Son kitabınız Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’i okudum,
yazdıklarınızın bana
hep Ankara’yı hatırlattığını fark ettim. Oysa, Ankara bende bir yaradır.
“Bilinci kapalı kaldı bir süre,” diye devam etti. “Sonra
ameliyatlar filan… Aylarca konuşmada ve yiyecekleri yutmada zorlandı… Şimdi
iyi, yani fiziksel bir sorun yok… Konuşuyor, yürüyor… Ama…” (s. 72)
Uyanacağıma dair ümitler günbegün tükenirken, komaya
girmemin üzerinden bir ay geçmişken hayata gözlerimi yeniden açtığım, yeniden
doğduğum yer Ankara. Sonrasıysa nobran hemşireler, midemi kaldıran yemeklerle
dolu bir hastanede yatağa bağlı olarak bir başıma geçirdiğim nihayetsiz günler,
geceler. Üstelik yaşım daha altı; içi içine sığmayışın, yerinde duramayışın
hınzır çağında bir veledin yapayalnız ve hareketsiz kalışının ona ne zor geldiğini
ebeveynler ve öğretmenler rahatça tahayyül edebilir. Belki bir de Ayşe’nin
abisi.
Kimsesiz kalınca yaranın kucak açacağını ben ilk o
hastanede öğrendim. Bildiğim bütün masalları kendime anlattım. Eh tabii sonunda
bunları tekrar tekrar kendime anlatmaktan ve dinlemekten sıkıldım, bu kez
kendim hikâyeler yazmaya başladım. Gökyüzünü hapishane mahkûmları kadar bile göremiyordum.
İki elimi yumruk yapıp sıkıca gözlerime bastırırdım. O zaman rengârenk yıldızlar
dolanmaya başlardı önümde. Daha yataktan kalkamazken, dünyanın dışına adım
atmış gibi olurdum.
Aylar sonra tekrar yürümeye başlamıştım. Hastaneyle
ilgili ilk ve tek güzel anımı da o zaman sahiplendim. Verdikleri terlikler.
Laciverde çalan mavi renkteydiler. İlk gençliğimde her duygulu yeniyetme gibi
yazmaya soyunduğum ilk şiirlerden birinin adının Terlik olması o kadar da tuhaf değil hani. Sonra ayağımda
terliklerle, beni aldıkları daha büyük odaya yürüdüm. Yürümek ne güzel şeydi! Hem orada
başka çocuklar da vardı. Alışkın mıydılar benim gibi yalnızlığa? Ondan mı
konuşmuyorlardı? Hayır, sadece yeni gelenle, benle konuşmuyorlardı. Dayım bana
hediye olarak afili yeni terlikler getirdiğinde, devlet hastanesine düşmüş bu
çocuklarla arama görünmez bir sınıfsal çizgi de çizilmiş oldu. İki minnacık bez
parçası, arkadaş edinme şansımı sıfırlamıştı. Yumruklarımı daha çok bastırdım
gözlerime, daha çok hikâye düşledim.
Yıldızlar gözüm açıkken de dans etmeye başlamıştı. Bunu
babama söylediğimde hastanedeki uzun misafirliğim biter bitmez ilk iş beni bir
göz doktoruna götürdü. Gözlerim maşallah sapasağlamdı. Psikolojik olabilir,
demekle yetindi doktor. O zamanlar travma sözcüğü daha icat edilmemişti. Ama
babam, gözlerinde yıldızlarla gezen kızını psikoloğa falan götürmedi. Bunun
yerine Ankara’dan kasabamıza geri götürdü. Ben de gözlerimde yıldızlarla
yaşamaya alıştım. Önümde bu kadar çok yıldız
uçuşunca kendimi ay belledim, gece uykusunu terk eyledim. İçime yalnızca
karanlıkta ışık tutabiliyorum, bütün
sözcüklerimi yalnızca karanlıkta toplayabiliyorum. Gündüzleri bir hikâyeye
sığınmak istediğimde kapıyorum gözlerimi. Açınca onlar uçup gitmeden hemen
yazmam gerekiyor, çoğu kez yakalayamıyorum. Bakakalıyorum boşlukta süzülen
hikâyelerin ardından. Sözcükler farklı farklı yönlere savrulurken hikâyelerim
parçalanıyor. Yakında kırk sene dolacak ve ben halen hikâyelerimi bir araya
getiremediysem biraz da bundan.
Sonraki senelerde sadece sınav, iş, düğün gibi zoraki
nedenlerle günübirlik ayak bastım Ankara’ya. Koskoca ülkenin başkenti gönlümde
bir hayalet şehir. Bütün bunların sizinle ne alakası var derseniz, ben sanki
Ankara’yı sadece sizin kitaplarınızda sevebiliyorum. Seneler sonra
yıldızlarımla birlikte bir gece okumaya başladığım ilk kitabınız, ne ironi ki, intihar
eden bir kızı konu ediniyordu. O benim gibi dünyaya yeniden gelememişti.
Hikâye çıkarmak için insanın kuytularına elinizi sokup oraları iyice bir karıştırıyor
olmalısınız. Biz okurlar da ana sahnenin dışındaki sıradan insanların ruhlarına
giriş bileti alıyor olmalıyız kitaplarınızı alırken. Belki de kaderimiz
adımızda gizli. Bıçakçı soyadı ne sert ama yazdıkları yumuşak ve nahif mi,
yoksa içimizi böyle deşebildiğine göre keskin mi? Basit sözcüklerin yakıcı
olabileceğini ben sizden öğrendim. Size aforizma yazarı
dendiğini duymanın sizi eğlendirdiğini düşündüm. Acaba onlara bir nebze olsun
hak verdiniz mi, yoksa bu aceleci çağın bir-iki cümleye indirgenmiş ifadelerden
anlam çıkarma ustalarından olduklarını mı düşündünüz benim gibi? Bana öyle
geliyor ki her cümleniz birbirine teyelli; birini koparırsanız, metin düşüp
paramparça olur. Bu yüzden cümlelerinizi ancak birlikte okunduğunda anlamı bize
sunacak şekilde kurmuş gibisiniz.
“Yaşadıklarımı birbirine teyelleme çabası,” demişsiniz siz de (s. 9).
Halis Bey bu yüzden ansiklopedi yazıyormuş demek. Hikâyelerimi ilk paylaştığım
blog’umun adı Teyel idi. Hayatla
bağım o kadar ince, geçici, her an kopabilir ama işte beni hayata bağlayan da o
teyel, yani hikâyeler. Ne tesadüf ki, sizden okuduğum ikinci kitap olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den bir cümleyle açılıyordu blog’um: “Yere
çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.”
Çalakalemliğin verdiği ruhsuzlukla yazanları saymazsak,
bir hikâyeyi kâğıda dökmenin ne zor olduğunu biliyorum. Ama siz bunu kendiliğinden,
doğal bir şekilde yapıyormuşunuz gibi hissettiriyorsunuz. Bir yaprağın ağaçtan
düşüp rüzgârda yol alması gibi. Yok, hayır, kirli bir dünyadan sesleniyorsunuz,
sizin de pembe panjurlarınız yok. American
Beauty filminin son sahnesi gibi daha çok; rüzgârda savrulan bir yapraktan
ziyade rüzgârda savrulan bir poşet. “Bu ne pislik” deyip geçeceğimiz bir
ayrıntıyı şiirselleştiriyorsunuz. Sanki hikâye yazmıyor da etiyle kemiğiyle
hikâyeden ibaret bir bedeni dipdiri karşımıza dikiyorsunuz. Hikâye bazen düşüyor
kalkıyor, bazen acısı sızlıyor, bazen de burukça tebessüm ediyor. Hikâyenin
kalbi atıyor. Duyuyorum.
Sadece Filmlerde
Ağlayabilen Adamla birlikte, evimin duvarında asılı resimlerin başköşesindeki
bir Venedik tablosunun önünde duruyorduk. Bu resme bakınca gözüm ilkin şu küçük
kara köpeğe ilişiyor, dedi. Bense vaktiyle büyük bir heyecanla aldığım o
tabloda küçük kara bir köpek olduğunu unutmuştum – hem de küçük kara bir köpek
dostum olmasını delice arzu ederken. Üstelik o resmi de hayran hayran daha dün seyretmiştim.
Ama hep arka kısmındaki karmaşaya dalıyordum. Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adama, uzaklara
bakarken en yakındaki basit güzellikleri kaçırmışım, dedim. O günün akşamında kitabınıza
döndüğümde sıra “Güzellik” bölümüne gelmişti. Bölüm bitince, birinin beni izleyip
izlemediğini kontrol etmek istercesine, uzandığım koltuktan etrafıma bakındım
gayriihtiyari. Truman Show’da mıyım? Sanki
gündüzki resim sohbetinden sonra “Resim ile aranızda özel bir şey kalmamış,” cümlesini
benim için yazmıştınız. Birbirini hiç tanımayan insanların ruhen akraba olabileceğini
ben sizden öğrendim. (s. 77)
“Güzellik”ten sonra “Boşluk”
bölümüne döndüm yine, orayı döne döne okuyordum zaten. Aralarda boşluk bırakıyordum.
Artık değil. Boşluk bırakmadan yazıyorum. BoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşluk
Halis Bey’in “avuntular ansiklopedisi”nin bir benzeri benimki
de – tabii “şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca
şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir
anlığına sevinen” biri olarak kalmak için üstün çaba sarf ediyorum bugünlerde.
Umudun hem kendini bu kadar yakın hissettiren hem de elde tutması güç bir şey
olmasına şaşıyorum. Umut resimdeki küçük kara köpek gibi. (s. 94)
Halis Bey’e yazdırdığınız ansiklopedi bana Oğuz Atay’ın
Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni anıştırdı. Aklınızdan hiç geçmemişse bile ben
yıldızlarımla birlikte öyle bir köprü kurdum bu iki kitap arasında. Ve öyle bir
köprü ki, yaşam ile ölüm arasına teyellenmiş. İnceldiği yerden kopsun
diyebilecek kadar anlam arayışını başına bela edip sonradan anlamı tamamen yitirmiş,
hayatla bağı hafiflemiş olanlar için. Öte yandan da sadece onların geçmeyi
becerebileceği bir köprü. Onlar dayanılmaz bir dünyada incelikleri iş edinmiş
çünkü. Nasıl tutacaklarını bilmeleri tutunamadıklarından. Öbürlerinin yoluysa
zaten o köprüye düşmeyecek.
Sanılmasın ki “kendini önemsemenin paslı tadı” ağzıma
dolduğundan. Ben herhangi birinden fazlası olmadığımı bu sene öğrendim – hayır,
bu kez sizden değil. Demek ki, ben gerçek anlamda öğrenmeye bu sene başlamışım.
Ayşe gibi. “Sıradan biri olarak görünmeye kimsenin tahammül edemediğini”
bildiğim halde, aynayı kendime çevirmem biraz uzun sürdü. Dünyaya yeni(den) gelişimin,
ikinci kez yaşam üflenen bedenimi anneminkiyle takas ettiğim fikrinin yarattığı
suçluluğun, onulmaz fiziksel ağrılara dayanabilsem de manevi ağrıların girdabında
savrula savrula bozulan dengemin yarattığı eğretiliğin beni biricik kılmadığını
anlamam çok uzun sürdü. Belki de ansiklopedinin suçluluk veya utanç maddesini
bana yazdırmalıydı Halis Bey. (s. 119)
Hep aynı şeyleri yazıyormuşsunuz, eskisi kadar iyi
yazmıyormuşsunuz, öyle diyorlar. Umurumda değil dedikleri. İyi ki yazmışsınız
da köprüyü tekrar bir sallamışsınız. Böylece gözlerimdeki yıldızlar yeniden ama
daha hızlı dönmeye başladı ve bakın ben yine kaleme sarıldım. Hadi diyorum
kendime, hadi yaz. Yaran yeşeriyor bak, çiçek açacak.