OTONOM ARŞİVLEME
Otonom Arşivleme
1
Editörler: Alper Şen, Özge Çelikaslan, Pelin Tan (Artıkişler Kolektifi)
Katkıda Bulunanlar: Thomas Keenan, Eyal Weizman, Murat Deha Boduroğlu,
Oktay İnce, Shaina Anand, Lawrence Liang, Ege Berensel, Pelin Tan,
Lara Baladi, Eric Kluitenberg, Sevgi Ortaç, Burak Arıkan, Özge Çelikaslan,
Alper Şen, İnadına Haber, Seyr-i Sokak, Videoccupy, vidyo kolektif
Çeviri: Emre Koyuncu
Grafikler ve Tasarım: Yelta Köm
Koza Görsel Kültür ve Sanat Derneği ile Artıkişler Kolektifi tarafından hazırlanmıştır.
Kitap kapağı: Tekel İşçilerinin Direnişi adlı video serisinden bir kare
https://bak.ma/
Kasım 2016
*Bu kitap Sivil Düşün AB Programı Aktivist Desteği kapsamında Avrupa Birliği desteği ile
hazırlanmıştır.
*Bu kitap içeriğinin sorumluluğu tamamıyla Koza Görsel Kültür Sanat Derneği ve Artıkişler
Kolektifi’ne aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.
Otonom Arşivleme
2
Otonom Arşivleme
3
7.....................................................................Editoryal, Artıkişler Kolektifi
Bölüm I - Musallat Olan Görüntü
13.....................................................................Karşı Adli Bilimler ve Fotoğraf
Thomas Keenan
39...................................Saptanabilirliğin Eşiğinde İnsansız Hava Aracı Savaşı
Eyal Weizman
51...............................................Delil Olarak Nesnel Fotoğraf ve Video İhtiyacı
Murat Deha Boduroğlu
57................HUKUK VE İMAJ (İKİ):nesnel tanık olarak kamera, “yalan söylemez”
Oktay İnce
Bölüm II – Arşiv Ateşi
79.................................................................................Arşiv Üzerine On Tez
Shaina Anand
97.....................Arşiv Tahayyülünde Baskın Olan, Arta Kalan ve Doğmakta Olan
Lawrence Liang
117..........................................................Çöpü Arşivlemek; 8mm Arşivi Üzerine
Ege Berensel
123...............................Nekro-siyaset üzerine – Arşivlemeyi Sömürgesizleştirme
Pelin Tan
Bölüm III – “Müştereklerin Otonomluğu”
131...........................Görmek Ait Olmak Demek Olduğunda: Tahrir Fotoğrafçılığı
Lara Baladi
145............................................................................Canlılık ve Zamandışılık
Eric Kluitenberg
165.................................................................Mirasın Altına Tüneller Kazmak
Sevgi Ortaç
173...........................................Karmaşık Ağların Yaratıcı ve Eleştirel Kullanımı
Burak Arıkan
183.......................................................................................Otonom Arşivler
Özge Çelikaslan
193..........................................................................Kolektiflerle Görüşmeler:
İnadına Haber, Seyr-i Sokak, Videoccupy ve vidyo kolektif
219...............................................................Normal Vatandaşlar Kaybolsun!
Özge Çelikaslan, Alper Şen
223........................................................................Bir anti-arşiv manifestosu
bak.ma kolektifi
Otonom Arşivleme
4
Otonom Arşivleme
5
Editoryal
Artıkişler Kolektifi
Kurumsal bir pratik olarak arşiv pratiği, çoğu zaman modern
dünyanın sömürgeleştirilmiş, gözetim ve denetim altına alınmış
disiplin toplumuna hizmet etme eğilimdedir. Buna karşın son
10 yılda dijital teknolojinin de yükselişi ve sosyal hareketlerin
heterojenleşmesi ile birlikte, görüntü kaydetme ve biriktirme
sivil bir faaliyet haline geldi. Böylece, video ve her türlü görsel
arşivleme eylemi, görsel üretimi, açık kaynak veri tabanları,
kolektivite ve forensik etrafındaki güncel tartışmaya kurumsal
olmayan bir pratik olarak eklendi.
Dijital video üretimi ve yayılmasındaki “arşivleme” terimi yalnızca
gizli kalmış itaatsizlik pratiklerini ortaya çıkaran açık kaynaklı
hafıza-oluşturma sürecini değil görüntü yükleme ve sızdırma
yoluyla politik itaatsizliğin kolektif hafızasını yeniden oluşturan ve
montajlama taktiklerine yol açan otonom bir yapıya da işaret eder.
Bu kitap, arşivleme pratiğindeki “otonom” kavramını tartışmak ve
aynı zamanda da videogram montaj üzerine farklı coğrafyalardan
üreticilerle karşılaştırmalı bir perspektiften bakmayı amaçlıyor.
Artıkişler Kolektifi, Türkiye’nin toplumsal ve politik
mücadelelerinin video arşivi “bak.ma”’yı oluşturdu. Bu arşiv,
sadece Gezi Parkı ayaklanması videolarını değil, medya
aktivistlerinin bilgisayarlarının gizli bölümlerinde depolanmış
birçok farklı toplumsal olayın ve protestoların videogramlarını da
ihtiva ediyor. Artıkişler, bu arşivi oluşturma sürecinde arşivleme
pratiğini, sivil itaatsizliğin videogramlarını ve metaforik anlamda
devrimin olası montajını tartışmayı amaçladı.
Arşiv ve arşivleme pratiği, bilginin sınıflandırılması ve
görselleştirilmesi, müşterekleştirme pratiği ve karmaşık
toplumsal katmanları temsil etme gibi birçok mesele ile ilişkili. Bu
nedenle bu kitap görüntü arşivi pratiği üzerine yapılan tartışmayı
üç açıdan genişletmeyi hedefliyor. İçeriğinde yeniden yayınlanan
Otonom Arşivleme
6
Otonom Arşivleme
7
makaleler ve bu kitap için özel olarak yazılmış makaleler yer
alıyor. “Musallat Olan Görüntü” adlı ilk bölüm dört makaleden
oluşuyor. Bu bölüm, siyasal görüntüyü arayan, görüntü, karşıgörüntü ve zayıf- görüntünün forensik rolünü tartışan makaleleri
içeriyor. Avukatlar ve eylemcilerin yazıları, bir tanıklık olarak
görüntünün rolü ile siyasal eylem arasındaki ilişkiyi tartışıyor.
Yaygın olarak fotografik görüntü ve forensik üzerine araştırma
yapan ve yazan insan hakları araştırmacısı Thomas Keenan,
sanatçı Allan Sekula’nın karşı-forensik yaklaşımını tartışıyor.
Mekânsal üretim ve görüntünün saptanabilirliği (detectability)
üzerine çalışan ve araştırmalar yapan mimar ve eylemci Eyal
Weizman, Filistin’deki Bedevi yerleşimlerinin tahliyelerini görsel
görüntü üzerinden araştırıyor. Avukat Murat Deha Boduroğlu,
Gezi Direnişi sonrasındaki insan hakları davalarındaki görsel
arşiv ihtiyacı deneyimi üzerine yazıyor. Video eylemci Oktay
İnce, Boduroğlu’nun video kamerayı bir sivil itaatsizlik tanıklığı
olarak sorunlaştırdığı metnine tamamlayıcı nitelikte eylemci
perspektifinden bir bakış getiriyor.
“bak.ma” ve “Pad.ma” gibi deneyimler üzerinden bakarsak;
açık dijital arşivin ve arşiv/arşivlemenin güncel anlamı nedir? Bu
bağlamda katılımcı asamblaj yöntemi ne anlama gelir? Akademik
veya bağımsız araştırmacının yeni rolü nedir? Kolektif görüntü
üretebilir miyiz? Görsel olarak kaydettiğimiz siyasal eylemler
yoluyla siyasal bir kolektif hafızayı yeniden oluşturmak mümkün
müdür? “Arşiv Ateşi” adlı ikinci bölüm itaatsizliği merkeze almış
çeşitli arşiv pratikleri ile arşiv üzerine tartışmaları genişletme
hakkında. Bombay’de yürütülen “Pad.ma” girişiminden Shaina
Anand, “Arşiv üzerine 10 Tez” ini sunuyor ve “duyarlılığımızı
genişletecek küçük, uygulanabilir, deneysel ve stratejik ölçütleri
takip edebileceğimiz nasıl bir görsel arşiv tahayyül edebiliriz?”
sorusuna cevap vermeye çalışıyor ve dolayısıyla arşivin duyusal
potansiyelini deşiyor. “Pad.ma”’nın kurucularından biri olan
avukat ve aktivist Lawrence Liang, yazısında arşiv bağlamında
kalıntı (residual) görüntüye odaklanıyor. Medya sanatçısı Ege
Berensel, çöpten kazarak çıkardığı 8mm filmleri üzerinden
Otonom Arşivleme
8
araştırma deneyimini anlatırken “Arşiv Üzerine 10 Tez” makalesine
referans vererek arşivleme üzerine mücadeleci bakışı tartışıyor:
“Arşivlemenin doğrultusu dışa doğru olacak içe doğru değil”.
“bak.ma”’dan araştırmacı ve yazar Pelin Tan, Achilles Mbembe’nin
nekro-siyaset kavramını yeniden ele alıyor ve eğer amacımız
sömürgesizleştirme ve özgürleşme ise, arşivleme pratiğinde
nekro-siyasetten nasıl kaçınılır sorusunu soruyor.
“Müştereklerin Otonomluğu” adlı üçüncü bölüm ise toplumsal
kentsel hareketlerdeki görüntüyü müşterekleştirme pratiklerini,
kolektif eylemi ve itaatsizlik olaylarının geçiciliğini bir araya
getiriyor. Kahire’den Aktivist ve araştırmacı Lara Baladi,
üretilmiş görüntüler üzerinden Tahrir Meydanı’nı analiz ediyor.
“Tactical Media Files” dan Eric Kluitenberg, toplumsal mekânsal
hareketlerden örnekler vererek mekânın duygulanımı üzerine
yazıyor ve bunu arşiv kavramıyla ilişkilendirerek “yaşayan arşiv”
olgusunu sorguluyor. Sanatçı ve eylemci Sevgi Ortaç, İstanbul’daki
kent bostanı mücadelesi ve bostan görüntüsünün müşterekliği
hakkında yazıyor. “Mülksüzleştirme ağları” ve “Graph Commons”
ın kurucusu, sanatçı ve eylemci Burak Arıkan veri tabanlarının açık
kaynak itaatsizliği ve müşterekliğin otonomluğu üzerine yazıyor.
Kitap aynı zamanda Ankara’dan dijital medya eylem oluşumu
İnadına Haber; video eylem kolektifi Seyr-i Sokak, İstanbul’dan
video eylem kolektifi Videoccupy ve vidyo kolektif üyeleri ile
yapılmış söyleşilere de yer veriyor. Söyleşiler ilk günlerinden
günümüze Gezi Direnişi deneyimine, toplumsal ve siyasal
hareketlere ve dayanışma eylemlerine odaklanıyor.
Otonom Arşivleme
9
BÖLÜM I
MUSALLAT OLAN
GÖRÜNTÜ
Otonom Arşivleme
10
Otonom Arşivleme
11
Karşı Adli Bilimler ve Fotoğraf
Thomas Keenan
1.
Araçsal İmgeden İşlemsel İmgeye
Allan Sekula, bir kural olarak, imgeleri çoğunlukla incelemeden bırakmaz.
Ve diğer bütün kurallar gibi bu kuralın da istisnaları vardır. Bu istisnalardan
biri Noël Burch ile birlikte yaptıkları The Forgotten Space (2000) filminin
birinci saati biterken “Çamur ve Güneş” isimli bölümün açılışındaki o Los
Angeles Limanı/Long Beach sekansında gerçekleşir.[1] Bu sekans, filmi
Pandora’nın Kutusu olarak konteyner motifine ve Sekula ile Burch’un filmin
sonunda geri dönecekleri Robert Aldrich’in Kiss Me Deadly’sinden (1955)
aldıkları o sahneye taşıma amacı taşır. Ancak limanın açık alanlarında
gezinirken, The Forgotten Space bize bazı alışılmadık imgeler gösterir:
basitçe liman imgeleri değil, günlük işleyişinin bir parçası olarak limanın
ürettiği bazı imgeler.
Bu sahnede stok videolardan gelmiş gibi görünen iki sekans vardır. Bunlar
ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza Birimi memurlarını, limandan geçen
konteynerlerin içindekileri incelemeye yönelik “dışarıdan teftiş” rejimi
Otonom Arşivleme
12
Otonom Arşivleme
13
adı verilen prosedürün bir parçası olan bir X-ışını ya da Gamaışını tarama makinesini idare ederken gösterir.[2] Bu tarayıcılar,
şekilleri ve malzemeleri tanımlamak, şüpheli ya da uygunsuz
nesneleri tespit etmek ve daha sonra da bunları makineyi idare
eden görevli için ekran üzerinde işaretlemek üzere tasarlanmış
birtakım yazılım algoritmaları tarafından tahlil edilmiş görüntüler
üretir.[3] Bu iki kısa sekansta iki gümrük memurunu bu görüntüleri
incelerken görürüz.
Bu sahnelerle Sekula ve Burch bize, iki kez, bir imgenin okunuşunu
ya da daha doğrusu araçsal bir imgenin mekanik bir şekilde
okunuşunu gösterir. Onlar memurların yaptığı şeyin bu olduğunu
söylemezler. Aslında dış seste bu görüntülerin üretilmesinden ve
incelenmesinden bahsetmezler bile. Burada onların ilgisini çeken
şey, konteynerin içine girmek, kutuyu açmaktır.[4] Ancak “teneke
taraması” diye bilinen bu prosedür birçok açıdan dikkate değerdir.
Bu imgelerden yola çıkarak Sekula’nın fotoğraf, kanıt ve hümanizm
arasındaki ilişkiyi ve bununla birlikte insan hakları siyasetini
sabırlı bir şekilde irdeleyişini takdir etmeye başlayabiliriz.
Bu okuma sahnelerinde ne olmaktadır? Bir konteynerin içindeki
tekerlekli araç benzeri bir şey gösteren ilk sekansta, operatör
görüntüyü inceler, fareyi kullanarak bazı sorgular oluşturur
ve böylece içeriği aynı olan ancak farklı renkler ve dokuların
göründüğü yeni bir imge ortaya çıkar. Bu imgenin sol tarafında
bazı ikonlar görülür. Bilgisayar ekranını kateden süpürme efekti
yeni bir bilginin sunulduğunu gösterir; daha sonra farenin imleci
nesnelerden birinin üstüne gelir, orada birkaç saniye durur ve
ardından yanıp sönmeye başlar. Bu imgeleri oluşturan makinelerin
hareketlerini kaydeden birkaç sekansın sonrasında, ikinci
ekrandaki süpürme efektiyle muhtemelen bir diğer konteynerin
içi görünür, ancak burası hakkında pek bir şey söylemek mümkün
değildir. Kamera dahi ekrandaki bu imgelerle pek ilgilenmez.
Bunlar, bu teknik görüntüler neredeyse unutulmuşlardır. İnsanlar
ve (biraz gönülsüzce) makineleri, salt araçsal olan bu imgeleri
Otonom Arşivleme
14
okurlar. Araçsal imge ve mekanik okuma terimleri Sekula’nın,
Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa’daki Amerikan hava keşif
operasyonlarının komutanı olan Edward Steichen’in çalışmaları
üzerine yazdığı makaleden geliyor.[5] Sekula’nın “Steichen at War”
[Steichen Savaşta] çalışmasında bu fotoğraflara ilişkin yaptığı
okumayı irdeleyerek sınırdan gelen bu görüntüler hakkında bir
şeyleri anlamaya başlayabiliriz.
Gama-ışını imgeleri, bakılacak bir imge olmaktan çok kullanılacak
imgelerdir. Amerikan Seferi Kuvvetleri’ndeki Hava Hizmetlerinin
Fotoğraf Bölümü tarafından üretilmiş olan, bir miktar havadan
çekilmiş görüntüye istinaden (Sekula 1.3 milyon görüntü
üretildiğini söylemektedir). Sekula, “bu görüntülerin anlamlarının
görüntülerin kullanım biçimleriyle olan ilişkisine” dikkat etmemiz
gerektiğinin üzerinde durur.[6] Ona göre bu imgeler, bir şeylerin
gerçekleşmesini sağlamak üzere, bir durumu kaydedip göstermek
yoluyla, o duruma müdahale edebilmek üzere tasarlanmıştır.
“Basit bir şekilde söyleyecek olursak,” der Sekula, “sorun [savaş
meydanındaki] şeylerin ne olduğuna karar vermek ve “o her şey ne
ise” hareket etmeden bu karar ışığında eyleme geçmekle ilgilidir”.
Bu imgeler bir kanıt olarak görülmektedir, ancak derhal işlemsellik
kazanmaya talip olan özel türde bir kanıt: “Askeri kullanım için
bir işaret olarak havadan çekilen fotoğrafların değeri, mevcut bir
duruma ilişkin kanıt sunma kapasitesine bağlıydı”. Fotoğraflar,
özel, sınırlı bir duruma tanık olup onu kaydederek bu duruma
operasyon yapma imkânı veriyordu. Harekete geçmeyi gerektiren
kanıtlar oluşturuyorlardı ve kendilerine yanıt veren bir grup aktör
ya da merci ile bir ağ ya da zincir dahilinde birbirlerine bağlıydılar.
[7] Bu anlamda, Sekula’ya göre, bu imgeler “temel taktiksel
kaygılarla” üretilip yorumlanmaktadır ve taktiksel bir medya
olarak amacın zaman ve anlam dolayımını mümkün olduğunca
radikal bir şekilde azaltmak olduğu şartlarda işlev görmektedir.
[8] Yani bunlar bir şekilde kendilerini silmeyi amaçlamaktadır,
bir şeyleri temsil etmekten ziyade resmettikleri gerçeklikte belli
bir dönüşümü telkin etmek, uygulamak, ortaya çıkarmak için.
Sekula’ya göre,
Otonom Arşivleme
15
“Belki de tıbbi fotoğraflar hariç pek az fotoğraf yaygın olarak
kullanıldığı şekliyle bir ‘üst’ anlamdan görünürde bunlar
kadar bağımsızdı. Bunların herhangi bir retorik yapısı yok gibi
görünüyordu. Ancak bu anlam yoksunluğu içkin bir durum
olmaktan ziyade koşullara bağlıydı. İstihbarat operasyonları
bağlamında yegâne ‘rasyonel’ soru fotoğrafları belirti düzeyinde
ele alan sorulardı. Söz gelimi: ‘Bu bir makinalı tüfek mi yoksa bir
kale kazığı mı?’ Başka bir deyişle, yorumlama edimi fotoğrafın
‘tekdeğerli’ yahut ‘belirtisel’ göstergeler toplamı olarak, yani
yalnızca tek bir anlam taşıyan ve tek bir nesneye işaret eden
göstergeler olarak değerlendirilmesini gerektiriyordu. Verimli
olmak için bu kesinlik yanılgısı gerekliydi.
...Bir arazinin düşman izi tespit etmek üzere sistematik olarak
incelenmesi ve daha sonra bu düşmanın yok edilmesi kesinlikle
mekanik bir süreçti… ‘Okumak’, ideal tanımına uygun olarak,
imgenin mekanik olarak kodlanmasından ibaretti”.[9]
Öyleyse Sekula, imgenin faydası, araçsallığı ve performatifliğinin,
belli bazı koşullarda ve bağlamlarda, imgeyi basitçe belirtisel
kökenlerine indirgemek için değil, tek bir anlama ve göndergeye
sahip bir şey haline getirmek için, imgeyi nasıl fiili olarak retorik
yapıdan mahrum bırakacak kadar radikal bir şekilde yeniden
yapılandırabildiği ile ilgilenmektedir. Bunu gerçekleştirmeye
yönelik bir süreç söz konusuydu.
Sekula havadan alınan görüntülere uygulanan yorum sistemini
tasvir edip bunları operasyon açısından kullanışlı belgelere,
düşmanın yok edilmesinde kullanılacak kılavuzlara tercüme eder.
Bu sistem hem üç boyutlu bir nesnenin üzerinde uçan kameranın
ürettiği temsil kodlarını (Bir çiftlik ya da bir insan ya da bir makineli
tüfek ya da bir ağaç tepeden nasıl görünür?) hem de tanımlama
prosedürünü gelenekselleştiren ve benzer nesnelerin birbirleriyle
karşılaştırılmasına imkân tanıyan ikinci bir grup kodu (“bir üçgen,
atık alanı anlamına, ortasında nokta olan daire de siper havanı
anlamına gelmektedir”) içermektedir.[10]
Sekula, görüntülerin bu şekilde çözümlenerek yeniden
kodlanmasını, istikrarsız ve dinamik bir savaş meydanı üzerinde
gerçekleştiği için mümkün olduğunca hızlı yapılması gereken
bu işlemi, “mekanik” olarak tanımlıyordu. Verimlilik yalnızca
kesinliği gerektirmekle kalmaz, bu her ne kadar illüzyondan
ibaret bir kesinlik olsa bile, aynı zamanda illüzyonların işleyişlerini
otomatikleştirmek ve mekanikleştirmek suretiyle onları gerçek
kılar. “İmgenin mekanik olarak kodlanması” biçiminde uygulanan
okuma, bu ampirist epistemolojiyi varsayar, tasdik eder ve
gerçekleştirir. Sekula için fotoğraf bundan fazlası demektir, ancak
bütün dikkatini bu imgelerin radikal ve kökensel bir şekilde
araçsallaştırmasına verir. (Sekula’nın bunları yeniden sanatın
alanına taşımak gibi bir “iddiası” yoktur—onun bu imgeleri
okuma biçiminin gücü ve şıklığı, tam da bizi bu imgelerin salt
askeri araçsallığı ile bunların gerek soyut manzaralar olarak
gerekse riskin ve yıkımın portreleri biçimde “fotoğraf sanatı”
olarak geri kazanılması veya yeni bir bir amaç için kullanılması
arasında imkânsız bir şekilde askıda bırakmasında yatar.)
Okuma mekanik kodlama halini alır. Böyle bir yorumlama
makinesinin ideal amacı imgenin “okunuşunu” tam da bu imgeyi
üreten teknolojiyle bütünleştirmek olacaktır. Böylece bunların
müdahale için gerekli terimlere tercüme edilmesini üstlenecek
gözün karşısına çıkacak birtakım imgeler üretmek ve sonra
da bunu doğrudan müdahale araçlarına bağlamak mümkün
olacaktır.
The Forgotten Space adeta bu sürecin işlemekte olduğu bir
durumu gösterir. Filmde X-ışını ya da gama-ışını tarayıcısından
elde edilen görüntüler, tıpkı Steichen’in yönetimindeki birimin
keşif uçağından yakaladığı görüntüler gibi, aslında yorum
meselesini askıya almaya ve onu bizzat görüntünün üretimine
katmaya çalışır. Bunları okumanın ideal yolu bunları hiç
okumamak olacaktır.
Bu amacı gerçekleştirmenin önünde çok çeşitli pragmatik
Otonom Arşivleme
16
Otonom Arşivleme
17
engeller durmaktadır -kamuflaj ve aldatma; kamera açıları;
gölgeler; bulanıklıklar ve yansımalar; ummadık malzemeler vbancak bunlar tamamıyla pratik engellerdir ve bunlar için daha iyi
teknik çözümler bulunabilir.
İletişimin ya da anlamlandırmanın yapısının da başlı başına ele
alınması gerekir. Okuma görünürde ne denli kendiliğinden olursa
olsun, hiçbir sözce okunmaktan kaçamaz. “On the Invention
of Photographic Meaning” [Fotoğrafta Anlamın İcadı Üzerine]
makalesinde Sekula bu epistemolojik konumun ana hatlarını
çıkarmaktadır ve bunun birbirini izleyen aşamaları yazısının ilk
beş sayfasından yapılacak bazı alıntılarla özetlenebilir.
1- “Bütün iletişimler az ya da çok tarafgirdir; bütün mesajlar belli
bir çıkar beyanıdır.”
2- “Bu tarafgirliği göz önünde bulunduracak olursak, mesaj için
bir argümanın cisimleşmiş hali diyebiliriz. Başka bir deyişle, bir
retorik işlevden söz edebiliriz.”
3- “Bu da... elbette fotoğrafın bir tür sözce olduğu ve bir mesaj
taşıdığı ya da bizzat bir mesaj olduğu anlamına gelir. Ancak bu
tanım aynı zamanda fotoğrafın ‘tamamlanmamış’ bir sözce,
okunabilmesi birtakım dışsal koşullar ve varsayımlar matrisine
bağlı olan bir mesaj olduğu anlamına da gelir. Yani bütün
fotoğrafsal mesajların anlamı zorunlu olarak bağlam tarafından
belirlenir.”
4- “Her fotoğrafsal mesaj tarafgir bir retorikle tanımlanır.”
5- “[Ne var ki] fotoğraf doğanın kendisinin bir yeniden sunuluşu,
gerçek dünyanın dolaysız bir kopyası olarak görülmektedir. Aracın
kendisi şeffafmış gibi düşünülür. Fotoğrafın salt bir şeyleri olduğu
gibi gösterdiğine ilişkin bu inanış dikkate değerdir. Bu, fotoğrafı
yasal bir belge ve delil statüsüne yükseltir.”[11]
Otonom Arşivleme
18
Havadan çekilmiş görüntülere ilişkin okumasında Sekula, “
görünürde ‘üst’ bir anlamdan bağımsız” ya da “herhangi bir
retorik yapıya sahip değil gibi görünen” ifadelerle, retorik yapının
indirgenemez nitelikte olduğuna ve fotoğrafın aslında dünyanın
dolaysız bir kopyası olmadığına dikkat çeker. Ancak peşinde
olduğu şey, basitçe araçsal/mekanik yaklaşımın bir “yanılsama”
olduğunu, belirtisel olanın gücünün içkin olmadığını, her şeyin
retorik olup yorumlanması gerektiğini kanıtlamak değildir.
Tam tersine, burada imgenin “tarafgirliği”, argüman gücü sır
değildir; bu yüzden Sekula’nın ilgisini çeken şey, bu imgenin
çalışmasını sağlayan “koşullar”, imgenin ne denli iyi bir şekilde
çalıştırılabileceği ve bu “koşullara bağlı” çalışma tarzının
sonuçlarıdır.
Koşullar aslında şeffaflığa yaklaşan belli bir retorik yapı ortaya
çıkarır. Dolayımı silen “inanışlar”, imgenin gerçek dünyadan çeşitli
unsurların hedef alınmasına ve tahrip edilmesine imkân verecek
ölçüde başarılı bir şekilde dünyayı yeniden sunduğu cephe
şartlarında, şu ya da bu ölçüde iş başındadır. Bu mekanizmasıyla,
bu mekanik okunuşuyla, imge üretimi, yorum ve tepki döngüsünün
gitgide daha da küçüldüğü ve imgenin artık bizim bahsettiğimiz
anlamda okunmaya ihtiyacı olmadığı bir noktaya ulaşmasıyla,
imge bu döngünün nokta halini alarak kapandığı bir sisteme
meyleder.
Bugün, görülmek ya da çalışmak için insan gözlerine ihtiyacı
olmayan çok çeşitli imgeler iş başındadır. Bunlar kendi başlarına
iş görürler. Örneğin, Sekula’nın ilgisini çeken, farklı mekânlardan
örneklere bakalım.
●
Robotların ve arabanın aynı hızla harekete etmesini ve
eklenen her bir parçanın doğru yere girmesini sağlamak için
robotlar otomatikleştirilmiş fabrikalarda arabaların parçalarını
canlı kamera görüntüleri ve nesne tanıma yazılımları kullanarak
birleştirirler.
●
Seyir füzeleri hedeflerine uçarken Küresel Konumlama
Otonom Arşivleme
19
Sistemi verilerini kullanır ve aynı zamanda uçuş rotalarına ait
kayıtlı üç boyutlu arazi haritalarını, bu haritalarda gösterilen yerler
üzerinde uçarken, gerçek zamanlı görüntülerle karşılaştırırlar (bu
yazılımın adı Dijital Olay Yeri Haritalama Alan Korelasyonu’dur.)
Bu görüntü korelasyonundan gelen bilgilerle rotanın düzeltilmesi
otomatik olarak gerçekleşir. [13]
●
Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) ve diğer yörünge
platformları artık düzenli olarak otomatikleştirilmiş kargo
araçlarından hizmet almaktadır. Her ne kadar kenetleme işlemi
yerden uzaktan kumanda edilebilse de, kargonun yanaştırılması
aslında otomatik olarak yapılır. Kargo gemisi, yansıyan lazer
ışınlarını yakalayan ve bunlara varılacak araç üzerindeki pervaneleri
oynatarak yanıt veren kameralar aracılığıyla, uzay istasyonunda
doğru noktaya yönlendirilir. Yerdeki bilim insanlarının izlediği ve
kaydettiği video belgeleri, Fransız Otomatikleştirilmiş Transfer
Aracı 4, yani “Albert Einstein”ın ISS’ye kendi başına giriş yapışını
göstermektedir. Görüntüler uçan bir şeyden çekilmiş görüntüler
ya da uçan bir şeyin görüntüleri değildir, görüntüler uçma işini
bizzat yapmaktadır.[14]
Bu görüntülere bakmak ne denli ilginç olursa olsun, hiçbirinin
insanlar tarafından görülmesi gerekmez. Çalışmaları için hiçbir
şekilde yorumlanmalarına gerek yoktur; ya da daha doğrusu,
görüntü oluşturma sürecinin bir parçası olarak kendi içlerinde
yorum benzeri bir şey barındırırlar. Bir imgenin olabileceği en
araçsal haldedirler ve buna bir de bir geribildirim döngüsü
eklemişlerdir: görüntü içinde olan bitenler görüntüsü alınan dünya
üzerinde rehber görevi görür, bir şeyler üretir ve bazı sonuçlar
yaratırlar. Bunlar, Harun Farocki’nin terimleriyle konuşursak,
işletimsel yada “işlemsel imgeler”dir, gerçekliği temsil etmeye
çalışmayıp bizzat teknik bir işlemin parçası olan imgeler.”[15]
Steichen’in yönettiği birimin havadan çektiği görüntüler ve bu
görüntülerin “mekanik” bir şekilde okunması ile The Forgotten
Space’te X-ışını görüntülerinin algoritmik olarak incelenmesi
yahut uzay mekiği ile roketlerin buluşmasını sağlayan görüntü
Otonom Arşivleme
20
bazlı rehber sistemleri arasında dümdüz bir çizgi vardır. [16]
Steichen bunları biliyordu. Sekula onun yazdıklarını yas
tutarcasına alıntılar: “bizim oluşturduğumuz fotoğraflar ağır
silahlara iletildiğinde bu silahların hedeflerini imha etmesini ve
insanları öldürmesini sağlıyordu. Bir depresyon hali günlerce beni
terk etmedi.” Sekula buna “olumsuz anlamda araçsal iletişim” der
ve Steichen’in fotoğrafsal dönüşümünü deyim yerindeyse “olumlu
anlamda araçsal”, yani “insancıl ve hayatı olumlayan bir sanat”la
ilişkilendirir.[17]
Sekula, Steichen’in The Family Man sergisinde doruk noktasına
ulaşan bu ters yüz edişe son derece kuşkulu yaklaşır. Eğer
teknik ya da mekanik imge öldürebiliyorsa, sanatsal ve insancıl
imge pek de bir kaçış sayılmaz; “‘küresel bir hayat vizyonu’,
‘insancıl’ ya da liberal tezahürlerinde dahi, bir diğer vizyonu,
küresel tahakküm vizyonunu maskelemeye hizmet edebilir.”[18]
Sekula’nın okurları onun liberal ve insancıl kelimeleri dışında
bu denli küçümseyici ve eleştirel bir şekilde yaklaştığı pek az
kelime olduğunu bilirler[19]. Ne var ki bu maskeleme işlemi
insana doğru bir dönüşün yapabileceği yegâne şey değilmiş gibi
görünmektedir; bu dönüş aynı zamanda Sekula’nın aynı derecede
eleştirel bir şekilde “merhamet” adını verdiği şeyi de yaratabilir.
“Dismantling Modernism”de [Modernizmi Sökmek] Sekula şunları
söyler: “liberal estetikten, kolektif mücadeleden ziyade, şefkat
[çıkar]. Merhamet, ‘müthiş sanatın’ takdir edilmesi aracılığıyla,
siyasi anlayışın yerini alır.”[20] Peki başka bir ihtimal var mıdır?
İmgeler başka bir şey yapabilir mi, bu imgelerin kullanımında
hem tahakkümün maskelenmesine hem de durumun şefkatle
telafi edilmesine direnç gösterecek taktikler söz konusu olabilir
mi?
2. Kanıt Vaadinden Karşı Adli Bilimlere Doğru
Sekula’nın bu soruya yanıtının, bazı çekincelerle birlikte, evet
olduğunu düşünüyorum. Sekula’nın argümanı, fotoğraf üzerine
Otonom Arşivleme
21
yazdığı yazılarda özellikle vurgulamaksızın tekrar tekrar kullandığı
bir tanık ya da delil kavrayışı etrafında döner. Bunu “askeri
kullanım için bir işaret olarak havadan çekilmiş fotoğrafların
değeri, mevcut bir duruma ilişkin kanıt sunma kapasitesine
bağlıydı” dediğinde ya da daha sonra “fotoğrafın salt bir şeyleri
olduğu gibi gösterdiğine ilişkin bu inanışın gücü dikkate değerdir.
Bu, fotoğrafı yasal bir belge ve delil statüsüne yükseltir,” dediğinde
görebiliriz.
Her ne kadar Sekula fotoğrafın bir kanıt statüsüne sıkıştırılması
konusunda ihtiyatlı olsa da, bunun nasıl ve ne zaman
gerçekleştiğiyle de ilgilenir. The Body and the Archive’da [Beden ve
Arşiv] Henry Fox Talbot’ın kalotip denemelerinin başlangıcından
bu yana imgenin “kanıt vaadi”nin ön planda olduğunu söyler.
[21] “ “Dismantling Modernism, Reinventing Documentary”de
[Modernizmi Sökmek, Belgeseli Yeniden İcat Etmek] ise yeni
belgesel biçimlerini incelemeye, belgesel “mitini ifşa etmenin”
gerekliliğini hatırlatarak ve “fotoğrafın hakikat olduğu inanışı”
diye ifade ettiği şeyin altını çizerek başlar. Ancak bunu yeniden
icat edilmiş bir belgesel biçimine dönmek için yapar.
kanıtı bu tanıklığın sokulduğu forum ya da tartışma açısından,
Steichen’ın makalesinde “koşullar” diye tabir ettiği, “Dismantling
Modernism”de [Modernizmi Sökmek] ise “sunum koşulları” diye
tabir ettiği şey açısından ele almak gerekir.
Sekula, açık bir şekilde dile getirmeksizin, önce Simbiyonez
Kurtuluş Örgütü tarafından kaçırılıp daha sonra onlara katılan
Patricia Hearst’ün bir banka soygunu sırasında güvenlik kamerasına
takılan görüntülerine ve bu görüntülerin mahkeme salonundaki
kaderine döner. Burada da yine mekanik, teknik imgelerden ve
bunların nasıl okunması gerektiğinden bahsetmektedir:
“Fotoğrafta anlamın görece belirsiz olduğunu söylememe gerek
yok; aynı fotoğraf değişik sunum koşullarında çok çeşitli mesajlar
verebilir. Banka kameralarının sunduğu görüntülü kanıtları ele
Söz konusu olan mit nedir? “Belgeselin retorik gücünün kameranın
sağladığı kanıtların tek anlamlı yapısında, temel bir gerçekçilikte
yattığı hayal edilir.” [22] Peki bu neden doğru olmaktan ziyade
mitsel, folklorik ve hayalidir? Mesele kameranın gördüğü şeyi
kaydetmemesi, kameranın yalan söylemesi değildir. Sekula’nın
Debra Risberg’e söylediği gibi, “fotoğrafların hakikati söylediğini
söyleyen eski mitin yerini kameraların yalan söylediğini söyleyen
bir mit aldı.”[23]
Bunların ikisi de doğru değildir. Sekula’nın argümanı çoğunlukla
belirtisel hakikate olan bağlılığı basitçe tersine çeviren salt bir
mit ifşasından daha karmaşıktır. Ona göre, fotoğrafın sunduğu
kanıtları belirtisel olmakla kalmayıp aynı zamanda belirleyici
ve kesinmiş gibi, sunduğu gerçeklikle olan ilişkisi bağlamında
anlamaktan kaçınmak gerekir. Bunun yerine, fotoğrafsal
Otonom Arşivleme
22
Otonom Arşivleme
23
alalım. Bu görüntülerin, otomatik bir şekilde kaydedilmeleri
itibarıyla, saflığı herhangi bir duyarlılık ile bozulmamış, uç bir
belgesel biçimi olduğu söylenebilir. Eğer bu kameraları geliştiren
gözetleme mühendislerinin bir estetiği varsa, bu ham bir teknolojik
araçsallık estetiğidir. ‘Yalnızca gerçekler, hanımefendi’. Ancak
mahkeme salonu farklı kurmacaların çarpıştığı bir meydandır.
Bir fotoğraf neye işaret eder? Genç beyaz bir kadın hafif makineli
tabanca tutmaktadır. Tabanca kendinden emin ve saldırganca
tutulmaktadır. Tabanca korkudan neredeyse düşürülecek gibidir.
Kaçak bir mirasçı. Kaçırılma kurbanı. Bir şehir gerillası. Gönüllü
bir katılımcı. Bir beyin yıkama vakası. Bir isyan vakası. Bir şizofreni
vakası. Kanıtın ‘doğru’ okunmasına dayalı olarak ortaya çıkacak
sonuç ‘nesnellik’ten ziyade, siyasi manevralarla ilişkilidir.
Fotoğrafların sunduğu yegane ‘nesnel’ hakikat, birinin ya da bir
şeyin, söz konusu durumda otomatik bir kameranın bir yerlerde
olduğu ve bir görüntü yakaladığı iddiasından ibarettir. Bunun
dışında her şey, bir izin kaydedilmesinin ötesindeki her şey, tüm
müdahalelere açıktır.”[24]
Sekula’nın argümanı son derece nominalisttir: göze sunulan
şey, görüntüde veya izde açık kılınmış olan şey, kanıttır. İzin
“kaydedilmesi” hiçbir şeyi kararlaştırmaz, hiçbir şeyi karara
bağlamaz, hiçbir şeyi belirlemez ve herhangi bir sonucu
dayatmaz. Sonuçlar, kararlar bütünüyle ayrı bir düzlemde
gerçekleşir ve “değişik sunum koşullarına” ve kullanım şartlarına
bağlıdır. Anlama ilişkin bu “belirsizlik” imgenin belirtiselliğine
rağmen değil, onun sayesinde geçerli olur: bir iz, bir kayıt mevcut
olduğu için, yorum imkânı, anlam ve kurmaca fırsatı ve dolayısıyla
“farklı kurmacaların savaş meydanı” da vardır. Bir iz olduğu için,
bir savaş vardır. Tartışma bir imge etrafında başlayabilir: onun ne
dediğine karar veren bizizdir; o buna karar vermez, veremez. Kanıt
kelimesinin anlamı şudur: “bir izin kaydedilmesinin ötesindeki
her şey, tüm müdahalelere açıktır.” Kanıtın okunması, ki bu, kanıt
kendi adına konuşamayacağı için kanıtla yapılabilecek olan yegâne
şeydir (bu canlı tanıklıklıklar için, örneğin mahkeme salonundaki
Otonom Arşivleme
24
şahitler için bile geçerlidir), daima bir “siyasi manevra” meselesi
olacaktır. “Herkesin müdahalesine açık” derken kastedilen budur.
Steichen’in yönetimindeki birimin yarattığı yorumlama sistemi
yahut çağdaş bir analitik algoritma bu tarz bir manevranın uç bir
biçimini temsil eder.
Sekula belirtisellik, gerçekçilik, belirsizlik ve “müdahaleye açıklık”
konusundaki bu iddiasını bir meydan okuma, bir kışkırtma, bir
saldırı ve bir sorumluluk talebi olarak sunar. En azından ben
Sekula’nın Ernest Cole’ün apartheid karşıtı fotoğraflarını kendi
başına bir kanıt olarak yorumlamasını böyle anlıyorum:
Cole’un çalışmaları yekpare bir gerçekçilik anlayışından
kaçınmanın faydalı olacağını ortaya koymaktadır. Her gerçekçilik,
Theodor Adorno’nun Leninist bir epistemolojiyi kesin olarak tezyif
etmeye yönelik ifade ettiği “bilginin, devlet polisi gibi, kendi
nesneleri için tuttuğu bir şüpheliler kataloğu yoktur” sözlerine
karşın, zorunlu olarak polisin ekmeğine yağ sürmez. Eğer
ezilenlerin ve sömürülenlerin çok sesli tanıklığına kulak verecek
ve onlarla dayanışma içinde hareket edeceksek, bu tanıklıkların
bir kısmının, örneğin Cole’ünkilerin bir görsel döküman,
barbarlığın “mikrofiziğinin” dökümanları gibi muğlak bir biçim
alacağını bilmemiz gerekir. Bu dokümanlar kolaylıkla polisin ya
da onların entelektüel yandaşlarının ellerine geçebilir. Küresel
bir iktidar sisteminin tam merkezinde değil ama yakınlarında
yaşayan sanatçılar ve entelektüeller olarak bizim sorunumuz, bu
tanıklığın daha otoriter ve resmi metinler tarafından hükümsüz
kılınmasını engellemeye katkıda bulunmaktır.[25]
Belki de biz kanıtı, tanıklığı ve dokümanı ve aynı zamanda çok
seslilik içinde argüman oluşturma gerekliliğini ve dolayısıyla
forumu ve yorum tartışmasını ve tartışmanın ne denli geçici olursa
olsun bir karara bağlanmasını, kalıcı bağlılığa davet etmeliyiz.
Adli bilimler basitçe hukukun ya da polisin hizmetinde olan
bilimlerle değil, çok daha genel olarak, birer kanıt haline gelen
nesnelerle, birilerini ikna etmek üzere yoruma sunulan şeylerle
Otonom Arşivleme
25
ilgilidir. Bu kelime “forum”dan, yani mesleki, siyasi ya da hukuki
bir toplantıda bir argüman ortaya koyma yeteneği ve pratiğinin
Latincedeki karşılığı olan forensis’ten türemiştir.[26] Belki de Cole
gibi birinin muhalif ve eleştirel siyasi duruşunu onurlandırmak
adına, bu türden bir pratiğe “karşı adli bilimler” dememiz gerekir.
Bu tuhaf formülasyonu yeni kelime türetme konusunda bir usta
olan Sekula’ya borçluyum. Birkaç yıl önce Carles Guerra ve
ben, Sekula’nın Waiting for Tear Gas’te [Biber Gazını Beklerken]
kullandığı o güzel kelimeyi, karşı fotoğraf gazeteciliğini kullanmaya
başladık, ancak bu kelime de belki muhalif belki diyalektik belki
de başka türlü bir şey olan uzun bir ters manevra listesindeki
kelimelerden yalnızca biridir.[27] Bunlar arasında Fish Story’de
[Balık Hikayesi] incelediği “karşı-imge”yi, “karşı-gösterimi” ve
“karşı-bölgeleri”, “The Body and the Archive”in [Beden ve Arşiv]
sonuna doğru irdelediği “karşı-tanıklık” ve “karşı-gözetleme”
pratiklerini ve, tüm bunlar arasında en zengin olan, “Between
the Net and the Deep Blue Sea”te [Ağ ile Derin Mavi Deniz
Arasında] büyük hayranlık duyduğu The Global Mariner’ın “antiTitanik” yolculuğunun temsil ettiği “karşı yeniden sahneleme”yi
sayabiliriz.[28]
Karşı adli bilimler çok büyük ihtimalle Sekula’nın icat ettiği bir
kavramdır, fakat bu terim 1993’te Sekula’nın yazısında geçtikten
sonra, Sekula’ınkinden farklı bir bağlamda istifade edilen özel bir
terim haline gelmiştir.
Bugün eğer adli bilimler yaygın olarak kullanıldığı anlamıyla hem
fiziksel yahut dijital nesnelerin (belgeler ve fotoğrafların yanı sıra
vücutların, kemiklerin, bombaların, kurşunların ve binaların)
bilimsel olarak incelenmesine hem de bu nesnelerin hukuki
süreçlerde kanıt olarak sunulmasına tekabül ediyorsa, karşı
adli bilimler de bu nesnelerin incelenmesini daha en başından
önlemeye ya da boşa çıkarmaya yönelik her türlü çabaya tekabül
eder. Eğer kişi herhangi bir şey yapmaktayken daha sonra bir
adli antropologun ya da arşivcinin ya da muhasebecinin kendi
Otonom Arşivleme
26
yaptığı şeyi ortaya çıkarmasını sağlayacak izler bıraktığından
kuşkulanıyorsa, kişi gelecekte gerçekleşecek bu kanıt üretimine
daha en başından mani olmak üzere tedbirli olmak, hatta
birtakım etkin önlemler almak isteyebilir. İşte bu çabalar bugün
profesyonel olarak “karşı adli bilimler” adı verilen alanın çerçevesi
dahilindedir.
Her ne kadar Sekula’nın bu çabaların bazılarına sıcak bakmış
olması mümkün olsa da (Sekula sıklıkla polisin, askeriyenin
ve şirketlerin gücü karşısında ezilmişlerin, protestocuların,
muhaliflerin, isyancıların yanında saf tutmuştur), karşı adli
bilimlerin profesyonel anlamı kesinlikle onun bu terimi kullanırken
kastettiği anlama karşılık gelmez. Sekula neredeyse bunun
tam zıddını kastetmiştir. Bu terimle kastettiği şey, tam olarak,
adli bilimsel tekniklerin bir “siyasi manevra” pratiği olarak,
kolektif mücadelede taktiksel bir operasyon olarak, barbarlığın
mikrofiziğini belgelemek için kullanılan bir şüpheliler kataloğu
olarak benimsenmesidir. Bu terimi fotoğrafçı Susan Meiselas ve
onun 1990’ların başında Körfez Savaşı sonrasında Kürdistan’da
ve Kürdistan üzerine yaptığı çalışmaları konu edinen kısa bir
makalesinde kullanmıştır. “Photography and the Limits of National
Identity” [Fotoğrafçılık ve Ulusal Kimliğin Sınırları] adlı bu makale
1993 yılında yayımlanmış, 2006 yılında da güncellenmiştir.[30]
Sekula yoğun ve karmaşık bir argüman ileri sürer. Fotoğraf sıklıkla
bir “gözetleme ve kataloglama” aracı görevi görmüştür. Bu bilhassa
Kürtlerin durumunda geçerlidir. Sekula’ya göre Kürtler “pek çok
zalim, bilim insanı ve maceracı tarafından dışarıdan tanımlanmış
bir halktır: on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Türkleri, Farslar ve
Avrupalılar tarafından, günümüzde ise yer yer gerçekleşen ‘Batılı’
gazetecilik müdahaleleriyle birlikte Türkler, İranlılar ve Iraklılar
tarafından.”[31] Kürdistan’da fotoğrafın dönebileceği yönetsel
uygulamalar “işkence ve imha” ile el ele gitmiştir. Sekula’nın “The
Body and the Archive”da [Arşiv ve Beden] Paris’te polis memuru
olan Alphonse Bertillon’un “fotoğrafta yeni hukuki gerçekçiliği”
bahsinde ileri sürdüğü üzere, hem gözetleme hem de kataloglama
Otonom Arşivleme
27
bir bireyleştirme ve kimlik saptama sürecine dayanır. Sekula’ya
göre Bertillon “suçlulara yönelik ilk etkin modern kimlik saptama
sistemini icat etmiştir”. Bu süreç “kesin matematiksel verilerin
çıkarılabileceği bir mecra olan kameranın metrik kesinliğini”,
kimliğin kesin olarak saptanması amacıyla, “temel unsuru
evrak klasörü olan bürokratik-memursal-istatistiki bir sistem”le
ilişkilendirmeyi amaçlamaktadır.[32]
Kürdistan üzerine yazarken Sekula bu anlamda “adli yöntemlerin
(kanıta ve vücuda odaklanan dedektif yöntemlerin) baskıcı
devletlere bir araç sağladığını söyler.” Ancak bunun devamında,
pek beklenmedik bir şekilde, adli yöntemlerin muhalefet için
de bir araç haline geldiğini ifade eder. Bunu kanıtlamak için,
bir “eylem dizisi” olarak “Kimlik Saptama- İmha Etme- Kimlik
Saptama”ya müracaat ettiği, basit ve görünürde simetrik bir
diyagram üretir.[33]
Sekula, Foucault’nun disipliner ve baskıcı iktidar arasında
gereğinden fazla kuvvetli bir şekilde yaptığını düşündüğü ayrıma
bir tür düzelti olarak, esasında çok bariz bir şekilde engelleyici
ve baskıcı bir mantıkla çalışan bu araçsal gerçekçilik kiplerini
anlamamız gerektiğini söylediği “The Body and the Archive”da
[Beden ve Arşiv] yukarıdaki ilk iki terim arasındaki iş birliğini üstü
kapalı bir şekilde ifade etmektedir. Bu kipler toplumsal açıdan
araçsal gerçekçiliğin alt limitini yahut “sıfır derece”sini oluşturur.
Suçluların kimliğini saptamaya yönelik fotoğraflar buna iyi bir
örnektir, zira bunlar kelimenin tam anlamıyla göndergelerinin
yakalanmasını amaçlarlar.[34] Daha sonra, Sekula bizi sessizce
Steichen’e ve “olumsuz anlamda araçsal” olan hava görüntülerine
geri götürerek bir dipnotta şunu ekler: “Askeri keşif fotoğrafları
gibi, bir hedefi saptamaya yönelik bütün fotoğraflar aynı genel
mantıkla çalışırlar.”[35] Sekula bu saptama sürecini, özellikle de
fotoğrafın temel unsur olduğu türden bir saptama işlemini, nihai
olarak soykırım gibi uygulamaların temel suç ortağı ve hatta aracı
olarak görür:
Otonom Arşivleme
28
“Baskıcı devlet kurbanlarını mümkün olduğunda detaylı bir
şekilde kataloglar; onları gruplar halinde tiplere ayırır, ancak
peşinde olduğu şey bu gruplara mensup bireyleri kaydetmek ve
izlemektir. ‘Öteki’ üzerinde kurulan ideolojik iktidarın anahtarı
tiplere ayırmaktır; işlevsel iktidarın anahtarı bireyleştirmektir.
Başka bir deyişle, stereotipler ideolojik olarak kullanışlı ve
gereklidir, ancak en nihayetinde küle döndürülmesi gerekenler,
bireylerdir”.[36]
Ne var ki belgeleme ve kimlik saptama uygulamalarının başka
bir yüzü yahut başka bir potansiyeli daha vardır. (“Aşırı derecede
yekpare bir gerçekçilik anlayışından kaçınmamız faydalı
olacaktır.”) Sekula, “Bertillon’un ününün tuhaf bir yönü”nden
bahsederken, yani yönteminin “hümanizmin bir zaferi olarak
görülebileceğini” söylerken üstü kapalı olarak, biraz da dışlayıcı
bir şekilde, buna işaret etmektedir. Sekula’ya göre Bertillon,
“projesinin bu ‘insani’ okumasına katkıda bulunmuştur: ‘Kayıp,
değiş tokuş edilmiş ya da kurtarılmış çocuklarla ilgili olan popüler
melodramların temelini oluşturan da bu türden bir problem değil
midir?”[37]
Otonom Arşivleme
29
Her ne kadar Sekula, “Body and the Archive”da [Beden ve Arşiv]
bu sorgulama hattını daha sonra terk etmiş olsa da, bu kayıp
problemi gerek çocuklar gerek siyasi tutuklular gerek basitçe
düşmanlarla ilişkili olarak, Meiselas’ın Kürdistan’da çektiği
fotoğrafları okumasında geri döner. Bunlar ve bunların kayıt altına
alıp katkı sunduğu adli çabalar, melodram kanonundan farklıdır.
Kürdistan’da kayıp olan bir merhamet ya da şefkat nesnesi
haline gelecek şu ya da bu çocuk değil, bundan daha radikal bir
şeydir: kayıp olanlar sistematik bir siyasi imha kampanyasının
nesneleridir. Sekula bir halkın yok oluşunun hedeflendiğini söyler,
ancak proje ardında izler bırakmıştır ve bunun üzerine adli olarak
gidilebilir:
“Karşı adli bilimler, zalim devletin kurbanlarının anonimleşmiş
(‘yok olmuş’) bedenlerinin topraktan çıkarılması ve kimliklerinin
saptanması siyasi bir direniş ve yas sürecinin anahtar unsuru haline
gelir. Amerikalı adli antropolog Clyde Snow’un önce Arjantin’de
‘kirli savaş’ın kurbanları ve bu savaştan sağ kurtulanlarla, daha
sonra El Mozote’deki katliam bölgesinde ve daha sonra da Irak’ın
Kürtleri imha etmeye yönelik operasyonundan arda kalanlara
ilişkin çalışmaları, bu projenin teknik zeminini oluşturmaktadır.
Arjantin’de bu çalışma psikanalistlerin çalışmalarıyla ve
sevdiklerinin ‘yok oluşunun’ yarattığı belirsizlikten muzdarip
olanların yas süreçlerinin sekteye uğramasıyla ilgili gördükleri
terapiyle bir aradadır. Bunlar kasvetli bilimlerdir, ancak temel
hümanizmleri, acılara ilişkin kolektif belleğin oluşması için alt
yapıyı hazırlayan, yas dolu bir yeniden bireyleşme sağlayan
hümanizmleri dolayısıyla asli bilimlerdir”.[38]
Böylelikle “kimlik saptama-imha etme-kimlik saptama” dizisinin
tam olarak simetrik olmadığı ortaya çıkar. Nasıl ki adli bilimler
baskıya karşı siyasi bir direniş süreciyle ilişkilendiğinde farklı bir
hal alıyorsa, kimlik saptama da öyledir. İmha etme sonrasında
isimleri ve tarihleri tayin etmek, olay öncesinde kimlikleri tespit
etmekten çok farklı bir şeydir. Bir soykırım saldırısı yalnızca
insanları değil, onların tarihlerini ve dünyayı başkalarıyla
Otonom Arşivleme
30
paylaşmaya yönelik haklı taleplerini de ortadan kaldırmayı
hedeflediğinde bilgi; kemik ve imge, hatıra ve iz kataloguna
ihtiyaç duyar.
Benzer bir şekilde öldürme ve kimlik saptama işlerini kimin yaptığı
da fark yaratır. Devlet, tipik olarak, öldürme ve kimlik saptamada
tekeldir; ancak kimi durumlarda devletin öldürdüğü kişilerle ilgili
bir şeyler öğrenmek için kimlik saptaması başka kişiler tarafından
yapılır. Snow bir keresinde şunları ifade etmiştir:
“[B]ütün cinayet türleri içinde devletin kendi vatandaşlarına
karşı işlediği cinayetlerden daha korkuncu yoktur. Bütün cinayet
kurbanları içinde de en çaresiz ve korumasız olanlar devletin
kurbanlarıdır, çünkü kendi hayatlarını ve güvenliklerini emanet
ettikleri merci kendi katilleri olmuştur”.[39]
İnsan hakları odaklı adli bilimlerin hikayesi, devletin kontrol
tekniklerinin bu şekilde asimetrik olarak tersine çevrilip
adaletsizliğe karşı çıkma ve direnme taktiklerine dönüştürülmesi
etrafında döner.
“Bu, burada söz konusu olan hümanizmin de farklı olduğu anlamına
gelir. İsimleri ve kimlikleri yok olmuş olanlara iade eden ‘yas dolu
bir yeniden bireyleşme sağlayan hümanizm’, Sekula’nın daha önce
eleştirdiği, ‘verili herhangi bir siyasi durumda’ basitçe ‘edilgin
kurbanın onurunun kutsanması’na denk düşen o ‘soyut insanlığın
kutsanışından’ çok farklıdır. İşte bu noktada, bu ‘bireysel’ ve adli
bilimsel düzeyde, Kürt ‘ulus’u için kullanışlı bir arşiv oluşturma
projesi başlar. Bu düzeyi tanımaksızın ulusal kimlik iddiaları bir
iddiadan ibaret kalır ve tehlikeli kurmacalara dönüşmeye açık
olurlar. Bireysel ya da kitlesel mezarlar ve kişisel keder asla
soyut anıtlar için kasvetli mazeretler haline gelmemelidir. İşte
tam da bu anlamda fotoğrafın soyutlama kapasitesinin olmayışı
değerlidir”.[41]
Öyleyse fotoğraf o kasvetli toplu mezar açma bilimini yok
olmuşların izlerini ortaya çıkarıp kaydetme ve yeniden bireyleşme
Otonom Arşivleme
31
projeleriyle birleştirebilir (Meiselas’ın Kürdistan projelerinin
yapmaya çalıştığı şey budur). Bunların hümanizmi o basitçe
duygusal ve şefkatli hümanizm ya da tahakkümü maskeleyen bir
hümanizm olmayıp daha ziyade, soyut metafiziksel temellere değil,
spesifik bireylerin ve olayların izlerine, kemiklerin ve imgelerin
tanıklığına dayanması ölçüsünde temel bir hümanizmdir.
Gerek Snow’unki gerek Meiselas’ınki olsun, karşı adli bilim kanıt
üretir, bireyleri ve spesifik nesneleri belgeler, isimleri ortaya
çıkarır ve isimleri bedenlerle eşleştirir. Her iki pratik de bunu
siyasi bir mücadele kapsamında yapar (imgeler ve kemikler
apaçık olduğu için değil, olmadığı için). Polis gibi çalışırlar, ama
onlardan farklı. Kimlik saptama imha etmeye yardımcı olabilir,
ama aynı zamanda imha etmeye direnebilir. Sekula, Cole üzerine
yazarken “her gerçekçilik polisin ekmeğine yağ sürmez” der.
Cole’un Güney Amerika’sında olduğu gibi, “bu tanıklıklıkların bir
kısmı … görsel doküman, barbarlığın ‘mikrofiziğinin’ dokümanları
gibi muğlak bir biçim alacaktır.” Birer iz olarak bu imgeler ve
kemikler tam anlamıyla her türlü müdahaleye açıktır ve bence
Sekula bu karşı adli bilimsel sunumda “bu tanıklığın, sözü daha
çok geçen yahut resmi metinler tarafından hükümsüz kılınmasını
engellemeye yönelik yeni bir çaba görmektedir”.[42] Meiselas’ın
kendisi de Snow’un adli bilimsel çalışmalarıyla Irak Kürdistanı’nda
gerçekleştirdiği fotoğraf çalışmaları arasındaki yakınlık üzerine
yorumlar yapmıştır: “Adli bilim çok özen isteyen bir iştir. Bu
benim o sırada durduğum noktayla paralellik gösteriyordu. Bu
türden dikkatli bir inceleme için hazırdım ve böylece bu sürecin
detaylarına (kemiklerin nasıl aranacağına ve kemiklerin bize ne
söylediğine) daldım.”[43]
için kendiliğinden olmayacağının altını çizer.
Meiselas bedenlerin gömüldüğü gizli yerlerde, aynı zamanda,
kapsamı sınırlı olsa bile yeniden dirilmeyi bekleyen muazzam bir
arşivin de gömülü olduğu anlayışıyla yola çıkar. Bu bir arşivdir,
atlas değil: burada mesele dünyayı omuzlarının üzerine almak
değil, yere çömelip toprağı kazmaktır.[44]
Toprağı kazmak, ölüyle beraber mezara girmek, onlarla bir
mekânı paylaşmak, onların ölümünün gerçekliğiyle yüzleşmek
demektir; bunların amacı olmuş olanı geri almak olmayıp
(bu mümkün değildir), onların sessizliklerini ve yok oluşlarını
isimlere, hikâyelere ve iddialara dönüştürmektir. “Kemiklerin
bize söylediklerini” dinlemek ve bunu başkalarının da duymasını
sağlamak herhangi bir garantisi olmayan bir pratiktir. Hem adli
bilim hem de fotoğraf, hukukta ve siyasette her türlü müdahaleye
açık dokümanlar gibi, “görsel doküman gibi muğlak bir biçimde”
iş yaparlar. Ancak bunların söyleyeceği önemli şeyler vardır ve
Sekula’nın çalışmaları da bizatihi “bu tanıklığın, sözü daha çok
geçen yahut resmi metinler tarafından hükümsüz kılınmasını
engellemeye katkıda bulunma”ya yönelik süregiden çabalara
tanıklık eder.
Öyleyse fotoğraf, iz-yapısı ve “soyutlama kapasitesine sahip
olmaması” sayesinde, paradoksal ama gerekli bir hamleyle bir
diğer soyutlamaya, hümanizme doğru döner, ancak bu soyutlama
yeniden düşünülmüş ve siyasi mücadele olarak, insan hakları
savunuculuğu olarak yeniden uygulamaya konmuştur. Sekula bu
dönüşün gerek adli antropolog gerek karşı adli bilimsel fotoğrafçı
Otonom Arşivleme
32
Otonom Arşivleme
33
1.
Allan Sekula ve Noël Burch, Yön., The Forgotten Space (2010; Brooklyn: Icarus Films,
2012), DVD.
2.
alanına girip orada kendine bir yer edinmesinin on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştiğini söyler;
“fotoğrafın anlamı ve epistemolojik statüsü hem mahkeme salonunda hem de dışarıda yoğun bir
Bkz. Elysa Cross, “A Visit to CBP’s Port of Los Angeles/Long Beach,” CBP Today 4,
şekilde tartışılmaktadır” ve çok daha önemlisi, “kanıt niteliğindeki fotoğraflara hukukun verdiği
no. 6/7 (Haziran-Temmuz 2006), http://www.cbp.gov/xp/ CustomsToday/2006/ jun_jul/1a_visit_
yanıt, hem mahkeme salonundaki uygulamalarda hem de kanıtın kavranma şeklinde geniş çaplı
la_port.xml; ve Elaine Rundle, “Port Security Improves with Nonintrusive Cargo Inspection and
değişikliklerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur”(6). Thomas Thurston bu meselenin ilk
Secure Port Access,” Emergency Management, 28 Temmuz 2009, http://www. emergencymgmt.
dönemleriyle ilgili değerli bir kaynak kaleme almıştır, “Hearsay of the Sun: Photography, Identity,
com/infra-structure/ Port-Security-Improves-With.html.
and the Law of Evidence in Nineteenth-Century American Courts,” 1999–2001, http://chnm.gmu.
3.
Kargo konteynerlerinin otomatikleştirilmiş görüntü analizi üzerine örneğin bkz. Alex
edu/ aq/photos/index.htm. Daha genel olarak, John Tagg’in The Burden of Representation: Essays
Chalmers, “Cargo Identification Algorithms Facilitating Unmanned/Unattended Inspection at High
on Photographies and Histories (1988; Minneapolis: University of Minnesota Press, 1993) çalışması
Throughput Portals,” SPIE’nin bildiri kitabı içinde, c. 6736, Unmanned/Unattended Sensors and
“on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kanıt ve fotoğrafın eşleşmesi hakkında temel bir kaynak
Sensor Networks IV, ed. Edward M. Carapezza (Bellingham, WA: SPIE, 2007); Victor Orphan et al.,
olma vasfını sürdürmektedir”(5). Lorraine Daston ve Peter Galison’un çalışmaları “The Image
Advanced Cargo Container Scanning Technology Development (San Diego: Science Applications
of Objectivity,” Representations 40 (Bahar 1992): 81–128; ve Objectivity (New York: Zone Books,
International Corporation), http://www.trb.org/ Conferences/MTS/ %20Orphan%20Paper.
2007) fotoğrafların ve diğer “mekanik bir şekilde nesnel” imgelerin bilimsel uygulamalarda kanıt
pdf; ve Westminster International Ltd., WG IS1517DV X-Ray Cargo Scanner (180kV) (Banbury,
oluşunun tarihçesini inceler. Ariella Azoulay’ın The Civil Contract of Photography (New York: Zone
UK: Westminster International Ltd., 2011), http://www.wi-ltd.com/ security/Scanning_and_
Books, 2008), 190–203 çalışmasında “her şeyin görülebilir olduğu”na ilişkin yazdıkları bence
Screening/X_Ray_and_Screening_Systems/Pallet_and_Car go_Scanners/WG_ IS1517DV_X_Ray_
kanıt ile fotoğraf arasındaki bağın paradokslarına ilişkin yapılmış en zengin analizleri ortaya
Cargo_Scanner. WG IS151’in ürün veri sayfası “gelişmiş malzeme sınıflandırma ve atom yoğunluğu
koymaktadır.
analizi yoluyla potansiyel patlayıcıları, şüpheli bölgenin etrafında renkli bir elips çizmek suretiyle,
8. Sekula, “The Instrumental Image,” 35.
ekranda otomatik olarak gösteren gerçek zamanlı bir tehlike saptama ve uyarı yazılımı paketini”
9. Sekula, “The Instrumental Image,” 35–36.
tarif etmektedir.
10. Sekula, “The Instrumental Image,” 35.
4.
11. Allan Sekula, “On the Invention of Photographic Meaning,” Photography against the Grain
Ben Young bu makaleye ilişkin yaptığı yararlı yorumlarında Sekula ve Burch’ün
tarama teknolojileri ve konteynerlerin içeriğinden (sürecin işlemsel ve teknik boyutlarından)
içinde, 1, 3, 5–6.
çok, tarayıcıların “siyasi tiyatrosu” ve “işlevsel güvenlik imgesi, fikri ya da dileği” ile ilgilendiğini
12. “Spacecraft Dockings Improve Car Assembly,” European Space Agency, 20 Ocak 2010, http://
söylemişti. Filmde söz konusu olan kesinlikle budur.
www.esa.int/Our_Activities/Technology/TTP2/ Spacecraft_ dockings_ improve_ car_assembly.
5.
13. Carlo Kopp, “Cruise Missile Guidance Techniques,” Defence Today 7, no. 5 (2009): 55–57, http://
Allan Sekula, “The Instrumental Image: Steichen at War,” Photography against the
Grain içinde (Halifax: Press of the Nova Scotia College of Art and Design, 1984), 32–51.
www.ausairpower.net/SP/DT-CM-Guidance- June-2009.pdf. Bu sürecin görsel bir tasviri için bkz.
6.
Sekula, “The Instrumental Image,” 33.
“Tomahawk Cruise Missile (BGM-109),” YouTube videosu, 7:05, “BigConceptVideoMusic,” 11 Mayıs
7.
Sekula, “The Instrumental Image,” 34. İmgelerin, özellikle fotoğraf imgelerinin hukuki
2012, http://www.youtube.com/watch?v=a6yio1ZGFw0.
ve siyasi vakalarda kanıt olarak oynadığı rolü inceleyen geniş bir literatür vardır. Örnek bir görsel
14. “ATV-4 Docking to the International Space Station—Transmission Replay,” European Space
giriş için bkz. Sandra S. Phillips et al., Police Pictures: The Photograph as Evidence (San Francisco:
Agency: Space in Videos, 15 Haziran 2013,
Chronicle Books; San Francisco Museum of Modern Art, 1997). Piyel Haldar, “Law and the Evidential
Videos/2013/06/ ATV-4_docking_to_the_International_ Space_Station_-_transmission_replay.
Image”da, Law, Culture and the Humanities 4 (2008): 139–155, kanıt uygulamalarında “bir anlam
15. “İşlemsel imge” Farocki’nin üç kısımdan oluşan yerleştirme serisi Eye/Machine (2000-2003) ve
elde etmek için … imgelerin yarılıp açılması ve dengesizleştirilmesi gerektiğini” söyler. “Ya da diğer
bunlara eşlik eden War at a Distance’ın (2003) ait olduğu asıl kategoridir. İnternetteki kataloğunda
bir deyişle, hukukun imgelere olan inancıyla çelişiyor gibi görünen bir tarzda imgelerin tahrif ve
Farocki şunları yazar: “Eye/Machine döngüsünün üçüncü kısmı malzemeyi işlemsel imge
imha edilmesini gerektiren kanıt inceleme kapsamında bir tür ikon kırıcılık sahneye konur” (140).
etrafında yapılandırmaktadır. Bu imgeler, bir süreci tasvir eden imgeler olmayıp bizzat sürecin bir
Jennifer L. Mnookin, “The Image of Truth: Photographic Evidence and the Power of Analogy”
parçasıdırlar. Daha 1980’lerde seyir füzeleri gerçek arazinin kaydedilmiş bir imgesini kullanır daha
makalesinde, Yale Journal of Law and the Humanities 10, no. 1 (Kış 1998): 1–72, fotoğrafın hukukun
sonra uçuş esnasında aktüel fotoğrafını çekerdi. Yazılım bu iki imgeyi karşılaştırırdı; sonuç, fikir ve
Otonom Arşivleme
34
Otonom Arşivleme
http:// spaceinvideos.esa.int/
35
gerçeklik arasında yapılan bir karşılaştırma, saf savaş ile aktüel olanın safsızlığının karşı karşıya
27. Allan Sekula, Waiting for Tear Gas’ün önsözü [White Globe to Black] (1999–2000), TITANIC’s
gelmesiydi. Bu karşılaşma aynı zamanda bir montajdır ve montaj da daima benzerlik ve farkla
wake (Cherbourg-Octeville, France: Le Point du Jour Éditeur, 2003), 87.
ilgilidir. Pek çok işlemsel imge tanıma sürecini sergileyen renkli kılavuz çizgiler içerir. Bu çizgiler
28. Allan Sekula, Fish Story, 2. Baskı (Düsseldorf: Richter Verlag, 2002), 51, 103, 113, 120; Sekula,
bize vurgulu bir şekilde bu imgelerde neyin önemli olduğunu ve bir o kadar vurgulu bir şekilde de
“The Body and the Archive,” 62; and Allan Sekula, “Between the Net and the Deep Blue Sea
neyin önemli olmadığını söyler. Fuzuli gerçeklik reddedilir: bu daima reddetmek için kışkırtan bir
(Rethinking the Traffic in Photographs),” October 102 (Güz 2002): 26, 32–33.
karşıtlıktır.” “Eye / Machine III,” Farocki-Film [web sitesi], http://www. farocki-film.de/ augem3eg.
29. Lexis/Nexis’te karşı adli bilim terimi için ilk referans Mart 2015’e aittir. İrlanda Cumhuriyet
htm. İkinci alıntının kaynağı, Georges Didi-Huberman, “How to Open Your Eyes,” Harun Farocki:
Ordusu’nun karmaşık karşı adli bilimsel (güncel anlamıyla) taktiklerine ilişkin olağanüstü bir yazı
Against What? Against Whom? ed. Antje Ehmann and Kodwo Eshun (Londra: Raven Row/Koenig
için bkz. Tony Geraghty, The Irish War (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2000) içindeki
Books, 2009), 48. içinde alıntılanmış olan Harun Farocki, “Le point de vue de la guerre,” Trafic 50
“The Forensic Battlefield” başlıklı bölüm.
(Yaz 2004): 449’dur. Farocki’nin “War Always Finds a Way,” HF/ RG, ed. Chantal Pontbriand (Paris:
30. Allan Sekula, “Photography and the Limits of National Identity,” Culturefront 2, no. 3 (Güz
Jeu de Paume/Blackjack Editions, 2009), 102–112 makalesinin de işlemsel imge üzerine söyleyecek
1993): 54–55; gözden geçirilmiş ve bir sonsöz eklenmiş hali için bkz. “A Portable National Archive
çok şeyi vardır. Bu konu hakkındaki temel kuramsal kaynak Paul Virilio’nun çalışmalarıdır, bilhassa
for a Stateless People: Susan Meiselas and the Kurds,” Camera Austria 95 (2006): 9–11. Gözden
War and Cinema, çev. Patrick Camiller (New York, Verso Books, 1989); ve The Vision Machine, çev.
geçirilmiş versiyonu, yine “Photography and the Limits of National Identity,” başlığıyla, Kristen
Julie Rose (Londra: British Film Institute; Bloomington: Indiana University Press, 1994), özellikle de
Lubben, ed., Susan Meiselas: In History (New York: International Center of Photography;
“görmeyen görüş” üzerine olan son bölümü.
Göttingen, Almanya: Steidl, 2008), 342–34’te yer almaktadır. Son versiyon Grey Room’un bu
16. Yakın döneme ait raporlar, ABD ordusundaki üst düzey görüntü analistlerinin, Steichen’in
sayısında yeniden basılmıştır. Bu metni dikkatime sunduğu için Ben Young’a müteşekkirim.
komuta ettiği hava keşif ünitesinde çalışanların uzak haleflerinin insansız hava araçlarının edindiği
31. Sekula, “Photography and the Limits of National Identity” (1993), 54–55.
görüntüler arasında boğulma ihtimali olduğunu ifade ediyor. New York Times’tan Christopher
32. Sekula, “The Body and the Archive,” 5, 16–18, 25.
Drew 2010 yılında, “Hava Kuvvetleri ve diğer askeri birimler insansız hava araçlarının topladığı
33. Sekula, “Photography and the Limits of National Identity” (1993), 55.
görüntülerin gereğinden fazla birikmesini engellemeye çalışıyorlar” ve “her ne kadar en çok zaman
34. Sekula, “The Body and the Archive,” 7.
kazandıracak şey kamyon ve silahlı personel için videoyu otomatik olarak taramak olsa da, bunu
35. Sekula, “The Body and the Archive,” 7 n. 7.
yapan yazılım henüz güvenilir değil” diye yazmıştı. Christopher Drew, “Military Is Awash in Data
36. Sekula, “Photography and the Limits of National Identity” (1993), 55. 36
from Drones,” New York Times, 11 Ocak 2010.
17. Sekula, “The Instrumental Image,” 48–49.
18. Sekula, “The Instrumental Image,” 51.
19. Bunun en iyi örneği Allan Sekula’nın Steichen’in Family of Man sergisinin liberal hümanizmi
için yaptığı ağır eleştiridir, “The Traffic in Photographs,” Art Journal 41, no. 1 (Bahar 1981), 15–25.
20. Allan Sekula, “Dismantling Modernism, Reinventing Documentary (Notes on the Politics of
Representation),” Massachusetts Review 19, no. 4 (Kış 1978): 875.
21. Allan Sekula, “The Body and the Archive,” October 39 (Kış 1986): 6.
22. Sekula, “Dismantling Modernism, Reinventing Documentary,” 862.
23. Debra Risberg, “Imaginary Economies: An Interview with Allan Sekula,” Dismal Science: Photo
Works 1972–1996 (Normal: University Galleries of Illinois State University, 1999), 239.
24. Sekula, “Dismantling Modernism, Reinventing Documentary,” 863.
25. Sekula, “The Body and the Archive,” 64.
26. Thomas Keenan ve Eyal Weizman, Mengele’s Skull: The Advent of a Forensic Aesthetics (Berlin:
Sternberg Press, 2012), 28.
Otonom Arşivleme
36
Otonom Arşivleme
37
Saptanabilirliğin Eşiğinde İnsansız Hava Aracı Savaşı*
Eyal Weizman
Geleceğin adli bilimlerini daha fazla irdelemek için, şimdiki
zamana ve geleceği tahmin etmenin saplantı haline geldiği bir
diğer alan olup bugünlerde insansız hava araçları bağlamında
uygulanmakta olan terörle mücadelenin matematiğine sıçrayalım.
Gerçekten de, Amerika’nın insansız hava araçları ve bu araçların
operatörlerinin hangi durumlarda birilerini öldürebileceğine
ilişkin düzenlemelerine bakılırsa, kişilerin yapmış olduğu şeyler
için hedef alınması yasaklanmışken, ileride yapacağı şeylerden
dolayı hedef alınmasına izin verilmiştir. En azından resmi
olarak, belli bir hedef gözetilen suikastlerin bir ceza olarak
uygulanmasına izin yoktur: hedef alarak birini öldürmek yalnızca
yakın bir tehlikeye verilen karşılık, henüz işlenmemiş bir suça
verilen bir yanıt olmalıdır. Günümüz savaş terminolojisinin bu
gelecek hesabı, birilerinin bir şeyler yapmak üzere olduğunu
tahmin etmeye yarayacak eylemler zinciri oluşturma olasılığı olan
izlerin peşine düşer. Bu, eylemlerinin yönünü geleceğe doğru
çevirmeye çalışan mimarlar olarak bizim için hem bir tehlike hem
de kendimizi sınamak için bir fırsattır.
Forensik Mimarlık projesi kapsamında Pakistan, Afganistan,
Yemen, Somali ve Gazze’de insansız hava araçları savaşı üzerine
bir inceleme yapmam istendiğinde van Pelt ile Irving arasındaki
deliklerle ilgili o diyaloğu anımsadım.[1] Bunun sebebi insansız
hava araçlarıyla vurulmuş olan binaların birçoğunun karakteristik
bir mimari özelliğinin olmasıydı: tavanlarında küçük bir delik. Bu
deliğin nedeni insansız hava araçlarındaki Hellfire ya da Spike gibi
füzelerin gecikmeli sigorta barındırmasıdır. Çarpma ve patlama
arasındaki birkaç milisaniye füzelerin çatıdan içeriye girerek
taşıdıkları yüzlerce ölümcül çelik parçasını içeride dağıtmalarına
imkan verir. Ordu, insanları öldürürken yapıları korumak için
tasarlanmış olan bu patlama mekanizmasının ölümleri azaltmayı
sağlayan insani bir mühimmat olduğunu savunmaktadır.
“Kötünün iyisi” olan birçok diğer teknik ve teknoloji gibi, bu teknik
Otonom Arşivleme
38
Otonom Arşivleme
39
de bu tarz saldırıların artışına yol açarak çok daha fazla ölümün
gerçekleşmesine sebep oldu.[2] Yukarıdan bakıldığında çatıdaki
delik binanın insansız hava araçları tarafından saldırıya uğradığına
dair yegâne işarettir. Ancak bu delik ve deliğin günışığına
çıkardığı şiddet aynı zamanda saptanabilirlik eşiğindedir. Çünkü
füzenin çatıda açtığı deliğin büyüklüğü kamuya açık çözünürlüğü
düşürülmüş uydu görüntülerinde tek bir pikselden daha küçüktür.
2014 yılına kadar bu çözünürlük yasal olarak 50 cm/piksel’de
tutulmaktaydı, yani her bir piksel yarım metreye yarım metre bir
alanı temsil etmekteydi. Bu çözünürlük yasal olarak bu şekilde
belirlenmiştir, çünkü bu aşağı yukarı insan bedeninin yukarıdan
bakıldığında kapladığı alanın büyüklüğüne tekabül eder. Piksel
çözünürlüğü yalnızca optiğin ve veri depolama kapasitesinin
teknik bir sonucu değil, aynı zamanda insan bedeninin ebatlarına
göre tasarlanmış bir “modülor”dur. Diğer mimari modülorlardan
(örneğin Le Corbusier’ninkinden) farklı olarak, bunun amacı
mekânı düzenlemek değil, insan figürünü fotoğrafların dışında
tutmaktır. Bu 50 cm’lik çözünürlük kullanışlıdır çünkü böylece
Google Sokak Görüşü’nün insanların yüzlerini ya da arabaların
plakalarını flulaştırması gibi, kamusal alanlarda kayıt yapıldığında
insanların mahremiyetini ihlal etme riskini ortadan kaldırır. Ancak
bu düzenlemenin bir de güvenlikle ilişkili bir gerekçesi vardır: 50
cm/piksel çözünürlüğün kamufle ettiği yalnızca stratejik bölgelerin
önemli detayları değildir, bu çözünürlük aynı zamanda şiddetin
ve hak ihlallerinin neticelerini de gizler.[3] Uydu görüntülerinin
çözünürlüğü insansız hava araçlarıyla yapılan saldırılarla
doğrudan ilgilidir. 50 cm’lik çözünürlükte binaların tek tek genel
özellikleri saptanabiliyor olsa da, insansız hava araçlarının bir
imzası gibi olan çatılarda açılan bu delikler yalnızca küçük bir
renk değişikliği ya da belli bir piksel kompozisyonunda nispeten
koyu olan bir piksel gibi görünecektir.
50 cm/piksel çözünürlüğündeki bu görüntüler bu sebeple
Irving davasında mahkemeye sunulmuş olan Auschwitz’in
havadan çekilmiş fotoğraflarının negatiflerindeki gümüş
Otonom Arşivleme
40
tuzu parçacıklarının ortaya koyduğu maddi sorunun dijital
bir versiyonunu ortaya koymaktadır. Bu çözünürlük çatıdaki
delikleri maskelemektedir: benzer bir şekilde boyutları itibarıyla
insan bedeniyle ilişkili olan bir delik. Bu delik her ikisinde de
çatıdaki deliğin altındaki odanın bir suikast mahalli olduğunun
işaretidir. Her ikisinde de bu delik, görüntülerde saptanabilirlik
eşiğindedir. Elbette burada bütün bir halkı gaz odalarında yok
etmeye yönelik bir girişim olarak Holokost ile Amerika’nın yoğun
sivil nüfusuna sahip bölgelerde yürüttüğü gizli ve yasa dışı savaş
arasında bir ilişki olduğunu değil, daha ziyade ortaya çıkan adlimimari problemin bizi görüntülerin maddi sınırlarını incelemeye
zorladığını iddia ediyorum.
İnsansız hava araçlarındaki kameraların optik özelliklerini tam
olarak bilmiyoruz. Bazı operatörler açıktan açığa (bazılarıysa
tarafımıza özelden) insanları tespit edebildiklerini söylüyorlar.
Hatta insanları bazen tanıyabildiklerini iddia ediyorlar. Bazılarıysa
çözünürlüğün çocukları yetişkinlerden ayırt etmek için yeterli
olmadığını ve kürekleri silahla karıştırdıklarını söylüyorlar.[4]
Yine de bütün bu açıklamalar insansız hava araçlarının görüşünün
insan figürüne göre ayarlandığını doğrulamaktadır, elbette bu
araçlardaki mühimmatlar insanları hedef alıp öldürmek için
tasarlanmış olduğu için. Fakat insan figürü insansız hava araç
görüşünün odak noktasını oluşturuyorsa da, uydu görüntüleri
insan figürünü maskeleyecek şekilde tasarlanmaktadır. BM,
yardım kuruluşlarına uygu görüntüsü analizi sunan programı
UNOSAT ve diğer bazı araştırma kuruluşları aracılığıyla, şiddet
takibini gitgide artan oranda uydu şirketlerinin ticari kullanıma
açık arşivlerinden görüntü satın alarak yapıyor. Analiz, farklı
iki zaman-mekânsal koşul arasında gerçekleşen bir olayı
çerçevelemek için tasarlanmış en yaygın adli montaj türü olan
“öncesi ve sonrası” görüntülerini irdeleyerek yapılıyor: “öncesi”
bir nirengi noktası oluşturarak “sonrası”nın, olayın sonucunu
yansıtmasını sağlıyor. Uydu görüntülerinin insanları görünmez
kılması itibarıyla, bu analiz odağına mimariyi alıyor ve binaları
enkazlarıyla arka arkaya koyuyor veya eşleştiriyor.
Otonom Arşivleme
41
Gerek orduların öldürme eylemleri gerekse bu eylemleri
soruşturma pratiği, bizzat medyanın koşulu olan bir uzaklıkyakınlık kombinasyonun olanak tanıdığı görüntü bazlı
pratiklerdir. İnsansız hava araçlarıyla yapılan saldırılar, daha
çok bilgi sağlamak üzere tasarlanmış yüksek çözünürlüklü
görüntülerle gerçekleştirilirken, bu saldırıların takibi (STK’lar ya
da BM tarafından) bilgileri saklamak üzere tasarlanmış düşük
çözünürlüklü uydu görüntüleriyle yapılmaktadır. Bu durum on
dokuzuncu yüzyıldan bu yana adli bilimlerin temel prensiplerinden
birini, yani bir suçu aydınlatmak için polisin suçun failinden daha
fazlasını (daha yüksek çözünürlükte, daha iyi optik imkânlarla)
görebilmesi gerektiği prensibini, tersine çeviriyor. Bu durum
aslında tersine dönmüş bir diğer durumla iç içe geçmiştir, zira
insansız hava araçlarıyla yapılan saldırılarda suçun failleri devlet
makamlarıdır. Uzak fail ile uzak şahit arasındaki görüş farkı inkârın
mekânıdır, ancak bu yazıda daha önce bahsettiğim inkârdan
başka türde bir inkâr.
bir sınır ötesi bölgesi olarak kabul ediliyordu. Pakistan ordusu bu
bölgeye giriş-çıkışları denetleyen kontrol noktaları kurmuştu. Bu
kontrollerde aynı zamanda bu bölgeye cep telefonu, kamera ve
navigasyon cihazı da dahil olmak üzere elektronik eşya sokmaya
ya da bunları bu bölgeden çıkarmaya izin verilmiyordu.[5] Ortaya
çıkan sonuç, bu bölgelerden çok sınırlı sayıda fotoğrafın ve görgü
tanıklığının dışarı çıkabildiği etkin bir medya kuşatmasıydı.
Medyanın bu şekilde karartılması bu bölgelerde insansız hava
araçlarının kullanılmasına imkân tanıyordu. Bu durum aynı
zamanda Pakistanlı ve ABDli kaynakların böyle bir harekâtın söz
konusu olduğunu reddetmelerine ve insansız hava araçlarıyla
yapılan saldırılarda yaşanan ölümlerin daha ziyade “bomba
imali esnasında yaşanan kazalar”dan kaynaklandığı yönünde
kamuoyunu yanıltıcı iddialarda bulunmalarına yardımcı oluyordu.
[6] İçindeki bütün sinyalleri maskelemesi itibarıyla pikseller,
FATA’ya uygulanan bölgesel medya blokajının insan ölçeğindeki
dengini oluşturmaktadır.
ABD makamlarının kullandığı inkâr formülü “Glomar yanıtı”
olarak resmen tasdik edilmiştir. Buna göre ABD devlet makamları
söz gelimi Pakistan’da gizli bir suikast savaşına ilişkin politikaların
ya da belgelerin varlığını ya da yokluğunu “teyit etmemek
ve reddetmemek” yetkisine sahiptir. “Bu yalandır” ya da “bu
olmadı” demek, karşı anlatı gerektiren bir antitezdir. Glomar
yanıtı ise ortaya herhangi bir yeni bilgi koymamayı amaçlayan
bir inkâr türüdür. Bu inkâr türünün görsel alandaki benzeri, uydu
görüntüsüyle devlet destekli şiddetin kanıtlanmasını sağlayacak
olan çatı üzerindeki deliklerin varlığını ya da yokluğunu teyit
edememesi yahut reddedememesidir. Bu inkâr türü basitçe
retorik bir hamle olmayıp mülki, adli ve görsel vasıfları olan bir
sınırın imal edilmesiyle olanaklı hale gelir.
Tanığa Geri Dönmek
Örneğin, insansız hava aracı harekâtının Haziran 2004’ten bu yana
odak noktalarından biri olan Pakistan’ın Veziristan bölgesini ele
alalım. Veziristan, Federal Yönetilen Kabile Alanları’nda (FATA)
yer almaktadır. Britanya Rajı döneminde FATA yerel özerkliği olan
Bu 22 saniyelik görüntünün her bir karesini incelemek için altı ay
harcadık ve sonrasında bir şeyler görmeye başladık. Görülmesi
gereken ilk şey, pencereden görülecek bir şey olmaktan çok,
pencere çerçevesinin kendisiydi. Kadrajdaki pencerenin
Otonom Arşivleme
42
Mümkün olduğu yerlerde bu görüntü politikalarını baypas etmek
için kullandığımız iki strateji vasıtasıyla bu karşı adli bilimlerin
imkânlarını kısaca anlatacağım. 2012 yazında 22 saniyelik bir
video, Veziristan’dan kaçırılmış ve 6 kişinin elinden geçtikten
sonra İslamabad’daki NBC ofisine ulaşmıştı. Bu, çok ender bir
görüntüydü ve yayımlanmıştı. Rahatsız edici bir şekilde, bu
görüntülerde çok fazla bilgi bulunmasına rağmen burada ne
olup bittiğini görmeye dair hiçbir çaba yoktu. Çoğu insan için bu
basitçe bir şeylerin yaşandığının teyitiydi: bir yıkım görüyoruz,
çatıda bir delik görüyoruz, bir binanın yıkıldığını görüyoruz, hepsi
bu.
Otonom Arşivleme
43
çerçevesinin büyüklüğü videoyu çeken kişinin pencerede değil,
odanın içinde olduğu anlamına geliyordu. Bu kişi bir tehlike
sezinliyordu: ABD’nin yapacağı ikinci bir saldırı mı yoksa
Taliban’dan gelecek bir saldırı mı, bilmiyoruz. Ancak çerçevenin
boyutlarından bu görüntünün çok değerli bir kanıt olduğunu,
çok tehlikeli koşullarda çekildiğini anlıyoruz. Veziristan’da hedef
alındığı teyit edilmiş ve tanıyabileceğimiz bu yegane bölgeyi
bulmak istedik. Dolayısıyla ilk işimiz bu görüntülerin Kuzey
Veziristan’ın neresinde çekilmiş olduğunu anlamaktı. Gölge
ileri doğru, kuzey-kuzeybatı yönündeydi, öyleyse kuzeye doğru
bakıyorduk. Fotoğrafın çekildiği binanın yıkılmış olan binadan
daha yüksek olduğunu görüyorduk, dolayısıyla nispeten alçak bir
binanın arkasında nispeten yüksek bir bina olduğunu biliyorduk.
Var olan görüntülerden bir kolaj yaptık ve enkazın daha bütünlüklü
bir resmini elde ettik. Sol taraftaki yolda bir viraj görüyorduk,
sağ taraftaki yolda da belli bir genişleme vardı. Veziristan’daki
şehirleri tararken başlangıçta elimizde olan tipoloji buydu:
arkasında yüksek bir bina olan bina ve önündeki sokaklarda
yukarıda bahsettiğim gibi bir düzen.
Bu özelliklere uyar gibi olan bir yer bulduk ve diğer detayları
karşılaştırmaya koyulduk. Sol tarafta bir tınaz ve bir
kule görüyorduk. Nispeten yüksek bir bina vardı ve uydu
görüntüsünden de bu binanın varlığını teyit edebiliyorduk. Bu,
büyük emek gerektiren bir süreçti ancak zaman içinde elimizdeki
video görüntüsünün uydu görüntüsüyle eşleştiğinden iyice
emin olduk. Artık hedefin nerede olduğunu biliyorduk. Ancak
pikselleşme sorunundan dolayı, insansız hava aracından atılan
füzenin hangi pikselden giriş yaptığını, dolayısıyla hangi odaya
girdiğini bilemiyorduk. Olayın geçtiği odayı bulmak istiyorduk.
[Bu video görüntüsünün neleri açığa çıkarabileceğini anlamada
ilk adım binanın şehir içindeki konumunu tespit etmekti.Gölgenin
yönü yapının yönünü anlamamızı sağladı. Videoyu çeken kişinin
harap olan çatıyla aynı hizada olduğunu, dolayısıyla hedef alınmış
binadan daha yüksek bir binada olması gerektiğini anladık. Bu
Otonom Arşivleme
44
videodan alınmış karelerle bir kolaj yapıp sokakların biçimini de
dikkate alarak en nihayetinde bu binayı Miranşah’a ait bir uydu
görüntüsünün içinde bulduk. Adli Mimari’nin“Video Tanıklığının
Kodlarını Çözme” projesinden, Miranşah, Kuzey Veziristan, 30
Mart 2012]
[Füze parçasının arkasında duvar üzerinde bir iz fark ettik.
Oda izlerle doluydu. Bunlar mühimmatın patlayıcı başlığının
parçalanmasının oluşturduğu motifler gibiydiler. Füzeler tavandan
içeri girdikten sonra odanın içindeyken patlayıp yüzlerce çelik
parçasını etrafa saçarak yakınındaki herkesi öldürmek üzere
tasarlanır. Her bir parçanın üzerinde çalışıldı ve haritası çıkarıldı.
Parça dağılımının daha düşük yoğunluklu olduğu yerlerde bir
şeylerin bu parçaları tutmuş olması muhtemeldi. Her ne kadar
emin olamasak da, parçaların olmadığı yerler insanların öldükleri
yerleri gösteriyor olabilir. Adli Mimari’nin “Video Tanıklığının
Kodlarını Çözme” projesinden]
Sonra yeniden gölgelere baktık ve gölgenin uzunluğunu binanın
uzunluğuyla karşılaştırınca yıkıldığını düşündüğümüz binanın
üç boyutlu modelini inşa etmemiz mümkün oldu. Binanın yerini
şehrin maketinde tespit ettik. Artık önemli olan, videonun ne
zaman çekildiğini bilmekti; gerçi bunu öğrenmek mevcut mimari
yazılımlarla oldukça kolay. Bu, çok önemliydi, çünkü kanıtlardan
biri de tavandaki delikten içeriye giren ışıktı. Bu ışık bize yönle
ilgili bilgi vermekteydi, yani odayı bina içinde konumlandırırken
onu bir pusula gibi kullanabilirdik.
Daha sonra patlamanın yol açtığı delikleri daha ayrıntılı
görmeye başladık: çatı üzerindeki parçacıklar ve bizzat duvarın
üstündekiler. Görüntüyü taradık ve bunların tamamını füze odaya
girdikten sonra şarapnel parçalarına ne olduğunu anlamak için
kullandık. Yavaş yavaş parçacıkların daha az sayıda bulunduğu
iki alanı fark ettik. Bu, söz konusu alanlarda şarapnel parçalarına
hedef olmuş vücutların bulunduğu anlamına geliyordu. Öyleyse
odanın duvarları fotoğraf benzeri bir işlev görmüştü: negatifin
ışıkla pozlandırılmasına benzer bir şekilde duvarlar da patlamaya
Otonom Arşivleme
45
maruz kalmıştı; tıpkı insan bedeni kalıntılarının Pompeii’yi
örten kül tabakasının üzerinde boşluklar yaratması gibi ya da
nükleer patlamanın Hiroşima’da Sumitomo Bankası’nın önündeki
merdivenlerde bir “insan gölgesi” oluşturması gibi. Ölü bedenlerin
bıraktığı izler, patoloji ve adli mimariyi buluşturmak suretiyle,
mimarinin bir parçası haline gelmiş gibiydiler.
Bir diğer örnek için Veziristan’dan kaçan bir tanık üzerinde
kullandığımız yöntemlere bakılabilir. Bu kişinin Alman pasaportu
vardı, bu sayede Avrupa’ya gelebiliyordu. Kocası Almanya’da
yargılanıyordu ve o da bu davada şahitlik yapmak istiyordu, ancak
travmatik anlar söz konusu olduğunda sıklıkla görüldüğü üzere,
saldırıya ilişkin bazı ayrıntıları hatırlamıyordu. Bizim yardımımız,
son derece yavaş ilerleyen bir süreç dahilinde, yaşadığı evin
dijital bir modelini inşa etmek oldu. Yavaş yavaş, mimarinin ve
hikayesinin detayları buluştukça, hafızası da geri geldi.
Bu şahıs, avukatı ile bilgisayarda modelleme yapan bir mimar
arasında oturup evinin detaylı bir modelinin inşa edilme
sürecini yönetti. Bu model, tanığın hatırladığı bütün odaları,
mobilyaları ve nesneleri içeriyordu. Odaların büyüklüklerini
belirtip pencerelerin ve kapıların yerini tespit ettikçe ve gündelik
nesnelerin bu mekânlardaki konumunu tayin ettikçe yavaş
yavaş evdeki yaşamından ve aynı zamanda saldırı anından bazı
fragmanları hatırlamaya ve anlatmaya başladı. Dijital model
tamamlandığında projenin görsel çıktısını alıp içinde bir dizi sanal
yürüyüş yaptık. Tanık, saldırı anına ve mekânına “geri dönünce”
hikâyesini anlatabilmişti.[7]
bölümlere ayrılmıştı; evin büyük bir bölümü erkeklere ayrılmıştı,
kadınlar ise küçük bir alana sıkıştırılmıştı. Bu durum, tanığın
gelişen olaylara ilişkin yaptığı optik tasvirleri kısıtlıyordu. Saldırı
sonrasına ilişkin oluşturulan dijital model içinde “gezerken”
vantilatörün kanatlarında vücut parçaları gördüğünü hatırladı.
[8] Vantilatör aynı zamanda hem dijital bir nesne hem de kendi
belleğine giden bir araçtı. İnsan belleği, mimari, yıkım ve dijital
modelleme burada özne ile nesne, tanıklık ve kanıt ya da madde
ve belleğin birbirinden kolaylıkla ayrılmasına izin vermeyecek bir
şekilde iç içe geçmişti.
Bunların hiçbiri kesin delil değil. Mahkemeler, BM soruşturmaları ve
başlattığımız süreçler basitçe teoride kalmasa da bu unsurlar yine
de zayıf sinyaller, silik hatıralar, spekülasyonlar ve görünürlüğün
ama aynı zamanda hukukun eşiğinde var olan olasılıklardan
ibaret. Bu araştırmaların mahkemelerde test edilinceye dek
herhangi bir kanıt değeri olup olmadığını bilmiyoruz; bunlar en
başından bilinemez. Bu sinyallerin bilim eşiğinin altında işlemesi
ve hukukun adli bilim pratiğini her ikisinin de ötesine geçen bir
biçimde yapması, hem teorik hem de pratik olarak estetik ile
siyaset arasında bir kesişim noktası ortaya koymaktadır.
*Bu metnin bütün hali daha önce 2000+: Urgencies in Architecture
[Mimarlıkta Aciliyetler] (GSAPP, 2015, New York) adlı kitapta
yayınlanmıştır; burada bu metnin bir kısmını yazarın izniyle
yayımlıyoruz.
Tanık için bir nesne bilhassa önemliydi: vantilatör. Bu konuda
huzursuz gibiydi, tekrar tekrar vantilatörün yerini değiştiriyordu.
Başlangıçta tavana takılı bir vantilatör olarak modellenmişti;
fakat tanık daha sonra vantilatörü odaların birinde üçayak
üzerinde duran bir vantilatör olarak tasvir etti. Bir süre sonra bu
vantilatörü dışarı çıkardı ve çoğunlukla kadınların ve çocukların
vakit geçirdiği küçük bir avluya yerleştirdi. Ev cinsiyete göre
Otonom Arşivleme
46
Otonom Arşivleme
47
1 Bu araştırma çok çeşitli siyasi ve hukuki grup adına yürütülmüş ve 2013’te BM Terörle Mücadele
sonrasında Türkiye’nin uzaya kendi görüntü uydusunu göndererek İsrail/Filistin’in 50 cm/piksel
ve İnsan Hakları özel raportörü Ben Emerson tarafından BM Genel Meclisi’nde sunulmuştur. Bu
çözünürlüğünde görüntülerini erişime açma kararında etkili olmuştur. William Fenton, “Why
çalışma aynı zamanda Pakistanlı avukat Shahzad Akhbar’ın Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesi’nde
Google Earth Pixellates Israel [Google Earth İsrail’i Neden Pikselleştiriyor],” PCMag, 14 Haziran
açtığı dava kapsamında Araştırmacı Gazetecilik Bürosu (BIJ) ile işbirliği içinde sunulmuştur. Bu
2011; Maayan Amir, “Gazze Filosu,”www.forensic-architecture.org/file/gaza-flotilla.
araştırmayı yürüten ekip Susan Schuppli (araştırma ve koordinasyon), Jacob Burns (araştırma),
Steffen Krämer (Video Tasarımı ve Montaj), Reiner Beelitz (mimari modelleme), Samir Harb (mimari
5 Heather Linebaugh, “Ben ABD’nin insansız hava aracı programı üzerine çalıştım. Kamuoyu
modelleme), Zahra Hussain (yardımcı araştırmacı), Francesco Sebregondi (yardımcı araştırmacı)
gerçekte olan biteni bilmeli,” Guardian, 29 Aralık 2013.
ve Blake Fisher’dan (yardımcı araştırmacı) oluşmaktaydı. Bazı vakalarla ilgili incelemeler Situ
Research işbirliğiyle gerçekleştirildi. Diğer partnerlerimiz arasında Avrupa Anayasa ve İnsan
6 Federal Yönetilen Kabile Alanları resmi olarak sakinleri dışındakiler için girmenin özel izin
Hakları Merkezi (Andreas Schüller), One World Research (Bridget Prince, Nasser Arrabyee ve Anis
gerektirdiği bir “Yasak Bölge”dir.
Mansour), El Cezire İngilizce (Ana Naomi de Sousa), Chris Woods (bağımsız gazeteci), Edmund
Clark (fotoğrafçı), Chris Cobb-Smith (mühimmat uzmanı ve danışman) ve Myra MacDonald
7 Jacob Burns, “Persistent Exception: Pakistani Law and the Drone War [Kalıcı İstisna: Pakistan
(bağımsız gazeteci) bulunmaktaydı.
Hukuku ve İnsansız Hava Aracı Savaşı,” Forensis: The Architecture of Public Truth [Forensis:
Kamusal Hakikatin Mimarisi] içinde, ed. Forensic Architecture (Berlin, Sternberg Press, 2014).
2 Bkz. daha önce kaleme aldığım “665: Mümkün Tüm Kötülüklerin En Azı”, e-flux journal 38 (Ekim
2012) ve Mümkün Tüm Kötülüklerin En Azı: Arendt’ten Gazze’ye İnsani Şiddet (New York: Verso
8 Bu cisimleştirmeye dayanan aracılık girişimi ABD ordusunun yoğun eğitim ortamlarında veya
Books, 2012).
Harun Farocki’nin Serious Games (2009-10) eserinde ele alındığı üzere travma sonrası tedavi
bağlamında yürütülen “durumsal farkındalık” konulu deneyleri çağrıştırır. Bu uygulamanın klasik
3 2014’te uydu şirketlerinin lobi faaliyetleri sonrasında Amerikalı uydu şirketlerinin görüntüleri
öncellerinden biri Frances Yates’in Roma ve Orta Çağ’daki hafıza teknikleri geleneğini konu alan
biraz daha yüksek bir çözünürlükte, yaklaşık 30 cm/piksel’de vermesine izin verilmişti. Bu
başyapıtında anlatılmıştır. Bellek Sanatı, bellek, mimari ve yıkım arasındaki ilişkinin altını çizmiştir.
çözünürlükte özel kimliğin hala saklı kalacağını başarılı bir şekilde savunmuşlardı. Bkz. ABD’nin
Frances Yates, The Art of Memory (Londra: Pimlico, 1992).
1998 tarihli Land Remote Sensing Policy Act [Karada Uzaktan Algılama Politikası Yasası], geo.arc.
nasa.gov/sge/landsat/15USCch82.html. Ayrıca bkz. “US lifts restrictions on more detailed satellite
9 Deborah Brauser, “Novel ‘Avatar Therapy’ May Silence Voices in Schizophrenia [Yeni ‘Avatar
images [ABD uydu görüntülerindeki ayrıntı düzeyine ilişkin getirdiği kısıtlamaları kaldırdı],” BBC, 16
Terapisi’ Şizofrenide Sesleri Susturabilir],” Medscape, 3 Temmuz 2014: “Avatar terapisinde
Haziran 2014. ABD’nin kısıtlamalarından etkilenmeyen Avrupa uydusu Pléiades 2011’in sonundan
hastalara duydukları hayalet ‘seslere’ en çok benzettikleri dijital bir yüz (ya da ‘avatar’) seçme
bu yana Filistin/İsrail’e ait 50 cm/piksel fotoğraflar sunuyor. Ayrıca bkz. Hito Steyerl’in güzel filmi
imkânı tanınır. Ayrı bir odada oturan terapist, canlandırılmış bir avatar aracılığıyla bilgisayardan
How Not To Be Seen: A Fucking Didactic Educational, MOV dosyası (2013). Bedenin büyüklüğüne
“konuşur”.
kıyasla pikselin büyüklüğü kamuflajı gereksiz kılmaktadır.
4 Çözünürlüğün jeopolitiğini çok daha radikalleştirecek bir şekilde ABD’li uydu görüntüsü
sağlayıcıları İsrail’de ve İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında bu 50 cm kuralına bir istisna
getirmektedir. ABD’de görüntü uyduları için yasal çözünürlüğü belirleyen Land Remote Sensing
Policy Act’e yapılan bir ekleme bu bölgelerin yalnızca 2,5 metre çözünürlüğünde (daha sonra bu
rakam 1 m/piksel’e kadar esnetilecektir) gösterilmesini gerektirir. Böylece bir araba iki pikselden
oluşurken yaygın hedeflerden bir diğeri olan çatılar ise 6-9 pikselle resmedilir. İsrail’in Filistin’de
Batı Şeria ve Gazze’deki hak ihlallerinin üzerine bir perde çekilmesi, Gazze filosu olaylarının
Otonom Arşivleme
48
Otonom Arşivleme
49
Delil Olarak Nesnel Fotoğraf ve Video İhtiyacı
by M. Deha Boduroğlu
2013 yazında Gezi Parkı direnişinde barışçıl ve yaratıcı bir şekilde
protestolar düzenleyen gruplar, polisin ve diğer güvenlik güçlerinin
doğrudan şiddetine maruz kaldılar. Beyoğlu bölgesinde çok sayıda
hak ihlalinin, bütünüyle barışçıl bir şekilde bir arada bulunan
ve ülke nüfusunun her renk ve kesimini temsil eden yaşlılara,
çocuklara ve yetişkinlere yönelik kasıtlı polis saldırılarının birinci
elden tanığıyım. Polisin aşırı miktarda zehirli CR, CS ve OC gazı[1],
gaz bombası, plastik ve gerçek mermi kullanması, orantısız
güç kullanımının da ötesindeydi. Polis şiddeti ceza hukukunun
belirlediği yasal sınırları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararlarını açık bir şekilde ihlal etmekteydi.
İçişleri Bakanlığı’nın açıklamalarına göre 79 ilde toplam 2,5
milyon kişi bu protestolara katıldı. Polisin tavrının neden olduğu
şiddet atmosferinde 10 kişi öldü, 8163 kişi ciddi biçimde yaralandı
ve yüzbinlerce kişi travmatize oldu. Bunlara ek olarak, binlerce
kişi sosyal medya hesaplarından protestolara destek mesajları
attıkları gerekçesiyle işlerinden çıkarıldı.
Acil durum dolayısıyla 26 avukat arkadaşım ve başka alanlarda
çalışan pek çok arkadaş 1 Umut Derneği’nde bir araya geldik
ve ilk buluşmamızda gönüllü bir hukuki destek kolektifi olarak
çalışmaya başlayarak bir web sitesi üzerinden ilk çağrımızı yaptık.
[2]
98 mağdur bize deneyimlerini, sorularını ve başvurularını iletti.
Onları, uğradıkları fiziksel ve manevi zararlara ilişkin gerekli
doktor raporları, deliller ve izler konusunda bilgilendirdik.
Şiddetin sivil ve bağımsız bir şekilde belgelenmesine ihtiyaç
vardı. Anaakım medyanın sansürlenmesi, güvenlik kameralarının
güvenilmez olması ve diğer nedenlerden dolayı, bütün delilleri
kendimiz belgelemek durumundaydık. Bununla beraber, ülke
Otonom Arşivleme
50
Otonom Arşivleme
51
genelinde örgütlü manipülasyon grupları, devlet destekli medya,
diğer çıkar grupları ve Gülen örgütünün destekçileri photoshopla
oynanmış görüntülerden istifade ederek, Twitter ve Facebook gibi
iletişim kanallarını karartarak ve her türlü lekeleme ve aldatma
taktiklerini kullanarak olayları manipüle ediyordu. Dolayısıyla
nesnel kanıtlara ulaşmak ciddi bir meseleydi.
Videoccupy, Nar Photos ve Çapul TV gibi bağımsız, nesnel grupların
çabaları bizden yasal destek talep eden insanların şikayetleriyle
ilgili yeterli delil sağladı. Bu arşivler sayesinde erişilebilen fotoğraf
ve videolar, durmak bilmeyen şiddet ve hukuksuzluk karşısında
insanların bir umudu ve sığınaydı. Arkadaşlarımızdan sorarak
ve araştırmalar yaparak, arşivleme yapan gruplarla tanıştık ve
onlarla işbirliği yapma konusunda anlaştık. Onlar bize kamera
kayıtlarını vereceklerdi. Bu kayıtları hukuki süreç esnasında delil
olarak kullanmak mümkün olabilecekti.
Başlangıçta çağrımıza yanıt veren 98 kişi e-maillerle
mağduriyetlerini, deneyimlerini anlatıp ellerindeki delilleri
tarafımıza ilettiler. Bunlar arasından 27 kişi bize vekalet verdi
ve bu kişilerin başvurularıyla ilgili hukuki süreci başlattık.
Yaralanmış, saldırıya uğramış, dayak yemiş, terörize edilmiş çok
sayıda insan olmasına karşın, suç duyurusundan nihai mahkeme
kararına kadar pro bono hukuki destek için çok az sayıda insanın
başvuru yaptığını gözlemledik. İstanbul Barosu dahi hukuki
destek için yalnızca 400 kadar başvuru almıştı. Bu, insanların
hukuk sistemine olan güvensizlikleri net bir şekilde gösteriyordu.
İstanbul Barosu Haziran 2013’te “Korkmayın! Haklarınız var! Eğer
saldırıya uğradıysanız, elinizdeki delilleri baroya getirin ve bu
delilleri (fotoğraf, video vs.) kaybetmeyin” diye açıklama yaptı.
Başvuru sayısı, hak ihlallerine maruz kalan kişi sayısının çok
altında kaldığı için insanları teşvik etmeye ve sahip oldukları haklar
kousunda bilgilendirmeye yönelik animasyon filmler hazırlamaya
karar verdik. Anima İstanbul ekibinden arkadaşlarımız bu konuyla
ilgili 7 kısa animasyon film hazırladı. Ancak bu animasyonlar
Otonom Arşivleme
52
Youtube da dahil olmak üzere çeşitli mecralarda yayımlanmasına
rağmen, şikayetçi sayısında artış olmadı.
Şikayetlerden biri, İstanbul’un Asya yakasından Avrupa
yakasındaki evine giderken Taksim Meydanı’ndan İstiklal
Caddesi’ne yönlendirilen 68 yaşındaki bir mağdureden gelmişti.
İstiklal Caddesi’nde TOMA, bu kadının ve etrafındaki diğer
herkesin üzerine zehirli gaz ve su karışımı sıkmıştı. TOMA’dan
sıkılan yüksek tazyikli su doğrudan vücudunu hedef aldığı için,
mağdure yere düşerek sağ el bileğini kırmıştı. Şok geçirirken bir
ambulansla hastaneye nakledilmiş ve burada doktordan rapor
almıştı. Kadının almış olduğu doktor raporlarını ve TOMA’nın
kadına saldırma anına ilişkin video görüntülerini de ekleyerek
savcıya suç duyurusunda bulunduk. Bu olayın sorumluları olan,
TOMA’yı kullanan polis memurlarının gerçek kişiler olarak tespit
edilmesini istedik. Aynı zamanda saldırı emrini veren amirler
hakkında da suç duyurusunda bulunduk. Yasal açıklamaları,
doktor raporları ve video görüntüleriyle savcılık makamına
10 Ekim 2013’te başvurduk. Savcı soruşturma başlattı ancak
soruşturmaya ilişkin bütün yasal formaliteleri yerine getirerek
çok yavaş çalışıyordu.
2013’ün sonlarına doğru, savcı müvekkilimizi ifade vermeye
çağırdı. Söz konusu TOMA’nın numarası da olayın tarihi de gayet
açıktı. Ne var ki, polislerin sorgulanması için savcıya defalarca
talepte bulunmamıza rağmen bir yılı aşkın bir süre geçmesi
gerekti. TOMA’yı süren ve kullanan polis memurları birbiriyle
tamamıyla aynı ifadeleri verdiler. İfadeler arasındaki tek fark,
polislerin isimleriydi. Savcı polisleri sıkıştıracak herhangi bir soru
sormadı. TOMA’lar konusunda dört yılı aşkın tecrübeleri olmasına
rağmen, müvekkilimizi görmediklerini, hiç kimseyi doğrudan
hedef almadıklarını ve yalnızca protestocuları dağıtmak amacıyla
suyu havaya doğru sıktıklarını beyan ettiler. İfadelerinde şüphe
uyandıracak çok sayıda husus olmasına karşın, savcı bu konuların
üzerine gitmedi. Ancak savcı bizim taleplerimiz üzerine İçişleri
Bakanlığı ve polisin kontrolünde olan MOBESE kamera kayıtlarını
Otonom Arşivleme
53
istedi. Emniyet, 7 Kasım 2013’te kameraların protestolar
esnasında protestocular tarafından kırıldığını bildirdi. Bölgedeki
diğer kameralarla ilgili herhangi bir araştırma yapılmadı. Savcı,
yakınlardaki banka, mağaza ve kafelerin kamera görüntülerini
isteyebilir, daha fazla delile ulaşmaya çalışabilirdi. Ayrıca her
TOMA’nın bir HD kamerası bulunmaktadır, ancak savcı polisten
TOMA kamerasının görüntülerini bile istemedi.
Türkiye’de 4483 nolu “Memurların ve Diğer Kamu Görevlilerin
Yargılanması Hakkında Kanun” isimli son derece eski bir kanun
bulunmaktadır. Bu kanuna göre bütün memurların, yahut polis,
memur, vali, müdür vs gibi devlet çalışanlarının dokunulmazlığı
vardır. Bu kanuna göre, bir devlet çalışanı hakkında ister cezai
ister özel hukuka ilişkin herhangi bir şikayet olması durumunda,
savcının suçlanmakta olan devlet çalışanı hakkında soruşturma
başlatabilmesi için bu şahsın amirinden izin alması gerekmektedir.
Çoğu zaman amirler savcılara bu izni vermemektedir. Beklediğimiz
üzere bu bizim durumumuzda da yaşandı. 2 Eylül 2015’te, olaydan
iki yılı aşkın bir süre sonra, İstanbul valisinin kararı elimize
ulaştı. Biz yasal süre dahilinde bu dokunulmazlık kararına idare
mahkemesinde itiraz ettik, ancak idare mahkemesi talebimizi
tek cümleyle reddetti. Artık adaleti aramak için geriye tek bir yol
kalmıştı. Müvekkilimiz adına, bireysel, anayasal haklarıyla ilgili
yaptığı başvuruya binaen, Anayasa Mahkemesi’ne başvurduk. Bu
dava, avukat arkadaşlarla takip etmekte olduğumuz benzer diğer
davalarla birlikte açıkça göstermektedir ki eğer mağdur olarak siz
bir devlet çalışanıyla ilgii bir şikayette bulunuyorsanız, iddianızı
kanıtlayacak görüntülere bizzat sahip olmanız en önemli mesele
gibi görünmektedir. Doktor raporlarının, tanıkların ve diğer
delillerin dahi nesnel bir delil teşkil etmesi ancak bu görüntülerin
kaydedilmesi ve kamuya açık ve aynı zamanda güvenli ortamlarda
yayımlanması ve arşivlenmesi ile mümkündür.
1 - (CS Chlorobenzylidenemalononitrile, OC- Oleoresincapsicum, CR-Dibenz –
Oxazepine )
2 - https://gezihukukuenglish.wordpress.com/
Otonom Arşivleme
54
Otonom Arşivleme
55
HUKUK VE İMAJ (İKİ): nesnel tanık olarak kamera
“yalan söylemez”
Oktay İnce
sequence 01272
sequence 01273
sequence 01274
sequence 01275
İlk metnimizde sorduğumuz soruları biraz daha açarak, hukuk
ve imaj arasındaki etkileşim açısından imaj lehine güçlenen
ilişkinin, bu iki mefhumu karşılıklı olarak nasıl etkilediği, neyi neye
dönüştürdüğü üzerine biraz daha kafa yoracağız.
Günümüzde görüntünün tanıklığı canlı tanığın yerini almıştır.
Artık devlet veya şahıs tarafından işlenen her bir cinayet için canlı
tanık değil, “görüntü var mı” sorusu daha önemli hale gelmiştir.
Yargılama denilen şey kuruldu kurulalı dünyada, ister kilisenin
engizisyonu, isterse şer’i hükümlere göre adalet eyleyen Osmanlı
kadısı olsun, tanıkların doğruyu söylemeleri ve nesnel olmaları
sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak, insanoğlunun çiğ süt emmişliği
ve güvenilmezliği baki kalmıştır. Karakolda doğru söylemiş,
mahkemede şaşmıştır. Genellikle kutsal kitaplara el bastırılarak
sağlanmaya çalışılan, bazen Avrupa örneklerinde görüldüğü
gibi tanıklıkta yalan söylememe ahlâkına dönüşen bu doğruluk
ve nesnellik arayışı kamera görüntüleriyle neredeyse sağlama
alınmıştır artık.
Otonom Arşivleme
56
Otonom Arşivleme
57
“Görüntü yalan söylemez” çünkü olayı kayda alan cansız
makinedir. O imaj, “gerçekliğin izi, kopyası, aynısıdır”. Kameranın
tanıklığı, rüşvet yediğinden, korkudan veya kayırmak istediği
herhangi bir durum dolayısıyla dili her yöne dönen insanoğlundan
daha inandırıcı, daha ikna edici bulunur. Canlı tanığın anlatımları
ancak kameranın testinden, doğrulamasından geçtikten sonra
inandırıcılık vasfını kazanmaktadır artık.
televizyonu kamerası tam olarak cinayete odaklanır ve cinayetin
nasıl işlendiğini çırılçıplak verir, aranan gerçekliğin neredeyse
bütün sorularını yanıtlar. Buna karşılık devletin kontrolündeki
mobese kamerası durumu algıladığı anda yönünü yukarıya doğru
çevirir, atılan gaz bulutu görüntüyü kaplar. Ama her iki kameranın
da kadrajındaki görüntü, gerçeği, doğruyu yansıtmaktadır. Orada
Görüntü aynı zamanda, kendisi adına yargılama yapan mahkeme
kararlarının kamu tarafından denetlenmesine yol açar. Çünkü
imaj, ulaştığı geniş kitleleri ikna edebilir ve hepsini birer canlı
tanık haline getirebilir. Ethem Sarısülük’ün bir polis tarafından
nasıl vurulduğunu görüntülerden izleyen bir kişi ya da Erdoğan’la
oğlu arasında geçen rüşvet paralarını sıfırlama telefonlaşmasını
dinleyen bir kişi, mahkemenin verdiği beraat ve tahliye kararlarını
kendi vicdanında kabul edemez. Mahkeme kararlarının
meşruiyetleri tartışmalı hale gelir.
“Kamera yalan söylemez” tezi, izafidir, tartışmalıdır elbette.
Burada kadrajın içi ve dışı, görüntünün öznelliği, yani kamerayı
tutan elin neye odaklandığı önemlidir. Ama öncelikle görüntünün
montajdaki manipülasyonunu tartışma dışı bırakmamız gerekiyor.
Eğer, “görüntü ne zaman yalan söyler”in yanıtını bulmak istiyorsak
ya da “görüntü ne zaman doğru söylemez”in, bu konu üzerine
düşünen düşünürlere danışırız. Ulus Baker, görüntünün, gerçek
yalanlar, derin yalanlar ve dahi estetik yalanlar söylediğini ifade
eder ama bütün bu yalanlar montajlanmış, birbirini takip eden,
en az iki sekanslı bir marjinal film haline gelen görüntünün eseri
olarak. Yalan söyleyen imaj değil, bizizdir, imajın bizden ayrı bir
mevcudiyeti vardır. Filistin’den bir fotoğraf karesini Kobani’ye,
Kobani’den bir kareyi Cizre’ye yerleştirebiliriz, inandırıcı da olur
ama bu fotoğrafın yalanı değildir.
Herhangi bir olaya çevrilmiş kameranın kadrajındaki görüntü,
kaydedilen gerçekliğin bir kesitidir, bütünü değildir, eksiktir
ama doğrudur, ne ise odur. Ethem’in vuruluşunda CNN Türk
Otonom Arşivleme
58
bir cinayet işlenmektedir ve aynı zamanda ortalık gaz bulutudur.
Mobese kamerası “o polis o cinayeti işlemedi”dememektedir,
diyemez, sadece tanıklıktan çeker kendini.
Her bir kameranın başka bir açısı vardır, bütünlük ise çoklu
bakış açılarının birleşiminden çıkacaktır. Nitekim o meydanda
aynı anda onlarca küçük olay, durum yaşanmaktadır ve hepsine
bakan başka açıdan birer kamera olduğunu düşünürsek; bir
kamera sadece yan dükkandan panik ve şaşkınlıkla meydana
bakan insanları göstermektedir, canlı tanıkları göstermektedir,
Güvenpark içinde göstericiler polise taş atmaktadır, uzaktan bir
ambulans gelmektedir... Bütün bu kayıtların hepsi doğrudur,
merkez olayla direkt ya da dolaylı bir bağlantısı vardır, o anda o
gerçekliğin sadece bir kesitidir ama gösterdikleri şey doğrudur.
Ambulans gelmekteydi, göstericiler taş atmaktaydı, dükkandaki
insanlar cinayetin nasıl işlendiğine bakmaktaydı, polis koşarak
gelip Ethem’i vurmaktaydı.
DİHA muhabiri o 17 saniyede kamerasını ateş eden polislere değil
Otonom Arşivleme
59
de Tahir Elçi’nin vurulduğu yönde tutsaydı kurşunun nereden
nasıl geldiği bilgisine daha kesin ulaşabilecektik. Açısını Tahir
Elçi’den polislere doğru çeviren kameranın kadrajında görünen
her iki bilgi de doğudur, gerçektir.
Görüntünün kanıt özelliği ile eylemi sonsuzca tekrarlama gücü
aynı andadır. Aksinden Yansı sergisinde, Haziran 2013 Direnişi’nde
Ankara Polis Foto-Film Merkezi tarafından mahkemeye kanıt
olarak sunulmuş olan görüntülerin, aynı zamanda direnişin
gücünü yeniden üreten potansiyelini göstermeye çalıştık. Hem de
haber ya da video eylem kameralarının çoğu zaman duramayacağı
bir açıdan, mobeselerle yukarıdan, polis el kameraları ile
protestocuların aksi tarafından alınmış kayıtlarla.
Bazı olaylar sadece polis tarafından kaydedilmiş olur, halkta
görüntü yoktur. Bu durum, mahkemenin kurulduğu iki düzlemden
birini, halkın vicdan ve kanaatini görüntüden yoksun bırakır. Nihat
Kazanhan cinayetinde olduğu gibi, devlet görüntüyü dosyaya
vermek zorunda kalır, oradan halka yayılır. Ethem Sarısülük
vurulma anını sonsuzca dile getirmesi potansiyeliyle, o dosyayı
asla kapatmaz, unutmaz, unutturmaz, gelecek kuşakların
zihninde taze bırakır.
kontrol aracı olarak kamera, imaj üretiminde artış, cinayetin
yasallaşması
Tanıklığın kameraya geçmesi sokakta, suç mahallinde kamera
sayısının ve imaj üretiminin artmasına yol açar. Devlet olabilecek
her yere mobeseler yerleştirerek gözetleme ve kontrol
mekanizmasını tahminlerin ötesine taşır. Sesin de bir imaj
olduğunu düşünürsek dinlemeyi de buna dahil edebiliriz.
Oysa ki kamera, kimin elindeyse ona hizmet eden, karşısındakini
gözetleyen bir araçtır. Devletin işlediği suçlara maruz kalanlar
da, bunlar vatandaş oluyor, kameranın kontrol ve gözetleme
merceğini devlete çevirir, öyle ki devletin halkı gözetlemek için
Otonom Arşivleme
60
kurduğu sistemler bazen kendisini suç üstü yakalar. İşyerleri ve
kurumların, şahısların kendi kurdukları özel güvenlik kameraları
sistemini de düşündüğümüzde görüntü üretiminin nasıl hayallerin
ötesine geçtiğini tahmin ederiz. Böylece, devletin halkı, halkın
devleti ve yine halkın halkı kayıt altına alırken ürettiği devasa
bir imajlar ambarından söz etmemiz kaçınılmaz hale gelir. Bu
üretimin kamuya servis edilmesi, görünür kılınması mecburiyeti
de bugün youtube, facebook, twitter, vimeo vs olarak karşımızda
durmaktadır.
Bütün bu görüntü izleme alanları, yeni suç alanları, yeni suç
tanımları oluşmasına yol açtı ki bu da başka bir mevzu.
Devlet, 2005’te Şemdinli’de bir cep telefonuna suç üstü yakalandı.
2007’de devletin son gayri resmi faşist tetikçisi, Hrant’ın katilini
mobese kameralarından gördük. 2013 Haziran Direnişi’nde
Ethem’in ve Ali İsmail’in katilleri yine kameralara yakalanıp
yargılanmak durumunda kaldıktan sonra devlet, kirli savaşları,
cinayetleri, bu görüntüleme ağları dolayısıyla artık örtülemez,
kendi katillerini kamudan gizleyemez ve yargılamadan kaçıramaz
hale geldiğinde, cinayet işleme tekelini sivil-kontralardan kendi
tekeline aldı ve silahlı güçlerin öldürme yetkisindeki bütün
sınırları kaldırdı. Artık cinayetlerini kameraların önünde naklen,
yasal olarak işlemeye başladılar. Devlet artık cinayetini işlerken
90’lı yıllardaki gibi “meçhul fail” kalmak zorunda değil. O zamanın
kontra-sivil cinayet çeteleri bugün artık resmi elbise giydirilmiş,
Cizre’de, Sur’da apartman bodrumlarında yaralı gençleri topluca
yakarken duvarlara, “aşk bodrumda yaşanır güzelim” türünden
Otonom Arşivleme
61
yazılarla, parçalanmış cesetlerin üzerinde hatıra fotoğrafı
çektirmekte. Terörle mücadele yasalarıyla getirilen sınırsız
öldürme yetkisi ve yargılanmama garantisiyle, 90’ların”öldür
ama gizle”sinden, 2016’nın “poz vere vere öldür”üne gelinmiştir.
“Naklen cinayet” döneminde, “faili meçhul” cinayetler
döneminden daha fazla insan katledilmektedir. İmaj üretimindeki
çoğalma, kendi yansısını ölüm üretimindeki çoğalmada bulur.
Berkin Elvan’ı vuran polisler, panzerlerdeki video kayıtları
üzerinden, Jandarma Kriminal Laboratuvarı’nda teşhis noktasına
gelindi haberleri yayıldı. Kriminal laboratuvarda görüntü,
otopsideki çıplak beden muamelesine tabi tutulur. Kesilip
biçilmekte, grenlerine kadar büyütülmekte, ayrıntılarına girilip
incelenmekte, renkler açılıp hatlar belirginleştirilerek operasyona
tabi tutulmakta, içerdiği suç bilgisi tele-mikroskopla çekilip
alınmaktadır. Polisler içinde aday katil sayısı her bilgi kırıntısında
bir polise doğru daraltılırken, zaman da Berkin’in vurulduğu
birkaç saniyeye doğru daraltılmaktadır. İkisinin çakıştığı noktada
katilin yüzü belirecektir. Tıpkı Ethem’in vuruluşundaki, silahın
yere yatay olduğu 01272-73-74 ve 75. kareler gibi.
Kirpilerin ve tankların içine yerleştirilen kameralarla devlet
kendi cinayetlerini de kaydeder. Cinayet artık suç olmaktan
çıkarıldığından, bu görüntüler, vurulma anları, parçalanmış ya da
çırılçıplak cesetler, zaten akbabaya dönüştürülmüş olan kamunun
“leş” görme ihtiyacını karşılamak, devletin gücünü göstermek
üzere servis edilir.
katili sorgulayamadılar bile; elektrik kesildi, yayın kesildi, kamera
önünde ifadesi alınırken poz verdiği odada arkasında suflör
vardı, kendisi belki de dublördü. Darbeci katil Kenan Evren’in
ifadesi yataktan görüntülü olarak alındı ve Cemil Kırbayır’ın Berfo
anasının gözlerine bakmaktan, yüzüne tükürülmekten böylece
kurtarıldı.
Eğer devlet tarafından derdest edilmekten muaf bir yerde, misal
yurt dışında değilse, uzaktan görüntü sistemi üzerinden ifade
vererek katlettiği, işkence yaptığı, tecavüz ettiği mağdurların ve
dahi yakınlarının gözlerine bakma utancını yaşamadan yargılanma
şansına sadece devletin korumasında işlenen suçların nail
olabileceğini, normal vatandaşın bu haktan mahrum kalacağını
tahmin etmek zor değil. İşte Hrant Dink’in can güvenliği sorunu
olduğunun bilinmesine rağmen yüz yüze, açık duruşmalarda,
mahkeme salonlarında, ırkçı linç güruhlarının eline teslim
edilmesinin nedeni budur.
Yasalarca mı konulmuş bilmiyoruz ama mahkemelerde genel
olarak ses ve görüntü kaydına izin verilmez, yargılama kamuya
açık yapılıyor olmasına rağmen, mahkeme “off the record”tur.
Mahkemede görüntü ve ses kaydına izin vermezler çünkü
tıpkı tanıklıkta olduğu gibi aslında adalet dağıtmadıklarını,
devleti yönetenleri koruma ve kollama oyununda aldıkları rolü
mahkemede kayıt yasağı, ‘adalet oyunu’ndan ‘tele- dizisi’ne
duruşma salonu
Bu naklen cinayeti naklen yargılama takip eder. Ethem’in katili,
ilk duruşmaya perukla katılıp adına cinayet işlediği devleti
madara edince ve onun şahsında devletin yüzüne tükürülünce,
duruşmadan vareste tutuldu ve ifadesi Urfa olduğu varsayılan
bir kentte skype üzerinden naklen alındı. Savunma avukatları
Otonom Arşivleme
62
Otonom Arşivleme
63
ezberledikleri, oynadıkları, işkencecilerine beraat kararları
dağıttıkları ortaya çıkabilir. Duruşmalarda nasıl uyukladıkları
kayıtlarda halk tarafından izlenebilir, o üzeri kalabalık cüppelerinin
etkisi kırılabilir.
Bundan bir on yıl öncesine kadar, kayıt yasağı altındaki duruşma
salonu bir tiyatro sahnesine dönüşür, bu sahnede canlı performansa
dayalı bir adalet oyunu sürer giderdi. Artık öyle değil, sinema sanatı
tiyatronun pabucunu dama atalı çok oldu ama, nihayet duruşma
salonunda da sinema tiyatroya galebe çaldı. Artık mahkeme
salonlarında çifter çifter plazma ekranlarda, bizzat izleyiciler için
hazırlanmış koltuklardan duruşmayı film gibi izliyoruz. Tiyatro ve
sinema, her iki seçenek birlikte. Mahkeme heyeti hem karşınızdaki
ekranda hem de kürsüde. Seyirci koltuğunda kendinizi ekrandan
görebilirsiniz. Avukatlar, elde ettikleri görüntüler üzerinde olaya
‘yakın plan’ dan yaklaşıp, analizini yapıyorlar, sanık veya iddia
makamı ekran üzerinden savlarını ileri sürüyorlar. Avukatlar
artık formatlarından çözünürlüklerine kadar bir imaj bilgisiyle
donanmak zorundalar çünkü sadece anlatmak yetmez, göstermek
zorundalar. Görüntünün içerdiği suç veya masumiyet bilgisini en
ince ayrıntısına kadar okuyabilecek bir donanıma sahip olmak
zorundalar, buna heyet ve savcı da dahil elbette.
Televizyonlardaki canlı yayınlarda olduğu gibi resim seçiciler,
mahkeme ekranından neyin görüneceğine karar veriyor, izlemekte
olduğumuz adalet “serial”ının bilmem kaçıncı “section”ını anında
montajlayanlar olarak iş başındalar. Bu ekrandan, polis fotofilm merkezleri tarafından mobese değil elle yapılmış kayıtların
kurgulanmış, manipüle edilmiş halleri olan polifilmler de
izleyicilere sunuluyor.
gıyaben enselenme, “yüzünü kameraya göster” ya da gözaltında
selfie.
Devlet kendi suçlarını gözetleme/dinleme sistemleri dolayısıyla
artık gizleyemediği için bu suçları suç olmaktan çıkarıp katillerine
Otonom Arşivleme
64
yargılanamaz, izne tabidir payesi verebiliyor ama halkın kendileri
için böyle bir yasa çıkarma gücü yok elbette. Sık sık televizyon
haberlerinde bir kuyumcudan bilezik aşıran kent yoksullarının
görüntülerini izleriz, mahkeme dosyalarındandır o görüntüler. Ve
dahi devlet bu görüntüleri hem bizi yıllarca içerde tutacak kanıtlar
olarak kullanmakta hem de sokaklarda mobese kameralarından
adım adım takip edip son girdiğimiz delikte tepemize binmektedir,
yani enselemektedir.
Kameralardan uzak olan kenar mahallerde çalmaya değecek
bir şey olmadığı, merkezin ise bütün sokakları kameralar ile
dolu olduğuna göre, kameralar önünde suç işlemek için yeni
taktiklere ihtiyaç olur. Bunun bir göstergesi planlı suçun, suç
her zaman tırnak içinde, işlenme zamanının erkene alınmasıdır.
Sokakların tenha değil, en kalabalık olduğu saatlerde işe çıkmak,
kalabalık içinde görünmez olmak, muhtemel benzerliklerle hedef
şaşırtmak, böylece teşhisi zorlaştırmak. Önemli bir araç ise suç
işleme mahallerinde maske takmak, yüzü maskelemektir.
Politik eylemlerdeki maske kullanımı ile ilgili devletin özel bir yasa
çıkarması, maske takan herkesin teröristten sayılarak icabında
olduğu yerde mıhlanacağı tehdidini savurması, yüzümüzü illa ki
görmek istemesindeki ısrarı bu bağlam içinde anlaşılabilir. Hem de
bunu kadınları çarşafa sokup yüzlerini peçeleme merakında olan
bir yönetim yapıyor. Polisiye fişleme teknolojisinin yüz tanımadan
tutun, neredeyse aldığımız değilse bile, verdiğimiz nefesten bizi
teşhis etme noktasına geldiğini düşünürsek, sokaktaki açık politik
eylemin, yüzünü sakınmaktan çok, bir yargılanamazlık durumu
inşa etmesi, devletin kendi katillerine yasayla sağladığı ayrıcalığın
fiilen protestocularca ele geçirilmesiyle mümkün olabilir ancak.
Bu ise suçun kitlesel işlenmesiyle mümkündür. Soyguna uygunluk
için gerekli olan “kalabalık”, politik eylemde kitlesellik halini
alır. Soyguna uygun olan zaman, artık nasıl gece tenha saatler
değil prime-time ise, politik eyleme uygun olan saatler de mesai
bitiminden bir sonraki saat, rush hour olur.
Bunun için en uygun örnek sanırım 2013 Haziran Direnişi. Gerek
Otonom Arşivleme
65
devlet gerekse protestocular tarafından Türkiye tarihinin en fazla
görüntülenen eylemi dememizde bir sakınca yok. On binlerce
insanın en azından taş attığı, maske taktığı, sağa sola suç sayılan
bir şeyler yazdığı, devleti yönetenlere küfürler ettiği, hepsi
ama hepsi kameralarda kayıtlı, hem de devletin kendi elindeki
kayıtlarda. Devlet kendine iş edinse on binlerce suçluyu teşhis
edip dava dosyası hazırlayabilirdi ama yapmadı. Yargılamalar,
protestocu grupların önde gelenleriyle, sembolik düzeyde kaldı.
Çünkü bir suç kitlelerce işlendiğinde fiilen suç olmaktan çıkar,
devrim de öyle.
Hukuki sonuçları açısından protestocunun video eylem
kamerasına karşı tutumu ikirciklidir, güven ilişkisine dayalıdır,
durumdan duruma değişir. Hukuki sonucu tutuklanma ihtimali
olan bir protestoda, her türlü görüntü kaydı suçu sabitleyip kanıta
dönüştürdüğü için risklidir. Ama sadece protestocunun, oradan
geçen üç beş kişinin ve gözaltı yapan polislerin gördüğü bir eylem
de, kendi propagandasını yapamadığı, kamuya duyulmadığı için
amacına ulaşmış sayılmaz. Protestocu bazen ikisinden birini
seçmek zorunda kalır, “yeter ki eylemim duyulsun, görülsün,
varsın beni tutuklasınlar” tercihinde bulunabilir. Bu tercih,
hiç kimsenin haberdar edilmediği bazı eylemlere video eylem
kamerasının davet edilmesine yol açar. Aslında bir noktada,
kamera da suçun bir parçası haline getirilerek. Ya da yanlarına
kamera alarak kendi suçlarını kayıt altına alırlar.
Fotoğrafta, gözaltında selfie yapan öğrenciler, Ankara Üniversitesi
Cebeci Kampusu’nda kapıda polis kontrolünü kabul etmedikleri
için alındılar. Yasal olarak resmi gözaltı olmadan cep telefonlarına
dokunulamayacağı için polis aracında, hatta götürüldükleri
karakolda da selfie yapmaları, yakınlarını aramalarında bir engel
yok. Selfie ile hem dışarıdaki arkadaşlarına, “iyiyiz merak etmeyin”
hem de “bize vız gelir” mesajı iletmiş oluyorlar. Dışarıdaki gözaltı
korkusunu kırmada işlevsel gibi duran bu resim, Türkiye’nin
Kürt bölgelerindeki fiili gözaltı hukukuyla karşılaştırıldığında,
oradakilerin içini burkacak bir farklılığa da tekabül ediyor.
gözaltında selfie
Artık görüntülenmenin neredeyse kaçınılmaz olduğu günümüzde
ise, protestocu için görüntülenme fobisi görüntülenme hobisine,
arzusuna dönüşmüş durumdadır. Ne kadar çok kamera, o
kadar eylem coşkusu. Kendilerinden başka hiç kimse tarafından
görülmeme ihtimali eylemde isteksizliğe yol açar. Bu kayda alma
hali hatta bazen basını aşar, kaydedenlerin sayısının eylemci
sayısını geçtiği olur, bizzat eylemci kendisini görüntülemektedir,
eylemde selfieden gözaltında selfieye kadar uzar iş..
Otonom Arşivleme
66
Yasa dışına çıkmış kitlesel eylemlerde devlet elindeki kayıtları
nasıl bir işlemden geçirir? Öncelikle kişilerin imajlarının potansiyel
suçlu olarak dosyalanması, fişlenmesiyle elbette. Haziran
Direnişi’nde bu, eyleme kerhen yani sürekli değil, kitlesel kabarma
döneminde katılan, kabarma bittiğinde evine çekilecek olan
insanlar ile, direnişi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan örgütlü
insanlar, imajlar üzerinden ayrıştırılır muhtemelen. Örgütlü
insanlar içinde de eylemlerin sözcüsü veyahut çatışmaların
tetikleyicisi, yönlendiricisi olduğunu düşündüğü insanlara yönelir.
Otonom Arşivleme
67
Devlet, suçu herkes işlediği için, görüntüler içinde didik didik “suç
işleyen kim” diye araştırma yapmaz. Ancak sembolik yargılama
yapar. Sembolik yargılamaya tabi tutmak istedikleri, muhtemelen
daha önce fişlenmiş kişilerdir. Bu kişiler görüntüler içerisinde
kırmızı daire içine alınarak işaretlenmekte, dava dosyalarına, taş
ve slogan atarken, barikat kurarken, maskeliyken, değilken gibi
görüntüleri kanıt olarak konmaktadır. Bu kişiler zaten genellikle
direnişte ön saflarda durduklarından, polis kayıtlarında göze sık
çarparlar.
ağlama duvarı olarak kamera
Görüntülenerek enselenme ihtimali politik eylemin biçimine de
etki eder elbette. Eylemlerde taş, molotof kullanımını azaltır veya
kameraların görmediği kör noktalara doğru kaçılır veya kameralar
kırılır. Ya da artık hiçbir mobese kameraya sığmayacak kadar
kitlesel olunur ki, suç, suç olmaktan fiilen çıkar.
Lakin görüntülenme ihtimalinin eylemleri pasifize edici bir etki
yarattığını söylememiz gerekir ki, şimdilerde en yaygın eylem
biçimi olan “basın açıklaması” sokaktan geçenlere değil, zaten
kameraya dönük, kayıt talep edilen bir eylem biçimidir ve çoğu
zaman devlet tarafından müdahaleye uğramaz. Devlet tam
tersine bu kameraya seslenilen eylem biçimini, içerdiği söz
kendi sınırlarını ihlal etmediği sürece destekler, bu açıklamaların
yapılabilmesi için kentlerde, miting alanları haricinde merkezi
noktalara müsamaha gösterir. İstanbul’da Galatasaray Lisesi önü
ve Ankara’da Yüksel Caddesi bu işlevleri görür.
Kameranın bol, riskin asgari olduğu bu noktalarda basın
açıklamasına katılmak günlük, rutin bir eylem mesaisine dönüşür.
Açıklamalardaki ve katılımcılardaki ruh hali, duygulanım olarak,
hakkında açıklama yapılan olayla doğrudan etkileşimini yitirir. Ha
Cizre bodrumlarında yakılanlar için olmuş ha işten uzaklaştırılan
akademisyenler olmuş, aynı ses tonu ile bir açıklama okunacak,
olay için üretilmiş bir sloganı her zaman atılan sloganlar
izleyecek, mesai bitecek, herkes evine dönecektir. Öfkeyi emen,
ehlileştiren bu tarz, devlete en az hukuki sorun çıkaran bir yöntem
olarak, açıklamalarda en radikal şeyleri söyleseniz bile devletin
müsamahasına maruz kalır.
Görüntülenme arzusu, basın açıklaması gibi görece pasif eylem
biçimlerine doğru eğilimi arttırırken, görüntülenme kaçınılmazlığı,
görüntülenmek istemeyen eylemcileri daha radikal tutumlara
doğru iter. Kentlerde gözetlemeden arındırılmış, kurtarılmış kör
bölgeler oluşturmak. Belki İstanbul Gazi Mahallesi ve Okmeydanı,
devletin gözünden ırak bölgelere örnek verilebilir. Ankara’da
Tuzluçayır, buna aday olabilir. Hendeklerin arkasındaki Kürdistan
ise sadece devletin gözetiminden değil her türlü denetiminden
çıkmaya aday bölge dersek yalan olmaz.
belgeselci görüntüye yalan söyletir mi?
Kendi belgeseline arşiv görüntüsü edinmek dışında, belgesel
sinemacı görüntü ile hukuk arasındaki bu alaverenin neresinde
tekrar devreye girer? Elbette cinayet mahallinde, kaydedilen kanıt
görüntünün analizini yapan resmi bilir kişi olarak. Ethem Sarısülük
dosyasında belgeselci bilirkişi Prof. Dr. Klaus Stanjek, “Konrad
Wolf” Televizyon ve Film Yüksekokulu Belgesel Yönetmenliği
Profesörü’dür.
Yazdığı rapor şöyle başlıyor;
“01.06.2013 tarihinde Ankara’da Kızılay Meydanında çıkan
olaylar ve gösterici Ethem Sarısülük’ün ölümüyle ilgili olarak
bana çok sayıda video kaydı (kısmen orijinal ses kaydıyla birlikte)
Otonom Arşivleme
68
Otonom Arşivleme
69
verildi ve şu sorular soruldu:
a)
Polislerle göstericiler arasında çıkan çatışma tek başına
bu video kayıtlarından anlaşılabiliyor mu?
b)
Polisin silahını ateşlemesi ile adı geçen göstericinin yere
yığılması (ölmesi) arasındaki bağlantılar görülebiliyor mu?
Aynı saatteki aynı durumlara ait beş değişik kamera kaydı
(kısmen sesli), incelemem ve bir değerlendirmede bulunmam
için bana verildi. Bu beş kayıt beş farklı kamerayla (kısmen
mikrofonlu) farklı yerlerden (veya perspektiflerden) yapılmıştır.
Bu kayıtlar aşağıda belirtilmiştir.
1.
Güvenlik kamerası 1 “YKM AVM” (1.6.13 / saat 17.30 17.35)
2.
Güvenlik kamerası 2 “ANK 281 HRK” (1.6.13 / saat 17:28 17:35)
3.
Güvenlik kamerası 3 “KI-484” (1.6.13 / saat 17:29 - 17:36)
4.
Bir TV kamerasına (CNN TÜRK) ait kayıtlar (“Sarisülük.
mov” dosyası)
5.
Bir TV kamerasına (Kanal D) ait kayıtlar (“KIZILAY
PROTESTO 2 01.06.2013.mpg” dosyası Polis Miting Ham)
Bu çok parçalı materyal, olayların ayrıntılı bir şekilde yeniden
canlandırılması ve/veya değerlendirilmesi için nispeten iyi bir
başlangıç noktası sunuyor.”
Bir belgeselci tarafından görüntü kayıtları üzerinden hazırlanan
bu bilirkişi raporu, Ethem Sarısülük dava savunmasının
temel zeminini oluşturmuştur. Mekân ve zaman çakışmaları,
yavaşlatılmış, zaman zaman fotoğraf olarak dondurulmuş
görüntüler üzerinden, olayın ne zaman, nasıl gerçekleştiği
üzerine, her kamera için ayrı ayrı olmak üzere ayrıntılı bir rapor
hazırlanmıştır. Belgeselcinin görüntü ve montaj bilgisinin hukuki
bilgiye dönüşme hali, aynı zamanda görüntülerin ham kayıt olup
olmadıkları, üzerinde montaj, manipülasyon yapılıp yapılmadığı,
kamera açıları ve perspektif farklılıklarının etkileri gibi sorulara
da yanıt veriyor elbette.
Sinemada saniyede ardı ardına 24 kare, hareketli görüntüyü
Otonom Arşivleme
70
oluşturuyor. Dr. Klaus Stanjek, Ethem’in katili olan polisin iki el
havaya ateş ettikten sonra, o 24 kareden sadece birinde, tek
bir karede silahın göstericilere dönük yatay bir pozisyon aldığını
yakalar, üç kare sonra da Ethem vurulur düşer. Göstericiler
tarafından atılmış hiç bir taşın polise isabet etmediğini tespit
eder ve devletin savunduğu “nefsi müdafaa” iddiasını görüntüler
üzerinde çürütür.
Başlangıçta sözünü ettiğimiz “görüntü yalan söyler mi” sorusu,
ilk olarak haberciler tarafından sorulmuş olsa da, yalnızca
doğruyu söyleyen tanık olarak hukuk süreci ve gerçeği kendine
efendi ilan etmiş belgesel film açısından da en kritik sorulardan
birisi. Bir belgesel film görüntüye yalan söyletir mi? Bu soruya,
ilk ikisinin kaydedilmiş haliyle ham görüntü, belgesel filmin ise
montajlanmış görüntüler dizisi olarak yanıt arayacağını göz
önünde bulundurmalı elbette. Bugünün belgesel trendi olan
kurmaca ile iç içe geçmiş, senaryolu, oyunculu belgesel film
yapıcılığını da bu soru etrafında gözden geçirmek uygun olur.
Konuya dönersek, aynı zamanda, polis “olay yeri inceleme” ve
“görüntü inceleme “ tutanakları da bu video görüntülerin fotoğrafa
dönüştürülmüş hallerinden hazırlanmıştır. Katil Ahmet Şahbaz’ı
en az ceza ile kurtaracak biçimdeki yorumlar, polis tutanaklarında
fotoğraflar üzerinde yapılmış, krokiler yine bu foto grafik zemin
üzerine yerleştirilmiştir. Başka bir tanıklık aracı ise polislerin
telsiz kayıtlarının ses çözümü ve dökümüdür. Ancak tamamıyla
montajlanarak gönderilen bu kayıtlar, Ethem’in vurulma anına
ilişkin görüşmeleri içermemektedir. Yine emniyet tarafından
gönderilen mobese kayıtları ham görüntülerden oluşurken, elle
yapılan kayıtlar montajlanmış, gün içinde Ethem Sarısülük’e ait
taş atma görüntüleriyle doldurulmuş, “vurulduysa hak etmiştir”
imajı verilmeye çalışılmıştır.
vakanın görsel psiko-analizi
Hukuk, her zaman suçun psikolojik ortamını araştırır, kişinin o anki
ruh halini bilmek ister, bunları cezalandırmada indirim yaparken
Otonom Arşivleme
71
göz önünde bulundurur. Burada meselemiz, görüntünün bu
psikolojik analize nasıl bir zemin oluşturduğudur. Ethem’in avukatı
Kazım Bayraktar, yukarıda belgesel bilirkişisi tarafından analiz
edilen görüntüleri, Türk Psikiyatri Derneği’ne göndererek, katilin
ve suç ortamının saldırganlık ve korunma duygusu açısından
psiko-analizinin yapılması için başvuruda bulunur. Görüntüler
üzerinde yapılan analiz,
bunu yayımlayan polisler hakkında sözüm ona soruşturma açtı.
“Ferbunde zone, zone intertit” tabelasına her yerde rastlarız,
“askeri bölge kayıt alınamaz”. Herkesi ve her şeyi kayıt altına
almaya çalışan devlet, kayıt edilmekten hoşlanmaz. Kayıt ettiğin
anda soluğu kodeste alabilirsin.
demekle, katilin bir nefis müdafaası sırasında duyması gereken
korku, şaşkınlık, geri çekilme gibi duygulanım halleri görülmediği,
tam tersine savunma halinin göstericilerde gözlendiğini ifade
ederek davaya etkide bulunur ve hukuki sürecin bir parçasına
dönüşür.
Burada görüntü, suçun görüntüsü değil, suçun kaynağı ilan
edilir. Tanık değil sanıktır artık. Çıplak gözle bakmanın yasak
olmadığı, bu da bir tür zihinsel kayıt olduğuna göre, bir noktada
görüntünün kaydedilmesi neyi neyle tehdit eder? İmaj, her şeyi,
her yerde, herkese yeniden gösterebilir. Tehdit olarak algılanması
bu gücünden dolayıdır. Bir ölü bedene yapılan işkence her zaman,
her yerde, herkese gösterilebilir ve bunu yapanlara sonsuzca
lanet okunabilir.
Seyr -i Sokak video eylem kolektifinden arkadaşımız Gözde,
yukarıda selfie çeken öğrencilerin maruz kaldığı polis şiddetini
cep telefonuyla görüntülerken bir sivil polisin, “benim fotoğrafımı
çekip teşhir ediyor” şikayetiyle gözaltına alındı. Cep telefonuna
suç aleti olarak savcılıkça el konuldu ve hakkında dava açıldı.
Suçlama ise cep telefonunun içindeki imajlar ve belki de nerelerle
paylaşıldığı üzerine bina edilecek. Burada mesele, devletin bir eli
bizim maskemizi yüzümüzden aşağı çekerken diğer elinin, onun
maskesini düşürecek olan kameralarımızın objektifini kapatması.
Yargılamada suç ortamının psiko-analizi eskiden, ya sanığın
deli veya sarhoşluk raporuna ya da canlı tanık anlatımlarına
dayanırken, şimdi tam da imajlar üzerinden, defalarca dönüp
yeniden izlenerek mümkün hale gelmiş görünüyor. Bu noktada
duygulanımların en güçlü iletkeninin imajlar olduğunu ifade eden
Ulus Baker’i anmadan geçmeyelim.
Görüntü, suçun görüntüsü üzerinden suçu tekrar üretebilir mi?
Fiilen gerçek hayatta işlenmiş bir suçun, görüntü düzleminde
kendini yeniden üretip üretemeyeceği ya da neye benzeyeceği
sorusu. Haziran Direnişi’nde Cum baba için duvarlara yazılanlar
suç sayılmış ve yakayı ele verenler Cum babaya hakaretten
yargılanmışlardır.
suçun görüntüsünden görüntünün suçuna
Ama polis tarafından mahkemeye gönderilen kanıt fotoğraflar,
o suçu işlemeye, taşımaya devam etmektedir. Bu fotoğraflar,
Aksinden Yansı gibi bir sergide kamuya açıldığında, suç, hem
hukuki hem de estetik düzlemde yeniden üretilmiş olacak
mıdır? Bu soruları Aksinden Yansı II sergisinde tekrar sormayı
“Olayların gelişim süresi kısa olmakla birlikte tüm bunlar
savunma/korunma niyeti ile açıklanamayacak, objektif olarak
saldırganlık tanımına uyan davranışlardır. Silahın kullanılması
amacıyla çalışır hale getirilm sırasında da sanık Ahmet Şahbaz
uzaklaşma çabasında değildir. Sanık Ahmet Şahbaz’ın beden
hareketleri, “beden dili” bakımından incelendiğinde de panik
ve korku durumlarında gözlenen beden hareketlerinden çok
saldırganlık durumlarında gözlenen beden hareketlerine uyduğu
görülmektedir”
Son olarak “suçun görüntüsünden, görüntünün suçuna”
bağlayarak bitirelim. Şırnak’ta devlet, Hacı Lokman Birlik’in
ölü bedenini panzerin arkasında süreklerken videoya alan ve
Otonom Arşivleme
72
Otonom Arşivleme
73
deneyeceğiz.
Şimdi imajın bir suçu , sanat olayı olarak dolaylı değil, doğrudan
yeniden üretmesi hangi koşullarda mümkündür? Bu sorunun
yanıtı suçun hangi araçla işlendiğine ve imaj ya da sesin neyi
tekrarladığına bağlı. Suç, ses, görüntü ve yazı dışında bir araçla
fiili olarak işlenmişse bu suçun imajı, suçu yeniden üretmez.
Haziran Direnişi’nde yakılmış olan belediye otobüsünün imajı,
suçu yeniden üreten değil, gösteren, onun kanıtı olarak oradadır.
Görüntü, taş ya da molotof atamaz, cam kıramaz.
Ancak köken suçun aracı, ses, örneğin bir slogan, veya yazı ise,
imaj bunları tekrarlayabildiğinden, yani seslenebildiğinden ve
yazıyı gösterebildiğinden suçu yeniden üretebilir. Bu metinde
“suç” sözcüğü hep tırnak içindedir, yeniden hatırlatıyoruz.
Köken suçta “hırsız katil Erdoğan” diyen bir ses, kayıtlarda her
tekrarlanışında bu suçu yeniden işler, duvardaki “o.ç bilmem kim”
yazısı, kayıtlarda her görüldüğünde aynı suçu yeniden işler. Bu
durumu, suçun kanıtı olmanın ötesinde, görüntünün suç işleme
gücü olarak görmek uygun olur.
Otonom Arşivleme
74
Otonom Arşivleme
75
BÖLÜM 2
ARŞİV ATEŞİ
Otonom Arşivleme
76
Otonom Arşivleme
77
Arşiv Üzerine On Tez
Shaina Anand
1.
Arşivi Beklemeyin.
2.
Arşivler büründükleri özel Formlara indirgenemezler.
3.
Arşivlemenin Yönü İçeri değil, Dışarı doğru olmalıdır.
4.
Arşiv bir Telafi Sahnesi değildir.
5.
Arşiv yalnızca Geride Kalanlar ile değil, Yedekler ile de
ilgilenir.
6.
Tarihçiler Arşivi yorumlamakla kaldılar. Halbuki Mesele
onu Hissetmektir.
7.
İmge yalnızca Görünür olandan, Metin de yalnızca
Söylenebilir olandan ibaret değildir.
8.
Serginin Geçmişi Arşivin Geleceğini Tehlikeye Atar.
9.
Arşivler Fikri Mülkiyet Kanunundan ziyade, Fikri Uygunluk
Kanunlarına tabidir.
10.
Zaman Arşivin Dışında değildir, içindedir. [1]
1.
Arşivi Beklemeyin
Arşivi beklememek çoğu zaman dünyanın birçok yerinde
arşivlerin ya da düzenli koleksiyonların bulunmayışına verilen
pratik bir yanıttır. Aynı zamanda ya “devlet arşivini beklersin” ya
da “arşivlenmeyi beklersin” seçeneklerinin sağlıklı olmadığını
ifade eder.
Bu, her koleksiyonun ya da toplamanın arşiv olarak isimlendirileceği
ya da sanatın belleğe ilişkin bütün uygulamalarının tekrar arşiv
kalıbına sokulacağı anlamına gelmez. Daha ziyade arşivin farklı
şekillerde konuşlandırılabileceğini ifade eder: ortak bir merak,
yerel bir siyaset ya da epistemolojik bir macera olarak. Arşivleme
dürtüsünün örneğin ittifaklar yaratma imkânı olarak yeniden
biçimlendirilebileceği yerlerde: metin ile imge arasında; büyük
ve küçük kurumlar arasında; yönetmenler, fotoğrafçılar, yazarlar
ile bilgisayarlar arasında; çevirim içi ve çevirim dışı uygulamalar
arasında; geriye kalanlar ve yedekte tutulanlar arasında; zaman
ile zamansız olan arasında. Bunlar yok olmaya ve kaybetmeye
Otonom Arşivleme
78
Otonom Arşivleme
79
ama aynı zamanda da küresel çapta ve acil bir sorun olarak
arşivlerin kapatılması, özelleştirilmesi ve tematikleştirilmesine
karşı kurulmuş olan ittifaklardır.
tikelliğini ya da spesifikliğini olumlaması olarak tanımlamıştı. Bu
şekilde, mutlu olmanın anlamına ilişkin kavramsal imkânı genel
bir mutluluk formu altına koymayı reddediyordu.
Ortaya çıkan arşiv ortak ölçüm ve değer terimlerine sahip
olmayabilir. Arşiv çatışmalar barındıracak yahut açığa çıkaracak,
mülkiyet ve yazarlıkla ilişkili krizleri derinleştirecektir. Hem içerik
hem biçim bakımından, radikal bir şekilde eksik kalacaktır. Ancak
arşiv yine de ilgili bir gözlemcinin kullanabileceği bir şey olacaktır:
cümlelerin kurduğu köprüleri, imgelerin yarattığı sıçramaları ve
teknolojinin tabiatından ileri gelen dağıtım imkânını kullanacaktır.
Biz de arşiv kavramını bilinen arşiv formlarının altına
koyduğumuzda, mevcut arşiv formları kavramın kendisini
kaplamaya başlar ve biz de arşiv ateşinden ya da arşiv
yorgunluğundan muzdarip oluruz. Günümüz arşivleme girişimleri
arşivin virtüel olarak taşıdığı potansiyeli gerçekleştirmeye
çalışmakta ve bizi belleğin ve amnezinin yaptığı şantajın ötesinde
arşivin üretici kapasitesini düşünmeye zorlamaktadır.
Arşivi beklememek, zaman nehrine ortadan ve beklenmedik
bir şekilde dalmak demektir, tıpkı kısa bir süre önce dijital
teknolojinin yaptığı gibi.
Kavram üretimi bir provokasyondur, bilinir olanın çağrısına yanıt
vermeyi reddetmektir ve deneyimlerimizi yoğunlaştırmak için
bir fırsattır. Bu sebeple arşiv temsille ilgili olmayıp daha ziyade
yaratıcı bir iştir. Bir şeyin arşiv diye adlandırılması tartışmanın
sonu değil, başlangıcıdır.
2. Arşivler büründükleri özel Formlara indirgenemezler
Arşivleme girişimleri çoğu zaman devletin kamusal belleği tekeli
altına almasına ve bellek üzerinde kurulan bu iktidarın ortaya
çıkardığı siyasi sonuçlara verilen bir tepkidir. Ancak bir arşiv
oluşturma girişimi zorunlu olarak devletin bellek makinesine
takviye yapmaz. Devlet arşivi yalnızca bir arşiv örneğidir, arşivin
başlı başına tanımı olmayıp yalnızca bir arşiv formundan ibarettir.
Özel bir form olarak devlet arşivleri arşiv kavramının bütününü
oluşturmaz. Arşiv oluşturmak, devlet arşivlerini tekrar ya da
taklit etmek değil, yaratıcı bir şekilde bir arşiv kavramı üretmek
demektir.
Arşivler, aktif olarak, bireysel ve toplumsal deneyimlerimize
erişme yollarımız konusunda yeni düşünme biçimleri yaratırlar.
Arşivler basitçe devlet arşivlerinde olmayan şeyleri takviye etmez,
aynı zamanda mevcut şeylerin dengesini bozar.
Nietzsche mutluluğu kişinin yaşamını aktif bir şekilde yaşama
kapasitesi ya da gücü olarak, kişinin zaman içinde bulunduğu anın
Otonom Arşivleme
80
3. Arşivlemenin Yönü İçeri değil, Dışarı doğru olmalıdır
Arşivlemeyi bir şeyleri toplamaya ilişkin içeri dönük bir hareket
olarak görme eğilimindeyizdir: küçük parçaları bulursunuz,
bunları bir araya getirirsiniz ve bunları sakin ve korunaklı bir
mekânda saklarsınız. Bu şekilde arşivlemenin modeli kale ya da
İskenderiye Kütüphanesi’dir. Bu modelde arşivin sınırlarını ya da
sonunu net bir şekilde bilirsiniz: yangın, sel, veri kaybı.
Arşivi başka türlü düşünmek mümkün müdür? Fransız
Sinematek’inin kurucusu Henri Langlois “filmi korumanın en iyi
yolu filmi göstermektir” derken arşivleme felsefesinin tam da
zıddına işaret etmektedir: şeyleri somut olarak kullanmak ya da
tüketmek, tedavüle sokmak ya da tedavülde tutmak ve onları
yoğunlaşmaya değil, dağılmaya dayalı; bellekle değil, imgelemle
çalışan; korumaya değil, yaratıma yönelik bir paylaşım ve dağıtım
sürecine kelimenin tam anlamıyla fırlatmak (Latince: proicere).
[2]
Otonom Arşivleme
81
Günümüz dijital arşivlerinin çoğu, her ne kadar artık tabiatları
itibarıyla değerli ve eşsiz orijinalleri değil, çoğaltılabilir ucuz
kopyalar muhafaza ediyorsa da, hâlâ kale modeline bağlı çalışıyor
gibi görünmektedir. Bu kopyaları Henri Langois’nın (ya da analog
çoğaltımın teknolojik potansiyelini desteklemekle birlikte pratik
siyasal kullanımına eleştirel yaklaşan kuramcı Walter Benjamin’in)
hayal bile edebileceğinin ötesinde çok daha büyük ölçekte ve çok
daha verimli bir şekilde “fırlatmak” mümkündür. Arşivlemek ve
arşivlenmek son derece popüler bir hale gelebilir.
Napster ve The Pirate Bay’in ortaya koyduğu şaşırtıcı derecede
dirençli arşivleme pratiklerini ve bir umut olarak bunların altında
yatan ya da ötesine geçen ve onlardan çok daha fazla yaygınlaşacak
somut ya da hayali arşivleri ele alalım: eğer bir anlığına içinde
yaşadığımız telif hakları çağının dışına çıkıp zaten elimizin altında
olan dijital çoğaltım araçlarını bütün imkânlarıyla kucaklayacak
olursak, yani Benjamin ve Langlois’nın çizdiği hattı doğrudan
takip etmekle kalmayıp arşivi pek de uzak olmayan bir gelecekte
öncelikle bir şeyleri dağıtmaya ilişkin dışarı dönük bir hareket
olarak göreceğimiz bir noktaya taşırsak: hareketli merkezleri ve
yoğun çeperleriyle plansız ağlar yaratmak, asıl kopyaları verip
yerine farklı mekânlarda çok sayıda yedek koymak ve sağlayıcı ve
tüketici arasındaki teknik olarak geçerliliği kalmamış ikiliği somut
olarak terk etmek.
Bu tür bir arşiv modeli, felsefi kavram, virüs ya da parazit olacaktır.
Bu model yine dışarı dönük arşivleme yapmaya ilişkin risk ve
tehlikeleri ihtiyatlı bir şekilde değerlendirme imkânı sunacaktır:
bulaştıramama (dikkat eksikliği), mutasyonun yavaşlaması
(kurumsallaşma), antibiyotiklerin yaygınlaşması (hak yönetimi),
ev sahibinin ölümü (kapitalizmin çöküşü).
4. Arşiv bir Telafi Sahnesi değildir
Arşivlerin arkasındaki siyasi motivasyon ne kadar önemliyse,
arşivlerin bir telafi siyasetiyle ilişkilendirilemeyeceğini teslim
Otonom Arşivleme
82
etmek de önemlidir.
Tarihyazımında ilerici itki olarak düşünülebilecek şeylerin büyük
bir kısmı bir özgürleşme mantığına binaen tarihte yaşananları
telafi etmek arzusuyla şekillenmektedir. Tarihin madun öznesinin
yeniden dirilişi, yazılı tarih ile sözlü tarihin karşılaştırılması ve
arşivin kalıntılarıyla meşgul olmak dönüştürücü bir siyasete yol
açacaktır.
Benjamin’in tarih felsefesi üzerine tezleri bu inisiyatifler için önemli
bir entelektüel referans noktası oluşturmaktadır. Benjamin’e göre,
Ezilenlerin geleneği bize içinde yaşadığımız “acil durum”un [3]
istisna değil, kural olduğunu göstermektedir. Bu bilgiyi gözeten
bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. Bu şekilde gerçek bir acil
durum oluşturmanın bizim görevimiz olduğunu net bir şekilde
anlayacağız.
Benjamin tezindeki telafiye yönelen mesihvari atılımı gizlemez:
Ona göre “mutluluk imgemiz ayrılmaz bir şekilde telafi imgesine
bağlıdır”.[4] Umut bu formülasyonda öncelikle mesihvari bir
şeydir, “Zira zamanın her bir anı Mesih’in giriş yapabileceği bir
boğazdır”.[5] Derrida da “arşiv kavramında bir mesih hayaletinin
iş başında olduğunu ve arşivi, din gibi, tarih gibi, bizzat bilim gibi,
çok tekil bir vaat deneyimine bağladığını” belirtir. [6]
Arşiv inisiyatifleri biliçsizce bu teolojik dürtüyü sürdürmüşlerdir.
Bu inisiyatiflerin mevcut olmayan, kaybolmuş, unutulmuş şeyleri
belgeleme arzuları, çoğu zaman, sıradan ve gündelik olanı yıkan
şeyin şiddet deneyimi olduğunu kabul etmek suretiyle şiddet ve
travma deneyimine ayrıcalık tanıyan bir siyaseti sahneye koyar.
Bu yüzden eğer ezilenlerin tarihlerinin nasıl yazıldığına bakacak
olursanız, hayat daima bir ölüm tehlikesi altında yaşanmıştır
ve yaşam sonsuza dek bir “çıplak hayat” fikri gereğince belli
belirsiz bir varoluşa mahkum edilmiş gibidir. Hayatın bir çıplaklık
durumunun altına konması, deneyimi zamanın ve tarihin
Otonom Arşivleme
83
pençesinden kurtarmaya çalışan sanatsal pratikler gibi bir
yanılgıdan ibarettir.
için kullanılabilecek ve rant sağlamaya yönelik bir birikim olarak
ele almanın bir yoludur.
Eğer arşivsel imgelem kendini bu telafi siyasetinden kurtarmak
istiyorsa, sıradan olanın radikal bir şekilde olumsal olduğu bir
anlayışa imkân tanıması gerekecektir. Devletin o yekpareleştiren
bakışını olduğu kadar telafi mantığını da aşan “hayat formları”yla
meşgul olması gerekecektir. Radikal olumsallık arşivde
sürprizlerin bulunması fikrini ve sıradan olana düşme ihtimalinin
aciliyet iddialarını askıya alacağı fikrini kabul eder.
Arşiv bu anlamda sermaye birikimini sabote eden ve gelecekle,
yani henüz “gerçekleşmemiş” olanla ilgilenen uygulamalara
yakınlık duyar.
5. Arşiv yalnızca Geride Kalanlar ile değil, Yedekler ile de
ilgilenir.
Kapitalist üretim ham maddelerin özünü yalıtıp artanı, geriye
kalanı üreterek ilerler. Eskimeye direnen arşiv ise bu geriye
kalanlarla oluşturulur. Bu çok yaygın bir görüştür. Ancak
günümüzde arşivin rolünü ve sorumluluğunu arayabileceğimiz
başka bir yer daha vardır. Bunun yolu henüz konuşlandırılmamış
olan yedekleri gündemine almaktan geçer. Ve yedekler de tıpkı
arta kalanlar gibi gölgede kalmıştır.
Örneğin gözetleme sistemleri bizi “atık” fikrini yeniden düşünmeye
zorlar. Kapalı devre görüntü sistemlerinden elde edilen
milyonlarca saatlik malzeme basitçe gözetleme makinesinin
artığı değil, bu makineyi kuran birikimin kendisidir. Bunlar olayı
bekleyen kütle olup tehlikeyi üreten de bu kütledir.
Michel Serres gibi bu kütlenin kullanım değeri ve değişim değerini
önceleyen bir “istismar değeri” taşıdığını söyleyebiliriz.[7] Elbette
istismar değeri ve değişim değeri el değiştirebilir. Artık ile yedek
arasındaki çizgi istikrarsız olabilir. Bir anda nükleer cephanelikler
atıl hale gelip çöp olarak satılabilir. Biriken fikirlerimizin son
kullanma tarihi geçer. Ancak yedeklere bakmanın arşiv açısından
stratejik bir önemi vardır. Bu, sermayeyi yalnızca emekten ve ticari
maldan kârın üretilmesi olarak değil, aynı zamanda spekülasyon
Otonom Arşivleme
84
6. Tarihçiler Arşivi yorumlamakla kaldılar. Halbuki Mesele onu
Hissetmektir.
Arşivler geleneksel olarak tarihçiler için bir yaşam alanı olmuştur
ve tarihin bilme kibri arşivlerin tozlarında saklıdır. Ancak son on
yılda yazılım mühendislerinin, sanatçıların, filozofların, medya
uygulayıcılarının, yönetmenlerin ve performans sanatçılarının da
arşive yönelik ilgisinde bir patlama olduğunu görüyoruz.
Tarihçeler buna “bilginin otoritesini” ve “özen”i ön plana çıkaran
bir dile dayanan disipliner savunuya geçerek karşılık verirken
sanatçılar da keyifli bir estetik aşkınlık bölgesine geri çekildiler.
Tarihe “toplumsal olguları”, sanata ise “duyguyu” üretmenin
düştüğü bu bölgenin son derece konforlu bir yanı vardır. Bu
ikisinin bir arada gitmeyeceğine ilişkin iddialar belli bir “güvenlik
keyfi” sunarken arşivin duygusal potansiyelini düşünmek, zaten
bilinen şeylerin ötesinde bilmenin farklı koşulları ve eylem
imkânları olduğunu yadsıyan bu “güvenlik keyfi”ni sekteye
uğratmak anlamına gelir.
Yabancıları dışarıda bırakmak, tarihçilerin bilgi ve deneyimlerinin
otantikliğini kıskanç bir şekilde savunarak disipliner kalelerin
duvarlarına takviye yapmak ya da aktivistlerin ve sanatçıların
kullandığı hasmane dili kullanmak yerine, arşivlere girmeyi hem
bizim hem de arşivin duygulanımlarında bir genişleme olarak
düşünmek nasıl mümkün olabilir? Arşivler bir tehdit değil,
davettir.
Yeni Delhi’deki Cybermohalla adlı medya labaratuvarında çalışan
Otonom Arşivleme
85
bir yazar olan Lakhmi Chand şu soruyu sorar: “Kya kshamta ke
distribution ko disturb karta hair Media?”: Medya “kapasite”nin
ya da “potansiyel”in dağılımını sekteye uğratır mı?
düşüncelere nasıl yaklaşabiliriz? Arşivlerin duygusal potansiyeline
sığınmak, arşivlerin nasıl bazı yeğinliklere hayat verebileceğini
düşünmek demektir.
Arşivin kshamtasını sekteye uğratma yeteneği üzerine düşünmeye
yapılan bu davete zamanla kurulan farklı türde bir ilişki damgasını
vuruyor gibidir. Kapasite fikri bir zaman belirtir: Bu zamanın
geçmişle ya da gelecekle ilintili olması mümkünse de kendisi
ne geçmişte ne de gelecektedir; bu zaman şimdiyi yani tam
bulunduğunuz yeri belirtir.
Brian Massumi duygunun kritik bir şekilde yeğinlikle ilişkili
olduğunu söyler. Etkilenme ve etkilenme potansiyelimizin daima
farkındayızdır ancak bu potansiyel bizim ulaşamayacağımız bir
yerde gibi görünür. Belki de bunun nedeni potansiyelin aktüel
olarak değil, virtüel olarak bulunmasıdır. Massumi’ye göre,
Anna Akhmatova Requiem’de şunları yazar:
O berbat Yezhov terörü döneminde on yedi ayım Leningrad’da
hapishane kuyruklarında geçti. Günün birinde biri beni “tanıdı”.
Sonra arkamda duran soğuktan morarmış ve daha önce adımı
kesinlikle duymamış olan bir kadın o hepimizdeki dalgınlıktan
bir anda silkinip kulağıma şu soruyu fısıldadı (orada herkes
fısıldayarak konuşurdu):
-Bunu tasvir edebilir misin?
Ve ben de,
-Evet.
dedim. O anda kadının bir zamanlar yüzü olan o yerden acılı bir
gülümseme geçti.
1 Nisan 1957 [9]
“Bunu tasvir edebilir misin?” sorusu belirli bir yeteneğe sahip
olmakla veya hatta dilin belirli şartlarda belli şeyleri ifade etme
imkanıyla ilgili bir soru değildi. Bu soru herhangi bir kişinin
“yapabilir misin?” sorusuyla karşılaşabileceği herhangi bir an ya
da durumla ilgili bir soruydu. Onlar da bunu “yapabilirim” ya da
“yapamam” diyerek yanıtlamak zorundadır.
Arşivlerin bizi sevk ettiği potansiyel olanın deneyimlenişiyle ilgili
Otonom Arşivleme
86
Belki de duygu haznemizi genişletmeye ve düşüncemizi esnetmeye
yönelik birtakım kullanışlı, deneysel, stratejik hamleler yaparsak,
her bir adımda potansiyelimizin daha fazlasına erişebilir, daha
fazlasını aktüel olarak erişilebilir kılabiliriz. Potansiyele erişimin
daha fazla olması yaşamı yeğinleştirir. İçinde bulunduğumuz
durumların kölesi değiliz... Herhangi bir anda sahip olduğumuz
özgürlüğün derecesi deneysel “derinliğimizin” ne kadarını bir
adım sonrasına taşıyabildiğimize, ne denli yeğin bir şekilde
yaşayıp hareket ettiğimize karşılık gelir.[10]
Arşiv uygulamalarını, duygulanımlarımızı genişletmek için
yaptığımız o küçük kullanışlı, deneysel ve statejik hamleler
olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Bu açıdan arşivlerin
duygusal potansiyeli, kişinin eyleme kapasitesini etkileme
yeteneği itibarıyla, hem siyasi hem de estetik bir sorundur ve
bu çatışma tam da olanakları değerlendiren imgelem yetisinde
konumlanmıştır.
7. İmge yalnızca Görünür olandan, Metin de yalnızca Söylenebilir
olandan ibaret değildir.
Serge Daney imge ve görsel arasında meşhur bir ayrım yapar.
İmge, bir görme deneyimine ve görsele rağmen ayakta kalabilen
şeydir. Görsel ise yalnızca halihazırda biliyor olabileceğimiz ya da
okuma refleksleriyle okunabilecek veya anlaşılabilecek bir şeyin
optik olarak teyit edilmesidir. Halbuki imge başkalıktır.[11]
Otonom Arşivleme
87
Jacques Ranciére İmgenin Geleceği’nde imgenin görünür olanla
sınırlı olmadığını söyleyerek bu fikri geliştirecektir. İmgenin
metne, somut olanın tarihe, duygunun anlama ikincil kılınmasını
reddedecektir. Ranciére, en yaygın imge rejiminin söylenebilir
olanla görünür olan arasında (imge ile metin, mevcudiyet ve
kayıt arasında) hem benzerliğe hem de benzemezliğe dayalı ilişki
kuran bir rejim olduğunu söyler. Ancak elbette “bu ilişki asla bu
iki terimin somut olarak mevcut olmasını gerektirmez. Görünür
olan, manidar mecazlar biçiminde düzenlenebilir, kelimeler de
kör edici bir görünürlüğü kullanabilir”. [12]
Böylece Ranciére “cümle-imge”yi icat eder. Cümle-imge bir
romanda olduğu kadar sinematik bir montajda da karşımıza
çıkabilecek bir formdur. Burada “cümle-işlevi” kaosa karşı bir
süreklilik sağlarken, “imge-işlevi” de uzlaşıyı bozar. [13]
Cümle-imge modernizmde resim, edebiyat ve sinema
arasında olduğu varsayılan kıyaslanamazlığı, yani bunların
özerkliğini düşünmek için bir yol sunar. Bu, bunların birbirlerini
uygunlaştırmalarını, birbirlerinin sınırlarını ihlal edişlerini ve
birbirlerini baştan çıkarışlarını tanımamıza olanak tanır. Arşiv,
yazı ile imgelerin işlevleri arasındaki bağlantıları ve mesafeyi
benzer ya da farklı bir şekilde kavramımıza imkân tanıyacak
başka bir alan kurar. Eğer sanat bu ikisi arasındaki benzerliklerin
değişimiyse, sanatın olanaklı olduğunu ifade eder. Yazılımların
ortaya çıkmasıyla birlikte artık bunlar arasındaki ayrıklık için yeni
bir olanak söz konusudur: üçüncü bir heterojenlik, bir diğer sürpriz
ihtimali. Belki de bu anlamda tezimizin kapsamını genişletecek
olursak: yazılım aranabilir olandan ya da veritabanından ibaret
değildir.
8. Serginin Geçmişi Arşivin Geleceğini Tehlikeye atar
Bellek ile vitrini arasındaki ilişki nedir? Peki “sözcelerin
görünüşlerini yöneten bir sistem” olarak arşiv ile görünüşlere
dayalı bir kültür arasındaki ilişki?[14] October dergisinde yer alan
Otonom Arşivleme
88
2002 tarihli “Modern Sanatın Arşivleri” başlıklı makalede Hal
Foster modern sanatta müzenin bir bellek mekânı olarak geçtiği
üç evre ayırt eder.
İlk evrede, 1800’lerin ortalarında, Baudelaire “Sanat güzel olanı
hatırlama tekniğidir”, der. [16] Bu da örneğin Manet ile birlikte
doğrudan referansın sanatı halini almıştır. Burada sanat hatırlama
sanatıdır ve müze de bunun mimarisini oluşturur.
İkinci an, Adorno’nun “Valery Proust Müzesi” makalesinde vuku
bulur. Bu makale müzenin sanatın “mozolesi” olduğu yününde
bir kanı ortaya koyar. Müze, sanatın ölmeye gittiği yerdir. Ancak
aynı zamanda yeniden canlandırmaya yönelik bir telafi projesinin
mekânıdır.
Üçüncü an, bu yeniden canlandırma başka araçlarla, örneğin
Benjamin’in bahsettiği mekanik çoğaltımla mümkün hale
geldiğinde vuku bulur. Buradaki kritik fark, Benjamin’deki
müzeyi tehlikeye atan çoğaltım ile Malraux’nun müzeyi sonsuzca
genişleten çoğaltımı arasındadır. Malraux’ya göre sonu olmayan
bir müze hayal etmenin zeminini oluşturan tam da auranın yok
olmasıdır.
Ancak Malraux’nun Musee İmaginaire’i, İngilizce karşılığı “Duvarsız
Müze” [Museum without Walls] ve “Sonu Olmayan Müze” [Museum
without End] kavramı arasında bazı “çeviri sorunları”, boşluklar
söz konusudur. Bu bir taraftan birçok modernist müze mimarının
sonsuz dolaşım ve camdan bakma fantezisini beslerken,
öbür yandan sanatın kurumsal yapılarının dünyayla bir ilişki
kurabileceği yönünde bir vaat sunmaya devam eder. Foster’un
modern batı sanatının arşivine ilişkin değerlendirmeleri sanatın
içinde, sergide gösteri formunda beliren sergileme işlevi ile arşive
geri çekilen bellek-işlevi arasında gerçekleşen bir yarılmayla sona
erer.
Bugün bu iki işlevi birbiriyle ilişkilendirme konusundaki kendi
duygusal yeteneğiyle sergi için bir tehlike oluşturan arşivin
Otonom Arşivleme
89
karşı karşıya kalacağı tehlike bir spiral rampaya ya da bit
pazarına dönüşme riskidir. Diğer bir deyişle, mesele iki tarihsel
“özgürlüğün” sultasından kaçabilmektir: ilki gösteriye seyirciyi
de katmaya ilişkin (modernist) biçimsel stratejiler, ikincisi ise
bir küratörün bir sergiye dahil ettiği herhangi bir şeyin bir “sergideğeri” kazandığı (postmodern) eklektizmdir. Bunu şöyle de
ifade edebiliriz: Arşiv, sergide bir pazarlama ve eğlence stratejisi
olarak erişilebilirlik ile daha derinde, “soruya daha yakın” bir şey
olarak erişimi (Irit Rogoff’un Tate için belirttiği) sürekli birbirine
karıştırmaktan nasıl sakınabilir? [17]
9. Arşivler Fikri Mülkiyet Kanunundan ziyade, Fikri Uygunluk
Kanunlarına tabidir
Küresel bilgi ekonomisinin parasal değeri önem kazandıkça,
imgelerin soyut değeri mülk ve hak söylemine eklemlenmektedir.
Fikri mülkiyet söylemi yaratıcılığa, sahipliğe ve mülke ilişkin
birtakım dar fikirleri doğallaştırarak ve evrenselleştirerek bilgiyle
ve kültürle olan ilişkimizi normatifleştirir. Bu söylem yazılım
veritabanlarının dünyasından telif hakkının Kafka’nın gardiyanı
görevini üstlendiği ve arşiv kullanımının bir hak yönetimi meselesi
haline geldiği geleneksel arşivlere değin uzanmaktadır.
Arşivin mülk statüsünün ötesinde, arşivin verili hak mefhumlarını
istikrarsızlaştırıp karmaşıklaştırabilecek bazı özellikleri yatar.
Bunlar kendi davranış kurallarını koyar, kendi erişim kurallarını
belirler ve yasal imgelemin kapsamının ötesinde bir arşiv etiği
geliştirir. Şayet arşivler bir icat alanıysa, bunlar kendileri için
önceden belirlenmiş bir hak söylemini baştan varsaymayan ne
gibi normlar oluştururlar? Arşiv uygulamaları nasıl hem mülke
ilişkin fikirleri istikrarsızlaştırırken hem de inatçı bir şekilde
“uygunluk” meseleleri üzerinde ısrar edebilir?
Fikri uygunluk arşivlerin kendi malzemelerini nasıl toplayacağına
ve erişime açacağına ilişkin bir kural koymaz. Arşivcinin ikili bir
Otonom Arşivleme
90
rol oynadığının farkındadır: hem diğer insanların hatıralarının
emanetçisi hem de kamusal bilginin aktarıcısı görevini görürler.
Bu şizofrenik dürtü basitçe tek bir normu benimsemeye mani olur.
Uygunluk, yerinde davranış biçimlerine ilişkin bir grup yasal
ilke ortaya koymaz; bunun yerine arşivcilerin kültürel ve tarihi
nesneleri koruma konusunda göstereceği sorumluluk ve özen
üzerine kurulur. Dijital arşiv bu özen etiğini bir bilgi ekolojisi
mefhumuna ve böyle bir ekolojinin salt birikimle değil bir dağıtım
mantığıyla da sürdürülmesini sağlayan birtakım kiplere tercüme
eder.
Arşivcilerin, korsanlar olarak tanımlandığı, kendi hikâyesini
anlatmak için kendi kayıtlarını, dosyalarını, veritabanlarını
taradığı zamanları hatırlar. Arşivler özerkliklerini ilan etmekle
normatifliğin ötesinde bir norm ve yasanın ötesinde etik bir iddia
ortaya koymanın peşine düşerler.
10. Zaman Arşivin Dışında değil, içindedir
Kitap ve baskı kültürü tarihi üzerine yazığı kitapta tarihçi Adrian
Johns matbaa devriminin getirdiği, geleneksel olarak “tipografik
değişmezlik” olarak kabul edilen şeye karşı bir duruş sergiler.
[18] Daha önceki araştırmacılar yazılı kültürlerin çoğu zaman
yazım hatalarının etkisi altında olduğunu, dolayısıyla baskı
teknolojilerinin ortaya çıkışına değin kitabın kalıcı bir bilgi nesnesi
olmadığını söylemekteydiler.
Adrian Johns bu varsayımın yanılgısını baskı teknolojisiyle
beraber ortaya çıkan çeşitli çatışmalara bakarak ortaya koyar
ve baskı teknolojilerinin ilk zamanlarda sabitliği ve otoriteyi
temin etmek şöyle dursun, bir belirsizliğin damgasını taşıdığını
söyler. Johns’a göre bilginin otoritesi, bilginin kendi doğasında
bulunan bir özellik olmayıp geçişli bir özelliktir. Bu, duyularımızı,
algılarımızı ve bilgi deneyimimizi değiştiren teknolojilerden ayrı
düşünülemeyecek bir meseledir.
Otonom Arşivleme
91
Bu otoriteden belli bir bilgi üretimi tarzının ya da belli bir
teknolojik formun doğasından gelen bir şey olarak bahsetmek
yerine, Johns’un çalışmaları otorite kurmak için devreye sokulan
bilgi aygıtlarının çeşitliliğini dikkate almanın çok daha yararlı
olacağını gösterir.
Arşiv bu yüzden bir zaman aygıtıdır, ancak zamanla olan ilişkisi
kendi tabiatında bulunmaz ya da muhakkak değildir. Bu ilişki daha
ziyade geçişli bir ilişki olup aşılanması gerekir. Hareketli görüntü
arşivi bu problemi erotik ve şehvetli bir şekilde kavrar ve zaman
deneyimini bir aşk edimi olarak aşılar.
Bilginin ön koşulları kolaylıkla bilginin nesnesi haline getirilemez.
Bu, bizzat bilginin yapısını görünür ya da bilinir kılan ve bilginin
değişken olduğunun net bir kanıtını ortaya koyan yapılarla ilgilidir.
Negri, Insurgencies’te [İsyanlar] zaman aşkından bahseder: Aşka
ve zamana ait bu iki düzlem ile sinema düzlemi, zamanın sinema
ve arşiv aygıtını ve bunların bizim zamanla ve imgenin zamanıyla
olan ilişkimizi nasıl şekillendirdiğini düşünmemize imkân tanır.
[20]
Arşivler aynı zamanda, zaman algımız ve deneyimimizle ilişki
kuran aygıtlardır. Bu bilhassa görüntü arşivleri için geçerlidir,
zira fotoğraf ve sinema da zaman algımızı değiştiren aygıtlardır.
Arşivin kayıp zamanı bir araya getiren bir alan olduğu yönündeki
geleneksel görüş, zaman deneyimini bir anlamda arşive dışsal
bir şey olarak görür. Bu anlayış arşivin aynı zamanda nesnelerin
belli bir zaman aygıtı içerisine yerleştirilmiş olmaları sonucu belli
bir değer kazandıkları yer olduğunu gözden kaçırır. Bu açıdan bir
video arşivinin imgelemi zamanın serimlenişinin birçok anlamıyla
birden meşgul olur.
Fotoğraf, sinema ve arşiv arasındaki ilişki konusunda Mary
Anne Doane fotoğraf ve sinemanın kendilerine iliştirilmiş halde
temel bir arşiv içgüdüsü taşıdığını söyler.[19] Ancak hareketli
görüntünün olumsal olanla kurduğu ilişki nedeniyle bu arşivci
nitelik paradokslarla doludur. Olumsal olan, gelip geçici olan,
kasıtsız olan, sinemasal zamanın boyutlarıdır ve arşiv olarak
hareketli görüntünün karşısındaki zorluk, kayıp zamanı geri
getirmek ancak bunu sinemasallık dahilinde yapmaktır.
Sinemanın kayıp zamanı geri getirmesi olumsal olan bir sinefili
deneyimiyle yakalanabilir, zira sinefilinin isimlendirdiği şey
olumsal olanın anlam kazandığı andır. Bu anlam belki de özel ve
kendine has bir anlamdır ancak bu anlam dahilinde de imge aşkı
gelip geçici olanla girişilen bir mücadelede ifade bulur.
Otonom Arşivleme
92
Otonom Arşivleme
93
1.
pad.ma üyeleri Lawrence Liang, Sebastian Lütgert ve Ashok Sukumaran
tarafından “Don’t wait for the archive- I” [Arşivi Beklemeyin - I] etkinliği sırasında
kaleme alınmıştır ( Atölye, Homeworks, Beyrut, Nisan 2010).
2.
Profesör Richard Roud ve François Truffaut “A Passion for Films: Henri
Langlois & the Cinematheque Française [Bir Film Tutkusu: Henri Langlois & Fransız
Sinemateği] içinde Henri Langlois’dan yaptıkları alıntı.
3.
Walter Benjamin, “On the Concept of History” [Tarih Kavramı Üzerine],
Walter Benjamin: Selected Writings içinde, (4. Cilt: 1938-1940), ed. Eiland & M. W.
Jennings, çev. Harry Zohn (Cambridge: Harvard University Press, 2003), 392.
4.
Walter Benjamin, Illuminations: Essays and Reflections [Aydınlanmalar:
Makaleler ve Düşünceler], ed. Hannah Arendt, çev. Harry Zohn (New York: Schocken,
1969), 254.
5.
11.
Serge Daney bu ayrımı pek çok makalesinde ve bir radyo yayınında
yapmıştır. Bunun bir özeti için bkz. “ Before and After the Image” [İmgenin Öncesi
ve Sonrası], Cahiers du Cinema (Nisan 1991). http://home.earthlink.net/~steevee/
Daney_before.html/ (erişim tarihi: 21 Ekim 2014).
12.
Jacques Ranciere, The Future of the Image [İmgenin Geleceği], çev.
Gregory Elliot (Londra: Verso Books, 2007), 7.
13.
Age., 46.
14.
Hal Foster, “Archives of Modern Art” [Modern Sanatın Arşivleri], October,
cilt 99 (Kış 2002): 81-95.
15.
Age.
16.
Age.:82.
Age., 264.
6.
Jacques Derrida, “Archive Fever: A Freudian Impression” [Arşiv Ateşi:
Freudcu Bir İzlenim], Diacritics, çev. Eric Prenowitz, cilt 25, no.2 (Yaz 1995): 27.
7.
Michel Serres, The Parasite [Parazit] (Minneapolis: University of Minnesota
Press, 2007), 75.
8.
Lakhmi Chand, Cybermohalla Ensemble, “No Apologies for the
Interruption” [Kesinti için Özür Yok] (çev. Shveta Sarda), CSDS: Sarai, Yeni Delhi 2010
9.
Anna Akhmatova, Requiem [Ağıt], çev. A. S. Kline. Bkz. http://www.
poetryintranslation.com/PITBR/Russian/Akhmatova. htm#_Toc322442229 (erişim
tarihi: 30 Eylül 2014).
10.
Brian Massumi, “Navigating Movements: A Conversation with Brian
Massumi” [Hareketleri İdare Etmek: Brian Massumi ile Bir Söyleşi], Hope: New
Philosophies for Change [Umut: Değişim için Yeni Felsefeler] içinde, Mary Zournazi
(Annandale: Pluto Press Australia, 2002), 214.
Otonom Arşivleme
94
17.
Irit Ragoff, “The Implicated: Reflections on the Audience” [Müdahil: Seyirci
Üzerine Düşünceler]’de yapılan alıntı, arşive erişmek için bkz. http://www.zoominfo.
com/p/IritRogoff/405885605/ (erişim tarihi: 21 Ekim 2014).
18.
Adrian Johns, The Nature of the Book: Print and Knowledge in the Making
[Kitabın Doğası: Oluşum Sürecinde Basım ve Bilgi (Chicago, Illinois: University of
Chicago Press, 1998).
19.
Mary Anne Doane, The Emergence of Cinematic Time: Modernity,
Contingency, the Archive, yeni baskı [Sinemasal Zamanın Doğuşu: Modernlik,
Olumsallık, Arşiv] (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2003]
20.
Antonio Negri, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State
[İsyanlar: Kurucu İktidar ve Modern Devlet], çev. Maurizia Boscagli (Minneapolis:
University of Minnesota Press, 1999).
Otonom Arşivleme
95
Arşiv Tahayyülünde Baskın Olan, Arta Kalan ve Doğmakta
Olan[1]
Lawrence Liang
Nasıl ki on sekizinci yüzyılda matbaanın ve sanayi devriminin yol
açtığı bilgi patlaması engin ve kaotik enformasyon dünyasının
anlaşılabilmesi için sözlüklerin ve ansiklopedilerin ortaya
çıkışını zorunlu kıldıysa, biz de yirmi birinci yüzyılın bu ilk
zamanlarında arşiv inisiyatiflerinin artışıyla birlikte benzer bir
ana tanıklık ediyor gibiyiz. Epistemolojik bir müessese olarak
ansiklopedilerin kariyeri asla bütünüyle tamamlanmadı ve
sıklıkla anlatısal alanlara taşarak enformasyonu anlatı biçiminde
düzenlemenin yeni yolları olarak ortaya çıktılar. Ansiklopedilerin
önem kazanması, enformasyon dünyasında ve bizim bu dünya
içindeki belirsiz yerimizde gerçekleşen sismik kaymaların bir
semptomu olarak okunabilir. Ansiklopediler tufanı idare etmeye
ve sınıflandırma yapıp belli bir düzen dayatarak bir anlam mantığı
oturtmaya girişen anlatı biçimleriydi.[2] Günümüzde, geniş
ölçüde demokratikleşmiş depolama, geri çağırma ve sınıflandırma
teknolojileri ile tüm bunların yanı sıra enformasyon miktarında
yaşanan ve geleneksel bir organizasyon mantığıyla uyuşmayan
artış karşısında yaşadığımız şaşkınlığın kesişim yerinde, arşiv
itkilerinde yaşanan artışta bunun bir benzerini görmekteyiz.[3]
Raymond Williams’ın kültürü baskın olan, arta kalan ve doğmakta
olan olarak tanımlayışını takiben,[4] günümüzde yaşanan arşiv
momentini belki de bu üçünün, flu kenarları birbiriyle çakışan yarı
şeffaf bir palimpsesti olarak düşünmeye başlayabiliriz. Williams,
tarihi, bir çağlar anlatısına indirgeyen klasik yaklaşımları
reddederek, baskın olan, arta kalan ve doğmakta olanın
çatışmalı ve uyumlu ilişkilerde bir arada var olduklarını ifade
etmişti. Benzer bir şekilde, arşivleme istenci de arşivlerin baskın
olan, arta kalan ve doğmakta olan biçimleri arasında yaratıcı bir
gerginlik oluşturmaktadır. Ben de bu yazıda tüm bu durumların
Otonom Arşivleme
96
Otonom Arşivleme
97
hareketli görüntü arşivlerinde nasıl seyrettiğine yoğunlaşacağım.
Bu üç kategoriye ek olarak, yeni bir kategori olarak ‘olumsal’ın
güncel arşivleri düşünme biçimimize yapılması zorunlu bir ek
olabileceğini ifade edeceğim.
Eğer arşivler, enformasyonun olumsallığı meselesine verilen bir
yanıt idiyse, toplumsal, hukuki, siyasi ve teknolojik faktörlerle
olan olumsal bağlarıyla belirlenirler. Dijital arşivler ve dijital
enformasyon ile birlikte, kayıtları depolayıp korumaya yarayan bir
yer olarak arşiv kavramından dolaysız transferi sağlayan sanal bir
alan olarak arşiv kavramına doğru bir hareket gözlemlemekteyiz.
Veriye dolaysız erişim ve geribildirim, kâğıdın dayattığı eski
mantığın yerini alırken, arşivin dijital imkânları korumaya ilişkin
geleneksel kaygıları baypas ederek saçılıma yönelmektedir.
Yine de biz arşivlere ilişkin kavramsal kelime dağarcığımızı
bu eski mantıktan devraldık. Bu arşiv mantığını günümüze
uygulamanın zorluklarından biri de kendini bizzat arşivin ontolojik
imkânsızlığında göstermektedir.
Günümüze ait bir arşiv itkisi geleneksel anlamda arşivin muhafaza
edilmesiyle aynı anlamları mı taşır? Bilindiği üzere, geleneksel
arşivler iktidar, denetim ve mahremiyet bağlamında ortaya
çıkmıştır ve Derrida da bize arşivin etimolojik kökeninin ‘archeon’,
yani valilik dairesi ile aynı olduğunu hatırlatır.[5] Arşiv arzusunu
yaratan o ateşe ya da rahatsızlığa ilişkin tasvirinde, Derrida
bunun öncelikle bir otorite isteği, resmi bir bellek oluşturma
gereksinimi ve bir o kadar da, hararetli kökenlere dönme arzusuyla
belirlendiğini söyler.
Arta Kalan Değer
Carolyn Steedman “Dust: The Archive and Cultural History” [6]
[Toz: Arşiv ve Kültürel Tarih] çalışmasında Derrida’ya en büyük
yapısökümcü şakayı yapar. Arşiv ateşi metaforunu metafor olarak
değil de düz anlamıyla alarak akademik çalışmayla ilişkili çeşitli
hastalık biçimlerini inceler ve kendi de toz ile arasındaki ilişkiye
Otonom Arşivleme
98
ilişkin yeni bir metafor üretir. Steedman, on dokuzuncu yüzyılda
mesleki ve endüstriyel hastalıkların yeni bir alan olarak ortaya
çıkmasının temel sebeplerinden birinin her türlü hastalığa yol
açabilen toz ya da buhar olduğunu ifade eder. Steedman, John
Forbes’in “The Cyclopedia of Practical Medicine of 1883” [1883
Yılı Pratik Tıp Ansiklopedisi] çalışmasında yayımladığı yeni bir
endüstriyel hastalık kategorisini alıntılamaktadır: “Zanaatkâr
Hastalıkları”. Bu başlığın altında alt bir kategori olarak “Yazar
Hastalıkları” bulunmaktadır. Burada otuz yıl boyunca akademik
etkinliğin sebep olduğu anlaşılmış çeşitli mesleki tehlikeler
listelenmiştir. Forbes bunların “egzersiz yokluğundan, sıklıkla aynı
atmosferi çok uzun süre solumaktan, vücudun kavisli duruşundan
ve beynin fazla gayretkeş bir şekilde kullanılmasından”
kaynaklandığını söyler. Forbes, bunun “beyindeki arterlerin
haddinden fazla ve düzensiz çalışmasına yol açan, sinir
sistemindeki yüksek derecede hassasiyet” ile ilişkilendirilen
‘Beyin Ateşi’ne neden olduğunu söylüyordu. Kulaklarımıza küpe
olması gereken bir hikâye varsa o da budur.
Steedman daha sonra yaygın bir şekilde modern Fransız tarihinin
babası kabul edilen Jules Michelet örneğine döner. Michelet tarihin
konusunu aristokrasinin elinden alıp yeni bir çalışma konusu olarak
‘halk’ı ve ‘yoksullar’ı tesis etmiştir. Steedman’a göre genç Michelet
arşivlerde, 1820’lerde Paris’te ulusal arşivi oluşturan o ‘el yazması
katakomplarında’ ilk günlerini geçirdiğinde, Michelet yazılarında
‘kâğıtların ve parşömenlerin’ tozlarını içine çekerek onları gün
yüzüne çıkarmaktan bahsetmektedir. Steedman, bunun yalnızca
bir istiare olmadığını, oradaki fizyolojik sürecin birebir tasviri
olduğunu ifade eder. Steedman’a göre hayat veren şey, tarihçinin
o soluyuşudur. Bunu desteklemek için Michelet’den bir pasaj
alıntılar: “uzun süredir terk edilmiş bu kâğıtlar ve parşömenler
gün yüzüne çıkarılmaktan başka bir şey arzulamıyordu… [B]en
onların tozlarını solurken, onların yükseldiğini görüyordum).” [7]
Steedman, Derrida’nın Archive Fever’daki [Arşiv Ateşi] metaforunu
yeniden işleyerek bize kullanabileceğimiz bir grup yeni metafor
Otonom Arşivleme
99
sunar: arşiv tahayyülünün merkezi biçimleri olarak toz, arta kalan
ve fragmanlar, bir de bizim tarih ve bilgi ile olan ilişkimiz.
Toz ve fragmanlarla devam edecek olursak, kaderinde toz
solumak olan bir diğer arşivciye dönelim. 1940’ların sonlarında
bir tabela boyacısı olan Roja Muthiah Chettiar, Hindistan’ın
güneyindeki Tamil Nadu eyaletindeki Madras’ta bir dükkân açar.
Chettiar, Madras’a birkaç yüz kilometre uzakta olan Kottaiyur’dan
taşınmıştır. Kendi kendini yetiştirmiş biri olan Chettiar görsel
kültüre büyük ilgi duymaktadır ve sanat ve popüler kültür hakkında
basılı malzemeleri kişisel bir koleksiyonda toplamaya başlamıştır.
Zamanla ilgi alanı genişler ve kitapları, dergileri, kitapçıkları,
posterleri, mektupları, raporları, etkinlik duyurularını ve hatta
düğün davetiyelerini koleksiyona dâhil etmeye başlar. Chettiar,
Madras’ta Moore Caddesi üzerindeki eski kitapçılar ve hurdacılar
arasında çöpleri satın alan adam olarak nam salar. Chettiar
koleksiyonuna, işine olduğundan daha fazla özen gösterdiğinden
nihayetinde tabela dükkânını kapatmak zorunda kalarak
Kottaiyur’a taşınır. Geri döndüğünde ziyaretçilerin yalnızca bir
rupi karşılığında arşivlerden faydalanıp kahve içebilecekleri
ve öğle yemeği yiyebilecekleri bir okuma odası olan Hindistan
Kütüphane Hizmetleri’ni kurar.
Ailesi Chettiar’ın deli olduğunu düşünüp Chettiar’ın biriktirmiş
olduğu çöpleri sürekli atar. Böylece Chettiar hazinelerini çöp
kutusundan hurdacıya giderken takip etmek zorunda kalır,
bunların bazılarını kurtarırken bazılarını kaybeder. Ne zaman
maddi sıkıntı çekse, eski zarflarına göz gezdirir, orada bir pul
bulur ve bu pulun çok ender bir pul olduğunu ve eğer kendisine
bir miktar para gönderirlerse minnettar olacağını yazdığı bir
mektupla birlikte pulu koleksiyoncuya gönderir.
1983’te Srilanka’da Tamillere yönelik bir pogrom yaşanır ve
Chettiar Jaffna Kütüphanesi’nin yandığı haberini alır. Chettiar,
Jaffna Kütühanesi’nin dünyadaki en eski ve en nadir Tamil
elyazmalarına sahip olduğunu bilir. Bir miktar para ödünç
Otonom Arşivleme
100
alarak kurtarabileceği bir şeyler olup olmadığını görmek için
Jaffna’ya seyahat eder, ancak belgelerin çoğunun kütüphane
yanarken yok olduğunu öğrenince yıkılır. Chettiar, Jaffna’ya tuhaf
bir koleksiyoncu olarak gitmiştir, ancak oradan Tamilce basılı
kültürüne dair ne varsa toplamayı kafaya koymuş takıntılı bir
arşivci olarak geri dönmüştür.
Sağlık durumu ve koleksiyonunu muhafaza etme gücüyle ilgili
kaygıları artınca koleksiyonunu satın alması için Tamil Nadu
devlet arşivine teklif götürür. O noktada koleksiyonunda on
dokuzuncu yüzyılın başlarına ait pek çok yayını da içeren
100.000’den fazla parça bulunmaktadır. Devlet çöp olarak
gördüğü bu şeyler için ona 200.000 Rupi vermeyi reddeder.
Hindistan Kütüphane Hizmetleri’nin düzenli ziyaretçilerinden biri
de Tamilce yazan meşhur bir yazar ve feminist bir akademisyen
olan C.S. Lakshmi (Ambai)’dir. Ambai, University of Chicago’da
misafir öğretim üyesi olarak çalışırken Güney Asya Çalışmaları
bölümünü bu tuhaf arşivden haberdar eder. Bölüm, vakit
kaybetmeksizin arşivi değerlendirmek üzere bir ekip gönderir ve
arşivi 10 milyon Rupi karşılığında satın almayı teklif eder. Muthiah
Chettiar bu paranın bir Rupisini dahi görememiştir, çünkü satın
alma işlemi tamamlandığında ölmüştür. Chettiar’ın ölüm nedeni,
koleksiyonunu böceklerden ve kurtlardan korumak için düzenli
olarak kullandığı DDT’yi yıllar boyunca solumasından kaynaklanan
DDT zehirlenmesidir. Bugün (Hindistan’daki) Roja Muthiah
Araştırma Kütüphanesi Güney Hindistan’a ait malzemeleri bir
araya toplayan en iyi arşivlerden birini oluşturur.
Michelet’nin soluduğu tozlardan Roja Muhiah’ı öldüren DDT
gazına, yüz yüze olduğumuz soru şudur: neyi değer olarak
görüyoruz, neyi çer çöp diye atıyoruz ve değerin arta kalanından
ne anlıyoruz? Değer üretme sürecine ilişkin değerlendirmelerinde,
The Raqs Media Collective şunları yazar:
“Herhangi bir malzemeden, mekândan, şeyden ya da kişiden
değer çıkarma bir rafine etme sürecini içerir. Bu süreçte söz
Otonom Arşivleme
101
konusu nesne hal değiştirerek en az iki ayrı maddeye ayrılacaktır:
çıkarılan öz ve arta kalan. Arta kalan için bir şeyin (bir nesnenin, bir
kişinin, bir devletin ya da bir halin) nasıl meydana geldiği ile ilgili
anlatıya girmeyen ve var olma imkânı bulamayan şey olduğunu
söyleyebiliriz. Arta kalan, değer çıkarılırken geride bırakılan her
şeyin toplamıdır… Arta kalanın bir tarihi, terk etmenin bir atlası,
kişinin olamadığı şeylerin de bir hatırası olmaz.”[8]
Muazzam değeri olan projeler gerçekleştiğinde üretilen şey toz ve
molozdur. Tüm güncel kapitalist kalkınmanın muazzam miktarda
ürettiği, altyapıdan gayrimenkule ekonomik değerin iki motoru,
değerin arta kalanı ve atıktır. Değer motorları çalıştıkça, artık
değerli görülmeyen, hatta fark edilmeyen yaşam formlarını tortu
olarak bırakırlar. Gerçi küresel ısınma çağında yaşayan insanlar
olarak modern hayatın yüzlerinden birinin de modernliğin arta
kalanlarının ve çöplerinin, sermayenin kusursuz akışını alt üst
etme tehlikesi yaratan yeni riskler ve hastalıklar şeklinde yakamızı
asla bırakmaması olduğunu iyi biliyoruz. Modern sanayiciliğin
arta kalanı olarak havaya karışan karbonmonoksit, yirmi birinci
yüzyılın en acil meselelerinden biri olarak geri dönmüştür.
Belki de kalkınmanın üretici ve yıkıcı güçlerine ve değer üretimine
Jia Zhang Ke’nin Still Life filminden daha iyi bir tanık yoktur. Eğer
Walter Benjamin’in tarih meleği, biri geleceğe biri de geçmişin
molozlarına bakan iki yüze sahipse, Ke bize bu paradoksal
bakıştan bir çıkış yolu sunar. Üç Boğaz Barajı bölgesinde binaların
yıkılışını belgeleyen Still Life, değersiz moloza dönüştürülme
kaderimizden nasıl kaçabileceğimize ait yeni bir imge ortaya
koyar. Filmde Çin kapitalist kalkınmaya doğru sıçrama yaparken
yıkım kararı verilmiş (ve sosyalist modernliğin enkazına katılacak
olan) yıkık dökük bir bina gecenin ortasında aniden bir UFO’ya
dönüşmüştür ve bilinmez bir geleceğe ya da belki de uzak bir
geçmişe doğru havalanır.
İmge Fazlalığı
Gelin bu imgeyi, imge oluşturma, değerin birikmesi ve atık
ile molozun üretilmesi arasındaki ilişkiyi düşünmek için bir
başlangıç noktası olarak kullanalım. Yirmi birinci yüzyılın ilk on
beş yılı herhalde daha önce üretilen imgelerin toplamından daha
fazla imgenin üretilmesine sahne oldu, zira her yıl milyarlarca
saatlik görüntünün oluşturulduğu ve daha da fazlasının izlendiği
tahmin ediliyor.[9] Bunların tümü klasik anlamıyla kasıtlı üretilen
imgeler olmayıp imge üretimi işinin büyük bir kısmı aslında
gerek gündelik gerek sıra dışı olayları bir asansör görevlisinin
ilgisizliğiyle belgeleyen durağan güvenlik kameraları tarafından
yapılmaktadır. Ne var ki bu gündelik imgeler, müstakil olarak
olmasa bile, bir veri tabanının parçası ya da enformasyon olarak
değer kazanmaktadır. Fakat bu gündelik imgelerin dünyasından
daha geleneksel imge üretim biçimlerine geçtiğimizde bile, film
yapımında yaşanan dijital dönüm noktasıyla önü açılan çılgın bir
aşırı üretimle karşılaşırız.
Örneğin belgesel film yönetmenlerinin durumunu ele alalım:
geleneksel olarak dar bütçelerle sınırlanmış olan yönetmenler ne
kadar çekim yaptıkları konusunda dikkatli olmak zorundaydılar,
çünkü çekilen görüntülerin nihai olarak kullanılan görüntülere
oranı estetik olduğu gibi sıklıkla ekonomik bir tercihti. Dijital
çekim yapmanın görece düşük maliyeti sayesinde bu kısıtlardan
kurtulan belgesel yönetmeleri artık çektikleri görüntülerin
çoğunun kullanılmayacağını iyi bilseler de kameralarını kayıtta
bırakmak konusunda rahatlar. Peki, bu imgelere, bu ham
görüntülere imge değerinin dünyasında ne olur? Bunlar (sabit
disklerde bile) çöp kutusunu boylamaya mahkûmlar mıdır ve biz
bu film fazlalığıyla ne yapacağız? Eğer selüloit ve bandın trajedisi
toz ve mantar birikmesiyle çürümeye yüz tutmaları idiyse, bu
imge mezarlığının büyük bir arta kalan sahası olduğunu gösterir.
Film fazlalığını düşünmenin üç yolu olduğunu ileri süreceğim.
İlk olarak, bu, fazlalık olarak filmin ömrü ya da nihai olarak
Otonom Arşivleme
102
Otonom Arşivleme
103
filmde kullanılmayan fazla görüntülerdir. Buna aynı zamanda
film yapmaya ilişkin estetik ve siyasi tercihlerin ardında kalanlar
diyebiliriz. İkinci olarak, bütün imge oluşturma eylemlerinde,
kasıtlı olarak çekilmeyip ortama ait ya da geçici şeylerin de
yakalanması itibarıyla olumsal bir fazlalık söz konusu olabilir. Bu
özellikle yönetmenlerin çektiği ancak tarihi değeri yönetmenin
niyetini aşan şehir görüntüleri türünden stok videolar için
geçerlidir. Son olarak da bir filmin içinde yatan ve yalnızca bir
izleyici tarafından değerli bir yoruma dönüştürülebilecek örtük
anlamın doğasından gelen fazlalık vardır.
Belki de Adam Curtis ve daha yakın dönemde Tom Anderson gibi
yönetmenlerin ustalıklarını sergiledikleri arşivsel film türünün
ortaya çıkışına yol açan bu fazlalık biçimleridir. Anderson’un
sinemanın sıklıkla farkında olmaksızın mimari arşivini oluşturduğu
Los Angeles’ı konu alan Los Angeles Plays Itself [Los Angeles
Kendini Oynuyor] filmi, tamamıyla, bir araya geldiklerinde Los
Angeles’ın kentsel dokusunun tarihini anlatan bazı Hollywood
fragmanlarından oluşmaktadır. Anlatısal bağlamlarından
ve üretildikleri tarihsel andan koparılan bu görüntüler geri
dönüştürülerek, yalnızca yakalamaya çalıştıkları şeyler açısından
değil, aynı zamanda yakalamış bulundukları şeyler açısından da
değerli imgeler haline gelir.
üzerine kaleme aldığı çalışmasında geri dönüştürülmüş sinemayı
ekolojik terimlerle düşünmeyi önerir.[10] Ona göre görüntülerin
altında yatan değeri ‘sanal bir projeksiyon’ açısından ya da ‘belli bir
imgenin tarihini apaçık bir şekilde anlamamızı sağlayan unsurun
altında, yahut onun aracılığıyla uykusunu sürdüren şey’ olarak
düşünmek mümkündür. Jarosi bu yaklaşımın geri dönüştürülmüş
imgelere yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda kavramsal bir
şeffaflık da kazandırdığını ve onların ‘ardındaki’ çeşitli anlamları
görüp çözmemize imkân veren şeyin bu özellik olduğunu ifade
eder. Jarosi ekolojik argümanını Gene Youngblood’un Expanded
Cinema [11] [Genişlemiş Sinema] çalışmasında sunduğu ‘Bir
ekolojist olarak sanatçı’ formülüne ilişkin yaptığı okumadan türetir
ve bunun belki de sanat pratiğini anlamak için bir tema olarak
çevreciliğe yapılmış olan ilk atıf olduğunu ifade eder. Sanatçının
bir yaratıcı olduğu geleneksel sanatçı anlayışına karşıt olan
Youngblood, sanatçıların ekolojik tahayyülünü ‘var olan olgular
arasında daha önceden fark edilmemiş, gerek fiziksel gerek
metafiziksel ilişkileri’ ortaya çıkaran bir şey olarak görür. Daha
sonra Youngblood dikkatimizi arşiv meselesine geri dönmemize
imkân verecek, sıklıkla ihmal edilmiş etimolojik bir bağlantıya
yönlendirir. Ekonomi, ekümenik ve ekoloji terimlerinin tümünün
ortak bir Yunanca kökten geldiğini not düşer: oikos, yani ev.
Arta Kalanı Geri Kazanmak
İnsan özne ile geçmiş arasında bir bağın kurulması daima belgesel
pratiğinin merkezinde yer almıştır. Maddi nesnelerin önem ve
sayı bakımından dijital belgelerin gerisinde kaldığı günümüz
koşullarının bize sunduğu zorlu fırsat, bu izleri sınıflandırmanın
yeni yollarını bulmak ve geçmişle yüzleşmek ve geçmişi kurmak
için yeni yöntemler icat etmektir.
Tıpkı Ke’nin filmlerinde olduğu üzere, yıkım ekolojilerine toplumsal
ve kişisel ilişkilerin dönüşümü eşlik eder. Biz de film fazlalığı ile
arta kalan imge fazlalığının bizi değerden yoksun bırakan imgelerle
farklı bir ilişki kurmanın ne anlama gelebileceğini düşünmeye
zorladığı bir eşikte dururuz. Susan Jarosi buluntu görüntüler
Otonom Arşivleme
104
Belleğin resmi dairesinin (yahut archeon’un) dışarısında
belleğin kontrolünü o resmi daireden çekip almaya çalışan
çeşitli inisiyatifler bulunduğunu ifade ederek başlamıştık. Şimdi
imgelerin ekonomisi, arta kalan imgelerin ekolojisi ve ekoloji
meselelerinin bir araya gelir gibi olduğunu görüyoruz. Eğer
yerinden edilmiş olanlar daima kendi evim diyebilecekleri bir
yer arıyorlarsa, belki de gözden çıkarılmış imgelerle kurulacak
verimli bir ilişkiyi tasavvur etmenin yollarından biri bu imgeleri
yeni bir anlam dairesinin yaratılması ile birlikte faaliyete geçmeyi
bekleyen imgeler olarak görmektir. Arşivlerin de gözden çıkarılmış
olanlardan bir anlam çıkarmanın önünü açmaktan daha yüce bir
Otonom Arşivleme
105
arzusu olamaz.
Kendine Ait Bir Arşiv
Tıpkı Roja Muthiah’ın atılmış imge ve metinleri kurtarmak için
çöp kutularını karıştırması gibi, Walter Benjamin’in paçavracı ve
koleksiyoncuyu, değeri geri dönüştüren aktörler olarak kavraması,
değeri ve değerin ötekisini düşünmek için önemli alegorik ikonlar
görevi görür. On dokuzuncu yüzyılda görünür değer devrelerine
katılma peşinde olan mallar olarak bunlar, yeni bir vitrin politikası
türünü ortaya çıkarmıştır. Koleksiyoncu ve paçavracı, gözden
çıkarılmış olan şeylere yönelik bir heveste ortaklaşmakta,
meraklısının ilgi duyduğu nesneye atfettiği değeri kullanım ve
mübadele değerine tercih etmektedir. Paçavracı durumunda ise
bu nesnenin değeri hiçe sayılmaktan kurtulmaktadır.
Filmlerin ve imgelerin barınma yerleriyle ilgili düşünme biçimimiz
açısından nasıl dersler çıkarabiliriz? Ulusal film arşivinin
mahzenlerinde ulusal kültür ve miras depolanmakta ve burası
kamusal bir koruyucudan ziyade filmleri kullanıcılardan koruyan
muhafız görevi görmektedir. Böyle bir bağlamda filmlerin
erişilmezliklerinden mitsel bir değer ortaya çıkar. Aynı zamanda
yönetmenler çekilmiş görüntüler ile tamamlanmış film arasında
katı bir hiyerarşi gözeterek (‘auteur’ün sihirli dokunuşunun öte
tarafında kalmaları itibarıyla) çekilmiş görüntüleri değersiz kabul
ederler.
Öyleyse imgeler için bu normatif ufku aşacak nasıl bir barınma
biçimi önerebiliriz? Tarih yazımına yönelik bir film arşivi fikrini
aşan bellek pratiğini nasıl türetebiliriz?
Benjamin şunları ifade eder:
“Koleksiyoncu içerinin gerçek sakinidir. O, şeylerin aydınlanmasını
dert edinir. Ona düşen Sisifosvari görev, şeylere sahip olmak
suretiyle onları mal olma özelliklerinden yoksun bırakmaktır.
Ancak onlara bir kullanım değeri değil, yalnızca bir koleksiyoncu
değeri bahşetmektedir. Koleksiyoncu, yalnızca geçmişte kalmış,
uzak bir dünyaya değil, aynı zamanda insanların gündelik
dünyalarında ihtiyaç duyduklarından daha fazlasına sahip
olmadıkları ve şeylerin kullanışlı olmak yükünden kurtuldukları
bir dünyaya ulaşmanın hayalini kurar.”[12]
Ne var ki her iki durumda da dağılmış olandan bir anlam çıkarma,
deneyime yeni bir anlatısal biçim vermek üzere çöpleri toplayıp
birleştirme pratiği ortaktır. Benjamin’in bu davranış biçimlerini
anlamlandırmak için kullandığı metaforun barınma olması
son derece yerindedir. Benjamin, modernlikte bir ‘belirsizlik
sahası’nda barınmayı seçip burjuvanın normatif formlarının
ötesindeki barınma imkânlarını ortaya koymak amacıyla, olağan
değer devrelerinin dışına itilmiş bu figürlerin peşine düşer.
Otonom Arşivleme
106
Dijital çağda veri tabanları, arşivler ve koleksiyonlar arasındaki
sınırların bulanıklaşması ve yansımasını malzemelerin uygun
ya da uygunsuz denebilecek kullanımları arasındaki sınırların
bulanıklaşmasında bulur. Örneğin Chris Marker gibi yönetmenlerin
durumunda, bu yönetmenlerin çektiği filmlerin epistemolojik
etkisinin Marker’ın belli bir görüntüyü bizzat mı çektiği, sokakta
mı bulduğu yoksa resmi bir arşivden mi edindiğini anlamanızı
güçleştirir. Bir patikada yürüyen üç çocuk görüntüsüne eşlik eden
o meşhur dış sesinde Marker şunları söyler:
“Bana bahsettiği ilk imge İzlanda’da 1965’te bir yolda yürüyen üç
çocuğa aitti. Bunun onun için mutluluğun imgesi olduğunu ve
ayrıca bu imgeyi pek çok sefer başka imgelerle bağlantılandırmaya
çalıştığını, ancak bunda başarılı olamadığını söylemişti. Bana
şöyle yazmıştı: Bir gün bu imgeyi tek başına uzun siyah bir
ekranı takip edecek şekilde bir filmin başına koymak durumunda
kalacağım. Eğer bu resimde mutluluğu görmezler ise en azından
siyahı görecekler”.
Otonom Arşivleme
107
Marker’in çalışmaları, Sobhack’ın belgeseli bir tür olarak
düşünmekten bir alımlama biçimi olarak düşünmeye geçmek
olarak tarif ettiği şeyin bir örneğidir.
“‘Belgesel’ terimi sinemasal bir nesneden daha fazlasına işaret
eder. Tarihsel olarak birtakım nesnel metinsel özelliklere
dayanarak tanımlanmış, bilinen bir film türünün adı olmasının
yanı sıra, bu terim aynı zamanda ve daha radikal bir şekilde
nesnel bir sinemasal ya da televizüel metinle kurulan öznel bir
ilişkiyi işaret eder. Diğer bir deyişle belgesel, bir şey olmaktan
çok bir deneyimdir ve bu terim yalnızca sinemasal bir nesneyi
değil, aynı zamanda spesifik bir bilinçlilik kipi ile sinemasal
imgeyle gerçekleşen özdeşleşmenin deneyimlenen ‘farkını’ ve
‘yeterliliğini’ işaret eder.”[13]
Öyleyse belki de arşivi bir kurum ya da hatta belirlenmiş bir
uygulamalar toplamı olmaktan ziyade, doğmakta olan bir biçim
olarak düşünmenin zamanı gelmiştir. Otonom arşiv girişimleri
çoğu zaman devletin kamusal belleği tekeli altına almasına
ve bellek üzerinde kurulan bu iktidarın ortaya çıkardığı siyasi
sonuçlara verilen bir tepkidir. Ancak bir arşiv oluşturma girişimi
zorunlu olarak devletin bellek makinesini takviye etmez. Devlet
arşivi yalnızca bir arşiv örneğidir, arşivin başlı başına tanımı
olmayıp yalnızca bir arşiv biçiminden ibarettir. Özel bir biçim
olarak devlet arşivleri arşiv kavramının bütününü oluşturmaz.
Arşiv oluşturmak, devlet arşivlerini tekrar ya da taklit etmek
değil, yaratıcı bir şekilde bir arşiv kavramı üretmek demektir.
Arşivler, etkin olarak, bireysel ve toplumsal deneyimlerimize
erişme yollarımız konusunda yeni düşünme biçimleri yaratırlar.
Arşivler basitçe devlet arşivlerinde olmayan şeyleri takviye
etmez, aynı zamanda mevcut şeylerin dengesini bozarlar. Arşiv
kavramını bilinen arşiv biçimlerinin altına koyduğumuzda, mevcut
arşiv formları kavramın kendisini kaplamaya başlar ve biz de arşiv
ateşinden ya da arşiv yorgunluğundan muzdarip oluruz. Günümüz
arşivcilik girişimleri arşivin virtüel olarak taşıdığı potansiyeli
Otonom Arşivleme
108
gerçekleştirmeye çalışmakta ve bizi belleğin ve amnezinin
yaptığı şantajın ötesinde arşivin üretici kapasitesini düşünmeye
zorlamaktadır. Kavram üretimi bir provokasyondur, bilinir
olanın çağrısına yanıt vermeyi reddetmektir ve deneyimlerimizi
yoğunlaştırmak için bir fırsattır. Bu sebeple arşiv, temsille
ilgili olmayıp daha ziyade yaratıcı bir iştir. Bir şeyin arşiv diye
adlandırılması tartışmanın sonu değil, başlangıcıdır.
Eğer arşivler geçmişteki olayların kanıtı sayılan şeylere
erişim noktaları olarak düşünülürse, mesele tam olarak bazı
film pratiklerinin tarihi ve tarihe olan erişimimizi düşünme
biçimlerimizdeki değişimlerin yerini tayin etmede ve izini sürmede
ve aynı zamanda geçmişle olan ilişkimize ilişkin şeyleşmiş
kavrayışları nasıl aşabileceğimiz konusunda bize yardımcı olurlar.
‘Arşiv’ fikri film bağlamında yaygın olarak çok çeşitli koleksiyonları
kapsayacak şekilde bütünüyle dönüşmüş ve genişlemiştir;
‘arşiv belgeleri’ terimi tanımlaması daha zor ve karmaşık bir hal
almıştır. Bu belgeleri saklandıkları yerler açısından değil de bizi
imgeye sahip olma, imgeyi kontrol etme ve imgenin yeniden
kuruluşu meselelerini dijitalin tarih ve bellek fikirlerinde bir
yarık oluşturma biçimleri olarak düşünmeye iten uygulamalar
bütünüyle ilişkili olarak düşünmek daha faydalı olacaktır. Ali
Kizimi’nin 1914’teki o berbat Komagata Maru olayını konu alan filmi
Continuous Journey [Kesintisiz Yolculuk], arşiv ve icat arasındaki
sınırların bulanıklaşmasına iyi bir örnektir. Aşağı yukarı bir avuç
fotoğraftan yola çıkan Kazimi bu fotoğrafları canlandırmakta ve
bunu yaparken aynı zamanda arşivi düşünme biçimine ilişkin yeni
imkânlara hayat vermekte ve basitçe fotoğraf üzerinde gezinerek
ve zum yapılarak filmin nasıl başlı başına arta kalanın arşivi halini
aldığını göstermektedir.
Aşk ve Zaman Üzerine
Fotoğraf, sinema ve arşiv arasındaki ilişkiye ilişkin
değerlendirmelerinde Mary Anne Doane, fotoğraf ve filmin
kendilerine iliştirilmiş temel bir arşiv itkisi barındırdıklarını söyler.
Otonom Arşivleme
109
Ancak doğalarındaki bu arşivsellik hareketli imgenin olumsalla
olan ilişkisi sebebiyle aynı zamanda paradokslarla doludur. [14]
Doane, sinemanın aynı zamanda hem zamansal bir teknoloji hem
de maddi formu akıp giden zamanın gelgitlerine bilhassa açık
olan bir teknoloji olduğu tespitinden yola çıkarak arşiv konulu
tartışmalarında filmin bir özgüllüğü olduğunu belirtir. Doane için
“Arşiv zamana karşı bir koruma ve zamanın kaçınılmaz entropisi
ve bozuluşudur, ancak filmin bir arşiv yöntemi olarak takdim
edilmesi ile birlikte, görev, zamanın korunması ya da asla zorunlu
olarak ‘yaşanmış’ olmayıp rasyonelleştirmenin istenmeyen yönü,
kavgacı iç yüzü—eksiksiz mevcudiyet— olarak ortaya çıkan
zamansallık deneyiminin muhafaza edilmesi halini alır.”[15]
Modernlikte zamansal beklentilerimizi şekillendiren, zamanın
rasyonel bir şekilde düzenlenmesine ilişkin baskın bir
paradigmaya karşı, Doane şansın ve olumsalın dışarıyı temsil
etmek, zamanın hala serbest ve belirlenemez olan ittifak halinde
olduğunu söylemek gibi önemli bir ideolojik rol oynadığını ifade
eder. Doane şunları belirtir:
“Olumsallık ve kısa ömürlülük kavranabilir ve temsil edilebilir
olup ancak yine de sistematik olmayan şeyler olarak üretilir.
Olumsallığın bir hevesin saf haline, ütopik bir arzuya vücut veren
şey olarak yalıtılması, olumsallığın tam anlamıyla asistematik
bir şey olarak yapılandırılması itibarıyla modernlikte ne denli
toplumsal istikrarın paradoksal zemini haline geldiğini göz ardı
eder. Olumsalın, kısa ömürlü olanın ve kasıtsız olanın mevcudiyeti
sinemasal zamanın yüzleridir ve arşiv olarak hareketli imgeyi
bekleyen zorlu fırsat, kayıp zamanı geri kazanmak ancak bunu
sinemasal olan dâhilinde yapmaktır”.[16]
Eğer filmin momentini matbaanın daha eskilere uzanan tarihiyle
karşılaştıracak olursak, bir çok rezonans tespit ederiz. Adrian
Johns, kitabın tarihine ilişkin çalışmasında, matbaa devriminin
getirdiği, geleneksel olarak ‘tipografik değişmezlik’ olarak kabul
edilen şeye karşı bir duruş sergiler.[18] Daha önceki araştırmacılar
Otonom Arşivleme
110
yazılı kültürlerin çoğu zaman yazım hatalarının etkisi altında
olduğunu, dolayısıyla baskı teknolojilerinin ortaya çıkışına değin
kitabın sarsılmaz bir bilgi nesnesi olmadığını söylemekteydiler.
Johns bu varsayımın yanılgısını baskı teknolojisiyle beraber
ortaya çıkan çeşitli çatışmalara bakarak ortaya koyar ve baskı
teknolojilerinin ilk zamanlarda sabitliği ve otoriteyi temin etmek
şöyle dursun, bir belirsizliğin damgasını taşıdığını söyler. Johns’a
göre bilginin otoritesi bilginin kendi doğasında bulunan bir özellik
olmayıp geçişli bir özelliktir. Bu, duyularımızı, algılarımızı ve bilgi
deneyimimizi değiştiren teknolojilerden ayrı düşünülemeyecek
bir meseledir. Otoriteden belli bir bilgi üretimi tarzının ya da belli
bir teknolojik biçimin doğasından gelen bir şey olarak bahsetmek
yerine, Johns’un çalışmaları otorite kurmak için devreye sokulan
bilgi aygıtlarının çeşitliliğini dikkate almanın çok daha yararlı
olacağını gösterir. Bilginin ön koşulları bu yüzden kolayca bilginin
nesnesi haline getirilemez. Bu, bizzat bilginin yapısını görünür
ya da bilinir kılan ve bilginin değişken olduğunun net bir kanıtını
ortaya koyan yapılarla ilgilidir.
Benzer bir şekilde, her ne kadar arşivler zaman algımız ve
deneyimimizle ilişki kuran zaman aygıtları olsalar da, arşivin
kayıp zamanları bir araya getiren bir mekân olduğu yönündeki
geleneksel görüş, zaman deneyimini bir anlamda arşive dışsal
bir şey olarak görür. Bu anlayış arşivin aynı zamanda nesnelerin
belli bir zaman aygıtı içerisine yerleştirilmiş olmaları sonucu belli
bir değer kazandıkları yer olduğunu gözden kaçırır. Bu açıdan bir
video arşivinin imgelemi, zamanın serimlenişinin birçok anlamıyla
birden etkileşime girer. Sinemanın kayıp zamanı ve olumsal
olanı geri getirmesi bir sinefilin deneyimiyle yakalanabilir, zira
sinefilinin isimlendirdiği şey olumsal olanın anlam kazandığı
andır. Bu anlam belki de özel ve kendine has bir anlamdır ancak
bu anlam dâhilinde, imge aşkı, kısa ömürlü olanla girişilen bir
mücadelede ifade bulur.
Negri, Insurgencies’te [İsyanlar] zaman aşkından bahseder: Aşka
ve zamana ait bu iki düzlem ile sinema düzlemi, zamanın sinema
Otonom Arşivleme
111
ve arşiv aygıtını ve bunların bizim zamanla ve imgenin zamanıyla
olan ilişkimizi nasıl şekillendirdiğini düşünmemize imkân tanır.
Arşiv bu yüzden bir zaman aygıtıdır, ancak zamanla olan ilişkisi
kendi tabiatında bulunmaz ve muhakkak değildir. Bu ilişki daha
ziyade geçişli bir ilişki olup aşılanması gerekir. Hareketli görüntü
arşivi bu problemi erotik ve şehvetli bir biçimde kavrar ve zaman
deneyimini bir aşk edimi olarak aşılar.
Şayet sinema zamanın içindeki ve zamana ait imgeye erişim
sağlama olanağını elinde tutuyorsa, aynı zamanda bu imgenin
asla içinde bulunduğu virtüel düzlemden maddi bir hale
geçememesi tehlikesi de söz konusudur. Tamamlanmış ama asla
gösterime girmemiş filmlerden kayıp filmlere ve erişim imkânı
bulunmayan filmlere, sinemanın virtüel arşivi faydalanılmamış bir
potansiyel olarak durmaktadır. Ancak sinema da filmin çok çeşitli
imkânlarından yalnızca biri olarak durmaktadır. Başlarken her
yıl milyarlarca saat video üretildiğini, bunun büyük bir kısmının
enformasyon alanına girdiğini ortaya koyan o akıllara durgunluk
veren istatistiği paylaşmıştık. Laura Marks [imgelerin ait olduğu]
duyumsalın dünyası ile [enformasyonun ait olduğu] rasyonel
bürokratik dünya arasında bir ayrıma giderek imge rejiminde
algısal kültürden enformasyon kültürüne doğru sismik bir
kaymaya şahitlik ettiğimizi iddia eder. Deleuze’ü takiben, bütün
imgelerin virtüel alanda (potansiyelin düzleminde) var olduğunu
ve buradan doğduklarını ya da buradan çıkarak enformasyon çatısı
altına girdiklerini söyler. Her ne kadar bütün kültürler dünyanın
bir enformasyon olarak faydalı olacak yönlerine ayrıcalık tanımak
için daima algısal olanı kodlamak durumunda olmuşsa da, Marks,
günümüz kültüründe emsalsiz olan şeyin, enformasyonun neyin
algılanabileceğini şekillendiren bir düzlem olarak sahip olduğu
baskınlık olduğunu ifade eder.
kaynağıdır. Ancak imgelerin nereden geldiği sorusuna ek olarak,
burada sürdürdüğümüz tartışmayla ilgili olan bir diğer soru da
katlarını açıp içkinlik düzlemlerinden koptuklarında imgelerin
nereye gittiğidir. İmgelerin kullanıldıktan sonraki yaşamlarını ya
da bir arta kalan olmaya mahkûm edilişlerini düşünmek üzere
ev ve barınma temalarına yoğunlaşmıştık. Eğer Williams’ın
doğmakta olana ilişkin söylediklerine geri dönecek olursak ve
bunu bir açılma fikriyle birlikte düşünürsek, arşivi imgelerin
kendilerini aktüelin alanına doğru itmedikleri müddetçe mahkûm
oldukları virtüel alan olarak görebiliriz. Bu, arşivlerin hareketli
imge kültürünü koruyan depolar ve güvenli mahzenler olarak
tanımlanmasından çok farklıdır. Arşivciliğin babası Henry
Langlois filmleri korumanın en iyi yolunun filmleri göstermek
olduğunu söylüyordu. Langlois’ya göre “filmler İran kilimleri
gibidir, üzerlerinde yürümek gerekir.”
Marks, çiçek açma metaforunu kullanarak, bir imgenin
enformasyon düzlemine doğması için katlarını açması ve içkinlik
düzlemini itmesi gerektiğini söyler. Bu rakip kuvvet her açılma
hareketine yahut açılmaya gösterilen dirence eşlik eden etkinin
Otonom Arşivleme
112
Otonom Arşivleme
113
1. Bu metnin yazarı, Bombay’dan Camp ve Berlin’den oxdb ile açık video arşivleri
www.pad.ma ve www.indiancine.ma için işbirliği yapmaktadır. Bu makale birkaç yıl
boyunca Arşivler üzerine yaptığımız sohbet ve tartışmaların bir eseridir.
E.P. Dutton, 1970.
12. Benjamin, W. Arcades Project
2. Bunun tarihsel bir yorumu ve yirmi birinci yüzyılla olan ilişkisi için bkz. Mike
Featherstone ve Couze Venn, Problematizing Global Knowledge and the New
Encyclopaedia Project, Theory, Culture & Society, cilt 23[2–3]: 1–20.
3. Arşivleme araçlarındaki merkezsizleşmeye sıklıkla Google ve Facebook gibi büyük
şirketlerin sahip olup kontrol ettiği, günlük hayata ilişkin devasa merkezi arşiv projeleri
eşlik etmektedir.
4. Williams, Raymond. Marxism and Literature. Oxford England: Oxford
University Press, 1978.
13. Toward a Phenomenology of Nonfictional Film Experience
14. Doane, Mary Ann. The Emergence of Cinematic Time: Modernity, Contingency, the
Archive. Cambridge, Mass: Harvard University Press, 2002.
15. Doane 2002: 223
16. Doane 2002: 230
5. Derrida, Jacques. Archive Fever: A Freudian Impression. Chicago: University
of Chicago Press, 1996.
6. Steedman, Carolyn Kay. Dust: The Archive and Cultural History. Rutgers
University Press, 2002.
7. Jules Michelet, “Preface de l’Histoire de France”, Steedman,
Autonomus Archiving içinde alıntılanmış, 113.
8. Raqs Media Collective, With Respect to Residue, Raqs Media et al. Raqs
Media Collective: Seepage. Sternberg Press, 2010.
9. Bu konuda birbiriyle yarışan çok sayıda istatistik mevcuttur. Temsili bir numune için
bkz. Greg Jarboe, How to Visualize the Ridiculously Big Numbers Representing Global
Online Video Usage, http://searchenginewatch.com/sew/ study/2133244/visualizeridiculously-representing-global-online-video-usage, Ziyaret Tarihi: 22 Haziran 2015.
10. Susan Jarosi, Recycled cinema as material ecology: Raphael Montañez
Ortiz’s found-footage films and Computer- Laser-Videos, Screen 53:3, Güz
2012.
11. Youngblood, Gene, ve R. Buckminster Fuller. Expanded Cinema. 1. baskı. New York:
Otonom Arşivleme
114
Otonom Arşivleme
115
Çöpü Arşivlemek; 8mm Arşivi Üzerine
Ege Berensel
“Tarihçiler arşivi sadece yorumlar. Aslolan onu hissetmektir.”[1]
1960’lı yılların başlarında Marc Ferro, Anneles Okulu çevresinde,
filmleri birer belge olarak incelemek ve böylece toplumun bir
karşı çözümlemesine yönelmek düşüncesini öne sürdü… Film
böylece, çoğu zaman kurumların korunmuş belleğinden başka
bir şey olmayan o yazılı arşivlerden bir ölçüde kurtulmuş olarak
gayri resmi bir karşı-tarihin oluşmasına hizmet edecek, Resmi
Tarih karşısında Tarih’in bir edimcisi haline gelecekti. Yazı ve imaj
arasındaki ilişkilerin ters yüz olacağı bir çağ böylece açılıyordu.
Görselliğin metnin yardımcısı, illüstrasyonu olmadığı, metnin
yaptığı işi başka araçlarla yaptığı fikri, yazınınkinden farklı bir
kodlama olduğu düşüncesi ortaya çıkıyordu.
1980ler, 8mm filmlerin çağını kapattığı yıllarda Buluntu Film
geleneğinin yaygınlaşmasına yol açtı. Marc Ferro’nun yaptığı
müdahaleyi sanat yoluyla yapmayı deniyordu bir bakıma. Buluntu
film, eline kamera almadan, başkalarının çektiği görüntüleri
tekrar bir araya getirerek, onlara yeni anlamlar, kastedilenin
dışında farklı yorumlar kazandırırarak, görsel dünyanın
yarattığı anlamları, aktarılan mesajları tekrar anlamlandırarak,
tanımlayarak, eleştirerek, daha önce yaratılmış görüntüleri daha
görünür kılarak, semiyolojik bir müdahaleden geçirerek, bir
bakıma filmi filmle çözümlemek demekti.
8mm film 1940larda, süper 8mm film 1965 yılında amatör
kullanıcılar için16mm filmin bir versiyonu olarak üretilmişti.
Türkiye’de yaygınlaşması 8mm’nin 1960, süper 8mm’nin 1970li
yılları buldu. 1980lerde yerini Betamax ve VHS gibi analog video
teknolojilerine, S-VHS, Video 8 gibi analog görüntü kayıtçılarına
bıraktı… Yani 8mm film 1960 Darbesi’nin görece özgürlük
ortamında kullanılmaya başlandı, iki darbe arasını katetti,
üçüncüsüne de tanıklık etti… 1960lar kadınların kamusal alanda
Otonom Arşivleme
116
Otonom Arşivleme
117
daha fazla görünmeye başladığı, şiirde İkinci Yeni akımının
yeşerdiği, roman ve hikayede üretim patlamasının yenilikçi bir
edebiyatı doğurduğu, bu topraklarda Helikon derneği çevresiyle
Elektronik müziğin doğduğu, 1968’den başlayarak bir özgürlük ve
yeni politik hareketlerin filizlendiği zamanlardı.
Toplumsal dönemlerin ayrışması, görüntü kayıt teknolojilerinin
de değişip dönüşmesine tanıklık eder. 1960ların çok veri içeren
kodachrome 8mm teknolojisiyle, 1980lerin pikselli, grenli,
karanlık video imajı sanki dönemlerin alegorisidir. 8mm film
1960larda yüksek bürokrat, asker kemalist bir üst sınıfın anılarını
kaydetmek için yurtdışındayken edindiği bir aygıtken 1970lerde
daha toplumsallaşır ve politik hareketler içinde aktivist bir araca
dönüşür… 2000li yıllarda hayatını kaybetmeye başlayan bu
kuşağın çektiği görüntülerin makaralarını artık bit pazarlarında,
eskici ve çöp pazarlarında rastlamaya başlarız… Kemalist elitin
bürokrasi içinden tasfiyesinin de bu yıllara rastlaması tesadüf
değildir… Bir ideoloji yok olmaya başladığında geçmiş birden bit
pazarlarında beliriverir.
“Zaman arşivin dışında değil içindedir.”[2]
8mm film toplamaya yaklaşık 10 yıl önce başlamıştım… Devrimci
Yol’un 8mm arşivini bir depodan çıkarıp temizleyip kabaca
montajlayıp telesine yapmıştım, bu 8 saate yakın görüntü içinde
Yeraltı Maden-İş Yeni Çeltek Maden işgali, 1 Mayıslar, Fatsa
Şenlikleri, Devrimci Yol’un Yurtdışı eylemleri vardı… Bunlar
montajdan arta kalmış görüntülerdi… 8mm filmler önce çekilir,
banyo için yurtdışına gönderilir, gelen filmlerden yeni filmler
montajlanır, montaj dışı kalan film parçaları da bir kenara
atılırdı. 12 Eylül rejimi bu tamamlanmış, propaganda için ülke
içinde dolaşıma girmiş filmlere el koydu, bazı arşivler, filmler
bazı örgütler tarafından yurtdışına, özellikle Leiden Sosyal Tarih
Enstitüsü’nün arşivine kaçırıldı… İşte bu filmler geride kalan artık
filmlerdi… Sonradan özellikle 12 Eylül ertesinde adından dolayı
kapatılan ve futbolcuları işkenceden geçirilen, hapsedilen Dinamo
Otonom Arşivleme
118
Mesken futbol takımının hikayesini araştırmak için Bursa Mesken
Mahallesi’nde çalışırken görsel veriler, fotoğraflar, 8mm filmler
toplamaya da başladım mahalleden, özel arşivlerden ya da çöp
pazarlarından… Bir görüşme sırasında kaydettiğim, Teleferikte
silahlarla korunan yokuş bir futbol sahasının hikayesi 8mm olarak
karşıma çıkıverdi. 1978 1 Mayıs’ıyla ilgili uzun bir film parçasıyla
serginin ana iki ekranından biri olarak yan yana sergilendiler…
Sonra 80 öncesi 8mm politik eylemleri kaydetmiş, çeşitli örgütlerin
sinemacılarıyla bir sözlü tarih çalışmasıyla çektikleri görüntüler
üzerinden bir hatırlama, düşünme işine girişmiştim bugünkü
video aktivist hareketlerle karşılaştırarak. Bu görüşmeler de
bana bazı özel arşivleri açtı… Aslında Askeri yönetim tarafından
el konmuş ya da yurtdışına kaçırılmış film varlığının ötesinde
80 öncesi politik dünyasına tanıklık eden bir film varlığı da bir
yerlerde hala bekliyordu. Marc Ferro’nun dediği gibi, 70lerde
birden süper 8mm kameraların ortaya çıkmasıyla başka bir
aşamaya geçilmişti sanki; toplum artık yalnızca bir çözümleme
nesnesi, yeni bir sömürgecinin, kameraman-militanın çıkarına
uygun olarak, kendince iyi yabanılı oynarken filme alınan nesne
olmadığı ölçüde, sinema da daha etkin bir şekilde bir toplumsal
ya da kültürel bilinçlenmesinin edimcisi haline gelebilirdi. İşte
militanların filmlerinden militan filmlere geçiş böyle belirivermişti.
“Arşivlemenin yönü dışarıya doğru olmalıdır, içeriye doğru
değil.”[3]
Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yoğun görülmeyen bir çöp
türünün, 8mm film çöpünün bu coğrafyada birden belirmesinin
nedenleri neydi. Sanıldığından ya da bilindiğinden fazla mı
edinilmiş, kullanılmış bir görüntüleme aygıtıydı. Bu topraklarda
yaşayanların yeni görüntüleme aygıtlarına merakını mı
gösteriyordu. Yeni bir kamusal mekanın, alanın inşası mı
gerçekleşiyordu 1960larla birlikte bu görüntüleme aygıtıyla.
Günlerimi daha çok Ankara İtfaiye Meydanı’ndaki eskicilerde,
Otonom Arşivleme
119
artık olmayan Cebeci çöp pazarında, İncesu’daki depolarda,
Küçükesat ve Bahçelievler’deki eskici dükkanlarında geçirmeye
başlamıştım. Küçükesat ve Aşağı Ayrancı’da hurda ve kağıt
toplayıcılarının neredeyse çoğunu tanıyordum, çöpte 8mm film
bulduklarında beni arar oldular. Görüntüleri dijitalize etmek,
telesine etmek, filmleri restore etmek için türlü türlü donanımlar
edindim yıllar boyu. 30 yılı aştığı ve adresine ulaşmadığı için PTT
aracılığıyla satılan 8mm filmlerin peşine düştüm bir ara. Yurtdışına
banyo için gönderilen, sonra adrese teslim edilemeyip 30 yıldır
PTT’de bekletilen filmlerin içinden 12 Eylül ertesine ilişkin bir film
beliriverdi; Kabataş sur üstünden bir perde aralığından çekilmişti.
Askerler araçları durdurup kimlik kontrolü yapıp gözaltına
alıyorlardı yoldan geçenleri. 12 Eylül ertesi ilk işkenceden ölen İTÜ
Mimarlık öğrencileri Ahmet Karlangaç ve Ekrem Ekşi için asılan bir
pankart askerlerce indiriliyor ve yakılıyordu. Muhtemelen politik
bir kişilik olan, görüntüleri çeken kişinin son çektiği görüntülerdi
bunlar. Adres değiştirmek zorunda kalmış, yurtdışına kaçmış,
tutuklanmıştı belki de. Bütün imajlar birbiri içine girmişti. Militan
imajlar, gündelik hayat imajlarıyla içiçeydi.
dijital veriye dönüşen 8mm Arşiv projesi böylece başlamış oldu.
Bu imajlar toplamı, Türkiye yüksek bürokrat ve asker kökenli
ailelerin yaşantılarıyla ilgili militarizm; askeri törenler, okuma
bayramları, gündelik hayat, ev içleri, kamusal alanlar, parklar,
piknikler, eğlenme kültürleri: yılbaşları, doğum günleri
kutlamaları, poz verme, görüntü alma alışkanlıkları, tatil
alışkanlıkları, davranışları ve nihayetinde Türkiye’nin görsel ve
görselleştirme kültürleri açısından önemli veriler barındırıyordu.
İmajdan, imajlardan yola çıkmak diyordu Ferro. İmajlarda yalnızca
başka bir bilmeye yazılı geleneğin bilmesine yönelik bir yüceltme,
doğrulama ya da yalanlama aramamak. İmajları nasılsalar öylece,
ama gerekirse başka bilmelere de açarak düşünmek fikri böylece
önümde açılıyordu.
1. Pad.ma, “10 Theses on the Archive”, https://pad.ma/texts/ padma:10_Theses_on_the_Archive/100
2. Pad.ma, “10 Theses on the Archive”, https://pad.ma/textspadma:10_ Theses_on_the_Archive/100
3. Pad.ma, “10 Theses on the Archive”, https://pad.ma/textspadma:10_ Theses_on_the_Archive/100
Bir gün İstanbul’da Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde
bir eskicide 1960larda yurtdışında önemli bir başkentin
büyükelçisinin, köklü bir ailenin film dolu valizini aldım. İçinde
hepsi iyi kadrajlanıp montajlanmış, yurtdışı hayatlarından
Türkiye’deki arkeoloji gezilerine bir aileye ait toplam 6 saatlik 30’a
yakın film vardı. Böylece bir fikir önüme açılmış oldu. Görüntüleri
çeken merhumun eşi hayattaydı ve bir tür unutkanlık hastalığına
yakalanmıştı. İmajlar hatırlamaya yararlar mıydı.
O zaman şunu fark ettim, ölümlerden sonra yapılan mezatlardan
çıkan ya da çöpe atılan bir aileye ait çok sayıda 8mm film genellikle
bir kişi tarafından alınmazlarsa dağılıyorlardı. Böylece ailelerin bu
8mm külliyatlarını dağılmadan toplamaya başladım. Askeri Gezi
filmleri, bir öğretmenin 1960larda tuttuğu 8mm film günlük, bir
mimarın yurtdışı gezilerinde çektiği 8mm mimarı detaylar, işte
bugün hala devam eden, 1000lerce kutu film, 100lerce saat
Otonom Arşivleme
120
Otonom Arşivleme
121
Nekro-siyaset üzerine – Arşivlemeyi Sömürgesizleştirme
Pelin Tan
“Arşivlemeyi Sömürgesizleştirme” yi nasıl tanımlarız? Bu terimi
Türkçeye uygun bir şekilde çevirmek imkansız görünüyor.
İngilizce’de de doğru olmayabilir ama etkin ve özgürleştirici bir
pratiği işaret eden söylemsel bir kavram sunuyor; arşiv basitçe bir
veri tabanının taşıyıcısı olmaktan öte, kendi başına bir eylemdir;
arşiv heterojen anlatıların var olduğu eylemin çokluğunu taşımayı
amaçlar ve yeniden bir araya (re-assemblage) getirerek her birini
özgürleştirir.
Topluma ait olan eserleri sınıflandıran ve organize eden tarihyazımı
ile bağlantılı olan arşivleme pratiği, geçmişte de hegemonik
sömürge kontrol pratiği ile ilişkiliydi. İster fotografik ister hareketli
olsun bir görüntü, kanıt ya da tanıklığıyla her zaman tartışmalıdır.
Son günlerdeki kolektif pratiklerinin sağladığı açık kaynak
malzemeler ve kamusal alandaki insan hakları ihlalleri kapsayan
birçok davada da soru aynen geçerliliğini koruyor; süregiden bir
eylemi ve özerk bir kurucu yapı olduğunu iddia eden videogramın
kolektif kaynağını sunacak arşiv nasıl yaratılır?
2014 yılında bölgedeki son 15 yılda işlenen faili meçhul cinayetlerin
adli soruşturmasında çalışan İnsan Hakları Derneği Mardin Şubesi
yöneticisi benden araştırmasının arşivini düzenlememi istedi.
Bana içinden çıkamadığını söylediği arşiv, görüntüler ve belgeler
içeriyor. Böyle bir arşiv bize ne anlatır? Bu arşiv bölgedeki insan
hakları davalarında, şiddete tanıklığın kanıtı olarak nasıl bir
işlev görebilir? Böyle bir arşiv gelecekte devletin ve toplumun
sömürgesizleşmesine doğru bir işlev üstlenebilir mi? Beni
meşgul eden bu sorular aynı zamanda bu arşivle baş etmemi de
engelledi. Bununla birlikte Gezi direnişinden bu yana Gezi’den ve
Otonom Arşivleme
122
Otonom Arşivleme
123
diğer hareketlerden video kliplerin yer aldığı açık kaynak internet
sitesi olan “bak.ma” arşivinin nasıl yapılandırılacağı konusunda
da benzer endişeler vardı. Videogramlar üzerinden sosyal ve
siyasal hareketleri sivil itaatsizliğini gösteren içeriğe sahip bir
arşiv. Ama, arşivin kendinde bir içeriğe sahip olması fikri kendi
başına sivil itaatsizliğin açık kaynak arşiv malzemesinin özerk ve
sömürgesizleştirilmiş bir yapı içinde işlediğini iddia etmek için
yeterli değil. Bir arşivi özerk ve sömürgesizleştirilmiş yapan onun
üretiminin kolektif asamblajı (kaydetme, düzenleme, montajlama)
ve onun farklı siyasal biçimlerde gösterimi üzerinden temsilinin
değişmesidir; yani sadece içeriği değil.
Sömürgesizleştirmenin siyasal ve söylemsel temsiliyet
sistemindeki güncel tanımına ve söylemine bakarsak terim
daha da karmaşıklaşıyor. Sömüren/sömürülen ikiliğinden öte ve
öznelliğinin biçimi “Extrastatecraft”ın yol açtığı tekno-siyasal
(technopolitics) temelli altyapısal sömürgeleştirme daha da
karmaşıktır. Bu nedenle sömürgesizleştirme pratiğini tartışmak
zaten çetrefilli bir kavramdır. Hareketli görüntü arşivi nasıl faydalı
hale getirilir ve sadece açık kaynaklı dijital bir araç ve paylaşım
olarak görülen değil, aynı zamanda devam eden bir eylemin veri
tabanı yönetiminin deposu olarak sömürgesizleştirme sürecinde
nasıl bir işlev görür? Tuck ve Yang’a göre “sömürgesizleştirme” bir
metafordur: “Metafor olarak sömürgesizleştirme, halka bu çelişkili
sömürgesizleştirme tutkusu hakkında ikircikli konuşmasına izin
verir çünkü, sömürgesizleştirmeyi kurtuluşa götürecek herhangi
bir patikanın dolduracağı boş bir gösterene dönüştürür.”[2] Onlar
için sömürge karşıtı eleştiri ve sömürgesizleştirme birbirinden
biraz farklıdır. Bana göre eleştirileri, terimi anlamak için daha
iyi bir kavrayış sağlıyor ancak sömürgeci-ezilen öznelliğinin
ikili yapısı bugün çok daha karmaşık ve coğrafydan coğrafyaya
farklılık gösteriyor. Bana göre kelimeyi metafor olarak kullanmak,
koşulların karmaşık gerçekliğinde yöntemlerimizi yeniden
düşünmek için bize özgürleştirici bir güç bağışlıyor. Bunun
yanında, sömürgesizleştirme üzerine Mbembe şöyle tanımlıyor:
“Sömürgesizleştirme görüntü ile öz arasındaki bu uçurumu ortadan
Otonom Arşivleme
124
kaldırmasıdır. Bu görüntünün özünün “onarılması” hakkındadır
bu yüzden bu kendinde var olabilen kendi dışında başka bir şeyde
var olmayan bozulmuş, hantal, alçalmış ve değersizdir.[3] Afrikalı
yazar Mbembe çoğu kez nekro-siyaseti “yaşam üzerindeki ölümün
iktidarı” olarak tanımlar. Nekro-siyaset direniş, kurban etme ve
terör arasındaki yeniden düzenleme hakkındadır ve Mbembe iddia
ettiğine göre nekro-siyaset altında bütün koşullar belirsizleşir.
Ona göre “... egemenliğin tatbiki ölümlülük üzerindeki kontrolün
tatbikidir”[4] “Günümüz dünyamızda, silahların kişilerin azami
imhası ve ölü-dünyaların yaratımı için kullanılmasının ve çok
fazla sayıda insanın, kendilerine bir yaşayan ölü statüsünü
dayatan koşullara bağımlı kılındığı toplumsal varoluşun yeni ve
biricik formlarının anlaşılması amacıyla nekro-siyaset ve nekroiktidar kavramlarını önerdim.”[5] Mbembe’nin açıkladığı ve ileri
sürdüğü ölümün gücü, Braidotti tarafından da bio-iktidar ve
nekro-iktidar arasındaki farkı bağlamında tartışılır. Schmitt ve
Agamben’de iktidar bir istisna hali üzerinden ve ötesinde mekanın
veya arazinin hukuki durumunun sömürgeleştirilmesi olarak
tatbik edilir. Ama hem Mbemre hem de Braidotti teorik olarak
siyaset, egemenlik ve öznellik arasındaki ilişkinin modernitenin
felsefi söyleminden doğuştan farklı olduğunu öne sürerler. Teorik
argümanlarının gövdesi batılı-olmayan sömürgecilik (Mbembe)
ve teknolojik post-insan cinsiyeti (Bradotti) üzerinden oluşan bu
her iki düşünür de, günümüz insanının yıkımına ilişkin analiz ve
anlayışı önerir. Braidotti şunu ileri sürer:
“...ölüm siyaseti, endüstri ölçekli savaşın yeni bir biçimi, orduların
özelleştirilmesi, çatışmalara küresel erişim, özellikle terörle
mücadeledeki intihar bombacıları. Eşit derecede dikkat çekici
olan da, Plaza de Mayo’daki annelerden, insani yardıma kadar bir
aktivizm biçimi olarak ölüme tanıklığın siyasal ifadesinde ortaya
çıkan değişimi... [6]
Bugünlerde, Gezi sonrası mücadelesinden beri Türkiye’deki
mekânsal sömürgeleştirme ve yıkım koşullarının nekro-siyaset
okumaları daha net bir biçimde görülebiliyor. Kuşatılmış
kasabalar, kent savaşları, kamusal mücadeleler ve Suriye ve
Otonom Arşivleme
125
Yunanistan sınırlarındaki ölüm siyaseti bizi bio-iktidar ve “çıplak
hayat” arasındaki ilişkisini yeniden yapılandırmaya zorluyor. Bunun
için “sömürgesizleştirmenin” mümkün olduğunu düşünüyorum;
sadece nekro-siyaseti analiz etme üzerinden değil, aynı zamanda
sömürgesizleştirmenin de, sadece biz olarak öznelliğin değil,
nekro-siyasetin kendi işleyişi de. Artıkişler Kolektifi tarafından
sergilendiği gibi arşivleme pratiği ve “bak.ma”nın yapısı, nekrosiyasetin sömürgesizleştirilmesi çerçevesinde anlaşılması
gerekiyor. “bak.ma” arşivi sadece bazı video aktivistlerinin Gezi
mücadelesinden video kayıtlarını ihtiva etmiyor, Ankara ve
İstanbul’daki 1 Mayıs eylemleri, Queer hareketi, Tekel işçilerinin
direnişi, Hrant Dink’in katledilişinin anma yürüyüşleri, Cizre
ve diğer bölgelerdeki gündelik hayat ve barış eylemlerinden
kayıtları da kapsıyor. Bu videolar gündelik asamblajları yaratan
her bir öznelliğin kalıntılarını da temin ediyor. Bu asamblajlar
Mbembe’nin kelimelerindeki gibi sarf edilmişlerin kalıntılarının
videogramları: “...bozulmuş, hantal, alçalmış ve değersiz birşey”
[8] ve direniş görüntüsünün bir fazlası/artığı, gelecek devrim ve
görüntü sisteminin sömürgesizleştirilmesine kalkışmak. Asamblaj
“bak.ma” yı her ziyaret edilişte ve kullanımda sürekli yaratılıyor ve
bu arşivlemeyi sömürgesizleştime pratiğinin sürekliliğini sağlıyor.
1. Tan, Pelin, Madin İnsan Hakları Yöneticisi Avukat Erdal Kuzu ile söyleşi “Arazinin Altı ve Şeyler”
– Mardin ve Çevresi Faili meçhul araştırma süreci, (13 Nisan 2015) http://jiyan.us/2015/04/13/
arazinin-alti-ve- seyler-mardin-ve-cevresi-faili-mechul-arastirma-sureci
2. Tuck, Eve and Yang, K. Wayne (2012) “Decolonization is not a metaphor”, Decolonization:
Indigeneity, Education & Society 1(1): 1–40.
3. Mbembe, Achille (2015) “Decolonizing Knowledge and the Question of the Archive”, Konferans
metni: Wits Institute for Social and Economic Research (WISER), University of the Witwatersrand
(Johannesburg). s.15
4. Mbembe, Achille (2003) “Necropolitics”, Trans.L.Meintjes, Public Culture, 15 (1): 11-40, Duke
University Press. s.12
5. Mbembe, 2003, s.40
6. Braidotti, Rosi “Bio-Power and Necro-Politics, Re ections on an ethics of sustainability”, www.
springerin.at/dyn/heft_text.php?textid=1928&lang=en (26.04.2016)
Also in ‘Biomacht und nekro-Politik. Uberlegungen zu einer Ethik der Nachhaltigkeit’, Springerin,
Hefte fur Gegenwartskunst, Band XIII Heft 2, Fruhjahr 2007, s. 18-23 (26.04.2016)
7. https://bak.ma
# Extrastatecraft: mimarlık kuramcısı Keller Easterling’in
tanımladığı bir terim; Türkçe terim karşılığı henüz net değil.
Devletin alyapıları sömürgeleştirmek için oluşturduğu extra,
fazla, özel bir zanaat, yani yönetimsellik ve meşrulaştırıcı yasalar
diyebiliriz. Bu yönetme biçiminin toplumsal, kentsel, mimari
altyapıların ve ağların temsiliyetlerinde var olması.
Otonom Arşivleme
126
8. Mbembe, Achille (2015) “Decolonizing Knowledge and the Question of the Archive”, A public
lecture given at the Wits Institute for Social and Economic Research (WISER), University of the
Witwatersrand (Johannesburg). s.15
Otonom Arşivleme
127
BÖLÜM 3
MÜŞTEREKLERİN
OTONOMLUĞU
Otonom Arşivleme
128
Otonom Arşivleme
129
Görmek Ait Olmak Demek Olduğunda: Tahrir Fotoğrafçılığı
Lara Baladi
Kahire’deki Tahrir Meydanı’nın ‘Zafer Cuması’nda, yani Hüsnü
Mübarek’i iktidarı bırakmaya zorlayan halk ayaklanmasından
bir hafta sonra çekilen fotoğraflar, daha iyi bir yarını, yeni bir
Mısır’ın doğuşunu temsil eder. Bu imgeler, Özgürlük Meydanı’nı
bir barış ve adalet vahası, geri kazanılmış bir cennet, özgürlüğün
ve yenilenmiş Mısır kimliğinin bir ikonu olarak resmeder. Tahrir
Meydanı’nın bu fotoğrafları Mısır’a ilişkin en büyük klişe olan
piramit resimlerinin yerini mi aldı?
1990 yılının Ağustos ayında Kuveytliler gruplar halinde Mısır’a
iltica ediyordu. Bu mecburi turistler her gün sürü halinde
piramitlere gidiyordu. Ben de orada, Gize Platosu’nda piramitleri
fotoğraflıyordum. Fotoğrafçılığa başlamam Saddam Hüseyin’in ilk
Kuveyt işgalinin tetiklediği göçle çakışmıştı.
O kış, Çöl Fırtınası Operasyonu televizyondan canlı yayımlanan
ilk savaş oldu. Bu işgalin temsil edilme biçimi Guy Debord’un
‘Gösteri Toplumu’ndaki önermesini doğruluyordu: “Bir zamanlar
doğrudan yaşanan her şey artık bir temsilden ibaret”. Dışbükey
ekrandaki karanlık imge müphem bir şehrin gökyüzünde geceleyin
ara sıra gerçekleşen patlamalarla doluyordu. CNN’nin o kocaman
logosu da daima ekranın sol alt köşesinde duruyordu. Bu “temiz”,
“kansız” savaş, tüm gelişmelerin anlık olarak aktarılmasıyla
bütün dünyada dakika dakika yayımlandığı için, Amerika’nın
verdiği yoğun askeri karşılık ve sahip olduğu yeni, karmaşık
gözetleme teknolojileri pek çok eleştiriye ve incelemeye konu
oldu. O dönemi ele aldığı tartışmalı ve sıklıkla atıfta bulunulan
yazılarında Jean Baudrillard “Körfez Savaşı hiç olmadı” diyecek
kadar ileri gidecekti.[1] Gerçekten de TV ekranımızı dolduran o
imgeler, pek çok kişi tarafından gerçeküstü olarak algılandığı gibi,
gece görüşünün yeşil ışığında askerlerin arazide süründüğü yeni
bir video oyunu piyasasına da ilham veriyordu.
Otonom Arşivleme
130
Otonom Arşivleme
131
Başını çevirip kısa bir bakış attıktan sonra omuzlarını silkerek
şöyle dedi: “Bir film olmalı.” Sinema tarihinde bu büyüklükte bir
sahne henüz çekilmedi. Aksiyon filmleri o günden bu yana bu
çizgiye erişmeye çalışıyor ancak başaramıyorlar. Orada gerçeklik
kurmacayı geride bırakmıştı.
Körfez Savaşı, pek çok kişi için savaşı, bilgisayar oyununa
çevirmişti. Söz gelimi, Vikipedi’nin “Körfez Savaşı” başlığında
manşette şu ifade karşınıza çıkar: “‘Çöl Fırtınası Operasyonu’ bu
sayfaya yönlendirilmektedir. Video oyunu için, bkz. Operasyon:
Çöl Fırtınası (video oyunu).” Hâlbuki aşağı Manhattan’daki 110 katlı
kulelerin çöküşünü belgeleyen amatör fotoğrafçı ve videocular on
yıl sonra gerçekliği yeniden insanlaştırıyorlardı.
Hüsnü Mübarek’in düşüşü sonrasındaki ‘Zafer Cuması’, Tahrir Meydanı, Kahire, Mısır
Bundan on yıl sonra 2001’de, CNN’in 1991’de Körfez Savaşı’na
ilişkin kurmayı başardığı o ‘kayıpsız’lık temsili, yeni bir nesil
belgesel fotoğrafçı ve filmci tarafından tersine çevrildi. 11 Eylül,
binlerce insanın kendi dijital kameralarıyla olayları oldukları
sırada anaakım medyadan çok daha derinlemesine ve etkin
bir şekilde belgelediği ilk büyük tarihi olay oldu. İnsanlar,
pencerelerden atlayanların yaşadığı dehşeti, enkaz içinde, toz
içinde koşuşturan, yaralıları taşıyan, cehennemden kaçmaya
çalışan insanları kaydettiler. Ancak kaydetmenin de ötesinde
New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan bu saldırıya şahit
olup onu fotoğraflayanlar, gerçekliğin temsiline ilişkin çok eski bir
tekelin kırılmasına katkıda bulundu. Böylece vatandaş gazeteciliği
doğmuş oldu.
Londra’da küçük bir dükkânda, televizyonda bir anda ikiz kulelere
çarpan bir uçağın görüntüsü belirdi. Sebze meyve seçerken,
ekranın altında oturan dükkân sahibine ne olduğunu sordum.
Otonom Arşivleme
132
Fotoğrafçılığın demokratikleşmesine yönelik ilk adım George
Eastman’ın Kodak kamerayı icat etmesi oldu. 1888’de “Siz butona
basın, gerisini bize bırakın” sloganıyla Eastman hantal ve karmaşık
bir prosedürü kolay ve ulaşılabilir bir şey haline getirdi. O zamana
kadar yalnızca seçkinlerin gücünün yettiği fotoğrafçılık 1975’te bir
diğer Eastman Kodak mühendisi olan Steven Sasson’un yaptığı
yeni bir icat ile çok daha ulaşılabilir hale geldi: dijital kamera.
2001 yılına gelindiğinde Batı’da insanların çoğunluğu bir dijital
kamera sahibiydi. Fotoğraf çekmek artık yalnızca amatörlerin
hobisi değil, çoğu insanın günlük yaşantısına tamamen entegre
olmuş bir faaliyetti.
Sonraki dönemde kameralar (akıllı olsun ya da olmasın) cep
telefonlarına girdi; dizüstü ve masaüstü bilgisayar monitörlerine
internet kameraları takıldı; insanlar sosyal medya sitelerine
milyonlarca fotoğraf yükledi ve fotoğrafçılığın küresel olarak
demokratikleşmesi yeni bir boyut kazandı. Sosyal medyanın
ortaya çıkmasıyla anaakım medya, bilginin dağıtımı konusunda
çok daha fazla mevzi kaybetti. Kullanıcıların bilgiyi seçme ve
dağıtma sürecine katılabildiği ve imgeleri anında bütün dünyanın
erişimine açabildiği sosyal medya, geleneksel görsel medyayı
gölgede bıraktı. Anaakım medya ile rekabet içine girdi, iktidarın
Otonom Arşivleme
133
el değiştirmesini sağlayarak iktidara daha fazla ortak oldu. Etkili
medya sanatçısı ve teorisyen Peter Weibel’ın yakın zamanda
yazdığı “Halk İktidara: Halktan İmgeler” başlıklı makalesinde
gözlemlediği gibi, “Harflerin iktidarı ve resimlerin iktidarı sosyal
medyada öyle bir şekilde dağılıp buharlaşıyor ki herkes için
basitçe temsil edilmek yerine bizzat eylemek mümkün hale
geliyor.” [2]
Bu kayma dünya genelinde hissedildi. 2006’da İsrail Lübnan’a
saldırdığında Lübnanlı internet aktivistleri ve blogcular dünya
çapında yeterince dikkat çekerek İsrail üzerinde uluslararası
bir baskı kurdular ve savaşın sona ermesine yardımcı oldular.
Kısa ömürlü olsa da müthiş yıkıcı olan bu savaş bütün bir Arap
coğrafyasında yeni bir internet aktivizmi trendini ateşleyecek
kadar uzun sürdü.
25 Ocak 2015’te Kahire’de evde arkadaşlarımla birlikteydim.
Hiçbirimiz sokaktaki olağan dışı ve tekinsiz sessizliğin ötesinde
protestoların ne denli emsalsiz olduğunun farkında değildik.
Dikkatimizi dışarıda yükselen tansiyondan başka bir yere çekmek
için, Arap Fotoğraf Vakfı’nın arşivinden siyah beyaz fotoğraflarla
‘Hafıza’ oyunu oynuyorduk. Arap dünyasının geçmişine ait bu
imgelerle oyun oynarken, bölge tarihinin, Arap fotoğrafçılığının ve
genel olarak fotoğrafçılığın bir kuantum sıçraması yapmak üzere
olduğunun pek farkında değildim.
Mübarek dönemi boyunca Mısır’ın birçok bölgesinde fotoğrafçılık
yasaklanmıştı. Ülkenin farklı yerlerinde fotoğraf çektiğim
gerekçesiyle on beş yıl boyunca en az yedi defa tutuklandım.
Korku yaymaya dayalı propaganda insanları paranoyaklaştırmış,
kameraya ve buna bağlı olarak da ‘başka’ya yönelik bitmek
bilmeyen bir şüpheyi beslemişti. Diktatörlükle yönetilen
toplumların zamanla işbirlikçi haline gelmeleri gibi, Mısırlılar
da nesiller boyunca polisler tarafından rutin olarak, apaçık
bir şekilde maruz kaldıkları aşağılanmalara boyun eğmişlerdi.
Halk bu suçlara ilişkin pek az imgeye erişebilmişti. 2008 yılında
Mahalla’daki tekstil atölyesi işçilerinin protestoları, görme ve
Otonom Arşivleme
134
görülmenin hakkımız olduğu anlayışını yeniden canlandırmıştı.
Mısırlı aktivist Hüsam el-Hamalavi, blogunda “devrim flickr’da
yayımlanacak” diyerek rejimin baskıcı uygulamalarının
belgelenmesi ve yayılması gerektiğine işaret ediyordu. Baskıyı 30
yıldır hasıraltı etmiş olan ulusal medyanın körleştirdiği insanlar
için görmek, inanmak ve başkaldırmak anlamına gelecekti.
Bu, 2011’deki 18 günlük devrim süresince Tahrir Meydanı için
geçerli olduğu kadar asla geçerli olmamıştır. Burada ve Arap
isyanları süresince bütün bölgede fotoğraflama eylemi yalnızca
bir görme ve kaydetme etkinliği olmayıp bütünüyle katılmakla
ilişkiliydi. Mısır’daki isyanın merkezinde fotoğrafçılık, bir tür sivil
itaatsizlik ve başkaldırı ortaya koyması itibarıyla, gösteri yapmak
kadar önemli bir siyasi eylemdi. Acil durumun orta yerinde
fotoğrafın öznelliğine ilişkin bütün kuramlar bir anda devre dışı
kalmıştı. 18 gün boyunca meydandaki insanlar fotoğraf çekmeye
ilişkin bir toplumsal sorumluluk duydukları için fotoğraf çektiler.
Fotoğraf nesnelleşti; fotoğraf hakikati gösterdi; evet, meydanda
ne kadar protestocu varsa o kadar hakikatten oluşan bir
‘Hakikat’ti bu, ancak yine de tarihin bu dönüm noktasında acil bir
şekilde görünür kılınması gereken bir ‘Hakikat’. Kamera doğrudan
devleti hedef alan, ifşa eden, şiddete başvurmayan bir silah
halini almıştı. Fotoğraf çekmek rejime karşı bir duruş sergilemek
anlamına geliyordu; fotoğraf çekmek, mekânı ve nihai olarak da
ülkeyi yeniden ele geçirmenin bir yoluydu. Fotoğraf çekmek, ait
olmak demekti.
Klasikleşmiş BBC serisi ‘Görme Biçimleri’nde John Berger şunu
söyler: “İmgeler size gelir. Siz onlara gitmezsiniz. Kutsal yolculuk
günleri artık sona erdi.” Dijital çağda imgelerin deneyimlenişine
ilişkin yaptığı bir yorumda Slavoj Zizek, “Bugün söz konusu
olan şey ‘sanal gerçeklik’ değil, ‘sanalın gerçekliği’dir” der.
Sokakların gerçekliği ekranlarımızdaki gerçekliğe ulaştığında
Tahrir Meydanı’nda aynı zamanda bir medya devrimi gerçekleşti.
Ekranlarımız aracılığıyla bize gelen imgeler, en sonunda,
‘gerçeklik’ti.
Otonom Arşivleme
135
Binlerce kişi totalitarizme karşı harekete geçti, fotoğraf çekti,
dayanışma gösterdi. Protestocular gündüzleri başları üzerinde
posterler ve sloganlar taşırken, geceleri de parlayan mavi
ışıklarıyla cep telefonları, iPadler ve hatta dizüstü bilgisayarları
taşıyorlardı. Bu cihazlar bir toplumsal adalet ve özgürlük talebini
ifade ediyorsa da, 1960’larda yapılan protestolardaki o dans
eden alevleri çağrıştıran bir umut ışığı yaymakla kalmıyordu.
Bu cihazlar aynı zamanda çevredeki ışığı soğuruyor ve böylece
Tahrir’deki hayatı mümkün bütün açılardan, mümkün bütün kalite
ve format seçenekleriyle kayıt ediyordu.
Tahrir Meydanı’nda bir konuşma esnasında protestocular, 8 Nisan 2011.
Photo © Musab Elşami
Tahrir’den gelen görüntüler bütün dünyada (Çin hariç, zira
orada hükümet ‘Mısır’ sözcüğünü Google arama motorunda
yasaklamıştı) yaşam alanlarına dağıldı. Bu imgeler, bilgisayarları,
televizyon ekranlarını ve diğer sanal kanalları aşarak, meydanın
enerjisini önlenemez bir şekilde yayıyordu. Arap devrimleri
konusunda kendisiyle yapılan bir röportajda Zizek’in söylediği gibi,
“Bu, hakiki bir evrensel olaydı, dolaysız bir şekilde anlaşılabilen
bir şeydi… Bunların her biri, hakiki evrensellikti, mücadelenin
evrenselliğiydi.” Dünyanın dört bir yanından insanlar kendilerini
meydandaki protestocularla özdeşleştirdi. Tahrir herkesin devrimi
haline geldi. Arap isyanları ve ‘Occupy’ hareketleri birbirlerini
zincirleme takip etti. İmge-oluşturma insanların siyasi iktidarla
olan ilişkilerini yeniden düşünmelerine yardımcı olmak suretiyle
tüm dünyayı etkiliyor ve dünyanın düzenini mi sarsıyordu?
Uluslararası anaakım medya bu olaya kancasını atıp onu mümkün
Otonom Arşivleme
136
olduğunca sömürdü. Her ne kadar Tahrir’deki kalabalıkları
destekliyse de, 18 günün ardından olaydan bahsederken geçmiş
zamanı kullanması ve sıradaki haberlere geçivermesi nedeniyle
aynı zamanda devrimin momentumunu da zayıflattı ve böylelikle
McLuhan’ın “bir olaya mümkün olduğunca çok yer ayırarak
aslında onu yok edebilirsiniz” argümanını doğruladı. Bu noktada
sıradan insanlar internetteki görüntülerin gücüne öylesine sarıldı
ki televizyonda yayınlanan haberler, olan bitenin çoğu zaman
gerisinde kalmaları nedeniyle, amatörlerin veya aktivistlerin
çektiği ve hali hazırda internette hızla yayılmış olan videoları
yayımlamaya başladı. Kameranın icadından bu yana tarihi bir
olay hiç bu denli geniş çaplı belgelenmemişti, öyle ki videoların ve
fotoğrafların sayısı meydandaki protestocuların sayısından daha
fazlaydı.
Dijital fotoğrafçılığın ortaya çıkardığı yeni ekonomi, fotoğrafçılığın
karakterinde bulunan ve fotoğrafçılığın aynı zamanda hem en
büyük vaadi hem de onu bekleyen en büyük tehlike olan fabrikasyon
üretimi özelliğini katlanarak güçlendirdi. Bir yandan, kamerası
olan herkes ücret ödemeden ve sınırsızca fotoğraf üretebiliyor
fakat öbür yandan, hızla dağılan fotoğrafların bolluğuna eleştirel
mesafenin yok oluşu eşlik ediyor. Örneğin, Photoshop kullanılarak
üzerinde değişiklik yapılmış fotoğraflar olduğu gibi gerçek
kabul ediliyor. Bu durum gerçekliğe karşı hissizleşmeye katkıda
bulunuyor. Vilém Flussser 1984 tarihli Bir Fotoğraf Felsefesine
Doğru kitabında haklı bir şekilde fotoğrafçılığın dijital çağda
aşırı-demokratikleşmesinin getireceği tehlikelere ilişkin bizi
uyarmaktadır: “Şipşak fotoğraf çeken herkes kameranın çıktılarını
kontrol etmek üzere programlanmış ve gitgide daha da basitleşen
kullanım talimatlarına uymak zorunda. Sanayi sonrası toplumda
demokrasi işte böyledir. Bu yüzden şipşak fotoğraflar çeken
insanlar fotoğrafların kodlarını çözemezler: onlar fotoğrafların
dünyanın otomatik bir yansıması olduğunu düşünürler.”
Arap isyanları esnasında, Suriye’de, Libya’da, Bahreyn’de cep
telefonlarıyla çekilmiş ve her gün internete yüklenen pek çok
Otonom Arşivleme
137
titrek ve bulanık video görüntüsü, ‘kodları çözülebilir’ bir durumda
değildi. Pikselli ve son derece çarpıcı olan bu savaş sahneleri
birbirine benzemekteydi ancak bunlardaki hiçbir şey net bir
şekilde tanımlanabilir ya da kendi içinde ayırt edilebilir değildi.
Videoların içeriğini açığa vuran tek şey başlıklarıydı. Bunlar da
izleyicileri bu isyanların nasıl geliştiğini anlamaya çalışmaktan ya
da olayları takip etmekten çabucak soğutuyordu ve bu durumda
onlar da sırtlarını yeniden anaakım medyaya dayıyor ve iktidarı
onlara teslim ediyorlardı.
Şu ana kadar yapılmış en kapsamlı, çok sesli belgesel, Tahrir
Meydanı’ndaki Mısırlıların kesilmemiş sıradışı bir portresini
sunacak belgesel, bu gelip geçici sanal arşivde ne kadar
yaşayabilirdi? O 18 güne ait görüntülerin Google’ın PageRank
algoritması nedeniyle dipsiz bir kuyuda kaybolup gitmesiyle,
meydanda bize göz kırpan o yeni dünyanın olanaklı olduğu
vizyonu dijital izleriyle birlikte yitip gidecek miydi?
Her ne kadar Tahrir’deki o bitmek bilmeyen görüntü üretimi Batılı
izleyicilerden ziyade bizim kendi yerli tüketimimize yönelikse de,
meydandan gelen görüntüler eski Mısır’ın klişelerini neredeyse
anında tepetaklak etti. Öfkeli Arap terörist, onurlu barış
savaşçısına dönüştü. Mısır’daki isyandan üç ay sonra ABD’de
Wisconsin’de başlayan protestolardaki dövizlerde “Mısır! Bize
yardım edin! Tek dünya, tek acı” yazıyordu. Bir zamanların ‘pis
Arap’ı siyasi ve toplumsal vicdan sahibi yurttaşa dönüşmüştü.
Başkan Obama, Cemel Savaşı’na ilişkin televizyonda yaptığı
bir konuşmada şu açıklamayı yapacaktı: “Çocuklarımızı Mısırlı
gençler gibi büyütmeliyiz.”
Fransızca’da klişe ‘fotoğraf’ anlamına gelir; dünyanın geri
kalanında ise tanıdık bile olsa ortaya koyduğu hakikatten çok daha
fazlasını gizleyen bir stereotipe karşılık gelir. Bütün o oryantalist
Mısır klişeleri içinde en uzun ömürlü olanı, Gize Piramitleri,
Tahrir’deki milyonlarca insanın o kuş bakışı görüntüsü tarafından
gölgede bırakılmıştı. Meydanın merkezinde, çadırlar etrafında
dolaşan insanların görüntüleri zaman zaman Mekke’de Kâbe
Otonom Arşivleme
138
etrafında dönen insanların görüntülerini andırıyordu. Devrimin
başlamasından bir yıl kadar sonra Tahrir, devrim turistleri için bir
hac mekânı olmuştu.
Fotoğrafçılığın en eski tartışmalarından biri ölümle olan ilişkisine
dairdir. “Fotoğraflar gerçekliği hapsetmenin bir yoludur,” diye
yazar Susan Sontag Fotoğraf Üzerine’de. “Gerçekliğe sahip
olunamaz… şimdiye sahip olunamaz, ancak geçmişe sahip
olunabilir.” Kaybetme korkusu, Tahrir’de ortaya çıkan vizyonun
Başkan Mübarek’in iktidarı terk etmesinden kısa bir süre sonra
ortadan kaybolacağı korkusu, belki de insanların meydandayken
durmaksızın fotoğraf çekmelerinin nedenlerinden biriydi.
Nihayetinde Tahrir’de fotoğraf çekmek bir inanç edimine
dönüşmüştü. Adeta şimdinin o coşkulu gerçekliğini kaydetmek
bize gelecekte Meydan’ın vadettiği ütopyayı hatırlatacak ve gerçek
savaş başladığında umudumuzu korumamıza yardımcı olacaktı.
25 Ocak 2011’den sonra Meydan protestoların merkezi olmaya
devam etti: siyasal iktidarın eş anlamlısı olduğu kadar devrimin
başarısını ya da başarısızlığını ölçen bir barometreydi. Meydanın
görüntüleri günlük görsel tüketim rutinimizin bir parçası
haline geldi. Kimi zaman Tahrir kendi kendinin bir parodisi
gibi gözüküyordu, kimi zaman da yenilenen umutların merkezi
oluyordu.
Tahrir’i ele geçiren ister devrimciler ister Müslüman Kardeşler
ister Selefiler olsun, Meydan’a sahip olmak demek, devrime ve
dolayısıyla da Mısır’a sahip olmak demekti. Meydan için savaş
kızıştıkça, Tahrir bölünmüş bir ulusu temsil eder oldu. Mısırlılar
arasındaki uçurumlar Mübarek’in devrilmesini izleyen günlerde
Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi’nin şüphe
uyandıran koşullarda ve küçük bir farkla kazandığı ilk başkanlık
seçimi sırasında ve sonrasında derinleşti. Ekonomide sert bir
düşüş devam ederken Mursi kendisine pratikte denetimsiz iktidar
sağlayacak bir kararname imzaladı. Bunun sonrasında, Mursi’nin
devrimi desteklemeye ve daha genelde de Mısır’ın çıkarlarını
Otonom Arşivleme
139
savunmaya ilişkin verdiği sözlere güveni kalmayan Mısırlılar
yeniden sokaklara çıktı. Mursi’nin iktidarının henüz altıncı ayında
Mısırlılar hiç olmadığı kadar sert bir biçimde bölünmüştü.
30 Haziran’da Tahrir Meydanı daha önce görülmemiş sayıda
protestocuyla dolup taştı. Ülke genelinde başka birçok kamusal
alan da Başkan Mursi’nin istifasını isteyen insanlarca işgal edildiği
için, internet ve anaakım medya tekrar tekrar Tahrir’in (o aynı
ama asla aynı olmayan) kuş bakışı görüntüleri ile dolup taştı. Bir
anlığına bile olsa tek bir hedef etrafında aynı ruhta birleşmiş olan
Mısırlı çoğunluğun bu çarpıcı resmi ile birlikte, NASA tarafından
olan bu ikonik imge, medyada Tahrir’in dünya açısından sahip
olduğu önemi bir kez daha yayıyordu.
Mısır artık demokratik sürecin tam kalbine meydan okuyordu.
Facebook’ta insanların duvarlarında şu mesajın benzerleri
dolaşıyordu: “Şunu bilin ki dünyadaki bütün demokrasiler artık
demokratik meşruiyetin ne olduğuna ilişkin bu kamusal tartışmaya
sürüklenmiş durumda… Evet, Mısırlılar seçim sandığının
meşruluğunu sorguladılar, ve EVET, siyasi muhaliflerimizin
milislerini devreye soktuklarını fark ettiğimizde biz de ordumuzdan
müdahale etmesini talep ettik.”
30 Haziran isyanının ilk günlerinde Mısırlı birçok kişi, Başkan
Mursi’nin azledilmesini, Mursi’nin bölücü ve son derece antidemokratik yönetim tarzına karşı örgütlenen kitlesel bir harekete
yanıt ve destek veren bir askeri müdahale olarak görmek yerine
buna ‘darbe’ yaftası yapıştıran Batı medyasına olan kızgınlıklarını
sosyal medya üzerinden dillendirdiler.
Haziran 2013’teki Mısır protestoları esnasında Facebook’ta dolaşıma giren, NASA tarafından
çekilmiş ve sonra dijital ortamda manipüle edilmiş imge (telif hakkı bilinmiyor).
gökyüzünden çekilmiş ve Nil Nehri’nin Photoshop’lanarak
eklenmiş, “Mısır küresel bir devrimin yolunu aydınlatıyor” notu
ile aydınlatıldığı bir Mısır fotoğrafı da sosyal medyada dolaşıma
girdi. Olay yerinde deneyimlenmekte olan coşkuyla çarpıcı bir
şekilde uzaktan gelen ve Meydan’ın Arşimet noktasından çekilmiş
Otonom Arşivleme
140
Mısır siyasetindeki bu değişikliğin hemen sonrasında, El
Cezire’den 22 gazeteci Katar merkezli bu yayın ağını yalan
haberler yayımlamakla ve izleyicilerini yanlış yönlendirmekle
suçlayarak istifa etti. El Arabiya için muhabirlik yapan Nada El
Tuvajiri bu istifaları “kanalın editöryel çizgisine, Mısır’daki olayları
sunma biçimine ve buradaki gazetecilerin Müslüman Kardeşler’in
tarafını tutmaları için talimat aldıklarına ilişkin iddialara yönelik
bir eleştiri” olarak tanımladı. Bu esnada, CNN’in yayınları, Körfez
Savaşı’na ilişkin yanlı sunumlarını çağrıştırıyordu. Bu yayın ağının
olayları sunuş biçimi gerçekte olan bitenden ziyade kendi anlatısını
yansıtıyordu. CNN yalnızca naif bir şekilde Mursi destekçisi
gösterilerin görüntülerini Mursi karşıtı gösterilerle karıştırmakla
kalmadı, aynı zamanda kendi iradelerini ortaya koyan Mısırlı
çoğunluğun sesine bütünüyle kayıtsız kaldı. CNN ekibi, birçok
diğer gazeteciyle birlikte, Tahrir Meydanı’ndan kovuldular, çünkü
protestocular yanlış temsil edilmeyi reddettiler. En başından
beri bu devrimin meselesi kendini yönetme hakkını belirlemek
Otonom Arşivleme
141
olmuştu, hem medyada hem de toplumda.
Mısır ordusu ulusal medya üzerinde kontrolü yeniden ele geçirdi
ve Başkan Mursi’ye istifa etmesi için ültimatom verdi. Mursi
reddetti ve ordu tarafından tutuklandıktan sonra, birçok kişinin
‘mahkeme şovu’ diyeceği bir süreçten geçerek nihayetinde ölüm
cezasına çarptırıldı. Ancak zaman geçtikçe mevcut yönetim, ifade
özgürlüğünü gitgide daha saldırgan bir şekilde sınırlandırmaya ve
medya üzerindeki kontrolünü Mübarek’i geride bırakacak denli
arttırmaya başladı.
bütün dünyada onu takip eden diğer tüm toplumsal hareketleri
temsil eder hale geldi. Tahrir’in o kuş bakışı görüntüsü, bu
şekilde, demokrasi özleminin kolektif filigranı oldu. Her ne kadar
özgürlüğe giden yol hâlâ çok uzun görünüyorsa da, bu dijital çağ
ikonu, piramitleri tahtından ederek, Mısır’ı bugüne geri getirdi ve
umarım ki bu ikon korundukça ve tekrarlandıkça Mısır’ı daha iyi
bir geleceğe doğru sürükleyecek.
[1] Körfez Savaşı Hiç Olmadı, Jean Baudrillard’ın 1991 yılının Ocak ve Mart ayları arasında Fransız
gazetesi Libération ve İngiliz gazetesi Guardian’da yayımladığı makalelerini bir araya toplayan bir
kitap.
İsyanın başlangıcında imgenin iktidarının halk adına bizzat halka
iade edildiği düşünülüyordu. Twitter’da bir kullanıcı, Tahrir’e bir
meteor düşmesi gerektiğini dahi yazmıştı. Bu mesaj, resmi olarak
Mısır’ın kutsal ziyaret yerinin Tahrir olması gerektiği anlamına
mı geliyordu? O günlerde Tahrir bir anlığına yeni bir siyasal
pratik arayışında olan ve demokrasiyi Batı’nın henüz hayal dahi
edemeyeceği biçimlerde yeniden tanımlayan bir mekân olarak,
yeniden doğan Arap dünyasının Mekke’si olabilecek gibi gelmişti.
Beş yıl sonra, son devrim, daha ziyade, büyük ölçekli bir karşıdevrim tarafından tamamen ele geçirilmiş olan bir halk hareketi
gibi görünüyordu - belki de Mısır’ı temsili siyasete götürecek o
uzun ve sancılı yolculuğunda yeni bir aşama olarak.
[2] Peter Weibel, Halk İktidara: Halktan İmgeler, Blog Yazısı, 2012. ZKM, Sanat ve Medya Merkezi,
Karlsruhe, Almanya, 2012.
KAYNAKÇA
Susan Sontag, On Photography [Fotoğraf Üzerine], Farrar, Straus, and Giroux, 1977.
Vilém Fluser, Towards a Philosophy of Photography [Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru], ed. Derek
Bennett, Göttingen: European Photography, 1984.
Roland Barthes, La Chambre Claire [Camera Lucida], Hill and Wang, 1980.
Napolyon Bonapart, Piramitler Muharebesi öncesinde ordusuna
hitap ederken “Askerler! Kırk asrın gözü sizin üzerinizde!” demişti.
Askeri rejimin tüm gücüyle geri dönmesi ve vatandaşların
direniş gösterebileceği alanların giderek daraltılması Tahrir’in
o kuş bakışı görüntülerinin önemini arttırmaktan başka bir şey
yapmadı. 2011’deki kitlesel imge üretiminden damıtılarak bize
ulaşan Tahrir’in o görüntüsü, devrimin gerçekleştiği gerçeğini
ruhumuzun derinlerine kazıyarak, radikal bir toplumsal değişimin
her şeye rağmen devam etmekte olan bir süreç olduğunu yeniden
kanıtlayarak ve zaman geçtikçe kolektif belleğimize daha fazla
nüfuz ederek, artık yalnızca Mısır’ın isyanını değil, aynı zamanda
Otonom Arşivleme
142
John Berger, Ways of Seeing [Görme Biçimleri], Penguin, 1972.
La Guerre du Golfe N’a Pas Eu Lieu [Körfez Savaşı Hiç Olmadı], Galilée, 1991.
Guy Debord, La Société du Spectacle [Gösteri Toplumu], Buchet-Chastel, 1967.
Otonom Arşivleme
143
Canlılık ve Zamandışılık
Eric Kluitenberg
Bu metin başta mutlak zıt gibi görünen iki kaynaktan bazı malzemeleri bir
araya getiriyor: günümüzde kentlerde gerçekleşen protesto eylemlerinin
duygu odaklı mekân dinamiklerine ilişkin bir inceleme ile “Arşiv”in
zamandışı mantığına doğru kısa bir yolculuğu buluşturuyor. Ancak bu
protesto eylemlerine içkin olan canlılık, yaşam gücünü bizden birkaç nesil
öncekilerin “ilerleme” deme cüretini gösterdikleri şeye dair tanımlanabilir
bir ufka doğru yönlendirmek için bir belleğe gereksinim duyar. Daha sade
ifade edecek olursak, nereye doğru gittiğimizi anlamak için yine de bir
belleğe kaydetme anlayışı gerekli olacaktır.
Bu kolaj metnin bağlamını kentlerin kamusal meydanlarında
gerçekleşen ve yıllar, hatta on yıllar boyunca içten içe büyümüş
gerginliklerden aniden ve genellikle beklenmedik şekillerde
fışkıran protesto eylemlerinin o yinelenen kentsel gösterisi
oluşturmaktadır. Bu eylemlerin özelliği kişilerin bizzat ürettiği
ve çoğu internet temelli medya biçimleri ile kamusal alanda
tekinsiz bir duygusal yoğunluğun hüküm sürdüğü büyük çaplı bir
mobil ve kablosuz medya kullanımıyla harmanlanmış olmalarıdır.
Dikkat çekici bir şekilde bu protestolar ne kadar kolay ve ani
oluşuyorlarsa bir o kadar kolay ve ani bir şekilde dağılmakta ve
geleneksel siyasi protesto anlayışlarıyla uyuşmayan paradoksal
bir mantık ortaya koymaktadırlar.
Bu yeni protesto oluşumlarının adeta tabiatlarında bulunan bu
kısa ömürlülük, daha sürdürülebilir bir siyasal ekoloji yönünde
arzulanan siyasal dönüşümleri gerçekleştirmek amacıyla
kurulacak uzun soluklu ittifaklar açısından özel bir sorun
yaratmaktadır. Bu sorunun bir yönünü yeni “siyasal tasarım”
biçimlerine olan ihtiyaç oluşturmaktadır. Diğer yönü ise kısa
ömürlü olanı takip etmenin ve bu canlı süreçleri, protestoların
karşısına aldığı klasik otoriter siyaset çerçevesinde bir “Arşiv”
olarak dondurmaksızın, bir şekilde yakalamanın uygun yollarını
yaratma ihtiyacına ilişkindir.
Otonom Arşivleme
144
Otonom Arşivleme
145
Duygu Mekânı
OCLP
Duygu Mekânı’nda vücut bulmakta olan tekno-duyusal uzamsal
düzeni üç kurucu unsurla tanımlanır: [1] kişilerin bizzat ürettiği
medya biçimlerinin yaygın varlığı [2] kentlerdeki kamusal
meydanların işgal edilmesi durumu ve [3] bunlara derinlemesine
sirayet etmiş olan bir duygusal yoğunluk. Her ne kadar
herhangi bir tarafından “icat edilmiş” olmasa da, bu üç unsurun
birbirleriyle etkileşime girmesiyle oluşan kompleks dinamikler
2011 yılının başından bu yana dünyada haberleri domine eden
kamusal alanlardaki sıra dışı protesto eylemleri silsilesinde açık
bir şekilde görünürlük kazanmıştır: Her vakada yerel bağlam ve
“altta yatan nedenler” dikkat çekici bir şekilde farklılık gösterse
de (Tunus, Kahire, Madrid, Barselona, Atina, New York, Sao
Paolo, Haren, Kiev, Hong Kong, Ferguson, Paris…), medyada ve
fiziksel mekânlardaki eş zamanlı mobilizasyon ve bu oluşumların
çabucak dağılması büyük ölçüde ortaktır.
Occupy Central with Love (OCLP) Hong Kong’un sokaklarını
doldurdu. Benim gibi küresel medyayı takip eden, yerele dair
herhangi bir bilgisi olmayan bilgisiz ve ilgisiz bir izleyici için, bu
bütünüyle beklenmedik bir durumdu. İlk olarak ileri yaşlardaki iki
akademisyenin başlattığı bu kampanya “İcra Başkanı seçimlerin
herkesin eşit bir şekilde oy verme hakkına sahip olduğu bir
şekilde yapılmasını” amaçlıyordu. Bu oluşum esasında Hong
Kong halkının Hong Kong bölgesinin yeni valisinin belirleneceği
seçimde Pekin Komünist Partisi genel merkezinde incelemeye
tabi tutulmaksızın açık bir süreçle adaylığını koyabilme hakkını
arıyordu.
Bu dinamik kesinlikle bu protesto eylemleriyle sınırlı değldir;
daha ziyade, bu eylemlerin yoğunlukları gelişmekte olan bu
motifi daha açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Aynı şekilde,
kamusal alandaki kolektif mobilizasyonların yansıttığı bu çarpıcı
aniden oluşup yok olma motifi tek başına teknolojik unsurlarla
açıklanamaz. Yine bu, söz konusu anlaşmazlığın kaynağındaki
siyasi, ideolojik ve ekonomik meselelere de indirgenemez.
Bağlam, tahrik eden unsurlar ve katılımcılar, neredeyse birbiriyle
aynı olan bu mobilizasyon / dağılma motifinin tekrar edişini ikna
edici bir şekilde açıklayabilmek için fazlasıyla çeşitlidir.
Bu husus belki de en etkili biçimde birbirinden belirgin bir
şekilde farklı iki olay aracılığıyla örneklenebilir: Hong Kong idari
bölgesinin yeni valisinin bağımsız ve adil bir seçimle seçilmesi için
yapılan, Occupy Cenral with Love and Peace (OCLP) [Merkezi Aşk
ve Barışla İşgal Et] adı altında sahneye konan kitlesel protestolar
ile Hollanda’nın kuzeyinde akademik bir kenarkent olan Haren’deki
“Project Party X” isyanları.
Otonom Arşivleme
146
Bunun altında yatan şey, bölgenin demokratik olmayan bir
şekilde yönetilmesi ve Hong Kong’un Birleşik Krallık’ın sömürgesi
olmaktan çıkışıyla birlikte Çin İmparatorluğu içindeki istisnai
statüsünün giderek silikleşmesiyle ilgili endişelerdi. Altta yatan
şeyler elbette iyi biliniyordu, yaygın bir şekilde belgelenmişti,
dünya medyasında etraflı bir şekilde tartışılmıştı. Yer altında
uyku halinde olan bu gerginlik bu yüzden bilgisiz küresel medya
takipçileri için bir sürpriz olmadı. Ancak bir öğrencinin uzun
müzakereler için beklenmemesi ve sokaklara çıkılıp “Merkezin
(Hong Kong’un) işgal edilmesi” yönündeki çağrısına verilen
kitlesel karşılık bütünüyle bir sürpriz oldu.
Akademinin üç saygın ve kültürlü üç üyesinin adeta kişisel
inisiyatifiyle başlayan bu şey, görünüşe bakılırsa bir gecede
Hong Kong’un tarihinde görülmüş en geniş katılımlı kitlesel
protestolardan birine (belki de en geniş katılımlısına) dönüştü.
Belki de biz, küresel medyanın takipçileri olarak, protestonun
insansız hava aracıyla çekilmiş o son derece etkileyici
görüntülerinde protestocu yığınlarını Hong Kong’un o gökyüzüne
karışan şirket binalarının yüksek teknoloji eseri kusursuz
mimarisiyle bir arada görünce, gezegenin öbür yakasında
gerçekleşen istisnai olaylardan haberdar olabildik.
Otonom Arşivleme
147
Ne var ki Hong Kong sokaklarındaki bu kitlesel protestoların
ortaya çıkışı bize ne kadar büyüleyici ve beklenmedik göründüyse,
protestoların dağılması da bir o kadar anlaşılmazdı. Polisle girilen
bir dizi büyük çatışma sonrasında “Merkezin işgali”, tıpkı başladığı
gibi paradoksal bir şekilde sona erdi; meydanlar boşaltılmış
olmaktan ziyade protestolar, adeta sözlük anlamıyla, buharlaşıp
yok oluvermişti. Herhangi bir siyasi anlaşmaya varılmamıştı, seçim
süreci de olduğu gibi, yani yalnızca Pekin’deki parti merkezinde
incelemeye tabi tutulup onaylanan kişilerin aday olmasına imkân
verecek bir şekilde, tamamıyla kapalı kalmıştı (herhangi bir siyasi
sonuç söz konusu değildi).
Bu kitlesel tepki sonrasında protestoları başlattığı kabul edilen
üç akademisyen polise teslim olarak eylemlerinin sonuçlarının
sorumluluklarını üstlenmeye karar verdi. Görünen o ki ortaya
çıkan sonuç biz uzaklardaki bilgisiz medya takipçileri gibi onlar
için de beklenmedikti. Karakoldaki polis memurlarının bu (benzeri
görülmemiş) duruma nasıl tepki vermeleri gerektiğine dair hiçbir
fikirleri yoktu ve amirlerine danışma ihtiyacı duydular. Onlara
bu üç kişinin ifadelerini alıp evlerine göndermeleri söylenmişti
(tutuklama yoktu). Protestoların böyle saçma bir şekilde son
bulması OCLP’yi yakın tarihin en kitlesel olaysızlığı haline getirdi.
büyük bir kalabalık aslında hiçbir zaman gerçek olmamış olan
bu parti için çatışırlar ve bunun sonucunda şehir merkezindeki
kamusal alanlar büyük tahribata uğrar ve birçok özel mülk büyük
hasar görür.
Olayla ilgili ulusal çapta bir soruşturma sonucunda etraflı ve
çok boyutlu bir rapor ortaya çıkmıştır.[5] Bu raporun en ilginç
kısmı Utrecht Üniversitesi’nden bazı medya araştırmacılarının
yaptığı medya analizidir: Bu büyük kalabalık potansiyelinin
inşasının neredeyse tamamıyla sosyal medya kanallarıyla
gerçekleştiği sonucuna varmışlardır. Kitlesel medya maruziyetinin
mobilizasyonun ölçeği üzerinde ihmal edilebilir bir etkisi
olmuştur. Her ne kadar mobilizasyon motifi 2011 yılından bu yana
gerçekleşen protesto eylemleriyle neredeyse aynı olsa da, burada
altta yatan herhangi bir toplumsal ya da siyasi mesele mevcut
değildir.
Bu dikkat çekici olgular nasıl izah edilebilir?
2014’ün sonlarına doğru, sanat ve açık kaynak konularında
internette yayın yapan bir platform olan Open!’da yayımlanan
“Affect Space” [6] başlıklı yazımda bu dinamiği belki daha iyi
izah edebilecek bir modelin ana hatlarını çizmiştim. Bu model üç
kurucu bileşen üzerinde yükselir:
Proje X, Haren
Haren’deki Proje X isyanı durumunda ise, bir kızın 16. yaş günü
partisi için gönderilen facebook daveti (yanlışlıkla “herkese açık”
bir şekilde gönderilince) alınıp bir “Proje X Partisi” görseline
dönüştürülür. Bu görsel facebookta ve daha birçok yerde viral
hale gelerek büyük bir ziyaret trafiği ve (kitlesel medyada) ilgi
yaratır.
Kamu düzeninin bozulmasına engel olmak amacıyla yetkililer
olaya müdahale etmek için büyük bir polis grubu gönderirler.
Belirlenen tarihte polisler ve “Proje X Haren”e katılmak için gelen
Otonom Arşivleme
148
Teknolojik bileşen: İnternet, bilhassa geniş çaplı mobil ve
kablosuz medya kullanımı, bu daimi olarak değişen “meseleler”
etrafında büyük insan gruplarını harekete geçirme konusunda
önemli bir işlev görmektedir.
Duygusal bileşen: Bu protestolarda tekrar eden
özelliklerden biri söz konusu mobilizasyon süreçlerinde
oluşturulan ve mübadele edilen duygusal yoğunluktur. Ölçüp
tartılmış argümanlar, duygusal imgelere, davetkâr sloganlara
(“Biz %99’uz!” / “Ben Charlie’yim (yahut değilim)” ve son
derece cezbedici birtakım şeylerle kurulan muğlak ancak ısrarlı
Otonom Arşivleme
149
bağlantılar (Haren’de (bu durgun şehirde) kimsenin ne anlama
geldiğini ya da gerçekten var olup olmadığını bile bilmediği (ki bu
durumda yoktu) mistik bir Proje X Partisi) çok daha sınırlı bir rol
oynuyor gibi görünmektedir.
Mekânsal bileşen: Özellikle mobilizasyon sürecinde
oluşan duygusal yoğunluğu internetteki soyut etkileşimlerle ya
da çevirim içi uygulamalarla paylaşmak mümkün değildir. Bu
noksanlık fiziksel bir karşılaşma arzusunu harekete geçirir ve
bu da tipik olarak yalnızca (kentlerdeki) kamusal mekânlarda
gerçekleşebilir.
Geniş çaplı mobil ve kablosuz medya kullanımı kamusal alanın
doğasını radikal bir şekilde değiştirmektedir.[7] Fiziksel olan ile
medyatik olan arasında gitgide daralan geribildirim çemberlerinin
oluşmasıyla sokaklar ve meydanlar neredeyse gerçek zamanlı
olarak medya kanallarına ve platformlarına dönüşmektedir.
Kablosuz ağlar hız kazandıkça, bu geribildirim çemberleri iyice
daralmaktadır (Wifi, 3G, 4G ve diğerleri). Fiziksel olan ile medyatik
olan arasındaki bu geribildirim çemberinin darlığı, duygu-bazlı
iletişim ve mübadele formlarına ivme kazandırmaktadır. Bu tür
kalabalık ve yoğun ortamlarda tam da en güçlü duygusal etkiyi
yaratacak bu mesajlar, bu imgeler ve itkiler karşılık bulur (en çok
ölçülüp tartılmış argümanlar, en incelikli şekilde oluşturulmuş
görseller ya da en belagatli ifşalar değil).
Meydanın ötesinde: eylem mekânları
Meydanların hareket(ler)i diye tabir edilen bu şey kapsamında,
Duygu Mekân’ın üç kurucu unsuru olan teknoloji, duygu ve
kentlerdeki melez (kamusal) meydanlar, daha önce birbirleriyle
ilişkisi olmayan toplumsal aktörlerin fiziksel ve elektronik dolayıma
tabi mübadeleleri arasında yoğun geribildirim çemberleri
oluşturan özgün bir bağlanma motifiyle birbirlerine bağlanırlar.
Bu motif şaşırtıcı derecede farklılık gösteren coğrafi, kültürel ve
siyasal bağlamlarda ve çok farklı meselelerle ilişkili geniş çaplı
Otonom Arşivleme
150
protestolar meydana getirmiştir. Öngörülemezlik, tekrar ediş,
dağınık örgütsel yapılar ve bu “muhalif kamusal buluşmaların”
kısa ömürlülüğü önemli siyasi sonuçlar doğurur.
Bu protesto eylemlerini sahneye koyan (ya da belki de başlatan)
aktivistler duygusal düzleme çok etkin bir şekilde yerleşmişlerdir.
Bunu hem mobilizasyonun hızı hem de kendilerine özgü duygusal
yoğunlukları kanıtlamaktadır. Aktivist için bu, duygunun (görsel,
metinsel, sessel) semantik açıklığıyla özellikle kuvvetli bir
şekilde tınlayan “tınlama nesnelerinin” yaratılmasını içerir. Bunu,
kendilerine has şekillerine (ancak yarı bilinçli bir şekilde) ulaşmak
üzere esasında deneysel ya da deneyimsel bir deneme yanılma
yöntemini kullanarak yaparlar (veciz sloganlar, duygusal imgeler,
insandan mikrofon ritüelleri, kentlerde kamusal alanlarda
kurulan kamplar, kalabalık fiziksel buluşmalar). Duygunun
semantik açıklığı bu buluşmalarda siyasi, kültürel, ideolojik ve
dini ayrımları aşmakta kilit bir rol oynar.
Protesto ve mobilizasyon motiflerini bir yerel bağlamdan diğerine
uyarlayan aktivistler, Saskia Sassen’in “yerel pratiklerin bilinçli
çoğaltımı” diye tabir ettiği durumu gerçekleştirirler (Sassen,
2006- “Public Interventions”[Kamusal Müdahaleler]). Sassen
bu tabiri, fiili olarak küresel bir ölçekte elektronik ağlar (birincil
olarak internet bazlı iletişim) aracılığıyla, dikey olarak iç içe
geçmiş ulus ötesi kurumsal hiyerarşiler baypas edilirken yatay
yerel ötesi bağlantılar kurma kapasitesinin artmasına istinaden
kullanır. Bunun sonucunda yerel pratiklerin ulus ötesi bir ölçekte
kurulması söz konusu olabilir. Sassen bu mekânsal ilkeden “çok
ölçekli yerel” olarak bahseder (Sassen, age.).
Taktik, yazın, görsel ve çevirim içi iletişim kaynakları alışverişinin
yanı sıra, internet ve kablosuz iletişim ağlarının yaygınlaşmış
medya altyapısı pek çok sıradan vatandaşın medya düzleminde
kendilerini var etmelerine imkân tanıyarak birbirine bir ağla
bağlı bu medya ortamında kendilerini bir protestocu olarak
ortaya koymalarını sağladı. Bu beli bir tanınırlık biçimi de yarattı.
Otonom Arşivleme
151
Kendilerini medya düzleminde var etmeleri, bu vatandaşprotestocuların muhalif oldukları siyasal bağlama karşı bir
varlık göstermelerini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, önemli
biçimde, birbirleri nazarında da varlık kazanmalarını sağladı.
Bu şekilde, fark edilen ve etkin bağlantılara ivme kazandırıp
etkileşimi arttıran yerel ötesi bir varlık kazandılar. Bu bağlantıların
duygusal boyutu burada çok çeşitli yerellikler arasında bağlantı
kuran güçlü ve “yeni bir bağlantı kuvveti” olarak işlemektedir.
Ne var ki duygu odaklı mobilizasyon süreçlerinin sonucunda
ortaya çıkan siyasi oluşumlar tabiatları itibarıyla, her şeyden
önce heterojen yapıları dolayısıyla, istikrarsızlardır. İkinci olarak,
daha önce iddia ettiğim üzere, hem kolektif olarak ifade edilmiş
duygusal eğilimler hem de stratejik siyasi oluşumlar asla duygusal
yoğunluğun bütünüyle yakalanmasını sağlayamazlar. Bu kusurlu
yakalayış ardında (Massumi’nin “otonom bakiyesi” dediği)
duygusal bir tortu bırakır. Bu tortu, beklenmedik ve görünürde
kendiliğinden bir şekilde fışkıracak ve böylelikle istikrarsızlığın
sürmesini sağlayacak yeni duygusal mobilizasyonların
gerçekleşme potansiyelini istikrarlı bir şekilde arttıracaktır.
Üçüncü olarak, “meydanlardaki hareket(ler)”in içerikleri,
talepleri, kaygıları olmamasının bu hareketlerin siyasi işlerliği
açısından sorun yaratacağı iddiası değil de, bunun tam tersi,
içeriğinin, taleplerinin, kaygılarının çok fazla olması ciddi anlamda
sorunludur. İçerik ve mesele bolluğu vücut bulan bu siyasi
oluşumlarda kaçınılmaz olarak bir fraksiyonlu yapıyı beraberinde
getirir. İşte bu şekilde mutabakat siyaseti üzerine verimsiz bir
tartışma başlar ve tıpkı ABD’deki occupy [işgal] “hareket”inde
bilhassa güçlü bir şekilde görüldüğü üzere bu tartışma da hiçbir
somut siyasi neticeye götürmez.
Öyleyse “meydanlardaki hareket(ler)”in paradoksal bir şekilde
mobilizasyonda başarılı olurken siyasi işlerlikten açıkça yoksun
olması, yansımasını mobilizasyon sürecinde içerik ve sonuç
arasındaki yarıkta bulur. Bu son bir soruyu gündeme getirecektir:
Otonom Arşivleme
152
örneğin Nigel Thrift’in çağrı yaptığı üzere, bu karmaşık bağlama
yapılacak “ilerici siyasi müdahaleler”i nasıl düşünmek gerekir?
(Thrift, 2004, 58)
Kısaca “Duygu Mekânı” diyebileceğimiz bu yeni tekno-duyusal
mekânsal düzenin karmaşık mantığını dikkate alan iki ayrı
yaklaşım söz konusudur. Bu iki yaklaşım birbirleriyle çelişiyor
gibi görünebilir, ancak ben bunların birbirlerini tamamlayan
yaklaşımlar olarak değil de beraberce ele alınmalarını öneriyorum.
Eğer bunlar bazı çelişkili sonuçlar ve öngörüler ortaya çıkarıyorsa
da bu çelişkiler kabul edilmeli ve incelenmelidir.
İlk yaklaşım “Duygu Mekânı”nın karmaşık mantığını daha iyi
anlamayı ve bu konuda farkındalık yaratmayı amaçlar. Tahmine
dayalı birleştirici kuramlar burada bir işe yaramaz. Yaratmış
olmaktan ziyade karşılarına çıkan birtakım yeni formlarla tanışan
ve taktiklerini olay yerinde deneme yanılma yöntemiyle geliştiren
aktivistler gibi biz de bu yeni mekânsal düzenin ilerici siyasi
potansiyelini bulma gayesiyle daha etraflı bir şekilde incelemek
için deneysel ve deneyimsel yöntemlere yaslanmalıyız.
Neyse ki “Duygu Mekânı”na gözü kapalı bir şekilde dalmamız
gerekmiyor; elimizde geniş bir deneysel ve deneyimsel metot
repertuvarı bulunmakta. Ancak bu sefer bunlar siyasi aktivizm
alanından gelmiyorlar. Burada öncelikle Guy Debord’un
“Introduction to a Critique of Urban Geography” (1955) [Kentsel
Coğrafyanın Eleştirisine Giriş] ve “Theory of the Dérive” (1956)
[Sürüklenme Kuramı] metinlerinde ana hatlarını çizdiği,
Sitüasyonistlerin psikocoğrafi keşiflerini düşünüyorum. Bu
fikirler yer temelli sanatlarda psikocoğrafi keşiflerin keşfedilmesi
sayesinde belli bir yeniden canlanma yaşadı. Burada yine
1990’larda net.art hareketi çerçevesindeki ağ kültürüne ilişkin
artistik ve estetik incelemeler akla gelecektir. Bu estetik yöntemler,
çevirim içi ve fiziksel kültürleri kasıtlı olarak birbirlerine karıştırırlar
ve kent mekânlarının duygusal unsurlarının işleyişini ve bunların
işlenebilirliğini öznel bir şekilde var kılmaya ve yoğunlaştırmaya
Otonom Arşivleme
153
yönelik birtakım keşfe dayalı kentsel müdahaleler sahneye
koymak için zengin bir havuz sunarlar.
formlarının ve demokratik kompozisyon kiplerinin icat edilmesine
değin uzanabilir.
Yine de duygunun semantik ve semiyotik bir yapıdan yoksun
olması ölçüsünde duygunun deneyimsel olarak incelenmesinin
de bilişsel olarak “kör” bir süreç olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Bu doğrudur ve ilerici politikayla tabiatı itibarıyla
karmaşık bir ilişkinin söz konusu olduğu hissini verir. Bu da
doğrudur. Ne var ki Massumi duygunun dil ile olan ilişkisinin
“diferansiyel” olduğunu ve onla pek bir karşıtlık içinde
olmadığını vurgular. Kimi dilsel yapılar duygusal yoğunluklarla
güçlü bir şekilde tınlar ve (yukarıda tartışıldığı üzere) onu bilfiil
kuvvetlendirebilir, kimileri ise duygusal yoğunluğu zayıflatabilir.
Felsefi ve siyasi söylemde karmaşık düşüncenin ve bunun dilsel
ifadelerinin yoğunlaşmış formları kesinlikle bu ikinci kategoriye
dahildir ve dönmemiz gereken son araçlardır.
Bu “salt insani” perspektifin ötesinde yeni siyasal girişimlerin,
bilim filozofu Bruno Latour’un yakın dönemdeki çalışmalarında
ısrarla üzerinde durduğu gibi, insanların ve insan dışındaki
canlıların “iyi ve müşterek bir dünyanın kademeli olarak inşa
edilmesiyle” nasıl bir diyalog içinde olacağına dair karmaşık
soruları da kucaklaması gerekir.
Bu dikkate değer yerel ötesi protesto döngüleri sonrasında
ortaya çıkmış yeni ilerici siyasi hareketlerin müzakereci siyasi
tasarım biçimleriyle meşgul olması gerekir. Eğer “meydanların
hareket(ler)inin” ilerici momenti mevcut kolektif siyasal
oluşumların kısıtlayıcı ve baskıcı kodlamalarının ötesinde yeni bir
siyaset imkânına işaret etmek idiyse, Thrift’in çağrı yaptığı türden
ilerici siyasal müdahaleleri tahayyül edenlerin görevi yeni siyasal
tasarım biçimleriyle bilinçli ve müzakereci bir şekilde diyaloğa
girmektir.
Protesto eylemlerinin, aktivist pratiklerin ve acil toplumsal
krizlere yanıt veren “Taktiksel Medya”[10] üretiminin “canlı
an”ının dolaysızlığında, bu olayların belleğe kaydedilmesi
çoğunlukla göz ardı edilir, hatta gereksiz ve ilgisiz bulunur. Ne var
ki müzakereci siyasal tasarımlarla girilecek bir diyaloğu geçmiş
olaylara ve bunların miraslarına bazı göndermeler yapmaksızın
düşünmek zordur. Belgelemenin / hafızaya almanın bu yönünden
kaçınmak, geçmişin şekline ve yapısına ilişkin örtük ve üstü kapalı
birtakım varsayımların “hükmü altına girme” ve bu varsayımların
incelenme ve yeniden ele alınma imkânını ortadan kaldırma
riskini beraberinde getirir.
Çok hızlı gelişen 15M mobilizasyonu sonrasında İspanya şu anda
bu türden bir (ilerici) siyasal tasarım pratiğine yönelik girişim
açısından en ilginç “laboratuvar” olarak görülebilir. Bunun
İspanya’da (Pomedos) ve Yunanistan’da (Syriza) ortaya çıkan
ve kurumsal temsili demokrasinin geleneksel sahası dahilinde
hareket eden yeni siyasi partilerin ötesine geçmesi gereklidir.
Bu, 15M sonrasında ortaya çıkan X-net sivil ağ [8] ve İspanya’daki
internet temelli Partido X [9] gibi yurttaş ağı modellerini uygulayan
demokrasilerin ortaya koyduğu üzere, radikal biçimde yeni temsil
Otonom Arşivleme
154
Buradaki zorluk, yerel ve yerel ötesi açılardan, 2011’den bu
yana krize girmiş olan o şaşırtıcı derecede geniş yelpazedeki
yerelliklerin kendilerine özgü koşullarına hitap edebilecek yeni
siyasallık biçimleri icat etmesinde yatmaktadır.
Zamandışılık ve Canlı Arşiv
Taktiksel Medya’nın mirasını ve ürünlerini belgelemeye ilişkin
süregiden çalışmalarımız kapsamında 2008 yılında Taktiksel
Medya’ya adını veren The Next 5 Minutes festival serisinin (19932003) bir uzantısı olarak Taktiksel Medya Dosyaları [11] adında
çevirim içi bir dokümantasyon kaynağı yarattık. Bu çevirim içi aracı,
suskun bir kaynaktan daha fazlası olarak, geçmişten ve şimdiki
zamandan birtakım malzemeleri toplamaya ve fırsat olduğunda
Otonom Arşivleme
155
yahut acil durumlar dayattığında, bu ucu açık çabayı tartışmak
üzere, düzensiz aralıklarla bazı buluşmalar düzenlemeye yarayan
bir vasıta olarak kullanıyoruz.
Bu, neredeyse hiçbir bütçesi ve kurumsal hevesi olmayan tipik
bir küçük ölçekli medya girişimidir; adeta taktiksel medyanın,
sözü geçen bir “Arşiv”in mozolesine konmasını engellemek üzere
kurulmuş bir anti-arşivdir. Kısa ömürlü olanın izini sürmek ve
yalnızca kendi aciliyetinin verdiği anlık bir canlılıkta var olmak
isteyen, kurum veya arşiv tarafından zapt edilmekten kaçınıp
bunlara direnen o şeyi belgelemek gibi paradoksal bir görevi
etraflıca ele alabilmek için, bu çaba ve kaynak için bir terim
ortaya atıp buna “canlı arşiv” demeyi önerdik (bu tarihten sonra
bu terim tesadüfen başka yerlerde de dolaşıma girdi; üzücü ve
fakat geçekleşmesi kaçınılamaz bir durumdu bu).
Kaynağımız kendi kriterlerimizi sağlamıyor. Esasında bu kriterlerin
herhangi bir şekilde sağlanabileceğine de kuşkuyla bakıyoruz.
Aynı zamanda “canlı arşiv”in ne olabileceğini kapsamlı bir şekilde
kaleme almaya da direnç gösteriyoruz, her ne kadar onu basitçe
bir anti-arşivden daha fazlası olarak görsek de. Bunun yerine,
aşağıda, nihai olarak hangi biçimi alacağından bağımsız olarak
ve kurumsal olarak zapt edilmekten ne kadar kaçabileceğini
bilmeksizin, böyle bir “canlı arşiv”in işlevine, kırılgan konumuna
ve varoluşuna açıklık getireceğini düşündüğümüz birtakım
değerlendirmeleri paylaşacağım.
Yaşanan Anın Canlılığı ve Yoğunluğu
Taktiksel medya, aktivist pratikler ve eylemler, canlılıklarını
protestocu bir topluluğun kendilerine iştirak etmesi ve bu
topluluğun yarattığı duygusal tınlama motifleri yoluyla kriz
anlarında bulurlar.
“Arşiv”in Zamandışılığı
Otonom Arşivleme
156
“Arşiv” (belirli ve açık sözcelerin belirişlerini düzenleyen bir
kurallar sistemi olarak) yaşanan anları yakalayıp bunları tarihsel
olaylara dönüştürme işlevi itibarıyla bu dinamiğin tam zıddını
oluşturur.
Yaşanan anın zamansallığı, dolaysızlığının yoğunluğu içinde
kapsanmıştır.
Arşivin zamansallığı zamandışılıktır.
Foucault’nun “Arşiv” Üzerine Düşünceleri:
(Bilginin Arkeolojisi):
Arşiv, Foucault’nun deyimiyle “sözcelerin oluşum ve
dönüşümlerinin bağlı olduğu genel sistemdir”(..) “sözcelerin
belirişlerini benzersiz olaylar olarak düzenleyen sistemdir” ve
aynı zamanda “söylenen her şeyin biçimsiz bir kütle halinde
birikmemesine neden olan şeydir”[12].
Arşiv “söylenen her şeyi” ayrı figürler halinde bir araya getiren
ve en başında ve “tam da sözce-olayın kökeninde” neyin belirli
ve açık terimlerle ifade edilebileceğini (“söylenebileceğini”)
tanımlayan sistemdir.
“Arşiv”i yeniden yazmak
Bu şekilde, bir nesne ve belge deposu olarak geleneksel arşiv fikri,
bu nesne ve belgelerin cisimleştirdiği belirli ve açık sözcelerin
belirişlerini düzenleyen kurallar sistemi olarak yeniden yazılır.
Öyleyse arşiv öncelikle söylemsel bir pratik olarak görülür.
Fakat arşivde “sözcelerin benzersiz olaylar olarak belirişini”
düzenleyen kuralları etkin bir şekilde ortaya çıkarmak ve bunları
değiştirmek suretiyle arşivle (söylemsel olarak) bir diyaloğa
girmek mümkündür.
Otonom Arşivleme
157
“Canlı Arşiv” bu kurallar sistemiyle girişilen bilinçli ve etkin bir
diyalogdur.
eleştirel bir diyaloğa girmek ve mümkünse bu anlatıyı
yapısöküme tabi tutarak ona müdahale etmek, önemli taktiksel
zorunluluklardır.
Canlı Arşiv:
Canlı Arşiv, yaşayan kültürel süreçlerin belgelenişinin, arşivlenmiş
malzemelerin ve söylemsel pratiklerin gelişmiş çevirim içi veri
tabanı ve içerik yönetim sistemleri ile dijital ses ve görüntü
teknolojileri kullanılarak mümkün olduğunca kusursuz bir şekilde
bir arada dokunduğu bir model yaratmayı hedefler.
Burada arşivleme hem şimdiki hem de gelecekteki olayları
etkileyen ve aynı zamanda bu olaylar ile onların sonuçlarından
etkilenip yeniden yazılan ucu açık dinamik bir süreç olarak
anlaşılmaktadır.
Canlı Arşiv, belleğin fiziksel nesnelerinden ziyade, yaşayan
kültürel süreçlerle etkin bir şekilde diyalog kurmayla ilgilidir.
Etkin bir Siyasi İlke olarak Kültürel Bellek:
Eski Mısır bilimcisi Jan Assmann’ın geliştirdiği Kültürel Bellek
kavramı bu noktada son derece kullanışlı olacaktır. Assman
kültürel bellekten ritüeller ve metinsel uyum yoluyla grup
kimliğini oluşturan bağlayıcı bir yapı olarak bahseder.
Geçmiş asla sırf hatırlamak için hatırlanmaz. Geçmişin ana
işlevleri, bir devamlılık duygusu yaratmak ve gelişim için motor
görevi görmektir.
Canlı Arşivler tarihsel gelişimin ucu açık karakterini ve
olumsallığını vurgulamak üzere mitolojik kültürel anlatıların inşa
edilmesinde ve bunların belirlenmesine çok çeşitli aktörlere etkin
katılım imkânı sağlanmasında aktif olarak rol alır.
Nihai Değerlendirmeler
Daha önce “arşiv”le girilmesi gerektiğini söylediğimiz
böylesi bir söylemsel diyaloğun yalnızca internet üzerinden
örgütlenemeyeceğini belirtmiştik. Bu nedenle, gerekli eleştirel
yeniden yorumlamaların gerçekleşebileceği internet dışı
karşılaşma ve tartışmalar “Canlı Arşiv”in zorunlu bir parçasıdır.
Bu sürekli tartışma etkinliğini ve “canlı arşiv” anlatılarının
nasıl yeniden yazıldığına ilişkin değerlendirmeleri yeni siyasal
tasarımların konusu olan “iyi ve müşterek bir dünyanın kademeli
olarak inşa edilmesinin” (Latour) temel bir parçası olarak
görmekteyiz.
“Canlı Arşiv”in henüz mevcut olmadığına inanıyoruz— (Wikipedia
da dahil olmak üzere) var olan hiçbir model bunun en temel
koşullarını sağlamıyor.
Belki de imkânsıza yönelik ve asla karşılanamayacak olan bu
taleptir bütün mesele?
Şimdiki zaman anlamlı, gerekli ve değiştirilemez bir şey olarak
kolektif bir patikanın sonunda yer alır.
Etkin bir siyasi ilke olarak Kültürel Bellek:
Canlı Arşivlerin oluşturulması için kültürel bellek anlatısıyla
Otonom Arşivleme
158
Otonom Arşivleme
159
1. Eyleme ilişkin belgeler için bkz. http://www.tacticalmediafiles.net/ campaigns/6470/Occupy-
Kaynakça
Central-with-Love-and-Peace
• Assmann, Jan, Das kulturelle Gedächtnis. Schrift, Erinnerung und politische Identität in frühen
2.
http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-19684708;
http://www.
youtube.com/
watch?v=KEmQ3W5-xLI (video)
Hochkulturen, Beck, Münih 1997.
• Barthes, Roland (1982), Camera Lucida - Reflections on Photography, Hill and Wang, New York.
• Barthes, Roland (2005) The Neutral. Çev. Rosalind E. Krauss ve Denis Hollier. New York: Columbia
3. http://oclp.hk/index.php?route=occupy/eng_detail&eng_id=9
University Press. Castells, Manuel (1996) The Rise of the Network Society, Blackwell Publishing,
Malden (Mass.) & Oxford.
4. http://www.tacticalmediafiles.net/videos/31561/OCLP-Hong-KongDrone-Video
• Castells, Manuel (2009) Communication Power, Oxford University Press, New York.
• Castells, Manuel (2013): Networks of Outrage and Hope, Polity Press, Autonomus Archiving 158
5. Hollanda Hükümeti araştırma sayfası (yalnızca Flemenkçe): http:// commissieharen.nl
Cambridge & Malden (Mass.).
• Debord, Guy (1955) Introduction to a Critique of Urban Geography, Les Lèvres Nues #6 (Eylül
6. http://onlineopen.org/affect-space
1955).
• Debord, Guy (1956) Theory of the Dérive, Les Lèvres Nues #9 (Kasım 1956)
7. Open dergisinin temalı sayılarından birinde kamusal alanın kablosuz medya ile nasıl mobilize
• Flusser, Vilém (1988) “The City as Wave-Trough in the Image-Flood”, Çev. Phil Gochenour,
olduğu konusu irdelenmişti, #21, November 2006, ed. Jorinde Seijdel ve Eric Kluitenberg.
Critical Inquiry 31 (1988 - çev. Phil Gochenour, Kış 2005), ss. 320-328. http://www.jstor.org/
Metinlere şuradan ulaşılabilir: http:// onlineopen.org/hybrid-space; pdf formatında şuradan
stable/10.1086/ci.2005.31.issue-2
indirilebilir:
• Foucault, Michel (2003) The Archaeology of Knowledge, Routledge, London (Paris 1969).
http://
www.tacticalmediafiles.net/mmbase/attachments/4920/Open11_Hybrid_
Space.pdf
• Gerbaudo, Paolo (2012): Tweets and the Streets: Social Media and Contemporary Activism. Pluto
Books, Londra ve New York.
8. http://xnet-x.net/en/
• Gregg, Melissa & Seigworth, Gregory J. (2010): The Affect Theory Reader, Durham / Londra, Duke
University Press.
9. http://partidox.org/en/
• Kluitenberg, Eric & Seijdel, Jorinde (ed.) (2006): Hybrid Space: How Wireless Media Mobilize
Public Space, OPEN #21, Journal for Art and the Public Domain, Amsterdam: SKOR / NAi Publishers.
10. http://www.tacticalmediafiles.net/articles/3160/The-ABC-ofTactical-Media
• Mackenzie, Adrian (2010), Wirelessness - Radical Empiricism in Network Cultures, MIT Press,
Cambridge (Mass.).
11. www.tacticalmediafiles.net
• Malinowski, Bronislaw (1923). “The problem of meaning in primitive languages,” C. Ogden and
I. Richards, “The meaning of meaning” çalışmasına ek, Londra: Routledge and Kegan Paul. ss.
12. Michel Foucault, The Archeology of Knowledge, Routledge, London, 2003 (Paris 1969). Bilhassa
296-336.
2. Kısım-5. Bölüm, “The Historical A Priori and the Archive”, ss. 142-148.
• Massumi, Brian (2002): Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation. Durham, NC: Duke
University Press. Bilhassa: “The Autonomy of Affect”, ss. 23-45.
13. Assmann, Jan, Das kulturelle Gedächtnis. Schrift, Erinnerung und politische Identität in frühen
• Sassen, Saskia (1991): The Global City: New York, London, Tokyo, Princeton: Princeton University
Hochkulturen, Beck, Münih 1997.
Press.
• Sassen, Saskia, (2006): Territory, Authority, Rights - From Medieval to Global Assemblages,
Princeton University Press, Princeton (NJ).
• Sassen, Saskia (2006): Public Interventions - The Shifting Meaning of the Urban Condition, Open
Otonom Arşivleme
160
Otonom Arşivleme
161
No. 11, SKOR / NAi Publishers, Amsterdam, ss. 18-26.
• www.saskiasassen.com/PDFs/publications/Making-PublicInterventions.pdf
• Thrift, Nigel (2008), Non-Representational Theory - Space | politics | affect, Routledge,
Londra&New York.
• Thrift., N. (2004), Intensities of feeling: Towards a spatial politics of affect. Geografiska Annaler,
86 B (1): 57–78.
• Vogelaar, Frans & Sikiaridi, Elisabeth (1999), idensifying™ translocalities, Logbook NRW.NL
(katalog), De Balie, Amsterdam.
Otonom Arşivleme
162
Otonom Arşivleme
163
Mirasın Altına Tüneller Kazmak
Sevgi Ortaç
Birbirlerinin varlığını kabul eden hayaletler, en azından evin
birine birlikte dadanabilirler.
Jan Verwoert
Müzeler, anıtlar, arşivler gibi hafıza belirleyen, miras koruyan
mekanların tahakküm biçimlerini eleştirirken, ötekinin gerçekliğini
kolektif biçimlerde yeniden üretebilmenin yollarını ve özgürleşmiş
bir tanığı arıyoruz. Korumak, belgelemek, arşivlemek, kurtarmak
gibi eylemler, var olan bir bedeni öldüresiye dondurmak, bir
anlatıya hapsetmek, dönüştürerek araçsallaştırmak gibi, kültürel
miras alanında da işleyen kapatma ve çitleme süreçlerini
açıklar. ‘Temsilin alanında, sermayeyi, görünür kimlikler ve
ötekinin arzuları üzerinde tahakküm kurma gücü belirliyor’[1] ise
görünür olmayan kimliklerle ve anıtları dikilerek dışa vurulmayan
duygulanımlara nasıl yer açarız? Korumak, kurtarmak, belgelemek
gibi hem kent hakkı mücadelesini hem de kültürel miras alanını
ilgilendiren eylemleri müşterek gerçekliğimizin bir parçası haline
nasıl getiririz?
Verwoert, ‘giriştiğimiz alış-verişin merkezindeki radikal etik
taleple yüzleşmeliyiz’ diyor, ‘başkalarının acılarına ve sevinçlerine
koşulsuzca tanık olduğumuz bir toplum talebi: bir özgürleşmiş
tanıklar cumhuriyeti.’[2] Anıtlarla, kahramanlık hikayeleriyle
kolektif duyguların sevgi ve güç kazanmak için manipüle edildiği
bir tanıklık rejimi yerine, görünmeyen duygulanımsal emeğe
dayanan tanıklık ve kolektif gerçeklik ihtimali…
Ötekinin gerçekliğini ya da diğer bir deyişle, buluşulabilecek
bir ‘öteki gerçekliği’ yaratabilmek için imajlar, ses kayıtları,
deliller, tanıklıklar topluyor, sanat yapıtları üretiyor, bir yandan
da bunları üretmenin, yeniden üretmenin ve sahiplenmenin
kolektif yol yordamlarını arıyoruz. Toplumsal mücadeleler söz
konusu olduğunda davanın ve yöntemlerin metalaştırılmasına
yönelik bir samimiyetsizlik eleştirisi, akademi, gazetecilik, sivil
Otonom Arşivleme
164
Otonom Arşivleme
165
toplum vb alanların yanı sıra sanatta da oldukça popüler. Fakat
konumlar belirlemek, mücadelenin ve öznelliklerin adını koymak
gündeme geldiğinde mesele sanat, sanat yapıtı ya da herhangi
bir uzmanlık ya da bu uzmanlığın kurumlarının konusu olmaktan
çıkarak, biricik bir eylemin yaratacağı yüzleşmelerin ve tanıklığın
konusu haline geliyor. O zaman işin nerede bitip, eylemin nerede
başladığını sormalıyız.
İstanbul’un Kara Surları’yla ilgilenmeye on sene kadar önce
başladım. Surlar ve bitişiğindeki mahallelerde uzun yürüyüşler
yapıyor, videolar, fotoğraflar çekiyor, ses kayıtları yapıyordum.
Surlar tam da üzerinde tahakküm kurulamayan bir mekânsallık
vadediyordu. Karmaşık mimarisi ve geçitleriyle labirente
benzeyen bir savunma yapısı, şehrin nasıl fethedildiğinin anıtı
olmanın ötesinde her gün yeniden kurulan bir mücadele alanı...
Bir çeşit can havliyle, kaybolmak üzere olan, gelecek için bir
vaadi olan, bir çözüm, başka bir mekânsallık, biraradalık fikrini
yakalamak için ya da unutulmak üzere olan bir şeyi hatırlamak ve
başkalarına da göstermek için kayıtlar yaptım.
Kültürel miras dediğimiz şeyin, müzenin, anıtların ve arşivlerin
dışında bir hayatı olması; anlamının, değerinin, işlevinin kolektif
olarak yeniden üretilmesine ve paylaşılmasına bağlı. Nihayetinde
kültürel miras müessesesi baskılayıcı bir nostaljinin, kaçıp
kurtulmak için zaman zaman çokça uğraştığımız bir yer. Yurt, ev
sıcaklığının da mekânı.
2013 yılında belediye bir park projesi için sur dibindeki tarihi
bostan alanlarının bir kısmını molozla kaplayarak tahrip etti,
elli atmış yıldır bostanları ve surdibini çekip çeviren bostancıları
bostanlarından ve işlerinden etti. Bunun ardından başlayan
mücadele süreci surlarla bambaşka bir karşılaşma alanı açtı. Peki
ne zaman iş yapmayı bırakıp eylemin alanına geçiyoruz?
Bostanların belirsiz bir proje öne sürülerek apar topar boşaltılması,
mutenalaşma yönünde yer yer mahalleliden de destek gören yeni
yapılan kapalı site, park projesini yüklenecek
Otonom Arşivleme
166
Baş Aşağı Anıt, Sevgi Ortaç, 2010
şirket ya da belediye gibi ilgi-çıkar gruplarına karşı durmanın
ötesinde; alanın işlevine ve ‘değer’ine dair farklı uzmanlıkların
ve öznelliklerin birbiriyle yüzleşmesini de gerektiriyordu.
Bostanların kamusallığı ve ne kadar ortak faydaya hizmet ettiği,
mahallelinin ihtiyaçları, koruma alanında bostancılığın surlara
etkisi gibi meşakkatli konular… Kara Surları ve çevresindeki
hayat, bu süreçte bambaşka bir çatışma alanına, tanımadığım bir
yere dönüştü. Tabii bunda bostan yıkımlarının Gezi Parkı’nın işgali
ve direnişin kısmen bastırılmasının hemen ardından yaşanıyor
olmasının, dolayısıyla siyaset ve gündelik hayatta yaşadığımız
aşırı kutuplaşmanın da etkileri oldu. Yerel bir örgütlenmenin ya
da birlikte yürüyecek kitlelerin yokluğunda aciliyetler karşısında
ne yapılabilir?
Molozla kaplı alanın ortasındayız, bağırışlar, çağırışlar arasında
geçen gergin bir gün. Bir kadın soruyor: ‘Siz kimsiniz, nereden
geliyorsunuz, sizi kim gönderdi, kimin için çalışıyorsunuz?’
Tam da siyaseti gündelik hayattan, vatandaşlık müessesesini
toplumsal muhalefetten ayrıştıran, derdini söylemek isteyene
denizin ortasında yoktan bir miting alanı var edip, homojen bir
Otonom Arşivleme
167
kitle halinde boşluklara bağırmasını emreden ses... ‘Dağılın,
herkes kendi ‘iş’ine baksın!’
Fakat bu tespitler içimizi rahatlatmıyor. Biz dediğimiz muğlak
birliktelik bostanları kurtarmak isteyen bir avuç insandan ibaret
ve gerçekten bir iş var ortada; yazılması gereken dilekçeler, bir
araya getirilmesi gereken insanlar, belgeler, kurumlar, araştırma
vs... Biz kimiz, kimin için çalışıyoruz? Aslında işimiz olmayan bir
işi sırf bir talebimiz var diye yaptığımızda eylemin değil sosyal
sorumluluk dediğimiz şeyin muğlak alanında geziniyoruz. Ortalıkta
görünmez bir emek dolaşıyor. Bunu ne kadar sürdürebiliriz?
Kendi pratiklerimiz, uzmanlıklarımız ve bunlara dair kurumsal
izleklerin bize sağladığı bir konfor alanı var; varlığımıza tanık olan,
yaptığımızı onaylayan, şanslıysak kiramızı ödeyen bir gerçeklik
alanı. Bunun dışına çıkmak istiyor muyuz gerçekten? Çıkarsak
ayağımızı basabileceğimiz bir öteki gerçeklik var mı? Bostanları
bir araştırma konusu, bir tarih kitabı, bir vicdan muhasebesi, bir
meşguliyet alanı, bir proje olmaktan çıkarıp nasıl yaşadığımız yer
haline getirebiliriz?
Koruma, kurtarma, yardım etme, destek olma gibi eylemler
bize daha baştan bir mesafe dayatıyor, tam da gündelik hayatı
siyasetten ayıran mesafeyi. Bunu sürdürmeye çalıştıkça da, iş,
geçim, mücadele, uzmanlıklar, otonomi zincirleme kazalarla yolu
tıkıyor. Elle tutulamayan miras, araştırmacı gazetecilik, katılımcı
mimarlık, kamusal alanda sanat diyerek var olan alanlarımızı
seferber etmeye, esnetmeye çalışıyoruz. Dönüp dolaşıp etik ve
otonomiyi kendi alanlarımızda tartışıp aradığımız, kurumlarla
temiz işler yapmaya çalıştığımız, bunun yollarını zorladığımız
alanda değil de başka bir zeminde buluşmak mümkün mü?
2015 yılında Dürtük [3] kuruldu; küçük ölçekli yerel üreticiyle
tüketiciyi bir araya getiren enformal bir gıda müştereği girişimi...
Her hafta düzenli olarak bostanlardan yeşillik almaya ve
genişleyen bir kolektif içerisinde dağıtımını yapmaya başladık.
Haftalık alışverişin muhasebesini, maydanozun fiyatını, araba
masraflarının kaça çıkacağını, işleri nasıl paylaşacağımızı
Otonom Arşivleme
168
Bostancıların barakalarının yıkımı, 2016, Silivrikapı, İstanbul. Fot. Uygar Bulut
tartışırken aciliyetlerin belirlemediği bir tanışıklığın ve karşılıklı
tanıklığın imkânları belirdi.
Bostancıların kırılganlığıyla, bostanları kurtarmaya çalışanların
kırılganlığı arasında gidip gelen bu gündelik ilişki, bostanları
kurtarılacak bir miras nesnesi olmaktan çıkarmanın, sorunları bir
hemzeminde ortaklaştırmanın yolunu açtı.
Eylemlilik nasıl yaşanabilir bir yere dönüşür? Massumi ‘Yoğun
yaşanmışlık, kendi kendini olumlar’ diyor, ‘Otonomi her zaman
kolektiftir; ayrı olmak değil tam da içinde olmaktır; bize belirli
seviyelerde özgürlükler, var olma ve ortaya çıkma gücü veren
bir aidiyet durumudur.’[4] Verili aidiyetlerin dışında bir ‘aidiyet
için umursamak, çaba göstermek’[5] ... Verili konumların, siyasi
reçetelerin belirlemediği kolektif, karşılıklı bir tanıklık ve biz
katıldığımız kadar gerçek olan bir miras... Molozla kaplı alanın
ortasında başınıza doğru bir taş uçarken nasıl sanatçı, mahalleli,
tarihçi, arkeolog, aktivist ya da vatandaş olmak arasında bir fark
kalmıyorsa, yıkımların ve buna karşı verilen mücadelenin açtığı
Otonom Arşivleme
169
alanda, eylemin biricikliğinde, koşulsuz tanıklığın imkânları
mevcut. Kenti savunmak, mirası korumak, bostancıyı kurtarmanın
ötesinde kültürel mirası mücadele mirasımızla yeniden üretmenin
imkânları...
1 - Jan Verwoert, ‘You Make Me Mighty Real – On the Risk of Bearing Witness and the Art of Affective
Labour’ in Tell Me What You Want You Really, Really Want, Ohlraun, V.,(Ed.), Piet Zwart Institute
and the Sternberg Press, 2010, pp.255-305 and Reading/Feeling, Baudin,T., Bergholtz, F., Ziherl,
V. (Ed.), If I Can’t Dance I Don’t Want To Be Part Of Your Revolution, Edition IV, 2010-2012. 276
2 - Ibid., p 255-256.
3 - DÜRTÜK-Direnen Üretici Tüketici Kolektifi, https://www.facebook.com/durtuk
4 - Navigating Movements, Interview with Brian Massumi, Zournazi, M., Reading / Feeling, p 122.
5 - caring for belonging
Otonom Arşivleme
170
Otonom Arşivleme
171
Karmaşık Ağların Yaratıcı ve Eleştirel Kullanımı
Haritalama ve görsel analiz yoluyla karmaşık ağların tasarımı
ve anlaşılması
Burak Arıkan
Karmaşık sistemleri anlamak
Karmaşıklık, birbirinden bağımsız olup birbiriyle farklı şekillerde
etkileşen çok sayıda parçası bulunan yapıların özelliğidir.
Vücudumuzda nöronların sinyalleri iletimi, telekomünikasyon
altyapısı vasıtasıyla cihazların birbirleriyle mesajlaşması,
insanların şekillendirdiği toplumsal oluşumlar, küçük
etkileşimlerin birlikte nispeten daha büyük bir bütünü oluşturduğu
karmaşık sistemlerin tipik örneklerindendir.
Eğer karmaşık bir sistemi anlamak istiyorsak, öncelikle bu
sistemin düğüm ve bağlantılardan oluşan ve bir ağ formu ortaya
koyan ilişki diyagramına ihtiyaç duyarız. Bu ağ formu doğası
itibarıyla en karmaşık sistemlerin kumaşını oluşturur.
While the nature of the nodes and the links differs widely, each network has the same
graph representation, consisting of 4 nodes 4 links.
Ağ diyagramı aynı anda hem görsel hem de matematiksel olan
“ortak bir dil” sunar. Bu şekilde, bir ağ haritasından aktörleri ve
ilişkileri okuyarak nitel bilgiler alabileceğimiz gibi ilişki yapısını
hesaplayarak nicel bilgiler de edinebiliriz. Aslında bu ortak
dili, doğası, görünüşü, ölçeği birbirinden çok farklı sistemleri
çalışmak için kullanmak mümkündür. Örneğin, birbirinden
oldukça farklı üç sistem; 1) birbirine mesaj gönderen cihazlar, 2)
Otonom Arşivleme
172
Otonom Arşivleme
173
aynı filmlerde rolleri yoluyla birbiriyle bağlantı kuran aktörler ve
3) ortaklık yoluyla birbiriyle bağlantı kuran kurumlar, tamamıyla
aynı ağ sistemine sahip olabilir. Düğümlerin ve bağlantıların
yapısı birbirinden son derece farklı olsa da, her ağ, 4 düğüm
ve 4 bağlantıdan oluşan aynı görsel temsile sahiptir. Bu basit
yöntemi kullanarak çok çeşitli karmaşık sistemleri incelemeye
başlayabiliriz.
Ağ mantığı bugün neden önemli?
Ağların tarih boyunca bütün toplumlar için geçerli olmasına
rağmen bugün neden önemli olduğu hususuna bakalım. Bundan
yaklaşık 3000 yıl önce Finikeli ve Yunan kolonilerin Akdeniz’de
ticaret rotaları ve liman ağları oluşturduğu bilinmektedir. Bugün
de aynı coğrafyada deniz altından geçen kablolar, mesajları
taşıyarak küresel bir iletişim sistemini mümkün kılmaktadır.
Bugün söz konusu olan, yalnızca analog ya da günlük hayatın
gerektirdiği ağlar değil, hayatın birçok yönü gibi dijitalleşmiş olan
dijital ağlardır. Dolayısıyla bugün ağların önemli olmasının nedeni
elektronik ve yazılım temelli iletişim sistemlerinin ağları ölçülebilir
kılmasıdır. Ağların küresel ölçekli bir hal alıp günlük hayatımızın
her alanına sirayet etmesi ancak çağımızda söz konusu olmuştur.
Bugünün gelişmiş bilgi teknolojileriyle ağların etkisinin takibi ve
ölçümü bir yandan gündelik hayatta bile mümkün hale gelirken,
öbür yandan bu etki toplumsal alanı yapılandırmaktadır.
Today, in the same geography, submarine cables are enabling
a global communication system.
Only in this day and age, networks are able to reach
a global scale and infiltrate into every part of our life.
Karmaşık Ağların Kullanımı
E-postadan
e-ticarete,
sosyal
ağlardan
bankacılığa,
telekomünikasyondan ulaşıma, aslında hepimiz ağ etkisini çeşitli
biçimlerde deneyimlemekteyiz. Dünyanın artık hiç olmadığı
kadar karmaşık olduğunu söylemiştik. Dünya aynı anda hem düz
(herhangi birine herhangi bir anda e-posta gönderebilirsiniz)
hem de kaotik (mesaj kutunuz dört bir yandan gelen bilgilerle
dolup taşar) gibi gelebilir. Bazen internet konusunda iyimser olup
ondan tüm dünya için faydalı bir şey gibi bahsederiz, bazen de
3000 years ago Phoenician and Greek colonies formed the trade routes in
the Mediterranean Sea.
Otonom Arşivleme
174
Otonom Arşivleme
175
Photograph from a Graph Commons workshop with NGOs. Representatives from two
organizations in France and Turkey present the shared links between their organizations.
Photograph of Obama and NYPD experts investigating the links of the
suspect of a bombing attempt in Times Square. Image from an New York
Times article “Police Find Car Bomb in Times Square”, May 1st 2010.
hepimizin durmaksızın gözetlendiğini bilmek bizi karamsar yapar.
Aynı anda hem düz hem de kaotik olan bu çatışmalı dünya, şu
soruyu yeniden gündeme getirecektir: İktidar nerede yatar ve
nasıl tedavül eder?
verileri toplayabilmekte ve bunları bilimsel araçlar kullanarak
ilişkisel bir zeminde inceleyebilmektedir. Ne ilişkisel veriler ne
de haritalama ve analiz araçları ortalama kullanıcının erişimine
açıktır. Ne var ki kamuoyunun verilere hiçbir erişimi olmadığı da
bir mittir. Faaliyetlerinizi sürekli olarak takip eden hükümetler
ve şirketler için bizler bizzat birer veriyiz. Aslında bugün çok
sayıda insan karmaşık veriler barındıran projeler yürütmektedir.
Bunlara ek olarak, devletin kendi vatandaşlarını denetlemeye
yönelik kimi şirketlerle ortak yürüttüğü “büyük veri” adı verilen
uygulamalar, NSA’da yaşanan sızıntılar, dikkatimizi erişilmez fakat
insanların ne istediklerini bilmeye ve tahmin etmeye yarayan
oldukça sihirli bir araca yöneltti. Bunu ortaya çıkaran şey, çok
sayıda kişi tarafından üretilen ancak belirttiğimiz üzere yalnızca
bir avuç kuruluşun erişimine açık olan, birbirleriyle ilişkili ya
da bağlantılandırılabilir bilgi yapılarının anlaşılması oldu.
Bir diğer deyişle, ağ mantığı kamuoyu nazarında gizemli hale
getirildi. Yalnızca belirli alanlardaki uzmanlar büyük miktarda
Otonom Arşivleme
176
Conceptual drawing for the idea of Graph Commons.
Otonom Arşivleme
177
Bu insaların ellerindeki bilgileri yapılandırması ve birbirleriyle
bağlantılandırması hepsinin çıkarına olacaktır. Birbirinden ayrı
veri kümelerimizi birbirine bağlamak, yeni bilgiler ortaya çıkarıp
karmaşık meseleleri görünür hale getirecek ve kendimizi ve içinde
yaşadığımız toplumu ilgilendiren önemli tartışmaları gündeme
taşıyacaktır. “Graph Commons” bu yönde adım atmanızı sağlayan
bir platform.
Graph Commons
“Graph Commons” etkileşimli ağ haritaları oluşturup bunları
kamuya açık bir şekilde yayımlamaya imkan tanıyan ortak
çalışmaya dayalı ilk platformdur. Bu platform, araştırmacı
gazetecelik, sivil veri araştırmaları, arşiv incelemeleri, yaratıcı
araştırmalar ve kurumsal analize odaklanmaktadır.
“Graph Commons”ta ilgilendiğiniz başlıklarla ilgili kolektif olarak
veri toplayabilir, ilişkileri tanımlayıp kategorilere ayırabilir,
verilerinizi etkileşimli ağ haritalarına dönüştürebilir, yeni motifler
keşfedebilir ve basit bir arayüz kullanarak karmaşık meselelere
ilişkin kişisel yorumlarınızı paylaşabilirsiniz.
Bu platform, kişi ve kurumları faydalı biçimlerde birbirleriyle
bağlantılandırarak ve böylece parçalarının toplamından daha
büyük bir bütün yaratarak hem grafik üreticilerine hem de
tüketicilerine hizmet etmektedir. “Graph Commons”ın üyeleri
kolektif olarak süregiden bir faaliyet olarak ağ haritalandırmaya
ilişkin deneyler yapar: Çok çeşitli grafikleri tarar, başkalarını
kendi çalışmalarına ortak olamaya davet eder ya da başkalarının
çalışmalarına katkıda bulunmak için izin ister.
“Graph Commons” platformu kullanılarak oluşturulmuş ve
geniş kitlelere ulaşmış olan projelerden biri, Türkiye hükümeti
ve şirketler arasındaki iktidar ilişkilerinin haritasını çıkaran
“Mülksüzleştirme Ağları”ydı.
Otonom Arşivleme
178
“Mülksüzleştirme Ağları” Haziran 2013’te Gezi Protestoları
esnasında sanatçı, gazeteci, avukat ve sosyal bilimcilerden
oluşan gönüllü bir kolektif tarafından başlatıldı. Bu kolektif devlet
ile şirketler arasında halkı mülksüzleştiren ne gibi ortaklıklar
kurulduğu sorusunu soruyordu. Nasıl oluyordu da hükümetten
birçok inşaat ihalesini alan belli bazı şirketler aynı zamanda büyük
enerji ihalelerini de alıyor ve kitlesel medya araçlarına sahip
oluyordu? Bunlar dolaylı iktidar ilişkilerini görünür ve tartışılabilir
kılmak için sorulan soruların bazılarıydı. Bu proje aynı zamanda
desteğe açık bir formatı benimsemektedir, böylece konuyla ilgili
gruplar, uzmanlar ya da gönüllüler ellerindeki verileri paylaşarak
ya da çalışarak bu projeye katılabilir ya da katkı verebilirler.
Aralık 2015 itibarıyla bu kolektif araştırma ve haritalandırma
projesinin veritabanında 625 şirket, 51 kamu kuruluşu, 38 medya
şirketi ve kentsel dönüşümden termik santrallere ve dev alışveriş
merkezlerine uzanan çeşitli konularda 500 proje bulunmaktadır.
Haritaları oluştururken kullanılan bütün veriler, kamuya açık
kaynaklardan, örneğin şirketlerin kurumsal web sayfaları,
İstanbul Ticaret Odası’nın veritabanı ve Ticaret Sicil Gazetesi’nden
yahut gazete yazıları gibi ikincil kaynaklardan alınmaktadır.
Dolaylı bağlantıları ve organik iktidar kümelenmelerini net bir
şekilde ortaya koyan bu proje, yeni soruları gündeme getirmekte
ve ortaya çıkardığı yeni yolsuzluk vakalarıyla birlikte önemli bir
referans noktası halini almaktadır.
“Mülksüzleştirme Ağları”nın etkisinin duyulmasıyla birlikte,
Amazon aktivistleriyle beraber “Graph Commons” ağ
haritalandırma atölyesi yapmak üzere Brezilya’dan davet aldık.
Yine Hong Kong’daki iktidar yapılarını haritalandırmak isteyen
yerel sanatçı ve aktivist topluluklardan Hong Kong’da atölye
düzenleme daveti aldık. Bu projeler ilgili bölgelerde sivil veri
girişimleri haline gelmekte ve buralarda yaşayan insanları ve
toplulukları etkileyen karmaşık meseleleri inceleme imkânı
sunmaktadır. Ağ haritalama ve analizi giderek bütün dünyada
Otonom Arşivleme
179
yeni bir gazeteci ve aktivist neslinin temel araç setinin bir parçası
haline gelmektedir. “Graph Commons”’ın toplumun ağ hususunda
okuryazarlığının artmasıyla birlikte gitgide büyüyen sivil bir bilgi
merkezine dönüşme potansiyeli taşıdığına inanıyoruz.
*Bu metin, ilk olarak “Graph Commons” dergisinde yayımlanmış
olan karmaşık ağların haritalandırılması ve incelenmesine
ilişkin üç bölümlü bir rehberin giriş bölümüdür. Metne blog.
graphcommons.com’dan ulaşabilirsiniz.
Otonom Arşivleme
180
Otonom Arşivleme
181
Otonom Arşivler
Özge Çelikaslan
Görsel Hafıza ve Açık Arşiv Fikri
Toplumsal mücadelelerin görsel ve sesli kaydının, mücadelelerin
özneleri tarafından yapılması anakım medyanın ürettiği
hegemonik dili ve temsili tahrif etmesinin yanı sıra yeni bir
tarih yazımını mümkün kılar. Bu aynı zamanda toplumsal görsel
hafızanın yeniden yaratımına olanak tanıyan politik bir eylemdir.
Türkiye’de mücadelelerin görsel olarak kayıt altına alınması,
teknolojik kayıt imkânlarının çoğaldığı 90’lı yılların sonundan,
Gezi Direnişi’ne değin Türkiye özelinde karşılığını bulamamıştır.
Öte yandan kaydedilen dijital görüntülerin internet ortamında
dağıtılması, paylaşılması, saklanması ve korunmasına ilişkin
yöntemlerin sınırlı olması, bu sınırlılıklar nedeniyle verilerin kısa
bir süre sonra yok olmaya mahkûm olması gibi sorunlar da içerir.
Derrida, “Archive Fever” adlı makalesinde arşiv tekniğinin, onun
içeriğini, varoluşunu ve gelecekle ilişkisini belirlediğini, dolayısıyla
arşivlemenin olayı kaydettikçe ürettiğini öne sürer.[1] Devlet
kurumları, müze ve kütüphaneler, anakım medya ve sosyal medya
arşivlerinin bağlamından koparılmış “olay” arşivleri olduğunu
söyleyebiliriz. Yaşadığımız coğrafyanın toplumsal hareketler
tarihini kapsayan bir görsel haritalama, görsel hafıza ve müşterek
bellek mekânları olarak yaklaştığımız açık kaynaklı, otonom
dijital arşivler; görsel ve sesli kayıtların açık kodlu yazılımlarla
saklanmasını ve paylaşılmasını olanaklı kılarken, bu arşivlerin,
kayıtların canlı tutulmasını ve yeniden yorumlanmasını mümkün
kılma potansiyelinden de söz edilebilir. Otonom arşivleme
pratiklerinin içeriğini toplumsal mücadelerin bizzat aktörleri
tarafından üretilen video, fotoğraf, ses, grafik ve metinsel kayıtlar
oluşturur. Görsel kayıtlar; protestolar, direnişler, toplantı, forum,
panel, seminer ve konferans kayıtları, görüşme ve röportajlar gibi
başlıklarla kategorize edilir. Açık kaynaklı, otonom dijital medya
arşivleri, gündelik hayatı arşivleyen sosyal medya siteleriyle
karşılaştırıldığında kullanıcıyı müşterek bir alan kurmak üzere
Otonom Arşivleme
182
Otonom Arşivleme
183
aktif ve üretken kılan özgür yazılımlarla üretilir.
Arşiv, kolektif hafızanın kazara oluşmuş kıymetli izlerini muhafaza
eden bir kaynak/alan değildir yalnızca. Appadurai’nin de
önerdiği gibi, Foucault’dan sonra arşive kolektif bir araç olarak
yeni bir gözle bakmak gerekir. Foucalt’nun arşivin panoptik
fonksiyonlarına, gözetleyici ve yönetimsel rollerine ilişkin
oldukça karanlık bir görüsü olduğunu söyleyen Appadurai’ye
göre arşiv içerisinde yaratılan, birleştirilen ve saklanan belgeler,
aynı zamanda devletin etki alanı dışındaki gündelik yaşama da
aittir. Bunlar kişisel günlükler, aile albümleri, toplum müzesi,
kişisel kütüphaneler ve diğer tüm popüler arşiv örnekleri ve tabii
insanlık tarihinin hatırlamaya ilişkin depoları olan sözlü arşivleri
kapsar. Bu nedenle Appadurai’ye göre belgelemeyi bir müdahale
olarak, arşivlemeyi de bir tür kolektif projenin bir parçası olarak
görmeye başlamak gerekir. Arşiv, bir anıt olmaktan daha çok
kolektif hafıza öngörüsünün üretimidir. Bunun için bir hatıra
değil bir taleptir, istektir, arzudur. Arşivin bu derin işlevi, ulusdevlet yönetimselliğiyle yakından ilişkili resmi zihniyet tarafından
gölgelenir. Resmi zihniyet, arşivi kolektifin maddi alanı olarak
görmekten daha çok bir kabir/anıt olarak görme eğilimindedir.[2]
Arşivin etimolojisine girildiğinde devlet aklının ona yüklediği
anlam daha da netleşir. Derrida, Latince archivumdan ya da
archiumdan gelen arşiv sözcüğünün anlamının, başlangıçta
ev, ikametgâh, adres, üst düzey yetkililerin, hükümdarların
(archon) oturdukları yer anlamında kullanılan Yunanca arkheion
sözcüğünden geldiğini belirtir. Resmi belgelerin
de dosyalandığı yerler olan arkheionlarda yaşayan archonlar,
yani hükümdarlar, “her şeydenönce belgelerin koruyucuları”dır.
[3] Latince, resmi daire, belediye sarayı anlamı taşıyan arşiv,
“kurumların, gerçek ve tüzel kişilerin gördükleri hizmetler,
yaptıkları haberleşme veya işlemler neticesinde meydana gelen
ve bir maksatla, belli bir sistem dahilinde saklanan doküman ve
bu dokümana bakan birim veya bu dokümanların barındırıldığı
yerler” olarak tanımlanmaktadır.[4] Arşivleme güdüsü geleneksel
anlamda arşivin sürdürülmesiyle aynı çağrışımlara mı sahiptir?
Otonom Arşivleme
184
Bildiğimiz gibi geleneksel arşivler iktidar, kontrol ve gizlilik
bağlamında ortaya çıkar. Derrida’nın arşiv tarifindeki ateş, arşiv
tutkusunu sarsan bir anlam taşır. Derrida iktidarın, arkheonun
ateşine ve onun resmi hafıza oluşturma ihtiyacına ve eşit biçimde
köklere dönmeye dair ateşli tutkusuna işaret eder.[5]
Günümüzde kişisel ve kurumsal arşiv oluşturmaya dair dürtülerin,
isteklerin arttığını gözlemlemek mümkün. Hindistan’da aktif
olan CAMP Kolektifi tarafından oluşturulan dijital medya
arşivi Pad.ma’nın[6] üyesi hukukçu Lawrence Liang’a göre,
günümüzde arşivleme pratiği iki hat izler; biri büyük ölçüde
demokratikleştirilmiş depolama, erişim ve sınıflandırma
teknolojilerinin kesiştiği noktada yer alan, diğeri büyüme hızı
ve bilginin miktarı karşısında yaşadığımız şaşkınlıkla meydan
okuduğumuz konvensiyonel organizasyonel/şematik mantık.
Arşiv araçlarının merkezsizleşmesine, genellikle büyük
şirketlerin yönettiği Google ve Facebook gibi gündelik hayatın
“merkezileşmiş” arşivlerini tutan devasa projeler eşlik eder.
Liang, günümüz arşivlerini baskın/dominant, artık/fazla ve
gelişmekte olan olarak tanımlar ve Raymond Williams’ın kültür
için yaptığı bu üç kategoriyi, güncel arşivleri tanımlamak için
kullanır. Fakat Liang’a göre güncel arşivleri tanımlayan bir elzem
kategori daha vardır o da, “tesadüfi olan”dır.[7]
Muhalif Arşivler
Kent mekanı artık sadece ikame ettiğimiz, çalıştığımız mekan
değil, sosyal ve politik olanın yeniden üretildiği bir alan.
Yerlilerinin farklı eylemliliklerle dahil olabildiği kent hareketleri,
özellikle toplumsal çatışmaların yoğun olduğu coğrafyalarda
yaşamsallaştı. Dijital imaj üretimi ve video montajı herkesin
erişebildiği yakınlıkta olduğu gibi aynı zamanda toplumsal ve
politik hareketlerin gelecek tahayyülüne dair düşünce üretme
potansiyeli de taşıyor. Ucuz dijital HD kameralar, cep telefonları,
tabletler bizi toplumsal ve politik hareketlerin içine dahil
Otonom Arşivleme
185
edebilme yetisine sahip. Arşivleme terimi, dijital video üretim ve
dağıtım sürecinde sadece açık kaynaklı bir hafıza üretimini değil
aynı zamanda itaatsizleşme pratiklerini, kolektif montaj, görüntü
işleme, yükleme, indirme gibi bir işleyişi mümkün kılan otonom
yapıyı da belirleyebiliyor.
Muhalif arşivler metin, haber, video, grafik, fotoğraf gibi farklı
medyumları içerebilen, çoğunlukla açık kaynaklı yazılımlarla
üretilmiş, kullanıcının aktif ve üretken olabildiği, devletin iktidar
mekanizması olarak kullandığı arşiv fikrine tamamen karşıt
pratiklerdir. Genelde siyasi sorunların ve çatışmaların yaşandığı
ülkelerde ortaya çıkan yeni arşivler genelde sosyal medya
kaynakları kullanılarak oluşturulur. Ukrayna’da bağımsız bir
websitesi yaratılarak yapılan arşiv, veritabanı olarak wordpress’e
ait blog sistemini kullanıyor. yanukovychleaks.org üzerinde eski
devlet başkanı Viktor Yanukovych’in ülkesini bir botla kaçarak
terk ederken denize döktürdüğü ve bir grup gazeteci, yazar
ve aktivistin uzun süren çalışmalarıyla kurtarılan 23.776 gizli
doküman bulunuyor. Bu belgelerin hepsi iki yıldan uzun bir süredir
kamuya açık internet ortamında muhafaza ediliyor.
Neredeyse ilk örneğini Hindistan’da gördüğümüz açık kaynaklı
yazılım üretilerek oluşturulan Pad.ma kelime açılımıyla “kamuya
açık dijital medya arşivi”, pan.do/ra [8] açık kaynaklı dijital
medya arşiv programına ait yazılımla oluşturulmuştur. Pan.do/ra,
herkesin rahatlıkla bilgisayarına indirip kullanabileceği ücretsiz bir
medya arşivi programıdır. Oluşturulan arşive yüklenmesi istenen
datanın (büyüklüğüne göre özellikle toplu yüklemeler için) linux
servis sağlayıcıyla çalışan bir bilgisayardan tarih ve konu olarak
sınıflandırılmış görüntü kayıtları arşive aktarabilmektedir. Diğer
dijital medya arşivlerinin genelde haritalama ve cloud sistemleri
kullanılarak yaratılan daha spesifik projeler olduğunu görmek
mümkündür.
Suriye ve Mısır’da oluşturulan muhalif arşivler ise çoğunlukla
sosyal medya alanlarını kullanır. Ali Shamseddine ve John Rich,
“Yeni Suriye Ulusal Arşivine Bir Giriş” adlı makalesinde Suriye’de
Otonom Arşivleme
186
Esad rejiminin sona ermesinden sonra fotoğraf ve videolardan
oluşan günlüklerin web üzerinde arşivlendiğini, sirkülasyona ve
kullanıma sokulduğunu söyler. Bu pratikler sayesinde, ölümün
halk tarafından belgelenmesi bu anlamda ölümün baskıcı iktidarın
sıkışmış arşivleri arasından kurtarılması, bir nevi özgürleşmesi
sağlanmıştır. Shamseddine ve Rich, Suriyelilerin hızla değişen
olayların dijital belgeleri arasında malzemeye dönüşmesiyle,
kendini yeniden kurması arasında paralel bir ilişki kurar. Bu
zor süreç içerisinde Suriyeliler biri politik diğeri teknolojik
iki devrim yapmıştır. Suriyelilerin kendi arşivlerini yaratıyor
olmaları ve interneti eski ve geçerli olmayan bağlantılar yerine
yenilerinin yaratılması için kullanıyor olmaları teknolojik devrimin
bir parçasıdır. Sayıları oldukça yüksek oranda aktif internet
kullanıcıları sayesinde dünya, Suriye’deki ölüm ve acıya ortak
olmaya çağrılmıştır.[9] Bu aynı zamanda teknolojinin sahipliği
meselesini de tartışmaya açar. Web arşivleri üzerinde çok fazla
sayıda belge vardır; fotoğraflar, videolar, isimler, hikayeler, ölüm
ve işkencelere dair dolaşan söylentiler... Arşivin yüksek oranda
giriş yapılan bir kısmında kurbanların ismi, bedeni, yüzü ve hayat
hikayesi yer alır. Suriye devriminin yeni arşivi üç yıl boyunca
hikayelerin toplanmasıyla oluşur; ölümün açık, bitmemiş
dokümanlarının listesiyle.
Shamseddine ve Rich, ölümün yoğunluğu ve miktarının ölümü
arşivin malzemesi değil amacı yaptığını söyler. Dolayısıyla bu
yeni arşiv yaşam veya olayların etkileri üzerine değil süregiden
Otonom Arşivleme
187
ölümler üzerinedir. Shamseddine ve Rich’e göre bu devasa arşivle
Suriyelilerin kanı suya dönüşmüştür. Savaşın acı izlerini kısmen
de olsa dindirebilen, kayıt, belgeleme ve özellikle video kaydının
gücüdür.
Shamseddine ve Rich’in kurduğu benzerlik, Andreas Treske’nin
“video okyanusu” tabirini akla getirir. Treske, “Bütün kameraların
çektiği bütün videolar sürekli yükleniyor, paylaşılıyor, linki
veriliyor, ilişkilendiriliyor, mavi bir okyanus planetimizi sarıyor, bir
video okyanusu” demektedir ve şöyle devam eder: “Bir okyanus
gibi beslenen, dalgalı, elinizle ancak bir damlasını tutabileceğiniz,
kaygan, akışkan, derin. Gelgitleriyle, yüzey ve dip akıntıları ile
kendi eko sistemi ile bir düzen. Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi
kişisel tweetlere eklenen mobile videolarla tüm diğer iletişim
mecralarının bir anda anlamsız kalması ve protestolarda çekilen
çoğu amatör videoların okyanusun içinde damlalar halinde
sonsuza dek yaşayacak olması gibi. Gezi olaylarının ikinci günü
sabaha karşı Boğaz Köprüsü üzerinden yürüyüşe geçen insanların
görüntüsü gibi. Görüntü, her yerde dolaşıyor, tekrarlanıyor,
durmadan çoğalıyor. Artık kim çekti bilinmiyor ve bu görüntünün
artık çekeninden ve online koyan ilk kişiden bağımsız bir hayatı
var”.[10]
Mısır’da Mosireen kolektifinin oluşturduğu arşive baktığımızda,
Youtube üzerinde oluşturulmuş bir kaynak buluruz. Yurttaş
gazeteciliği ve kültürel aktivizm gibi alanların ortaya çıktığı bir
dönemde Tahrir’de bir araya gelen ve daha çok tanıklık videoları
üreten Mosireen Medya Kolektifi, Mısır’da başlayan ayaklanmaları
üç yıl boyunca kaydetmiştir. Yaklaşık 250 videoyu kısmen
montajlayarak Youtube kanallarında paylaşan ve video arşivi
oluşturan kolektifin kanalı Ocak 2012’de tüm dünyada en çok
izlenen Youtube kanalı seçilir.
Basia Lewandowska Cummings, Mısır’ın toplam nüfusunun yüzde
84’ünün haberleri devlet kanalından takip ettiği bir ortamda
Mosireen’in başarısını büyük bir zafer olarak yorumlamıştır.
[11] “Görüntünün ele geçirilmesi için verdikleri mücadele ve
sağladıkları anlatı, devrim boyunca büyüyerek sürer”. Cummings,
Mosireen’in çatışmaların en yoğun geçtiği dönemlerde dahi
korkusuzca demokratik, açık kaynaklı, olan bitene tanıklık eden
bir görüntü arşivi yarattıklarını söyler.[12] Mosireen ayrıca
sonrasında ellerindeki görüntü kayıtlarından devrim sürecine
ilişkin iki film yapmıştır. Bu filmler ve montajlanmış pek çok
videoya, yazar ve yönetmen Alisa Lebow tarafından başlatılan ve
haritalamayla oluşturulmuş bir pratik olan filmingrevolution.org
üzerinden de ulaşılabilir.
Otonom Arşivleme
188
Otonom Arşivleme
189
Bakmayın!
Türkiye’nin toplumsal mücadeleler dijital medya arşivi bak.ma,
toplumsal hareketlerin kayıtlarını muhafaza eden bir alan değil,
aynı zamanda bir yeniden üretim alanıdır. Anonim ve otonom
bir arşiv ancak kolektif üretimle hayata geçirilebilir. İsmini Ulus
Baker’in 1996’da yayınladığı “Ölüm Orucu – Notlar” metninde
geçen bir polis anonsundan almıştır. Baker, o anı şöyle anlatır:
“‘Normal Vatandaşlar Kaybolsun!’... diye bir polis anonsu.
Ankara’nın göbeğinde işitilebildi. ‘Normal’ olmayan vatandaşlar
birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır
panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı herhalde. Devletin
arzusu, elbette onları bir an önce ortadan ‘kaybetmek’ (özel bir
yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. Ama ilk kez, ‘normal’
denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların
kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde ‘kaybolmak’,
‘toz olmak’, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını
öğreniyoruz. ‘Bakmayın.’ Bir başka polis anonsu, tıpkı ‘kaybol!’
komutu gibi, kulaklarda çınladı... ‘Bakmayın!’ ‘Bakmak’ ile ‘görmek’
arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı hedef
alıyordu bu komut... Halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları
bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği
vardır ve bunun önüne geçilemez...”[13] Jacques Rancieré’in
dediği gibi özgürleşme bakma ve eylem arasındaki karşıtlık
sorgulandığı zaman başlar.[14] Şunu biliyoruz ki bakmak, görmek
ve eylemek arasındaki ara bölgelerde gezinen video kayıtları, en
azından bizi iktidarın otoriter bakışından özgürleştirebilir.
Otonom Arşivleme
190
bak.ma, Gezi direnişi sonrasında pan.do/ra yazılımıyla üretilmiş,
dijital alanda muhalefeti güçlendirecek bir arzuyla oluşturulan,
otonom ve anonim bir alan olarak kullanıcılarının yönetebildiği
depolama, erişim ve sınıflandırma mantığıyla ortaya çıkmıştır.
Yakın Türkiye tarihindeki direnişlerin estetik bir kurgu müdahalesi
olmadan depolanabildiği, gündelik hayatın tozlu ve kirlenmiş
raflarından indirilen artık/fazla/çöp imajları bulabildiğimiz,
tesadüfi olana, yeni fikirlere, hummalı yaratımlara açık bir
platformdur. Kullanıcıları arşivin içerdiği veriyi indirebildiği
gibi, yeni veri yükleyebilir, yüklenen veri üzerinde online montaj
yapabilir; altyazı, tag, metin ve enformasyon girişi yapabilir. bak.
ma, kullanıcısını Tekel direnişinden Gezi’ye, 1 Mayıs’lardan 19
Ocak’lara, 8 Mart’lardan Onur yürüyüşlerine dalıp çıkaran derin
ve dalgalı bir video okyanusudur.
Otonom Arşivleme
191
Görülmeyeni göstermek, gösterileni direnişin bakış
açısından göstermek
Seyr-i Sokak Video Eylem Kolektifi
1.Seyr-i Sokak ve İnadına Haber’i nasıl tanımlıyorsunuz? Bu
kolektifleri neden ve nasıl kurdunuz, nasıl bir araya geldiniz?
Sevgi: Seyr-i Sokak için bir “made in Haziran Direnişi” diyebiliriz.
Hepimiz ayrı ayrı bir yerlerde belgesel, video, sinema vb uğraşlar
içindeyken Haziran Direnişi bizim daha örgütlü bir biçimde
bu meselelere emek vermemizi ve kafa yormamızı sağladı.
Direniş ile birlikte günden güne sokakta çekim yapanların sayısı
artmaya başladı. İçinde bulunulan zamanda böyle bir şeye
ihtiyaç vardı ve bunun ne kadar önemli olduğunu sokakta olan
bizler de daha iyi kavramış olduk. Burjuva medyanın dışında
muhalif kameraların, canlı yayın yapanların, direnişin coşkusunu
arttırdığı ve eylemlere katılımın artmasında etkili olduğu
kanısındayım.
Sibel: Kendimizi video eylem grubu olarak adlandırıyoruz. Fakat
eylemlerin, sokağın sesini duyurmamız öncelikli amacımız
olduğu için sadece eylem videoları çekmiyoruz. Eylem anında ne
oluyoru anlatmak için sosyal medya hesaplarımızdan fotoğraflar
paylaşıyoruz, öncesinde de eylemleri duyuruyoruz.
2. Kolektiflerde kaç kişilik gruplar çalışıyor, kullandığınız
medyumlara göre gruplara ayrılıyor musunuz?
Sevgi: Örgütlü bir yapıya sahibiz denilebilir. Sürekli iletişim
halindeyiz, o gün hangi eylemde kim olacak, kim nerede, ne
zaman olacak birbirimizden haberdarız. Bu gündelik planlamada
kolaylık sağlıyor. Bununla birlikte bir bağlayıcılığımız,
“görevlendirme” şeklinde bir tarzımız, hiyerarşik bir yapımız tabii
ki yok. Herkes durumuna, koşullarına göre belirlediği yerde ve
zamanda, nerede olmak isterse veya istemezse oradadır ya da
değildir. Çekim yapar ya da yapmaz, sadece eyleme katılır, hem
çekim yapar hem gerek duyduğu yerde çekimi bırakıp eylemde
Otonom Arşivleme
192
Otonom Arşivleme
193
aktif olur, bunlar tamamen kişinin seçimine/dileğine kalmıştır.
3. Haber yapmak ve politik eylemin, direnişlerin görsel
kayıtlarını tutmak arasında fark var mı sizce? Sizin için öncelik
hangisi ve neden?
Oktay: Acil olan, haber olarak paylaşmak, burjuva medya
tarafından görülmeyeni göstermek, gösterileni direnişin bakış
açısından göstermek. Bu amaçla kayda girdiğinde doğal
olarak direnişlerin görsel kaydını da tutmuş oluyoruz. Görsel
kayıt tutma, bir toplumsal bellek oluşturma fikriyle hareket
ettiğimizde, bu durum kayıt rejimine yansır. Daha uzun,
ayrıntılı, bakış açılarını çoğaltan imajlar çekeriz. Tuzluçayır
Cami-Cemevi projesine karşı mücadelede olduğu gibi, meseleyi
sonuçlanıncaya kadar kamera ile takip ederiz. Bütün görüntüleri
haber yapmasak bile. Haber yapmak, görüntünün içerdiği
potansiyellerden sadece birini kullanmaktır.
Gözde: Haber yaptığımızı düşünmüyoruz. Zaman içinde haberin
de yapılması gerektiğinin hissedilmesiyle İnadına Haber kuruldu
zaten, orası için de hepimiz emek veriyor ve gururlanıyoruz.
Bizim yaptığımız daha çok sokaktan geri çekilmeyen insanların
eylem çağrılarını etkinliklerini paylaşmak ve anlık bilgiler
girmek. Onun dışında videolarımız direnişin görsel kaydını
tutmaktır. Haber niteliğinde değildir, bir yeniden canlandırmadır.
Eylemcilerin bu videoları izlemeyi sevdiğini biliyoruz, hatta
kaçıncı saniyede ne olacağını bizden daha iyi bildikleri oluyor.
Sık sık üstünde durduğumuz kanıt ve kayıt hakkı benim için daha
öncelikli çekim yaparken ve kanıt olarak tutulması gerektiğini
gözlemlediğim yerlere dönüyor kameram otomatik olarak.
4. Politik hareketler ve gruplarla ilişkinizde video eylemciliğe,
haberciliğe başlamanızla birlikte şu ana kadar nasıl değişimler
oldu?
Oktay: Kendi hakları için Ankara’da sokağa çıkan herkes Seyr
Otonom Arşivleme
194
i Sokak’ın, medyanın değil direnişlerin bir parçası olduğunu
bilir, bizi haberciden çok yoldaşları beller. Boynumuzda bir
basın veya kimlik bildiren bir kart olmadığı zamanlarda bile,
“Seyr-i Sokak” ismi eylemci için bir güven referansıdır. Eylemci
ile videocu arasındaki güven aşılacak en önemli handikaptır,
ancak zaman içinde oluşur. Güven, hem hukuki anlamda,
hem göze alabildiğimiz zorluklarda, hem de kamera, foto ve
montajımıza olan güvendir. Video eylemciyle, eylemci arasındaki
ilişkiler, eylemcinin “görüntülenmek” le yaşadığı ikircikli tutum,
kayda alınmak lehine değiştikçe daha pozitif ve diyalojik hale
gelmektedir.
Gözde: Gruplarla aramızda arkadaşlık ve güven ilişkisi var.
Oktay’ın da dediği gibi çekiyor olduğumuz gruplar bizi basın
olarak değil yoldaş olarak tanımlarlar (aslında bu soruyu onlara
sormak lazım) bu ilişkiler tabii ki sürekli olarak evrilmekte. Bizi
orda görmenin hem eylem heyecanını körüklediğine hem de
kendilerini daha güvende hissetmelerine neden olduğuna şahit
oluyorum. Sıklıkla, “X tarihindeki eylemde kolum kırılmıştı,
sizlerden birisi oradaydı, dava için o görüntü lazım, bir bakabilir
misiniz?” Ya da, “Ben gözaltına alındığımda siz oradaydınız,
duruşma için kanıt olarak gerekecek bulabilir misiniz” gibi
sorularla karşılaşıyoruz.
5. Var olan dijital aktivizm platformlarını nasıl buluyorsunuz?
Dayanışma içinde olduğunuz kolektifler, gruplar var mı?
Sibel: Varolan dijital aktivizm platformları ile genellikle
iletişim halindeyiz. Hatta bazıları ile ortak hareket etmemiz
nedeniyle (İnadına Haber özellikle), diğer platformlardan
kaynak olarak hanginizi verelim sorusunu da sık sık duyuyoruz.
Ankara içinde sadece dijital aktivizm platformları ile değil,
devrimci, muhalif basınla, hatta anaakım medya ile de iletişim
halindeyiz. Ankara’daki video eylemcilerin, fotoğrafçıların,
yurttaş habercilerin, devrimci ve muhalif basının içinde olduğu
Ankara Özgür Haber Platforumu hem basınla, dijital aktivizm
Otonom Arşivleme
195
platformları ile, hatta politik hareketler ve gruplarla iletişim
halinde olmamıza; duyuru, haber ve görsellerin paylaşımına
imkan sağlıyor. Diğer illerdeki pek çok dijital aktivizm
platformu ile de yine iletişimdeyiz. Onların yaptıklarını takip
ederek paylaşmaya çalışıyoruz, onlar da bizimkileri takip edip
paylaşıyorlar.
kullanmak çok anlamlı gözükmüyor. Bu kendi içimizde de
çok tartıştığımız bir konu ve İnadına Haber’in doğuşu da bu
tartışmalardan çıktı. Sadece sosyal medyaya bağlı kalmayalım
derken.
7. Son yıllarda özgürlükçü basına, video eylemcilere yönelik polis
şiddeti ve gözaltıların arttığını söyleyebilir miyiz? Yaşadığınız
deneyimlerden bahsedebilir misiniz? Kendiniz koruma, kamufle
etme taktikleriniz var mı?
6. Sizi insanlar nasıl takip ediyor? Çeşitli sosyal medya ve
haber ağları, youtube, vimeo, facebook, twitter vb alanlar
da sermaye eliyle yaratılmış alanlar değil mi? Bu konuda ne
düşünüyorsunuz? Bunlar dışında kullandığınız açık kaynaklı
alanlar var mı?
Oktay: 2000 yılında sokaklarda “kamera” deyip 2003-4 yılında
kurduğumuz, Türkiye’nin ilk video eylem kolektifi “Karahaber
Video-eylem Atölyesi”nin kendi bağımsız web sayfasında
yayımlanması tercihimizdi. 2005 yılında Karahaber sayfasını
kurmadan önce videolarımızı İstanbul Indymedia sayfasında
paylaşmaya başlamıştık. Seyr-i Sokak olarak “sermaye eliyle
yaratılmış alanlar” tartışmasına hiç girmedik. Videolar
için youtube, vimeo ilişki ağı için facebook, twitter hepsini
kullanıyoruz. Uğraş alanımız, insanların yaşam hakkı başta
olmak üzere, temel hakları ve bunların aciliyeti var. Video ve
haberlerimizin en hızlı, en az maliyetle, en geniş topluluğa
yayılması önceliğimiz. Bunun için burjuvazi bize alan açmışsa
kullanırız. Ama para ve statü, yani kamuda popüler olma halinin
getireceği iki olumsuz öğe ile mesafemizi korumayı önemsiyoruz.
Sibel: Videolar için Youtube ve Vimeo kanallarımız var. Bunları
yaygınlaştırma ve eylemlerden görseller ve bilgi paylaşımı için
de Facebook sayfası ve Twitter hesabını kullanıyoruz. Evet,
bunlar sermaye eliyle yaratılmış alanlar. Facebook için özellikle,
istedikleri zaman görünmemizi engelliyor ya da kısıtlıyorlar,
yaptığımız paylaşımlar siliniyor. Fakat diğer yandan, insanlara
ulaşmanın yolu da bu sosyal medya hesaplarını kullanmak.
Alternatif yollar var ama bunları insanlar takip etmediği sürece
Otonom Arşivleme
196
Sevgi: Son zamanlarda tabii ki gözaltı ve polis şiddeti artmış
durumda. Çünkü artık bir tehdit unsuru haline geldi muhalif
kameralar ve varlığı rahatsız etmeye başladı. Burjuva medya
onlar için “dost kameralardır”, açıları hep polisin, muktedirin
lehinedir. Bizim kameralarımızın gözü onların üstündedir ve
onları gözetlemektedir. Bu da onların suçlarını/baskılarını/
şiddetini deşifre edeceğinden bundan tabii ki rahatsız
olacaklardır. Bizim açımızdan onların rahatsızlığı tek bir anlam
taşır, o da doğru yolda olduğumuzdur. Onun dışında hepimiz
çekim yaparken kendi güvenliğimize ilişkin kişisel tedbirler
alırız. Buna dair kendi öz savunmamızdır kullandığımız yöntem.
Kamuflaj, gizlenme, örtünme gibi yöntemleri kullanmıyoruz.
Sibel: Sokakta çekim yapanlara ve profesyonel basına baskı
ve şiddet gittikçe artıyor. Kolluk gücünün şiddetini biz eylemi
yapan hareketlere göre ya da mahalleden mahalleye değiştiğini
görüyoruz. Fakat batıdan doğuya doğru gittikçe bunun dozajı
daha da artıyor. Biz gözaltı ile tehdit ediliyor ya da sadece
gözaltına alınıyoruz. Fakat Doğu’da halkın kafasına silah
dayanıyor, yerlerde sürünerek akreplere, rangerlara bindirilip
gözaltına alınıyorlar. Uzun süre nerede olduklarından haber
alınamıyor. Bizler kolluk güçlerinin şiddetini kayıt altına alarak
kanıt için belge oluşturuyoruz. Yaptığımız hoşlarına gitmiyor ve
engellemeye çalışıyorlar. Özellikle şiddet uygulayarak gözaltı
işlemi yaptılarsa, bunun çekilmesini istemiyorlar. Önümüzde
etten duvar örerek görüntüyü engellemeye çalışıyorlar. Hatta
Otonom Arşivleme
197
çekmeye devam edersek gözaltına alma ile tehdit edebiliyor,
hatta alabiliyorlar. Polis şiddetinden korunma yöntemi olarak
basın kurum kimliği ya da uluslararası basın kartı taşıyoruz.
Yurttaş olarak çekim yapma hakkını savunuyoruz. Fakat sokakta
bunun tartışmasını yapacak ve anlatacak durum yok. Bunu
ancak soruşturma için ifadeye çağrıldığımızda ya da mahkemeye
çıktığımızda belirtebiliyoruz. Kendi deneyimlerimden söz etmek
gerekirse, çekim yaptığım için Eskişehir’de gözaltına alındım.
NTV işgali sırasında NTV kamerasının eylemcilerle birlikte geldi
diye şikayeti üzerine uluslararası basın kartımın geçerliliğini
araştırmak üzere bütün günü karakolda geçirip ifade verdim.
Beş, altı kere savcı tarafından ifadeye çağrıldım, bunlardan ikisi
için dava açıldı. Birinden beraat ettim.
8. Tuttuğunuz kayıtları, ham görüntüleri nasıl koruyorsunuz,
arşivlemeye yönelik planlarınız var mı?
Oktay: Tuttuğumuz kayıtların zaten bir arşiv olduğunu
düşünüyorum harddisk ve kasetlerde. Arşivlemeye yönelik
plan derken “internette ham görüntülerimizin açık hale”
getirilmesiyse kasıt, ben buna olumlu bakmıyorum. Youtube
ve vimeodaki montajlı eylem videoları bizim hem arşivimizde
neler olduğunu gösteren bir liste sunuyor, hem de bir nevi
Seyr-i Sokak’ın arşivi. Direniş videoları çektiğimiz için montajda,
görüntülerin asıl sahibi olan “eylemci”nin konumunu, fikrini,
onayını önemseriz. Videoları ona göre keseriz, görünür kılarız.
Ham görüntülerimize ihtiyaç duyanların, internetteki montajlı
videolarımızdan hareketle bize doğrudan başvurmalarını tercih
ederiz.
Otonom Arşivleme
198
Otonom Arşivleme
199
Hem eylemci hem haberciyiz
İnadına Haber Kolektifi
1. İnadına Haber’i nasıl tanımlıyorsunuz? Bu kolektifleri neden ve
nasıl kurdunuz, nasıl bir araya geldiniz?
Onur: İnadına Haber (İH), en sade haliyle gerçekleri anlatmak
için, haber yapmaya, hem nefes almaya hem de nefes vermeye
inat etmiş bir platform. İnadına Haber, birbirlerini sokaktan
tanıyan, sokak mücadeleleri içinde kendilerini aktivist, bazen
eylem fotoğrafçısı ve video eylemci olarak tanımlayan kişilerden
oluşan bir grup. Bir araya gelmemiz biraz kendiliğinden gelişen
bir süreç olarak görülebilir. Ancak, Gezi Direnişi sonrası filizlenen
toplumsal muhalefetin kazandırdığı ivmeyi yadsıyamayız.
Banu: Bunun yanında bugün yaşananların kaydedilmesi,
arşivlenmesi ve geleceğe aktarılması bizim için çok önemli.
Özellikle içinde bulunduğumuz zamanda, siyasal iktidar ve
devletin tüm aygıtlarının bir aradalığıyla ortaya çıkan baskı ve
şiddet ortamında şahit olduğumuz gerçeklerin saklanması ve
manipülasyonlarla birlikte, bugünden geleceğe kalacak olan
ana akım/yandaş medya haberciliğiyle ve her türlü aygıtla
oluşturulan ve yazılacak olan tarihe karşı alternatif bir kayıt ve
belgeler bütününü yaratmak temel kaygılarımızdan biri. Devletin
resmi tarihine karşı yurttaşların, özgürlük, eşitlik, adalet ve daha
pek çok şey için mücadele edenlerin alternatif tarihini ortaya
koymak için birkaç taş da biz koymak istiyoruz. Bunun için de
bu taşları oluşturacak tüm yurttaşların kamusal alanda olan her
şeyi kaydetme, haber etme hakkını da savunuyor ve bu konuda
da mücadele etmeye çalışıyoruz.
2. Kolektiflerde kaç kişilik gruplar çalışıyor, kullandığınız
medyumlara göre gruplara ayrılıyor musunuz?
Onur: İnadına Haber’de şu an 15 kişilik bir ekibimiz var, ancak bu
sayı değişebiliyor elbette. Bu 15 kişilik ana ekip dışında, sitedeki
Otonom Arşivleme
200
Otonom Arşivleme
201
“yazılama” bölümünde yayınlanmak üzere köşe yazıları gönderen
arkadaşlarımız da olabiliyor. Kullandığımız medyumlara göre net
bir ayrım söz konusu değil. Hepimizin eli iyi kötü kamera tutuyor,
gerçekleri olduğu gibi aktaracak kadar metin yazabiliyoruz.
Estetik kaygılarımız, politik kaygılarımız kadar büyük değil. O
yüzden böyle bir ayrışma olduğunu söylemek doğru değil. Ama
yine de özel ilgi alanlarımız var, örneğin ben bir olayın haberini
video ile anlatmayı tercih ediyorum. Daha çok duyuya yönelik
olmasının daha etkileyici olduğuna inanıyorum.
3. Haber yapmak ve politik eylemin, direnişlerin görsel
kayıtlarını tutmak arasında fark var mı sizce? Sizin için öncelik
hangisi ve neden?
Onur: Direnişlerin görsel kayıtlarını tutmak arasında benim
öncelikli tercihim, direnişlerin görsel kayıtlarını tutmaktır.
Eylemin videosu, kendi hikâyesini anlatacak, kendi haberini
yapacak, tekrar eyleme dönüşebilecektir.
Ulaş: Politik hareketler – gruplar dediğimiz şey sonuçta
bireylerden oluşuyor ve biz o bireylerin bir kısmıyla oturup yiyip
içiyoruz, muhabbet ediyoruz, yani kişisel ilişkiler geliştiriyoruz.
Onlar birer kamera önü nesnesi değil, bizim arkadaşlarımız ve
arkadaşlarımızın sayısı artıyor.
5. Var olan dijital aktivizm platformlarını nasıl buluyorsunuz?
Dayanışma içinde olduğunuz kolektifler, gruplar var mı?
Banu: Bugünü belgelemek ve geleceğe bırakmak için haber
yapmanın ve görsel kayıtları tutmanın ikisinin da ayrı önemi
var. Resmi ideolojiler karşısına alternatif bir belge koymak için,
diliyle de alternatif olan haberler yazmanın yanında, görsel
kayıtları tutmak da toplumun görsel hafızasının oluşması için
büyük önem taşıyor. Politik dilimiz ve haberlerimiz toplumun
farklı politik alanlarında kabul görmediği zamanda bile görsel
kayıtlar onların kendi diliyle belge yaratmasında bir araç olabilir.
Yine de tek başına haberin ya da tek başına görsel malzemenin
farklı anlatım biçimleriyle manipüle edilebileceği de bir gerçek.
4. Politik hareketler ve gruplarla ilişkinizde video eylemciliğe,
haberciliğe başlamanızla birlikte şu ana kadar nasıl değişimler
oldu?
Onur: Öncelikle, haberciliği, video eylemciliği ve eylemin bizzat
parçası olan bir eylemci olmayı birbirinden çok ayrı görmediğimi
belirtmek isterim. Benim video eylemcilikle ilk tanışmam, eylem
Otonom Arşivleme
videolarına eylem yaptırmaya çalışmam, ODTÜ’de öğrenci
olduğum, savaş karşıtı toplumsal muhalefetin de üniversitelerde
güç kazandığı, medyanın bunu ya görmediği ya da yanlış
gördüğü bir döneme denk geliyor. Galiba o yüzden hareketin
içindeyken, bir de bunu video ile belgelemek olması gereken
gibi geliyor. Öbür türlüsü, ana akımın yaptığı gibi eylemcilere
haber nesneleri olarak yaklaşmak hem kötü hem de yapmak
istemeyeceğim bir şey olur. O anlamda, hem eylemci hem
haberciyiz. Eylemcilerle de hem sokaklarda ve meydanlarda,
hem de eylemci kimliklerinin dışında bağlantılar kurabiliyoruz.
202
Volkan: Her platform zaman içerisinde yer aldığımız ve şahit
olduğumuz tarih ile birlikte şekilleniyor. Eski pratiklerin ve
kalıpların artık yeri yok bu şekillenmede. Zaten sadece dinamik
olarak kendisini oluşturmakta olan veya yenilemeyi başarabilen
platformlar öne çıkabiliyor ancak. Bu yeni yapılanmaya olan
güven de aslında daha fazla. Bu da eski yapıların ve kalıpların
güvenilirliklerinin kolayca manipüle edilebilir olmalarından ve
sıklıkla suistimal edilerek sarsılmasından kaynaklanıyor belki
de. Dijital aktivist platformlardan Seyr-i Sokak’ın, Balık Bilir’in ve
Parklar Bizim Ankara’nın ayrı bir yeri var. Bunlar İnadına Haber’le
doğrudan iç içe yapılar, ayrıştırmak çok mümkün değil. Ayrıca
İnadına Haber öyle çok kurumsal bir yapı değil.
Ulaş: Sokakta bu işle uğraşanlar birbirini tanıyor genellikle,
doğrudan kişisel ilişkiler gelişiyor. Yapılan işlerin büyük
çoğunluğunu anlamlı bulduğumuz için birbirimize yardımcı
oluyoruz. Ankara’da dayanışmaya açık olan herkesle
Otonom Arşivleme
203
dayanışıyoruz diye özetleyebiliriz. Ankara Özgür Haber
Platformu adı altında bir yapılanmamız var. AÖHP basına,
yurttaş habercilere yönelik devlet baskısına ve sansüre karşı
dijital aktivistlerin oluşturduğu bir platform. Esas faaliyet alanı
bu olmakla beraber, kendi içinde haber ve fotoğraf paylaşımı
yapıyor, hatta bazen birinin gidemediği eyleme diğeri gidiyor
ya da aynı eylemi 30-40 farklı kişinin gözünden aynı anda takip
ediyor bulabiliyoruz kendimizi.
6. Sizi insanlar nasıl takip ediyor? Çeşitli sosyal medya ve
haber ağları, youtube, vimeo, facebook, twitter vb alanlar
da sermaye eliyle yaratılmış alanlar değil mi? Bu konuda ne
düşünüyorsunuz? Bunlar dışında kullandığınız açık kaynaklı
alanlar var mı?
Onur: Youtube, vimeo, facebook, twitter gibi alanlar sermaye
eliyle kurulmuş ve sermaye ile yakın ilişkisi olan alanlar mutlaka,
ancak neredeyse tamamını aktif olarak kullanıyoruz. İnadına
Haber olarak facebook sayfamız, twitter ve youtube hesabımız
var. Bunları, yani sermayenin yarattığı bu araçlarda yayınlanan
medyaların içeriklerini belirlemek, o araçlara sahip olmak
kadar kritik bir durum diye düşünüyorum ben. Zaman zaman
bu ortamlarda sansürle ve engellemelerle karşılaşmıyor değiliz,
ancak bunu da yine teşhir edebileceğimiz başka ortamlar var.
Bir de bunun “sanal kamusal alan” boyutu var tabii; ülkede
herkesin izlediği bir TV kanalına çıkıp sözümüzü söyleyecek
gücümüz yok belki, ama isteyen herkesin açıp okuyabileceği,
izleyebileceği, sözlerimizi duyabileceği ortamlar bunlar. Bunun
dışında; İnadınaHaber’in tek yayın alanı sosyal medya değil,
ürettiğimiz haber metinlerini sitemiz inadinahaber.org’dan
yayınlıyoruz daha çok. Fotoğraflarımızın kopyaları sitede duruyor
genellikle. Ancak video konusunda hem hızlı hem de köklü ve
ücretsiz bir kaynak olma özelliğiyle youtube kullanıyoruz. Dosya
depolamak bazen sorun olabiliyor çünkü.
7. Son yıllarda özgürlükçü basına, video eylemcilere yönelik polis
şiddeti ve gözaltıların arttığını söyleyebilir miyiz? Yaşadığınız
Otonom Arşivleme
204
deneyimlerden bahsedebilir misiniz? Kendiniz koruma, kamufle
etme taktikleriniz var mı?
Banu: Basına şiddet Kürt illerindeki biçimde ve o şiddette
olmasa da elbette var. Ama bizim yaptığımız şekilde, eline akıllı
telefonu alıp yaşananları kaydeden yurttaşlarla basın, devletin
gözünde başka yerlerde duruyor. Çünkü basının olmadığı bir
yerde telefonu olan biri orada yaşananları, devletin/askerin/
polisin şiddetini, hak ihlallerini görüntüleyebiliyor, kaydediyor,
sosyal medya vb yerlerden dolaşıma sokuyor. Bu da şiddet
gösteren taraf için bir tehdit unsuru haline gelmiş bulunuyor ve
bizleri sürekli engellemeye, tehdide, gözaltına almaya çalışıyor.
Kendimizi kamufle etmektense, güvenlik güçlerinin engellerine
rağmen her yurttaşın kaydetme hakkını, karşılaştığımız
her tepkide savunmaya çalışıyoruz ve onlar bize çekim
yapamayacağımızı söyledikçe biz de yapmak için direneceğimizi
duyuruyoruz.
Volkan: Korunmak için sadece bazılarımızda uluslararası basın
kartı var. Aslında gerek TC Anayasası, gerekse evrensel hukuk
her birimize çekim yapma ve belgeleme hakkını zaten tanıyor,
ancak özellikle çatışmalı durumlarda en azından hukuki açıdan
bir kolaylık sağlıyor denebilir. Tabii gözaltına alınmaları her
zaman engelleyemiyor ancak sonrasında olayın idari veya adli
aşamasında kısmen de olsa kolluk güçleri ve adli makamları
hukuka uymaya zorluyor en azından. Seyr-i Sokak ekibinden
arkadaşımız Gözde, bir süre önce bir eylem sonrası polis
tarafından bir araca bindirilerek kaçırıldı ve adresini biliyoruz
dercesine evinin önüne kadar götürülerek orada araçtan
indirildi. Bunun dışında fiziksel şiddete karşı herkes gibi basit
maske ve kasklar dışında bir korunma aracımız yok. Hatta çoğu
zaman bunları kullanmaya bile gerek kalmıyor zaten, direkt
olarak şiddetin, gazın ve saldırıların ortasında kalabiliyoruz ama
sonuçta haberi de saldırının ön saflarında yapıyoruz, polislerin
gerisinden veya korunaklı mekanlardan değil. Dolayısıyla
rahatsızlıklarımız da, eylemcilerinkinden çok farklı değil. Sadece
Otonom Arşivleme
205
burada düzgün belgeleme yapabilmek için olay, eylem ve saldırı
arasında uygun pozisyonda durabilmek önem kazanıyor.
Ulaş: Çok sayıda eylemin içinde yer almak da bir tecrübe
kazandırıyor. Başka birinin panik yapacağı yerde sakin
kalabiliyoruz. Polisin nereye, nasıl, ne zaman saldıracağını, gaz
fişeğinin nereye düşeceğini, nerede durmak, nereye gitmek
gerektiğini az çok kestirebiliyoruz. Doğrudan bize yönelik
saldırılarda korunma ne yapsak yetersiz; Metin Göktepe’nin,
Hrant Dink’in, Uğur Mumcu’nun basın kartı yok muydu?
8. Tuttuğunuz kayıtları, ham görüntüleri nasıl koruyorsunuz,
arşivlemeye yönelik planlarınız var mı?
Onur: Bir video eylemci olarak ham görüntülerimi genellikle
ham halleriyle sabit disklerde depoluyorum, kritik gördüklerimi
başka ortamlarda da yedekliyorum. Ancak çok görüntü
çeken biri için gereken depolama alanı artacağından maliyet
yükselebiliyor. Başka bir sorun da harddisklerin fiziksel zarar
görmesi durumunda içindekileri kurtarmanın kolay olmaması.
Kaydettiğim bazı videoların ham görüntülerini toplumsal
mücadelelerin dijital medya arşivi bak.ma’ya da yüklüyorum,
ancak oradaki dosyalar streaming bir formatta yeniden
kodlandığından görüntü kalitesi orijinal dosya kadar iyi olmuyor.
O yüzden internette isteyenlerle paylaşmak için bir yedek
video dosyası olsa bile, orijinallerin eldeki medyalarda ya da
sonsuz alan veren bulut sunucularda saklanması gerekiyor.
Video görüntüleri gibi fotoğraf veya ses kayıtları da, internet
yedeklerinin yanısıra harici ortamlarda saklıyoruz. Her birine
harcanan emeği düşündüğünüzde, tarihi, sosyal, toplumsal
ve politik açılardan bakarsanız paha biçilemez değeri var.
Düşünsenize hem görüntüleyenin emeği var orada, hem de
haberin öznelerinin çabaları, fikirleri, duyguları, atıldıkları
tehlikeler...
Otonom Arşivleme
206
Otonom Arşivleme
207
Tanıklığımızı kendi gözlerimizle ve kameralarımızla
yapmaya mecburduk
Videoccupy ve vidyokolektif Üyeleri
1- Video eylemciliğe Gezi Direnişi’nde mi başladınız? Daha
önceki deneyimlerinizi taşıdınız mı bu alana?
belit: Güliz ve Hande’yle Gezi sürecinde Videoccupy vesilesiyle
tanıştım. O döneme kadar birçok video eylem grubunda
bulunmuştum, çeşitli politik gruplarla birlikte çalışmış, onların
eylemlerini takip etmiştim ama hep değişik video eylem
gruplarının bir parçası olarak. Hande ve Güliz ise video eylem
gruplarından çok feminist grupların içinden, film ve belgesel
sektöründen geliyorlar ve benimkinden bambaşka deneyimleri
var. Kendi adıma daha önceki deneyimlerimin geç dahil olduğum
Gezi sürecine kesinlikle katkısı olduğunu söyleyebilirim ama
daha çok o dönemi bir açıklık dönemi olarak düşünüyorum.
Şimdi ise o deneyimin bir nevi kolektif heyecanının eksikliğini
hissediyor insan, özellikle şu anda Kürdistan’da devam eden
saldırılar karşısında.
güliz: Üçümüz de Gezi Direnişi sırasında Videoccupy kolektifinin
oluşum sürecinde tanıştık. İçinde üretimin, paylaşımın,
arkadaşlığın da olduğu bir sürecin de başlangıcı oldu aynı
zamanda o dönem. Ben yönetmen yardımcılığı yaparak
sinemaya girdim. Çeşitli sinema filmi, belgesel film ve dizilerde
çalıştım uzun süre. O zamanlar elime kamera geçtikçe daha
çok pratik amaçlı kayıtlar yapıyordum. Çevremdekilerle kısa
röportajlar, şehir kayıtları yaptım ama bunları herhangi bir kayıt
tutma bilinciyle değil “elim kameraya alışsın”, çekim yapmayı
öğreneyim diye yapıyordum. Asıl olarak feminizmle tanıştıktan
sonradır benim tarihimde video eylemcilik pratiği. Kadınların
tarihinin görünmez olduğu ve kendi tarihimizi kendimiz
yazmamız gerektiği düşüncesinin içselleştirilmesiyle çok
alakalı olduğunu düşünüyorum bunun. 2000’li yılların başında
belgesel film yapmaya başladığımda aslında bu iki sürecin iç
Otonom Arşivleme
208
Otonom Arşivleme
209
içe gittiğini görüyorum şimdi. Feminist hareket içinde kadınların
tarihini belgelemek ve görünür kılmak için her türlü eylem ve
kampanyayı belgelemek aslında hem eylem içinde olmak hem
de bunu video ya da fotoğraf makinesiyle belgelemek, kaydını
tutmak iktidara ve erkek egemen sisteme karşı da gelişen politik
bir tavır. Gezi Direnişi sırasında tanıştığım diğer video eylemci,
belgeselci arkadaşlarla, daha önce düş kırıklığına neden olan
birkaç deneyimden ibaret olan kolektif üretim pratiğini yaşama
geçirmek, direniş ruhunun somut yansıması oldu aslında.
Hande: Ben video eylemciliğe Gezi sürecinde başladım.
Mesleğim kurguculuk ve esasında kamera ve kurguyla olan
ilişkim sinema (belgesel ve kurmaca) ve reklam sektörü
içerisinde gelişen bir ilişkiydi. Gezi sürecinde gördüklerimi
hatırlamam, unutmamam gerektiğini, bütün o kurtarılmış alanın
her bir metrekaresini hafızama kazımam gerektiğini düşündüm.
Çünkü resmi tarih yazıcılarının, o günleri iktidarın bakışından
yazacaklarını biliyordum. Yalanlarla dolu olan manipülatif bir
tarih olacağına dair bir şüphem de yoktu. Hafızamı kurtarmak
için gördüklerimi kaydetmeye başladım. Belki komik olacak ama,
açıkçası video eylemin benim yaptığım şeyi de içerdiğini, aslında
bir video eylemciye dönüştüğümü Videoccupy’la tanıştıktan
sonra idrak ettim. Hala da kendime “video eylemciyim”
diyebilme özgüvenine sahip değilim. Sadece refleksif bir
şekilde kaydetmek istedim ve kaydettim. Daha önceden
katıldığım eylemlerde hiç aklıma gelmezdi kaydetmek. Hala da
düşünüyorum, bu refleks neden daha önce oluşmadı da Gezi’de
oluştu diye.
2-Videoccupy ne zaman ve nasıl oluştu?
3-Video eylem pratiğinin Gezi sürecinde bu kadar önem
kazanmasının, ilgi görmesinin nedenleri sizce neydi?
güliz: Önce Gezi Direnişi’nin ana akım medyada hiç yer
bulmaması ya da iktidar taraflı yansıtılması olan bitenin
herkeste, aman biz kendi kaydımızı kendimiz tutalım refleksi
yarattığını düşünüyorum. Kameralı telefonlar, video kameralar
alanda çok fazlaydı. Devlet şiddetini, hak ihlallerini belgelemek,
direniş ruhunu yaygınlaştırmak ve belgelemek, gündelik pratiği
yansıtmak gibi çeşitli nedenlerle herkes kayıt tutuyordu.
Hande: Sanıyorum en büyük sebeplerden biri havuz medyasının
tamamen ilgisiz kalmasıydı. Düşünsenize, milyonla ifade
edilen bir kalabalık Taksim’de toplanıyor ve evinde oturanların
hiçbiri bundan haberdar olmuyor! Sonrasında da karşı karşıya
kaldığımız, tanığı olduğumuz yüzlerce polis şiddeti vakası
ve hak ihlalleri de medyada yer bulamayınca, tanıklığımızı
kendi gözlerimizle ve kameralarımızla yapmaya mecburduk.
İktidarın manipülatif aygıtlarına güvenmemek gerektiğini çoktan
öğrenmiştik.
4-Gezi’den sonraki süreci nasıl takip ettiniz? vidyokolektif’ten
bahseder misiniz?
güliz: Videoccupy, Gezi Direnişi sırasında oluştu, ben tam
olarak nasıl dahil oldum net bir şekilde hatırlamıyorum, 28
mayıs’tan itibaren Gezi Parkı’ndaydım ama çekim yapmıyordum
henüz. Bir takım toplantılar yapılıyordu parkta, bu süreci
kaydetmek, belgelemek gerekir diye konuşuyorduk, sonra
birkaç arkadaştan kamera da geldi ve doğal akışı içinde oradaki
Otonom Arşivleme
deneyimimizi belgelemeye başladık. Yeni arkadaşlarla tanıştık,
eski arkadaşlara haber verdik. Teknik malzeme desteği de vardı.
Bu arada bu kadar çok görüntüyü arşivleme fikri de yavaştan
oluşmaya başladı. Kimimiz gelen görüntüleri topladık, kimimiz
çekim yaptık, kimimiz kurguladık, kimimiz hepsini yaptı, çok
keskin iş tanımları yoktu, herkes ne yapmak istiyorsa onu
yapıyordu.
210
güliz: Gezi Direnişi’nde başlayan daha sistematik video
eylemcilik pratiğimiz sonrasında da devam etti. Daha çok da
kadın arkadaşlarımızla devam ettiğimiz bir süreç olarak yaşadık.
Hem kolektif üretime ihtiyacımız vardı hem de ülkenin politik
atmosferi bunu dayatıyordu. Dolayısıyla bir süre daha devam
Otonom Arşivleme
211
ettik. Ama bizim bir süre daha devam etmemiz kadınlar olarak
yaşadığımız ortak kadınlık deneyimleriyle de ilgiliydi, bunun
üzerine daha çok konuşmaya, düşünmeye ihtiyacımız da vardı.
Hande: Kolektif içerisinde herkes aynı deneyime, bu alandaki
(video üretmek, çekmek, kurgulamak) bilgiye sahip değildi.
Bence olmak zorunda da değildi. Aslında en cezbedici tarafı
da buydu, bu farklılıklara rağmen hiyerarşisiz bir yapılanmayı
sürdürmeye çalışmak, dayanışmak. 15 haziran’da polisin parkı
işgal etmesinden sonra, Gezi’deki birliktelik şehrin bir çok
semtindeki parklarda ve kamusal alanlarda mahalle forumları
olarak devam etti. Forumlar dışında insanların eylemlilik halleri
de devam etti. Biz de o yaz boyunca birlikte videolar üretmeye
devam ettik. Yaz sonuna geldiğimizde, çektiğimiz ve internet
üzerinden bize gönderilmiş olan videoların herkesin erişimine
açık bir online arşive dönüştürülmesi fikri üzerine somut
girişimlerde bulunmaya başladık. Arşivin yapısı, videoların
ne şekilde online hale getirileceği, hangi anahtar sözcüklerle
etiketlemek gerektiği vs üzerine uzun toplantılar ve denemeler
yapmaya başladık. Kolektif hareket etmenin zorlu halleri de
bu sıralarda kendini göstermeye başladı. Sonuçta bu gönüllü
giriştiğimiz bir projeydi ve sanırım enerjimiz azalmaya başlamıştı.
vidyokolektif bu sürecin bir uzantısı olarak oluştu sanırım. Bir
noktada farkettik ki kolektif adına bir şeyler yapmaya çalışanlar
olarak tıkanıyoruz, çünkü ortak kararlar için herkesi bir araya
getiremiyoruz, madem bu zorlaşmaya başladı, biz de şu an bu
birlikteliği sürdürmeye heveslilerle yeni bir oluşum olarak devam
edelim dedik. Ve baktığınızda vidyokolektif, esasında bir kadın
kolektifiydi. Çoğumuz zaten çalıştığımız sektörlerin erkekliğinden
bunalmış ve bıkmış bir haldeydik. Erkeklerden farklı olarak
kadınların o alanı kendi çabalarıyla açması gerek, o alan
kadınlara hiçbir zaman hazır sunulmaz. Dişimizle tırnağımızla
açtığımız bir yerdir, mücadele vermişizdir ve bu yüzden de çok
kıymetlidir. Ortak bir hafızamız ve deneyimimiz vardır kadınlıktan
gelen. Bence bu sebeple Videoccupy’ın sonrasında kalanlar hep
kadınlardık ve vidyokolektif bir kadın kolektifiydi.
Otonom Arşivleme
212
5- Soma deneyiminden bahsedebilir misin, video çekim süreci
nasıl geçti?
belit: Soma’ya katliamdan yaklaşık on beş gün sonra gittim.
Aklımda gitmek hep vardı ama nasıl, ne şekilde bi türlü
bilemiyordum. Tek başıma mı, birileriyle mi, orada kimseyi
tanımamak düşündürüyordu beni çokça. Ayrıca, oraya
dışarıdan kimsenin gitmemesi için ciddi bir korkutma politikası
izleniyordu. Soma Merkez’de pek zaman geçirmedim, sonra
Kınık’a geçtim, Kınık’ta inanılmaz misafirperver bir ailenin
yanında kaldım, dışarıdan gelenlere açık ve hatta misafirleri el
üstünde tutan insanlarla tanıştım. Orada sıklıkla madencilerin
gittiği bir kahvehanede geçirdim zamanımı, beni arabalarıyla
köylere götürenler, ev ev dolaştıranlar oldu, hepsi de orada,
o gidişimde tanıştığım insanlardı. Hemen hepsi madencilik ya
yapmış ya da katliama kadar yapmaya devam etmiş kişilerdi.
Halk dışarıdan gelenlere karşı çok açıktı ama bir korku da vardı,
özellikle durumun belirsizliği, devletin insanları sindirmek
ve susturmak için verdiği ve tabii ki sonunda tutmadığı
vaatler dolanıyordu insanların dilinde. Özellikle aile fertlerini
kaybetmiş kadınlar, çocuklarını okutmayı vadeden devletin
sözünde durma ihtimaline karşı bana açık açık söylemek
istediklerini söylemekten çekiniyorlardı. Ama Alevi köylerinde
böyle bir çekince yoktu, herkes açık açık konuştu. Konuşmak
istemeyenlerin yanında sonradan söylediklerini silmemi isteyen
sadece tek bir aile oldu, onun dışındakiler rahatsız olmadılar.
Soma’da yaptığım görüşmelerde tümüyle kadınlarla konuştum,
soru sormadım, sadece bir şey söylemek isteyip istemediklerini
sordum, tümüyle onlara bıraktım anlatımı. Ben gazeteci değilim,
bir acelem, hikâye bulma hedefim yok, orada ne oluyorsa o olan
şey önemli benim için ve o olanlardan bir şeyler öğrenmeye
çalışıyordum, halen böyle yaklaşıyorum bu tip çekimlere.
Çekim yapmak zorunda değilim, elimde “malzeme”yle dönmek
zorunda değilim, kimseyi benimle konuşmaya ikna etmek gibi
bir niyetim yok, bir patronum da yok beni zorlayacak. Yani ben
bu etkileşimin kendisinin değerli olduğunu düşündüğüm için
Otonom Arşivleme
213
oradaydım. Konuşmak isteyenlerin söylediklerini de iletmek
için elbette. Soma iyi geçti demek zor ama benim için birebir
insanlarla konuşmak, iletişim kurmak, belki oturup birlikte
susmak ama sonra sarılıp yaşadıklarını paylaşmaya çalışmak
çok önemliydi. Travma hakkında bildiğim şey, travmanın
tanınmasının önemli olduğuydu. Bu travmayı yaratan devletin,
bu tanımayı mağdur olana vermeyeceğini biliyoruz, o zaman bu
tanıma, yanında olma, yalnız bırakmama duygusunu verebilecek
“merciler” yaratma ya da tam da o “merciler”in bizzat kendisi
olma çabası bana anlamlı geliyor. Bunu yapabilmenin tek yolu
da takip etmek ve tekrar tekrar gitmek, gerçekten de yalnız
bırakmamak.
6-Kürdistan direnişini de takip ediyorsunuz. Cizre’deki süreci
anlatır mısınız?
güliz: Kürdistan’daki direniş çok uzun yıllardır devam ediyor
çünkü savaş ve işgal koşulları yıllardır devam ediyor. Bir halkın
kendi anadilini konuşmak istemesi, kendi kültürünü, kimliğini
gizlemeden, çekinmeden yaşamak istemesi, yerel düzeyde
kendi kendini yönetmek istemesi gibi çok haklı talepler var.
Tam da barışa en yakın olduğumuzu düşündüğümüz anda
birden bire her şey bozuldu ve biz 1990’lardan da daha kötü
günler yaşamaya başladık. Özellikle 7 Haziran seçimlerinden
sonra çok açık bir şekilde devletin Kürt halkına yönelik bir
imha operasyonu başladı, hala da tırmanarak devam ediyor.
Özellikle sivillere yönelik saldırılar çok ciddi boyutlarda.
Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak, Silvan, Lice, Diyarbakır’da Sur
Mahallesi, direnişin topyekün devam ettiği alanlar. Halen devam
eden saldırılarla, sivillerin, özellikle çocukların ve kadınların
hedef alınarak öldürülmesi, ölen kişilerin bedenlerine işkence
yapılması, öldürülenlerin gömülmesinin engellenmesi gibi savaş
hukukuna bile aykırı bir durum yaşanıyor gözümüzün önünde.
Ambulanslar yaralıları alamıyor, cenazeler gömülemiyor,
insanlar günlerce bodrum katında yaralı halde mahsur kalıyor.
Buna tanıklık etmek, söylemek, ifşa etmek durumundayız.
Belki 90’lardan bir farkı da bu hak ihlallerinin, saldırıların,
Otonom Arşivleme
214
daha görünür olması, sosyal medya, muhalif basın ve video
eylemcilerin üretimleriyle. Bir taraftan da ana akım medyanın
tamamen iktidar partisinin eline geçmesiyle çok ciddi bir
dezenformasyon da var. Ama her şeye rağmen kimse orada ne
oluyor ne yaşanıyor bilmiyorum diyecek durumda değil artık.
Sadece bilmek ve görmek istememek olabilir.
7-Cizre’deki deneyime ilişkin olarak kadınlarla yaptığınız
görüşmeler, bu görüşmelerden ürettiğiniz videolar ve videocular
olarak dayanışma modelleri nasıl ortaya çıkıyor?
belit: Cizre’ye 3 kez gittim, Mayıs, Eylül ve Ekim aylarında. Orada
birebir iletişimde olduğum insanlar var, bu son sokağa çıkma
yasağı süresince haberleştiğim insanlar, ama son dönemde
aramakta zorlanıyorum onları. Elektrik olmadığından televizyon
izleyemiyorlar, cep telefonlarının şarjı da araba akülerinden
geliyor ve kısıtlı. O yüzden haberlerde neler olduğunu
anlatıyorum aradığımda. Onlara ülkenin geri kalanında Cizre’de
yaşanılanların ne kadar konuşulduğunu anlatıyorum, vekillerin
neler yaptığını anlatıyorum, insanların yaptıkları eylemlerden
bahsediyorum ama bunların hiçbiri oradaki o katliamı yaşayan
insanlara umut verecek bir tablo sergileyemiyor ne yazık
ki ve söyleyecek şey bulamıyorum şu anda, sessizlik hakim
konuşmalara. Cizre politize olmanın çok organik süreçlerle
ilerlediği bir coğrafya, yani dogmatik kelimeler, cümleler
kullanmayan, gündelik hayatın politikleştirdiği, direngen
kadınlardı karşılaştığım kadınlar. Soma’daki Alevi köylerinde
konuştuğum kadınlarda hissettiğim direnç, öfke ve mücadeleci
ruhu Cizre’de de gördüm. Son iki gidişimde çektiklerimden
dört, beş videonun kurgusunu yapıp internete attım. Şimdi de
iletişimimi koparmamaya çalışıyorum ama çok utandığım, acizlik
ve çaresizlik hissini atamadığım bir süreç.
güliz: 2009 yılından beri Barış İçin Kadın Girişimi içerisinde
eylemlere ve kampanyalara katılıyorum. Bir taraftan
yapabildiğimiz kadarıyla bunların da kayıtlarını tutuyoruz ve
Otonom Arşivleme
215
kendi arşivimizi oluşturmaya çalışıyoruz. En son 2015 eylül
ayında Barış İçin Kadın Girişimi çağrısıyla gitmiştik Cizre’ye ve
kadınların 9 günlük sokağa çıkma yasağında yaşadıklarına dair
yaptığımız tanıklık kayıtlarından bir video hazırladık. Buradaki
pratiğimiz de tıpkı Gezi Direnişi pratiği gibi oldu aslında; herkes
kayıt yaptı, gerek ayrı ayrı gerek topluca farklı videolar ürettik.
Üretmeye de devam ediyoruz. Bizim deneyimimiz öncelikle
yaparak gelişiyor.
Otonom Arşivleme
216
Otonom Arşivleme
217
Normal Vatandaşlar Kaybolsun! *
Özge Çelikaslan, Alper Şen
“‘Normal Vatandaşlar Kaybolsun!’... diye bir polis anonsu.
Ankara’nın göbeğinde işitilebildi. ‘Normal’ olmayan vatandaşlar
birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır
panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde. Devletin
arzusu, elbette onları bir an önce ortadan ‘kaybetmek’ (özel bir
yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. Ama ilk kez, ‘normal’
denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların
kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde ‘kaybolmak’,
‘toz olmak’, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını
öğreniyoruz. ‘Bakmayın.’ Bir başka polis anonsu, tıpkı ‘kaybol!’
komutu gibi, kulaklarda çınladı... ‘Bakmayın!’ ‘Bakmak’ ile
‘görmek’ arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan
farkı hedef alıyordu bu komut... Halbuki insanların, gerçekten,
bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme
yeteneği vardır ve bunun önüne geçilemez...” Ulus Baker’in ‘Ölüm
Orucu – Notlar’ metninden, 1996.
Gezi Direnişi’ni biricik yapan özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz
görsellikle ilişkisiydi. Direnişle birlikte görme biçimlerinin ve bakış
açılarının çoğulluğuna ilişkin farkındalığın arttığı, isyanın yaratıcı
potansiyellerinin görsel araçlarda ifade bulduğu alanlar icat
edildi ya da duygulanımları ifade etmenin en uygun aracı olarak
görsellik yepyeni hâlleriyle keşfedildi. Öyle ki, bu keşfin bir araçla
bedenleşmesi elzem değildi; insan zaten arılar gibi, farklı ve
sayısız gözle görebilirken (üstelik bakmadığı bir şeyi) tanıklığına
hangi araç mazhar olabilirdi! Sokak yazılamalarından grafitilere,
çeşitli barikat formlarından eylem, işgal etme ve dayanışma
biçimlerine kadar pek çok konudaki müşterek görsel deneyimin
bir “temsiliyet” ilişkisi içinde işlemiyor oluşu, bu deneyimin
kurgusallaştırılmasını da imkânsız kılıyordu. En azından uzun bir
süreliğine böyle olacağı öngörüldü.
Sayısız gözlerle görebilme hâlinin “her yer kamera”ya dönüştüğü
anlardan biri, Taksim Meydanı’nda bir geceye tekabül eder.
Otonom Arşivleme
218
Otonom Arşivleme
219
Eli kamera tutan herkesin “elinizle ancak bir damlasını
tutabileceğiniz, kaygan, akışkan ve derin video okyanusuna
attığı damlaların sonsuza dek yaşayacak olması” fikri (Andreas
Treske, Video Theory-Online Video Aesthetics of the Afterlife of
Video) “görüyorum”un potansiyellerini icat etmek arayışında
olan bazıları için daha çekiciydi. Park işgalinin ilk günlerinde
örgütlenen Videoccupy video eylem kolektifi, “hayat nasılsa
öyle” şiarıyla çoğunlukla gündelik hayatın kaydını tutarken, bir
yandan da park, meydan, sokak “videogramları” üretip online
erişime açtı. Harun Farocki’nin Çavuşesku Romanyası’nın yıkıldığı
gece Romanya’da yapılmış görsel kayıtlardan derlediği filmi
Videograms of a Revolution’dan (1992) aldıkları ilhamla isyanın ve
işgalin görsel kayıtlarına verilecek en yerinde tabiri, ‘videogram’ı
yeniden keşfettiler. Direnişin görsel belleğini oluşturmak için
açtıkları çağrıya itibar edildi, herkes elinde avucunda ne varsa
kolektif üyeleriyle paylaştı. Oluşturdukları yüzlerce saatlik Gezi
arşivine, “bakmadığımız bir şeyi farklı ve sayısız gözlerle görebilme
yeteneğimizin önüne geçilemez” demek için bir polis anonsunun
adını verdiler ve bak.ma toplumsal mücadeleler dijital medya
arşivinin serüveni böyle başladı (bak.ma). Arşivin çeperinin
genişleyeceğine şüphe yok.
Kendini kamerasıyla “birkaç katman polis bandosunun ve su
fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanların”
durduğu yerde konuşlandıran eylemcinin, polisin ve anaakım
medyanın durduğu aksı kıran bir gücü var. Bu güç, direnişin en hızlı
örgütlenme pratiklerinden birinde, aralarında Çapul TV, Naber
Medya, Hemzemin, Gezi Postası, İstanbul’da Ne Oluyor, Gezi
Radyo gibi Türkiye’nin her bölgesine yayılma çabasında olan çapı
küçük ama etkisi büyük medya inisiyatiflerinin deneyimlerinde
görüldü. Direnişin görsellikle ilişkisi damarlarını siyasete içkin
bir estetikle örerken, direnişçinin o damarlar arasında özgürce
salınması kadar doğal işleyen bir süreç olamazdı. Görsel araçlarla
ilişkilenen hemen her alandan direnişe katılanlar eşi benzeri
görülmeyecek biçimlerde güçlü dayanışmalar örgütledi. Bin bir
zorlukla yapılan belgesel gösterimlerinden, bir araya geldikleri
Otonom Arşivleme
220
sinemacılar çadırına, hararetli tartışmaların odağındaki soru
neydi?
Gezi’ye dair bir sinema filmi ya da bir belgesel film yapılabilir mi?
İlk cevap evet olsa da bu soruya verilebilecek ikinci bir cevap
“şimdilik hayır” olacak. Bir film yapmak mı, onlarca yüzlerce
film, video ve başka görsel yapımlara alan açacak bir okyanus
yaratmak mı? Gezi Parkı’nı mı, yoksa Ahmet Atakan’ı, Mehmet
Ayvalıtaş’ı ve bu direnişe bir dakikasını ya da ömrünü vermiş yüz
binlerce insanın hikâyesini anlatmak mı? Bunun cevabı “hepsi”
ise öncelikle “estetik üretimin” bir adım gerisine gidebilmek,
binlerce gözün bakmasa da gördüğü alanları yaratabilmek gerek.
Hatırlamak, hafızamızın gelecekte bize oyunlar oynayacağı
zamanları öngörerek yaşanan anların çokluğunu ortaya koymak,
direnişin ve direniş görüntülerinin, dayanışmanın ve dayanışma
görüntülerinin birlikte yürüdüğü hatları çizebilmek gerek. Devletin
resmî ve fişleyen görsellerine rağmen, yaşananların meşruiyetini
tekrar ve tekrar hatırlamak ve hatırlatmak adına çokluğun görsel
dilini en azından şimdilik tahayyülün güvenilir kollarına teslim
edebilmeli.
*Bu metin Altyazı Dergisi 150. Özel Sayısı Gayri Resmi ve Resimli
Türkiye Sinema Sözlüğü’nde yayınlandı.
Otonom Arşivleme
221
Bir anti-arşiv manifestosu
bak.ma toplumsal mücadeleler dijital medya arşivi kolektifi
Devletlerin fişleyici, denetleyici arşivlerine karşı kendi
arşivlerimizi yaratmak için
İnsan hakları savunusu adına kanıt görüntü havuzu oluşturmak
için
İmajın, sözün, yazının mübadelesini yaygınlaştırmak için
İnterneti özgürleştirmek, açık kaynaklı yazılımları çoğaltmak için
Medyanın -ve sosyal medyanın- duygularımızı ve aklımızı
denetleyici, sansürleyici, pasifize edici mekanizmalarından
sıyrılabilmek, karşı-medyalarımızı ve dijital direniş alanlarımızı
genişletmek için
Birden fazla formu, ara formları bir arada kullanmak, sanattan,
sosyal bilimlerden, sinematografiden eyleme uzanan geçişken
alanların işleyişini birlikte düşünmek, izlemek, paylaşmak ve
tasarlamak için
İktidarların dayattığı zamansallıktan zamandışına sıçramak için
Geçmişi bugünden bağımsız bir nostalji dilinden kurtarıp dünün
görüntüleriyle bugünü anlamak için
Kendi ‘olaylar’ımızı, düşünce yeteneğimizi, tarihimizi, hafızamızı
korumak ve her gün yeniden yaratmak için
Dijital artık/atık/çöp imajları kurtulmak isteyeceğimiz şeylere
değil yaşamsal öğelere dönüştürmek için
Lisansı değil, kullanımı yaygınlaştırmak için
Farklı coğrafyalardaki girişimlerle dayanışmacı ağları
güçlendirmek için
Otonom Arşivleme
222
Otonom Arşivleme
223
Dünyayı farklı yorumlamak değil bizzat onu değiştirmek için
Otonom imajlara doğru yol almak için
Sonsuz video okyanusuna özgürce dalıp çıkmak için
Anti-arşiv!
Otonom Arşivleme
224
Otonom Arşivleme
225
Otonom Arşivleme
226