Eğitim Serisi by Yeni İnsan Yayınevi
Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, 2019
Ebeveynliğe dair yeni araştırma ve bilgilerin önemli bir kısmı, ya akademik yayınlarda ve incelem... more Ebeveynliğe dair yeni araştırma ve bilgilerin önemli bir kısmı, ya akademik yayınlarda ve incelemelerde, ya da ebeveynlere hitap eden uzun, sıkıcı kitaplarda bulunur. Anne babalar, bunlarla uğraşmak yerine çareyi kendi ebeveynlerinden, medyadan, komşularından gördükleri veya içgüdüsel (çoğunlukla da sorunlu) modellere itibar etmekte buluyorlar. Çocukları büyüdüğünde “Keşke ne yaptığıma dair çocuğum küçükken daha iyi bir fikrim olsaydı” demeleri şaşırtıcı olmayacak.
Bu muhteşem küçük kitap, işte bu noktada devreye giriyor. Etkili ebeveynlik üzerine en son bulguları takip eden Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, elinden gelenin en iyisini yapmak isteyen anne babalara rehber ve ilham oluyor. Türkiye’nin kıymetli uzmanları ve sosyal medyanın sevilen ebeveynleri, konuları güncel ve yerel bir dille, yaşadıkları ülkede uygulanabilecek gerçek örnekler eşliğinde sunuyorlar.
Her aile ve her çocuk farklı olduğundan, size özel yazılmış hiç bir rehber olamaz. Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik argümanları, hem anne babalar hem de çocuklar için huzurlu bir hayatın prensiplerini, doğru kaynaklara ve güvenilir araştırmalara dayandırarak sunar.
Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, çocuk yetiştirmeyi daha keyifli ve etkili hale getirecek.
Yaratıcı Fen Öğretimi , 2020
Çocukların yaratıcı bir şekilde bilim öğrenmesine yardımcı olmak için kendi yaratıcılığınızı nası... more Çocukların yaratıcı bir şekilde bilim öğrenmesine yardımcı olmak için kendi yaratıcılığınızı nasıl harekete geçirebilirsiniz? “Gerçek bilim” dünyasını sınıfa nasıl taşırsınız? Bilim, yaratıcı bir müfredatın neresinde yer alır?
Yaratıcı Fen Öğretimi, öğretiminizi geliştirmek ve çocukların bilimde yaratıcı öğrenmelerinin merkezi bileşenleri olarak merak, gözlem, keşfetme ve sorgulamayı vurgulamak adına sizlere yenilikçi bir başlangıç noktası sunuyor.
Kitap, sınıftan ve daha ötesinden örnekler sunarak, yaratıcı öğretimin çocukların dünya hakkındaki merak duygusunu nasıl harekete geçirdiğini araştırıyor. Kolay anlaşılır bölümlerle yaratıcı bilim öğreniminin temel öğelerine kapsamlı bir giriş sunarak, öğretmenin çocukların bilimsel kavram ve becerilerini geliştirmesine rehberlik ediyor.
Bu kitap aşağıdaki konulara odaklanıyor:
Bilimsel ve yaratıcı süreçler arasındaki bağlantılar
Yaratıcılık için yaratıcı bir öğretim nasıl yapılacağı
Bilimsel öğrenmenin erken dönemlerinde oyunun rolü
Drama yoluyla bilimsel anlayışı geliştirmek
Bilimde okul dışı uygulamaların kullanılması
Öğrenme kuramlarının çocukların yaratıcı gelişimi ile ilişkisi
Fen konularını oyunlar, drama, rol yapma, kuklalar, mini-safariler ve küçük geziler gibi yenilikçi ve yaratıcı yollarla öğretmek
Teşvik edici, erişilebilir, çağdaş ve en ileri pratiğe öncülük eden Yaratıcı Fen Öğretimi hem yeni hem de deneyimli ilköğretim öğretmenlerini desteklemek ve motive etmek için yeni fikirler sunuyor. Bu kitap, sınıfta fen öğretmek için yaratıcı yaklaşımlar benimsemek isteyen profesyoneller için vazgeçilmez bir kaynak.
Dan Davies ve Deb McGregor yaratıcılığın ipuçlarını Montessori, Reggio Emilia, Orman Okulları ve Waldorf Pedagojisi’nden alıyor ve etkileşimli, yaratıcı bir bilim eğitiminin nasıl yapılacağını ortaya koyuyor.
Sosyal Bilgiler Öğretiminde Teknolojinin Kullanımı : Uzaktan Eğitim İçin Alternatifler, 2020
Bilginin hızlı bir şekilde dolaşıma sokulduğu ve tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Teknoloji kulla... more Bilginin hızlı bir şekilde dolaşıma sokulduğu ve tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Teknoloji kullanımı ile birlikte “bilginin veriye dönüştüğü” bugün, eğitim de kabuk değiştiriyor. Teknolojik gelişmişlik düzeyi ve dijitalleşme eğitim sürecine sirayet ediyor. Öyle ki günümüzde artık eğitimde teknoloji kullanımı olmazsa olmaz.
Dünyayı sarsan pandeminin neden olduğu zorlu koşullarda eğitimde teknoloji ve dijitalleşmenin değeri bir kez daha ortaya çıktı. COVID-19 felaketi hem okullarımızın hem de öğretmenlerimizin dijital okuryazarlığının ne kadar gelişkin olduğunu sorgulamamıza yol açtı. Uzaktan eğitim “yeni normalimiz” haline geldi. Elbette eğitimin her alanının hızla geliştiği bir dönemde çocukların bilişsel zekâsını geliştirmeye odaklanan sosyal bilimlerin bu vaziyete kayıtsız kalması beklenemez.
Dr. Yakup Ayaydın’ın editörlüğünde hazırlanan “Sosyal Bilgiler Öğretiminde Teknolojinin Kullanımı Uzaktan Eğitim İçin Alternatifler”, 21. Yüzyılda çocukların becerilerini dijitalleştirme yolunda eğitimcilere önemli ipuçları veriyor. Birbirinden değerli eğitimcinin katkı sunduğu bu kitap, kısa filmden teknoloji destekli zihin haritalarına, sanal gerçeklikten sosyal medya okuryazarlığına değin çağımızın önemli kavram ve araçlarını eğitim süreçlerine entegre etmeyi amaçlıyor. Böylelikle okurların uzaktan eğitime alternatifler oluşturmasına yardımcı oluyor.
COVID-19 Salgınında Vaka Yönetimi, 2020
Covid-19 ilk çıktığı günden sonraki dört ay içerisinde tüm dünyada 3 milyondan fazla kişiye bulaş... more Covid-19 ilk çıktığı günden sonraki dört ay içerisinde tüm dünyada 3 milyondan fazla kişiye bulaşmış ve iki yüz binden fazla insanın ölümüne neden olmuştur. Söz konusu tarihten itibaren salgınla mücadele kapsamında kişisel, kişilerarası, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik çalışmalar yürütülmeye başlanmıştır.
Vaka yönetimi plan yapmak, araştırmak, savunuculuk yapmak ve farklı sosyal hizmet kurumları ya da sağlık bakımı organizasyonlarından hizmetleri izlemek ve müracaatçı yararına çalışma sürecidir. Bu süreç bir organizasyondaki ya da farklı organizasyonlardaki meslektaşların çalışmalarını koordine etmek için, profesyonel ekip çalışması aracılığıyla insanlara hizmet etme olanağı tanımaktadır.
Covid-19 salgını çocuklar, gençler, yaşlılar, fiziksel ve ruhsal sağlık, eğitim ve çalışma yaşamı, kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi toplumun tüm kesimleri olumsuz yönde etkilemiş ve karmaşık ihtiyaçları gündeme getirmiştir.
Covid-19 Salgınında Vaka Yönetimi kitabında her bir konu etik ve değerler, nitelikler, bilgi, kültürel ve dilbilimsel yeterlilik, değerlendirme, hizmet planlaması, uygulama ve izleme, savunuculuk ve liderlik, disiplinlerarası ve örgüt içi işbirliği, uygulamayı değerlendirme ve geliştirme, kayıt tutma ve arşivleme, iş yükü sürdürülebilirliği ve profesyonel gelişim ve yetkinlik standartları çerçevesinde ele alınmıştır.
Almanya’da Kimlik, Aidiyet ve Türkiye kökenli Öğrenciler , 2019
Berlin Duvarı 1961’de yükseldi. Doğu Berlin’den günübirlik çalışmaya gelen emekçilerin önü birden... more Berlin Duvarı 1961’de yükseldi. Doğu Berlin’den günübirlik çalışmaya gelen emekçilerin önü birdenbire kesildi. Böylece Türkiye’den göçmenlerin ‘ek’ işgücü olarak çağrılmasıyla sıra dışı bir serüven başladı. Emek göçünün failleriydi onlar. Savaş yorgunu, enkaz halindeki Almanya’yı yeniden canlandırabilmek için, yaşamlarını, ailelerini, anılarını, ‘ev’lerini, geride, anavatanda bırakarak, gelecekleri ve aileleri için, umut içinde ama biraz da tedirginlik ve korkuyla, yepyeni bir yaşama doğru yola koyuldular. Sirkeci Garı’ndan davul zurna ile yolcu edilip, Almanya‘da coşkuyla karşılandılar. Misafir işçilerdi onlar: bugün orada, yarın anavatanlarında. Oysa zaman içinde yabancı işçi ve göç kökenli vatandaş oldular. Çoğunun geri dönüş planları, ertelendikçe ertelendi, değişti ve günbegün kalıcılaştılar. Eş, çocuklar, torunlar, yeni nesiller… Derken, bugün Almanya’da dördüncü nesle ulaştılar. Kalıcılaşmayla birlikte, çocukların eğitim sorunları gün yüzüne çıktı. Bunun yanında kimlik, aidiyet ve entegrasyon sorunları da. ‘Arada kalmış’, ‘dejenere olmuş’, ‘kayıp kuşak’, ‘gurbetçi’, ‘Almancı’, ‘parçalanmış kimlikler’, ‘kimlik krizi yaşayanlar’, ‘tutunamayanlar’ olarak nitelendirildiler. Kimlik bunalımı yaşayan, problemli bireyler olarak etiketlendiler/etiketlenmek istendiler. Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa onlar diasporik kimlikleri sayesinde çok zengin bir kültüre mi sahipler? Akşam evde Türkiye’yi, sabah okulda Almanya’yı yaşayan öğrencilerin okulda gördükleri tarih, coğrafya ve vatandaşlık eğitimi dersleri onların yaşamları için nasıl çözümler üretiyor ya da gerilim alanları yaratıyor? Almanya’da Kimlik, Aidiyet ve Türkiye Kökenli Öğrenciler kitabı zengin bir kültürel alaşıma ve dinamik, kendilerine özgü bir kimliğe sahip Türkiye kökenli öğrencilerin kimlik inşalarına ve aidiyet gelişimlerine, vatandaşlık eğitimi temelli derslerin katkılarının neler olduğunu belirlemek üzere yazıldı. Bu kitap, bu sürecin nasıl olduğunu, deneyim pratiklerini Almanya’da yine özne olarak Türkiye kökenlilere sorarak ortaya koyuyor. İrem Pamuk bu kitabın, günümüzde göçmen kökenli tüm bireylerin yaşadığı kimlik problemlerine de farklı bakış açıları katmasını umut ediyor.
Eğitimden hiç kimse memnun değil. Çok açık ki değişmesi ve dönüşmesi lazım. İktidarı, muhalefeti,... more Eğitimden hiç kimse memnun değil. Çok açık ki değişmesi ve dönüşmesi lazım. İktidarı, muhalefeti, öğretmeni, öğrencisi herkes şikayetçi. O zaman uzun uzun düşünmek, derinlemesine tartışmak ve hatta hiç olmayacak gibi gözüken önerileri denemek zorundayız.
“Joe L. Kincheloe, son yirmi yılda Eleştirel Pedagoji’yi yeni okurlarla tanıştırdı, bu konudaki ilgiyi canlandırdı ve bu alana özgü fiziksel ve sanal mekânlar yarattı. Bu kitap, Joe’nun eleştirel pedagoji konusundaki tutkusunu içermekte ve çok sık olarak karşılaşılan zorlukların ve bunlara meydan okunması için Türkçe konuşan insanlara erişilebilir bir alan yaratmaktadır. Şu an yaşıyor olsaydı, bu önemli yayını kutluyor olurdu.”
Prof. Dr. Shirley R. Steinberg
“Joe Kincheloe, eğitim alanının en bilgili ve söyledikleri rahatça anlaşılabilen yenilikçilerinden biriydi. Eleştirel pedagojiye olan katkısı derindi ve sosyal adalet eğitimi alanını etkilemeyi hâlâ sürdürmektedir.”
Prof. Dr. Peter McLaren
Umut yaşıyor fakat bu, naif değil, pratik bir umut olmalıdır. Pratik bir umut, sadece gökkuşaklarını, tek boynuzlu atları, somun ekmeği ve inceliği kutlamaz fakat “ne yapılabilir” ile ilişkisi içinde “nedir”i titiz biçimde anlar. Umut ancak dayanışma ile birleşirse meyve verir. Uzun erimli bir dayanışma olmaksızın sosyo-politik ve eğitsel rüyalarımız gerçekleşmez. Eleştirel pedagoji yeni ve umut dolu bir eğitimin ve geleceğin anahtarını bize sunuyor.
Sosyal bilgilerin içeriği ve konu alanlarının ne olması gerektiği ile ilgili tartışmalar dünyada ... more Sosyal bilgilerin içeriği ve konu alanlarının ne olması gerektiği ile ilgili tartışmalar dünyada ve Türkiye’de uzun yıllardır sürmektedir. Bu tartışmalara karşın, sosyal bilgiler eğitiminde yapılandırmacılık esaslarına dayanan ve öğrencinin aktif katılımına olanak veren öğretim yöntemlerinin kullanılmasının gerekliliği konusunda eğitimciler arasında genel bir fikir birliği oluşmaya başlamıştır. Bu kitap tam da bu nedenle, bu öğretim yöntemlerinin özellikle sosyal bilgiler dersine özgü olarak tanıtılması ve uygulama örnekleriyle açıklanması düşüncesine dayanmaktadır. Bu bağlamda bu kitap sosyal bilgiler öğretmen adayları için temel bir kaynak olarak tasarlanmıştır.
Son yıllarda sosyal bilgiler eğitiminde geleneksel öğretim yöntemleri dışında öğrencinin araştırma, inceleme ve değerlendirmeler yaptığı öğretim yöntemlerinin ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu öğretim yöntemleri öğrencinin öğrenme süreci boyunca aktif olduğu ve kendi öğrenmesinden doğrudan sorumlu olduğu yöntemlerdir. Bu kitap ile öğrencileri yoğun olarak araştırma ve incelemeye sevk eden bu yöntemlerin teorik altyapılarının, gelişim süreçlerinin ve uygulama aşamalarının açıklanması hedeflenmiştir. Ayrıca uygulama basamakları ayrıntılı olarak verilen etkinlik örnekleriyle de desteklenmiştir. Bu tür öğretim yöntemlerinin okullarımızda henüz istenilen düzeyde uygulanamadığı dikkate alındığında, bu kitabın görevde olan öğretmelere de yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Son olarak, bu yöntemlerin teorik altyapılarının ve temel ilkelerinin alan yazın ile desteklenerek ayrıntılı açıklanmış olması sebebiyle bu kitap, lisansüstü öğrencilerin araştırmalarına yön verecek bir başvuru kaynağı olabilir.
Bu çalışmanın sosyal bilgiler eğitimi alanına katkı sağlayacağı ve yararlı olacağı umuduyla…
“Otizm dünyasında yer yine yerinden oynuyor. Bu, Kerri Rivera’nın başarısı. Elinizde tuttuğunuz b... more “Otizm dünyasında yer yine yerinden oynuyor. Bu, Kerri Rivera’nın başarısı. Elinizde tuttuğunuz bu kapsamlı kitabında, biyomedikal yaklaşımın özünü oluşturan ve çocukların %90’ında, %90 oranında etki sağlamış tekniklerin yoğunlaştırılmış ve basitleştirilmiş halini sunuyor sizlere.
Kerri’nin vücutta süregiden kronik enfeksiyon ve enfestasyon (parazit istilası) yükünü azaltma odaklı bütüncül ve herkesin bütçesine uygun yaklaşımı, çoğu otistik çocuk ve gencin en temel sorununa çözüm buluyor. Kerri’nin yöntemini, bugüne değin çok sayıda çocuğu; güvenli yoldan, fazla bir maliyeti de olmadan ve sağlam şekilde iyileşmeye götürmüş en önemli araç yapan da bu özelliklerdir.
Araştırmalarının geçerliliği, dünyanın dört bir yanından binlerce ailenin elde ettiği muazzam olumlu sonuçlarca teyit edilmiş durumdadır.”
Dr. Dietrich Klinghardt
“Son 3 yıl içinde, kendilerine ‘regresif otizm’ tanısı konulmuş tam 115 çocuk gördük; hem belirtilerden hem de bu tanıdan kurtulan, her bakımdan tam bir sağlık ve zindeliğe kavuşan bu çocuklar Kerri’nin başarısıdır. Nasıl olup da iyileşebildikleri sizi birazcık olsun ilgilendiriyorsa kesinlikle bu kitabı okumalısınız. Kerri, kalbi otizmli çocuklar için çarpan bir kadın ve karşı karşıya olduğumuz bu salgınla başa çıkabilmede ailelere güvenli ve tasarruflu tedavi yöntem ve modellerini önermeye büyük çaba sarfediyor.”
Teri Arranga (AutismOne Vakfı İdari İşler Müdürü)
Sanatla eğitimin önem ve etkililiği yaratıcılık ve yaratıcı beyin açısından incelenirken, dizgese... more Sanatla eğitimin önem ve etkililiği yaratıcılık ve yaratıcı beyin açısından incelenirken, dizgesel bakımdan bir kolaylık olmak üzere, alandaki belli başlı iki anlayış olan sanat yoluyla eğitim ve sanat için eğitim kavramları üzerinde yoğunlaşılmıştır. Her iki yaklaşımla ilgili olarak sanat eğitimi kuramlarının Batı dünyasında değişik dönemlerdeki gereksinimlere ve kimi ideolojilere göre izlediği yollar üzerinde durulmuş; çağdaş disiplinlerarası kültürel ve sanatsal eğitsel projeler örneklerle anlatılırken, disiplinlerarası ve disiplinler geçişli sanat eğitimi tartışılmıştır. En başta sanat bilimi olmak üzere, sanatlar eğitim bilimi, sanat yoluyla öğrenme, sanatsal okur-yazarlık gibi kavramlar açıklanmıştır.
Cumhuriyet’in ve demokrasinin ideallerine dayanarak XX. yüzyılın başlarından itibaren yeniden kur... more Cumhuriyet’in ve demokrasinin ideallerine dayanarak XX. yüzyılın başlarından itibaren yeniden kurumsallaşan, toplumsal olarak dönüşen ve inşa edilen Türkiye için önemsenen temel noktalardan biri iyi vatandaşın, ahlaklı yurttaşın nasıl yetiştirilebileceğiydi. Her anlamda yetişmiş insan potansiyeli eksikliğinin hissedildiği Türkiye'de; anayasal haklardan ahlaki ölçütlere uzanan geniş bilgi yığınına hâkim ahlaklı vatandaşın yetiştirilmesinin anahtarı ise eğitim olarak görüldü. Bu kitap, öğretim programlarında ve ders kitaplarında hem geçmişte ahlak eğitiminde ne tür yöntemlerin kullanıldığını açığa çıkartmakta hem de günümüzde nasıl bir ahlak eğitimi olması gerektiğine dair ipuçları vermektedir.
Ayrıca bu eser II. Meşrutiyet yıllarının da birikimini göz önünde bulundurarak öğretim programlarından, ders kitaplarından ve ikincil kaynaklardan hareketle Türkiye’nin tarihindeki ve eğitim düşüncesindeki iyi yurttaşın başka bir deyişle ahlaklı vatandaşın nasıl kurgulandığını açığa çıkartmaktadır. Türkiye'de ahlak eğitiminin ve eğitim düşüncesinin nereden gelip nereye gittiğine dair yön tayin eden bu eserin eğitim tarihi ve eğitim felsefesi üzerine çalışmalar yapan araştırmacılara katkı sağlaması beklenmektedir.
Kadına yönelik şiddetin nedenlerine bakıldığında; stres, depresyon, düşük gelire sahip olma ve ma... more Kadına yönelik şiddetin nedenlerine bakıldığında; stres, depresyon, düşük gelire sahip olma ve maddi güçlükten kaynaklanan bunalımlar, yeni bir çocuk için destek harcamaları, evlilikte çatışma yaşama, çocukların eğitimi ve bakımı konusunda yaşanan anlaşmazlıklar, kadının ev işi yükünden bunalması ve şikayet etmesi gibi konuların risk faktörü olduğu görülür.
Bu risk faktörlerinin ailenin zihinsel engelli çocuğa sahip olması durumunda daha baskın faktörler olarak aile içinde yaşanabileceği ve kadına yönelik aile içi şiddete yol açabileceği düşünülür. Ayrıca engelli çocuğun bakımının genellikle anne tarafından üstlenilmesi ve toplumda anneye böyle bir görevin atfedilmesi aile içi iletişim süreçlerine de yansır. Aile içi iletişim ve etkileşim sürecinin sağlıksız bir zeminde yaşanması sonucunda ise aile içi şiddet olaylarına rastlanılması kaçınılmaz gözükür.
Bu kitap; zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddeti incelemek ve annelerin aile içi şiddete ilişkin neler düşündüklerini ve aile içi şiddet karşısında neler hissettiklerini açıklığa kavuşturmak isteğinin bir sonucudur. Evde, aile içinde, sokakta, akran grubunda, mahallede, kamu kurum ve kuruluşlarında kısacası toplumun her kesiminde ve her alanda karşımıza çıkan şiddet karmaşık bir olgu olarak gözükmektedir. Serdarhan Duru ve Veli Duyan bu kitabıyla, zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddet ortaya çıkışını şiddet öyküleriyle anlamaya çalışıyor ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için somut öneriler sunuyor.
“Aman sus kızım, ayıp olur.”
Bu kitabı, toplumsal hafızamızda depremin kalıcı bir yer etmesine katkıda bulunmak için yazıyorum... more Bu kitabı, toplumsal hafızamızda depremin kalıcı bir yer etmesine katkıda bulunmak için yazıyorum. Depremi korkunç kılanın yerin sarsılmasından çok, bilgisiz, hazırlıksız, örgütsüz ve yanlış şekillerde kurduğumuz mekânlarımız ve yaşamlarımız olduğunun altını çizmek için yazıyorum.
Her tür eşitsizliğin her tür “sarsıntıyı” derinleştirdiğini göstermek istiyorum. Olumsuzluklardan, sorumluluğu üstlenmeyen hem toplumun hem de devletin sorumlu olduğuna işaret etmek istiyorum.
Toplumla devleti birlikte sorumlu eyleyiciler (aktörler) olarak işaretlerken amacım devletin sorumluluğunu dağıtmak değil, devlete yüklediğimiz sorumluluğun içini doldurmak.
Her seferinde “artık geçti” diyemeyeceğimiz kadar iç içe olduğumuz deprem gerçeğini kabul edip, gereğini yapmaya bir çağrı bu – bundan önce yapılmış bin bir çağrıdan biri daha... “Gereği” de, bina yıkıp-yapmak değil; toplumsal sorunlarımızla bugüne kadar olduğundan farklı şekillerde, bakış açımızı farklılaştırarak ilgilenmekle işe başlayabiliriz.
Sosyal Sermaye Teorisi ve Sürdürülebilir Yerel Kalkınma
“Tek kişinin sesiyle bir toplumun sesi aynı güce sahip değildir.”
İktisadi olaylar üzerinde etki... more “Tek kişinin sesiyle bir toplumun sesi aynı güce sahip değildir.”
İktisadi olaylar üzerinde etkisi olan unsurları önemsiz gibi görmek, dünyayı yeterince gözlemleye-mediğimizi gösterir. İktisadi olaylar sadece matematiksel değerler üzerinden değil soyut değerlerle birlikte gelişir.
Bu çalışma sosyal sermaye teorisini, iktisatçıların insan odaklı anlayışından yola çıkarak anlatıyor. Gelecekte çocuklarımıza güzel ve yaşanabilir bir ülke bırakmak için sosyal sermayeden yararlanma biçimlerini gösteriyor.
Bu çalışma sadece iktisatçılar ve yerel yönetimler için değil, piyasaların ekonomik, sosyolojik, ekolojik ve psikolojik sorunlarıyla ilgilenen herkes için değerli bilgiler içeriyor.
Tarih Ders Kitaplarında Kimlik Söylemi, Dec 1, 2016
Modern dönemde eğitimin yaygınlaşması ve kitlesel boyutlara ulaşması, siyasî iktidarların ders ki... more Modern dönemde eğitimin yaygınlaşması ve kitlesel boyutlara ulaşması, siyasî iktidarların ders kitaplarına olan ilgisini ortaya çıkarmıştır. Toplumsal bilgi, davranış, inanç ve değerlerin ders kitapları aracılığıyla aktarılmasıyla yeni nesillerde sadâkât, itaat ve aidiyet duyguları inşa edilmeye çalışılmıştır. Ders kitapları, siyasi iktidara milyonlarca öğrenciye ulaşarak toplumsal düzeni sürdürmek, kültürel değerleri aktarmak ve çeşitli normları belirlemek için gerek duyduğu meşruiyet zeminini sağlayan önemli bir araç niteliği taşır.
Genelde kültür dersleri özelde ise tarih dersleriyle vatan, vatanseverlik, ulusu yüceltme gibi kavramlar aktarılırken milliyetçilik ön plana çıkarılır. Tarih ders kitaplarında belirli bir etnisiteye ait kültürel geçmiş diğerlerinin geçmişinden daha önemli görülür ve merkezde konumlanır. Bu bakış açısıyla tarih ders kitapları hakîm etnisitenin geçmişine çok büyük önem atfeder ve ötekiyi görmezden gelir.
Tercan Yıldırım bu kitabında dönem dönem siyasi iktidarların tarih öğretimini nasıl araçsallaştırıldığı üzerinde durmuş, Tükiye’de tarih ders kitapları aracılığıyla inşa edilmeye çalışılan kimlik söylemini ortaya koymuştur.
Suça Sürüklenen Çocuk ve Gençler, Dec 16, 2016
Suç, çocuk/genç suçluluğu ile suça sürüklenen çocuk kavramları, suç kuramları, çocuk suçluluğuna ... more Suç, çocuk/genç suçluluğu ile suça sürüklenen çocuk kavramları, suç kuramları, çocuk suçluluğuna ilişkin mevzuat, ilgili literatürde yer alan çalışmalar, çocuk/genç suçluluğuna neden olan risk faktörleri ve denetimli serbestlik sistemi elinizdeki kitabın konularını oluşturmaktadır.
Çocuğun ve gencin topluma uyumlu bir birey olma yolunda sorumluluk sahibi olan başta denetimli serbestlik uzmanı olmak üzere ilgili tüm meslek elemanlarının planladıkları müdahale ve programların etkili olabilmesi için çocukların ve gençlerin sahip olduğu tüm sosyal destek sistemlerinin harekete geçirilmesinde aktif rol almaları; suça sürüklenen çocuk ve gençler için geliştirilebilecek tüm denetimli serbestlik uygulamaları ve mesleki müdahaleler için teorik bir bilgi kaynağı olması bakımından önem taşımaktadır.
Suça sürüklenen ve denetimli serbestlik tedbiri altındaki çocukların ve gençlerin sosyal destek algılarının ortaya konularak, tedbir süresince sunulan tüm rehberlik ve iyileştirme faaliyetlerinin aile, arkadaş ve sosyal çevre boyutlarını da içine alan bir kapsamda yapılandırılması; çocukları ve gençleri suça itebilecek risk faktörlerinin ortadan kaldırılması için aile, arkadaş ve sosyal çevresinin dâhil edildiği koruyucu önleyici ve sosyal hizmet müdahalelerinin ve projelerinin geliştirilmesi; çocuğun ve gencin denetimli serbestlik süresince uygulamakla ve katılmakla yükümlü olduğu tüm faaliyetleri bir zorunluluk olarak görmemesi, bu faaliyetleri özümseyerek yerine getirebilmesi için sosyal çevresinden destek alınmasının öneminin kavranması; denetimli serbestlik sürecinin işlevsel kılınabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Uygulamalı İlişkisel Sosyoloji , Dec 1, 2016
Klasik ve çağdaş sosyolojide sosyo-kültürel süreçleri anlamada sosyal ilişkiler konusu ayrıcalıkl... more Klasik ve çağdaş sosyolojide sosyo-kültürel süreçleri anlamada sosyal ilişkiler konusu ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu yüzden son yıllarda sosyologların “ilişkisel sosyoloji”(relational sociology) alanında yaptıkları sistematik çalışmaların değerlendirilmesi önem kazanmaktadır.
R. Collins’in (1998) belirttiği gibi Goffman’dan esinlenerek “halk” (public) olarak anılan sosyologlar, aslında realizm ve inşacılık kadar pozitivizm ve yorumlayıcılık gibi entelektüel karşıt fikirlerin demokratik bir şekilde tartışıldığı bir ilişki-ağı (network) için bir enerji ve heyecan kaynağıdır. Bu verimli konuşma ve tartışmalardaki gerilim sonucu ortaya çıkan en önemli şey ise, tek veya özgün bir kuramdan ziyade dinamik sosyal süreçleri anlamak için bir ilişki- ağı zemininin oluşmasıdır. Çünkü 1990’lara gelinceye değin özellikle ilişki-ağı analizlerindeki (network analysis) hâkim pozitivist anlayış, matematiksel yönü ağır bastığı için kültürel zenginliği kavramaktan uzak olduğu gibi yorum ve anlam inşa sürecini de ihmal etmektedir.
Bu kitaptaki yazılar ilişkisel sosyolojiyi bilinçli bir şekilde epistemolojik ve dolayısıyla yöntemsel olarak ele alan çalışmalar temelinde gerçekleştirilmiştir. Kitabın uygulamalı bölümünde yer alan çalışmalara rehberlik eden kuramsal bilgileri içeren ilk bölümde, Avrupa’dan (Bourdieu, Elias ile Kivinen ve Piiroinen) ve ABD’den (White gibi) ilişkisel sosyolojik çalışmaları bulunan kişiler kadar, onlar üzerine çalışanların da (Mohr, Baur ve Ernst, Crossley, Fuhse, v.b.) görüşlerinin meta-analizi yapılmıştır. Ayrıca kitapta Türkiye’deki gayrimüslimler ve Suriyeli mültecilerden başlayarak, gençlik ve annelikten instagram ve facebook kullananlara, hegemonya inşasından domuz gribine değin çeşitli konulardaki araştırmalar, ilişkisel sosyolojinin temel ilkelerine uymaya çalışılarak gerçekleştirilmiştir.
Julio Cortázar’ın Öykülerinin Sembolik İmgelemi , Oct 1, 2016
Julio Cortázar roman, şiir ve dram türlerinde de son derece önemi eserler vermiş olsa bile edebi ... more Julio Cortázar roman, şiir ve dram türlerinde de son derece önemi eserler vermiş olsa bile edebi niteliği en arı olan yapıtlarının öyküleri olduğu kabul edilmektedir. Analitik psikolojinin ortak bilinçdışının arketipleri alanına özel bir ilgi duyan Arjantinli yazar söz konusu eserlerinin birçoğunu bilinçdışı içerikleri temel alarak biçimlendirmiş ya da bunlarda insan için genelgeçer nitelikteki imge ve sembollere yer vermiştir. Özellikle bu eğilimin belirleyici olduğu Cortázar öyküleri, Gilbert Durand'ın kurucusu olduğu İmgesel Yapısalcılık kuramı bakış açısından irdelenebilir niteliktedir.
Bu kitaptaki çözümlemeler Durand'ın imgeler arasındaki ilişkileri temel alarak oluşturduğu yapılardan yola çıkılarak yapılmıştır. Böylelikle, sözü geçen öykülerin imgelem düzeyindeki dinamikleri açığa vurulmaktadır. Bu sembolik imgelem boyutu, ilgili yapıtların derinlemesine kavranabilmesi açısından tamamlayıcı niteliktedir. Söz konusu yaklaşım tam ve kesin sonuçlara varma amacının ötesinde, yüzeysel bir okumada gözden kaçan imgesel değerin esere kazandırdığı anlam zenginliğini ortaya çıkartmaktadır.
Annelik Haritası, Oct 1, 2016
Pek çoğumuz ideal bir annenin varolmadığını biliyor. Ama olduğumuzdan daha iyi bir anne olabilece... more Pek çoğumuz ideal bir annenin varolmadığını biliyor. Ama olduğumuzdan daha iyi bir anne olabileceğini de seziyoruz. Gelin “ideal anne” yerine “olmak istediğimiz anne” diyelim. Ve elinizdeki kitapla bu yolculuğa çıkalım.
Annelik Haritası ilk duyunca, kulağa garip gelebilir. Anlamak için yakınlaşmak, hatta daha iyisi denemek gerek. Sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu öğrenmek için başkalarının söylediklerine değil, kendi haritanızın söylediklerine bakmak çok önemli.
Yıllardır blogger yazarlığından kitap yazarlığına, verdiği sayısız annelik atölyesi ve çalıştığı uzmanlara kadar birikimini öylesine kolay bir yöntemde sentezledi ki Gülüş Türkmen, size sadece uygulamak kalıyor.
“Annelik Haritası sizi yargılamadan, bir kalıba sokmaya çalışmadan, sizi yönlendiren güçleri ve duyguları algılamanızı, onları kontrol etmenizi sağlıyor. Haritanızda yapacağınız küçük bir değişiklik, bu değişiklikten kaynaklanacak davranış farklarının müjdecisi. Güncel hayatta birinin uyarması ya da önerisi üzerine fikir değiştirmek neredeyse imkansızdır. Annelik Haritası’nda bu değişikliği o kadar kolay kılan, kontrolün ve kararın tamamen size ait olmasıdır.”
2010 senesinde Alternatif Anne Platformu’nu kuran Gülüş Türkmen, ilk kitabı Anneliğin Ötesi ile çok okundu, çok beğenildi.
Annelik Haritası’ni duyunca, meselenin sadece anneyi ilgilendirdiğini düşünmeyin. Unutulmamalı ki baba, anne ile birlikte ebeveynlik yükünü bölüşmelidir. Ancak bu yolla, huzurlu, hemfikir ve hayatı kolaylaştıran bir ailenin yolu bulunabilir. Harita babalar için de yeni yollar açıyor.
Çocuğunuzu yetiştirmek için ortalıkta yüzlerce fikrin uçuştuğu günümüzde, siz gelin Gülüş Türkmen’in rehberliğinde kendi yolunuzu çizin.
Milli Tarih Nedir?, Oct 1, 2016
Milli tarih kavramı bir tarafıyla ulus devlet tartışmasını, bir tarafıyla da tarihin neliği tartı... more Milli tarih kavramı bir tarafıyla ulus devlet tartışmasını, bir tarafıyla da tarihin neliği tartışmasını içinde barındırır. Ulus devletlerin inşası, beraberinde milli tarihlerinin de inşası anlamını taşımaktadır. Bu durum aynı zamanda ulusun homojenliğine ve milli kültüre yapılan vurgu ile ulusun geçmişteki ortak kültür etrafında tanzim edilme sürecidir. Bu sürecin eleştiriye uğraması, ulus inşasının bir aracı olarak milli tarihe dair tartışmaların ortaya çıkışına karşılık gelir.
Kavram olarak milli tarih bugünde üretilir ve inşa edilir. Milli tarihle karşılaşan öznenin dışında bu inşa sürecinin öznesi ise tarihi inşa eden tarihçiler ve inşa edilen milli tarihi yaygınlaştıran tarih eğitimcilerinden başkası değildir. Başka bir ifadeyle bugün de milli tarih bir tarafıyla öznenin milli tarihe yüklediği anlamlarken diğer taraftan tarihçilerin inşa ettiği tarihler ve tarih eğitimcisinin milli tarihi yaygınlaştırma sürecidir.
Ahmet Vurgun, bugüne kadar yapılan milli tarih tartışmalarının ışığında milli tarihi hem inşa edenlerin hem de öğretenlerin gözüyle incelemektedir. Yazar, ülkenin dört bir tarafında iş yaşantılarını sürdüren tarihçiler ve tarih eğitimcileriyle yaptığı görüşmeler neticesinde bugünkü milli tarihin neliğini tartışıyor; milli tarihle, tarih öğretimiyle ilgilenenler ve ulus devletin ideolojik aygıtları üzerine düşünen ve yazanlar için yeni ufuklar açıyor.
Uploads
Eğitim Serisi by Yeni İnsan Yayınevi
Bu muhteşem küçük kitap, işte bu noktada devreye giriyor. Etkili ebeveynlik üzerine en son bulguları takip eden Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, elinden gelenin en iyisini yapmak isteyen anne babalara rehber ve ilham oluyor. Türkiye’nin kıymetli uzmanları ve sosyal medyanın sevilen ebeveynleri, konuları güncel ve yerel bir dille, yaşadıkları ülkede uygulanabilecek gerçek örnekler eşliğinde sunuyorlar.
Her aile ve her çocuk farklı olduğundan, size özel yazılmış hiç bir rehber olamaz. Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik argümanları, hem anne babalar hem de çocuklar için huzurlu bir hayatın prensiplerini, doğru kaynaklara ve güvenilir araştırmalara dayandırarak sunar.
Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, çocuk yetiştirmeyi daha keyifli ve etkili hale getirecek.
Yaratıcı Fen Öğretimi, öğretiminizi geliştirmek ve çocukların bilimde yaratıcı öğrenmelerinin merkezi bileşenleri olarak merak, gözlem, keşfetme ve sorgulamayı vurgulamak adına sizlere yenilikçi bir başlangıç noktası sunuyor.
Kitap, sınıftan ve daha ötesinden örnekler sunarak, yaratıcı öğretimin çocukların dünya hakkındaki merak duygusunu nasıl harekete geçirdiğini araştırıyor. Kolay anlaşılır bölümlerle yaratıcı bilim öğreniminin temel öğelerine kapsamlı bir giriş sunarak, öğretmenin çocukların bilimsel kavram ve becerilerini geliştirmesine rehberlik ediyor.
Bu kitap aşağıdaki konulara odaklanıyor:
Bilimsel ve yaratıcı süreçler arasındaki bağlantılar
Yaratıcılık için yaratıcı bir öğretim nasıl yapılacağı
Bilimsel öğrenmenin erken dönemlerinde oyunun rolü
Drama yoluyla bilimsel anlayışı geliştirmek
Bilimde okul dışı uygulamaların kullanılması
Öğrenme kuramlarının çocukların yaratıcı gelişimi ile ilişkisi
Fen konularını oyunlar, drama, rol yapma, kuklalar, mini-safariler ve küçük geziler gibi yenilikçi ve yaratıcı yollarla öğretmek
Teşvik edici, erişilebilir, çağdaş ve en ileri pratiğe öncülük eden Yaratıcı Fen Öğretimi hem yeni hem de deneyimli ilköğretim öğretmenlerini desteklemek ve motive etmek için yeni fikirler sunuyor. Bu kitap, sınıfta fen öğretmek için yaratıcı yaklaşımlar benimsemek isteyen profesyoneller için vazgeçilmez bir kaynak.
Dan Davies ve Deb McGregor yaratıcılığın ipuçlarını Montessori, Reggio Emilia, Orman Okulları ve Waldorf Pedagojisi’nden alıyor ve etkileşimli, yaratıcı bir bilim eğitiminin nasıl yapılacağını ortaya koyuyor.
Dünyayı sarsan pandeminin neden olduğu zorlu koşullarda eğitimde teknoloji ve dijitalleşmenin değeri bir kez daha ortaya çıktı. COVID-19 felaketi hem okullarımızın hem de öğretmenlerimizin dijital okuryazarlığının ne kadar gelişkin olduğunu sorgulamamıza yol açtı. Uzaktan eğitim “yeni normalimiz” haline geldi. Elbette eğitimin her alanının hızla geliştiği bir dönemde çocukların bilişsel zekâsını geliştirmeye odaklanan sosyal bilimlerin bu vaziyete kayıtsız kalması beklenemez.
Dr. Yakup Ayaydın’ın editörlüğünde hazırlanan “Sosyal Bilgiler Öğretiminde Teknolojinin Kullanımı Uzaktan Eğitim İçin Alternatifler”, 21. Yüzyılda çocukların becerilerini dijitalleştirme yolunda eğitimcilere önemli ipuçları veriyor. Birbirinden değerli eğitimcinin katkı sunduğu bu kitap, kısa filmden teknoloji destekli zihin haritalarına, sanal gerçeklikten sosyal medya okuryazarlığına değin çağımızın önemli kavram ve araçlarını eğitim süreçlerine entegre etmeyi amaçlıyor. Böylelikle okurların uzaktan eğitime alternatifler oluşturmasına yardımcı oluyor.
Vaka yönetimi plan yapmak, araştırmak, savunuculuk yapmak ve farklı sosyal hizmet kurumları ya da sağlık bakımı organizasyonlarından hizmetleri izlemek ve müracaatçı yararına çalışma sürecidir. Bu süreç bir organizasyondaki ya da farklı organizasyonlardaki meslektaşların çalışmalarını koordine etmek için, profesyonel ekip çalışması aracılığıyla insanlara hizmet etme olanağı tanımaktadır.
Covid-19 salgını çocuklar, gençler, yaşlılar, fiziksel ve ruhsal sağlık, eğitim ve çalışma yaşamı, kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi toplumun tüm kesimleri olumsuz yönde etkilemiş ve karmaşık ihtiyaçları gündeme getirmiştir.
Covid-19 Salgınında Vaka Yönetimi kitabında her bir konu etik ve değerler, nitelikler, bilgi, kültürel ve dilbilimsel yeterlilik, değerlendirme, hizmet planlaması, uygulama ve izleme, savunuculuk ve liderlik, disiplinlerarası ve örgüt içi işbirliği, uygulamayı değerlendirme ve geliştirme, kayıt tutma ve arşivleme, iş yükü sürdürülebilirliği ve profesyonel gelişim ve yetkinlik standartları çerçevesinde ele alınmıştır.
“Joe L. Kincheloe, son yirmi yılda Eleştirel Pedagoji’yi yeni okurlarla tanıştırdı, bu konudaki ilgiyi canlandırdı ve bu alana özgü fiziksel ve sanal mekânlar yarattı. Bu kitap, Joe’nun eleştirel pedagoji konusundaki tutkusunu içermekte ve çok sık olarak karşılaşılan zorlukların ve bunlara meydan okunması için Türkçe konuşan insanlara erişilebilir bir alan yaratmaktadır. Şu an yaşıyor olsaydı, bu önemli yayını kutluyor olurdu.”
Prof. Dr. Shirley R. Steinberg
“Joe Kincheloe, eğitim alanının en bilgili ve söyledikleri rahatça anlaşılabilen yenilikçilerinden biriydi. Eleştirel pedagojiye olan katkısı derindi ve sosyal adalet eğitimi alanını etkilemeyi hâlâ sürdürmektedir.”
Prof. Dr. Peter McLaren
Umut yaşıyor fakat bu, naif değil, pratik bir umut olmalıdır. Pratik bir umut, sadece gökkuşaklarını, tek boynuzlu atları, somun ekmeği ve inceliği kutlamaz fakat “ne yapılabilir” ile ilişkisi içinde “nedir”i titiz biçimde anlar. Umut ancak dayanışma ile birleşirse meyve verir. Uzun erimli bir dayanışma olmaksızın sosyo-politik ve eğitsel rüyalarımız gerçekleşmez. Eleştirel pedagoji yeni ve umut dolu bir eğitimin ve geleceğin anahtarını bize sunuyor.
Son yıllarda sosyal bilgiler eğitiminde geleneksel öğretim yöntemleri dışında öğrencinin araştırma, inceleme ve değerlendirmeler yaptığı öğretim yöntemlerinin ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu öğretim yöntemleri öğrencinin öğrenme süreci boyunca aktif olduğu ve kendi öğrenmesinden doğrudan sorumlu olduğu yöntemlerdir. Bu kitap ile öğrencileri yoğun olarak araştırma ve incelemeye sevk eden bu yöntemlerin teorik altyapılarının, gelişim süreçlerinin ve uygulama aşamalarının açıklanması hedeflenmiştir. Ayrıca uygulama basamakları ayrıntılı olarak verilen etkinlik örnekleriyle de desteklenmiştir. Bu tür öğretim yöntemlerinin okullarımızda henüz istenilen düzeyde uygulanamadığı dikkate alındığında, bu kitabın görevde olan öğretmelere de yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Son olarak, bu yöntemlerin teorik altyapılarının ve temel ilkelerinin alan yazın ile desteklenerek ayrıntılı açıklanmış olması sebebiyle bu kitap, lisansüstü öğrencilerin araştırmalarına yön verecek bir başvuru kaynağı olabilir.
Bu çalışmanın sosyal bilgiler eğitimi alanına katkı sağlayacağı ve yararlı olacağı umuduyla…
Kerri’nin vücutta süregiden kronik enfeksiyon ve enfestasyon (parazit istilası) yükünü azaltma odaklı bütüncül ve herkesin bütçesine uygun yaklaşımı, çoğu otistik çocuk ve gencin en temel sorununa çözüm buluyor. Kerri’nin yöntemini, bugüne değin çok sayıda çocuğu; güvenli yoldan, fazla bir maliyeti de olmadan ve sağlam şekilde iyileşmeye götürmüş en önemli araç yapan da bu özelliklerdir.
Araştırmalarının geçerliliği, dünyanın dört bir yanından binlerce ailenin elde ettiği muazzam olumlu sonuçlarca teyit edilmiş durumdadır.”
Dr. Dietrich Klinghardt
“Son 3 yıl içinde, kendilerine ‘regresif otizm’ tanısı konulmuş tam 115 çocuk gördük; hem belirtilerden hem de bu tanıdan kurtulan, her bakımdan tam bir sağlık ve zindeliğe kavuşan bu çocuklar Kerri’nin başarısıdır. Nasıl olup da iyileşebildikleri sizi birazcık olsun ilgilendiriyorsa kesinlikle bu kitabı okumalısınız. Kerri, kalbi otizmli çocuklar için çarpan bir kadın ve karşı karşıya olduğumuz bu salgınla başa çıkabilmede ailelere güvenli ve tasarruflu tedavi yöntem ve modellerini önermeye büyük çaba sarfediyor.”
Teri Arranga (AutismOne Vakfı İdari İşler Müdürü)
Ayrıca bu eser II. Meşrutiyet yıllarının da birikimini göz önünde bulundurarak öğretim programlarından, ders kitaplarından ve ikincil kaynaklardan hareketle Türkiye’nin tarihindeki ve eğitim düşüncesindeki iyi yurttaşın başka bir deyişle ahlaklı vatandaşın nasıl kurgulandığını açığa çıkartmaktadır. Türkiye'de ahlak eğitiminin ve eğitim düşüncesinin nereden gelip nereye gittiğine dair yön tayin eden bu eserin eğitim tarihi ve eğitim felsefesi üzerine çalışmalar yapan araştırmacılara katkı sağlaması beklenmektedir.
Bu risk faktörlerinin ailenin zihinsel engelli çocuğa sahip olması durumunda daha baskın faktörler olarak aile içinde yaşanabileceği ve kadına yönelik aile içi şiddete yol açabileceği düşünülür. Ayrıca engelli çocuğun bakımının genellikle anne tarafından üstlenilmesi ve toplumda anneye böyle bir görevin atfedilmesi aile içi iletişim süreçlerine de yansır. Aile içi iletişim ve etkileşim sürecinin sağlıksız bir zeminde yaşanması sonucunda ise aile içi şiddet olaylarına rastlanılması kaçınılmaz gözükür.
Bu kitap; zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddeti incelemek ve annelerin aile içi şiddete ilişkin neler düşündüklerini ve aile içi şiddet karşısında neler hissettiklerini açıklığa kavuşturmak isteğinin bir sonucudur. Evde, aile içinde, sokakta, akran grubunda, mahallede, kamu kurum ve kuruluşlarında kısacası toplumun her kesiminde ve her alanda karşımıza çıkan şiddet karmaşık bir olgu olarak gözükmektedir. Serdarhan Duru ve Veli Duyan bu kitabıyla, zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddet ortaya çıkışını şiddet öyküleriyle anlamaya çalışıyor ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için somut öneriler sunuyor.
“Aman sus kızım, ayıp olur.”
Her tür eşitsizliğin her tür “sarsıntıyı” derinleştirdiğini göstermek istiyorum. Olumsuzluklardan, sorumluluğu üstlenmeyen hem toplumun hem de devletin sorumlu olduğuna işaret etmek istiyorum.
Toplumla devleti birlikte sorumlu eyleyiciler (aktörler) olarak işaretlerken amacım devletin sorumluluğunu dağıtmak değil, devlete yüklediğimiz sorumluluğun içini doldurmak.
Her seferinde “artık geçti” diyemeyeceğimiz kadar iç içe olduğumuz deprem gerçeğini kabul edip, gereğini yapmaya bir çağrı bu – bundan önce yapılmış bin bir çağrıdan biri daha... “Gereği” de, bina yıkıp-yapmak değil; toplumsal sorunlarımızla bugüne kadar olduğundan farklı şekillerde, bakış açımızı farklılaştırarak ilgilenmekle işe başlayabiliriz.
İktisadi olaylar üzerinde etkisi olan unsurları önemsiz gibi görmek, dünyayı yeterince gözlemleye-mediğimizi gösterir. İktisadi olaylar sadece matematiksel değerler üzerinden değil soyut değerlerle birlikte gelişir.
Bu çalışma sosyal sermaye teorisini, iktisatçıların insan odaklı anlayışından yola çıkarak anlatıyor. Gelecekte çocuklarımıza güzel ve yaşanabilir bir ülke bırakmak için sosyal sermayeden yararlanma biçimlerini gösteriyor.
Bu çalışma sadece iktisatçılar ve yerel yönetimler için değil, piyasaların ekonomik, sosyolojik, ekolojik ve psikolojik sorunlarıyla ilgilenen herkes için değerli bilgiler içeriyor.
Genelde kültür dersleri özelde ise tarih dersleriyle vatan, vatanseverlik, ulusu yüceltme gibi kavramlar aktarılırken milliyetçilik ön plana çıkarılır. Tarih ders kitaplarında belirli bir etnisiteye ait kültürel geçmiş diğerlerinin geçmişinden daha önemli görülür ve merkezde konumlanır. Bu bakış açısıyla tarih ders kitapları hakîm etnisitenin geçmişine çok büyük önem atfeder ve ötekiyi görmezden gelir.
Tercan Yıldırım bu kitabında dönem dönem siyasi iktidarların tarih öğretimini nasıl araçsallaştırıldığı üzerinde durmuş, Tükiye’de tarih ders kitapları aracılığıyla inşa edilmeye çalışılan kimlik söylemini ortaya koymuştur.
Çocuğun ve gencin topluma uyumlu bir birey olma yolunda sorumluluk sahibi olan başta denetimli serbestlik uzmanı olmak üzere ilgili tüm meslek elemanlarının planladıkları müdahale ve programların etkili olabilmesi için çocukların ve gençlerin sahip olduğu tüm sosyal destek sistemlerinin harekete geçirilmesinde aktif rol almaları; suça sürüklenen çocuk ve gençler için geliştirilebilecek tüm denetimli serbestlik uygulamaları ve mesleki müdahaleler için teorik bir bilgi kaynağı olması bakımından önem taşımaktadır.
Suça sürüklenen ve denetimli serbestlik tedbiri altındaki çocukların ve gençlerin sosyal destek algılarının ortaya konularak, tedbir süresince sunulan tüm rehberlik ve iyileştirme faaliyetlerinin aile, arkadaş ve sosyal çevre boyutlarını da içine alan bir kapsamda yapılandırılması; çocukları ve gençleri suça itebilecek risk faktörlerinin ortadan kaldırılması için aile, arkadaş ve sosyal çevresinin dâhil edildiği koruyucu önleyici ve sosyal hizmet müdahalelerinin ve projelerinin geliştirilmesi; çocuğun ve gencin denetimli serbestlik süresince uygulamakla ve katılmakla yükümlü olduğu tüm faaliyetleri bir zorunluluk olarak görmemesi, bu faaliyetleri özümseyerek yerine getirebilmesi için sosyal çevresinden destek alınmasının öneminin kavranması; denetimli serbestlik sürecinin işlevsel kılınabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
R. Collins’in (1998) belirttiği gibi Goffman’dan esinlenerek “halk” (public) olarak anılan sosyologlar, aslında realizm ve inşacılık kadar pozitivizm ve yorumlayıcılık gibi entelektüel karşıt fikirlerin demokratik bir şekilde tartışıldığı bir ilişki-ağı (network) için bir enerji ve heyecan kaynağıdır. Bu verimli konuşma ve tartışmalardaki gerilim sonucu ortaya çıkan en önemli şey ise, tek veya özgün bir kuramdan ziyade dinamik sosyal süreçleri anlamak için bir ilişki- ağı zemininin oluşmasıdır. Çünkü 1990’lara gelinceye değin özellikle ilişki-ağı analizlerindeki (network analysis) hâkim pozitivist anlayış, matematiksel yönü ağır bastığı için kültürel zenginliği kavramaktan uzak olduğu gibi yorum ve anlam inşa sürecini de ihmal etmektedir.
Bu kitaptaki yazılar ilişkisel sosyolojiyi bilinçli bir şekilde epistemolojik ve dolayısıyla yöntemsel olarak ele alan çalışmalar temelinde gerçekleştirilmiştir. Kitabın uygulamalı bölümünde yer alan çalışmalara rehberlik eden kuramsal bilgileri içeren ilk bölümde, Avrupa’dan (Bourdieu, Elias ile Kivinen ve Piiroinen) ve ABD’den (White gibi) ilişkisel sosyolojik çalışmaları bulunan kişiler kadar, onlar üzerine çalışanların da (Mohr, Baur ve Ernst, Crossley, Fuhse, v.b.) görüşlerinin meta-analizi yapılmıştır. Ayrıca kitapta Türkiye’deki gayrimüslimler ve Suriyeli mültecilerden başlayarak, gençlik ve annelikten instagram ve facebook kullananlara, hegemonya inşasından domuz gribine değin çeşitli konulardaki araştırmalar, ilişkisel sosyolojinin temel ilkelerine uymaya çalışılarak gerçekleştirilmiştir.
Bu kitaptaki çözümlemeler Durand'ın imgeler arasındaki ilişkileri temel alarak oluşturduğu yapılardan yola çıkılarak yapılmıştır. Böylelikle, sözü geçen öykülerin imgelem düzeyindeki dinamikleri açığa vurulmaktadır. Bu sembolik imgelem boyutu, ilgili yapıtların derinlemesine kavranabilmesi açısından tamamlayıcı niteliktedir. Söz konusu yaklaşım tam ve kesin sonuçlara varma amacının ötesinde, yüzeysel bir okumada gözden kaçan imgesel değerin esere kazandırdığı anlam zenginliğini ortaya çıkartmaktadır.
Annelik Haritası ilk duyunca, kulağa garip gelebilir. Anlamak için yakınlaşmak, hatta daha iyisi denemek gerek. Sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu öğrenmek için başkalarının söylediklerine değil, kendi haritanızın söylediklerine bakmak çok önemli.
Yıllardır blogger yazarlığından kitap yazarlığına, verdiği sayısız annelik atölyesi ve çalıştığı uzmanlara kadar birikimini öylesine kolay bir yöntemde sentezledi ki Gülüş Türkmen, size sadece uygulamak kalıyor.
“Annelik Haritası sizi yargılamadan, bir kalıba sokmaya çalışmadan, sizi yönlendiren güçleri ve duyguları algılamanızı, onları kontrol etmenizi sağlıyor. Haritanızda yapacağınız küçük bir değişiklik, bu değişiklikten kaynaklanacak davranış farklarının müjdecisi. Güncel hayatta birinin uyarması ya da önerisi üzerine fikir değiştirmek neredeyse imkansızdır. Annelik Haritası’nda bu değişikliği o kadar kolay kılan, kontrolün ve kararın tamamen size ait olmasıdır.”
2010 senesinde Alternatif Anne Platformu’nu kuran Gülüş Türkmen, ilk kitabı Anneliğin Ötesi ile çok okundu, çok beğenildi.
Annelik Haritası’ni duyunca, meselenin sadece anneyi ilgilendirdiğini düşünmeyin. Unutulmamalı ki baba, anne ile birlikte ebeveynlik yükünü bölüşmelidir. Ancak bu yolla, huzurlu, hemfikir ve hayatı kolaylaştıran bir ailenin yolu bulunabilir. Harita babalar için de yeni yollar açıyor.
Çocuğunuzu yetiştirmek için ortalıkta yüzlerce fikrin uçuştuğu günümüzde, siz gelin Gülüş Türkmen’in rehberliğinde kendi yolunuzu çizin.
Kavram olarak milli tarih bugünde üretilir ve inşa edilir. Milli tarihle karşılaşan öznenin dışında bu inşa sürecinin öznesi ise tarihi inşa eden tarihçiler ve inşa edilen milli tarihi yaygınlaştıran tarih eğitimcilerinden başkası değildir. Başka bir ifadeyle bugün de milli tarih bir tarafıyla öznenin milli tarihe yüklediği anlamlarken diğer taraftan tarihçilerin inşa ettiği tarihler ve tarih eğitimcisinin milli tarihi yaygınlaştırma sürecidir.
Ahmet Vurgun, bugüne kadar yapılan milli tarih tartışmalarının ışığında milli tarihi hem inşa edenlerin hem de öğretenlerin gözüyle incelemektedir. Yazar, ülkenin dört bir tarafında iş yaşantılarını sürdüren tarihçiler ve tarih eğitimcileriyle yaptığı görüşmeler neticesinde bugünkü milli tarihin neliğini tartışıyor; milli tarihle, tarih öğretimiyle ilgilenenler ve ulus devletin ideolojik aygıtları üzerine düşünen ve yazanlar için yeni ufuklar açıyor.
Bu muhteşem küçük kitap, işte bu noktada devreye giriyor. Etkili ebeveynlik üzerine en son bulguları takip eden Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, elinden gelenin en iyisini yapmak isteyen anne babalara rehber ve ilham oluyor. Türkiye’nin kıymetli uzmanları ve sosyal medyanın sevilen ebeveynleri, konuları güncel ve yerel bir dille, yaşadıkları ülkede uygulanabilecek gerçek örnekler eşliğinde sunuyorlar.
Her aile ve her çocuk farklı olduğundan, size özel yazılmış hiç bir rehber olamaz. Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik argümanları, hem anne babalar hem de çocuklar için huzurlu bir hayatın prensiplerini, doğru kaynaklara ve güvenilir araştırmalara dayandırarak sunar.
Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik, çocuk yetiştirmeyi daha keyifli ve etkili hale getirecek.
Yaratıcı Fen Öğretimi, öğretiminizi geliştirmek ve çocukların bilimde yaratıcı öğrenmelerinin merkezi bileşenleri olarak merak, gözlem, keşfetme ve sorgulamayı vurgulamak adına sizlere yenilikçi bir başlangıç noktası sunuyor.
Kitap, sınıftan ve daha ötesinden örnekler sunarak, yaratıcı öğretimin çocukların dünya hakkındaki merak duygusunu nasıl harekete geçirdiğini araştırıyor. Kolay anlaşılır bölümlerle yaratıcı bilim öğreniminin temel öğelerine kapsamlı bir giriş sunarak, öğretmenin çocukların bilimsel kavram ve becerilerini geliştirmesine rehberlik ediyor.
Bu kitap aşağıdaki konulara odaklanıyor:
Bilimsel ve yaratıcı süreçler arasındaki bağlantılar
Yaratıcılık için yaratıcı bir öğretim nasıl yapılacağı
Bilimsel öğrenmenin erken dönemlerinde oyunun rolü
Drama yoluyla bilimsel anlayışı geliştirmek
Bilimde okul dışı uygulamaların kullanılması
Öğrenme kuramlarının çocukların yaratıcı gelişimi ile ilişkisi
Fen konularını oyunlar, drama, rol yapma, kuklalar, mini-safariler ve küçük geziler gibi yenilikçi ve yaratıcı yollarla öğretmek
Teşvik edici, erişilebilir, çağdaş ve en ileri pratiğe öncülük eden Yaratıcı Fen Öğretimi hem yeni hem de deneyimli ilköğretim öğretmenlerini desteklemek ve motive etmek için yeni fikirler sunuyor. Bu kitap, sınıfta fen öğretmek için yaratıcı yaklaşımlar benimsemek isteyen profesyoneller için vazgeçilmez bir kaynak.
Dan Davies ve Deb McGregor yaratıcılığın ipuçlarını Montessori, Reggio Emilia, Orman Okulları ve Waldorf Pedagojisi’nden alıyor ve etkileşimli, yaratıcı bir bilim eğitiminin nasıl yapılacağını ortaya koyuyor.
Dünyayı sarsan pandeminin neden olduğu zorlu koşullarda eğitimde teknoloji ve dijitalleşmenin değeri bir kez daha ortaya çıktı. COVID-19 felaketi hem okullarımızın hem de öğretmenlerimizin dijital okuryazarlığının ne kadar gelişkin olduğunu sorgulamamıza yol açtı. Uzaktan eğitim “yeni normalimiz” haline geldi. Elbette eğitimin her alanının hızla geliştiği bir dönemde çocukların bilişsel zekâsını geliştirmeye odaklanan sosyal bilimlerin bu vaziyete kayıtsız kalması beklenemez.
Dr. Yakup Ayaydın’ın editörlüğünde hazırlanan “Sosyal Bilgiler Öğretiminde Teknolojinin Kullanımı Uzaktan Eğitim İçin Alternatifler”, 21. Yüzyılda çocukların becerilerini dijitalleştirme yolunda eğitimcilere önemli ipuçları veriyor. Birbirinden değerli eğitimcinin katkı sunduğu bu kitap, kısa filmden teknoloji destekli zihin haritalarına, sanal gerçeklikten sosyal medya okuryazarlığına değin çağımızın önemli kavram ve araçlarını eğitim süreçlerine entegre etmeyi amaçlıyor. Böylelikle okurların uzaktan eğitime alternatifler oluşturmasına yardımcı oluyor.
Vaka yönetimi plan yapmak, araştırmak, savunuculuk yapmak ve farklı sosyal hizmet kurumları ya da sağlık bakımı organizasyonlarından hizmetleri izlemek ve müracaatçı yararına çalışma sürecidir. Bu süreç bir organizasyondaki ya da farklı organizasyonlardaki meslektaşların çalışmalarını koordine etmek için, profesyonel ekip çalışması aracılığıyla insanlara hizmet etme olanağı tanımaktadır.
Covid-19 salgını çocuklar, gençler, yaşlılar, fiziksel ve ruhsal sağlık, eğitim ve çalışma yaşamı, kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi toplumun tüm kesimleri olumsuz yönde etkilemiş ve karmaşık ihtiyaçları gündeme getirmiştir.
Covid-19 Salgınında Vaka Yönetimi kitabında her bir konu etik ve değerler, nitelikler, bilgi, kültürel ve dilbilimsel yeterlilik, değerlendirme, hizmet planlaması, uygulama ve izleme, savunuculuk ve liderlik, disiplinlerarası ve örgüt içi işbirliği, uygulamayı değerlendirme ve geliştirme, kayıt tutma ve arşivleme, iş yükü sürdürülebilirliği ve profesyonel gelişim ve yetkinlik standartları çerçevesinde ele alınmıştır.
“Joe L. Kincheloe, son yirmi yılda Eleştirel Pedagoji’yi yeni okurlarla tanıştırdı, bu konudaki ilgiyi canlandırdı ve bu alana özgü fiziksel ve sanal mekânlar yarattı. Bu kitap, Joe’nun eleştirel pedagoji konusundaki tutkusunu içermekte ve çok sık olarak karşılaşılan zorlukların ve bunlara meydan okunması için Türkçe konuşan insanlara erişilebilir bir alan yaratmaktadır. Şu an yaşıyor olsaydı, bu önemli yayını kutluyor olurdu.”
Prof. Dr. Shirley R. Steinberg
“Joe Kincheloe, eğitim alanının en bilgili ve söyledikleri rahatça anlaşılabilen yenilikçilerinden biriydi. Eleştirel pedagojiye olan katkısı derindi ve sosyal adalet eğitimi alanını etkilemeyi hâlâ sürdürmektedir.”
Prof. Dr. Peter McLaren
Umut yaşıyor fakat bu, naif değil, pratik bir umut olmalıdır. Pratik bir umut, sadece gökkuşaklarını, tek boynuzlu atları, somun ekmeği ve inceliği kutlamaz fakat “ne yapılabilir” ile ilişkisi içinde “nedir”i titiz biçimde anlar. Umut ancak dayanışma ile birleşirse meyve verir. Uzun erimli bir dayanışma olmaksızın sosyo-politik ve eğitsel rüyalarımız gerçekleşmez. Eleştirel pedagoji yeni ve umut dolu bir eğitimin ve geleceğin anahtarını bize sunuyor.
Son yıllarda sosyal bilgiler eğitiminde geleneksel öğretim yöntemleri dışında öğrencinin araştırma, inceleme ve değerlendirmeler yaptığı öğretim yöntemlerinin ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu öğretim yöntemleri öğrencinin öğrenme süreci boyunca aktif olduğu ve kendi öğrenmesinden doğrudan sorumlu olduğu yöntemlerdir. Bu kitap ile öğrencileri yoğun olarak araştırma ve incelemeye sevk eden bu yöntemlerin teorik altyapılarının, gelişim süreçlerinin ve uygulama aşamalarının açıklanması hedeflenmiştir. Ayrıca uygulama basamakları ayrıntılı olarak verilen etkinlik örnekleriyle de desteklenmiştir. Bu tür öğretim yöntemlerinin okullarımızda henüz istenilen düzeyde uygulanamadığı dikkate alındığında, bu kitabın görevde olan öğretmelere de yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Son olarak, bu yöntemlerin teorik altyapılarının ve temel ilkelerinin alan yazın ile desteklenerek ayrıntılı açıklanmış olması sebebiyle bu kitap, lisansüstü öğrencilerin araştırmalarına yön verecek bir başvuru kaynağı olabilir.
Bu çalışmanın sosyal bilgiler eğitimi alanına katkı sağlayacağı ve yararlı olacağı umuduyla…
Kerri’nin vücutta süregiden kronik enfeksiyon ve enfestasyon (parazit istilası) yükünü azaltma odaklı bütüncül ve herkesin bütçesine uygun yaklaşımı, çoğu otistik çocuk ve gencin en temel sorununa çözüm buluyor. Kerri’nin yöntemini, bugüne değin çok sayıda çocuğu; güvenli yoldan, fazla bir maliyeti de olmadan ve sağlam şekilde iyileşmeye götürmüş en önemli araç yapan da bu özelliklerdir.
Araştırmalarının geçerliliği, dünyanın dört bir yanından binlerce ailenin elde ettiği muazzam olumlu sonuçlarca teyit edilmiş durumdadır.”
Dr. Dietrich Klinghardt
“Son 3 yıl içinde, kendilerine ‘regresif otizm’ tanısı konulmuş tam 115 çocuk gördük; hem belirtilerden hem de bu tanıdan kurtulan, her bakımdan tam bir sağlık ve zindeliğe kavuşan bu çocuklar Kerri’nin başarısıdır. Nasıl olup da iyileşebildikleri sizi birazcık olsun ilgilendiriyorsa kesinlikle bu kitabı okumalısınız. Kerri, kalbi otizmli çocuklar için çarpan bir kadın ve karşı karşıya olduğumuz bu salgınla başa çıkabilmede ailelere güvenli ve tasarruflu tedavi yöntem ve modellerini önermeye büyük çaba sarfediyor.”
Teri Arranga (AutismOne Vakfı İdari İşler Müdürü)
Ayrıca bu eser II. Meşrutiyet yıllarının da birikimini göz önünde bulundurarak öğretim programlarından, ders kitaplarından ve ikincil kaynaklardan hareketle Türkiye’nin tarihindeki ve eğitim düşüncesindeki iyi yurttaşın başka bir deyişle ahlaklı vatandaşın nasıl kurgulandığını açığa çıkartmaktadır. Türkiye'de ahlak eğitiminin ve eğitim düşüncesinin nereden gelip nereye gittiğine dair yön tayin eden bu eserin eğitim tarihi ve eğitim felsefesi üzerine çalışmalar yapan araştırmacılara katkı sağlaması beklenmektedir.
Bu risk faktörlerinin ailenin zihinsel engelli çocuğa sahip olması durumunda daha baskın faktörler olarak aile içinde yaşanabileceği ve kadına yönelik aile içi şiddete yol açabileceği düşünülür. Ayrıca engelli çocuğun bakımının genellikle anne tarafından üstlenilmesi ve toplumda anneye böyle bir görevin atfedilmesi aile içi iletişim süreçlerine de yansır. Aile içi iletişim ve etkileşim sürecinin sağlıksız bir zeminde yaşanması sonucunda ise aile içi şiddet olaylarına rastlanılması kaçınılmaz gözükür.
Bu kitap; zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddeti incelemek ve annelerin aile içi şiddete ilişkin neler düşündüklerini ve aile içi şiddet karşısında neler hissettiklerini açıklığa kavuşturmak isteğinin bir sonucudur. Evde, aile içinde, sokakta, akran grubunda, mahallede, kamu kurum ve kuruluşlarında kısacası toplumun her kesiminde ve her alanda karşımıza çıkan şiddet karmaşık bir olgu olarak gözükmektedir. Serdarhan Duru ve Veli Duyan bu kitabıyla, zihinsel engelli çocuğa sahip ailelerde kadına yönelik aile içi şiddet ortaya çıkışını şiddet öyküleriyle anlamaya çalışıyor ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için somut öneriler sunuyor.
“Aman sus kızım, ayıp olur.”
Her tür eşitsizliğin her tür “sarsıntıyı” derinleştirdiğini göstermek istiyorum. Olumsuzluklardan, sorumluluğu üstlenmeyen hem toplumun hem de devletin sorumlu olduğuna işaret etmek istiyorum.
Toplumla devleti birlikte sorumlu eyleyiciler (aktörler) olarak işaretlerken amacım devletin sorumluluğunu dağıtmak değil, devlete yüklediğimiz sorumluluğun içini doldurmak.
Her seferinde “artık geçti” diyemeyeceğimiz kadar iç içe olduğumuz deprem gerçeğini kabul edip, gereğini yapmaya bir çağrı bu – bundan önce yapılmış bin bir çağrıdan biri daha... “Gereği” de, bina yıkıp-yapmak değil; toplumsal sorunlarımızla bugüne kadar olduğundan farklı şekillerde, bakış açımızı farklılaştırarak ilgilenmekle işe başlayabiliriz.
İktisadi olaylar üzerinde etkisi olan unsurları önemsiz gibi görmek, dünyayı yeterince gözlemleye-mediğimizi gösterir. İktisadi olaylar sadece matematiksel değerler üzerinden değil soyut değerlerle birlikte gelişir.
Bu çalışma sosyal sermaye teorisini, iktisatçıların insan odaklı anlayışından yola çıkarak anlatıyor. Gelecekte çocuklarımıza güzel ve yaşanabilir bir ülke bırakmak için sosyal sermayeden yararlanma biçimlerini gösteriyor.
Bu çalışma sadece iktisatçılar ve yerel yönetimler için değil, piyasaların ekonomik, sosyolojik, ekolojik ve psikolojik sorunlarıyla ilgilenen herkes için değerli bilgiler içeriyor.
Genelde kültür dersleri özelde ise tarih dersleriyle vatan, vatanseverlik, ulusu yüceltme gibi kavramlar aktarılırken milliyetçilik ön plana çıkarılır. Tarih ders kitaplarında belirli bir etnisiteye ait kültürel geçmiş diğerlerinin geçmişinden daha önemli görülür ve merkezde konumlanır. Bu bakış açısıyla tarih ders kitapları hakîm etnisitenin geçmişine çok büyük önem atfeder ve ötekiyi görmezden gelir.
Tercan Yıldırım bu kitabında dönem dönem siyasi iktidarların tarih öğretimini nasıl araçsallaştırıldığı üzerinde durmuş, Tükiye’de tarih ders kitapları aracılığıyla inşa edilmeye çalışılan kimlik söylemini ortaya koymuştur.
Çocuğun ve gencin topluma uyumlu bir birey olma yolunda sorumluluk sahibi olan başta denetimli serbestlik uzmanı olmak üzere ilgili tüm meslek elemanlarının planladıkları müdahale ve programların etkili olabilmesi için çocukların ve gençlerin sahip olduğu tüm sosyal destek sistemlerinin harekete geçirilmesinde aktif rol almaları; suça sürüklenen çocuk ve gençler için geliştirilebilecek tüm denetimli serbestlik uygulamaları ve mesleki müdahaleler için teorik bir bilgi kaynağı olması bakımından önem taşımaktadır.
Suça sürüklenen ve denetimli serbestlik tedbiri altındaki çocukların ve gençlerin sosyal destek algılarının ortaya konularak, tedbir süresince sunulan tüm rehberlik ve iyileştirme faaliyetlerinin aile, arkadaş ve sosyal çevre boyutlarını da içine alan bir kapsamda yapılandırılması; çocukları ve gençleri suça itebilecek risk faktörlerinin ortadan kaldırılması için aile, arkadaş ve sosyal çevresinin dâhil edildiği koruyucu önleyici ve sosyal hizmet müdahalelerinin ve projelerinin geliştirilmesi; çocuğun ve gencin denetimli serbestlik süresince uygulamakla ve katılmakla yükümlü olduğu tüm faaliyetleri bir zorunluluk olarak görmemesi, bu faaliyetleri özümseyerek yerine getirebilmesi için sosyal çevresinden destek alınmasının öneminin kavranması; denetimli serbestlik sürecinin işlevsel kılınabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
R. Collins’in (1998) belirttiği gibi Goffman’dan esinlenerek “halk” (public) olarak anılan sosyologlar, aslında realizm ve inşacılık kadar pozitivizm ve yorumlayıcılık gibi entelektüel karşıt fikirlerin demokratik bir şekilde tartışıldığı bir ilişki-ağı (network) için bir enerji ve heyecan kaynağıdır. Bu verimli konuşma ve tartışmalardaki gerilim sonucu ortaya çıkan en önemli şey ise, tek veya özgün bir kuramdan ziyade dinamik sosyal süreçleri anlamak için bir ilişki- ağı zemininin oluşmasıdır. Çünkü 1990’lara gelinceye değin özellikle ilişki-ağı analizlerindeki (network analysis) hâkim pozitivist anlayış, matematiksel yönü ağır bastığı için kültürel zenginliği kavramaktan uzak olduğu gibi yorum ve anlam inşa sürecini de ihmal etmektedir.
Bu kitaptaki yazılar ilişkisel sosyolojiyi bilinçli bir şekilde epistemolojik ve dolayısıyla yöntemsel olarak ele alan çalışmalar temelinde gerçekleştirilmiştir. Kitabın uygulamalı bölümünde yer alan çalışmalara rehberlik eden kuramsal bilgileri içeren ilk bölümde, Avrupa’dan (Bourdieu, Elias ile Kivinen ve Piiroinen) ve ABD’den (White gibi) ilişkisel sosyolojik çalışmaları bulunan kişiler kadar, onlar üzerine çalışanların da (Mohr, Baur ve Ernst, Crossley, Fuhse, v.b.) görüşlerinin meta-analizi yapılmıştır. Ayrıca kitapta Türkiye’deki gayrimüslimler ve Suriyeli mültecilerden başlayarak, gençlik ve annelikten instagram ve facebook kullananlara, hegemonya inşasından domuz gribine değin çeşitli konulardaki araştırmalar, ilişkisel sosyolojinin temel ilkelerine uymaya çalışılarak gerçekleştirilmiştir.
Bu kitaptaki çözümlemeler Durand'ın imgeler arasındaki ilişkileri temel alarak oluşturduğu yapılardan yola çıkılarak yapılmıştır. Böylelikle, sözü geçen öykülerin imgelem düzeyindeki dinamikleri açığa vurulmaktadır. Bu sembolik imgelem boyutu, ilgili yapıtların derinlemesine kavranabilmesi açısından tamamlayıcı niteliktedir. Söz konusu yaklaşım tam ve kesin sonuçlara varma amacının ötesinde, yüzeysel bir okumada gözden kaçan imgesel değerin esere kazandırdığı anlam zenginliğini ortaya çıkartmaktadır.
Annelik Haritası ilk duyunca, kulağa garip gelebilir. Anlamak için yakınlaşmak, hatta daha iyisi denemek gerek. Sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu öğrenmek için başkalarının söylediklerine değil, kendi haritanızın söylediklerine bakmak çok önemli.
Yıllardır blogger yazarlığından kitap yazarlığına, verdiği sayısız annelik atölyesi ve çalıştığı uzmanlara kadar birikimini öylesine kolay bir yöntemde sentezledi ki Gülüş Türkmen, size sadece uygulamak kalıyor.
“Annelik Haritası sizi yargılamadan, bir kalıba sokmaya çalışmadan, sizi yönlendiren güçleri ve duyguları algılamanızı, onları kontrol etmenizi sağlıyor. Haritanızda yapacağınız küçük bir değişiklik, bu değişiklikten kaynaklanacak davranış farklarının müjdecisi. Güncel hayatta birinin uyarması ya da önerisi üzerine fikir değiştirmek neredeyse imkansızdır. Annelik Haritası’nda bu değişikliği o kadar kolay kılan, kontrolün ve kararın tamamen size ait olmasıdır.”
2010 senesinde Alternatif Anne Platformu’nu kuran Gülüş Türkmen, ilk kitabı Anneliğin Ötesi ile çok okundu, çok beğenildi.
Annelik Haritası’ni duyunca, meselenin sadece anneyi ilgilendirdiğini düşünmeyin. Unutulmamalı ki baba, anne ile birlikte ebeveynlik yükünü bölüşmelidir. Ancak bu yolla, huzurlu, hemfikir ve hayatı kolaylaştıran bir ailenin yolu bulunabilir. Harita babalar için de yeni yollar açıyor.
Çocuğunuzu yetiştirmek için ortalıkta yüzlerce fikrin uçuştuğu günümüzde, siz gelin Gülüş Türkmen’in rehberliğinde kendi yolunuzu çizin.
Kavram olarak milli tarih bugünde üretilir ve inşa edilir. Milli tarihle karşılaşan öznenin dışında bu inşa sürecinin öznesi ise tarihi inşa eden tarihçiler ve inşa edilen milli tarihi yaygınlaştıran tarih eğitimcilerinden başkası değildir. Başka bir ifadeyle bugün de milli tarih bir tarafıyla öznenin milli tarihe yüklediği anlamlarken diğer taraftan tarihçilerin inşa ettiği tarihler ve tarih eğitimcisinin milli tarihi yaygınlaştırma sürecidir.
Ahmet Vurgun, bugüne kadar yapılan milli tarih tartışmalarının ışığında milli tarihi hem inşa edenlerin hem de öğretenlerin gözüyle incelemektedir. Yazar, ülkenin dört bir tarafında iş yaşantılarını sürdüren tarihçiler ve tarih eğitimcileriyle yaptığı görüşmeler neticesinde bugünkü milli tarihin neliğini tartışıyor; milli tarihle, tarih öğretimiyle ilgilenenler ve ulus devletin ideolojik aygıtları üzerine düşünen ve yazanlar için yeni ufuklar açıyor.
Artık market raflarında cici bici ambalajlarında kaplanmış, içinde ne barındırdığı belirsiz, farklı kıtalardan dev gemilerle taşınmış ürünlerle karşı karşıyayız.
Gıda ithalatı bir tek mevzuya odaklanmış durumdadır; düşük maliyetler.
Kayıplarımız ve geri döndürülemez varlıklarımız için tek bir can simidi kaldı; şehirli tüketicilerin seçimleri ve tüketmekten ileri gelen güçleri.
Ticaretin serbestliğiyle, yerel gıda üretiminin varoluşu birbirine taban tabana zıt. İpin ucu tüketicilerin ellerinde.
Birlikte Bir Yaşam Kurmak; başarılı yüzde onun sırrını açıklayan, ekoköy ya da niyetli topluluğunuzu kurarken iyi bir başlangıç yapmanıza yardımcı olmaya çalışan muhteşem bir rehber. Bu kitapta, 90’lı yılların başından beri kurulan hayallerini hayata geçirmiş düzinelerce topluluğun yaşadığı zorlu deneyimler damıtılarak sizin bir grup olarak nasıl başlayacağınıza dair elle tutulur tavsiyeler sıralanıyor. Vizyon belgelerinin oluşturulması, karar verme sürecinin ve topluluğun idaresinin belirlenmesi, anlaşmalar ve ilkelerin oluşturulması, arazi için para kaynağı bulunması ve arazinin satın alınması, iletişim ve işleyişinden size katılacak insanların seçilmesine kadar bu büyülü yolculukta karşınıza çıkabilecek bütün meseleler tek tek irdeleniyor.
‘Her potansiyel ekoköy sakini okumalı. Bu kitap, topluluklarda yaşayan veya onlar için tasarım yapan birçok permakültür tasarımcısı için önemli bir kılavuz ve el kitabı olacaktır.’
— Bill Mollison, Permakültür Hareketinin Eş Kurucusu
‘Başarılı bir topluluk oluşturmak, vizyon ve pratiğin özel bir karışımının bilgelikle harmanlanmasını gerektirir. Bu kitabı fevkalade bir ayna olarak düşünün. Bu kitaptaki bol deneyime dayanan uygulanabilirlik sizi sevindiriyorsa, muhtemelen vizyonunuzu gerçekleştirme bilgeliğine sahipsinizdir.’
— Robert Gilman, In Context’in Kurucu Editörü
Sürdürülebilir Yaşam Rehberi; beslenme şeklimizden sanat anlayışımıza, sürdürülebilir iyi olma halinden yaşam boyu öğrenmeye, sürdürülebilir fiziksel aktiviteden atık yönetimine kadar pek çok gündelik konuya değinerek sürdürülebilir bir yaşamın nasıl mümkün olabileceğini gözler önüne seriyor. Sürdürülebilir bir dünyayı bugünden kurmak istiyorsanız bu kitabı yanınızdan ayırmayacaksınız. Gezegenin yaralarını sarmak için hâlâ geç değil!
Küresel değer zincirinde yer bulan “hızlı moda” sorumsuz üretim ve tüketim süreçleri ile ekolojik dengeyi altüst ediyor. Her sezon milyonlarcası atık haline gelen giysiler, iş gücünün ucuz olduğu ülkelerde, adil olmayan, ağır ve kötü koşullarda köleleştirilen tekstil işçileri ya da çocuk işçiler tarafından üretiliyor. Her yıl birkaç kez değişen trendlerle yaratılan “kullan-at” tüketim döngüsü, giyilmeyen kıyafetlerle dolu gardıroplara ya da hiç satılmadan doğrudan çöpe giden milyonlarca giysiye neden oluyor.
Yavaş Moda, bu irrasyonel gidişe ciddi bir alternatif; ekolojik, sürdürülebilir, adil ve etik bir moda anlayışını tasarım, üretim, tüketim ilişkisi üzerinden yeniden örüyor. Bu harekette insana verilen değerin artması amaçlanıyor ve üretimde daha özgün, doğa ile barışık, el emeğinin değer gördüğü, uzun ömürlü ürünlerin çoğalması sağlanıyor. Böylelikle “yavaşlık” ana akım moda sistemine eleştirel bir bakış açısı kazandıran etik ve aktivist bir yaklaşım olmanın ötesinde, tepeden tırnağa ve doğrusal hareket eden güç dengelerine meydan okuma potansiyeli ile döngüsel ve dayanışmacı ekonomi modelinin de zeminini hazırlıyor.
Şölen Kipöz, moda dünyasında yazıları ve eserleriyle, dünyada da öncü olan ve geleceği müjdeleyen yeni bir moda anlayışının yaratıcı yazarlarının arasında yerini çoktan aldı. Elinizdeki kitap onun editörlüğünde Britanya’da yayınlandıktan sonra dilimize kazandırıldı. Hiç şüphe yok ki talep, üretimi de belirleyecektir. İnsani ölçekte üretim ve dayanışma ekonomisi ile değiş tokuş, belki de gıda ile beraber en yüksek ivmeyi moda alanında yakalayacak. Şölen Kipöz bu umutla yazdı. Stiller değişirken, modacıların hedef kitlesi de beklenti ve satın alma alışkanlıklarını değiştiriyor; ne güzel.
Yemek yaparken atık üretmeme konusunda ne kadar hassas davranırsak davranalım, çoğu zaman bunu başaramıyoruz. Marketteki ürünler belli porsiyonlarda paketlendiği için, pişireceğimiz yemeğin gerektirdiğinden daha fazla ürünle eve dönmek zorunda kalabiliyoruz. Ayrıca yemeğin ev halkı tarafından beğenilmesi ve sağlıklı olması arasında da bir denge kurmaya çalışıyoruz. Bu sürecin sonunda yenebilir durumdaki gıdaların toprakta, üreticide başlayan yolculuğu çöp kutumuzda son buluyor.
David Evans pek çoğumuzun ortak problemi haline gelen atık meselesini merkeze koyduğu araştırmasının sonuçlarını, çeşitli antropolog ve sosyologların teorileriyle harmanladığı bu kitap aracılığıyla okuyucuya sunuyor. Ayrıca Evans gıdayı gıda olmaktan çıkaran, onu “atmaya hazır” hale getiren sebepleri araştırarak, onları tekrar yenebilir hale getirme ihtimalini inceliyor.
“Sıfır Atık: Tüketim Kültürü ve Gıda İsrafı” kitabı kapalı kapıları aralıyor, insanların evine ve hayatına müdahil olarak gıdanın fazlalık ve atık olma rotasını eleştirel bir bakışla ortaya koyuyor. Eğer siz de daha az atık oluşturmayı amaçlıyor ama nereden ve nasıl başlayacağınızı bilmiyorsanız, bu kitap tam size göre.
Neyse ki sonunda, elinizdeki rehberle, ekoloji yayınlarımız içindeki büyük bir açığı kapatmış olduk. Çünkü bu rehber, sözü dolandırmadan, dallandırıp budaklandırmadan, elinizdeki tohumun, hasat zamanına kadar geçirdiği yolculuğa, usta bir bahçıvan gibi eşlik etmeniz için gereken bütün bilgileri, sade bir anlatımla madde madde diziyor.
Bugün, ne güzel ki kentte, kasabada ve kırda, toprağa, tohuma ve bunların geleneksel yetiştirilme biçimine hak ettiği saygı yeniden gösterilmeye başlandı. Eli toprağa hiç değmemiş ve çok değişik mesleklerden insanlar sebze ve meyve yetiştiriyor. Elinizdeki rehberle bilgi ve deneyim kazanıp, lezzetli, verimli ve şenlikli hasatlar yapacaksınız.
Zaten mesleği çiftçilik olanlar için de bu kitap önemli bir kaynak. Sürdürülebilir, tüketici odaklı, ekim zamanı, ürün seçimi ve yönetimi gibi konularda müthiş ipuçları veriyor. Çiftçinin en büyük problemi “verimlilik” için özel öneriler sunuyor.
Pratik Sebze Yetiştiriciliği kitabının, kulaktan kulağa tavsiye edilerek, kısa zamanda çok sevileceğine ve tohumdan hasada kadar el altında tutulan vazgeçilmez bir kaynak olacağına inanıyoruz.
Çok sayıda yerli ve yabancı uzman, akademisyen, gazeteci ve aktivist günümüzün önemli sorunlarından biri olan kalkınma-doğa ilişkisine dair çok önemli çıkarımları dile getirdiler. Bu deliliğin sosyal ve ekolojik dengeye verdiği zararların en açık biçimde kendini görünür kıldığı alanlardan biri, Paolo Prieri’nin tanımladığı şekliyle “Lüzumsuz ve Empoze edilmiş Projelerdir”. Lüzumsuz, zira hayali talep tahminlerine dayalı projelerin gerisinde insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, birtakım çıkar çevrelerine rant aktarma vardır. Empoze edilmiş, zira halkın parasıyla, tüm canlıların müşterekleri üzerinde yapılması planlanan bu projelerde halkın ve doğanın haklarının esamesi okunmuyor, halkın karar alma mekanizmalarına katılımı sağlanmıyor.
Bu lüzumsuz projelerin kabul görmek için, bir de halka “pazarlanması” gerekiyor. Romen aktivist Codruta Nedelcu, bu pazarlama faaliyetini aşama aşama çok veciz olarak şöyle özetliyor:
1. Herkesi heyecanlandıran büyük rakamlar verin,
2. Sözde ulusal çıkar kartını oynayın,
3. Oyunu teknik konularla sınırlandırın, sosyal ekolojik boyutunu gizleyin,
4. Bol bol teknik ifade kullanarak değerlendirmeyi insanlara yabancılaştırın, herkesin gururunu okşayın,
5. Bölgede yaşayanlara istihdam sözü verin.
Son dönemde Türkiye’de dayatılmış projeler etrafında hükümet ve kontrolündeki medya aracılığıyla yürütülen kampanyalarda bu aşamaların nasıl titizlikle ele alındığını çok açık.
İnsanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamayan, doğanın haklarını hiçe sayan projeler sürdürülemez. Bunlar, maliyeti insanların, doğanın ve gelecek kuşakların üstüne yıkılan, siyasi kârın iktidara, ekonomik kârın iktidara yakın iş çevrelerine aktarıldığı projelerdir. Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede, ekonomik kalkınma adına tutulan mevcut yol ne toplumsal, ne ekolojik dahası ne de ekonomik olarak sürdürülebilir değildir. Yol, köprü ya da kanal için ormanları talan eden, kentsel dönüşüm adına insanları yerinden yurdundan eden bu projelere “ama ekonomik kalkınma için bunları, bir süre gözardı edebiliriz” argümanı arkasına sığınarak ekonomik bir gerekçe bile bulmak mümkün değildir. Zira bu projeler ekonomik olarak da sürdürülebilirliğe hizmet etmemektedir. Bu projeleri besleyen demir-çelik, çimento, inşaat gibi sektörler, ülkenin cari açığını en fazla artıran sektörlerdir. Kısa ve orta vadede çare, ekonomik yapının yeşil bir dönüşüme tabi tutulmasıdır.
Deliliğe ve delilere değil, o projeden etkilenecek insanların katılımına, fikrine ve sağduyusuna ihtiyacımız var. Beş on senelik yatırımlara değil, uzun ömürlü ve çağın gerektirdiği girişimlere ihtiyacımız var. Tüm bunlar kendiliğinden olmayacak. İşte o noktada da halkın katılımına ve sahiplenmesine ihtiyacımız var.
Okudukça hayrete düşeceğiniz ve alternatiflerinin nasıl mümkün olduğunu göreceğiniz bu kitap, size umut verecek. Unutulmasın hiç bir şey yapmayanın umudu da olmaz. Umudu olmayan insanın, geleceği de olmaz.
Bu lüzumsuz projelerin kabul görmek için, bir de halka “pazarlanması” gerekiyor. Romen aktivist Codruta Nedelcu, bu pazarlama faaliyetini aşama aşama çok veciz olarak şöyle özetliyor:
1. Herkesi heyecanlandıran büyük rakamlar verin,
2. Sözde ulusal çıkar kartını oynayın,
3. Oyunu teknik konularla sınırlandırın, sosyal ekolojik boyutunu gizleyin,
4. Bol bol teknik ifade kullanarak değerlendirmeyi insanlara yabancılaştırın, herkesin gururunu okşayın,
5. Bölgede yaşayanlara istihdam sözü verin.
Son dönemde Türkiye’de dayatılmış projeler etrafında hükümet ve kontrolündeki medya aracılığıyla yürütülen kampanyalarda bu aşamaların nasıl titizlikle ele alındığını çok açık.
İnsanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamayan, doğanın haklarını hiçe sayan projeler sürdürülemez. Bunlar, maliyeti insanların, doğanın ve gelecek kuşakların üstüne yıkılan, siyasi kârın iktidara, ekonomik kârın iktidara yakın iş çevrelerine aktarıldığı projelerdir. Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede, ekonomik kalkınma adına tutulan mevcut yol ne toplumsal, ne ekolojik dahası ne de ekonomik olarak sürdürülebilir değildir. Yol, köprü ya da kanal için ormanları talan eden, kentsel dönüşüm adına insanları yerinden yurdundan eden bu projelere “ama ekonomik kalkınma için bunları, bir süre gözardı edebiliriz” argümanı arkasına sığınarak ekonomik bir gerekçe bile bulmak mümkün değildir. Zira bu projeler ekonomik olarak da sürdürülebilirliğe hizmet etmemektedir. Bu projeleri besleyen demir-çelik, çimento, inşaat gibi sektörler, ülkenin cari açığını en fazla artıran sektörlerdir. Kısa ve orta vadede çare, ekonomik yapının yeşil bir dönüşüme tabi tutulmasıdır.
Deliliğe ve delilere değil, o projeden etkilenecek insanların katılımına, fikrine ve sağduyusuna ihtiyacımız var. Beş on senelik yatırımlara değil, uzun ömürlü ve çağın gerektirdiği girişimlere ihtiyacımız var. Tüm bunlar kendiliğinden olmayacak. İşte o noktada da halkın katılımına ve sahiplenmesine ihtiyacımız var.
Okudukça hayrete düşeceğiniz ve alternatiflerinin nasıl mümkün olduğunu göreceğiniz bu kitap, size umut verecek. Unutulmasın hiç bir şey yapmayanın umudu da olmaz. Umudu olmayan insanın, geleceği de olmaz.
Bu kitabın amacı da okuyucularına permakültür tasarımcısı gibi düşünmeyi öğretmek, onların şehirlerde yaşarken çözümler bulmak için bütünsel sistem yaklaşımında uzmanlaşmalarını sağlamaktır.
Şehirler kaldıraç noktasıdır. Sürdürülemez şehirler, toplumun kalanını da beraberlerinde aşağı çekeceklerdir çünkü insan üretiminin ve tüketiminin çoğunluğu şehirlerde gerçekleşiyor ve tüm ürünlerin büyük çoğunluğu şehirler üzerinden hareket ediyor. Dahası, çoğu fikir ve kültürel eğilimler şehirlerden geliyor. Eğer yenilenebilir şehir kültürleri oluşturamazsak, başka bir yerde ne olduğunun pek de önemi kalmaz.
Permakültür tasarımcılarının sistemin tamamını düşünerek, besin üretimini ve habitat onarımını uygulayarak öğrendikleri şeyler, kentsel çevredeki insan ekolojisi üzerinde temel ve birincil uygulamaya sahiptir. Bu yüzden bu kitap yalnızca bahçecilik ile ilgili olamaz; aslında, yalnızca çeyrek kadar bir kısmı bununla ilgilidir.
Permakültür, apartman balkonlarında küçük saksı bahçeleri, hobi bahçelerinde alçakgönüllü fakat ilham verici parseller, dar şehir arka bahçelerinde mikrobesin ormanları, parklarda besin üreten vahşi yaşam bahçeleri ve kenar mahallelerde verimli çiftlikler tasarlamak için kullanılabilir.
Bu kitap, permakültür tasarımcıları ve uygulayanlarının yaklaşımlarında ve düşüncelerinde yeni bir derinlik, çok yönlülük ve çeşitliliği belgeliyor. İçinde şehirlerimiz için umut hikayeleri ve örnekleri var. Buralarda yaşayanlar ve onlardan ağır şekilde etkilenmiş olan vahşi ve evcilleştirilmiş doğa var. Permakültür şehirde tüm bu deneyimi şehir hayatının bütün işlevlerine uygulamamız için önce deneyimlendi sonra yazıldı.
Toby Hemenway’in Türkiye’de ilk kitabı Permakültür Bahçeleri büyük ilgi gördü. Permakültür Şehirde de aynı etkiyi yaratacak güçte bir kitap.
En Kirli, En Harika, En Börtü Böcekli 100 Bahçe Etkinliği, sana bu soruların ve daha fazlasının yanıtını nasıl bulacağını öğretecek ve bunu yaparken çok eğleneceksin! Büyük şehir müzelerini, sıkıcı kitapları ve bilgisayarınızda ya da tabletinizdeki bilim oyunlarını unut! Bu kitapla bahçeniz senin için yeni bir müze, yetişkinler de tek yardımcın olacak. Böcekleri, sürüngenleri, kuşları ve bitkileri daha yakından ve kişisel olarak tanıyacak, onların uzmanı olacaksın. Harika, değil mi?
Colleen Kessler; yaparak öğrenme, deney, bilim ve yaratıcılık konusunda çocukların tutkularını harekete geçirecek etkili ve benzersiz yöntemleri paylaşmayı amaç edinmiş bir öğretmen ve annedir. Bunların hepsi ve daha fazlası kitabın içinde: böcekleri yakalarken çok eğleneceksin ve okulunda sana yardımcı olacak önemli bilimsel bilgilerle eleştirel düşünme becerileri kazandığını gören ebeveynlerin buna çok sevinecek.
Dışarıda keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir dünya var… Bu kitabı yanına al, keşfe çık ve dışarıda harika zaman geçir.
Colleen Kessler, ödüllü bir eğitimci, yazar, konuşmacı, dört üstün yetenekli çocuğa evde eğitim veren bir anne ve Raising Lifelong Learners kurucusudur. Üstün yetenekli ve iki kat ayrıcalıklı çocukları desteklemek için yazı yazmak ve konuşmalar yapmak amacıyla on yıldan uzun bir süre devam ettiği öğretmenliği bırakmış, Raising Creative Kids ve Hands-On Ecology dahil çok sayıda kitap yazmıştır. Düzenli olarak evde eğitimle ilgili toplantı, etkinlik, webinar ve podcastlerde konuşmalar yapmaktadır.
Çünkü açlığa çare olarak lanse edilen “yeşil devrim”le endüstrileşerek pakete giren gıdalar doğallığını yitirdi. Artık neredeyse her öğünde tarım ilaçları, kimyasal gübreler, katkı maddeleri, hormonlar, antibiyotikler ve GDO ile bulaşık ürünler tüketiyoruz. Soframıza gelen hemen hemen her üründe türlü hilelerle karşılaşıyoruz. Zeytini zehirli tekstil boyasıyla anar olduk, balı mısır şurubuyla. Çilek yerken “hormon”dan korkar hale geldik, bebek maması alırken GDO'dan. Her gün birilerinin daha kansere yakalandığını duyduğumuz bu günlerde herkes ne yiyip ne içtiği konusunda diken üstünde. Peki tehlikenin ne kadar farkındayız?
Hekimler bile artık, doğallığını kaybeden ürünler için kötü kalpli cadının Pamuk Prenses'e verdiği “zehirli elma” benzetmesini yapıyorken, 'Cadı'nın tuzağına düşmemek için organik dünyanın kapılarını aralayalım dedik…
Organiğe dair tüm soruların yanıtları elinizin altında...
Elinizdeki kitap Türkiye'deki nükleer enerji sevdasının hemen hiç bilinmeyen bir yönünü irdeliyor. Yaklaşık 40 yıl önce, Ege Bölgesinin iki farklı yerinde gerçekleştirilen uranyum madenciliği ve sondajlarını ele alıyor. Uranyum madenciliği sonrası hiçbir önlem alınmadan terk edilen bu yerlerdeki çevre ve sağlık sorunlarına eğiliyor. Adları "kanser köy'e çıkan bu yerlerdeki yoğun kanser oranlarının uranyum madenciliğinden mi kaynaklandığı sorularını ortaya atıyor.
Kitapta anlatılanlar hem yetkili makamda oturanların hem de tüm yurttaşların ister istemez şu soruyu düşünmesine yol açıyor; "Üç hatta beş nükleer santral kurma, nükleer silaha sahip olma sevdasındaki
bir ülke daha 40 yıl önceki uranyum madenciliğinin yol açtığı sorunlarla baş edemezken, yapılacak nükleer santralleri nasıl işletecek"?
Özer Akdemir, Ege'de yapılan uranyum madenciliğinin unutturulan gerçeklerine ışık tutuyor. Görmezden gelinen bilimsel gerçekler, adları kanserle yan yana anılan güzelim Ege Köyleri...
Kitapta, 40 yıl önce hoyratça kirletilip hiçbir önlem alınmadan terk edilen doğanın bu umarsızlığa karşı acımasız tepkisi anlatılıyor. Devlet kurumlarının hiçbir sorumluluk kabul etmediği bir konuda, toprağı, suyu, havası kirletilmiş, türlü hastalıklarla boğuşmak zorunda olan Kisir ve Kasar Köylülerinin hüzünlü öyküsü içinizi acıtacak!
Kent bahçecileri, çiftçiler, belediyeler, sanayi tesisleri, oteller atıklarınızı kompostlaştırın, gezegene onarıcı bir katkı verin, üstelik gübreye verdiğiniz para cebinizde kalsın. Tükenmekte olan doğayı koruyun ve yaşamsal önemdeki fakirleşmiş toprağımızı geri kazanın.
Bu kitap işte bunların tamamını yapabilmeniz için hazırlanmış tam bir uygulama kaynağı ve pratik kitabıdır.
Kompost hakkında gerekli bütün bilgileri bu kitapta bulabilirsiniz. Kompostun kurulması, soğuk, sıcak kompost ve diğer yöntemlerin hepsi. Evsel atıklarınızı nasıl kompost yapabilirsiniz, nelere dikkat etmelisiniz, tek tek hepsini anlatan eşsiz bir kaynak. Kompostun nemini ve sıcaklığını kontrol etmek için hem bilimsel değeler veriliyor hem de basit ve elle yapılan kontroller anlatılıyor. Her neyi kompostlaştırmak istiyorsanız, elinizin altında bulunması gereken bir eser.
Tablolar, grafikler ve görsellerle desteklenen anlatımda, ayrıca ihtiyaç duyulacak bütün değerler, kompostun bileşenleri, toprağın en çok ihtiyaç duyduğu azot, fosfor ve potasyum miktarları da ayrıntılarıyla yer alıyor.
Büyük oranda arıtılmadan çeşitli su kaynaklarına bırakılan insan dışkısı da çok önemli bir kompost kaynağıdır. Müstakil evlerden çok katlı apartmanlara, kırsaldan kente kadar her yerde uygulanabilen kompost tuvaletler için dünyada gittikçe büyüyen bir ilgi mevcut. Örnekler hızla artıyor, uygulamaya katılan şehirler birbirini kovalıyor. Çevreye zarar değil yarar sağlayan, bunu yaparken bir de üstüne gelir getiren bu müthiş uygulamanın bütün detaylarını, resimlerle ve çizimlerle örneklerini bulacağınız kitabımız, yarınları anlatıyor.
Önyargılarınızı tekrar gözden geçirin, geleceğin dünyasına ilk adımı küçük bir kompost kutusu edinerek atın. Arkası kendiliğinden akıp gelecektir.
Bir yol gösterici ile önce en temel alanlarda anlaşmak gerekir. Çok masum gözüken pek çok tavsiye, arkasında tuzaklar barındırabilir.
Yeni İnsan Yayınevi, ekolojik bakış açısıyla, doğurmaktan, o bebeği büyütmeye kadar giden yolda, izleğini doğadan, sevgiden ve insandan yana koyar.
Başak Pirtini ile çıkacağınız bu yolculuk işte, bu ekolojik yolun müjdecisidir. Doğal Annelik bu serinin ilk kitabı ve bebeğinizi kucağınıza aldıktan sonra başlayacak serüvenin de tam bir başucu kaynağı. Önerilerinin tamamı denenmiş, özenle elden geçirilmiş ve pek çok dilde araştırılmıştır.
Dünyanın yöneldiği doğal ebeveynlik ile aynı yolu tutan Başak Pirtini, uygulaması çok kolay, sadece özen ve sevgi gerektiren pratiklerini usta bir dille kaleme aldı. Zaten onun önerileri ile büyüyen bir nesil çoktan parklarda oynamaya başladı bile.
Bebeğinizi kucağınıza aldığınızda bir kez daha düşünün. Onu en doğal haliyle büyütmek için ne yapmalısınız?
Bunun için neler mümkün?
Onlar ömürlerini mücadele içinde geçiren, hiç boş vakti olmayan insanlar. Bulundukları yerden uzaklaşamazlar, hak ettiklerini her zaman kazanamazlar, didinirler, çabalarlar ve doğayla konuşurlar, onu üretken kılarlar, kendi toplumları ve diğerleri için gıda üretirler.
Bu insanlarla farklı ve değerli bir biçimde yeniden ilişki kuran gıda toplulukları kırsal ve kentsel ilişkinin yeniden tanımlanması için iyi birer laboratuvardır. Belki de böylece tekrar “satmak” için değil, “yemek” için gıda üretimine başlanabilir. Hatta yeniden gerçek gıda nicelikten, verimlilikten, homojenlikten, taşınabilir olmaktan daha önemli hale gelebilir.
Gıda toplulukları yerel ağlardan oluşan bir sistem oluşturmanın ilk adımıdır. Gıdanın yeniden “lezzetli, temiz ve adil” olduğu insani ve sürdürülebilir bir sistem. Ancak bu yolla hayatlarımıza yeniden “egemen” olabiliriz. Gıda, hayatlarımızı geri almanın anahtarıdır. Bütün dünyaya yayılan bu hareketin “çocukça” olduğunu düşünenler Slow Food’a bakıp dillerini ısırsınlar. Bu uzun bir yol ancak yavaşlık değeri bize bir kerede elde edemeyeceğimizi, daha önemli olan şeyin niyetler, açılmaya olan uyum, hafıza ve bakım olduğunu anlatır.
Carlo Petrini’nin çağrısına milyonlar el veriyor. Bir el de sen uzat.
Ekokurgu, edebiyatta doğa ve çevrenin nasıl algılandığını, onlara karşı işlenmiş suçların neler olduğunu, nasıl işlendiğini ve bunlar için ne gibi çözüm yolları geliştirildiğini araştırmıştır. 21. yüzyılda yazılan ABD kökenli ekokurgu eserler incelenip, günümüz ve sonrasına ışık tutacak çözümlemeler yapılmıştır. Edebiyat varsa hala umut vardır.
Sezgin Toska, insanları edebiyat ve edebiyat çalışmaları aracılığıyla ekoloji ve sürdürülebilir yaşam üzerine bir kez daha düşünmeye ve harekete geçmek için edebiyattan ilham almaya davet ediyor. Ekokurgunun geniş yelpazesi edebiyatı ekolojik sorunların çözüm yolu haline getiriyor.
Elinizdeki kitap göz göre göre yitip gidenleri çaresizce izlerken etrafımızı çevreleyen, üstümüzü örten, içimize işleyen gücün, egemenliğin sembolü kara bulutların aslında birer beton, bükülmez demir, çözünmez kimyasal gibi inşa edilmesine karşın romantizm, sevgi, emek ve umut ile çözüleceğinin resmidir.
Moda Praksisi, Hannah Arendt’in görüşlerinin moda üzerine düşünülmesidir. Arendt bize, üzerinde hiç kafa yormadığımız kötülüklerin işbirlikçisi olabileceğimiz gibi rahatsız edici bir gerçekle yüzleşmemiz gerektiğini söyler. Aynı zamanda dünyayı olduğu gibi yani kötülük ve acılardan rahat yüzü görmemiş haliyle sevmemizi ister. Etik moda anlayışı da Arendt’in bu görüşleri üzerinden, politika ve modanın temel bazı güçlerini ve ortak yanlarını anlamamız için çalışmaktadır.
İnsanların tek tip giyinmesine ve eskimeyen giysileri çöpe atmasına sebep olan; görünmeyen yüzünde mültecileri, çocukları ve negatif ayrımcılığa uğrayanları izbe mekanlarda, sosyal güvenceden yoksun bir şekilde aşırı saatler çalıştıran moda tiranlığı, pekala şiddet üretir! Buna karşın endüstriyel modaya küresel düzeyde alternatifler üretebiliriz. Kreatif bir geri çekiliş, reddetme, cesaret, kendi dağıtım ağlarını kurma, paralel üretim, ileri dönüşüm, yeni tüketim modelleri oluşturmak, yavaş moda ve benzeri yollarla neler yapılabileceğine dair küçük ama dönüştürücü bir perspektif yaratabiliriz.
Korkutucu derecede şiddet içeren eylemleri daha derin düşünmek, bize çözümlerin anahtarını da verebilir. İşte bu kitabı çok özel yapan şey, moda üzerine çalışan bir dizi düşünürün, “günlük alışkanlıklarımızın karmaşası içinde görünmez olanın” üzerindeki sıvayı kazımalarıdır.
“Dünyamızın sonu, ona yalnızca tek bir açıdan bakıldığında ve kendisine sadece tek bir perspektiften bakmaya kapı açtığımızda gelmiş demektir.” Hannah Arendt
“Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir. Kaçınılmaz bir birliktelik ağına yakalanmış, bir tek kaderin elbisesi ile bağlanmışız. Birini doğrudan etkileyen şey, dolaylı olarak herkesi etkiler.” Martin Luther King Jr
“Endüstriyel moda, kadınların hiç bir zaman yeterli olmadığını ve endüstri tarafından oluşturulan standartlara göre her zaman kendini
geliştirmesi gerektiğini dikte eder.” Jennifer Nelson
Bu hayali gezegende bitkiler kendi aralarında bilgi alışverişi yapabiliyor. Köklerinden en tepesindeki yaprağa kadar her türlü bilgiyi aktarabiliyor. Çevresinde kendi türünden olanlarla diğerlerini ayırabiliyor. Tuzak kurarak avlanabiliyor. İklim geçişlerine, kuraklığa ya da aşırı yağmurlara karşı tedbir alabiliyor.
Daha da ileri gidip, diğer bitkilerle ve bazı hayvanlarla ağ kurabiliyorlar. Kendilerini korumak ve otçullardan sakınmak için, başka canlılardan yardım alabiliyorlar. Üremek için işbirliği geliştirebiliyorlar.
Bu sessiz, pasif ve savunmasız gözüken bitkilerin en küçük kök solucanından insanlara kadar, etraflarındaki herkesi yönlendirerek ve onlarla iletişime geçerek yaşamlarını organize ettiği bir gezegen hayal edebiliyor musunuz? Boşuna uğraşmayın, bu gezegen zaten var: Dünya’ya hoş geldiniz.
Bu kitapta yazılanları bize çok önce öğretilmiş bilgilerle anlamamız imkansız. Yeni bir perspektif ve zarif bir bakış açısıyla bilindik bitkilere yönelik bütün yargılarınız temelden sarsılabilir. Dünyanın her yanında ses getirmeye aday bu yepyeni kitap, şimdiden pek çok dergiye kapak oldu ve insanlık bir kez daha doğru bildiklerini kenara itmek zorunda kalacak gibi.
“Birkaç saatliğine alışık olduğunuz insan merkezciliğinizi bir kenara bırakın. Daha zengin ve daha muhteşem diğer dünyaya adım atın. Pişman olmayacaksınız ve bu yeni dünyadan asla eskisi gibi çıkamayacaksınız.” Michael Pollan, yazar
O : Merhaba, hoş geldiniz! Hayrola, ne işiniz var bu dağ başında?
Ben : Öylesine dolaşıyorduk.
O : Öylesine dolaşıyor muydunuz; başka yeriniz mi kalmadı dolaşacağınız? Yarattığınız yeni yaşama ortamlarında artık mutlu değil misiniz yoksa? Biliyor musunuz, sizleri anlamakta zorlanıyoruz?
Ben : Nedenmiş o?
O : Önce şu sorumu bir yanıtlayın bakalım: Neden gittiniz; buraları hepimize yetmiyor muydu?
Ben : Şey… “Daha iyi yaşamak için” diyelim…
O : Peki; yaşayabiliyor musunuz bari?
Ben : …
O : Neden duraksadınız; çok mu zordu sorum? Biliyor musunuz; böylesine “insanlaşmanız” sizlere pek yaramadı galiba…
Ben : Sanki başka türlü yaşama şansımız varmış gibi konuşuyorsun.
O : Yok muydu?
bir yaklaşımı hak ediyor. Aslında bunu her şeyden önce ekolojik
yaşam deneyimlerini başlatanlar, öncülük yapanlar ve hayatlarını adayanlar hak ediyor.
Biz de ölümünün hemen ardından yayına hazırladığımız bu
dosyayı gönüllü sadelik ve ekolojik yaşam denince akla gelen en hakiki insanlardan Victor Ananias’a ithaf ediyoruz.
bu yazının bir arka plan olarak değerli olduğunu düşünüyoruz.
Üç Ekoloji’nin 10. yılı geride kalırken toplumsal hareketler tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan Gezi direnişi hakkında yayınladığımız bu ilk özel sayımızın, arşivlenecek bir sayı olacağını umuyoruz.
Bu arada hükümetler, lacivert takım elbiseli adamlarını ve döpiyes giymiş kadınlarını, çantalarında kalın kalın dosyalarla, Birleşmiş Milletler iklim konferanslarına göndererek, neden kendi ülkelerinin taahhütlerden muaf tutulmaları gerektiğine dair tezlerini uzun ve sıkıcı konuşmalarla anlatmaya, masanın diğer ucundaki ve kendileri gibi düşünen diğer ülke bürokrattalarını ikna etmeye çalışıyorlar.
Hele o ABD yok mu? Sera gazına herhangi bir sınırlandırma gelecek diye ödü kopuyor. Hükümet yetkilileri ardı ardına açıklamalar yapıyor, temsil ettikleri lobiler zarar edecek diye korkudan bacakları titriyor.
Paris Anlaşması, yüzlerce ucundan tutulmuş bir ip gibi, bir o yana bir bu yana çekiliyor. Esasında kimsenin uzlaşmaya gönlü olmadığını herkesin bildiği bir körebe oyununa dönüyor.
Tablonun öteki yüzündeyse bambaşka renkler var. Yaşam savunucuları okyanus ortasındaki ada devletlerinden, Avrupa’nın küçük şehirlerine, Amerika kıtasının dört bir yanından Asya bozkırlarına ve güneşin doğduğu ülke Japonya’ya kadar direniş halindeler.
Dünya’nın bütün halkları teyakkuz halinde. Bu ayaklanma şiddetsiz ve küresel bir direnme. Sivil itaatsizlik eylemleri Galler’den Filipinler’e kadar yayılıyor. Hükümetler dünyayı yönetebilirler ancak bu onların insanlığın ortak mirası olan dünyanın sahibi oldukları anlamına gelmez. Bu dünyanın gerçek sahibi; insanı, ağaçları ve bütün yaşayan canlıları ile hepimiziz, bir tekini bile dışarıda bırakmadan yaşamı savunan aktivistleriz.
İklim Direnişi, yaşam savunucularının kitabıdır. Hepsine selam olsun.
• Peki ya insan sağlığı?
• Sadece vejetaryen olsam yetmez mi?
• Tanrı’nın gözünde diğer hayvanlardan daha değerli değil miyiz?
• Peki ya şefkatle yetiştirimiş hayvanlardan elde edilen ürünler?
• Hepimiz vegan olursak çiftlik hayvanları yok olmaz mı?
Sherry Colb sevgi, mizah ve zarafetle veganların yeme alışkanlıkları ve yaşam şekillerini neyin güdülediğine dair net ve hoş açıklamalar sunuyor. Vegan Olmak İçin Bahaneler, veganlara ve veganlığa karşı en yaygın, kafa karıştırıcı ve genellikle meydan okuyan tepkilerin birçoğunun dikkatli analizleriyle dolu; tutku ile mantık, idealizm ile faydacılığın nadir bir birlikteliği ve ağdalı söz sanatları yerine gerçek diyalog yoluyla hayvanları yemenin etiğine değinmeyi hedefleyen savunucular için devrimci bir rehber. Üstelik kullandığı dil hem veganları hem de naveganları cezbedecek nitelikte!
“Sherry Colb, billur gibi net bir mantık ve empatik bir söylemle meraklı, şüpheci ya da düpedüz muhalif olan herkes tarafından okunması gereken bir kaynak hazırlamış. Bu kitabın kaderinde, yeni yeni gelişmekte olan vegan külliyatın bir klasiği olmak var.” -Jonathan Balcombe, Ph.D., The Exultant Ark’ın yazarı
“Sherry Colb her veganın karşılaştığı sıkça sorulan sorulara düşünceli, ifade gücü yüksek ve zeki cevaplar veriyor. Colb, bilgi, gerekçe ve kendi kişisel deneyimini birbirine bağlayarak hem soruları soranlara hem de onları cevaplayanlara değeri ölçülemez bir yardım sağlıyor. Mükemmel bir el kitabı!” -Colleen Patrick-Goudreau Çok satan eser The 30-Day Vegan Challenge’ın yaratıcısı ve yazarı
Tabii ki her yolculuk gibi, Veganköy’e yapılacak yolculuğun da birbirinden farklı rotaları var. Peki en kolayı, en sürdürülebilir olanı hangisi? Bu soru, kitabın merkezine oturtuluyor, tartışma çemberi genişletildikçe esasında veganlıkla ilgili bütün karmaşık problemler masaya yatırılıyor ve bir bir düğümleri çözülüyor.
Tobias Leenaert masa başında teorik tartışmalar üretmiyor. Sokakta yaşananları yine sokakta çözecek anahtarları gösteriyor. Kendi yaşamından taşıdığı çelişkileri saklamaya gerek görmeden yüzleşiyor ve her seferinde okurunu da yanına alarak Veganköy’e doğru bir adım atmaya özendiriyor.
Hiç şüphe yok ki Türkçede ilk defa yayınlanan Vegan Bir Dünya, pek çok tartışma açacak ya da pek çok tartışmaya yepyeni boyutlar kazandıracak.
“Vegan Bir Dünya, dünyayı hayvanlar için daha iyi bir yer hâline getirmek için sağladığı katkıyı en üst seviyeye çıkarmak isteyen herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap. Tobias Leenaert, açık argümanlar sunmak ve etkili bir vegan savunucusu olmak için pratik ipuçları vermek adına vegan savunucusu olarak kendi engin deneyimlerini ve kapsamlı araştırmaları bir araya getiriyor. Bu kitabı hararetle tavsiye ediyorum!”
Prof. Dr. Melanie Joy, Why We Love Dogs, Eat Pigs, and Wear Cows’un yazarı; Center for Effective Vegan Advocacy’nin ortak kurucusu ve yöneticisi
Yükselme dönemiyle birlikte toprakta daha önce olmayan kişisel mülkiyet oluşmaya başladı. Özel mülk sahiplerinin köylüyü sömürmesiyle toprakları her geçen gün büyüdü, reayanın ise toprağı küçüldü, bazı reaya topraksız bile kaldı.
Osmanlı son zamanlarda tarımı hatırlayıp bazı atılımlarda bulunmaya kalkıştı. Üreticisine kredi olanakları yaratmaya çalıştı. Yabancı şirketlere karşı kooperatif örgütlülüğü ile karşı durmaya çabaladı, ancak atı alan Üsküdar’ı geçmişti…
Bu kitap bir tarih araştırması değil. Osmanlı’ya biraz sosyal, biraz politik nazar atan bir çalışma. Düne bakarak bugünü anlama çabası da denilebilir. Zira bugün yaşadıklarımız ve bize yaşatılanlar geçmişimizin izini taşımakta ve adeta onu tekrar etmektedir.
Dün var olan, sömüren zalimler bugün de var. George Santayana’nın da dediği gibi; “Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalırlar.” Bu çalışma geçmişi hatırlatarak, gelecekte sömüren zalimlerin olmayacağı bir dünyanın umuduyla, okuyucuları tarihin tekerrürüne karşı uyarmaktadır.
Belki evinizi bir kuş, kedi ya da köpekle paylaşıyorsunuz. Belki de her sabah işe gitmeden mahallenizde dolaşarak sokakta yaşayan hayvanlara mama bırakıyor; hasta olanları iyileştirmek için zamanınızı ve paranızı ayırıyorsunuz. Belki de, bir adım daha ileri giderek, her türlü hayvansal ürünü tüketmeyi reddediyor ve çevrenizi de bu yönde etkilemeye çalışıyorsunuz. Yine de bunlar hayvanlara yöneltilen şiddet ve örgütlü saldırganlığı engellemek için yeterli değil… Hayvan sömürüsü hayatımızın her alanında bizleri sarmış durumda. Ve hayvan deneyleri meselesi belki de bunların en başında geliyor. İyileşmek için aldığımız bir ilaç başka bir canlının ölmesine neden olabiliyor. Diğer insanlara daha güzel gözükmek için kullandığımız krem bir canın çektiği ıstırabın izlerini taşıyor. Bindiğimiz araçların yakıtı, ofisimizdeki kalemin mürekkebi, elimizden düşmeyen cep telefonumuz kısacası yaşamımız hayvanlara yapılan zulümle kuşatılmış durumda. Bu durumdan ancak konuyu derinlemesine irdeleyerek kurtulabiliriz.
Gerçekten dünyayı değiştirmeyi ve bütün türlerin sömürüsüz bir şekilde birlikte yaşamasını istiyorsak kendimizi kandırmaktan artık vazgeçmeliyiz. Bu şiddetin, adaletsizliğin, yaşam hakkı ihlalinin son bulması belki de yüzyıllar sürecek. Türcülük duvarı yıkılırken, bir tuğlasını da biz çekip kopartabilirsek, ne mutlu bize.
Bu kitap, hayvan deneylerine karşı mücadelenin prensiplerini olabildiğince anlaşılabilir bir dille ortaya koyuyor. Ayrıca hayvanlar üzerinde yapılan biyomedikal araştırmalara karşı sağlam zemine oturan etik ve bilimsel bir muhalefetin doğuşunu müjdeliyor.
Milliyetçi, ayrılıkçı ve kimileri tarafından neo-milliyetçi olarak adlandırılan hareketlerin gelişimi, gittikçe küreselleştiği düşünülen bir dünyada yeniden ivme kazandı. Bu tür hareketlerde Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e bir canlanma gözleniyor. Buna ek olarak, Avrupa’da, Avusturalya’da, ABD’de ve daha birçok başka yerde, ideolojilerinin ana bileşeni milliyetçilik olan aşırı sağın siyasi faaliyetlerine verilen siyasi destekte de bir artış görülüyor.
Milliyetçilik modern ulus devletleri yönetenler tarafından, ayakta kalma stratejisine güç veren bir kuvvet olarak algılanıyor ve ihtiyaç duyuluyor. Etnisite, kimlik, ulusalcılık, yurtseverlik, muhafazakarlık gibi doğrudan milliyetçiliğe gönderme yapmayan mahçup kavramlar da her geçen gün daha popüler oluyor.
Milliyetçiliğin demokrasi kavramı ile ilişkisi de problemli. Biri dışlayıcı bir tutum takınırken, ikincisi ötekini tanıyan, konuşmak ve tartışmak isteyen ve varlığını farklı görüş ve toplulukların ifade gücüne dayayan siyasi bir kavram.
Milliyetçiliğin inşa süreci, özünde çok yeni tarihselliği ve bütün etrafında dolanan kavramlarla ilişkisi enine boyuna elinizdeki kitap boyunca tartışılıyor. Günlük sosyolojik hayatımızı, modern ulus devletlerin politik duruşlarını, sınırları, sınır ötesi ve içindekilerle ilişkilerimizi ve en sonunda küresel dünyanın bütün problemlerinin içinde bulunan milliyetçiliği daha fazla tartışmaya ihtiyacımız var.
Reel Sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte tartışma, önce kapitalizmin bu mücadeleyi kalıcı olarak kazandığı şeklinde yorumlandı, hatta kimileri daha ileri giderek tarihin sonunu ilan etti.
Ne var ki, aradan geçen yıllar komünizm idealini pekiştirecek şekilde yeniden ivme kazandı. Althusser’in “piyasa temelli ilişkilerin yokluğu” şeklinde tarif ettiği komünizm, kitabımız boyunca üç ana eksenin bütün muhataplarınca her geçen gün daha çok sahiplenir oldu: yoksulluk (ekonomi), yolsuzluk (siyaset) ve bayağılık (kültür).
Piyasa temelli toplum, toplumsal ilişkilerin sadece ve sadece dolar üzerinden şekillendiği bir toplumdur. Oysa toplumu ekonomik ilişkilerin çok daha üzerinde entelektüel ilişkiler ağıyla yorumlayan ve belirleyen komünizm, insanlığı emeği aracılığıyla yaratıcı potansiyelini özgürleştiren çok daha farklı ve derin bir noktaya taşır.
Günümüzde üç milyara yakın insanın, günde iki dolardan az gelirle yaşamını ikame ettirmesi tabii ki yok sayılamaz ve bu, tamamen ekonomik bir olgudur. Marksist teori, bu meseleyi çözmekle yetinmez, yabancılaşma ile başlayan kapitalist toplumun, özgürlüğün önüne diktiği tüm engelleri kaldırmayı vaat eder. Zira reel sosyalizm sonrası, kapitalizmin insani değerler yerine piyasayı yeğlemesi, demokratik siyasal süreçte paralı ve zengin olana ayrıcalık tanıması, kültür ve boş zaman alanına sinsice nüfus etmesi, önceki dönemlere oranla çok daha bariz ve endüstriyeldir.
Eğer özgürlüğün ne olması gerektiğine ilişkin tutarlı bir ortak kanaatten vazgeçersek, o zaman bu alanı, bize karşı şekillendirecek olan kapitalizme karşı açık bırakmış oluruz. Bu yüzden, küresel düzeyde yurttaşların estetik algısının geliştirilmesi için hep beraber gayret göstermeliyiz. Zira bunda başarısız olursak, özgürlük ve demokrasi kılığına bürünmüş kapitalizm, daha adil, yaşanabilir ve insani bir topluma yönelik dönüşümleri engellemeye devam edecektir.
Kitabımız, yoksulluk, yolsuzluk ve bayağılık eksenlerini incelerken, Marksist teori’nin kapsamlı bir kavrayışını da sağlar.
Raporun bu basit ama önemli soruya verdiği cevaplar, geride kalan 40 yılda birer kehanet gibi gerçekleşmeye başladı. Ancak görmeyen gözlere, duymayan kulaklara bu kehanetler hala ulaşamıyor. Neyse ki kendini yarınlardan sorumlu tutan insanlar hâlâ var!
Yeşil ekonomi, bir ekolojik sıçrama öngörüyor. Dünyanın biyolojik kapasitesi, insanların büyüme arzularını karşılamıyor. Bugün her insan gelişmiş Batı ülkeleri kadar tüketseydi 3 dünyaya daha ihtiyacımız olurdu. Bu tüketim toplumu hala sürdürülebilir mi?
Sorular bitmiyor: Yeşil ekonomi bir çıkış yolu mu? Yoksa yeni bir ütopya mı? Kapitalizmi yeşile boyamak mı? Yoksa kapitalizmden çıkış için gereken ekonomik dönüşümün başlangıcı mı? İhtiyaçlarımızın ne kadarı gerçek? Mutluluk ekonomisi mümkün mü?
Elinizdeki derleme bu soruların cevaplarını ararken Türkiye’de alanında yayımlanan ilk kitaplardan biri olma özelliğini taşıyor. Kitap teoriyi, somut politika önerileriyle birleştiriyor.
İTÜ’de öğretim üyesi olan iktisatçı Ahmet Atıl Aşıcı’nın ve yeşil düşünce alanında önde gelen düşünürlerden biri sayılan Fransız iktisatçı Alain Lipietz’in yazıları yeşil ekonomi ve yeşil yeni düzenin teorik ve tarihsel arka planını ele alırken, Avrupa Yeşilleri’nin yeşil ekonomi üzerine hazırladığı yazılar somut, uygulanabilir ve reformcu politik önerilerin içerdiği olanakları gösteriyor.
“Maude Barlow öncelikle suyun bir insan hakkı olduğunu savunuyor ve herkesin bu hakka sahip olması için ülkeden ülkeye verdiği bu devasa mücadeleye bizleri de tanık ediyor. Sarsıcı, zorlayıcı, inanılmaz kapsamlı ve çok güzel düzenlenmiş. Maude’dan başkası bu dahice hareketi anlatamazdı.” Stephen Lewis, Race Against Time’ın yazarı.
“Biz suyuz, hücrelerimiz suyla doludur; besinleri o parçalar, gerekli maddeleri o taşır ve metabolizmanın çalışmasını sağlar. Maude Barlow, bu paha biçilmez sıvıya olan sağlıksız, haksız, tüketmeye yönelik ve adeta intihara teşebbüs olan tutumumuzla ilgili bir kez daha bizleri çok acil olarak uyarıyor.” David Suzuki; bilim insanı, çevreci ve yayıncı.
“Maude Barlow, yaşamın kaynağı olarak nitelendirdiği suyun katliamını nasıl engelleyebileceğimize dair, ilham verici ve oldukça pratik bir bakış açısını, el değmemiş ırmaklar kadar berrak bir şekilde ifade etmiş. O, uzun yıllardır bu amansız savaşın ön cephelerinde yer almaktadır ve onun bilgisi ve tecrübesi, suyun önderliğinde daha adil ve sürdürülebilir bir dünyaya kavuşma yolunda hepimize birer hediye niteliği taşıyor.” Naomi Klein, The Shock Doctrine’in yazarı.
“Su Hakkı; dünyanın azalan tatlısu kaynaklarına yönelik tehditleri anlatan açık ara en güncel yapıttır. Barlow’un ortaya koyduğu senaryo oldukça korkutucu… Neyse ki suyun işletmeler tarafından kontrol edilmesini önlemek için yapılması gerekenleri de anlatıyor. Son derece güçlü bir kitap.” David Schindler, Alberta Üniversitesi’nde Ekoloji Profesörü.
“Tutkulu, ansiklopedik, kahince ve umut dolu. Kimse bu gezegenin suyunu Maude Barlow’dan iyi bilemez. O da, Su Hakkı kitabından başka hiçbir yerde dünya su krizinden bu kadar haşin bir dille bahsetmedi.” Alanna Mitchell, Sea Sick: The global Ocean in Crisis’in yazarı.
Bütün bunları değerlendirmek için, üzerinden geçen makul sürelerle verilerin daha belirginleştiği Çernobil ve Fukişima kazalarında nasıl uygulandığını bu kitapta okuyacaksınız. Öylesine ki Japonya gibi bir ülkede, nükleer kazadan sonra yapılacak ilk iş olan iyot tabletlerin dağıtımı bile yapılmamıştır ve sonuçları daha şimdiden çok ağır olmuştur.
Peki Çernobil’de yaşananlar, Fukişima’da başarıya alışmış ve teknolojiye belki de dünyada en çok inanan Japonlara ders oldu mu? Kitap bu karşılaştırmanın da izini sürerek, bir yanıyla da güç sahiplerinin eğilimlerinin, sivil toplumun etkililiğinin, tıp camiasının örgütlüğünün, bilim insanlarının bağımsızlığının ve gazetecilerin cesaretinin önemini sorguluyor. Biz özellikle Türkiye’de artık çok iyi biliyoruz ki vatan hainliği ile sevgisi arasındaki çizgi, iktidarın tercihine kalmıştır. Bir şekilde her iki kazadan da en çok zararı görme ihtimali olan insanların, örtbas etmelere değil, sonuçlarıyla oynanmış raporlara değil, nükleer lobisinin finanse ettiği araştırmalara ve boş umutlara değil, güvenilir bilgilere ve desteğe ihtiyacı vardır. Kaldı ki bütün kazanın 300 yıla kadar sürecek etkilerini ortadan kaldırmak için, yine bu en çok zarar gören yurttaşların vergileri kullanılıyor.
Nükleer serpintinin cinsi, yarılanma ömrü ve bunların bitkiler, hayvanlar genel olarak doğal ekosistem üzerindeki etkileri ise insan merkezli düşünenlerin dahi ihmal edemeyeceği düzeydedir çünkü bunların çoğu dönüp dolaşıp besin ya da su olarak insanlar tarafından tüketilmektedir. Ancak dünyaya başka bir gözlükle bakmayı becerebilenler için, ömürleri çok kısa olan mavi kelebeklerin nasıl etkilendiği de önem taşır. Ömürlerinin kısalması, kanat uzunlukların azalmasının yanı sıra yeni nesillerdeki mutasyonlar, gelecek için çok kaygı vericidir.
İronik bir gelişme ise, nükleerden elde edeceğimiz enerji olmazsa yaşam durur sloganları atan lobicilerin söylediklerin tam tersine, kazadan sonra 17 adet nükleer güç santralini (toplam reaktör sayısı 48) kapatan, hem de bu kadar teknoloji ve elektrik bağımlısı bir ülke olan Japonya o zamandan beri nükleer enerjiye muhtaç olmadan yaşamıştır ve bugün de tekrar çalıştırılan 2 reaktör dışında nükleersiz yaşamaktadır.
Bütün bu kazaların bize öğrettiği bir önemli unsur ise, tıpkı küresel iklim değişikliği gibi, nükleer santraller de bulundukları devletlerin sorumluluğundan fazlasını, yani bütün gezegende yaşayanları ilgilendiriyor. Bu nedenle hangi ülkede yapılırsa yapılsın, yarın onun olumsuz etkilerine maruz kalacak tüm insanların bunlara direnmeye hakkı vardır.
Onları, 21. yüzyılın başında ekonomi düşüncesinin eleştirel bir analizini yapmaya iten şey; adil bir dünya vizyonlarıydı. Adil bir dünyada, herkesin onurlu bir şekilde, korkusuzca ve insanlığın evrensel ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli araçlara sahip olarak yaşaması için, insanların hepsinin birbirine adil davranması gerekir. Ülkeler arasındaki ve bir ülkedeki farklı toplumsal kesimler arasındaki adalet seviyesi büyük farklılıklar gösterebilmektedir. Karşımızda karmaşık ve çok boyutlu bir resim bulunmaktadır. Ancak resmin odağında toplumun yapısı ile adalet ölçütü arasındaki basit bir ilişki yer almaktadır. Bir toplumun ne kadar adil olduğunu, ekonomik ve mâli gücün dağılımı belirler. Bu güç ne kadar yoğunlaşmışsa o toplumdaki adalet o kadar azdır. Bu temel ilişki özellikle denetimsiz piyasayı yücelten neoliberal ekonominin ekonomik paradigması ile ilgilidir. Denetimsiz (sözde ‘serbest’) piyasanın daima ekonomik gücün yoğunlaşmasına, yani adaletsizliğe yol açtığı göz önüne alındığında, ideale daha yakın, daha iyi bir toplum inşa etmek için piyasa paradigmasına eleştirel gözle bakılmalı ve bunun yerine daha insancıl bir alternatif konup konamayacağı sorgulanmalıdır. Bu kitabın esas amacı da budur ve adil bir dünya vizyonunu paylaşanların bundan faydalanacağını umuyoruz. Böyle bir dünyayı yaratmanın kolay olacağını söyleyemeyiz. Her zaman olduğu gibi günümüzde de birçokları adalete hayatını adamış olsa da, insanlığın kaderi hakkında söz sahibi olanlar, yani ekonomik ve mâli güce sahip olanlar arasında adil bir dünya arzusu pek de yaygın değildir.
İçinde yaşadığımız ekonomik sistem insanlığın büyük bölümünü onursuz ve yoksul bir yaşama zorlamakla kalmaz; yaşamın her biçimini—aslında yaşamın kendisini tehdit eder. Son on yıllarda üretimdeki 10-100’e katlanma nedeniyle ekosistemlerin yaşam destekleme kapasitelerine acımasızca saldırılması ve bu şekilde “kaynakların” zehirlenmesi ve tüketilmesi, sistemin tesadüfi bir özelliği değildir. Bu durum sistemin doğasında vardır. İnsan yaşamı ya da diğer yaşam biçimlerine yönelik olarak neoliberal ekonomik düşüncenin teşvik ettiği bakış açısının doğrudan sonucudur. Neoliberal ekonomik düşüncenin temel varoluş sebebi azınlığı zenginleştirmek olduğu için bu yaklaşım sadece maddi varlıklara değer vermektedir. Bu düşünce biçiminin özelliklerinden biri olan üretimde büyüme takıntısı, ana akım ekonomistlerin istedikleri zaman vazgeçebileceği, sehven ortaya çıkmış bir kavram değildir. Bu kavram onların dünya görüşüne içseldir. Toplumumuzun tüm yaşam biçimlerinin, bu saldırıya karşı korunduğu bir toplum haline dönüştürülmesine yardımcı olmak amacıyla, egemen ekonomik paradigmanın inandırıcı bir eleştirisini sunarak yeni bir yaşam görüşünü desteklemek gerekmektedir. Sürdürülebilirlik ancak böyle bir toplumda mümkündür.
Büyüme paradigmasına dayalı bir sosyoekonomik sistem hiçbir zaman sürdürülebilir olamayacaktır.
Avustralya doğumlu olan ve halen ABD’de yaşayan yazar ve aktivist Helen Caldicott’un kitabı bu yönüyle önemlidir. ABD’nin en saygın nükleer karşıtı aktivistlerinden biri olan Helen Caldicott, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı bir hekim olarak konunun başta sağlık boyutu olmak üzere bütün alanlarında kendini yetiştirmiş çok yetkin bir isim. 1985’te Nobel ödülü almış olan Uluslararası Nükleere Karşı Hekimler Birliği’nin 1978’de kurulan ABD örgütü Sosyal Sorumluluk Sahibi Hekimler’in ve Nükleer Politikalar Araştırma Enstitüsü’nün kurucu başkanı olan, 1979’da ABD’de meydana gelen Three Mile Island nükleer kazasının ardından bölgede incelemeler yapan, ağırlıklı olarak ABD ve Avustralya’yı ve dünyanın başka yerlerini (Türkiye dahil) dolaşarak konuşmalar yapıp yazılar yazarak nükleer enerjinin tehlikelerine karşı kamuoyunu uyarmaya çalışan Caldicott’un yaptığı tartışmalar Türkiye için önemli argümanlar sunuyor.
Nükleer enerjinin bütün yönlerini çok sayıda kaynağa dayanarak inceleyen ve hem Three Mile Island, hem de Çernobil kazalarını detaylı olarak anlatan kitap, tabii ki 2011’de meydana gelen Fukushima nükleer kazasını ele alamıyor. Öte yandan rakamların sürekli değiştiği (daha doğrusu nükleer reaktör sayısının ve enerji üretimindeki payının sürekli düştüğü), nükleer enerjinin mevcut durumuyla ilgili bilgilerin, hızla büyüyen yenilenebilir enerjiyle ilgili rakamların ve nükleer silahlanmayla ilgili bazı gelişmelerin güncellenmesi gerekiyor.
Bu nedenle kitabı çevirmekle yetinmeyerek eskimiş veya tartışmalı görülen bilgileri editör notlarıyla güncelleme yolunu seçtik. Ayrıca Caldicott’un büyük bir öngörüyle Fukushima felaketinden 5 yıl önce tahmin ettiği deprem ve tsunami tehlikesinin ve kullanılmış atık havuzu felaketinin Fukushima’da nasıl gerçek hale geldiğini de yine notlarımızda hatırlatmaya çalıştık.
Ülkemizde neredeyse kırk yılı bulan santral kuracağız – kurdurmayacağız mücadelesine, Caldicott’un elinizdeki kitabının ışık tutacağını ve ufuk açacağını düşünüyoruz.
Dünyada Tarihçiliğin Gündemi, günümüz Türkiye’sinde, dünyadan farklı ülkeleri yakından takip eden önemli bir tarihçi potansiyelinin varlığına işaret etmesi bakımından da önemlidir. Maksadımız, Türkiye’deki tarihçilerin, dünyada tarihçilik adına nelerin konu edildiğinden haberdar olmalarını sağlamak ve bundan ilham almalarına vesile olmaktır.
Modern Türk tarihçiliğinin ivme kazandığı Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan, cumhuriyetin kurulmasıyla daha netlik kazanan süreç içerisinde tarihçiler, kaçınılmaz olarak ideolojilerin yan ürünleri olan tarih düşüncelerinden, tezlerinden ve de perspektiflerinden farklı şekilde etkilendi.
“Türk Tarih Tezi”, tarihçiler arasında Cumhuriyetin erken dönemlerinde kabul gördü. Yıllar içinde (ağırlıklı olarak 1940 ve 1950’lerde) bu teze karşı çıkarak sırasıyla, “Mavi Anadolucu Tarih Tezi”ni ya da “Muhafazakâr Anadolucu Tarih Tezi”ni benimseyenler oldu. Ağırlıklı olarak 1950-1970’lerde ise Marksizmin doğu halklarının tarihine ilişkin geliştirdiği “Asya Tipi Üretim Tarzı” tartışmalarına ilgi duyanlar çıktı. Aynı yıllarda bu kez siyasallaşmış Müslüman Türk milliyetçilerinin geliştirdiği Türk İslam Sentezi’nin bir söylemi olarak ortaya çıkan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” bazı tarihçilerce benimsendi. Bütün bu tez ve teorilerin Türk tarihçiliği için ne anlama geldiği ise neredeyse hiç konuşulmadı.
Bu kitapta, Türk Tarih Tezi’nden, teritoryal temelli tarih görüşüne, Marksist bir tarih yaklaşımı olarak Asya Tipi Üretim Tarzı’ndan, geri kalmışlığın ya da az gelişmişliğin tarihine, Türk-İslam Sentezi’nden Garbiyatçılık’a kadar pek çok tez ve teori ilk defa derinlemesine tartışmaya açılıyor.
Türk çocuk dergiciliğinin başlangıç dönemi olan Tanzimat Dönemi ile birlikte Avrupa’daki örneklerinden hareketle oluşmaya başlayan çocuklara yönelik süreli yayınların felsefesi, içeriği ve temaları, Mutlakıyet ve Meşrutiyet Döneminde gelişme dönemine girmiş, Cumhuriyet Döneminde devralınan bu miras, içerik yanında teknolojik ilerlemelerin de katkısıyla biçimsel olarak gelişmiştir. Çocuk dergiciliğinin başlangıç döneminden günümüze kadar eğlendirme ve öğretme işlevi bazı çocuk dergilerinde temel kaygı olmuştur. Ancak bu kaygı Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lere kadar yayın hayatında olan çocuk dergilerinde baskın bir şekilde görülmektedir. Bu bağlamda da Cumhuriyet neslinin yetişmesinde eğlendirmeye yönelik karikatür, çizgi roman, bilmece, bulmaca gibi eğlenceli içerikler yanında genel kültür bilgileri, bilim, edebiyat, kültür ve sanata dair içerikleri barındıran aynı zamanda da okula yardımcı ders materyali olmayı amaçları arasına alan çocuk dergilerini kültür birikimimizin önemli parçası olarak görebiliriz.
Bu kitap, Cumhuriyet’in ilk yıllarında özellikle de Harf İnkılabından 1950’ye kadar yayımlanan, çocukların belleklerinde yer edinmiş, Cumhuriyet’in ilk uzun süreli çocuk yayınları olmaları dolayısıyla da eğitim ve kültür tarihimizde iz bırakmış çocuk dergilerindeki çocukluğun inşasının izlerini sürmektedir. Tarihsel bilinç dün, bugün ve gelecek bağlamında bir bağ kurmadır ve dolayısıyla geçmişteki çocukluk algısını görmek günümüzdeki çocukluk algısını güçlendirecektir. Kitapta Gürbüz Türk Çocuğu, Çocuk, Çocuk Sesi, Yavrutürk, Çocuk Haftası’nın çocukluğun inşasında bireyin eğitimine ve sosyalleşme, ortak hafıza ile kimlik oluşturmada tarih konularına atfettikleri önem dolayısıyla “çocukluk, eğitim ve tarih” anlayışları irdelenmektedir. Böylece Cumhuriyet’te ilk uzun süreli çocuk dergilerinin savunduğu ilkeler, uygulamaları ve sayfalarında yer verdiği açık ve gizil mesajlar açığa çıkartılmaktadır.
• tarih, hafıza ve travma
• tarihsel tecrübe ve anlatı
• tarihin ahlaki ve siyasi boyutları
• tarihsel akıl yürütme ve açıklama
• hakikat, inandırıcılık ve nesnellik.
Tarih Teorisi, tarih teorisinin profesyonel tarih çalışmalarıyla sınırlı olmadığını, otobiyografi yazımı, kültürel miras ve geçmişle ilgili siyasi anlaşmazlıkları anlamak için değerli araçlar sunduğunu ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu kitap, bazı temel meselelere daha dikkatle odaklanmayı sağlayan metin kutularıyla birlikte, tarih teorisi alanında dolaşırken size yoldaşlık edecek çekici, erişilebilir ve güncel bir rehber. Tarih dediğimizde bir yandan olayların seyri anlamına gelen historia res gestae’yi öte yandan insanların olayların seyriyle ilgili anlattığı hikayeler anlamına gelen historia rerum gestarum’u Türkiyeli okurun zihninde anlamlandırıyor.
Bugüne kadar tarih yazımı mı, tarih felsefesi mi? sorunun yanıtı Türkçe literatürde hiç bu kadar açık, sade ve anlaşılır yazılmadı. Herman Paul, tarihin, tüketimin bir parçası haline geldiği bu günlerde tarihin nasıl yazıldığını ustalıkla ortaya koyuyor ve tarih okurlarının tarihsel okuryazarlığına katkılar sunuyor.
Kadınların hayatındaki en köklü değişim belki de iş hayatına atılmalarıydı. Savaşlar, savaşa katılan ülkeleri askeri ve sivil cephe olarak ikiye bölmüştü. Askeri cephenin erkeğe, sivil cephenin ise kadına ihtiyacı vardı. ‘‘Ülkenin sana ihtiyacı var’’, “Ülkene, Erkeğine ve Geleceğine Sahip Çık’’ ve ‘‘Yapabiliriz’’ gibi sık sık kullanılan afişlerle, kadınlar göreve çağrıldı. Kadınlar, mecburen erkeklerin yardım çağrısına cevap verecek ve erkeklerin yanında saf tutacaklardı.
Sonuç olarak kadınlar, yeni üniformalarıyla yeni hayatlarına yani kamusal hayata geçtiler. Bu süreç beklenildiği üzere sancılı oldu. Birçok erkeğin kafasında, kadın hala geçici işçiydi ve savaş bitince evine, yani ait olduğu yere geri dönmeliydi. Kadınlara göre ise kamusal alana girme önemli bir dönüm noktası ve dönüşümün başlangıcıydı. Elinizdeki bu kitap, Amerika Birleşik Devletleri’nden, İran’a kadar büyük bir coğrafyada savaş zamanı kadınlar hakkında (bazen de kadınlar tarafından) kullanılan eril söylemleri ve bu söylemlerin kullanım yöntemleri, güçleri, etki sahaları, yarattığı algıları ve karşıt tepkileri incelemektedir.
Türkiye’nin iç ve dış politikada hassas olduğu 1924 yılına odaklanan bu eser, Resimli Yıl almanağından hareketle bir mikro analiz yapıyor. 1924 yılının iç ve dış politik gelişmelerini, toplumsal karakterini ve kültürel birikimini ele alan bu çalışma, kadından spora, teknikten düşünsel hayata, mahkumdan siyasetçiye, frengiden zeplinlere uzanan geniş bir tema ağıyla çerçeveleniyor.
Sertellerin erken dönem çabaları ile hayat bulan Resimli Yıl, Cumhuriyet’in miras aldığı birikimi karikatürler, fotoğraflar, çerçeve yazıları ve makaleler ile anlatarak; akla ve bilime dayanan zihniyete geçişin nasıl olabileceğini örnekleyip, en önemlisi geçmişimizi yönlendiren zihni değerlerin bugüne ve geleceğe nasıl miras kaldığını gösteriyor.
Bu açıdan bakıldığında sosyal ve iktidar yaşamda, sınıfsal olgunun Batıdaki gibi berrak biçimde gelişip serpilmediği Osmanlı toplumunda görülen iktisat ilişkilerinin, aydın sınıfının oluşuma zemin hazırlayan burjuva sınıfının tam anlamıyla gelişip serpilmesine müsaade etmediğini görüyoruz. Bu durum elbette sonraki dönemleri derinden etkilemiş, gariptir ki sınıfsız bir toplum söylemi bile iktidar odaklı aydınların tekrar ede geldiği bir kalıp düşünce olmuştur.
Bu kitap Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan en önemli tarihsel kesitin belirli aydınlar üzerindeki etkisini tespit ediyor. Kültür ve düşünce hayatında ve siyasal alanda önemli değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bu tarihsel dönem, aydınlarının düşünce dünyasının derinlerinde yaşanan izlerini eserlerinde izleyerek anlamlandırıyor.
Mustafa Oral’ın yazıları Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan büyük değişim ve dönüşüm sürecinin sancılı günlerini yaşamış bir kuşağın aydınlarını mercek altına alıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Falih Rıfkı Atay, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halide Edip Adıvar, İsmail Habip Sevük, M. Fuad Köprülü, Mükrimin Halil Yinanç, Oğuz Tansel, Tuncer Baykara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp.
Ülkü Dergisi, 19 Şubat 1932’de açılıp ülkede hızla yaygınlaşan Halkevleri merkez yayınıdır. Ankara Halkevi’nin yayını olarak düşünce hayatında ortaya çıkmasına rağmen, Halkevi dergileri arasında örnek konumda bulunur. 1930’lu ve 40’lı yılların Halkevleri ve dergileri, genç cumhuriyetçiler için bir ocak olmuştur. Aynı zamanda bu dergi, Kemalist İdeoloji’nin temel varsayımlarının tartışılıp olgunlaştırıldığı bir mecra olarak, üretilen bilginin halka aktarılmasında önemli bir araç da olmuştur.
Bu kitabında Mustafa Oral, CHP’nin kültür şubesine bağlı olarak çalışan Ankara Halkevi ve Ülkü Dergisi özelinde Kemalist Cumhuriyetin İnşasının izlerini başarıyla sürüyor.
Mustafa Oral, bu önemli kitabında Kıta Avrupası ile İslâm ve Osmanlı dünyasında tarihçilik geleneğini ve tarihsel düşüncesini ilmek ilmek işliyor, tarihçiler ve eserleri üzerinden yeniden tartışmaya açıyor. Aydınlanma ile ortaya çıkan epistemolojik bağlamın tarih / tarihçilik anlayışına ve düşüncesine yaptığı katkıyı hem Avrupa özelinde hem de Osmanlı örneğinde alt bağlamları ile okura sunuyor. Meşrutiyetten cumhuriyete tarihçilik geleneğinde ve tarih düşüncesinde değişim ve sürekliliği, Avrupası düşüncesi ile girilen etkileşimin satır aralarını anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
Romantik tarihçiler geçmişi tarihsel roman yazarlarının etkisiyle heyecan verici, siyaset kuramcılarının etkisiyle Fransız Devrimi ile bozulan siyasi istikrarın yeniden sağlanmasının aracı olarak gördüler. Romantiklere göre tarih, yaşanılan zamanın kurumlarını gerçekten anlamak ve değerlendirmek amacına yönelik olmalıdır. Bunun için geçmişe değer verilmeli ve onu korumalıdır. Bu tarih görüşü, Ortaçağa karşı belirgin bir ilgi de uyandırdı. Bu tarih anlayışının etkisi ile Ortaçağ tarihçileri geçmişi, verimli ve parlak bir tarihsel dönem olarak değerlendirmeye başladılar. Romantik tarih anlayışı, rasyonalist tarih görüşüne bir tepki olarak gelişti. Elinizdeki kitap, bu coğrafya için önemli dönüm noktalarından olan meşrutiyet yıllarında Osmanlı modernleşmesinin, Batıda egemen olan romantik tarih söylemi ile nasıl etkileşime girdiğini ve cumhuriyet ideolojisine evrildiğini gözler önüne seriyor.
Peki, bu farklılaşan tarih perspektifinde Türkiye'de yaşayan kadınların tarihi ne durumdadır? Kadın Hareketi, hem Osmanlı Devleti hem de Türkiye Cumhuriyeti'ndeki uygulamalarla kendisine has bir değişim geçirmiştir. Artık kadın tarihi, kadının ne tür dönüşümler geçirerek bugüne ulaştığını, devletin, toplumun, zihniyetin, kültürün ise buna ne çeşit tepkiler verdiğini ortaya çıkartmaktadır. II. Meşrutiyet yılları ise bu tepkilerin en önemli adımlarının bulunduğu dönemdir. Yaşanan farklılaşma ve atılan adımlar sınırlı bir yayılıma sahip olmuş olsa da gerçekleştirilen incelemeler, özgün bir kadın hareketinin 1908-1918 arasında var olduğunu kanıtlamaktadır.
Kadınlarımızın, kadın hareketini destekleyen erkeklerimizin, feminist hareketin ve toplumsal cinsiyetin düşünce dünyamızda yarattığı değişimi, II. Meşrutiyet Dönemi dergilerinden hareketle incelemek hatta bu incelemeleri çeşitlendirmek şüphesiz ki meseleyi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Bu kitap, Napalm bombasını, güçlü devletlerin siviller üzerine uyguladığı vahşetin nasıl meşrulaştırıldığını, silah endüstrisinin nasıl geliştiğini, savaşlarda neden çoğunlukla sivil halkın zarar gördüğünü ve savaşın nice farklı yönünü ortaya koyuyor.
Elinizdeki kitapla, sizi savaş üzerine düşünmeye çağırıyoruz.
Elinizdeki bu kitap, yüzüncü yılına denk geldiğimiz II. Meşrutiyet'in ilanının ve bu ilandan sonra adını verdiği dönemin kısa bir muhasebesini yapıyor.
Bu dönem, kimilerine göre İttihat ve Terakki önderlerinin ülkeden ayrıldıkları 1918'e kadar; kimilerine göre ise Saltanat'm kaldırıldığı 1922 yılma kadar devam etmektedir. Ancak sınırlandırılması nasıl olursa olsun, dönemin Cumhuriyet'e giden yolun öncülü olduğuna kuşku yoktur. Cumhuriyet birçok bakımdan II. Meşrutiyet Dönemi'nde başlayan değişimlerin tamamlayıcısı gibidir. Günümüzde de büyük ölçüde bu dönemin etkilerini yaşamaktayız.
İmparatorluk bize birçok kavramı miras bıraktı. Bunlardan en önemlileri siyasi parti kadroları, parlamento, basın ve siyasi kurumlar. Bunlara ek olarak Cumhuriyet' i kuranlar da bu yapıdan bağımsız değildi. Günümüz modernleşmesinin kaynağı olarak II. Meşrutiyet, yönetim anlamında sıkıntılarını bu güne taşımakla birlikte, demokrasinin ilk örneklerini de bize miras bıraktı.
Çağcıl sorunların kökenleriyle geçmişte yüzleşmek ve Türkiye demokratikleşmesini daha iyi anlamlandırmak temennisiyle...
Ölümün farkında olan tarafımız soruyor, “Aciz bir varlık olduğunu biliyorsun, peki yaşadığının farkında olarak mı yaşıyorsun? Bu senin hayatın mı? Yoksa büyüklerinin, öğretmenlerinin, din insanlarının, politikacılarının, reklamcılarının, medyanın sana biçtiği rolü oynayan ruhsuz, kuru bir aktör müsün? Kendi düşüncelerini oluşturmaya, kendi hayatını yaşamaya çabaladın mı? Kimin hayatını yaşıyorsun?” Bu sorular ister istemez huzursuzluk yaratacaktır… Huzursuzluk, eğer can kulağıyla dinlenilirse aslında bir çağrıdır. Bu başka birileri ile ilgili bir sorun değildir. Dolaysız, vasıtasız, her an, doğrudan, içerden bizi ilgilendiren bir çağrıdır.
Düşünce’nin bizzat kendisi, otorite ile konuşmak, ona sorular yöneltmek ve eleştirmek ister. Anlamak ister. Kendi gözleri ile görüp, kendi gönlü ve aklı ile reddetmek veya onaylamak ister. İyi yaşam, kendisine sunulanı hemen kabul etmeyen, huzursuzluklarını, arayışını, kaygılarını ve sorularını asla küçük görmeyen cevval insanda ifadesini bulur. Saygı, sorgulamayı, eleştirmeyi, zorlamayı, arayışı ve anlamı gerektirir. Kültür, sınır çekenlerin bu sınırları muhafaza çabalarından daha çok, o sınırı sorgulamayı tercih edenlerin marifetidir. Yazar Nietzsche felsefesinin önemli noktalarını, büyük bir ustalıkla ve öylesine anlaşılır bir dille aktarıyor ki Nietzsche okumak hiç olmadığı kadar keyifli bir hal alıyor!
Kaos Kelam Hijyen Şiddet bir felsefe kitabı, ama bildiğimiz Türkçe felsefe kitaplarına benzemiyor, çünkü yazar benliğini ve deneyimini kuramından soyutlamıyor, Türkiyeli bir akademisyen olduğunu unutmuşçasına ellerini kirletiyor. Murat Baç felsefe öğrenciliğinin önemli bir kısmını kapsayan Kanada deneyiminin onu götürdüğü ontoloji kuramını anlatıyor. Kitabın başlığı kendinden açıklamalı; kuram, kaosa tahammül edemeyen Kuzey Amerikalı’nın kelam yoluyla ne kadar hijyenik bir varoluş yarattığını, kaostan bütünüyle arındırılmaya çalışılan bu varoluşun ne denli şiddet içerdiğini sadece anlatmakla kalmıyor, okuyucuya bu kuramı adım adım bulduruyor. Baç, haliyle, okuyucuyu dirseklerine kadar metoda batırıyor; onu hiç farkettirmeden bir felsefe öğrencisi yapıyor; tanıklık nasıl kurama dönüştürülür onu gösteriyor.
Kaos Kelam Hijyen Şiddet bir sosyo-ontolojik anı kitabı ve bu haliyle tadından yenmiyor, üstüne illa ki orta şekerli kahve söyletiyor.”
Yudit Namer
Çevre duyarlığımız hep olacak. Dünya bize emanettir. Doğa da. Bizden farklı olanlara, düşüncelere, kültürlere, ötekine duyarlı olmayı bileceğiz. Sorumluluğumuz bizi mazluma karşı duyarlı kılacak. Yalnız “kendimizden olan” mazlûma, ezilmişe, hakkı yenmişe karşı değil, öteki mazlumlara karşı da. Mazlum, insan olabildiği gibi hayvan da, bitki de olabilir. Cân, canlılık taşıyan her mazlûm dostumuzdur. Duyarlılık alanımız içindedir.”
Ahmet İnam, bu yeni kitabında, her zamanki gibi, antik dönemlerden akıp gelen felsefeden aldığı ilhamla, okuyucunun sırtına bilgi kamburları eklemeden, hayata dair, insanın duruşuna dair görüşlerini paylaşıyor. Bu kolayca okunan metinler, bize güneşli ufuklar açıyor ve yeni düşünmelere sürüklüyor.
Ankara’da ODTÜ’de Ahmet İnam’ın derslerini dinlememek gerçekten büyük bir kayıp.
Türkiye’nin yetiştirdiği bu büyük felsefeci ile tanışmak için hiçbir fırsatı kaçırmamanızı salık veriyoruz.
içerlere koku, ses ve tuz...
Özlem Bahadır Karaoğlu'nun, duyularını körelten planlama hatalarına, kişiyi bir algoritmanın içine sıkıştıran dönemin ruhuna belli ki itirazı var.
Eleştirilerini, mimari izlenimlerini, kentsel taleplerini, metroda karaladıklarını görsel şiire dair nitelikli denemelerle aktarıyor.
İstanbul çözüldü, gözüpek bir şiir girişimi olarak ve aynı zamanda kent okuma alışkanlıklarını sarsmaya, istanbul’la aramızda çıplak gözle görülmesi zor bağları güçlendirmeye yöneliyor.
Gündelik hayatı, Facebook personalarını, Wikileaks’i ve Türkileaks’i, kedilerle yaşamayı, Müslüm Gürses’e ilgiyi, Behzat Ç. tiplemesini ve taşra gazinolarında hayatı Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi romanına dayanan bir tartışma ile, İkinci Yeni şairlerinin sosyo-politik tutumlarını özellikle düzyazıları üzerinden kavramaya dönük sorgulamalarla, Nâzım’la karşılaştırmalı okumalarla, Goethe’nin “Erlkönig” şiirinden ve Schubert’in aynı adlı lied’inden doğan denemelerle; ütopyacılık ile idealizmin, anarşizm ile melankolinin bağlarına bakarak, güvencesiz çalışma koşullarının hayata ve kültüre etkilerini inceleyerek, olağanüstü durumlarda neden ve nasıl yazılabileceğini merak ederek, Şahan Şahnur ve Reşat Nuri gibi iki Üsküdarlı yazarın yaklaşımlarını buluşturarak ve Benedict Anderson’ı ta Filipinler’e kadar takip ederek masaya koyuyor.
Süreyyya Evren’den edebiyata, sanata ve gündelik hayata dair yeni düşünme sahalarıyla ve buruk tatlarıyla öne çıkan denemeler...
Mao Zedong’un: “Çin dünyadaki en güçlü kapitalist ülke ABD’yi yakalamalıdır.” hedefi, ülkenin temel güdüsüdür. Yazar, bu hedefe ulaşmak için üç önemli özelliği öne çıkarır;
1.Çin nüfusu ve toprak büyüklüğü.
2.Nitelikli, iyi eğitim görmüş, vizyon sahibi ve yetişmiş insan kaynağı.
3.Yönetim sorunu; Çin başkanlarının halk arasındaki itibarı, iki meclisli yönetim yapısı ve güçler ayrılığı ilkesinin üstünlüğü, daha kapsayıcı bir demokrasi olarak gelişmiş, pratik-yönelimli bir sosyalist demokrasi ve diğer ülkelere göre etkili bir karar alma mekanizması. Başkanın tek adamcılığı ve onun atadığı kadrolar yerine, ömrünü çeşitli yöneticilik kademelerinde geçirmiş deneyimli bir kadroya sahip yönetimi.
Çin Komünist Partisi’nin iddiası nettir; 2030 yılında, artık o zamana kadar sahip olduğu kurumsal ve politik avantajları net bir şekilde kullanarak ABD’yi her alanda geçmiş olmak.
Türkiye için Çin genel olarak, söylencelerle kulaktan kulağa anlatılan bir ülkeyken, Çin Komünist Partisi de pek bilinmeyen bir partidir. Çin Komünist Partisi Nasıl Yönetiliyor, ülkenin çeşitli alanlarından derli toplu verilere dayanan bilgiler sunarak doyurucu nitelikte olan bir eserdir. Ayrıca, ülkemizde yaygın olan sosyalist ülkelerde eleştirinin olmadığına dair inancı tersine çevirerek, kurucu lider Mao’dan başlayarak hala hayatta olan liderlere kadar, yanlış uygulamaları yerden yere vurmaktadır. Merakları giderecek bir kitabı elinizde tutmaktasınız…
İşgale uğrayan her halk, bir aşağılanma ile karşı karşıya kalır. Bu algı, halkın mücadele ve özgüvenini erozyona uğratır. 1840 Afyon Savaşı’ndan sonra Çin’in de yaşadığı süreç budur. Ancak üzerinden bu ötekileştirmeyi atan Çin, mesafe katetmek için hangi yollardan yürüdü, nasıl mücadele etti; bahsedilen rüya budur.
Çin’in özellikle son senelerde gösterdiği çıkış, doğal olarak bazı çevreleri tedirgin etmiştir. Çin’in bir tehdit, gelecekte batı toplumunun yerini ikame edecek bir güç olacağı algısı yaygınlaşmıştır. Çin Rüyası bu düşüncede olanlara bir cevaptır. Alışılagelmiş ve sömürü üzerine kurulmuş günümüz modern dünyasına, alternatif bir yaşayış ve ilişkiler ağı sunmaktadır.
Bir Çin deyişi, yüz kilometre gidecek biri, doksanıncı kilometreyi yolun yarısı saymalıdır der. Gerçekten de sona yaklaştıkça, işler daha da zorlaşır. Engeller ve tuzaklar artar.
Başka bir dünya mümkündür slogandan öte, özgür bir yaşam arayışıdır. Bu nedenle her deneyim, yakından izlenmeyi, derinlemesine analiz edilmeyi ve sonrasında eleştirilmeyi hak eder. Çin Rüyası bu sürece olumlu katkı yapacaktır.
“Çinlilerin her zaman büyük hayalleri olmuştur. Kağıt yapımı, barut, taşınabilir daktilo ve pusula gibi eski icatlar, yenilik, bilim ve teknolojiye yaptığı modern katkılar kendi halkına ve dünyanın geri kalanındaki halklara fayda sağlamıştır. Ulusal istikrar, barış ve halkın refahı için uğraşmanın yanında Çin Rüyası küresel barışı da aktif olarak destekliyor.”
Mohammed Sacket
Arap Birliğinin eski Çin Büyükelçisi
Bu sayımızda içinde bulunduğumuz coğrafyayı büyük oranda ilgilendiren mültecilik ve göçmenlik üzerine bir söyleşi bulacaksınız. Bu insanlar genellikle savaştan kaçanlar. Yarın çok daha fazlası iklim mültecisi olarak bu kitleye katılacak. Çok boyutlu olan bu meseleyi düşünmeye, filozoflardan yardım istemeye devam edeceğiz.
Kendi ana dilini, kendi belleğinden bulup çıkaramayan, pek çok dili bir arada öğrenerek büyüyen Illich, tamamen hâkim olduğu yarım dil hazinesi sayesinde, artık pek çok kimsenin okuyup anlayamadığı metinlere hâkimdir. Çalışkanlığı ve bunu sosyal hayata harmanlama becerisi ile metinleri sokaktan hiç kopmamış, bu nedenle her yazdığı çok okunmuş ve tartışma yaratmıştır.
Illich bu kitabında geçmişin ya da tarihin aynasında 12. yüzyıla kadar uzanır. Hayal gücü, algı, kavramlar ve imgelem ile ilgilenir. Bu okumalarını, çağdaş okuyucuya rapor verecekmiş gibi güncelleştirir ve sosyal hayatımızı saran hatta boğan meselelere ayna tutar. Bu olağanüstü yeteneği sayesinde, metin asla sıkıcı olmaz ve okura yabancılaşmaz. Onun yazdıkları kendi aramızdaki konuşmalarımız gibi, günlük çekişme ve tartışmalarımız tadında ilerler.
Bunu bilinçli olarak yapar; ancak ve ancak geçmişin aynasından bakarsak, günümüzün dikkatinin sınırlarının genellikle dışında oluşmuş varsayımların farkına varıp yüzyılımızın zihinsel çabalarının farkını gözlemleyebileceğimizi dile getirir.
Kitabın birinci bölümünde, bizim de gözde gündemimiz olan müştereklerden ne anladığını ve bunun geleneksel toplum ve kıtlık algısıyla ilintisini yazarak başlayan İllich, Şenlikli Toplum kitabından başlayarak kendi yazdıklarına özeleştiri getirerek devam ediyor.
Ivan Illich serimizin bu yeni kitabı ile okurları selamlamaktan çok büyük mutluluk duyduğumuzu özellikle belirtmek isteriz.
Ben onun duruşunu sorgulamak için gelmiştim ancak tek fark ettiğim şey onun yeni bir konuma geçiş yaptığıydı. Bir keresinde mülakat sırasında çileden çıktım. Ancak Illich sayesinde anladım ki Zen Budizm’in ‘aceminin aklı’ dediği şey olmaksızın, gerçek bir sürpriz imkansızdır.
Bir aceminin aklı, gideceğinizi bildiğiniz yere ‘diyalektik olarak’ varmanızı sağlayan Sokratik tekniğe uydurulamaz. Kişinin kendi duruşunu gerçekten dikkate almaması gerekir. Illich böyle bir bilgeliğe sahipti ve bu hal söyleşiye birdenbire, konu dışı, bitmemişlik niteliklerini verse de, değerini tam da buna borçludur.
Kitap, Illich ile yaptığımız on mülakattan oluşuyor. Her biri benim Illich’in sırasıyla bir kitabını tartışma niyetim ile başlayıp, onun götürdüğü yepyeni görüşlerle noktalandı.’
David Calyey söyleşilerinde, Illich’in entelektüel kariyerinin özetini sunuyor. En önemli kitaplarını yeniden sorguluyor. İlginç bir şekilde Illich, mülakatçıdan önce kendi eserine yepyeni ve şenlikli eleştiriler getirip, ufuk açıcı yorumlar yapıyor. Okulsuz Toplum, Sağlığın Gaspı, Şenlikli Toplum, ABC Aklın Eleştirisi, Gölge İş, İşsizlik Hakkı ve dahası. Yazar, Illich’i tanımak ve bir kitapta bütün eserlerinden ilham almak için mükemmel bir fırsat sunuyor. Yeni İnsan Yayınevi Ivan Illich’in eserlerini yayınlamaya devam ediyor.
Bu kitapta derlenen yazılar gölge ekonominin yükselişine odaklanıyor. Bu terimi parasallaştırılmış sektöre dahil olmayan, ama sanayi öncesi toplumlarda da rastlanmayan bazı faaliyetler hakkında konuşmak için icat ettim.
Öğretilmiş anadil edinimi de bu kitapta üzerine eğildiğim örneklerden bir tanesi.
Karl Polanyi’nin modern tarihi piyasa ekonomisinin ‘ilişiksizleşme’ süreci olarak tarif edişine katılıyorum. Ancak bu benzeri olmayan modern ve ilişiksizleşmiş ekonomiyi, formel ekonomiye ait terimlerin rahatça uygulanabileceği bir perspektif kullanarak incelemiyorum. Daha ziyade gölgede kalan diğer tarafla ilgileniyorum. Gölge ekonominin formel ekonomi kategorisine dahil olmayan ve antropolojinin geçimlik kültürlere dair araştırmalarında kullanabileceği özelliklerini tarif etmek istiyorum. On dokuzuncu yüzyıl başlarının tarihine baktığımda parasallaştırmanın ilerleyişi ile birlikte parasallaşmamış ve diğerini tamamlayan bir yarıkürenin ortaya çıktığını görüyorum. Bu iki yarıküre eşit derecede, ama farklı şekillerde, endüstri öncesi toplumların genel yapısına yabancı. Her ikisi de çevrenin kullanım değerini ortadan kaldırıyor ve geçimlik ekonomiyi yok ediyor.
Gölge ekonominin yükselişine paralel olarak, karşılığı maaşla ödenmeyen ancak hane halkının piyasadan bağımsızlaşmasına hiçbir katkısı olmayan yeni bir emek türünün ortaya çıktığını gözlemliyorum. Aslında başlıca örneği ev kadınının geçimlik olmayan, yani evsel alanda yaptığı, gölge iş olan bu yeni faaliyet türü, evin parasını kazanan kişinin ortaya çıkışı için de gerekli koşuldur. Modern ücretli emek kadar yeni bir fenomen olan gölge iş, meta-yoğun toplumun bekası için daha gerekli bile olabilir. Bunun geçime odaklı halk kültürlerine has vernaküler etkinliklerden farkı, araştırmamın en zorlu ve en çok sonuç veren bölümünü oluşturuyor.
Gelişmiş bir sanayi toplumunda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek imkansızlaşıyor. Toplumun altyapısı öylesine bir şekilde düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler ve devlet devreye girdikçe kullanım değeri üretiminin üzerindeki bu meta üretim tekeli daha da baskıcı oluyor.
Bir çocuğa yalnızca diplomanız varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği yerine ancak bir klinikte oturtabilirsiniz. Ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji, birbirinden öğrenme ve benzeri faaliyetler yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün hale gelmiş durumda.
1980’lerden bu yana, çiftçi nüfusunu %1’in altına düşüren, tarımı köylülerin elinden alıp şirketlerin insafına ve kâr hırsına bırakan ABD’nin bu modeli, Türkiye’de iktidara gelen bütün siyasi partilerce desteklenen ve uygulanmaya çalışılan politikalar oldu. Şimdi işler ters gitmeye başladı. Çünkü gıda güvenliği zaten çoktan yitirildi, gıda krizi ise kapıda. Bundan sonra ne olacak? Richard Heinberg ve Michael Bomford'un organik tarım, permakültür gibi yepyeni tarımsal uygulamaları da göz önüne alarak ortaya serdiği önlemler dizisine kulak vermek ve tek tek hayata geçirmek için daha ne bekliyoruz?
“Bundan neredeyse yüz elli sene önce bir tıp hekimi olan Montessori, mezun olur olmaz, çok genç yaşta zihinsel engelli çocuklarla çalışmaya başlar. Muazzam bir gözlem yeteneği olan bu genç hekim, zihinsel engelli çocuklara uyguladığı eğitim metoduyla onları, yaşıtları diğer çocuklarla öğrendikleri üzerine yarışmaya sokacak ve geçecek aşamaya getirir. Bu başarısı, diğer çocuklarla da çalışmalar yapması için kendisine güç ve ilham verir. Gerçekten de altmış çocukla başladığı yolculuk, kısa sürede çalışmalarının kendi adı ile anılması ve İtalya dışında Avrupa’nın diğer ülkelerinden de ilgi ve merakla karşılanmasıyla sonuçlanır”
Alternatif Eğitim Dergisi her zaman olduğu gibi bugün de eleştirel bir bakışla yaklaşıyor meseleye. Gelenekselde ne vardı, Montessori doğru bir tercih midir, demokratik kimliğin inşasında Montessori eğitimin rolü olabilir mi, Montessori eğitiminin kazandırdığı becerilerin Türkiye kültürüne etkileri nelerdir? Bunları ve daha fazlasını irdeleyerek gözler önüne seriyor.
O günden bugüne Waldorf Pedagojisi deneyim pratikleri ile var olmaya ve ilham vermeye devam ediyor. Yanıtını aradığımız temel sorular şunlar:
Waldorf Pedagojisi’nin temel özellikleri neler?
Yıllar boyu uygulanan bu yaklaşım eğitime, çocuğa, öğretmene/eğitmene, aileye, topluma ve yaşama nasıl bakıyor?
Waldorf Pedagojisi’ni konvansiyonel eğitimden ve diğer alternatif eğitim yaklaşımlarından farklı kılan özellikler neler?
Waldorf Pedagojisi’ni kimler, nerede, nasıl uyguluyor?
Waldorf Pedagojisi’nin eğiticileri nasıl eğitiliyor?
Bu ve bundan daha fazla sorunun yanıtını hem teoriye dayalı metinlerle, hem uygulama deneyimleriyle, hem de çeviri ve telif yazılarla yanıtlamaya çalıştık.
Dünya genelinde Waldorf Pedagojisi’nin nasıl ortaya çıktığının öyküsünü, Türkiye’deki Waldorf hareketinin hangi aşamalardan geçtiğini, hangi sorunların yaşandığını, nasıl çözümler üretildiğini ve kendilerini nasıl yetkinleştirdiklerinin öyküsünü bu sayıda bulabilirsiniz.
Bu sayıda 2. Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumu’nda öne çıkan tartışmaları sizinle paylaşmaya çalıştık.
Bu sayıda 2. Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumu’nda öne çıkan tartışmaları sizinle paylaşmaya çalıştık. Türkiye’deki iklim aktivistlerinden Rüya Aygüneş bizimle okul deneyimini paylaştı. Pat Farrenga, sempozyuma katılamasa da bizler için eğitimin sadece dört duvar arasında olmadığını ortaya koyan bir yazı paylaştı. Lena Merkle Yeşildağ hem Waldorf okullarında eğitim almış bir öğrenci olarak hem de Waldorf üzerine çalışan bir akademisyen olarak Waldorf Pedagojisinin ilk yıllarını tartışmaya açıyor. Alexander Khost da Türkiye alternatif eğitim gündemine yeni giren özyönelimli eğitim tartışmasını yaparak alternatif eğitime yeni bakış açıları kazandırıyor. Rao Yerravallı ise kırsalda eğitim tartışmalarını Hindistan’daki deneyim pratiğiyle bize sunuyor.
Dergimizin bu sayısında sadece yurt dışı deneyimleri yok. Türkiye’deki Waldorf deneyimlerini Gülay Kav, demokratik okul deneyimlerini Gonca Fide, Melek Altınay Aksözek, Reggio Emilia deneyimlerini Ayşegül Ünal Saraç, Burak Genç ve Sevinç Alptekin’in kaleminden okuyacaksınız. Elbette bu deneyimler arasında alternatif eğitimin de birçok sorunu yer alıyor. Bu sorunlar sadece alternatif eğitim sempozyumlarımızın konuları değil aynı zamanda alternatif eğitime gönül veren herkesin düşünmesi gereken konular. Bu sayımızda Faruk Konukçu’nun alternatif eğitim kurumlarında öğretmen sorunlarına dair yazısını ve de Barış Bayır’ın, neredeyse her toplantının temel sorularından birisi olan, velilerin alternatif eğitime bakış açısının ne olduğuna dair yazısını bulabilirsiniz.
Alternatif eğitim yaklaşımlarının ortaya çıkışında dezavantajlı grupların eğitimi sıklıkla dile getirilir. Türkiye’de dezavantajlı öğrencilerle ilgili yapılan çalışmalar da bu sayının konuları arasında. Cavit Yeşildağ, şifalı pedagojinin temel çerçevesini çizerken, Melek Okur hasta çocukların eğitimi başlıklı yazısını sizlere aktarıyor. Bu konuda bir başka deneyim pratiği ise Gökçe Baltacı ve Nesrin Rüya Kılınçkını’nın kaleminden Tarlabaşı deneyimi. Bu sayının diğer yazıları arasında Sibel Ataman Yalı’nın post- truth ve eğitim üzerine yazısı Metin Bayrak’ın 21. Yüzyıl becerileri ve alternatif eğitim ilişkisi üzerine yazısı bizlere eleştirel bir okuma sunuyor. Ayrıca Gülay Kav’ın çevirisini yaptığı Sue Gerhardt’ın Sevgi Neden Önemlidir? kitabı üzerine kritik yine bu dosyamızda.
Alternatif Eğitim Dergisi’nin her sayısında okulsuzluk üzerine bir yazı yer alıyor. Bu sayıda Sheila Baranoski’nin Okulsuzlar Okumayı Nasıl Öğrenir? başlıklı yazısını Duygu Kurat Türkçeye çevirdi.
Bu sayıya yazıları ile katkı veren tüm yazarlarımıza ve çevirmenlerimize teşekkür ederiz.
“Dünyayı hiç bitmemiş bir taslak olarak hayal edebilirsiniz. Her zaman pervasız ve olağanüstü taze…”
Bu hayalden hareketle bu taslağı geliştirmek, eklemeler yapmak ve güzelleştirmek için çocuklardan yardım alıyoruz. Hiç bitmeyen bu taslak üzerinde, hep birlikte dünyaya izlerimizi bırakmak üzere çalışıyoruz. Çocuklarımız her sene “ders konusu” olarak dünyanın bize her yıl aynı tazelikte sunduğu nimetlerden yararlanıyor. Bilimin ve doğanın “gerçek”leriyle meşgul oluyor. Meraklarının yöneldiği her konu bizim için üzerinde çalışılacak bir projeye dönüşüyor. Toplumdan ve kültürden soyutlanmamaları için sınıflarımızda demokratik ve katılımcı rutinlerimizi oluşturuyoruz. Hep birlikte “öğrenmeyi” öğreniyoruz.
Alternatif Eğitim Dergisi’nin 11. sayısında Reggio Emilia deneyimini paylaşan; çok farklı yer, zaman, deneyim ve alandan gelen bu dostlarımızın birbirinden farklı ve hepimizi zenginleştiren deneyimlerine, düşüncelerine ve araştırmalarına yer verdik. Ayrıca Reggio Emilia’nın ilham veren yabancı dildeki kaynaklarını yine bu sayıda sizlerle buluşturuyoruz. Bu umudu ve deneyimi paylaşmamıza ortam hazırlayan Alternatif Eğitim Dergisi yürütücülerine büyük bir teşekkür borçluyuz. Bununla birlikte en büyük teşekkürü bize bu hayali kurduran ve deneyimimizi var eden çocuklara sunuyoruz.
Türkiye'de eğitim alanında önemli bir ses ve alternatif olan Başka Bir Okul Mümkün topluluğunun bütün tarihsel gelişimini, geçirdiği evreleri, emek verenlerin kaleminden ilk defa bu kadar derli toplu bir şekilde okurla buluşuyor. Bu sayının editörlüğünü yapan Feyza Eyikul, sürecin başından beri Başka Bir Okul Mümkün oluşumunun içinde aktif olarak yer almıştır. Derginin bir kısmı ise girişime ilham olan ve başından beri desteğini esirgemeyen yabancı yazarların yazıları ile zenginleştirilmiştir.
Tüm dünyada eğitimin niteliğinin günbegün düşmekte olduğu tartışmalarının yaşandığı bu dönemde eğitimde alternatif yaklaşımlara dair söyleyecek sözü olan, yeni yöntemler öneren eğitimciler Alternatif Eğitim Dergisi’nde kendilerini ifade olanağı bulabilmektedirler.
Alternatif Eğitim Dergisi bu sayıda tartışmaya konu olan “nitelikli okullar”ın başarısının ardındaki akademik ve öğretimsel (Fransızca deyimle scolaire) yönlerini ele aldı. Bu okulları diğerlerinden farklılaştıran (talep, tanınırlık, akademik başarı, uluslararası kabul vb.) özellikler arasında tarihsel geçmiş, kurumsal yapı, öğretmen kadrosu, materyal imkânı, okul mimarisi, yabancı dil, teknik donanım, bütçe vb bulunduğu ileri sürülebilir. Fakat bu “nitelikli okullar”ı diğerlerinden en çok farklılaştıran, altyapıya ait imkânların (bina, öğretmen kadrosu, bütçe, sosyal ilişkiler ağı vb.) yanı sıra, öğretim sürecinde uygulanan efsanevi sıkı disiplin olsa gerek. Dosyada yer alan yazılarda bu disiplinin, “sıkı çalış(tır)ma”nın dışında, işine önem verme, pozitif sonuç almak için kıyasıya bir mücadele etme, hayatta bir şeyleri değiştirmenin mümkün olduğu, toplumsal sorunlara duyarlı bir yaklaşımın eğitimi anlamlı kıldığını vazeden çeşitli boyutlar içerdiğini söylemek mümkün.
Alternatif Eğitim Dergimizin bu sayısında nitelikli okulları tartışmaya ve anlaşılır kılmaya çalıştık.
Modern eğitim dizgesinin rasyonelliği ve çocuğa yüklediği sorumluluklar, oyunu ve oyuncağı unutturuyor. Diğer taraftan oyun ve oyuncak, çocuğun hayal dünyasının en önemli enstrümanlarından. Keşif yoluyla, eğlenerek öğretiyor. Aynı zamanda yaratıcılığa derinlik katıyor.
Alternatif Eğitim Dergisi’nin bu sayısı oyun ve oyuncağı çok boyutlu biçimde ele alıyor. Yetişkinlere ve eğitimcilere sınav ve başarıya odaklanmış bir çocuklukta oyun ve oyuncağı yeniden hatırlatmayı hedefliyor.
Okul ve eğitim üzerine yapılan tartışmalar genellikle öğretim programı ve ders kitabı üzerine yapılmaktadır. Bu durum öğretim sürecinin temel ögelerinden olan öğretmenleri ve öğretmenlerin sorunlarını göz ardı etme ihtimalini doğurur. Öğretmenlerin eğitim sistemi ve öğrencinin okul yaşantısı üzerindeki etkileri öğretim programı ve ders kitabından daha önemlidir. Öğretmenin öğrencilerle ve velilerle kurmuş olduğu diyalog aslında genel okul ikliminde temelini teşkil eder.
Dergimizin bu sayısı okulların açıldığı bir zaman diliminde ve mevcut sınav sisteminin değiştirilmesi gibi güncel tartışmaların yanında öğretmen sorunlarını dile getirerek alana önemli katkılar sağlamayı hedefliyor.
Alternatif Eğitim Dergisi Güz sayısı ile ilgili bilgileri linkte bulabilirsiniz.
Kimi öğrenciler din konusuna ilgi duysalar bile öğrencilerin büyük bir kısmı dinle ilgili dersleri ve bilgileri kendi gelecekleri için öncelikli, acil ve çözüm kabilinden bir öğretim alanı olarak görmüyor; bilakis daha “pozitif” alanlara (matematik, yabancı dil, spor, bilim vb.) yöneliyorlar. Zira mezun olup iş hayatına atıldıklarında öğrenciler daha pozitif, pratik ve bilimsel bilgilerin işlerine yarayacaklarını düşünüyor olabilirler; bu, hayatın normal gelişimsel bir sonucu. Fakat öte yandan, din eğitimi konusunda bir toplumsal talebin olduğu da kabul edilmeli.
Her halükarda Türkiye’de din eğitiminin asıl sorunu, din kurumuna yönelik “toptancı” bakıştır; din, özel bir sosyal kurum olarak kalması gerekirken aşırı derecede politikleştirilmekte ve hak temelinde sorgulanmamaktadır.
Eğitim kurumu bu süreçte en çok etkilenen kurumlardan biri oldu.
Darbe girişimi sonrası eğitim sisteminde çok büyük değişiklikler yapıldı. Ancak, bunlar daha çok hükümetin darbe karşısında kendini korumaya yönelik düzenlemelerdi. Türkiye eğitim sistemi eskisi gibi devam ediyor. Sorunlar yerli yerinde ve değişen bir şey yok. Çünkü yapılan düzenlemeler eğitimin içeriğinden çok biçimine ilişkindi.
Düşük akademik başarı, eğitime erişim sorunu, okul dışında kalan kız çocukları, çocuk gelin meselesi, düşük nitelikli eğitim materyalleri, kalabalık derslikler, öğretmenlere yönelik tartışmalı performans sorunu, açığa alınan veya ihraç edilen öğretmenler, bazı şehirlerde eğitim-öğretimin aksaması, okul yöneticileriyle ilgili liyakat meselesi, mülakatla öğretmen alımında yaşanan sorunlar, tartışmalı seçimlik dersler gibi bir dolu sorun hala çözülmeyi bekliyor. Genelde sol kesimler ve eğitim üzerine düşünenler eski alışkanlıklarına devam ediyor: Eleştirmek. Oysa geleceği bugünden kurmak adına önerilerimizi şekillendirmek, kurumlaştırmak, yaygınlaştırmak gibi bir derdimiz olmalı.
Bu nedenle bu sayıda üniversitelerdeki eğitime odaklandık ve alternatif üniversite modelleri için ipucu olabilecek yazılara yer verdik.
Daha mutlu, refah içinde ve daha özgür bireylerden oluşan bir topluma doğru yol alırken, geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe köprü kurarken “eleştiri” ve “umut”un alanı olarak eğitim kuşkusuz özgürleştirici olmak durumundadır. Özgürleştirici eğitimin iki ayağı bulunur: Bunlardan ilki, öğrencilerin içinde yaşadıkları dünyanın, gerçekte her şey değişirken“değişmez’ olduğu düşüncesine karşı çıkmasını ve okuldakiler de dâhil olmak üzere “sömürücü, tahakkümcü, baskıcı” inanç, norm, değerler ve pratikleri sorgulamasını sağlayan “eleştirel bilinç”in geliştirilmesidir. İkincisi ise insanın çok yönlü olarak bilgi, beceri ve yeteneklerinin geliştirilmesi yoluyla “yaratıcı” ve “özgürleştirici” toplumsallığının özendirilmesi ve insanın özneleşmesinin ve özgürleşmesinin önünde yükselen ırkçı, cinsiyetçi, türcü ve homofobik her türlü ayrımcı duvarın aşılmasıdır.
Dergi, alternatifi aramak veya bulmak adına bir platform olarak örgütlenmelidir. Eleştirel Alternatif Eğitim adına sözü olan herkes bu platformda yer alabilmelidir. Çağımız artık bilginin öne çıktığı ve fakat iyice metalaştığı bir dönemi imliyor. Dergide gerek bilgi üretiminde gerekse verili bilgiyi eleştirmede farklı yaklaşımlara yer verilmelidir. İdeolojik olarak farklı yerlerde dursa bile ileri(ci) düşünce ve uygulamaların tanıtımı için dergilerin sayfaları açık olmalıdır. Eğitime değişik, farklı, alternatif bakan herkesi dergimize katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Okur ve abone olarak, dosya konusu önererek, alternatif bir eğitim uygulamasını tanıtarak, yazar ve yazı bularak, dergide bulunan eksikliklere dikkat çekerek vs. türlü biçimlerde katkıda bulunabilirsiniz. Çünkü bu dergi hiç kimsenin ve herkesin. Derdimiz, birlikte ve başka bir şey üretmek.
Aykut Köksal
“Fröbel çocukları özellikle kendileri için oluşturulmuş bir ortamda; sıcakkanlı, tatlı, sakin, samimi bir hava içinde yaşatma fikri kuruyor; tarlalar, bahçeler arıyor. Çocuklara çiçekler, faydalı yahut da süs için bitkiler yetiştirmek ve evcil hayvanlar besleme yöntemini öğretmek istiyordu. Fröbel bahçesi bir çocuk topluluğu halini alıyordu ki orada oyunlar, şarkılar eğlence ve sevinci devam ettirmeye hizmet ediyor, çocuğun hayatının ilk dönemlerindeki çalışması adeta bir şiir oluyor, hayali bir ömre benziyordu. Daha doğrusu bu; bin türlü ıstırap ve endişe ile çırpınan hâlihazırdaki toplumda pek nadir olarak ve belki bin türlü problem ile gerçekleştirilecek bir düşünce idi.”
Bu metin 1914’te yazıldı. Yani dünyanın çalkantılı dönemlerine, kan ve gözyaşı ile hatırlanan yıllarına ait. Ancak dönemin çocukları, bugün dört duvar arasında sıkışmış öğretmen ve öğrencilerin hayal bile edemeyeceği öğrenme ortamını o günlerde sadece hayal etmekle kalmadılar, aynı zamanda deneyimlediler.
Eğitim Klasikleri Serisi’nin ilk kitabı olan Fröbel ve Pestalozzi Usullerinde Terbiye ve Talim Dersleri, hatırlama kültürünün bir parçası olmamıza olanak sağlıyor.
“Fröbel çocukları özellikle kendileri için oluşturulmuş bir ortamda; sıcakkanlı, tatlı, sakin, samimi bir hava içinde yaşatma fikri kuruyor; tarlalar, bahçeler arıyor. Çocuklara çiçekler, faydalı yahut da süs için bitkiler yetiştirmek ve evcil hayvanlar besleme yöntemini öğretmek istiyordu. Fröbel bahçesi bir çocuk topluluğu halini alıyordu ki orada oyunlar, şarkılar eğlence ve sevinci devam ettirmeye hizmet ediyor, çocuğun hayatının ilk dönemlerindeki çalışması adeta bir şiir oluyor, hayali bir ömre benziyordu. Daha doğrusu bu; bin türlü ıstırap ve endişe ile çırpınan hâlihazırdaki toplumda pek nadir olarak ve belki bin türlü problem ile gerçekleştirilecek bir düşünce idi.”
Bu metin 1914’te yazıldı. Yani dünyanın çalkantılı dönemlerine, kan ve gözyaşı ile hatırlanan yıllarına ait. Ancak dönemin çocukları, bugün dört duvar arasında sıkışmış öğretmen ve öğrencilerin hayal bile edemeyeceği öğrenme ortamını o günlerde sadece hayal etmekle kalmadılar, aynı zamanda deneyimlediler.
Eğitim Klasikleri Serisi’nin ilk kitabı olan Fröbel ve Pestalozzi Usullerinde Terbiye ve Talim Dersleri, hatırlama kültürünün bir parçası olmamıza olanak sağlıyor.