SÖYLEŞİ
Fuat Dündar ile Osmanlı Göç
Politikası: “Allah daha da artırsın”
Söyleşİ: ERHAN KELEŞOĞLU
OSMANLI’DA GÖÇ VE İSKÂN TARİHİ ÜSTÜNE
ÇALIŞMALARINDAN TANIĞIMIZ FUAT
DÜNDAR İLE SÖYLEŞTİK.
H
50
Fuat Dündar
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
icret, Dîn ü Devlet: Osmanlı Göç Politikası başlıklı yeni kitabınızda Türk, Tatar,
Çerkes, Nogay, Boşnak, Gürcü ve Girit
Müslümanlarının Osmanlı’ya göçüne
odaklanıyorsunuz. Bu kitabı yazma motivasyonunuz neydi?
Birkaç neden sayabilirim. Uzun yıllardır, göçiskân meselesi üzerine çalışıyor, okuyordum. Zaten
hep, bir genel değerlendirme yapma planım vardı.
Motive eden şeyse, Suriyeli sığınmacılar meselesi
oldu. Bildiğiniz gibi bu mesele siyasetin, kamuoyunun ve akademinin göçlere olan ilgisini artırdı. Bir
nedeni sığınmacı sayısından kaynaklanırken diğer
bir nedeni de korkularımızdı. Kısmen bize ait, kısmen dışardan geldi. Tüm dünyada ama özellikle
Avrupa’ya hâkim olan göçmen korkusu bize de bulaştı. Avrupa’da 1990’larda başlayan korku, bugün
paranoya seviyesine ulaşmış durumda. Korkularımız
açısından Avrupalılaştık diyebilirim. Gerçekten de
1990’lardaki Sevr, yani politik bölünme korkusunun
yerini göçmen korkusu aldı.
Çalışmanızla ilgisi ne bunun?
Nasıl ki Sevr korkusu, Türkiye’nin dinsel ve etnik
zenginliğine dair gerçeklerden uzak akademik çalışmalara yol açtıysa, göçmen korkusu da göç çalışmalarına etkide bulunuyor, bulunacak. Bu korku etkisini
göstermeye başladı bile. Bir taraftan göç çalışmalarını güvenlik ve terör çalışmalarıyla bütünleştirme çabaları diğer yandan göçlere olan aşırı akademik ilgi.
Gerçekten de, akademik çalışmalarda tam bir “babyboom” yaşanıyor. Geçen 5-10 yılda tüm Cumhuriyet
tarihinin üretimi kadar, hatta daha fazla akademik
çalışma yapıldı dersek, abartma yapmış olmam. Ezici
çoğunluğu Suriyeli sığınmacılara değinen bu çalışmaların bir kısmı, Osmanlı göç tarihini yok sayıyor
veya resmi göç tezine benzer klişelerle ele alıyor. “Osmanlı, kapıları herkese ve sadece insani nedenlerle
kucak açtı” gibi tarihi idealize eden bu tarz yaklaşımların, çalışmamı başlatıcı nedenlerden olduğunu
söyleyebilirim.
Kitabınız, 1856-1908 gibi 50 yıllık geniş bir dönemi
ele alıyor. Önceki çalışmalarınız, daha kısa dönem-
SÖYLEŞİ
leri ele alıyordu. Uzun dönem çalışmanın ne tür
avantajları veya dezavantajları oldu?
Doğru. Master ve doktora çalışmalarım beş yıllık
(1913-1918) bir döneme yoğunlaşmıştı. Bu çalışmada
ise, Osmanlı’da göç yanlısı politikanın 50 yıllık ve bir
o kadar kaotik bir sürecine yoğunlaştı. Başta beşerî,
sosyal, siyasal, ekonomik, askeri yönlere baktım.
Nihayetinde, din ve devlet kaygılarının belirleyici
olduğuna karar verdim. Bunlar da, bildiğiniz gibi tartışmalı ve bir o kadar da zengin bir literatüre sahip.
Geniş bir dönemi çoklu paradigma ile çalışmanın en
büyük dezavantajı, arşiv belgelerinden uzaklaştırmasıydı. Önceki çalışmalarım çoğunlukla arşiv belgelerine dayanmış ve tabiri caizse, tezlerimi belgeleri
bir lego gibi kullanarak inşa etmiştim. Geniş ve kaotik bir dönemi ele alırken bunu yapamazdım. Belgelerden daha çok literatüre dayandım. Özcesi önceki
çalışmalarım tarih, son çalışmam ise siyaset, siyasi
tarih kapsamında değerlendirilebilir. Bu değişimin
bir nedeni, siyaset bilimi bölümünde ders vermeye
başlamamdı. Diğer bir neden, geçmiş çalışmalarımın
bana öğrettikleriydi.
Geçmiş çalışmalarınız, ne öğretti size ve son çalışmanıza nasıl bir etkisi oldu?
Şöyle ki... Önceki çalışmalarıma yönelik eleştiriler
artınca, haliyle -erkenden haberdar olma amacıylaliteratürü daha bir titiz takip etmeye başlamıştım.
Bu, bir alışkanlık haline dönüştü. Literatürün çalışmalarıma nasıl atıf yaptığını, kullandığını ve aktardığını araştırma konusu ettim. Bir amacım da verdiğim,
ya da verdiğimi sandığım mesajların nasıl algılandığını görmekti. Bu arada, literatürün, çalışmanızla
girdiği diyaloğu takip etmeyi, genç akademisyenlere
de öneririm. Oldukça öğretici olabiliyor. Hani tezinizi
yazarken literatürle monoloğa girersiniz ya, yayınlandıktan sonra da, literatürün çalışmanızla girdiği
monoloğu takip ederseniz, kendinizi ölçebilme şansını edinirsiniz. Hem en nihayetinde sosyal bilimler,
okyanusa atılmış şişedeki bir mesaj değildir, değil
mi? Hayali de olsa, muhatabı olan bir kitle hedeflenir.
İlginç bir yaklaşım, ama önceki soruma dönecek
olursam, etkisi ne oldu?
İnsanlar, gerçeği ortaya çıkarmanız ve aktarmanızdan daha çok tahlile önem veriyor, bunu anladım.
Üstelik, uzun uğraşlar sonucu hazırladığınız bir nüfus tablosu veya haritanın, öneminin pek algılanmadığını ve de gereken değeri görmediğini fark ettim.
Tabii bu sadece Türkiye’ye ait bir sorun değil. Mesela,
haritaları makale düzeyinde değerlendiren, indekslerde yer veren -bildiğim- tek bir dergi var, “Journal
of Maps”. Benzer dergiler artmalı; istatistik cetveli
ve haritalar bir makale düzeyinde kabul edilmelidir.
Çünkü her biri bir tez ileri sürmektedir, görsel veya
sayısal bir tez. Ne yazık ki insanlar, oldukça tipografik düşünüyor. Mevlana’nın “harf zarf (kap) gibidir,
mana da ona gelen suya benzer” sözü, bin yıl önce
için doğru olabilir ama çağımız artık, harften ve kitaptan ibaret değil. Harfe yüklediğimiz anlamı ve
değeri sayı, harita ve resme de göstermeliyiz. Okur
yazarlığı, okuma ve yazma olarak anlamaya devam
ediyoruz. Bakmıyor, görmüyor, ölçmüyoruz. Harita
ve istatistiği okuyamıyoruz, değerini belirleyemiyoruz. Ne yazık ki birçok doktora tezi ne bir istatistik
cetveli ve ne de bir harita içermekte, en önemlisi de
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
93 muhacirlerinin İstanbul’a varışı. The Illustrated London News, 1878
51
SÖYLEŞİ
Harita 1: Osmanlı'ya yönelik göçler, 1856-1923
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
19. yüzyıl ortaları Kırımlı bir ailenin seyahat tasviri
52
yorumlamaktadır. Harfsiz, yazısız olmayacaksa, bunlarsız da olmamalı.
Velhasıl, eski çalışmalarımın aksine, belgelere, harita ve tablolara verdiğim zamanı (teorik) okumaya
verdim. Ve arşiv kaynakları çalışmamı değil, literatür
kaynaklarımı belirledi. Önceki çalışmalarımda, kaynaklardan, özellikle arşiv belgelerinden yola çıkmıştım. Bu çalışmamda ise literatürün kullandığı belgeleri yeniden okuyarak, yorumlayarak değerlendirdim.
Bunun bir avantajı daha oldu. Daha önceki çalışmalarımda pek yapmadığım, literatür değerlendirmesine
geniş yer vermek fırsatına kavuştum. Temel kaynağı
arşivler olan çalışmalarımda, geniş bir literatür karşılaştırmasına gerek yoktu, çünkü derdim ve diyaloğum arşiv belgeleriyleydi. Ama temel kaynağım ikincil kaynaklar olunca, “tez – antitez” hesaplaşmasına
girmem bir zorunluluk oldu.
Osmanlı’ya göç konusunda tez neydi?
Kuşkusuz blue print bir tez yok. Ancak, revaçta
dökümanlar, tekrarlanan klişeler, siyah-beyaz resmedilen ve sıklıkla dolaşıma sokulan göç olaylarıyla
ortak bir görüşün yaratıldığını düşünüyorum. Son
yıllara kadar Belleten gibi güç odaklarına dayalı dergilerin yayın kurulları, Türkiye’nin en “tutucu” bölümü olan (evet ilahiyat bölümlerinden daha fazla!) tarih bölümlerindeki müfredat, danışmanlar ve Yök’ün
tezlerin içeriğine müdahalesiyle şekillenen bir ortak
görüş olduğunu düşünüyorum. Madem Türk milli
kimliği, etnik değil sivil deniliyorsa ve kurucularından biri de “ortak tarih” ise, göç konusunda da ortak
bir görüşün olması daha bir önem kazanıyor. Mutabık noktaları şöyle sayabilirim: Göçler, Rusya’nın (ve
diğer Hristiyan hükümetlerin) Müslümanları kovma
politikasından dolayı gerçekleşti. Osmanlı, birçok
(başta ekonomik) sorununa rağmen ve ihtiyacı olmamasına rağmen, muhacirlere kucak açtı, muafiyet ve
yardımlarda bulundu. Göçmenleri kabul etmesinin
sebebi sosyal, manevi ve dinsel sebeplerdi. Özetle,
Osmanlı’yı sorumlu göstermekten kaçınan ve pasif
resmeden bir anlayış var. Kuşkusuz tamamen gerçekdışı değil. Ama birçok gerçeği de örtbas ettiğini
belirtmeliyim. Rus işgal, ilhak ve kolonizasyonu göçleri başlatmıştır, doğrudur. Ancak iktidarını empoze
ettikten sonra, nüfusunun ve bu yüzden üretiminin,
ekonomisinin, askerinin azalmasını, Osmanlı gibi,
istemediğini de saklamamak gerekir. Üstelik resmi tezin yaptığı gibi, yarım asrı aşan bir sürekliliğe
sahip göçler için, tek bir tarafı yani “itici” faktörleri
sebep göstermek göç mekanizmasını anlamamıza engel olur. “Çekici (cezbedici)” sebepleri de yani
Osmanlı’nın göç yanlısı politikalarını da hesaba katmak gerekir. Özetle, resmi göç tezinin resmettiği gibi
Osmanlı pasif değildi, aktifti. Göçlerin birçoğu, Osmanlı siyaseti yüzünden gerçekleşir.
Nedeni sizce ne?
Resmi tarih tezlerinin izinden gidecek olursak,
birlik ve beraberlik ruhunu güçlendirme arzusudur.
Ayrıca, muhacirlerdeki sadakati artırmak ve sonraki
SÖYLEŞİ
mı hangisiydi diye soracak olursanız, “göç sistemleri
kuramı” derim. Ele aldığım göçler, Rusya ve Osmanlı
mücadelesinin bir parçası olarak ortaya çıktı ve iki
imparatorluk da yaşanan göçlerden sorumluydu hatta aralarında bir göç yönetişimi söz konusuydu.
Metodolojik sorunlar kısmında kavram sorunlarına değiniyor ve muhacir ile mülteci terimlerinin
doğru kullanılmadığını söylüyorsunuz. Biraz açar
mısınız?
Muhacir, göçmen gibi şemsiye bir terim. Ama
Osmanlı’daki hukuki karşılığı, tabiiyete alınacak
ve talimatnamelerle belirlenmiş imtiyazlara sahip
olacaklara işaret ediyordu. Muhacirlik bir statüydü.
Ayrıca, ezici çoğunluğu Müslümanlara bahşedildiği
için, muhacir daha çok Müslüman göçmenleri ifade
ediyordu. Mülteci ise, istenmeyen göçmenler için tabiiyete alınmaları önünde kuşku ve engel olanlar için
kullanılırdı. Bir mülteci muhacir olarak değerlendirilmediği sürece ne toprak, ne de askerlik ve vergi gibi
muafiyetlerden yararlanabilirdi. Genelde gelenlerden gayrimüslimler mülteci olarak adlandırılırdı.
93 muhacirleri yollarda
The Illustrated London News, 1 Eylül 1877
Osmanlı’nın muhacirlere açık kapı politikasını, insani kaygıların yanı sıra kimlik ve siyaset kaygılarıyla şekillendiğini iddia ediyorsunuz. Doğru mu?
Kesinlikle. Osmanlı’nın göç yanlısı politika izlemesinin temel nedeni, kimlik ve siyasi kaygılardı.
Yani, din ve devleti koruma kaygısıydı. Osmanlı tebaası olmayan Müslümanların, özellikle Rus egemenliği
altındakilerin yaşadığı baskı ve zulümlerin yanı sıra
son noktada belirleyici olan Osmanlı’nın kendi çıkarlarıydı. İmparatorluğun çalışan, savaşan, üreyen
ve bazı bölgelerde çoğunluğu sağlayacak bir nüfusa
ihtiyacı vardı. Bunun yolları, her ülkede olduğu gibi,
doğumla ve göçle nüfusu artırmaktı. İkincisi, o günkü koşullarda daha mümkündü. Muhacir kabulünü
gerekçelendiren 1863 tarihli bir arzda, “Allah daha da
artırsın” vurgusu yapılıyordu.
Peki, Osmanlı göç politikası değişikliğe uğradı mı?
Ve mesela, çalışmanızda değinmediğiniz 1856 öncesi
göçleri için de benzer politikalar uygulandı mı?
Yukarda belirttiğim gibi, Osmanlı, Müslümanlara
kapıyı hep açık tuttu, göçleri teşvik etti, hatta celbe
dahi başvurdu. Ama bazen de kapıyı -geçici olsa dakapattı. Yani, tek ve değişmez bir göç politikasından
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
kuşaklardaki sadakatin yeniden üretilmesini sağlamaktır. Tekrar belirtmek gerekir ki, kuşkusuz Rus ve
diğer işgalci devletlerin zulmü göçlerde etkin olmuştur. Ama tüm göçler için bu geçerli değildi. Birçoğu
aslında kendi ata topraklarında kalabilirdi.
Kitabınızın ilk bölümünü, göçü çalışmanın zorluklarına ayırmışsınız. Neden?
Zordur. Çünkü göç mekanizmasını anlama amaçlı
eleştirel yaklaşım farklı algılanabilir. Hükümetlerin
göç politikasını eleştirmek, göçmenleri eleştirmekle
eş tutulabilir. Muhacirlerin yaşadığı acıları göreceleştirdiğiniz ve küçümsediğiniz şeklinde algılanabilir.
Mesela 1864 Soykırımı’na yol açan Çerkes göçlerini
anlama çabası, “inkâr” olarak dahi değerlendirilebilir. Diğer bir neden, göç meselesinin milli bir mesele
olarak görülmesidir. Bildiğiniz gibi, son yıllarda İçişleri Bakanlığı, göçlerle ilgili akademik çalışmaları sıkı
bir takibe aldı. Hatta birçok genelge yayımladı. Göç,
insani bir meseleden daha çok politik bir meseledir.
Aynı şekilde tarihsel göçleri de tartışmak, İslam’ı,
Türklüğü ve Cumhuriyeti tartışmanızı zorunlu kılar.
Göçler hem devletin, hem de Türk milliyetçiliğinin
kuruluşunda önemli rol oynadığı için de, bazı tabuları içerir. Bildiğiniz gibi tabular, bilimsel çalışmaların
önündeki en büyük engeldir.
Sadece siyasi boyut mu, göçü çalışmayı zorlaştırdı?
Değil tabi. Akademik zorlukları da oldu. 1856-1908
göçleri gibi, kitlesel ve uzun bir sürece yayılan göçleri
çalışmak zordur. Çünkü çok katmanlı ve çok nedenlidir. Mesela, yüzyıla yakın suren Kırım göçlerinin tek
bir nedeni yoktu. Üstelik, her bir Kırımlının göçünün
gerisinde kişisel nedenler de vardı. Bir kısmı çatışma,
bir kısmı siyasi, aile birleşimi, tahsil, dini, evlilik, ekonomi ve ticaret gibi sayamayacağımız nedenler vardı.
Ama göçlerin yapısal nedenlerini ve genel karakteristiğini ortaya çıkarmak da nihayetinde bir zorunluluktu. Bu noktada sayısız neden içinde en belirleyici
olan, din ve devleti öne çıkarmak, indirgemeci olma
tehlikesine yol açsa da zorunluydu. Yoksa her bir Kırımlının sadece siyasi ve dini sebeplerle göç ettiğini
iddia etmek mümkün değildir.
Göçü çalışmanın kuramsal sorunları neydi?
Milliyetçilik birkaç çeşitse, göçler çok daha fazla
çeşide sahiptir ve oldukça komplikedir. Gerçekten de
nedenleri, süreci ve sonuçları açısından her bir göç
kendi özgünlüğüne sahiptir. Bu yüzden, göçleri bir
kurama oturtmak zor. Kuşkusuz yine de bir kurama
oturtulabilir, ama birçok parçasını dışarıda bırakmak
şartıyla. Mesela, daha çok bireysel ve ekonomik saiklerle gerçekleşen göçlere uygulanan rasyonel seçim
teorisini, bu çalışmadaki kitlesel, zorunlu ve siyasal
saiklerle gerçekleşen göçlere nasıl uygulayabiliriz?
Her bir göçmenin tercihini nasıl belirleyebiliriz ve
bu tercihinin rasyonel olup olmadığına nasıl karar
verebiliriz? Veya maddi çıkar ile manevi çıkar arasındaki ayrımı nasıl tespit edebiliriz? İncelediğim göçler,
bireysel kararlardan daha çok kolektif kararlarla,
maddi çıkarların yanısıra grubun birliği ile kimliğini
bozmamayı hedefleyen ve bunu “çıkar” olarak görenlerin meydana getirdiği göçlerdi. En uygun göç kura-
53
bahsedemeyiz. Beş ayrı coğrafyadan, daha doğru deyişle insani coğrafyadan gelen muhacirlere farklı politika uyguladı: Vassal devletler, Afrika/Arabistan, Kırım hanlığı, Kafkasya ile Osmanlı Balkanları. Vassal
devletlerden göçler ilk göçler sayılabilir. Ama az sayıda ve sınır aşırı değil sınır ötesi gerçekleşen göçler
olduğu için, imparatorluk çapında bir göç politikası
belirleme ihtiyacı hissedilmedi. Sınırın yanı başında
ve yürüyerek gerçekleşen göçler için merkezi bir karar almaya gerek yoktu. Nitekim, mahalli tedbirlerle
ve sınırlara yakın bölgelere iskân ile sorunun üstesinden geliniyordu. Göçler sınır aşırı bir karakter kazandığı ve denizin araya girdiği durumlarda merkezi
bir politika gerekli hale geldi. Kırım ve Kafkaslıların
“düşman” topraklardan veya denizden geçmeleri gerekiyordu. Bu da, devlet gibi en üst organizasyonların
dahlini gerektiriyordu. Diğer yandan Kuzey Afrika
ve Arap bölgelerinden kitlesel göçlere ise sıcak bakılmadı. Bir nedeni, işgalcilerin farklı olmasından kaynaklıydı. Balkan, Kırım ve Kafkasya Müslümanlarına
yönelik göç yanlısı bir politika izlendi ama nüansları
farklılaşabiliyordu. Kitlesel Kırım göçleri savaş sırasında askeri ve sivil gemilerle yapılan nüfus transferiyle başlar. Osmanlı bürokrasinin itiraf ettiği gibi
aslında “adam kaçırma” şeklinde başlamıştı. Daha
sonra 1856 muhacir çağrısıyla göç haline dönüşür.
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
SÖYLEŞİ
1856 SONRASI OSMANLI’YA MÜSLÜMAN SÜNNİ göçlerİNİ, 16. YÜZYIL ANADOLU ALEVİLERİNİN “ŞAHA GİDELİM”
ZİHNİYETLİ DİNSEL GÖÇLERE BENZETEBİLİRİZ.
54
Çerkes Göçü, Ressam Pyotr Nikolayevich Gruzinsky
Kafkaslıların da göçü istenir. Ancak 1864’teki “Büyük
göç” düzeyinde ani ve kitlesel bir göç beklenmiyordu.
Her iktidar, istediklerinin gerçekleşmesinden önce
kontrolü kaybetmek istemez. İktidarı tanımlayan
sahip oldukları değil ne kadar kontrol edebildiğidir.
Nitekim, Çerkes muhacirlere özel bir talimatname
yayımlanır. Medenileşmelerini sağlamak için dağıtılarak iskânları, ilke olarak benimsenir. Balkanlar’dan
göç, aslında istenmez, mecbur kalınır. 1876 İstanbul
Konferansı’nda Bulgaristan fikri ve nüfusun çoğunluğuna göre, Doğu Rumeli ve Makedonya’nın kaderinin belirleneceği yönündeki karar, göç yanlısı politika izlenmesini zorunlu kılar. Kırım ve Kafkaslılar
kâğıt üzerinde, Balkanlar ise gerçekten Osmanlıydı;
evlad-ı fatihan ve Osmanlı’nın Müslümanlaştırdıklarıyla... Nitekim, Balkan muhaceratı daha büyük siyasi değişime yol açtı. Balkan muhacirleri imparatorluğun yönetimini 1908’de kısmen, 1913’te ise tamamen
ele geçirdiler.
Kitabınızda, “Neden 1850’ler” başlıklı bir bölüm var.
Ben de tekrarlayayım: Neden 1850’ler?
1853’te başlayan Kırım Savaşı kırılma noktasıydı.
Avrupalı güçler aslında kendi çıkarlarını korumak
için de olsa, Osmanlı ülkesini korumak adına büyük
kayıplar verecekleri bir savaşa girdi. Göçler açısından
da önemli bir tarihti. Göçler kitleselleşti ve bu olgu
SÖYLEŞİ
imparatorluğun yıkılışına kadar devam ederek rutinleşti. Kırım’da Avrupa desteği sonrasında göçlerin
başlaması tesadüf değildi. Kırım’dan Tuna bölgesine
Müslüman nüfus transferi İngiliz ve Fransız savaş gemileriyle oldu. Bu fiili desteğin yanı sıra, Osmanlı’ya
göçü bir çözüm olarak da önerdikleri kanaatindeyim.
1900’lü yılların başında, Balkanlar’dan Türk ve Müslümanların Anadolu’ya “geri” çekilmesini tavsiye eden
Alman askeri yetkililere benzer bir teklif olduğunu
düşünüyorum. Rus egemenliğindeki Kırım Müslümanlarının Osmanlı’ya, özellikle Tuna’ya transferi ve
nüfusun tahkim edilmesinin önerildiği fikrindeyim.
1829 Savaşı’nda Tuna Deltası’nın Rusya’nın eline geçişinin Avrupa’ya maliyeti büyüktü. Tuna bölgesinin
“ıslahı”, Avrupa ve Osmanlı’nın ortak amacı oldu. Islah
sadece liman, kanal ve demiryolu tarzı altyapıyı değil
aynı zamanda nüfusu da kapsamaktaydı. Bölgedeki
nüfusun artırılmasıyla Rus ilerlemesinin durdurulması Avrupa’nın da işine geliyordu. Savaşı sırasındaki nüfus transferi ise kitlesel göçlerin tetikleyicisi
oldu. Diğer yandan iç siyaset de göçlerin kitleselleşmesinde etkiliydi. Özellikle Tanzimat’ın etkisinden
bahsetmek gerekir. Tanzimat, siyasi reformun yanı
sıra, imparatorluk çapında bir imar reformu idi. Bu,
kol gücüne olan ihtiyacı artırıyordu. Aynı zamanda
askeri sistemin değişimi de savaşçıya olan talebi yükseltiyordu. Bu yüzdendir ki 1850’lerde imparatorluğu
muhacirlere hazırlayan bir dizi reform yapılır, arazi
kanunu, tabiiyet ve pasaport kanunu gibi. Teknolojik
gelişmelerin de katkısı olur. Savaş sırasında döşenen
telgraf ve demiryollarının yanı sıra, deniz taşımacılığındaki yenilikler de etkili olur. Artan buharlı gemiler ve sivil taşımacılıktaki organizasyonel yenilikler,
göçler için altyapı sağlar. Buharlı gemiler ve trenler,
İstanbul’a onbinlerce, yüzbinlerce nüfusu transfer
etme kudreti verir. Tanzimat Dönemindeki yasal
düzenlemelerin yanı sıra göçler için yayımlanan talimatnameler, kurulan komisyon, müdürlükler vb.
imparatorluğu muhacirler için cazibe merkezi haline
getirir. Nihayetinde 1856 tarihli Avrupalılara yönelik
göç (tavattun) çağrısı ve Müslüman muhacirlere yönelik “Silistre Muhacir Talimatnamesi”, imparatorluğun kapısını göçmenlere ardına kadar açar.
Darülislam kavramına ve Boşnaklar arasındaki tartışmalara geniş yer veriyorsunuz? Nedenini açıklayabilir misiniz?
Darülislam, İslami vatan kavramı olarak göçlere
büyük etkide bulundu. Kaybedilen topraklardaki
Müslümanların önemli bir kısmı, Hıristiyan (işgalci) bir yönetim altında değil, dinini tam, doğru ve
korkusuz yaşayacağı İslam’la yönetilen toprak (Darülislam) olan Osmanlı’da yaşamak nedeniyle göç
etti. Muhacirlerin önemli bir kısmı, Kur’an’ın, “tüm
Müslümanların bir araya gelmesini istediğini”, hatta Darülharpten hicreti farz kıldığına inanmıştı. Hz.
Muhammed’in hicretine gönderme yaparak hicreti
savunan din adamları vardı. Oysa Kuran-i Kerim’in
Darülharpten göçü zorunlu kıldığına dair bir ifade
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
İstanbul, Pangaltı’da muhacirler
55
SÖYLEŞİ
yer almaz. Hanefi fıkhı, Darülislam topraklarının
“kafirlerin” eline geçtikten sonra Müslümanların göçünü tembih eder. Ama Şafii mezhebine göre, Darülislam hiçbir zaman Darülharbe dönüşmez. Darülharb-hicret tartışması en çok Boşnaklar arasında
yapılır. “Darülislam ne zaman darülharb olur? Küfür
diyarından hicret zorunlu mudur?” gibi sorulara verilen cevaplar Müslüman aydınları, hicret yanlısı ve
karşıtı diye ikiye ayırır. Darülharpten göçün zorunlu
olduğunu düşünenler Osmanlı’ya göçenler arasında
çoğunluğu oluşturacaktır. Bu konuda Bayram Şen’in
sürmekte olan doktora çalışması daha açıklayıcı olacaktır.
Bir Kırım
TOPLUMSAL TARİH ŞUBAT 2022
Tatar ailesi
56
Üç ana göç havzasından biri olan Kırım muhaceratı
hakkında literatürden farklı ne dediniz?
1774’te elden çıkmasına rağmen kitlesel göçlerin
neden sonraki bir tarihte, Kırım Savaşıyla başlamasını sorguladım. Göçlerin, Avrupalı güçlerin desteğiyle
gerçekleştiğini ve başlardaki amacın Tuna eyaletinin
imar ve nüfus açısından ıslahı için gerçekleştiğini ileri sürdüm. Kırım’dan göçler büyük oranlara ulaşınca
Rusların engellemeye çalıştığını da ekledim. Ama
bunların çoğu diğer çalışmalarda da ifade edilen görüşlerdi. Mark Pinson, J.Meyer ve Hakan Kırımlı hocanın çalışmaları da çok önemlidir.
Kafkas göçleri konusunda ne düşünüyorsunuz, Çerkeslerin kırımına yol açan 1864 Büyük göçünün nedenleri neydi?
Kemal Karpat başta olmak üzere Kafkas göç literatürü dikkatli okuduğunuzda, Kafkasya’nın 1829’dan
sonra Osmanlı-Rus-İngiliz gerilim sahasına dönüştüğünü görürsünüz. Aslında Kafkasya, 19. yüzyılın Afganistan’ıydı denilebilir. Hatta Şimdilerde ise Suriye...
Bu üç bölge, küresel çatışmanın prova alanlarıdır. Büyük devletler proxy war (vekalet savaşı) ile bu bölgelerde boy ölçüşürler. Abartılı olabilir belki ama, 18781914 Bosna’sı, belki böylesi bir prova alanı olabilseydi,
1914 suikastı dünya savaşına yol açmazdı. Kuşkusuz
Çerkeslerin haklı mücadeleleri kendileri için, Çerkezistan içindi. Ancak Avrupalı güçlerin desteği kendi
çıkarları içindi. İngiltere ve Osmanlı, Rusya’nın ilerlemesinin durdurmak amacıyla mücadelelerine destek
olurlar ve hatta kışkırtırlar. Rusya’nın 1864’teki etnik
temizliğinin nedeni, baş edemediği örgütlü bir halkın,
baş edemediği bir küresel güç olan İngiltere tarafından desteklenmesiydi. Sadece Osmanlı desteğindeki
bir Kafkas sorunu, “kökten çözümcü” bir yola sevketmeyebilirdi. “Büyük Oyun”un faturası Kafkaslılara
kesildi. Üstelik Ruslar Osmanlı’ya sürme yolunun
“insani” bir çözüm olduğunu savundu ve savunmaya
devam etmekte! Bu arada, Kafkas göçü için Abdullah
Saydam ve Nogay göçü için Derya D. Paşaoğlu çalışmalarına da bakılmalıdır.
Balkan göçleri için nüfus çoğunluğu tartışmalarının önemli olduğunu belirtiyorsunuz, açıklayabilir
misiniz?
1876 Tersane Konferansı’nda Rusya’nın desteklediği Bulgarların, Tuna’dan Ege Denizi’ne “Büyük
Bulgaristan” talebi İngilizler ve Fransızlarca reddedilir. Şarki Rumeli vilayeti ve Makedonya’nın nüfus
kompozisyonunun dikkate alınması yönünde karar
alınır. Bu karar, ‘93 Harbi başladığında, Osmanlı’nın
göç politikasında belirleyici olur. Kuzey Balkanlardaki Türk ve Müslüman nüfusun Balkan dağlarının gerisine sevk ve iskanının bir diğer nedeni de kuşkusuz
bu nüfusu Rus ve Bulgar zulmünden korumaktı.
Kırım ve Kafkas göçlerinden sonra Abdülhamid
dönemindeki göçleri yazıyorsunuz. Önce coğrafi
ardından siyasi, hatta kişisel bir sınıflandırma yapıyorsunuz. Çelişkili değil mi?
Kısmen haklısınız. Birçok nedenle buna mecbur
kaldım. Öncelikle, Abdülhamid diğer padişahlardan
çok daha belirleyiciydi! Sistemli ve kesintisiz bir göç
politikası izlemiş, sadece bir bölgeden değil tüm bölgelerden göçü organize etmişti. Üstelik, Abdülhamid
karizması ve islami politikasıyla en ekümenik halife olduğu söylenebilir. İslam tarihi uzmanı değilim,
ama coğrafi alan olarak en geniş alana yayılan iletişimi kurduğunu söyleyebilirim. Abdülhamid’in müslüman dünyası üzerindeki etkisi büyüktü. 1856’dan
beri gerçekleşen göçlerde rastlanan, Abdülhamid
döneminde güçlenen bir göç nedeni vardı, “halifenin yaşadığı topraklara yerleşmek”. Tabiri caizse, 16.
yüzyıl Alevilerin “Şaha gidelim”in benzeri 19. yüzyıl
Osmanlı’ya göçlerde yaşandı, diyebilirim. Sünniler,
önemli bir kısmı nakşibendi olanlar, “(padi)şaha gitmek” için yola koyulmuştur.
Abdülhamid dönemi politikalarında Panislamizm’in
önemli yer tuttuğu düşünülür. Siz Panislamizm’i kapanmacı olarak görüyorsunuz – yayılmacı değil. Bu
göç politikalarını nasıl etkiliyor?
Abdülhamid’in İslam politikası, genel de yayılmacı bir Panislamcılık olarak betimlenir. Ama bana
öyle geliyor ki, İslam’ı yaymak için değil, daha çok,
Müslümanları çekmek içindi. Özellikle eski Osmanlı topraklarındaki ve Rusya’daki Müslümanların,
İslam’ı daha rahat yaşayabilecekleri şerî hükümlerle
yönetilen Osmanlı’ya yönelimleri içindi. Kuşkusuz
Afrika’nın uzak ve Osmanlı egemenliğine girmemiş
veya Hindistan’daki Müslümanlara yönelik faaliyetleri vardı ama bunlar, topraklarını genişletmek veya
egemenliğini yaymaktan daha çok Müslümanları,
Halifelik kanatları altında toplama amaçlı olduğunu
düşünüyorum.