TÜRKSOY’LA İPEKYOLU GEZİ DERGİSİ / SAYI:41 / ŞUBAT / MART 2020 FİYATI 30 TL
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:29 Page 6
İÇİNDEKİLER
AK PARTİ BALIKESİR
BELEDİYE BAŞKANI YÜCEL YILMAZ
“HOCALI SOYKIRIMI’NI
UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ !”
18
GASTRONOMİDE BİR DÜNYA
MARKASI: GAZİANTEP
20
KAZIM KARABEKİR PAŞANIN KIZI TİMSAL KARABEKİR:
BABAM, ATATÜRK’E “EMRİNİZDEYİZ”
DEDİĞİNDE SAVAŞI KAZANDIK
24
YURT DIŞINDA EN ÇOK
İZLENEN TÜRK DİZİLERİ
Haber Merkezi
Neslihan Maltepe
Furkancan Türksoy
Süreyya Köksal
Elif Gül Türksoy
Mehmet Ali Nalbant
Özer Gülbahar
MİR BASIN YAYIN REKLAM PRODÜKSİYON AJANS
ORGANİZASYON İLETİŞİM SAN. TİC. LTD. ŞTİ ADINA
İmtiyaz Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Grafik Tasarım
Faysal Karataş
Haber Müdürü
Seyfullah Türksoy
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Seyfullah Türksoy
Furkancan Türksoy
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Ramazan Korkmaz
Prof. Dr. Şahin Karasar
Prof. Dr. Cemal Okuyan
Prof. Dr. Oktay Belli
Prof. Dr. K. Memmedov
Prof. Dr. Leyla Tahirbeyova
Doç Dr. Mete Taşlıova
Y. Doç.Dr. Abbas Karaağaçlı
6
Tamer Atalay
Timsal Karabekir
Musa Serdar Çelebi
Cemal Yangın
Dr. Halil Uluer
Dr. Shurubu Kayhan
Hikmet Eren
Hulusi Kılıç
Bengü Bilik
Yönetim Yeri ve Adresi
Mir Basın Yay. Rek. Prod. Ajans
Org. İletişim San. Tic Ltd. Şti.
Adnan Kahveci mahallesi. Avrupa Cad. Kubist Park
Residence No:108 Kat: 14 Daire: 419
Beykent/ Beylikdüzü/İstanbul
Tel: 02128551838 Fax: 02128801741
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
ABD
Şükriye Yıldırım
İngiltere
Cengiz Türksoy
Baskı Matbaa
Marki Matbaa Ajans Paris
Tansu Sarıtaylı
San. Tic. Ltd. Şti
Almanya
Litros Yolu 2 .MatRaksana Civişova
baacılar Sitesi ZA 9
Topkapı / İSTANBUL Hollanda
Sinan Yıldız
İran
Yayın Türü
Hatice Şerifi
ve Niteliği
Bakü
2 Ayda Bir
Efgan Dadasbalayev
Yaygın Süreli
Çınara Beydullayeva
Rusya
Gezi ve Kültür
Aslanbek Aslan
Dergisi
Ukrayna
Cem Türer
30
Bükreş
Ömer Gökmen
Bişkek
Özer Gülbahar
Güven Türksoy
Taşkent
Fatima Muhittinova
Almatı
Cüneyt Tanrıverdi
Aşkabat
Şirin Mamedova
Başkurtistan
Refik Ahmetshin
Prizren
İbrahim Morina
KKTC
Gökhan Güler
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:29 Page 7
16. ULUSLARARASI İPEKYOLU ÖDÜLLERİ BAKÜ’DE SAHİPLERİNİ BULDU
34
Ramazan Uğural
55
YENİ TİP CORONA VİRÜSÜ HAKKINDA
DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR
58
NİKOL PAŞİNYAN ÖZELİNDE ERMENİSTAN
DIŞ POLİTİKASI’NIN MÜNİH HÜSRANI
60
BALIKESİR, BÜYÜKŞEHİRLERLE
KALKINMA İŞBİRLİĞİNDE
76
''TÜRK DÜNYASININ GELECEĞİNİ
ÇOK PARLAK GÖRÜYORUM''
74
KOMPLİKE BİR SPOR DALI:
KİCKBOKS
78
UKRAYNA’DA HERKESİN
TAKDİRİNİ KAZANDI
turksoy.tv / KASIM / ARALIK 2019
7
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 64
TARİH SÖYLEŞİLERİ
OĞUZLAR’DAN KARAHANLILARA KADAR TÜRK TARİHİYLE İLGİLİ KAPSAMLI ARAŞTIRMALARIYLA ÖNE
ÇIKAN TARİH ARAŞTIRMACISI DOÇ.DR. AYHAN PALA İLE GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ KONUŞTUK.
''TÜRK DÜNYASININ GELECEĞİNİ
ÇOK PARLAK GÖRÜYORUM''
Röportaj: Doç. Dr. Cengiz BUYAR
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
yhan Pala kimdir? Nerede doğmuştur? Nerede okumuştur?
Dünya görüşü nasıl şekillenmiştir? Tarihe merakı nereden başlamıştır?
1956 yılında İzmir’de, Gaziemir’de
doğdum. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi İzmir’de okudum. Sonra Dil ve Tarih - Coğ-
A
64
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
rafya Fakültesi’ne öğrenci olarak geldim.
Tarihçi olmak benim ilkokuldan itibaren
hedefimdi. Dedemden kalan Battal Gazi,
Hazreti Ali Cenkleri gibi eskilerin okudukları menkıbevî kitapları okuyarak ilk
kültürümü oluşturmaya başladım. Amcamın abone olduğu gazeteyi de okuyordum. Ondan aldığım Michel Zevaco’nun
şövalye romanlarını okudum. Paris’in
semtlerini, Fransız hanedanlarının mensuplarını o kitaplardan öğrendim. Ortaokula giderken iki gazete alıyordum. Bir
gazete bayii ile arkadaşlık kurdum. Burada bütün gazete ve dergileri günde üç
saat okuyarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Hayat Tarih Mecmuası benim
önümde ufuk açan bir dergi oldu. Bu
mecmuayı ilkokulda iken gördüm; ortaokuldan itibaren takip etmeye başladım.
Her ayın birinde dergi aksamadan çıkardı.
Sonraki gün imtihan da olsa ben dergiyi
okumadan ders kitaplarına bakmazdım.
Yani o zamandan tarih tahsil etmeye kesin
karar vermiştim. Kendi harçlığımla da
pek çok kitap alıyordum.
Dünya görüşüm çok küçük yaşlarda şekillenmeye başladı. İlkokulda okurken
Kıbrıs hadiseleri çıktı. Kıbrıs’a yardım
kampanyası başlatıldı. Tenekeden basit
kumbaramdan uzun uğraşmalardan sonra
yirmi beş kuruş çıkarıp çarşıdaki yardım
sandığına attım. Bunu bana kimse söylememişti. Kendi aklımla bunu yapmam gerektiğini düşündüm ve yaptım. Daha
sonra ise okuduğum kitaplar ve gazeteler
dünya görüşümün teşekkülünde etkili
olmuş olmalı. Lisede okurken kitap almak
için gittiğim İzmir Kemeraltı Camii altındaki Arı Kitabevinin sahibi emekli asker
Naci Kuşadalı sohbetleri ile kültürüme
katkıda bulundu. O yıllarda okumaya başladığım Kubbealtı Akademi Mecmuası
kültür dünyamı zenginleştiren bir unsur
oldu. O mecmuada yazılarını okuduğum
Nihad Sami Banarlı ve Sâmiha Ayverdi
benim fikrî ve manevî çizgimi oluşturdular diyebilirim. Ama daha önce Yılmaz
Öztuna temeli atmıştı.
Daha ortaokulda okurken tarihçi olmaya karar vermiştim. Fakat lisede bir tereddüt ortaya çıktı. İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nde mi yoksa Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde mi tarih okuyacağım? Hocalarını
da biliyordum ve onların kitaplarını da
okuyordum. Mehmet Altay Köymen, İbrahim Kafesoğlu ve başkaları. Neticede
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğ-
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 65
rafya Fakültesi’ni tercih ettim ve Genel
Türk Tarihi Kürsüsü’nde okudum. Burada
iki yıl İtalyanca dersi de aldım. Yüksek lisans ve doktora dönemlerinde Arapça ve
tez çalışmamda işimi görecek kadar Yunanca öğrendim. Yüksek lisans ve doktoramı da aynı fakültede tamamladım.
Doktora tez konum 15.-16. Asırlarda Selânik Şehri idi. Selânik Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli şehirlerinden biri
olmuştur. Bir ticaret şehridir; kozmopolit
bir kültür şehridir. Daha sonra yakın tarihimize yön veren İttihat ve Terakki gibi
bir hareket de orada filizlenmiş ve gelişmiştir. Ve oradan bir 31 Mart hadisesi ve
Hareket Ordusu süreci ortaya çıkmıştır.
İZ BIRAKAN BİLGE HOCALAR
Sizde iz bırakan olaylar ve hocalardan bahseder misiniz?
Bende en fazla iz bırakan kişi rahmetli
büyük tarihçi Yılmaz Öztuna’dır. Üniversite hocası değildi. Öztuna, müzikolog, jeneolog yani şecere âlimi ve tarihçi olarak
üç alanda çok değerli eserler vermiş bir
ilim ve kültür adamıdır. Aynı zamanda siyaset adamıdır. Milletvekili ve parti kurucusu olmuştur. Yılmaz Öztuna’yı Hayat
Tarih Mecmuası’ndaki yazılarından tanıdım. Her ay onun yazılarını heyecanla
bekledim. Ayrıca haftada bir, salı günleri
Dünya Gazetesi’nde siyasî yazılar yazıyordu. Onları da muhakkak okuyordum.
Benim fikrî yapımın oluşmasında birinci
derecede Yılmaz Öztuna etkili oldu. Ona
mektuplar da yazdım. Hayat Tarih Mecmuası’nda Tarih Postası adlı, okuyucuların soru sordukları bir sayfa vardı. Ben
oraya birkaç defa mektup yazıp bir takım
tarih soruları sordum. Yılmaz Bey ilk
mektubuma cevabında benim mektubumdan ve Türkçemin düzgünlüğünden övgüyle bahsetti. Bu benim için bir teşvik
oldu. Tabiî bunlar daha lise yıllarında,
yani 1972, 1973 yıllarında idi. Yılmaz
Öztuna gibi bir otoriteden böyle bir teşvik
benim için büyük bir şevk verici güç oldu.
Yılmaz Öztuna bildiğiniz gibi Büyük
Türkiye Tarihi adlı 14 cilt halinde bütün
Türk tarihini kaleme aldı; daha sonra
Büyük Osmanlı Tarihi’ni yazdı. Beş
büyük ciltlik, 5 bin sayfalık Devletler ve
Hanedanlar adlı bütün dünya hanedanlarının ve Osmanlı Devleti’ndeki büyük ailelerin şecerelerini yazdı. Müzikolog olarak
Türk Musikisi Ansiklopedisini yazdı, ki
dört defa yenilenerek ve genişletilerek yayımlandı.
Üniversiteye başlama sürecinizi anlatır mısınız?
1974 yılının Kasım ayında Dil ve Tarih
– Coğrafya Fakültesi’nde derslere başladım. Yılmaz Öztuna o sıralarda Ankara’da
devletin Türk Ansiklopedisi’ni çıkarıyordu. Milletvekilliği bitmişti ve İstanbul’a dönmemişti. Ben biraz çekingen
tabiatlı idim. Biraz çekinerek kendisini ziyarete gittim. Ben Ayhan Pala, bir okuyucunuzum, dedim. Benim yıllar önce
kendisine yazdığım soruları anında orada
sıraladı. Sen bana bu soruları sormuştun
dedi. Demek ki onun hafızasında da yer
etmiştim. Orada bir müddet sohbet ettik.
Bana bazı tavsiyelerde bulundu ve bir kitabını imzaladı. Ondan sonra çekingen tabiatım dolayısıyla kendisini bir daha
ziyaret edemedim.
SAHASINDA OTORİTE İSİMLERİN
ÖĞRENCİSİ OLDUM
Fakültede dünya çapında tanınmış hocaların öğrencisi olma fırsatını elde ettim.
Hocalarımdan Mehmet Altay Köymen,
Selçuklu tarihinin dünya çapında otoritesi
idi. Orta Asya Türk tarihinin büyük otoritesi Bahaeddin Ögel gibi hocalardan istifade ettim. Oğuzlar tarihinin büyük
otoritesi Faruk Sümer hocam oldu. Köymen Hoca’nın yetiştirdiği Aydın Taneri ile
çok yakın olduk. Hepsine rahmet diliyorum. Karahanlı tarihi hocası Reşat Genç
ve Timuroğulları tarihi hocası İsmail Aka
o zamanlar asistan idiler. Ama derslerimize giriyorlardı. Onlar da akademik çalışmalar konusunda beni teşvik ettiler.
Afet İnan, Bekir Sıtkı Baykal, Refet Yinanç, Özer Ergenç, Yavuz Ercan gibi
başka hocalarım da oldu. Yüksek lisans
döneminde İlber Ortaylı’dan da bir ders
almıştım. Ama o dönemde TED Kolejinde
öğretmen olduğundan dersine hiç gidemedim. Kendisini ilk defa imtihanda gördüm. İleriki yıllarda Türkiye Günlüğü
Dergisi’nde verdiği Lâtince ve tarih yazıcılığı derslerinde hocam oldu. Kendisiyle
çok yakın olduk. Ondan çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.
Fakülteyi bitirdim. Ardından orada yüksek lisans ve doktora yaptım. Ben fakültede öğrenci iken öğrenci hadiseleri
sebebiyle fakülte ikide bir kapanıyordu.
1977’de de yine Fakülte üç ay kapandı
diye ilan edilince, aileme yük olmamak
için bir işe girmek düşüncesine kapıldım.
Ve Millî Eğitim Bakanlığı’na memur olarak girdim. Sonra hükümet değişikliğinde
beni Ankara’nın Solfasol köyüne gönderdiler. Bu yüzden fakültede kaydımı yenileyemedim ve kaydım silindi. Devam
ettiğim İtalyanca derslerim de bu arada
aksadı. Sonraki yıl tekrar kaydım yenilendi. Bu sebeple 1978 yerine 1980 yılında fakülteden mezun olabildim.
Sonraki sene yüksek lisansa başladım.
1983’te Yüksek Lisansımı tamamladım.
İlk Türkçe fütüvvetname olarak kabul edilen Burgazî Fütüvetnamesi’ni tez olarak
hazırladım. Fütüvvetnameler ahilerin
ahlâk kitaplarıdır. Yüksek lisans tezim şehirlerarası yolculukta kaybolan bavulumda gitti. Sonra tekrar hazırlamak
zorunda kaldım. Yani iki defa yüksek lisans tezi yazdım.
1986’de doktoraya başladım ve
1991’de bitti. Bu arada bir taraftan da çalışıyordum. Ondan önce TED Koleji’nde
tarih öğretmenliği de yapmıştım. Fakülteyi bitirince Millî Eğitim Bakanlığı’ndan
ayrılıp TED Koleji’ne tarih öğretmeni olarak girmiştim. 1983’e kadar orada çalıştım, 1983 sonunda oradan ayrıldım ve
1984 Şubat’ında Gazi Üniversitesi’nde
asistan olarak göreve başladım. Aynı gün
Atatürk Kültür, Dil-Tarih Yüksek Kurumu’nda da çalışmaya başladım. 1983’te
Atatürk Kültür, Dil-Tarih Yüksek Kurumu
kuruldu. Bir yakınımın tavsiyesi ile kurumun kurucusu Suat İlhan Paşa ile tanıştırıldım. Suat Paşa benim akademik
konularda kendisine yardım etmemi istedi. Orada kurumun kuruluş mevzuatını
hazırlamaya büyük ölçüde ben öncülük
ettim. Fiilen başkan müşaviri olarak çalıştım. Yedi yıl orada görev yaptım. Ankara’da ve Türkiye’nin her yerinde
binlerce konferans düzenledik; onları
planladım. Konuları dil, tarih, kültür ve
Türkiye’nin meseleleri idi. Bütün vaktimi
burada harcadığım için doktoram biraz
yavaş ilerliyordu. Geceleri doktora ile ilgili çalışmalar yapabiliyor idim. Yaz aylarında da İstanbul’da Osmanlı Arşivinde
çalıştım. Neticede doktora bitti.
Bu süreçteki gelişmenize katkısı olan
insanlar oldu mu? Nasıl katkıları oldu?
Zannedersem 1985 yılında idi, eski bürokratlardan, Talim Terbiye Kurulu üyelerinden, talebe müfettişi olarak İngiltere’de
bulunmuş Ekrem Üçyiğit isimli tarih hocası Gazi Üniversitesi’nde dışarıdan derse
geliyordu. Onunla ahbap olduk ve ondan
çok istifade ettim. Ekrem Üçyiğit, Yılmaz
Öztuna ile haftada bir buluştuklarını ve
sohbet ettiklerini söyledi ve beni de davet
etti. Bu benim için bulunmaz bir fırsattı.
Aradan geçen 10 yıldan sonra tekrar Yılmaz Öztuna ile buluşma imkânımız oldu.
Ondan sonra 25 yıl her hafta Büyük Ankara Oteli’nde ve zaman zaman başka
yerlerde sohbet ederek bir entelektüel
muhit oluşturduk. Ben Ekrem Üçyiğit ile
beraber gittim, sohbete başladık. Fakat
daha sonra entelektüel arkadaşlarımı, tanıdıklarımı da o toplantılara, Yılmaz beyin
iznini alarak davet ettim. Bunların içinde
İlber Ortaylı, Mustafa İsen gibi tanınmış
isimler de vardı. Bu sohbetlere katılanlaturksoy.tv / ŞUBAT / MART 2020
65
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 66
TARİH SÖYLEŞİLERİ
rın sayısı zamanla otuzu geçti. İstanbul’un
eski kültür muhitlerinde olduğu gibi, İbnülemin Mahmut Kemal’in sohbetleri gibi
bir sohbet ortamı oldu. Orada kültür meseleleri, musikî, edebiyat, tarih, politika
konularında sohbetler oluyordu. Orası
benim için üniversiteden daha önemli,
ikinci bir eğitim kurumu gibi oldu. Çünkü
oraya emekli veya muvazzaf generaller,
büyükelçiler, yüksek bürokratlar, milletvekilleri, bakanlar geliyorlardı ve kitaplarda bulunamayacak kıymetli bilgiler
veriyorlardı. Ben bu kültür ortamında
kendimi geliştirdim. Devamlı, kitap,
dergi, gazete ve başka yayınları okumakla
birlikte bu ortam benim için önemli bir
imkân oldu.
Yedi yıl da Suat İlhan Paşa’nın yanında
çalıştım; onun emekli olmasından sonra
iki yıl ara verip üniversiteme döndüm.
Sonra, beni asistan olarak üniversiteye
alan hocam Reşat Genç’in Atatürk Kültür
Dil-Tarih Yüksek Kurumu’na başkan olmasından sonra onun isteği üzerine bu kurumda Başkan Müşaviri olarak yeniden
göreve başladım. Böylece 7 yıl da onunla
çalıştım. Reşat Hoca herkese karşı iyi
davranan, mülayim bir insandı. Onunla da
uyum içinde çalıştım.
MÜŞAVİRLİK HİZMETLERİNDEN
MANAS VE YESEVİ ÜNİVERSİTELERİNE...
Kurumda müşavir olarak ne gibi faaliyetler yaptınız?
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, kendisine bağlı dört kurumun
üst kuruluşu idi. Bu kurumlar Türk Dil
Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Atatürk
Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür
Merkezi’dir. Her dört kurumun da akademik faaliyetleri oluyordu. Ben müşavir
olarak neler yapılması gerektiği hakkında
fikir veriyordum. Meselâ Yüksek
Kurum’da Evliya Çelebi Bilim ve Uygulama Kolu kurduk. Evliya Çelebi’nin ilmî
ölçülere uygun olarak yayımlanması için
komisyonlar kurduk. Tarihçi, edebiyatçı,
coğrafyacı gibi insanları bir araya topladık. Onlarla alt yapı çalışması yaptık.
Ondan sonra Türkiye’nin Millî Kültür
Unsurları adlı büyük bir projeyle bu alanın uzmanlarını bir araya getirdik ve yapılan çalışmaları kitap olarak yayımladık.
Yine yüzlerce konferans, sempozyum düzenledik. Bunların çoğunluğunda birinci
derecede ben görevli idim.
Yedi yıl daha orada çalıştıktan sonra
üniversiteme tekrar döndüm. Üniversitemdeki derslere devam ettim. Sonra 2004
yılında Manas Üniversitesi’nden davet
aldım. Burada 2004-2006 yılları arasında
66
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
Tarih bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştım. Ardından Türkiye’ye döndüm. 2
yıl Gazi Üniversitesi’nde görev yaptıktan
sonra bu defa Ahmet Yesevî Üniversitesi’nden Mütevelli Heyeti Başkanı
Osman Horata’nın ricası üzerine Almatı’da bir Avrasya Araştırmaları Enstitüsü
kurulması işini yürütmek üzere oraya
davet edildim. Bunu birkaç yıl içerisinde
bitirip dönmeyi düşünürken bürokratik işlerin uzamasına bağlı olarak 2008’den
2016 yılına kadar sekiz yıl Ahmet Yesevî
Üniversitesi’nde görev yaptım. Bu arada
Almatı’daki Enstitüyü kurduk.
OSMANLI TARİHÇİSİYİM
Sizin alanınız Osmanlı tarihi ama
Oğuzlar üzerine çalışmalarınız var. Bu
geçiş nasıl oldu?
Evet, ben Osmanlı tarihçisiyim. Doktora tez konum da Osmanlı devri Selânik
şehri üzerine idi. Fakat Orta Asya’da bulunduğum sürede Osmanlı tarihi ile ilgili
kaynaklara ulaşmanın güçlüğü sebebiyle
kendime yeni bir çalışma alanı buldum:
Oğuzlar. Zaten Osmanlı, Oğuzların tarihte
kurduğu en büyük devlet idi; Oğuzların
en büyük eseri idi. Faruk Sümer gibi bir
hocadan da ders almış biri olarak zaten
Oğuzlar benim ilgi alanıma giriyordu.
Orada arkeologlar ve antropologlarla da
işbirliği yaparak Oğuzların tarihi üzerine
çalışmaya karar verdim. Tarihte Oğuzların
kurduğu ilk devlet Dokuz Oğuzlar’dır.
Onlar daha sonra Göktürkler’e katılmışlardır. Sonra Uygular, Oğuzlarla bağlantılı
olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Ondan
sonra bir boşluk görülür ve ardından Sır
Derya boylarında yani bugünkü Kazakistan’ın batısında, Kızıl Orda Eyaletinde ve
daha kuzeydeki yerlerde, Aral gölü ve
Hazar civarında 9. asırda bir Oğuz devletinin kurulduğunu görüyoruz. 10. asırda
da bu devletin varlığı devam etmiştir. Bu
Oğuz devletinin başşehri Yenikent idi.
Burası bugün terk edilmiş, arkeolojik kazıların yapıldığı bir alandır. Arkeolog ve
antropologlarla birlikte Kazakistan’daki
ilmî gezilere katıldım. Yenikent’e de gittim. Kazakistan’da bulunduğum zamanda,
daha evvel Türkiye’deki tarihçilerimizin
pek istifade etmedikleri Rus Türkologlarının kitaplarını okuma imkânını buldum.
Meselâ, Oğuzlar üzerine kitaplardan en
önemlilerinden birini yazan Sergey G.
Agacanov’dur. Oğuzlar üzerine yazılan en
önemli iki kitaptan biridir. Diğeri Faruk
Sümer’inkidir. Türkiye’deki tarihçiler
maalesef soğuk savaş döneminin şartlarından dolayı Rusya ile fazla temas kuramamışlar, Rusya’daki Türkoloji
çalışmalarını takip edememişlerdir. Orta
Asya’ya gelince bu kapı benim için açılmış oldu. S. P. Tolstov ve başka arkeologların, tarihçilerin, antropologların
kitaplarını okuma imkânını buldum. Dediğim gibi oradaki meslektaşlarla çalışma
imkânını buldum; saha çalışmaları yaptım
ve sempozyumlarda Oğuzlar üzerine pek
çok tebliğ sundum. Bu konuda halen yazmaya devam ediyorum. Sır Derya Oğuzlarının, Peçeneklerin, Eymür boyunun
menşei üzerine makaleler yazdım.
OĞUZ TÜRKLERİ KİMLERDİR?
Bu konuda ortaya koyduğunuz yeni
görüşler nelerdir?
Oğuzlarla ilgili birçok konu hâlen bilinmemektedir, meçhuldür. Oğuzların menşei çok tartışmalı bir konudur. Dokuz
Oğuzlarla Sır Derya Oğuzlarının münasebeti çok tartışmalı bir konudur. Bu konuda
Orta Asya Türk tarihinin en önemli uzmanlarından biri Faruk Sümer diğeri de
İbrahim Kafesoğlu’dur. Bu konuda çalışan başka ilim adamları da vardır ama en
önemlileri olarak bunları ifade edebiliriz.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü kitabında Sır Derya Oğuz Devleti’ni kuranların Dokuz Oğuzların yıkılmasından
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 67
sonra buraya göç eden Oğuzlar olduğunu
söylemektedir. Faruk Sümer de başlangıçta bu fikirdeydi, fakat daha sonra yazdığı Oğuzlar kitabında Dokuz Oğuzlar ile
Sır Derya Oğuzlarının hiçbir alâkasının
olmadığını, Sır Derya Oğuzlarının Batı
Göktürklerinin kalıntısı, Türgeşlerin, On
Okların kalıntısı kavimlerin birleşmesinden oluştuğunu yazdı. Şimdi bu en önemli
konulardan biri ve burada iki farklı, 180
derece zıt fikir ortaya konuyor. Bu benim
için de problem oldu. Sır Derya Oğuzları,
Dokuz Oğuzların devamı mıdır, değil
midir? Ben de bunun üzerine çalışma yaptım ve şu sonuca ulaştım. Dokuz Oğuzlar
dağıldıktan sonra bir kısmı Çin’e gitmiş,
geri gelenler olmuş, Uygurlar içerisinde
kalanlar olmuş, başka yerlere gidenler
olmuş. Dokuz Oğuzların bazı boyları da
Yedisu bölgesi üzerinden, bugünkü Kırgızistan coğrafyası üzerinden daha batıya
Sır Derya bölgesine, Kazakistan’ın batısına gelmişler ve oradaki Peçenekler ile
mücadele ederek onları kuzeye doğru sürerek, Kafkaslara doğru sürerek onların
yerlerine yerleşmişler; onların kalıntılarını
da kendi bünyeleri içine katmışlar. Daha
evvel buralarda Alanlar denilen bir takım
eski kavimler vardır. Bunların bir kısmı
Türk asıllı değil, İranî kavimler. Onların
bir kısmı daha evvel asimile olmuş, bir
kısmı da Oğuzlar içerisinde erimiş. OnOk ve Türgeş kalıntıları da var. Böylelikle
burada yeni bir kavim oluşuyor. Sır Derya
Oğuzları, yerli unsurlarla Dokuz Oğuzlardan katılanlar, hatta Bayındır boyu gibi,
Kimeklere bağlı olup da onlardan ayrılıp
Oğuzlara katılanlar gibi çeşitli unsurlardan oluşmuş yeni bir kavim yapısı meydana geliyor. Dolayısıyla kısmen İbrahim
Kafesoğlu haklı, kısmen de Faruk Sümer
haklı. Ama ikisinin sentezi en makul
görüş. Makalelerimde ben bunu savundum. Bence bu yeni bir görüş ve yaklaşım
oldu.
OĞUZ KAĞAN DESTANI HAKKINDA
Bir de bildiğiniz üzere Oğuz Kağan
Destanı var. Bu hususta ne gibi değerlendirmeleriniz var?
Oğuz Kağan, Türk tarihinde önemli bir
semboldür. Bütün Türklerin adını veren
Kağan olarak destanlarda görülür. Sonra
Osmanlı padişahları kendi atalarını Oğuz
Kağan’a dayandırırlar. Böyle şecereler yapılmıştır. Peki Oğuz kağan kimdir? Oğuz
Kağan diye bir destan var. Bunun Uygurca nüshası var, bir de İslamî dönemde
İlhanlıların meşhur devlet adamı, âlim ve
tabibi Reşideddin tarafından derlenen Camiü’t-Tevarih’de yer alan bir Oğuz Kağan
destanı var. Bu destan İslamî dönem zih-
niyetiyle kaleme alınmış. Bunlar edebî,
destanî mahsuller. Fakat bunlarda tarih
olarak ne bulabiliriz? Bunlar üzerinde ben
epey kafa yordum. Hacettepe Üniversitesi
bir Oğuzlar sempozyumu yaptı. Orada
Oğuz Kağan Kimdir? başlıklı bir tebliğ
verdim. Bu tebliğimin sonuç olarak
hükmü şudur: Tarihte Oğuz Kağan diye
bir kişi yoktur. Oğuz Kağan, Oğuzların
kağanı demektir. Osmanlı padişahı, Selçuklu sultanı gibi bir unvandır. Bazı sözlü
tarih bilgileri daha sonra yazıya geçmiştir.
Uygurca Oğuz Kağan destanı gibi asırlar
içerisinde biriken sözlü gelenekler yazıya
geçirilirken o yazıya geçiren kişinin bilgisi ile izah edilerek böyle bir şahıs yaratılmıştır. Bazı eski kahramanların
yaptıkları bir destan kahramanı olarak bir
şahısta vücut bulmuştur. Yoksa tarihte
böyle bir kişi yoktur. Bu destanda Oğuz
Kağan’ın seferleri anlatılıyor, yaptıkları
anlatılıyor, bunlar nereden ilhamını alıyor? Çünkü destanlar tarihî birtakım olaylardan kaynaklanır veya ilham alır. Tarihî
olaylar edebî bir üslupla, değiştirilerek
yeni bir senaryo ile takdim edilir. Bu konuda eski tarihçiler çeşitli görüşler ortaya
atmışlardır. Meselâ Zeki Velidî Togan,
Türk tarihçiliğinin önemli isimlerinden birisi, Oğuz Kağan’ın Alp Er Tunga diye bilinen ve İskitler devrinde yaşadığı
düşünülen Afrasyab’ın destana yansıması
olduğunu yazar. Yani İran-Turan savaşları
diye İran millî destanı Şehnameye yansımış olan savaşların kahramanı ki, Afrasyab olarak bu destanlarda geçer, Kaşgarlı
Mahmud Türkler ona Alp Er Tunga derler
diyor. Bahaeddin Ögel ve başka pek çok
kişi de Oğuz Kağan’ın, Hunların büyük
hükümdarı Motun olduğunu düşünüyor.
Bahaeddin Ögel bize derslerinde,
Motun’un Türkçe isminin Bagatur olduğunu söylerdi. Fakat Oğuz Kağan destanının içerisinde daha sonraki pek çok olay
da bulunuyor. Meselâ Karahanlılarla ile ilgili motifler var, daha sonraki bir takım
tarihî olaylardan da unsurlar girmiş. Destanlarda tabakalaşma diye bir hususiyet
söz konusudur. Meselâ Köroğlu destanı
muhtemelen Türkmenistan’da ortaya çıkıyor; destan Oğuzlarla beraber Azerbaycan’a geliyor, Köroğlu Kafkaslar’da
Çamlıbel’de savaşmaya devam ediyor.
Derken yine Oğuzlarla Anadolu’ya geliyor. Anadolu’da Bolu Beyi ile mücadele
ediyor. Destana bakarsak Köroğlu 500
sene yaşayan bir kahraman olması lâzım.
Her devirde destanı anlatan kişi yaşadığı
coğrafya ile olayları tarif ediyor. Olaylar
Bolu’da oluyor, Kafkaslarda veyahut da
Türkmenistan’da oluyor. Bu destanın Kazakistan’da da yansımaları vardır. Yani
destanlarda böyle bir tabakalaşma vardır.
Buradaki kişi tarihî olarak tabir edeceğimiz bir kişi değildir. Ama tarihî birtakım
olaylardan ilhamını almıştır. Dolayısıyla
turksoy.tv / ŞUBAT / MART 2020
67
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 68
TARİH SÖYLEŞİLERİ
ben Oğuz Kağan’ın bu şekilde çeşitli dönemlerde tarihî olayların ilhamıyla yazılmış bir destan kahramanı olduğunu,
tarihte böyle bir kişinin olmadığını o tebliğimde ifade ettim. Aslında bu fikri benden önce Rus tarihçisi L. Gumilev de
yazmış ama bizde itibar edilmemiş. Bu
görüşlere benzer Oğuzlarla ilgili birtakım
görüşler, Peçeneklerin nasıl ortaya çıktığı
ile ilgili yeni bir görüş ortaya attım. Bunlar benim Orta Asya’da çalışırken elde ettiğim bilgiler oldu. Benim de bunlarla
tarih kültürüm zenginleşti ve ben de bunları okuyuculara aktarmaya çalıştım.
TARİHİ OLAYLARDA ZAMAN
VE MEKAN ÖNEMLİDİR
Başta sormamız gereken bir soru
vardı aslında, size göre tarih nedir?
Tarih, tarifi zor bir şeydir. Kültür için
yüzlerce tarif var derler, kültür nedir diye.
Sadece bu tanımlama ile ilgili kitaplar bile
var. Tarih de böyle. Geçmiş zamanda olan
bütün olaylardır, insanların hayatının her
safhasıdır, siyasettir gibi herkes kendine
göre önem verdiği bir şeyi ön plana çıkararak tarihi tarif etmiştir. Fakat bugün bilhassa Fransızların Annales ekolü denen
bir tarih ekolü var. Annales dergisi etrafında 1930’larda gelişti. Bu ekol gittikçe
daha etkili oldu zaman içerisinde. Bu ekol
mensupları, insanların hayatındaki her şey
tarihin konusudur diyorlar. Yani tarih sadece devletlerin yaptıkları savaşlar, hükümdarların biyografisi, yapılan
antlaşmalar, toprakların alınması verilmesi filan değildir. Bir insanın bütün hayatı tarihin konusudur. Yani bir halkın
68
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
mutfağı tarihtir, hapishaneleri tarihtir. Bu
görüş açısıyla deliliğin tarihi, topun tarihi,
hastalıkların tarihi gibi konular ön plana
çıktı. Meselâ Osmanlı’da Veba Tarihi diye
bir kitap var, Türkçeye çevrildi; önemlidir.
Depremlerin tarihi, yangınların tarihi
filan. Yani insanların geçmişte yaşadıkları
her şey tarihin konusu oluyor. Ancak bir
şeyin tarih konusu olabilmesi için, tarihte
yer alabilmesi için iki unsur şarttır. Bunlar
zaman ve mekândır. Yani bir destanda bu
olmayabiliyor; dediğim gibi Köroğlu her
yerde dolaşabiliyor. Veya hayalî bir ülkede de savaşlar olabiliyor. Şimdi Dede
Korkut Kitabı’nın yeni bir yazma parçası
bulundu. Orada Salur Kazan yedi başlı ejderha ile savaşıyor. Yani bu tarihte olmuş
bir şey değildir, ama destanı anlatanın
veya yazanın muhayyilesinde oluşmuş bir
hikâyedir, motiftir. Onun için bunlar tarih
olmuyor, onlar destandır, romandır; bunlar ayrı şeylerdir. Ama tarih için yer ve
zaman gerekir. Yani biz Alparslan Malazgirt zaferini Romen Diyojen’e, Roma imparatorluğuna karşı kazandı dersek, bu
eksik oluyor. Malazgirt nerededir? Bu
savaş hangi coğrafyada yaşanmıştır?
Hangi tarihte olmuştur? Bunu belirtmek
zorundayız. Tarihin başlıca dayandığı
ayaklar bunlardır. Ama bunlar tarihi tek
başına oluşturmaz. Bu olay ne gibi şartların neticesinde ortaya çıkmıştır? Ne gibi
sonuçlar doğurmuştur? Bugün Türkiye
dediğimiz Anadolu toprakları Türklerin
vatanı olmuşsa, Orta Asya’dan sonra
ikinci anavatanı olmuşsa, bu Malazgirt zaferine bağlıdır. Türklere Anadolu’nun kapılarını açan ve orayı Türklere bir yurt
olarak kazandıran savaştır diyoruz; o
zaman tarihin konusu olarak bunu değerlendirmiş oluruz. Yani tarihinin pek çok
tarifi var ve tarih ekolleri, görüşleri her
devirde değişmiştir. Alman tarih ekolü
vardır, Fransız tarih ekolü vardır ve saire.
Tarihin toplum açısından rolü nedir?
Bugünü anlamamız için tarih bir vazgeçilmez kaynak oluyor. Nasıl bir küçük
çocuk elini ateşe sokar, eli yanar. Bu onun
için bir tecrübedir, bir daha siz zorlasanız
da elini ateşe sokturamazsınız. İşte bunun
gibi kişilerin hayatlarında yaşadıkları bir
tecrübe oluşturuyorsa toplumların da yüzlerce binlerce yıl içerisinde yaşadıkları o
toplumun hafızasını oluştur, toplumun hayatı için bir tecrübedir. İnsanlar bunlardan, yaşadıklarından ders alırlar. Ne gibi
bir tehlikeyle karşılaştılar tarihte; bu tehlike onları nereye götürdü? Bu tehlikeyi
yendiler mi? Nasıl yendiler? Veya o tehlike karşısında bozguna uğrayıp bir şeyler
mi kaybettiler? Bu kaybın sebepleri nelerdir? Bunları tarih vasıtasıyla incelerler,
okurlar insanlar, ilim adamları bunları bu
şekilde ortaya koyar. Ve böylece bugünkü
benzer hadiseleri değerlendirmek için bu
bilgileri kullanırlar. Bu arada tarihte hiçbir
şey yüzde yüz aynı değildir. Tarih tekerrür
etmez. Ama çok benzerlikler vardır. İşte
bu benzer olaylarla karşılaştığı zaman insanlar nasıl davranacaklarını geçmişe bakarak bulup çıkarırlar ve geleceği inşa
ederler.
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
bazıları; hiç ibret alınsaydı, tekerrür
mü ederdi şeklinde Mehmed Akif’in
darb-ı mesel olmuş bir sözü var. Bu
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 69
noktadan baktığımızda tarihten ders
alıyor muyuz?
Almayız. Zira, hafıza-i beşer nisyan ile
malûldür diye bir söz var, herkesin bildiği.
Yani insanoğlunun yapısı böyle. İnsan
unutan bir varlıktır. Tabiî aynı zamanda
bu çok iyi bir şeydir de bir bakıma. Çünkü
biz çok kötü olayları, çocukluğumuzda
yaşadığımız, diyelim bir kaza geçirdik,
annemiz babamız öldü, bunları hiç unutmasak hayatımız çok kötü olur. Karamsar
oluruz. Psikolojik bunalıma gireriz. Unutmak bizi rahatlatıyor. Böyle toplumlar da
unutuyorlar. Fakat toplumların unutması
bazen felakete yol açıyor. Onun için toplumların unutkanlığını önlemek için tarih
kitapları yazılıyor. Bak şu zaman şöyle bir
şey olmuş, haberin olsun, senin de başına
gelebilir. O zaman tedbirini al diye tarihten günümüze mesajlar çıkartılmaya çalışılıyor.
TARİH, İLMİN DE ÜSTÜNDEDİR
Peki biraz provoke bir soru ile
devam edersek, sizce tarih ilim midir,
değil midir?
Tarih bir ilim midir, değil midir? Bu,
zaman zaman açılan önemli bir tartışma.
Ben buna Johann Gustav Droysen’in tarifi
ile, tarih ilim değildir, ilimin de üstünde
bir şeydir, şeklinde cevap veriyorum.
Tarih yazabilmek için birçok ilmi bilmek
gerekiyor, şu veya bu ölçüde. Çünkü tarihteki bir olayın sebebi çok çeşitli olabilir. Yani bir hadise dinî sebeple çıkmış
olabilir, bir hadise iktisadî sebeple çıkmış
olabilir, bir hadise iki hükümdarın arasındaki kapristen çıkmış olabilir. Yani yüzlerce sebep olabilir. Marks bunu bire
indiriyor, her şeyin sebebi ekonomidir,
diyor. Ama biz bugün geldiğimiz noktada
görüyoruz ki her şeyin sebebi ekonomi
değildir. Ama ekonomi çok önemli, ihmâl
edilmemesi gereken bir sebeptir. Dolayısıyla bir tarihçinin doğru düzgün bir tarih
yazabilmesi için ekonomi bilmesi lazım,
siyaset bilmesi lazım, sosyoloji, felsefe ve
filoloji çok önemli. Çünkü metinleri okuyup onların ne dediğini anlamak filolojik
çalışmayla mümkün. Yani Orhun Âbideleri’ni veya Dede Korkut Kitabı’nı veya
Kutadgu Bilig’i filolog olmadan anlayamıyoruz. Filoloji metotlarıyla inceliyoruz.
Bunlara tarihe yardımcı ilimler diyoruz.
Tarihe yardımcı bilimler olarak ifade
edebileceğimiz yeni bilimler var mı?
Evet, son olarak buna yeni bir şey ekleniyor. Bunu henüz kimse yazmadı: Mikrobiyoloji. Mikrobiyoloji çok önemli.
Çünkü bugüne kadar Avrupa’da ortaya
çıkan ırkçılık teorileri ile toplumlar izah
ediliyor idi. Irkçılık, Avrupalıların sömür-
geleştirmeyi sağlamak için uydurdukları
bir teoriydi. Sarı ırk, beyaz ırk, siyah ırk
diye ırklar var. Beyaz ırk en üstün ırktır,
onların dünyayı idare etme hakkı vardır.
Dolayısıyla bizim Afrika’yı sömürgeleştirmemiz veya oradan köleleri alıp Amerika’ya götürmemiz gerek dediler.
Dolayısıyla onları, hayvan gibi, at gibi,
katır gibi kullanabiliriz dediler. Kilise
fetva verdi, zencilerin ruhu yoktur dedi.
Kölelik bu şekilde gelişti. Avrupa emperyalizmi kölelik ve sömürgecilikle gelişti,
zenginleşti. Dolayısıyla ırkçılık, sömürgeciliğin aleti olarak kullanıldı. Böylece
kendilerini haklı gösterdiler. Yani biz
beyaz isek, üstün isek diğerlerini idare
etme bizim görevimiz dediler. Üstün olan
Hint-Avrupalıların diğer milletleri idare
etmesi gerekir deyip tarihte yaptıklarını
haklı göstermeye çalıştılar.
Mikrobiyolojinin bu noktada rolü
nedir?
Şimdi mikrobiyoloji bu işi nasıl değiştirdi? Amerika’da, Enerji Bakanlığı ve
Millî Sağlık Enstitüsü’nün öncülüğünde,
milyarlarca dolarlık büyük bütçelerle,
Stanford ve Harvard üniversiteleri ile belli
başlı Avrupa devletlerinin ve Japonya’nın
katkılarıyla mikrobiyoloji üzerinde büyük
bir proje, genom projesi, insan genlerini
deşifre etme projesi yapıldı. Ve 2003 yılında bu çalışmanın sonuçları açıklandı.
On üç yıl süren bir çalışmanın sonunda
insan genomu çözüldü. Yani insanın bütün
özelliklerini gösteren şifresi çıkarıldı. İnsanın bir hücresinin çekirdeğinde üç milyar kod bulundu. Bunu yazıya dökerseniz
yüzlerce ciltlik bir kitap dizisi hacminde
oluyor; bir hücredeki kodlar o kadar
geniş. Bu projeyi aslında genetik hastalıkların tedavisi gibi alanlarda kullanmak
için, yani daha çok tıp ağırlıklı bir hedefle
yaptılar. Fakat buradan bize de, tarihe de
bir takım sonuçlar çıktı. Şu ortaya çıktı,
Türk ırkı, Japon ırkı, Rus ırkı, Çin ırkı
diye ırklar yok; kültürler var. Türk kültürü, Fransız kültürü, Japon kültürü vs. Bu
kültürler nasıl oluştu? Bugün bütün dünyadaki yedi milyardan fazla insanın hepsinin atası Homo Sapiens olarak
adlandırılıyor. Homo Sapiens Afrika’dan
çıktı. Bunlar 70 bin yıl veya daha evvel
turksoy.tv / ŞUBAT / MART 2020
69
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 70
TARİH SÖYLEŞİLERİ
Asya’ya doğru yayılmaya başladı. Sonra
Avrupa’ya ve başka yerlere, birtakım adalara ve Avusturalya’ya yayıldı. Dünyadaki
bütün insanlar bu Afrika’dan çıkan küçük
bir topluluğun torunları. Çinliler de bunların torunları, Ruslar da, İskandinavlar da,
İngilizler de, herkes bunların torunları.
Genetik birtakım değişimler oldu 70 bin
yıl içerisinde. Haplo grup denen, kabaca
kan grubuna benzetebileceğimiz gruplar
oluştu. Babadan geçen Y kromozomuna
bağlı olarak, R grubu, Q grubu, J grubu
gibi 16 haplo grup oluştu. Bu haplo grupların incelenmesiyle birlikte bütün toplumların bu haplo gruplardan oluştuğu
ortaya çıktı. Yani Çinliler de bu
70 bin yıl içinde çeşitli gruplardan gelen insanların Çin’de toplanıp orada oluşturdukları
kültürle Çinli olmuşlar; Fransızlar da yine bu haplo grupların
Fransa toprağında bir araya gelip
yaşadıkları macera neticesinde
Fransız milleti olarak ortaya çıkmışlar. Aslında Fransız tarihçisi
Camille Jullian bir asır önce,
“Fransız milletini bin yılda Fransız toprağı yarattı” demişti ama,
bu fikre bizde Yahyâ Kemal’den
başka pek itibar eden çıkmamıştı. Bir de Ziya Gökalp, ırk
zoolojiye ait bir terimdir, milleti
oluşturan kültürdür, terbiyedir
demişti. Şimdi mikrobiyoloji ile
bu fikir ispat edilmiş oluyor.
En hareketli milletlerden biri
olan Türkler de haplo grup bakımından en
karışık gruplardan. Yani Çin hududundan
başlıyor, Avrupa’nın ortasına kadar yayılmış bir millet. Afrika’ya, Mısır’a, Kuzey
Afrika’ya kadar her yerde Türkler var.
Dolayısıyla Türk dediğimiz zaman Türkçe
konuşan, Türk kültürünü benimseyen, yaşatan bir topluluktan bahsediyoruz. Yoksa
herhangi bir soydan bahsetmiyoruz. Bu
ortaya çıkıyor, bu kesin bir bilgidir.
Çeşitli kültürler bir araya geliyorlar,
kaynaşıyorlar ve yeni bir kültür oluşturuyorlar. Fransız tarihçisi Camilla Jullian
“Fransız toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı” derken buna işaret ediyor.
Çünkü orada yerli halklar vardı. Brötonlar, Galyalılar ve diğerleri vardı. Sonra
oraya Germen kavmi olan Franklar geldi.
Orada bir karışım oldu. Roma imparatorluğu geldi. Oraya Lâtin dilini ve kültürünü getirdi. Tekrar bir sentez oldu ve
sonunda bin yıl içerisinde Fransız denen
bir millet ortaya çıktı. Yani bundan 1500
yıl evvel Fransız diye bir millet yoktu.
Franklar bir Germen kavmidir. Yani Almanlarla akrabadır, onların bir koludur.
70
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
Fakat bugünkü Fransızların Almanlar ile
hiçbir alâkası yok. Alman milleti de böyle
olmuştur. Germen boylarıyla başka boyların karışması neticesinde oluşmuştur. Yani
bütün milletler böyle oluşmuştur.
Mikrobiyoloji tarihe önemli bir bakış
açısı getirdi. Tarihe yardımcı ilimler dediğimiz zaman bundan sonra bu da eklenecektir. Böylece Türklerin tarihte hangi
coğrafyalarda, nasıl oluştuğunu ne gibi
maceralar geçirdiğini damağımızdan verdiğimiz bir hücre ile, -tabii pek çok sayıda
insanın bunu yapması lazım- bu ilim dalında yapılacak çalışma ve istatistikler ile
ortaya koyabiliyoruz ve tarihe yeni bir
bakış açısı getiriyoruz. Yani tarihteki şu
kavim, meselâ Kırgızlar Türk müydü?
Veya Tunguzlar ne idi? Moğollar neydi?
gibi çeşitli sorular olabiliyor. Bunlar Türklerle akraba mı değil mi? Bu soruların cevabını genom araştırmalarından ortaya
çıkarabileceğiz. Yani bunların tahlillerinin
ve istatistiklerinin yapılmasıyla olacak bu.
Bu bütün dünyada yürütülüyor. Türkiye’de de yeni yeni başladı. Dolayısıyla
tarih böyle geniş bir alan. Her şeyi içine
alıyor ki şimdi böylece biyolojiyi de içine
aldı.
TÜRK TARİHİNİ YAZMAK
ÇOK ZOR BİR İŞTİR
Siz literatürü yakından takip eden
birisiniz. Türk tarihiyle ilgili bütün literatürü topluyorsunuz, okuyorsunuz.
Türkiye’de tarih araştırmalarının gelişimi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
Türk tarihini yazmak, dünyanın diğer
milletleriyle karşılaştırıldığında çok zor
bir iştir. Çünkü Türklerin gitmediği bir yer
yok. Dünyanın bugün beş kıtasında Türk-
ler yaşıyorlar. Bugün okyanusun ortasındaki bir adada bile işyeri kurmuş bir Türk
görüyorsunuz. Tarihte de Türkleri her
coğrafyada görüyoruz. Dolayısıyla Türklerin tarihini yazmak için, biraz evvel anlattığım ekonomi, filoloji gibi bütün
alanları bilmek yetmiyor, çok geniş bir
coğrafya bilgisine de sahip olmak gerekiyor. Hindistan’da Timuroğulları yani Babürlüler tarihi Türk tarihinin bir
dönemidir; o devrin tarihini yazmak için o
dönemin yerli kaynaklarını bilmek lazım.
El’an Rusya’da çok çeşitli Türk boyları
yaşıyor; oradaki çevre kültürlerin dillerini
bilmek lazım. Fin-Ugor kavimlerinin dillerini bilmek lâzım;
çünkü bunlarla etkileşim var. Macarlarla Türklerin
etkileştiğini, karıştığını biliyoruz. Bilhassa Çin
hududundan Orta
Avrupa’ya kadar
olan sahada Türkler
ağırlıklı olarak yaşamışlardır. Bütün
bölgelerin, bütün
zamanlarda milattan önceki devirlerden günümüze
kadarki tarihini yazabilmek için on
binlerce kişinin
belki daha yüzlerce
yıl çalışması lazım,
işi tamamına yakın hale getirebilmek için.
Bu da kaynakların bulunmasına bağlı.
Yani diyelim Oğuzların tarihini tam olarak yazamadık, diyoruz. Çünkü Sır Derya
Oğuz Devleti’nde kimler hükümdardı?
Hiçbirinin adını bilmiyoruz. Çünkü kaynak yok, kaybolmuş. Dolayısıyla Türk tarihini yazmak herhangi bir milletin
tarihini yazmaktan çok daha zordur.
Şimdi böyle olunca bu zorlukları görünce
vazgeçmek olmaz. Bunu yapabilmek için
bu dilleri öğrenmemiz lazım. Yani Göktürklerin ilk hükümdarlarının isimleri
Bumin, İstemi, bunları açıklayabilmek
için Sanskritçe, Soğdca, Toharca gibi çeşitli dilleri bilmek gerekiyor. Bu alanlarda
eleman yetiştirmek gerekiyor. Ondan
sonra ölü diller var, bugün konuşanı kalmamış. Bu dillerde yazılmış kaynaklar
var. Bunları derleyip toparlamak ve tarihçinin önüne getirmek lâzım. Filologlar bu
çalışmaları yapacaklar, tarihçi de onlardan
faydalanacak. Dolayısıyla bugün Türk tarihinin meselelerini ortaya koyabilmek
için sayı olarak kalabalık bir kesimin çok
değişik alanlarda çalışmalar yapması
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 71
lazım. Yani filolog, ilahiyatçı, ekonomist,
sosyolog, antropolog, hepsi bir araya gelecekler, beraber çalışacaklar. Bu henüz
Türkiye’de yeterli bir seviyeye gelmiş değildir. Meselâ bizim Türk tarihinin büyük
bir kısmı Orta Asya’da cereyan etmiştir.
Fakat bizim Orta Asya arkeolojisi uzmanımız yakın zamana kadar hemen hemen
hiç yoktu. Şimdi yeni yeni birkaç üniversitede çekirdek halinde başladı. Ama bu
çok yetersiz, yani yeterli uzman yok. Rusya’dan, Amerika’dan, Japonya’dan, Almanya’dan gelip Orta Asya’da,
Moğolistan’da kazı yapan arkeologlar var.
Bizim buralara doktoraya eleman gönderip bunları yetiştirip, Türkiye’de Orta
Asya Türk arkeolojisini kurmamız lâzımdı. Türkiye’deki arkeologlar kazdıkları zaman, Roma eseri veya daha eski
dönemlerden Lidya, Frigya gibi medeniyetlerin eserlerini buluyorlar. Çünkü Anadolu’nun Türklerden önceki dönemi
böyle. Bizim Orta Asya’daki Türklerin tarihini yazabilmek için Orta Asya Türklerinin arkeolojisini bilmemiz lazım.
Moğolistan’da hâlâ kazılar devam ediyor.
Yenisey bölgesinde, başka bölgelerde yeni
yeni kitabeler bulunuyor. Bunların metinlerini okumamız lazım, kazılar yapıp yeni
eserler ortaya çıkarmamız lazım. Köl Tigin’in Demirkapı’ya kadar, Sır Derya
boylarına yaptığı sefer var; Orhun abidelerinde bu anlatılıyor. O seferin neticesinde oraları ele geçirdiğini anlatıyor ve
orada bir kitabe diktiğini, Orhun Âbideleri’ndeki gibi bir kitabe diktiğini söylüyor.
Fakat bu kitabe yok bugün. Var tabiî, ama
yerin altında bir yerde. Bizim arkeologların bunu bulup çıkarması lâzım. Yani çok
iş var. Kırgızistan’da kazılmayı bekleyen
yüzlerce kurgan var. Batı Göktürk Kağanlığının kurganları buralarda duruyor. Bunların kazılması lâzım.
Türk tarihinin tam olarak yazılabilmesi
için bu alanlarda eleman yetiştirilmesi
lazım ve bunlar yetiştirildiği zaman mesele bitmiyor. Tarihçi bakış açısı, zihniyeti
de çok önemli. İstatistikçiler için söylenen
bir laf vardır. İstatistik, usûlüne göre yalan
söyleme sanatıdır derler. Neyi söylemek
istiyorsanız, ona göre bir istatistik hazırlayabiliyorsunuz. Tarihte de ideolojik bakış
açılarının gerçeği görmekten bizi uzaklaştırdığını görüyoruz. Yani bir hadise üzerine çok çeşitli yorumlar görüyoruz. Biri
ak diyor, biri kara diyor. İkisi de tarihçi,
aynı hadiseye bakıyor, zıt yorum yapıyor.
Tarih bir avukat psikolojisiyle savunma
için yazılmaz; savcı psikolojisiyle itham
etmek için de tarih yazılmaz. Tarih gerçeği aramak için yazılmalıdır. Gerçeği bulursak o bizim işimize yarar. Kendi
Okunmasını tavsiye edeceğiniz on kitap künyesi söyleyin
dersek, hangi kitapları zikredersiniz.
Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş; Peter B. Golden,
Türk Halkları Tarihine Giriş; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî
Kültürü; S. Frederick Starr,
Kayıp Aydınlanma; E. H. Carr,
Tarih Nedir?; Osman Turan,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi; Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti
Tarihi 2 cilt; Muharrem Ergin,
Orhun Âbideleri; Halil İnalcık,
Osmanlı İmparatorluğu, Klasik
Çağ; İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı adlı kitaplar ilk aklıma gelenler.
kendimizi kandırırsak bundan bir fayda
elde edemeyiz, zarar ederiz. Yani bir annenin babanın çocuğu verem olabilir.
Ama benim çocuğumda hiçbir şey yok,
turp gibidir derse, hekime götürmezse o
çocuk ölür. Yani bizim de milletimizin tarihteki ve şu andaki zaaflarını görüp bunları tedavi yoluna gitmek, eksiklerimizi
tamamlamak mecburiyetinde olmamız
lazım. Yoksa biz her şeyi tarihte de günümüzde de eksiksiz yaptık, bitirdik dersek
bu kendi kendimize yapabileceğimiz en
büyük kötülüktür. Dolayısıyla Türk tarihinin yazılabilmesi için bütün bu kaynakların değerlendirilmesi, çalışmaların
yapılması yetmiyor, bir de tarihçi bakış
açısı, tarihçi zihniyetiyle meselelere bakmak ve gerçeği aramak, bulduğu zaman
turksoy.tv / ŞUBAT / MART 2020
71
IPEKYOLU_41.YENISI.qxp_Layout 1 18.03.2020 18:30 Page 72
TARİH SÖYLEŞİLERİ
da tarihçinin bunu ortaya koyması, çekinmeden yazması gerekir.
TÜRKİYE’DE ORTA ASYA TÜRK
ARKEOLOİSİ KURMAMIZ GEREKİRDİ
10 yıla yakın bu coğrafyada kaldınız,
arada bir gelip gitmeleriniz de oldu. Bu
coğrafyayı yakından takip ediyorsunuz. Buradan hareketle Türkiye ile
Türk dünyası ilişkileri nasıl bir gelişim
perspektifi gösteriyor?
Daha genel bir çerçeveden bakarsak
Osmanlı İmparatorluğu kendi devrinin en
güçlü Türk devleti ve dünyanın da en
güçlü devletlerinden birisi idi. Fakat Orta
Asya ile Timur dönemindeki talihsiz macera dışında pek teması olmamıştır.
Çünkü aradaki Şiî faktörü engel olmuştur.
Türkler çoğunlukla Sünnî, Hanefî mezhebindedir. Osmanlı da bu mezhebin koruyucusu ve kollayıcısı olarak kendi
misyonunu belirlemiştir. Aradaki Şiî İran
devleti yani Safevî imparatorluğu, Orta
Asya Türkleri ile Osmanlı arasında bir
duvar olarak aşılamamıştır. Bu duvar Sokollu Mehmed Paşa’nın projesiyle aşılmak istendi. Onun Don-Volga kanallarını
birleştirerek Hazar’a geçmek ve oradan
Orta Asya’ya ulaşmak projesi vardı. Fakat
bu proje, Kırım Hanlığının bundan rahatsız olup engellemesi ve Rusların hücumlarıyla başarısız olmuştur. Tabiat şartları
da pek müsait değildi. O dönemin teknolojisi de öyle. Ve yarıda kalmıştır proje.
Yani Orta Asya Türk devletlerinin birleşmesi şeklinde bir düşünce zaman zaman
ortaya çıkmıştır, fakat bu gerçekleşmemiştir. İran faktörü engel olmuştur. Daha
sonra İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Türkiye ile Rusya’nın farklı kamplarda
yer alması ve soğuk savaş denen büyük
bir silâhsız mücadelenin yaşanması Türkiye’nin Orta Asya’daki kültür birliğini taşıyan kardeşleri ile bağlarını kesmiştir. Yani
Sovyetler zamanında Türkiye’deki benim
gibi tarih alanında çalışan insanların, fikrî
olarak da bu işe yatkın olan insanların buraya gelmesi bir hayaldi. Yani Sovyetler
içerisinde Türkistan coğrafyasını, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı dolaşması buralarda
hele vazife yapması hayal bile edilemezdi.
Fakat 1991’de bu hayal gerçek oldu ve bu
duvar yıkıldı. Sovyetler Birliği İmparatorluğu dağıldı. Ve biz buna yeteri kadar Türkiye olarak hazır değildik. Rusça bilen,
Kazakça bilen, Kırgızca bilen elemanlarımız yoktu. Sadece dil bilmek yetmez. Turist rehberi olacak değil herkes. Bu
bölgenin ekonomisini, bu bölgenin alt
yapı imkânlarını, madenlerini, tarımını
bilen uzmanlar yetiştirmeli idik ve Sov72
ŞUBAT / MART 2020 / türksoy.tv
yetler dağıldıktan sonra tekrar Orta
Asya’daki bu kardeşlerimizle bir araya
geldiğimizde bizim daha faydalı olabilmemiz lâzımdı bu toplumlara. Fakat bunu
gereği gibi yapamadık. Bir şeyler yaptık;
yani eğitim alanında, din kültürü alanında,
ekonomi alanında rehberlik etmek istedik,
bildiğimiz alanlarda. Turizm Türkiye’de
çok gelişmiştir. Buralarda da potansiyeli
ayağa kaldıracak, Isık Göl gibi turizme
müsait yerlerde bu işlerin canlandırılması
için fikir vermeye çalıştık, eleman yetiştirmeye çalıştık. Ama yeteri kadar, istenildiği kadar başarılı olduğumuzu
söyleyemeyiz. Gerçekçi bir değerlendirmeyle bu sonuca geliyoruz. Fakat burada
büyük bir potansiyel var. Yani burada
tarih, Türkoloji alanı için konuşursak,
Rusça bilen insanların Türkiye’ye katkıda
bulunmaları mümkündür. Orta Asya’da
arkeoloji alanında uzman olanların Türkiye’de Orta Asya arkeolojisini başlatmaları
bu coğrafyadaki kardeşlerimizin bize bir
katkısı olacaktır. Bizim de turizm gibi,
eğitim gibi alanlarda katkımız olmaktadır,
daha da olacaktır. Yani gelecek çok daha
iyi görünüyor.
Türkiye bugün güçlü bir konumdadır.
Benim kanaatime göre bugün Türkiye,
1920’den bugüne bir son bir asırlık tarihinin en güçlü dönemindedir. Bugün kendi
savaş gemilerini yapmaktadır. Bugün
millî gemi projesiyle bir tür uçak gemisi
inşa edilmektedir. Bu gemi uzak coğrafyalarda hizmet verebilecek, hem savunma
bakımından, hem depremlerde ve bir
takım felâketlerde hastane olarak hizmet
verecek muazzam bir gemidir. Bunu kırk
yıl evvel hayal edemezdik. Bugün Akdeniz’de Fatih, Yavuz ve başka sondaj gemileriyle Türkiye yerin yüzlerce, belki
binlerce metre derinliklerinde petrol ve
gaz arıyor. Bu gelişmeler Türkiye’nin
ekonomi, teknoloji ve savunma bakımından belli bir güce eriştiğini gösteriyor.
Türkiye’nin çeşitli ülkelerde üsleri var, o
ülkeleri korumak üzere, dünya barışına
katkıda bulunmak üzere. Somali’de var,
başka yerlerde var. Dünya’nın çeşitli yerlerinde Türkiye’nin okulları, üniversiteleri
var. Kırgızistan’da Manas Üniversitesi,
Kazakistan’da Ahmet Yesevî Üniversitesi
var. Özbekistan’da ve başka yerlerde kuruluş hazırlıkları var. Türkiye eğitim alanında, güvenlik alanında, sağlık alanında
gücünü dost ülkelere yardım için kullanmaktadır. Bu dost ülkeler de Türkiye’nin
gücüne güç katmaktadır. Dolayısıyla Türk
dünyasının geleceğini çok iyi ve çok parlak görüyorum. Fakat bunun için çok çalışmak lazım. Çok eksiklerimiz var. Bu
eksikleri görüp bunları tamamlamamız
lazım. Türk dünyasına düşen çok görevler
var. Bunları o ülkelerin aydınları görecek,
yazacaklar. İdarecileri bu imkânları bu potansiyeli harekete geçirecek. Türk dünyası
eğitim alanında, kültür alanında yakınlaşacak, birbirlerini destekler hale gelecek,
bu herkese güç katacaktır. Bu potansiyel
vardır; bu yolda gidilmektedir. Ama
henüz hedefe varılmamıştır. Çünkü daha
yapılacak çok iş vardır.