sayıdaki elitler için ayrılmış
siyasal alan ardına kadar açılmıştı. Siyasal elitlerin kendi arasında kutuplaştığı bir
ortamda, sekter kiliselerde ve yeraltında örgütlenen Püriten bir azınlık, kendi
önlerinde açılan siyasal fırsatı değerlendirerek siyasal inisiyatifi elitler arasındaki
daha uzlaşmacı müttefiklerinin elinden alarak, parlamento ve kral arasındaki olası bir
uzlaşmanın önünü kesmişler ve 1649’daki radikal devrimi başlatmışlardı (Te Brake
1998).
Sıradan insanlar, devrimden sonra Cromwell’in de başını ağrıtmaya devam
ettiler. Radikal devrimci gruplar güneşin altındaki her şeyi açık açık sorgulamaya
başlamışlardı. Güneşin altında “cennet”, “cehennem” ve “günah” da vardı.
“Düzleyiciler” yeni bir Anayasa talep ediyorlar, “kazıcılar” özel mülkiyetin ve ücretli
emeğin kaldırılmasını talep ediyorlar, “ranter”lar kurtuluşun ancak içki ve seksle
mümkün olacağını düşünüyordu. Kadınlar sadece, siyasal sistemdeki eşitsizlikleri
değil, aile içindekini de sorgular olmuşlardı Christopher Hill’in ünlü kitabına koyduğu
adla dünya gerçekten “alt üst olmuştu.”
1789 Fransız Devrimi
Fransız burjuvazisinin kendi devrimlerindeki tutumu da İngiltere’deki
sınıfdaşlarından çok farklı değildi. Kurucu Meclis’in hazırladığı 1791 Anayasası “89
Yurtseverlerinin” tam da istediği düzenlemeleri içeriyordu. Yurttaşları ödedikleri
vergilere göre “aktif” ve “pasif” olarak ikiye bölüyor ve siyasal katılımı sadece
birincilere açıyordu. Yoksulların dışlanarak monarşi ve burjuvazi arasında tam bir
uzlaşmanın sağlandığı İngiliz Devrimi modeli nihayet hayata geçirilmiş görünüyordu.
Bu anayasaya ilişkin meclisin solunda oturan mebusların görüşlerini gazeteci JeanPaul Marat şöyle dile getirir: Eskinin “doğumla gelen aristokrasisi” yerine “servetle
gelen aristokrasi” ikame edilmiştir. Bu dönemde siyasal süreçlere kitlesel katılımı
açacak daha doğrudan bir demokrasiyi savunanlar “baldırı çıplaklar”dı.
Dönemin temel tartışma konularından biri, halk ve temsilcileri arasındaki
sınırın nerede çizileceği idi. 1789’un devrim ortamında meclis toplantıları, oldukça
kalabalık bir izleyici grubunun önünde yapılmak durumundaydı. Devrimi yapan bu
kaba-saba insanlar mebuslarını hiç boş bırakmıyorlar, beğenmedikleri konuşmaları
yuhalıyorlar, beğendiklerini çılgınca alkışlıyor ve tezahüratta bulunuyorlar, meclise
her gün çok sayıda şikayet dilekçeleri, mektuplar yağdırıyorlar ve bunların takipçisi
oluyorlardı. “Saygın” burjuva mebusları bunaltan bu baskı, nihayet devrimin
sönümlenmeye başladığı Termidor döneminde (1795) Direktuvar meclisinin,
5
izleyicilerin sayısını ve rollerini azaltan düzenlemeleriyle son buldu. Siyasal alan ve
temsilcileri, halktan çok daha net çizgilerle ayrılmalıydılar. Mebuslara özgü kıyafetler
tekrar uygulamaya sokuldu (Hunt 1984: 85). Oysa “Terör” döneminde (1793-4) halk
ve temsilcileri arasındaki ilişkinin daha da sıkılaşması yolunda öneriler geliyordu.
Örneğin Robespierre, iki grup arasındaki sınırdan olduğu kadarıyla bile rahatsızlık
duyuyordu. Hatta 1793’de Konvansiyon Meclisinin12.000 kişilik bir izleyici kitlesini
içine alabilecek şekilde tasarlanmasını isteyerek neredeyse temsili sistemden
doğrudan demokrasiye geçmeyi düşünmüştü. Zira, “genel irade” ve “akıl” ancak bu
şekilde duyulur ve görünür kılınabilirdi.6
Bekleneceği üzere sosyal politika alanında da Terör dönemindeki bütün
kazanımlar teker teker geri alınmaya başlamıştı. Lewis, modern tarihte hiçbir rejimin
Terör rejimi kadar yoksulları düşünmediğini yazıyor. Elbette, devrimci ideallerle acı
gerçekler arasındaki makası vurgulamayı da ihmal etmeden… Terör döneminde,
yardıma ihtiyacı olan bütün yurttaşların kayıtları çıkartılmış, dul ve yetimlere ciddi
paralar aktarılmıştı. 20. yüzyılın ortalarındaki refah devletinin “beşikten mezara”
toplumsal destek projesini tam anlamıyla hayata geçirmeye çalışan bir rejimden söz
ediyoruz (Lewis 1993: 88). Bu dönemde izlenen siyasetlerden dehşete düşen mülk
sahiplerinin hakimiyetindeki Termidor döneminin kilit kavramı ise “özelleştirme”
olmuştu (agy. 84). Toplumsal hizmetler birer birer kamunun elinden alınarak
özelleştirildi. Yoksul emekçiler için açılan atelyeler kapatıldı. Daha önce genel
bütçeden karşılanan yoksullara yardım görevi, zenginlerin verdikleri sadakaları
kullanan belediyelere devredildi. Lewis’in deyimiyle 1790’ların son yılları yoksullar
için tam bir “kabus”tu. Büyük çoğunluğu maişetlerini sağlayabilmek adına orduya
katılarak yaşamlarını tehlikeye atmaya razı duruma gelmişti. Ordu, sosyal yardım
kurumu haline gelmişti (agy. 88).
Buraya kadar anlatılanlar burjuvazinin – en azından radikal kanadınındemokratikleştirici bir rol oynadığı izlenimine yol açabilir. Oysa jakobenlerin sosyal
haklar alanındaki uygulamaları bir tercih kadar zorunluluktan da kaynaklanıyordu. Bu
dönemde Fransa’nın neredeyse Avrupa’nın bütün monarşileriyle savaş halinde
olduğunu unutmamak gerekiyor. Böylesi bir durumda etkin bir savaş
organizasyonunu gerçekleştirmek devrim için yaşamsal önemdeydi. Öte yandan,
cephe ve cephe gerisinde kitlelerin savaşa katılımları ise, ancak onların taleplerine
olumlu yanıt vermekle sağlanabilirdi. Jakobenleri, daha ılımlı sınıfdaşları olan
Jirondenlerden ayıran temel unsur da bu gerçeği görebilmiş olmalarıydı. Savaş ve
demokratikleşmenin ilişkileri üzerine ilerde değineceğiz. Şimdilik bu taleplerin
niteliği üzerinde duralım.
1848 Devrimleri
Alt sınıfların tarih boyunca devrimlerden temel beklentileri en az siyasal
demokrasi kadar sosyal bir demokrasi olagelmiştir. “Siyasal” ve “toplumsal”
sorunların emekçi sınıflar ve burjuvazi açısından nasıl algılandığının en açık
görüldüğü tarihsel durum hiç şüphesiz 1848 Devrimleriydi. Devrimlerin Fransa ayağı
bu açıdan çok öğreticidir. Radikal ve cumhuriyetçi burjuvazi açısından “siyasal” ve
“toplumsal” alanlar birbirlerinden ayrıydı. Bir devrimin görevi, sosyal alandaki
iyileşmelerin önündeki en önemli engel olan siyasal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktı.
Sosyal eşitliği sağlama yönündeki doğrudan müdahaleler ise kişi özgürlüklerini
sınırlamak anlamına geleceğinden kabul edilemezdi. Oysa alt sınıflar, “siyasal” ve
Türkiye’de “genel irade” kavramının (ve buradan çıkılarak Aydınlanmanın) totaliter açılımları
üzerine vurgu yapılır. Oysa kavramın tarihselliğinde, doğrudan demokrasiye yakınlaşan boyutu da var.
6
6
“toplumsal” alan arasında bir fark görmüyordu. Siyaset zaten, toplumsal eşitsizliklerin
giderilmesi için vardı (Stearns 1974: 81).
Kelimenin tam anlamıyla iki farklı “dünya görüşü” yoksul emekçikler için
açılan atelyeler meselesinde karşı karşıya geldi. Devrimin ilk aylarında Geçici
Hükümetin, Louis Blanc’ın teorisinden esinlenerek kurduğu “ulusal atelyeler,”
emekçilerin doğal hakları olarak gördükleri “çalışma hakkı”nı karşılamayı
hedefliyordu. Ve elbetteki ağırlıklı olarak orta sınıfların verdiği vergilerle finanse
ediliyordu. Burjuvazi, sadece bu maliyet nedeniyle değil, daha “kökten” sınıfsal bir
nedenle de karşı durmuştu ulusal atelyelere: Binlerce işçiyi belirli bir örgütlenme
içinde aynı çatı altında toplamak burjuvazi için intihardan farksızdı. Bir araya gelen
ve birbirleriyle konuşmaya ve giderek örgütlenmeye başlayan işçiler arasında
sosyalist bilincin yayılması ciddi bir olasılık ve tehlikeydi (Stearns 1974: 83).
Tehlike bununla da sınırlı değildi. Her devrimci durum gibi ortalık örgütlenen,
yürüyen, tartışan, kitap ve risale basan, kısacası “özneleşen” insanlarla dolmuştu.
Sadece Şubat ve Haziran arasında Paris’te yayınlanan gazete sayısı 171’i bulmuştu.
200’den fazla siyasi kulüp kurulmuştu. Kadınlar 1789’da elde edip, 1816’da
yitirdikleri boşanma haklarına ek olarak, oy verme hakkının kadınlara doğru
genişletilemesini de talep etmeye başlamışlardı (Merriman 1996: 190).
Aşağıdan yukarı bu kertede kitlesel bir mobilizasyon burjuvazinin tahammül
sınırlarının dışındaydı. Yeni seçilen cumhuriyet hükümeti atelyeleri, işçi derneklerini
ve siyasal kulüpleri birer birer kapatmaya başladı. İşte kanlı “haziran günleri”ne bu
ortamda girildi. İşçiler, devrimi başlattıkları Şubat ayında yaptıkları gibi tekrar
barikatların arkasına geçtiler ve kendi devrimlerini korumaya çalıştılar. Dört gün
içinde beş yüze yakın ölü verdiler. Ayaklanma bastırıldıktan sonra, yeni seçilen
burjuva cumhuriyet hükümeti kentte tam anlamıyla bir insan avı başlattı. 3,000 işçi
soğuk kanlılıkla katledildi. 12,000’den fazla insan tutuklandı, 4500’ü Cezayir’deki
“çalışma kampları”na sürüldüler (Stearns 1974: 192).
“Haziran günleri”, toplumsal mücadeleler tarihinde bir köşe taşıdır. Bu
tarihten sonra devrimcilerin bileşenleri kökten dönüşmüştür. Çok şematik bir şekilde
söylemek gerekirse, 1648’e kadar aristokrasi, burjuvazi ve sıradan insanların
oluşturduğu devrimci koalisyon ilk firesini bu dönemde vermişti. Özellikle
Fransa’daki Fronde ayaklanmasından sonra monarşi, aristokrasiyi kendi saflarına
katmayı başarmıştı (Tilly 1993: 150). Aristokrasinin, koalisyonu terk etmesinden
sonra burjuvazi ve alt sınıflar mücadelelerine devam etti. İşte koalisyonunun son
“ortağının” da devrimci mücadeleleri terk etmesinin tarihi 1848’dir ve bu kopuşun
temelinde sosyal haklara ilişkin farklı sınıfsal bakışlar vardır. Daha sonraki dönemde
emekçiler yollarına tek başlarına devam ettiler (Tilly 1986, 1993; Stearns 1974;
Lictheim 1970; Te Brake 1998).
1848 sonrası dönem, modern işçi sınıfının ve onun özgün eylem repertuarının
ortaya çıkış sürecidir de aynı zamanda. Ayaklanmalar dönemi artık kapanmıştır. İşçi
sınıfı 1870’lerde tekrar mobilize olduğunda başta sosyalist partiler olmak üzere,
gösteriler, grevler gibi siyasal kanalları kullanmaya başladı. Kapitalist sanayileşme
sürecini engellemeye dönük daha önceki dönemde izledikleri stratejileri terk ederek,
somut siyasal ve iktisadi talepleri yükseltmeye başladılar. Tilly’nin de vurguladığı
gibi, son dört yüzyıl perspektifinden bakıldığında 1848 Devriminden sonraki dönem
kesinlikle tek bir parça olarak alınabilir (Tilly 1986, 1993).
Burjuvazinin devrim sahnesinden çekilmesiyle birlikte jakobenizm de
devrimci özneler açısından çekiciliğini yitiriyordu. Gramsci jakobenizmin iki
özelliğine vurgu yapar: Birincisi, kolektif iradeyi örgütleyerek kitleleri devrimci
süreçlere katan siyasal güç oluşudur. İkincisi ise, dar sınıfsal çıkarları aşarak daha
7
evrensel bir çıkarı temsil edişidir (Salamini: 77). Buradan bakıldığında şu soru
anlamlı olacaktır: Jakobenizm niye Fransa’da başarılı oldu da, İngiltere’de olamadı?
Fransa gibi, ağırlıklı olarak köylü ve küçük esnaftan oluşan bir toplumda paylaşılan
değerlerin genişliği düşünüldüğünde kitlelerin “genel irade” kavramı etrafında
mobilize edilebilmeleri mümkündü. Oysa İngiltere’de sanayileşme süreci köylüleri
mülksüzleştirmiş ve modern bir işçi sınıfı doğurmuştu. Böylesi bir bağlamda ise
demokrasi, çoğunluktaki mülksüzlerin idaresi anlamına gelecekti ki, bu da
burjuvazinin kabullenebileceği bir durum değildi. Orta sınıfların demokrasi fikrinden
dehşete düşmesinin, ve dolayısıyla “genel irade”yi harekete geçirmeye dönük bir
stratejinin kendisine hayat alanı bulamamış olmasının ardında böylesi bir tarihsel
bağlam yatıyordu (Lichteim 1970: 27). Sözün özü, modern işçi sınıfının ortaya
çıkışıyla birlikte jakobenizm de devrimci mücadelelerin repertuarından siliniyordu.7
Ekim Devrimi
1848’den sonraki en büyük devrimci dönüşüm hiç şüphesiz “dünyayı sarsan
on [Ekim] gün”üydü. Hobsbawm’ın yazdığı gibi Fransız devriminin fikirleri
Bolşevizmden daha uzun ömürlü olmuş olabilir; fakat pratik sonuçları açısından
bakıldığında 1917, 1789’dan çok daha önemli ve büyüktür. Devrimden sadece 30-40
yıl sonra dünyanın üçte biri Bolşevizmden etkilenen veya onu taklit etmeye çalışan
rejimler tarafından yönetilir hale gelmişti. Hobsbawm bu yayılmanın ancak İslamın
birinci yüzyılındaki yayılmayla ölçülebileceğini söylüyor (Hobsbawm 1994: 55).
Ekim devrimindeki saflaşma da, esas olarak demokrasiye yüklenen farklı
sınıfsal anlamlar üzerinden gerçekleşmişti. Alt sınıflar için bir rejimi demokratik
kılan, sunduğu sosyal hakların genişliğiydi. Şu ana kadar gördüğümüz devrimlerde
olduğu gibi, onların da özgürlük anlayışları esas olarak “negatif özgürlük”tü:
İhtiyaçtan, işsizlikten, borçluluktan, açlıktan, yoksunluktan, polis baskısından
“özgürleşme” (Rosenberg ve Young: 42). Burjuva Geçici Hükümetin anlayamadığı da
buydu. Artık sivil ve siyasal haklar verildiğine göre, demokratik bir rejim kurulmuş
demekti. Bundan sonrası, halkın oylarıyla seçilecek Kurucu Meclisin işiydi. Oysa
köylü, işçi ve askerler arasında bambaşka bir demokrasi anlayışı şekillenmeye
başlamıştı. Devrim öncesinde sayıları birkaç bini ancak bulan Bolşeviklerin devrimin
hemen öncesinde Mart 1917’de 250,000’e ulaşmalarının ardında da bu kitlesel
taleplere en net ve tavizsiz desteği veren hareket olmaları yatıyordu.8
“Büyük Devrimler”e bu kısa bakıştan sonra başlangıçtaki sorumuza geri
dönerek bir toparlama yapalım. Aksi yöndeki bütün kanıtlara rağmen, burjuvazinin
demokratikleştirici bir güç olduğu yolundaki yaygın inanç nereden geliyor?
Burjuvazinin demokratikleşme sürecinin temel taşıyıcı öznesi olduğunu savlayan teoriler
esas olarak bu sınıfın parlamenter rejimlerin kurulmasında oynadığı öncü role vurgu
yaparlar. Oysa bu süreç son tahlilde burjuvazinin, devleti denetimi altına alma sürecinin
Fransız Devriminin 200. yıldönümü için yazdığı kitapta büyük tarihçi Eric Hobsbawm bu genel
eğilimin çok önemli iki istisnasına dikkat çeker: Rusya ve Türkiye! (Hobsbawm 1990).
7
Soğuk Savaş sosyal bilimcilerinin ve ilginç bir şekilde pro-Sovyet araştırmacıların iddia ettiklerinin
tersine Lenin ve arkadaşları kitlelerden ayrı duran bir avuç insan değildi. Söylemeye gerek yok:
Birincilerin şeytan figürü, ikincilerde kahramana dönüşüyordu. Fakat kitle bağı ve halk hareketi söz
konusu olduğunda iki yorumun ortak noktaları dikkat çekiciydi. Hobsbawm’ın çok veciz bir şekilde
söylediği gibi aslında Lenin “kitleleri izlemeyi bilerek onlara önderlik” ediyordu. Örneğin, diyor
Hobsbawm, köylülerin toprak talebi olduğunun farkına varınca, sosyalist programa aykırı olmasına
karşın aile çiftliklerinin kurulmasına izin vermekte en ufak bir tereddüt göstermemişti (Hobsbawm
1994: 61).
8
8
bir parçasıdır. Kendi çıkarını tehdit eden diğer bazı haklara geldiğinde burjuvazi
demokrasinin önündeki en büyük engel olacaktır. Sosyal haklar mücadelesinde
takındıkları tavır bunun en iyi göstergesidir. Huber ve Stephens’ın çalıştığı 13 Avrupa
ülkesinden sadece üç tanesinde (Fransa, İsviçre ve İngiltere) burjuvazi demokrasi
yönünde çaba göstermiştir. İlginçtir, bu üç ülkenin ortak özellikleri, demokrasiye geçiş
süreçlerinde işçi sınıflarının sosyalist partiler ya da örgütler tarafından örgütlenmemiş
olmalarıdır. Diğer on ülkenin hepsinde böylesi bir muhalefet vardır ve burjuvazi
istisnasız anti-demokratik kamptadır (Huber ve Stephens 1999: 762-3). II. Dünya Savaşı
sonrası Batı Avrupa ülkelerinin demokratikleşme süreci son tahlilde bir sınıf
uzlaşmasının sonucuydu. İşçi sınıfı maddi refah dışında yurttaşlık haklarına da
kavuşmuştu ve karşılığında sosyalist taleplerden vazgeçmişti.
Aynı ilişkiye Üçüncü Dünya ülkeleri bağlamında bakıldığında daha değişik bir
resim kendini belli eder. Burada söz konusu sınıf uzlaşması yoktur. Burjuvazinin
ortodoks neo-liberal politikalardaki ısrarcılığı sayesinde düşük ücret ve zayıflatılmış bir
işçi hareketi söz konusudur. İç ve dış özel sermaye yatırımları, büyümenin tek motor
gücü olunca, “yatırımcıya güvence” en önemli unsur haline gelecektir. Bu da, mülkiyetin
istihdamı arttırıcı ve kaynakların dağıtımına yönelik olarak yeniden düzenlenmesi
önündeki en büyük engel olacaktır (Huber ve Stephens 1999: 778). Bu tip reform
politikaları uygulanmadıkça da yurttaşlık haklarının tam olarak kullanılması mümkün
olmayacaktır. Huber ve Stephens’ın çalışmasından çıkan sonuç açık: Özel sermayeye
dayalı neo-liberal siyaset, iktisadi dinamikleri köreltmesinin yanında,
demokratikleşmenin de önünde en büyük engel olarak görünüyor. Bu nedenlerle,
kapitalizmin her şeyi metalaştıran açgözlü hırsına karşın kâr kategorisini ortadan
kaldıracak ve mümkün olan en geniş alanı metâlaşmaktan arındıracak siyasetler üzerine
düşünmek, demokratikleşmenin ve yurttaşlık haklarının da bir koşulu olacaktır
(Wallerstein 2000: 157).
Buraya kadar yazılanlardan sanırım şu net bir şekilde anlaşılmıştır:
Günümüzün akademik modalarının dayatmalarına rağmen, tarihsel süreçlerin
anlaşılmasında sınıf kategorisinin vazgeçilmez bir önemi olduğunu düşünüyorum. Ne
var ki, sınıfın önemini vurgulamak ne kadar önemliyse, tek başına her şeyi
açıklayamayacağını vurgulamak da en az onun kadar önemlidir. Tarihte tekil
nedenselliklere yer yok. Tam da bu nedenle, devleti de sınıfın yanında bağımsız analiz
birimi olarak düşünmeliyiz.
Savaşlar:
Yurttaşlık hakları tarihsel olarak devletle girişilen mücadele/pazarlık süreçleri
sonucunda oluştular. Bu mücadele özellikle nüfusun farklı gruplarının kaynaklara
erişim olanakları ve çeşitli haklara ilişkin olarak devlet üzerinde geliştirdikleri talepler
ve o talepleri savunmak için yaptıkları eylemler biçiminde gelişti (Turner 1990: 194).
Devlet egemenliği geliştikçe - başka bir deyişle aracı gruplar/kurumlara dayalı
“dolaylı yönetim”den, bireyleri dolaysız bir biçimde devlete ve devlet öznelerine
bağlayan “doğrudan yönetim”e geçildikçe – insanlar yavaş yavaş siyasal bir
topluluğun üyeleri olduklarını ve bizatihi bu üyeliğin kendilerine bir takım haklar ve
yükümlülükler getirdiğinin farkına varmaya başladılar (Giddens 1987: 210).
Bütün bu sürecin çok önemli diyalektik bir boyutu var. Giddens buna
“denetimin diyalektiği” diyor. Toplumsal faaliyetleri harekete geçirmeye dönük
yönetsel iktidar ancak denetim/gözetleme imkanlarının arttırılmasıyla mümkündür.
Öte yandan, yaygınlaşmış ve topluma nüfuz etmeye başlamış bu yeni iktidar biçimi,
devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi organikleştirir, pre-modern dönemlere göre daha
karşılıklı bir ilişki haline getirir (Giddens 1987: 202).
9
Aynı süreci Mann “kafeslenme süreci” olarak adlandırır. Yurttaşların gündelik
hayat pratiklerinin temel belirleyicisi, sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde
iktidarını kullanan bir merkezin siyasetleri/tercihleri olmaya başlamıştır. Toplumsal
gruplar artık sorunlarının çözümü için yerel güç odaklarıyla değil, bizatihi devletle
mücadeleye girmeleri gerektiğinin farkına varmaya başlarlar (Mann 1993).
Aracı grupların/kurumların tasfiye edildiği bu sistemde toplumsal enerjinin
harekete geçirilmesinde “rıza” unsuru yavaş yavaş öne çıkmaya başlar. Aslında,
devlet elitleri açısından oldukça riskli bir durumdan söz ediyoruz. Dolaylı yönetimin
hakim olduğu dönemlerde sadece aracı gruplarla pazarlık yaparak toplumsal artığın
bir bölümüne el koyduktan sonra, gündelik hayatın denetimine hiç bulaşmadan devlet
olmak mümkündü. Evet, Mann’in deyimiyle bu dönemde devletin altyapısal iktidarı
sınırlıydı. Fakat aynı zamanda, devlet üzerinde hak iddia eden grupların sayısı ve
güçleri de son derece sınırlıydı. Doğrudan yönetimle birlikte bu resim tümüyle
değişmiştir. Değişmek zorundadır. Artık devlet, yeni yeni oluşan “yurttaş”ıyla
doğrudan ilişkiye girmek durumundadır. Devletler için, pre-modern dönemlerdeki
“özerkliklerini” olduğu gibi koruyarak savaş alanlarında başarılı olmanın artık imkanı
kalmamıştır (Mann 1986: 515-6). Malî gücü ve insan gücünü seferber etmek için
devlet, toplumun örgütlü kesimleriyle ilişkiye girmek zorunda kalınca, denetimin
diyalektiği de devreye girmiş ve sonucu kestirilemeyecek bir senaryo başlamıştır.
Savaşların demokratikleştirici etkileri tam da bu noktada kendini ortaya koyar.
Paralı askerlerden oluşan ordulardan vatandaş ordularına geçişle birlikte savaşın
niteliği de önemli ölçüde değişecektir. Modern savaşların en az dışsal boyutu kadar
içsel boyutu da önem kazanacaktır. Savaşa karar veren yöneticiler artık sadece
düşmanınkini değil, kendi toplumunun durumunu da göz önüne almak zorundadırlar:
Savaş, artık tümüyle ve tam anlamıyla kolektif bir süreç haline gelmiştir de onun
için…
Savaşın yurttaşlık haklarını tetikleyen süreci yeteri kadar açıktır. Etkin bir
savaş yürütmek maliyetlidir ve hükümet harcamalarının hiç olmadık ölçüde
arttırılmasını gerektirir. Ve bu harcamalar ancak toplumun çeşitli kesimlerinin sahip
olduğu kaynakların en azından bir bölümünün devlete aktarılmasıyla karşılanabilir.
Devletle toplum arasındaki ilişkinin organikleşmesi olarak adlandırılabilecek süreç
böyle tetiklenir.
Fransız Devrim’inden bu yana son yüz yılın tarihine bakıldığında göreli
demokratik ya da demokratik rejimlerin daha başarılı savaşlar yapmalarının ardında
bu organik ilişki yatar. Devletin asker ve olağanüstü vergi taleplerinin düzeyi, son
tahlilde toplumun bu taleplere göstereceği rıza tarafından belirlenecektir. Tabii ki
devletin bu insan ve vergi kaynaklarını yerinde tespit edecek, ve daha sonra
mevcudun ne kadarını merkeze aktarabileceğini saptayacak bürokratik kapasitesinin
gelişkinliği toplumun bu taleplere uyum göstermesini kolaylaştıracaktır. Fakat her hal
ve karda, Levi’nin de belirttiği gibi, asker ve vergi alımında zorun düzeyi ne kadar
artarsa, sürecin maliyeti de o kadar artacaktır (Levi 1999: 122). Bu nedenle, özellikle
vatandaş ordularının kurulmasından sonra, devletler halklarının gönüllü katılımını
sağlamaya çalışmışlardır. Özellikle askerlik hizmetinin gerektirdiği fedakarlığın göreli
bir eşitlik içinde topluma yayılması bu bağlamda önem kazanır. Bu tarihsel süreç,
devlet ve toplum arasında süregiden pazarlıkları yansıtan çeşitli aşamalardan geçti.
İlk başlarda ayrıcalıklı sınıflar süreçten muaf tutularak, askerliğin bütün yükü oy
hakkı olmayan ya da siyasal gücü olmayan sınıflara yüklenmişti. Savaşlar daha büyük
ölçüde kolektif örgütlenmeye dayanmaya başladıkça, yerelliklerle çeşitli düzeylerde
pazarlıklar kaçınılmaz oldu. Bir kasabadan ne kadar asker alınacağını belirleyecek
kota görüşmeleri, her ailenin en fazla kaç erkek çocuğunun askere alınacağı
10
pazarlıkları, askerlik yapmak yerine para vermek veya bir başkasını kendi yerine
askere gönderme yönündeki düzenlemeler hep bu pazarlıklara örnek olarak verilebilir.
Bütün bu pazarlık sürecinin sonunda sağlanan fedakarlıktaki göreli eşitlik toplumsal
mücadelelerin sonucuydu (Levi 1999: 122).
Etkin savaş yapabilmek için devletin toplumdan gittikçe artan talepleri, zamanla
sadece mücadelenin boyutlarını değil bizatihi bireylerin kimliklerini de belirler hale
gelir. Devletle girişilen pazarlıklar sonucunda insanlar ne tür kolektif kapasitelere sahip
olduklarını, ve yeni yeni farkına varmaya başladıkları bu kapasiteler dahilinde ne tür
haklar talep edebileceklerini ve bu haklar karşılığında ne tür yükümlülükler altına
gireceklerini görmeye başlarlar. Devlet-toplum ilişkisi yoğunlaştıkça ya da Mann’in
deyimiyle ilişki “organikleştikçe” kolektif kapasiteler, eski ve doğrudan gündelik
yaşamlarda kullanılan kimlikleri bozarak yerlerine daha genel ve standart bir kimliğin
(yani yurttaşlığın) ikame edilmesi sonucunu verir. İşte bütün bunlar yurttaşlık
haklarının oluşumunda neredeyse bir zorunluluk olan devlet toplum ilişkisini
organikleştirir.
Kısacası, savaşların arttırdığı mobilizasyon bir sonraki süreçte savaşa
katılanların siyasal haklar talep etmeleriyle sonuçlanabilir; savaşlar devletin hem
kapasitesini hem de toplumsal gruplara olan borçlarını arttırır; eğer bir de savaşın
yenilgiyle sonuçlanacağı anlaşılırsa ordudan kaçışlar artar ve silah bırakışma
anlaşmalarıyla da pekişecek olan mevcut iktidar ve onun toplumsal temelinin
aşınması süreci başlamış olur (Tilly 2003, 7. Bölüm).
Devlet ve toplum arasında savaş dolayımıyla kurulan organik ilişki, bir yandan
devletin toplumsal dokuya nüfuzunu sağlayarak “altyapısal iktidarını” arttırırken; öte
yandan toplumsal gruplara, devlet pratiklerini etkileme/dönüştürme fırsatları da sunar.
Devlet, iktidarını toplumun üzerinden değil, onun dolayımıyla kurmaya başlar. Yavaş
yavaş “güçlü devlet”ler ortaya çıkmaktadır. Görünürdeki bütün haşmetine rağmen premodern devletlerin topluma nüfuz imkanları son derece sınırlıdır. Mann’in deyimiyle
söylersek “despotik iktidar”ları yüksek olmakla birlikte “altyapısal iktidar”ları düşüktür.
Tilly devletin yüksek bir kapasiteye sahip olmasının demokratikleşme
sürecindeki olumlu etkisini şöyle özetler: Devletin örgütleyici ve müdahaleci kapasitesi
arttıkça özneler, içinde buldukları kimliklerin dışına çıkarak siyasal kimlikler
oluşturmaya başlarlar. İnsanlar artık belirli bir klanın, loncanın, köyün üyesi olmaktan
çıkarak, yüz yüze ilişkilerle sınırlanamayacak daha dolayımlı kimliklere sahip olurlar:
İşçi olmak ya da bütün bu loncaları, klanları ve köyleri hakimiyeti altında tutan bir kralın
tebaası olmak gibi. Bir kez bu dolayımlar kurulduğunda eskiden çok daha yerel ve özgül
sorunlar üzerinden yürütülen toplumsal mücadeleler belirli havuzlarda toplanarak
genelleşir ve standartlaşırlar. Mücadelenin yeni hedefi yerel beyler olmaktan çıkıp
bizatihi devletin kendisi oldukça yurttaşlığın kurulacağı zemin de şekillenmeye başlar.
Ayrıca, devlet kapasitesinin artışı daha önce farklı düzlemlerde eyleyen toplumsal
grupları bir araya getiren ve böylece siyasal kimliklerin oluşumunda önemli roller
oynayan başarılı “taşeronların” (rahipler, öğretmenler, işçi ya da köylü önderleri, siyasal
örgütler ve partiler v.s.) ortaya çıkmaları sonucunu verir. Bütün bunlar şu anlama gelir:
Devletin artan kapasitesi, başlangıçta demokratik olmayan (hatta gittikçe daha da otoriter
bir rejimi hazırlarmış gibi görünen) bir resim sunmasına karşın, hiç de niyet edilmemiş
bir sonuç olarak demokratikleşmenin zeminini hazırlamış olur (Tilly 2003, 2. Bölüm).9
Sosyal bilimcilerin – özellikle radikal olanlarının- kolektif ya da bireysel iradi etkileri öne çıkarmaları
anlaşılabilir bir durum olsa da bu zaafa direnmek gerekiyor. Ayrı bir yazının konusu olabilecek bu
yöntemsel soruna girmeden niyet edilmemiş sonuçlara bir örnek daha verip geçiyorum: Tartışmalı
noktaları bir yana, Perry Anderson (1974) kapitalizmin yükselişini açıklarken tam da böylesi bir
süreçten söz eder. Son tahlilde feodal olan ve feodal sınıfların çıkarlarını kollamak üzere kurulan
9
11
Tilly’nin ifadesiyle güçlü devlet patikası, başka birçok düzeyde doğuracağı bütün
zalimliğine rağmen yurttaşlığın bütün boyutlarıyla kurumsallaşması için gerekli koşulları
da yaratır (Tilly 2003, 2. Bölüm). İspanya ve Portekiz'in 1970’lerdeki hızlı
demokratikleşme süreçleri, demokrasiye ulaşan “güçlü devlet patikasının” etkinliğini
göstermesi açısından önemlidir. Öte yandan, İsviçre örneği dışarıda bırakılırsa “zayıf
devlet patikasından” istikrarlı ve kalıcı demokrasiye ulaşan örnek son derece azdır (agy.
7. Bölüm). Bu “patikanın” demokrasi üretmesi hem içsel hem de dışsal nedenlerle
zorlaşacaktır. İçsel olarak, yurttaşlık haklarını (yaygınlık, eşitlik, koruma ve bağlayıcı
danışma) geliştirmeye dönük her adımın, kendi çıkarlarını tehdit altında gören güçlü
toplumsal sınıflar ya da gruplar tarafından bastırılmasının önüne geçmek için anlamlı bir
devlet kapasitesi olmayacaktır. Dışsal olarak bakıldığında ise, böyle bir kapasiteden
mahrum olan devletler diğer devletlerin, haydutların, mafyanın ya da gerilla güçlerinin
istikrarsızlaştırıcı saldırılarına ya da doğrudan işgaline maruz kalabilecektir (Tilly 2000:
6).
Savaş ve devlet pratiklerinin demokratikleştirici “yan etkilerine” ilişkin elde
yeteri kadar olgu var. Fransız devrimci ordusunun ve daha sonra Napolyon ordusunun
Avrupa’yı istila ettiği dönemler aynı zamanda demokratikleşme yönünde açılımların
gözlendiği dönemlerdi. Daha sonra, I. Dünya savaşını takip eden on yıl içinde Avrupa
ülkelerinin hemen hepsi –eğer daha önceden yapmadılarsa- oy verme hakkını
toplumun bütün kesimlerine yaydılar. Aynı süreç içinde bunları büyük bir bölümü ise
bu hakkı kadınlara doğru da genişlettiler (Tilly 2003, 7. Bölüm). O döneme kadar
hiçbir büyük Avrupa savaşına doğrudan girmemiş (ve devrimci bir geleneği de
oluşmamış) bir ülke olarak İngiltere’de I. Dünya Savaşı’nın demokratikleştirici etkisi
daha da net olarak görülür. Çok uzun süreden beri, oy verme hakkının geniş kitlelere
yayılamadan kaldığı bu ülkede, kısır döngü ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında
kırılabilmiştir. Savaşta ordunun büyük kayıplar vermesiyle birlikte seferberliğe gidilme
zorunluluğu kendini dayattıktan sonra genel oy hakkı da tanınmak durumunda
kalınmıştır (Giddens 1987: 234).
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde de önemli demokratik açılımlar görülür.
Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya’nın daha demokratik temellerde yeniden inşasını
zikretmek yeterli olacaktır. Özellikle Japonya örneği, uluslararası devletler sistemi ve
savaş işinin ne kertede önemli olduğunu ortaya koyması bakımından özellikle
önemlidir. Barrington Moore’un bu değişkenleri ihmal ettiğini daha önce
vurgulamıştım. Moore, faşist modernleşme yolunun örnekleri olarak ele aldığı
Almanya ve Japonya’nın liberal demokrasiye evrilen tarihleri üzerinde durmaz. Oysa
Zolberg’in de belirttiği gibi, eğer bugün Japonya, liberal demokrasiler arasında
anılıyorsa, bu sonucun ortaya çıkmasında savaşta alınan yenilginin ve toplumsal ve
siyasal yapıda önemli dönüşümlere yol açan, 1945-1950 arasındaki Amerikan
işgalinin de payı vardır (Zolberg 1987: 44).
II. Dünya savaşı sonrasındaki Almanya ve Japonya kadar, I. Dünya Savaşı
sonrasındaki Çarlık Rusya’sında da gözlemlenebildiği kadarıyla, bazı durumlarda
savaşlarda alınan yenilgiler, demokratikleşmeyi sağlamak açısından devrimlerin
yerine geçebilirler. Rusya’daki monarşi, Fransa ve Çin’de olduğundan çok daha
güçlüydü. Kendi aristokrasisi üzerinde hakimiyet sağlamış ve bu hakimiyeti sayesinde
de devleti kurtarıcı önemli reformları başlatmıştı. Böylesi bir devlet yapısında
mutlakiyetçi devletlerin uyguladıkları politikalardan esas yararlananlar kapitalistler olmuştur. Başka bir
deyişle kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelişinin temel belirleyeni feodal devletin bir geçiş
döneminde uyguladığı politikalardır. Benzer şekilde Barrington Moore da mutlaki monarşilerin
aristokrasinin aşırılıklarını törpülemesinin, daha sonraki modernleşmenin yönetim biçimi açısından
elzem olduğunu belirterek mutlakiyetçiliğin niyet edilmemiş sonuçlarına vurgu yapar.
12
devrimci mücadelenin başarılı olması için, Fransa ve Çin’de olduğundan çok daha
ciddi bir uluslararası baskı gerekliydi. Savaşta alınan topyekûn yenilgi gibi… (Smith
1991: 71).
Geoff Eley, yirminci yüzyılın iki önemli demokratikleşme dalgasının (1918
sonrası ve 1945 sonrası dönemler) bir paradoksa işaret ettiğini yazar: 20. yüzyılda
devlet iktidarının en fazla yoğunlaştığı ve devletin toplum üzerindeki taleplerinin ciddi
olarak genişlediği iki moment, aynı zamanda demokratikleşme çabalarının da başarıya
ulaştığı momentlerdir (Eley 1995 : 170). Eley ’in bu tespiti, “güçlü devlet patikası” ve
savaş-işi ile demokratikleşme arasında varolduğunu söylediğimiz korelasyonu teyid
etmektedir.
Devlet pratiklerinin ve savaş işinin demokratikleşme yönündeki niyet
edilmemiş sonuçları konusunda daha fazla örnekler vermek mümkün.10 Yine de
varmak istediğim sonuç sanırım anlaşılmıştır: Demokrasinin ve yurttaşlık haklarının
gelişiminde devletin konumu ve pratikleri çok önemlidir, ki bu aynı zamanda siyasal
kertenin de önemi anlamına gelir. Eğer demokratikleşmenin aşağıdan yukarıya bir
tarih yazılacaksa, en az toplumsal ilişkiler/çelişkiler kadar devlete ilişkin (yani hem
devlet iktidarı üzerine, hem de devlet politikaları nedeniyle tetiklenen özgül alanlarda
gerçekleşen) mücadeleler de değerlendirilmelidir. Makale boyunca adları geçen tarih
sosyologlarının da temel katkılarından biri buradadır. Bu araştırmacılar, marksizmin
bütün açıklığıyla ortaya koyduğu sınıfsal sömürü alanının belirleyiciliğine ek olarak
(başka bir deyişle bu alanı hiçbir şekilde yadsımadan) savaş meselesinin önemli bir
yer tuttuğu devletin tahakküm alanını da eşit şekilde toplumsal/tarihsel incelemelerde
temel olarak alır.
KAYNAKÇA
Anderson, Perry. 1974. Lineages of the Absolutist State. New York: Verso.
Eley, Geoff. 1995. “War and the Twentieth Century.” Daedalus 124, no. 2:
155-175.
Ergut, Ferdan. 1995. “Demokrasi, Politik Toplum, Parti.” Toplum ve Bilim. Kış 68:
87-103.
Ergut, Ferdan. 2001. “Türkiye’de Devlete Yaklaşımlar Üzerine Eleştirel Bir
Deneme.” Mülkiye XXV, no. 226: 333-350.
Ergut, Ferdan (2001/2002) “Sosyal bilimlerde tartışma ortamının kurgulanması ve
tarihsel sosyolojinin imkanları.” Toplum ve Bilim, Kış, no. 91: 213-228.
Giddens, Anthony. 1987. The Nation State and Violence. Berkeley : University of
California Press.
Hobsbawm, Eric. 1990. Echoes of the Marseillaise. New Brunswick: Rutgers
University Press.
Hobsbawm, Eric. 1994. The Age of Extremes. New York: Pantheon Books.
Huber, Evelyne and John D. Stephens. 1999. “The Bourgeoisie and Democracy:
Historical and Contemporary Perspectives.” Social Research 66, no. 3: 75987.
Hunt, Lynn. 1984. Politics, Culture and Class in the French Revolution. Berkeley :
University of California Press.
Levi, Margaret. 1999. “Death and taxes: extractive equality and the
development of democratic institutions.” Ian Schapiro ve C. Hacker-Cordon
(der.) Democracy’s Value içinde, 112-131. Cambridge: Cambridge University
Press.
Savaş ve demokratikleşme arasındaki ilişkiye Türkiye örneğinde değinen ve bu vesileyle devlete
ilişkin Türkiye’deki entelektüel/bilimsel söylemde hakim olan bazı yaklaşımları eleştiren bir inceleme
için bkz. Ergut 2001.
10
13
Lewis, Gwynne. 1993. The French Revolution. New York: Loutledge.
Lichtheim, George. 1970. A Short History of Socialism. New York: Praeger
Publishers.
Lloyd, Christopher. 1993. The Structures of History. Cambridge: Blackwell.
Mahoney, James. 2003. “Knowledge Accumulation in Comparative Historical
Analysis Research: The Case of Democracy and Authoritarianism.” James
Mahoney ve Dietrich Rueschemeyer (der.) Comparative Historical Analaysis
in the Social Sciences içinde, 131-174. Cambridge University Press.
Mann, Michael. 1993. The Sources of Social Power. Cilt 2. Cambridge: Cambridge
University Press.
Merriman, John M. 1996. “French Revolutions, 1830-1871.” Iseer Woloch (der.)
Revolution and the Meanings of Freedom in the Nineteenth Century içinde,
173-211. Stanford: Stanford University Press.
Rosenberg, William G. ve Marylin B. Young. 1982. Transforming Russia and
China. New York: Oxford University Press.
Ross, George et al. 1998. “Barrinton Moore’s Social Origins and Beyond: Historical
Analysis since the 1960s.” Theda Skocpol (der.) Democracy, Revolution &
History içinde, 1-21. Ithaca: Cornell University Press.
Smith, Dennis. 1991. The Rise of Historical Sociology. Temple University Press:
Philadelphia.
Stearns, Peter N. 1974. 1848: The Revolutionary Tide in Europe. New York: W. W.
Norton.
Te Brake, Wayne. 1998. Shaping History. Berkeley : University of California Press.
Tilly, Charles. 1986. The Contentious French. Cambridge: Harvard University Press.
Tilly, Charles. 1993. European Revolutions. Cambridge: Blackwell.
Tilly, Charles. 2000. “Process and Mechanism of Democratization.” Sociological
Theory 18, no. 1
Tilly, Charles. 2003. Contention and Democracy in Europe, 1650-2000. Cambridge
University Press.
Turner, S. Bryan. 1990. “Outline of a Theory of Citizenship.” Sociology 24,
no.2.
Wallerstein, Immanuel. 2000. “A Left Politics for the 21st Century? Or Theory and
Praxis Once Again.” New Political Science 22, 2: 143-159.
Zolberg, Aristide. 1987. “Beyond the Nation-State: Comparative Politics in Global
Perspective.” Jan Berting and Wim Blockmans (der.) Beyond Progress and
Development içinde. Aldershot: Avebury.
14
15