Reklam
uygunsuzdu
Reklam çer ğ
kaplıyor
Bu reklam lg m
çekm yor
Bu reklamı
b rden çok kez
gördüm
Acuvue Oasys 1-Day with
HydraLuxe
₺165
HydraLuxe Teknolojili ACUVUE OASYS 1-Day; benzersiz
özelliklere sahip bir günlük kullan-at lenstir.Birçok hasta,
gözyaşı lmini destabilize eden o amdan o ama geçtikleri,…
Alışveriş
Acuvue Oasys
Lensci.com
KİTAP
Alper Bilgili: Bilim, prestijini ağır ağır ama hak ederek kazandı
Alper Bilgili ile Timaş Yayınları tarafından yayımlanan kitabı 'Bilim Susunca'yı konuştuk. Bilgili, "Bilim, insanların zaa arından,
noksanlıklarından, önyargılarından nasibini alıyor" dedi.
19 Ocak Çarşamba 2022 Saat: 07:15
Google Haberlere Abone ol
Osman Palabıyık
DUVAR - Alper Bilgili'nin yeni kitabı 'Bilim Susunca: Bilim ve Toplum Üzerine Yazılar', Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. Bilgili,
yayımladığı dördüncü kitabı 'Bilim Susunca'da bilimin toplum, dinler ve ideolojiler ile ilişkisini geçmişten ve günümüzden örneklerle
ortaya koyarak okuru alışılmış kalıpların dışında bir okumaya davet ediyor.
Bilgili'yle kitabı üzerine konuştuk.
'Bilim Susunca: Bilim ve Toplum Üzerine Yazılar' yayımlanan dördüncü kitabınız. Böyle bir konuda yazmak için sizi harekete
geçiren ne oldu?
Bu, bilim üzerine yayımlanan üçüncü kitabım. "Bilim" biraz bize özgü tarihsel serüvenin de etkisiyle her an gündemimizde olan bir
konu. Hemen her gün hem konvansiyonel medyada hem sosyal medyada bilimle ilgili referanslar kullanıyoruz. Bir siyasetçi hatalı bir
şey söylediğinde kontrast yaratmak için "o esnada bilimde falanca gelişme yaşandı" diyoruz. Veya bir Türk’ün imza attığı bilimsel bir
gelişmenin haberinin magazin haberleri kadar ilgi görmemesine tepki gösteren tweeti şevkle paylaşıyoruz. Ancak verdiğim derslerde,
bilimle ilgili bloglarda ve sosyal medyada şahit olduğum bir şey var. Toplumumuzda bilime duyulan bu derin saygıya karşın bilimle
ilgili kirlerimiz çoğunlukla yüzeysel ve klişelere esir edilmiş durumda. Bu klişelerin bazıları bilim tarihiyle ilgili. Galileo’nun
dünyanın düz olmadığını bulduğu iddiası gibi. Bazılarıysa bilimin işleyişine dair. Bilim insanlarının mutlak objekti iğine ve açık
görüşlülüğüne duyulan güven gibi.
Bu kitapta amacım bir yandan bu klişelerle hesaplaşmak, bir yandan da bunu yaparken bilimin hakkını teslim etmek. Bunu
vurguluyorum çünkü çoğunlukla ilkini yapanlar hızını alamayıp bilim karşıtı kampa kolaylıkla savrulabiliyor. Diğerleriyse
kendilerince bilimin imajını kurtarmak için bilim insanlarının psikolojik ve toplumsal faktörlerden etkilendiğini inkâr etme yoluna
gidiyorlar. Ya da bilimi her daim ve doğası gereği insanlığın iyiliğini hede eyen bir uğraş olarak sunuyorlar. Bu hususlarda yazmayı
önemsiyorum çünkü her iki tavrın da uzun vadede bilimin imajına ve saygınlığına zarar vereceğini düşünüyorum.
'DOĞA BİLİMLERİ, BİLİMİ İNSANLARIN FAYDASINA MI ZARARINA MI KULLANACAĞIMIZ HUSUSUNDA SESSİZLİĞİNİ
KORUR'
Bilim hangi durumlarda susar?
Öncelikle burada aksini belirtmedikçe bilim dediğimde doğa bilimlerinden bahsettiğimi hatırlatayım. Her şeyden önce bilimin
konuşmadığı, doğası gereği sustuğu konular var. Nasıl bir hayat yaşamalıyım sorusunun cevabını doğa bilimlerinde aramayız. Ancak
bu soruyu cevapladıktan sonra kararımızı hayata geçirirken doğa bilimlerinden yardım alabiliriz. Yine benzer bir şekilde, doğa
bilimlerinin ahlaki konularda bir rehber işlevi göremeyeceğini tarihten acı dersler alarak öğrendik. Bu bağlamda kitapta Aziz Nesin’in
'Orijinal Mikrop' isimli öyküsünden bahsediyorum. Bilimsel iddiasını ispatlamak için bir insanın gözünü kaybetmesini sevinçle
karşılayan bir ktif karakterden bahsediyor Nesin. Ne yazık ki böyle şeyler sadece öykülerde olmuyor. Amerika’da devletin bilgisi
dâhilinde ve desteği ile gerçekleştirilen Tuskegee Deneyi’nde frengili siyah erkekler ve eşleri tedavi edilmemiş, kurtarılabilecekken
hastalığın seyrini merak eden araştırmacılarca ölüme terk edilmişti. Dr. Mengele’nin Auschwitz’de ikiz çocuklar üzerine
gerçekleştirdiği deneyler zaten çoğumuzun malumudur. Sonuç olarak doğa bilimleri, bilimi insanların faydasına mı zararına mı
kullanacağımız hususunda sessizliğini korur. Onun içindir ki yaşanan bu acı tecrübeler neticesinde dışarıdan tıp etiği gibi normatif
kurallar getirip bilimi kontrol altında tutma kararı aldık.
Bunun dışında bilimin çeşitli güç odakları tarafından susturulduğuna veya bazen yalan söylemeye zorlandığına şahit oluyoruz. Bu
konuda akla ilk gelen örnek Kilise ile Galileo arasında yaşanan çatışmadır. Bu hadise, halk arasında bilindiğinden daha karmaşık ve
çok boyutlu olmakla birlikte bir kurumun bir bilimsel görüşü susturmasına örnek teşkil eder. Daha yakın dönemde de benzeri örnekler
bulmak mümkün. Stalin döneminde Lysenko hadisesinde genetikçilerin özgürce bilimsel tartışmalara giremediğini görüyoruz.
Stalin’in ölümünden sonra devletin baskısını daha az hissetmek isteyen Sovyet bilim insanları Sibirya’da kurulan Akademgorodok
isimli akademik şehre büyük ümitlerle taşındı. Yani Stalin sonrasında da ideolojik baskı sürdü Rusya’da. Hitler ve Mussolini’nin
ırklarla ilgili iddialarını bilimle desteklemeye çalıştığını da hatırlatalım. Burada yanlış bir kanı var. Nazi rejimine destek veren
insanların tümünün bilim insanı kılığındaki şarlatanlar olduğu gibi bir yanılgı var. Oysa Hitler’in iddialarını destekleyenler arasında
Richard Kuhn ve Adolf Butenandt gibi Nobel ödüllü biyokimyacılar da vardı. Robert Proctor’ın, 'The Nazi War on Cancer' eserinde de
görüleceği gibi kanser üzerine de ciddi çalışmalar yapılıyor bu dönemde.
Bunun yanında bilimin doğru tasvir edilmemesinin de bilimin itibarını zedeleyeceğine inanıyorum. Bilim insanlarının her daim
objektif oldukları, değerlendirme yaparken psikolojik ve sosyolojik faktörlerin etkisi altında kalmadıkları gibi yaygın bir inanış var.
Ceketlerini çıkarıp beyaz önlüklerini giydiklerinde tüm ideolojilerini, isteklerini, inançlarını dışarıda bıraktıkları sanılıyor. Kitapta ele
aldığım örneklerde bilimde rasyonelliğin bazen uzun ve meşakkatli bir süreç sonucunda işlediğini ama eninde sonunda işlediğini
göstermeye çalıştım. Bu gerçekle yüzleşmek ve insani defolarımızın bilim yaparken de bizimle olduğunu bilmek önemli. Aksi takdirde
zamanında büyük destek gören ancak sonradan yanlışlanan teorilerden yola çıkarak bilimsel çalışmalar bir güç mücadelesinden
ibaretmiş gibi sunulabiliyor.
Günümüzde bilimin sesinin daha az çıkmasına neden olan bir diğer kamp, yeni-ateizm olarak bilinen görüş. Bilimin doğası gereği
dinle çatıştığını iddia eden Dawkins ve Harris gibi düşünürler, çoğu insanı bilimle din arasında bir tercih yapmaya zorluyor. Bu tür bir
zorlamanın hem hatalı bir varsayıma dayandığını düşünüyorum hem de bilimin sesinin geniş halk kitlelerinde daha az duyulmasına
neden olacağına inanıyorum. Oysa örneğin şu an, yani pandemide dini otoritelerden alınacak her destek önemli. Bu süreçte Papa’nın
erkenden aşı olup bunu bir dini sorumluluk olarak sunması veya geçtiğimiz günlerde Anglikan Kilisesi’nin en yetkili ismi Justin
Welby’nin aşı olmayı İncil’de geçen komşuyu sevme öğüdünün bir gereği olarak sunması kıymetli girişimlerdi.
Bununla birlikte insanların, bilimin alanına girmese bile, başları sıkıştığında her soruyu bilim
insanlarının cevaplamalarını beklemeleri biraz da bilime duyulan ‘güven’den kaynaklı mı?
Elbette bilimin hakkıyla kazandığı bir güven var. 19. yüzyılda çocuk ölümleri öyle yaygın ki Gustav
Mahler’in bu hususta bir beste yapması garipsenmiyor. Kızamık ve frengi gibi birçok ölümcül hastalık
bugün eskiye nazaran çok daha az can alıyor. Sadece tıpta da değil. Bilginin ne kadar kolay ulaşılabilir
olduğunu ve az masra a edinilebildiğini düşünün. Haklı olarak bilim ve bilim insanlarının büyük bir
kredisi var. Ki bu her dönem böyle de değil. Doğa bilimlerinin hayatımızı daha az kolaylaştırdığı
dönemlerde Francesco Petrarca gibi bazı düşünürler doğa üzerine bu kadar mesai harcamayı
garipsemişler. Ancak özellikle 18-19. yüzyıl bu konuda dönüm noktası oluyor. Bilim, prestijini ağır ağır
ama hak ederek kazandı.
Bununla beraber bilim, özellikle bizim toplumumuzda bilimden çok daha fazlasını ifade ediyor. Abdullah
Bilim Susunca - Bilim Toplum
Üzerine Yazılar, Alper Bilgili,
Cevdet’in 1913’te yayımlanan 'Kastamonu’da Kurun-i Vusta' isimli ünlü bir yazısı vardır. Orada Darwin’in 136
syf., Timaş Yayınları, 2021.
teorisini öğrenmekle namusumuz, İslam’ın ve Türklerin varlığını sürdürmeleri arasında nedensel ve
güçlü bir ilişki kurar. Yine Kılıçzade’nin İçtihat’taki makalelerinde benzer temalara rastlanır. Doğa bilimleri dönemin birçok
düşünürüne göre her sorunun mutlak ilacıdır. Hatta Şerafettin Mağmumi bilimsel olmaması nedeniyle şiire antipati ile yaklaşmıştır.
Bu isimlerin zihninde bilim, bilim olmanın ötesine geçmiş, neredeyse mistik bir hüviyete bürünmüştür. Bu tercihi, dönemin endişeleri
göz önüne alındığında anlamak mümkündür. Şükrü Hanioğlu, 'Atatürk: An Intellectual Biography' adlı eserinde bu ruh halini, bilime
biçilen rolleri, bilimin sembolik anlamını detaylı şekilde ortaya koyuyor. Tabii sadece bizde de değil. Ülkelerinin geleceğinden endişe
eden Yakub Sarruf ve Faris Nimr gibi seküler Arap düşünürler de bilime benzer bir anlam yüklemiştir. Bununla beraber o dönem
dünyadaki tüm entelijansiyanın aynı kirde olduğu da söylenemez. Hatta Abdullah Cevdetlerden neredeyse bir asır önce Saint Simon
ve Comte gibi düşünürler bilim dışında rehberlere de ihtiyacımız olduğunu ifade etmiştir. İşin gerçeği bugün ülkemizde Comte’un
bilimle ilgili görüşlerindeki nüanslara dahi ulaşabildiğimizi söylemek güç.
'BİLİMİN PRESTİJİNİN ARTMASIYLA BERABER BAZI KİŞİLER VE İDEOLOJİLER BİLİMDEN FAYDALANMA ÇABASI İÇİNE
GİRİYOR'
Geçmişte bazı bilim insanları ırkçılığa bilimi de kullanarak oldukça müsamaha göstermişler. Bunu biraz açar mısınız? Bu durum
günümüzde de devam ediyor mu?
Toplum nazarında bilimin prestijinin artması ile beraber bazı kişiler ve ideolojiler bilimden faydalanma çabası içine giriyor. Bunlar
arasında bilim insanları da var, siyasetçiler de demagoglar da. Tabii çoğunlukla bilim diye sunulan şey, bu kişilerin veya toplumların
önyargıları oluyor. Örneğin 19. yüzyılda Fransa’nın ve dünyanın en önemli anatomistlerinden olan Paul Broca siyahların beyazlardan
aşağı bir ırk olduğunu bilimsel olarak ispatladığını düşünüyor. Başka bir örnekte Amerikalı ünlü psikolog Henry Goddard, 20. yüzyılın
ilk yarısında IQ testlerinden yola çıkarak Amerika’daki azınlıkların neredeyse yarısının moron olduğunu iddia ediyor. Hitler ve
Mussolini dönemlerinde bazı bilim insanları tespitte bulunmakla yetinmeyip kendi üstün ırklarını koruma çabası içine giriyorlar.
Yalnız dikkat edilirse bu bulguların çoğu o dönemin ruhunu ve kabullerini yansıtıyor. Bu ideolojileri savunan bilim insanları görmek
istediklerini bilime söyletmeye çalışıyorlar. Hatta çoğunlukla bunu yaparken ne yaptıklarının farkında dahi değiller. Örneğin Broca
beyazların üstün olduğu yönündeki bulgularını paylaşırken bilim hiçbirinizi mutlu etmek zorunda değildir, bilimsel bilginin
söylediklerine teslim olmak zorundayız der. Yani bilimsel verileri çarpıttığını değil, onları olduğu gibi sunduğunu düşünür.
Böyle örnekler verince bilimin ırkla ilgili görüşler için işlevselleştirilmesi eskide kaldı sanıyoruz. Ancak bugün de benzer şeyler hem
de prestijli bilim insanları tarafından savunulabiliyor. DNA’nın yapısını keşfedip Nobel Ödülü kazanan James Watson bundan sadece
birkaç sene evvel siyahların zekâ bakımından beyazlardan düşük olduğunu iddia etti. Sonra özür diledi, ardından benzer iddialarda
bulunmayı sürdürdü. Burada asıl sorun birçok kişinin Watson gibi bilimsel bulguların bu tür ırkçı iddiaları destekliyor olduğunu
düşünmeleri. Yani inanmadıkları bir şeyi sırf bir çıkar elde etmek için savunmuyorlar. Zaten bugün bu tür izahların savunucusuna
faydadan fazla zarar getireceği çok açık.
'BİLİM DE İNSANLARIN ZAAFLARINDAN, ÖNYARGILARINDAN NASİBİNİ ALIYOR'
Bilimin sosyolojik analize muhtaç olmasının en önemli sebebi nedir?
Birçoğumuz bilimin hayatımıza getirdiği devrimsel değişikliklerin de etkisiyle az önce anlattığım hadiseleri ya duymuyoruz ya da
bunları bilim tarihinin göz ardı edilmesi gereken yönleri olarak görüyoruz. Bilim insanlarının ideolojilerin, toplumun veya çıkarların
etkisi altında kalmayacağı gibi bir yargımız var. Bu doğru değil. Bilim, insanlar tarafından icra ediliyor. Dolayısıyla insanların
zaa arından, noksanlıklarından, önyargılarından o da nasibini alıyor. Afrika savanalarında vahşi hayvanlardan kaçma stratejileri
geliştirmek ile modern laboratuvarlarda bir makine mükemmelliğinde çalışmak arasında ciddi fark var. Duygularımız, önyargılarımız
çoğu zaman rasyonel yanımızı rahat bırakmıyor. Hatta zaman zaman dış dünyaya dair algılarımızı dahi bozabiliyor. Bilim
insanlarının beyaz önlük giydiklerinde tüm sübjektif değerlendirmelerin önüne geçtiğini düşünmek için de elimizde bir gerekçe yok.
Bilimsel çalışmalarda bu tür zaa arımızın ortaya çıktığı tarihsel örnekler mevcut. Kitapta bunlardan bazılarına yer verdim.
Özellikle 19. yüzyılın ortasında Londra ve Viyana’da gerçekleşen iki hadise, yerleşik görüşlerin delillere ne denli direnebildiğini ortaya
koyuyor. İngiliz doktor John Snow, Londra’daki kolera salgınının su ile yayıldığı görüşünü ciddi delillerle desteklemesine rağmen
İngiliz hekimlerin çoğunu ikna edemiyor. Macar doktor Ignaz Semmelweis ise meslektaşlarını ve bilim insanları topluluğunu lohusa
hummasının nasıl yayıldığı konusunda ikna etmekte büyük güçlük çekiyor. Özellikle Semmelweis’ın doktorların hastalığı istemeden
de olsa yaydığı yönündeki izahı onun açıklamasını daha da az çekici kılıyor. Yani zaman zaman bilim insanları delilin götürdüğü yere
gitmektense pozisyonlarını koruyup kendilerini destekleyen delilin peşine düşüyorlar. Bu iki hadiseyi kitapta detaylı şekilde inceleyip
bilim insanlarının bazen kanıtlara direnmesinin ardındaki psikolojik ve sosyolojik faktörleri detaylandırmaya çalışıyorum. Tabii bu
iki örneğe yüzlercesini eklemek mümkün. Bilim insanlarının ciddi bir kısmının 'Kuantum Teorisi'ne direncini de bu gözle okumak
mümkün. Max Planck’ın biraz mübalağa ile de olsa bilimde kanıtla birini ikna edemezsiniz diyecek noktaya gelmesi de bundandı.
Hatta bizde o yönü pek anlatılmaz ama Galileo’nun gördüğü direnç de kısmen eski ve yerleşik bilimsel açıklamanın kolay teslim
olmaması ile açıklanabilir.
Tabii bunları anlatırken bir yandan da uzun ve karmaşık bir süreç sonucunda bilim insanlarının kanıtın gücüne teslim olduğunu da
akılda tutmak gerek. Yani rasyonellik birden galip gelmese de doğanın kendini dayatması sonucu bilim insanlarını ikna etmeyi
başarıyor. İşte tüm bu süreçler ancak bilimin sosyolojik analizi ile hakkıyla anlaşılabilir.
Etiketler
alper bilgili
bilim susunca
timaş yayınları