FIKIH AKADEMİK
ARAŞTIRMALARI
(İBADETLER-AKİTLERULUSLARARASI İLİŞKİLER)
Ahmet ÖZDEMİR
Kitabın Adı
Yazar
Kapak
: FIKIH AKADEMİK ARAŞTIRMALARI
(İBADETLER-AKİTLER-ULUSLARARASI İLİŞKİLER)
: Ahmet ÖZDEMİR
: Yağmur ARDUÇ
1. Baskı
: Kasım 2024 ANKARA
Yayın Koordinatörü
Yayın Yönetmeni
ISBN
Yayın No.
:
:
:
:
Ceyda ŞEREFLİOĞLU
Selva ALİM
978-625-6173-34-7
2645
© Ahmet ÖZDEMİR
Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kitabın tümünün veya bir kısmının
elektronik, mekanik ya da fotokopi yoluyla basımı, çoğaltılması yapılamaz. Yalnızca
kaynak gösterilerek kullanılabilir.
SONÇAĞ AKADEMİ
İstanbul Cad. İstanbul Çarşısı No.: 48/49 İskitler 06070 ANKARA
T / (312) 341 36 67 - GSM / (533) 093 78 64
www.soncagyayincilik.com.tr
soncagyayincilik@gmail.com
Yayıncı Sertifika Numarası: 47865
BASKI VE CİLT MERKEZİ
UZUN DİJİTAL MATBAA, SONÇAĞ YAYINCILIK MATBAACILIK TESCİLLİ MARKASIDIR.
İstanbul Cad. İstanbul Çarşısı No.: 48/48 İskitler 06070 ANKARA
T / (312) 341 36 67
www.uzundijital.com
uzun@uzundijital.com
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ [5]
BİRİNCİ BÖLÜM
İBADETLER
1-Yolculukta Namazın Vasıta Üzerinde Kılınması [9]
2-Umre Yolculuğunun Önemi ve Sağlayacağı Kazanımlar [23]
3-Zekât ve Vergi Mükellefiyetinde Fırsat Eşitliği ve Adaletin
Sağlanması[35]
4-Kamerî Ayların
Önerileri[45]
Tespitindeki
İhtilafın
Sebepleri
ve
Çözüm
İKİNCİ BÖLÜM
AKİTLER
1-Karz Akdinin Mahiyeti ve Faizli İşlemleri Önleme Fonksiyonu [57]
2-Akitlerde İrade Beyanı [75]
3-Tüketim Amaçlı Borçlanmalarda ve İhtiyaçların Karşılanmasında
Faizsiz Alternatif Çözüm Önerileri [87]
4-Mal ve Hizmet Bedellerinin Piyasanın Tabiî Şartlarına Göre
Belirlenmesi İçin Alınan Fıkhî Tedbir ve Kurallar [107]
5-Kâğıt Paranın Değer Kaybından Kaynaklanan Maddi Zararlara Selem
Akdi Çerçevesinde Çözüm Önerisi [126]
6-Helal Otel Sertifikası Kurallarının Fıkhî İlkeler Çerçevesinde
Değerlendirilmesi [135]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ULUSLARARASI İLİŞKİLER
1-İslâm Devletinin Diğer İslâm Devletiyle Savaşmasının Meşru ve Gayri
Meşru Olduğu Durumlar [151]
3
2-Uluslararası İlişkiler Alanında İslâm Hukukunun Temel İlkeleri-Emân
Akdi Örneği Üzerinden Bir Değerlendirme- [169]
3-Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-Harb İle İlişkilerde Savaşı
Almalarının Sebepleri ve Günümüz Açısından Tahlili [181]
Esas
4-Günümüzde İslâm Dünyasındaki Şiddet ve Saldırıların Meşruiyet
Sorunu [199]
5-İslam Dünyasındaki Çatışma ve Kutuplaşma Sebepleri ve Fıkhî
Çözüm Önerileri [213]
EK 1: Makale ve Tebliğlerin Yayın Linki ve QR Kodu [229]
EK 2: Yayınlardaki Proje ve Uygulama Önerileri [232]
EK 3: İçindekiler (Detay) [233]
4
ÖN SÖZ
Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ve senâlar olsun. Salât ve selâm Resûl-i
Ekrem’e, âline ve ashabına olsun.
Akademisyenlik görevinin temel sorumluluklarından birisi, alanın
meselelerinin ele alındığı yayınlar yapmaktır. Kitap yayınının yanında
makale, tebliğ, ansiklopesi maddesi vb. yayınlar ile de akademik olarak
hizmet edilmektedir.
Bu kitapta ibadetler, akitler ve uluslararası hukuk alanında daha önceki
yıllarda yayınlamış olduğum makale ve tebliğler yer almaktadır.
Daha önce yayınlanmış olan makale ve tebliğlerin müstakil bir kitap
olarak yayınlanmasının pek çok sebebi bulunmaktadır. Makale ve
tebliğlerin çok farklı dergi ve bildiri kitaplarında mevcut olup bir bütün
halinde ulaşmanın oldukça zor olması böyle bir çalışma yapılmasının
sebeplerinden birisidir. Yayınlara ulaşma bakımından İSAM, Dergipark,
Kütüphane veritabanları gibi imkânların olduğu malumdur. Ancak bazı
yayınlarda derginin kendi web sitesi dışında makaleye ulaşımın zorluğu
gözlenmektedir. Bu çalışma ile yayına ulaşımın zor olduğu durumlar
için bir çözüm imkânı sunulmuş olmaktadır.
Akademik süreçte ortaya konulan fikirlerin ve problemlere çözüm
önerilerinin hayatta karşılığının olabilmesi için yazıların mümkün
olabildiği ölçüde geniş kitlelere ulaşabilmesi gerekir. Bu kitap
çalışmasının amaçlarından bir diğeri de böyle bir sürece katkı
sağlamaktır.
Akademik çalışmalar dinamik bir süreçte yürütülmelidir. Yeni ulaşılan
bilgiler, deneyimler, muhakeme usulündeki farklılıklar gibi pek çok
etkene bağlı olarak akademisyenin fikirlerinde ve yorumlarında bazı
değişikliklerin olması tabiî görülmelidir. Bu kitapta, daha önceki yayın
halinden farklı düşünülen meselelere (Görüş Tashihi: 2024) ifadesi ile
dipnotta işaret edilmiştir.
5
Makale yazım süreçlerinde geçtiğimiz onbeş yıl içinde büyük
değişiklikler olmuştur. Her dergi kendi yönetim kurullarının belirlediği
şekil ve şablonun kullanılmasını istemektedir. Bu sebeple makalelerin
yazım tarzı birbirinden farklıdır. Bu kitap çalışmasında dipnot
gösterme, kaynakları beyan etme gibi şekil şartlarına ilişkin makale ve
tebliğin yayınlandığı derginin kuralları büyük ölçüde korunmuştur. Bu
baskıya mahsus olan ilave dipnotlar italik yazı ile yazılmıştır.
Makale ve tebliğ metni üzerinde ve ortaya konulan görüşlerde kısmen
imla ve yazım değişiklikleri yapılmakla birlikte genel olarak mevcut
yazım hali korunmuştur.
Burada yer alan yazılar yaklaşık on beş yıl içinde telif edilmiş eserlerden
oluşmaktadır. Akademik gelişimin aşama aşama olarak gerçekleştiği
göz önüne alındığında bu kadar uzun süre içinde yazım ve ifade şekli
bakımından bir takım değişikliklerin olabileceği göz önünde
tutulmalıdır.
Kitabın sonundaki Ek 1 kısmında, yayınların linkine yer verilmiş ve Qr
kod eklenerek yayına kolay ulaşım imkânı sunulmuştur. Ek 2’de,
yayınlarda teklif edilen bazı proje ve önerilere işaret edilmiştir. Ek 3’de
ise, makale ve tebliğlerde yer alan alt başlıklara yer verilmiştir.
Gayret kuldan, muvaffakiyet Cenab-ı Hak’tandır.
Ahmet ÖZDEMİR
6
BİRİNCİ BÖLÜM
İBADETLER
7
8
YOLCULUKTA NAMAZIN VASITA ÜZERİNDE KILINMASI
GİRİŞ
Fıkıh ilminde seferîlik (yolculuk) kavramının kapsamı ve hükümleri
etraflıca ele alınmıştır. Seferîliği, bir kişinin yaşadığı yerden geçici süre
ile belirli mesafedeki başka bir yere gitmesi olarak tanımlayabiliriz.
Yolculuğun mesafesi, süresi ve ruhsatları hususunda fıkıh
mezheplerinin farklı ictihadları benimsediği görülmektedir.1 Bu
makalede çok kapsamlı yönleri bulunan seferîlik hükümlerinden sadece
Müslümanın gündelik hayatının ayrılmaz bir parçası olan namazın
yolculukta vasıta üzerinde kılınması özelinde sonuca ulaşmaya
çalışılacaktır.
Ulaşım vasıtalarının büyük gelişim göstermesine dayalı olarak yolculuk
durumunun eskiye nazaran büyük bir artış gösterdiği çağımızda, namaz
ibadetinin yolculukta nasıl kılınabileceği ve hangi ruhsat hükümlerinin
devreye gireceği hususu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulması
gereken bir konudur.
Mü’minin ergenlikten başlayıp ebedi âleme göçünceye kadar yanından
ayrılmayan bir hayat arkadaşı olan namaz ibadeti, yolculukta da
yanındadır. Dünyadan nasibini aramak için ilmî, ticarî, turizm vb.
amaçlarla yola çıkan Müslümanların ahiretteki nasiplerinin azalmaması
için yolculukta namaz konusunun ele alınıp, karşılaşılan problemlere
çözümler sunulması büyük önem arz etmektedir.
İbadet yapma bilincine sahip olan mü’minlerin, yapmaları gereken
ibadetlerin önünde engeller çıktığında ruhen büyük bir çöküş ve
suçluluk duygusu yaşamaları kaçınılmazdır. Seferîlik halinde
namazların kısaltılması ve cem’ edilmesi, Ramazan orucunu kazaya
bırakabilme gibi ruhsatlar ibadetlerin kolaylıkla edâ edilip ibadet ile
hayat arasında bir gerilimin doğmasını önlemektedir. Yolculukta ulaşım
araçlarında namaz kılma ruhsatı da mü’minin yaşantısı ile ibadeti
arasında kurması gereken dengeyi ve itidali sunan bir niteliktedir.
1
Bu makale daha önce 20-21 Mayıs 2017 tarihleri arasında Saraybosna’da düzenlenen
ASEAD 1. Uluslararası Sosyal Bilimler Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuş ve
ASEAD Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisinde (4 (5) s. 51-59, 2017) makale
olarak yayınlanmıştır.
Seferîlik hakkındaki görüş ve tartışmalar için bkz. İslâm’da Seferîlik ve Hükümleri
Sempozyumu, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1997.
9
1. NASLARDA YOLCULUKTA NAMAZ
a- Yolculukta Namaz Hakkındaki Ayetler
“Namazları ve orta namazı aksatmadan kılın, huşû içinde Allah’ın huzurunda
durun. Bir şeyden korkarsanız yaya veya binek üzerinde kılabilirsiniz.
Korkunuz geçince Allah’ı, daha önce bilmediğinizi size öğrettiği gibi anın.”2
Ayet-i kerimedeki “korkarsanız” ifadesini düşmandan korku olarak
tefsir eden müfessirler olmakla birlikte;3 namazı bütün rükûnleri ve
şartları ile kılmaya mani olan her türlü korku durumu olarak anlamak
daha isabetli olacaktır.4 Çünkü ayette umum olarak beyan edilen bir
hususu sınırlandırmak ve kapsamını daraltmak için bir delil olması
gerekir. Böyle bir delil olmadığı için “korkarsanız” ibaresi; düşman veya
yırtıcı hayvan saldırısı, malın telef olması, beraber hareket edilen
kafileden geride kalmak, ıssız bir yolda yalnız kalmak, önemli zarara
uğramak gibi her türlü korkuyu kapsamaktadır.
Bir başka ayet-i kerimede “Yeryüzüne sefere çıktığınız zaman kâfirlerin sizi
gafil avlamalarından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.
Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.”5 buyrularak seferde düşman
saldırı altında olunca ruhsat hükümlerinin devreye gireceğine işaret
etmektedir. Surenin devamında “…Güvenlik içinde olduğunuzda namazı
gerektiği gibi kılın. Şüphe yok ki namaz, müminler üzerinde vakitleri belli olarak
yazılmış bir ödevdir.”6 buyrulması namazın güvenlik içinde olup olmama
durumuna göre farklılık taşıyabileceğine, güvenli ortam olmayınca bazı
rükûn ve şartlarda eksiklikle namazın kılınabileceğine işaret etmektedir.
Zikredilen bu ayet-i kerimelerden şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
Namaz ibadeti aksatılmadan yerine getirilmeye çalışılmalıdır. Namazı
edâ etmenin önünde engeller çıktığında namaz terk edilmeyip, bazı
rükûn ve şartları yerine getirmeden de olsa mutlaka namaz kılınmalıdır.
Zarurî durumlar ruhsat hükümlerine başvurmayı gerektirecektir.
Olağanüstü şartlara göre kılınan namaz sadece o şartların mevcut
olduğu zaman caiz olacaktır. Namaz kılmaya elverişli ortam sağlanınca
ise vakitlere, rekât sayılarına ve diğer rükûn ve farzlarına riayet edilerek
namaz kılınmalıdır.
Bakara Suresi, 2/238-239.
Bkz. Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-beyan, Müessesetü’r-Risale, Beyrut,
2000, V, 246; Mâverdî, en-Nüket ve’l-uyûn, I, 39.
4 Sadi, Abdurrahman b. Nasır, Teysiru’l-Kerim, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, I, 106.
5 Nisâ Suresi, 4/101.
6 Nisâ Suresi, 4/103.
2
3
10
b- Yolculukta Binek Üzerinde Namaz Kılma Hakkındaki Hadisler
Bu konu ile ilgili bir rivayette Resûlullah’ın yönü ne tarafa olursa olsun,
deve üzerinde nafile ve vitir namazı kıldığı, fakat farz namaz kılmadığı,7
başka bir rivayette ise yola çıktığı zaman nafile namaz kılmak
istediğinde devesini kıbleye yöneltip tekbir aldığı, sonra bineğinin
kendisini yönelttiği tarafa doğru namazını kıldığı8 bilgisi
bulunmaktadır.
Resûlullah’ın binek üzerinde namaz kılarken farz ile nafile arasında bir
ayırıma gittiği görülmektedir. İstediği zaman binek üzerinde nafile
namaz kılarken, farz namazları bütün rükûn ve şartları ile kılma
hususunda titiz davranmıştır. Bu uygulamadan hareketle fakihler
vasıtada namaz kılma konusunda farz namaz ile nafile namazın
hükümlerini farklı olarak tespit etmişlerdir. Buna göre, isteyen kişilerin
herhangi bir zarurî durum olmadan da vasıta üzerinde nafile namaz
kılmaları caizdir. Farz namazları ise, yerde kılma imkânı olmasına
rağmen kılmayıp da vasıta üzerinde kılmak caiz olmayacaktır.
Âişe (r.a) “Kadınlara hayvan üzerinde (farz) namaz kılmalarına izin
verildi mi? diye sorulduğunda “Onlara darlık halinde de genişlik
halinde de bu konuda izin verilmedi” diye cevap vermiştir.9
Hz. Âişe’ye sorulan bu soruyu, “Erkekler develerinden inip yerde
namaz kılarken, kadınların devenin hevdecinden inmeden farz
kılmaları caiz olur mu?” diye anlamak gerekir.10 Verilen cevaba
baktığımızda, kadınlar deveden inip namaz kılarken bir miktar sıkıntı
ile karşılaşsalar bile buna katlanıp namazı yerde kılmaları gerekir.
Küçük sıkıntılar namazı binek üzerinde kılmaya mazeret
oluşturmayacaktır. Dolayısıyla bu hadisten hareketle zaruret halinde
olunsa bile binek üzerinde namaz kılınamaz şeklinde genel bir hüküm
vermek isabetli olmayacaktır. Nitekim Ya'la b. Mürre (r.a.)'in
babasından ve dedesinden aktardığına göre: "Bir yolculukta Peygamber
(s.a.v.) ile beraber idiler. Dar bir geçide geldiklerinde namaz vakti
girmişti. Üstlerinden yağmur durmaksızın yağıyor altlarında da su
yükseliyordu. Resûlullah (s.a.v.) devesinin üzerinde ezan okudu kamet
getirdi. Devesiyle öne geçerek onlara namaz kıldırdı. Namazı imâ
(hareketle) kıldırıyordu secdeleri rükûdan biraz daha eğilerek
Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn, 4, 1652; Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer, 8, 1224; Nesâî, Kıble, 2,
744.
8 Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer, 8, 1225; Nesâî, Mesâcid, 46, 740.
9 Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer, 8, 1228.
10 Bkz. Abbad, Abdulmuhsin, Şerhu Süneni Ebî Dâvûd, VII, 126.
7
11
yapıyordu." Enes b. Mâlik’in su ve çamurda hayvanının üzerinde namaz
kıldığı rivayet edilmiştir.11
Hz. Âişe’den nakledilen rivayet ile, Hz. Peygamber’in yoğun yağış
ortamındaki uygulamasını beraber değerlendirdiğimizde şu sonuca
ulaşmak mümkündür. Büyük bir zorluk ve meşakkate yol açmayan,
üstesinden gelinebilir ve katlanılabilir nitelikteki durumlar farz
namazları vasıta üzerinde kılmaya ruhsat kapısı açmazken, zarûrât-ı
diniyye kapsamında korunması gerekli olan değerlerden birisinin
zarara uğraması sonucunu doğuracak zorluklar, farz namazları vasıta
üzerinde kılmayı meşru kılacaktır.
2. FIKIH MEZHEPLERİNİN VASITA ÜZERİNDE NAMAZ KILMA
HAKKINDAKİ İCTİHADLARI
Fıkıh mezheplerinin görüşlerine baktığımızda vasıtada namaz kılma
konusunda benzer hükümlerin yanında birbirinden faklı yaklaşımların
olduğu da görülmektedir. Meselenin tam olarak açıklığa kavuşması için
fıkıh mezheplerinin görüşlerinin ayrı ayrı başlık altında verilmesi yararlı
olacaktır.
a-Hanefî Mezhebi
Binek üzerinde nafile namazlar kıble şartı aranmaksızın kılınabilir. Farz
namazlar da ortada bir özür durumu varsa binek üzerinde kıbleden
başka yöne doğru kılınabilir.12
Yolcuların; hastalığın artması, canın zarara uğraması, düşman korkusu,
atın çok huysuz olup tekrar inip binmenin meşakkatli olması, çok yaşlı
olup inip-binmeye yardımcı olacak kimsenin olmaması, hırsız ve yırtıcı
hayvan korkusu, ayakta durulamayacak ölçüde çamur ve balçık olması
gibi hayvanın üzerinden inmeye mani olan durumlarda farz
namazlarını bineklerinin üzerinde kılmaları caizdir. Bu durumda namaz
imâ ile kılınır.13 Bahsedilen özür durumları ortadan kalktığında kılınan
namazların iadesi gerekli değildir.14
Binekten inmek mümkün olmakla birlikte yerdeki çamurdan dolayı
secde imkânı yoksa ayakta olarak imâ ile namazını kılar. Hareket
halinde olmayan gemide, yer de kılındığı gibi tüm erkânı ile namaz
Tirmizî, Salât, 411; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17573.
Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 2000, X, 335.
13Semerkandî, Ebû Bekr Alaeddin Muhammed, Tuhfetü’l-fukaha, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye,
Beyrut, 1984, I, 153; Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah, el-İhtiyar li-ta'lili'lMuhtar, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2005, s.83; Zebidî, Ebû Bekr b. Ali b.
Muhammed Haddad, el-Cevheretü'n-neyyire ala Muhtasari'l-Kuduri, Matbaa-i Arif,
İstanbul, 1903, I, 346.
14 Zeylaî, Fahreddin Osman b. Ali, Tebyinü'l-hakâik fî şerhi Kenzi'd-dekâik, t.y., II, 345.
11
12
12
kılınır. Seyir halindeki gemide ayakta namaz kılınır. Ayakta durmaya
gücü yettiği halde oturarak namaz kılarsa Ebû Hanife’ye göre kerahetle
caizdir. İmameyne göre ise caiz değildir. Gemi hareket halinde iken
kıbleden başka yöne döndüğünde musalli kıbleye doğru yönelir. Çünkü
bunu yapmasında fazlaca bir meşakkat doğmayacaktır. Diğer
vasıtalarda ise kıbleye dönme şartı yoktur.15
Vacip namazların hükmü farz namazlarla aynıdır. Geçerli bir mazeret
olmadan binek üzerinde kılınmaz. Nafile namazlar ise herhangi bir özür
olmasa bile binek üzerinde kılınabilir. Mukim olanın binek üzerinde
nafile kılması Ebû Hanife’ye göre caiz değil, Ebû Yûsuf’a göre ise caizdir.
Yürüyerek, savaşarak, yüzerek namaz kılmak caiz değildir. Çünkü
naslarda sadece binek üzerinde namaz kılma zikredilmiştir. Binek
üzerinde namaz kılmaya başlarken ya da namazın içinde iken kıbleye
dönme şartı yoktur.16
b-Mâlikî Mezhebi
Hastalık ya da korku sebebiyle inip yerde namaz kılmaya imkân
bulamadığı için bineğin üzerinde kılma zorunda kalanlar farz namazları
binek üzerinde kılabilirler. Kıbleye dönme imkânı varsa döner yoksa bu
şart ondan düşer. Binek üzerinde namaz kıldıktan sonra vakit çıkmadan
yerde kılma imkânı bulanların namazı iade edip etmeyeceği hususunda
mezhepte iki farklı görüş vardır. Nafile namazları seferde iken binek
üzerinde kılmak mümkündür. Binek üzerinde rükû ve secde imâ ile
kılınır. Hayvanın üzerinde iken seyir halinin gerekli kıldığı hareketleri
yapar, yapması zaruret olmayan fiilleri ise terk eder.17
Yırtıcı hayvan, hırsız gibi bir korku mevcut olunca kişi, bineğinin
üzerinde imâ ile kıble şartı aranmaksızın bineğinin yönü ne tarafa ise o
yöne doğru namazını kılar. Binek üzerinde herhangi bir gereklilik
olmadan da nafile namaz kılabilme ruhsatı sadece seferîlik hükümlerine
tabî olanlar içindir. Seferîler gündüz ya da gece gittikleri yöne doğru
nafile namaz kılabilirler.18
c- Şâfiî Mezhebi
Zaruret olmaksızın farz namazlar binek üzerine caiz olmaz. Yolculuk
halinde yol arkadaşlarından geride kalmaktan endişe ediyorsa,
bineğinden indiği zaman canına ya da malına zarar gelebilecek ise binek
Mevsılî, el-İhtiyar li-ta'lili'l-muhtar, s. 83-85.
Semerkandî, Tuhfetü’l-fukaha, I, 154-155.
17 Ebü't-Tahir İbrahim b. Abdüssamed, et-Tenbih 'ala mebâdi'i't-tevcih, Dâru İbn Hazm,
Beyrut, 2007, 430-432.
18 Sahnûn, Abdüsselam b. Saîd, el-Müdevvene, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1994, I,
174.
15
16
13
üzerinde farz namazları kılabilir. Ancak daha sonra bu şekilde kıldığı
namazları iade etmesi gerekir. Yolculuk ruhsatlarından yararlanabilmek
için masiyet niteliği taşımayan mubah bir yolculuk olması gerekir.19
Hareket halindeki gemide farz namaz kılmak caizdir. Gemide kıbleden
başka yöne dönerek nafile kılmak caiz değildir. Yürüyerek ya da binek
üzerinde gittiği istikamete dönerek nafile namaz kılmak caizdir. İkamet
halinde ise bu caiz değildir. Binek üzerinde namaz kılarken ihtiyaç
olmadıkça namaz harici eylemlerden kaçınmak gerekir.20
Namazda kıbleye dönme şartı korku ve zorluk durumunda ortadan
kalkar, mümkün olan tarafa yönelerek namaz kılınır. Hasta olan için
kıyam şartı ortadan kalktığı gibi zorunluluk halinde istikbal-i kıble şartı
ortadan kalkar. Nafile namazlarda kıyam namazın şartlarından değildir.
Çünkü Resûlullah (s.a.v) binek üzerinde oturarak nafile kılmıştır.21
d- Hanbelî Mezhebi
Yağmur ve çamur sebebi ile farz namazları binek üzerinde kılmak
caizdir.22 Nafile namazlar ise bir zarurî durum olmaksızın da binek
üzerinde kılınabilir. Kendisinin idaresinde olmayan bir kafilede
bulunmak gibi bir özürden dolayı namaza başlangıçta kıbleye dönme
imkânı olmadığında bu şart düşer. Münferit hareketle yolculuğuna
devam ettiği için iftitah tekbirini alırken kıbleye yönelme imkânı bulan
yolcuların kıbleye dönmesinin şart olup olmayacağı hususunda iki
görüş vardır. Hz. Peygamber’in uygulamasını esas alıp gereklidir
diyenler olduğu gibi; iftitah tekbiri namazın cüzlerinden birisidir, diğer
cüzlerde nasıl ruhsat hükümleri uygulanıyorsa ilk tekbir esnasında da
uygulanır ve Hz. Peygamber’in iftitah tekbirini alırken kıbleye dönmesi
nedbe hamledilir diyenler de bulunmaktadır. Bineğinin gittiği yöne
doğru namaz kılanın kıblesi yöneldiği taraftır. Başka yöne bilerek
dönerse namazı bozulur. Yürüyerek yolculuğuna devam edenin
yürürken namaz kılmasının cevazı hakkında farklı görüşler vardır.23
Fıkıh kitaplarından aktardığımız bu ictihatlara göre; yolculukta binek
üzerinde nafile namaz kılmak mutlak olarak caizdir. Nafile namazlar
için tanınan ruhsatın sebebi seferde nafile kılmanın azaltılmaması ya da
tamamen terkedilmemesi içindir. Uzun yolculuklarda nafilelerin binek
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref, Ravzatü't-tâlibin, el-Mektebü’lİslâmî, Beyrut, 1991, I, 388.
20 Nevevî, Ravzatü't-talibin, I, 209-217.
21 Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim, el-Mühezzeb, Beyrut, t.y., I, 69-70.
22 İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah, el-Muğnî, Mektebetü’lKahire, Kahire, 1968, I, 430.
23 İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 315-316.
19
14
üzerinde kılmanın cevazı hakkında ulema hem fikirdir. Namazları
kısaltarak kılma ruhsatı doğmayan kısa yolculuklarda binek üzerinde
nafile namaz kılmayı İmam Mâlik caiz görmezken, Hanbelî ve Şâfiî
mezheplerine göre bu durumda da caizdir.24
Farz namazları, geçerli bir mazeret olması halinde vasıta üzerinde
kılmak caizdir. Bu mazeretlere baktığımızda; can-mal kaybı gibi ciddi
risklerin yanında, atın huysuz olup tekrar binmenin meşakkat
doğurması, yerin çamur olması, kafileden geri kalmak gibi nispeten
daha az zarara yol açabilecek durumlar da farzları binek üzerinde
kılmayı meşru kılan sebepler olarak görülmüştür. Binek üzerinde kıble
şartı aranmaksızın, rükû ve secdeyi imâ ederek kılınan namazların daha
sonra iade edilip edilmeyeceği konusunda mezhepler arasında farklı
ictihadlar bulunmaktadır. Yolculuk vasıtası olarak gemi diğer ulaşım
araçlarından farklı değerlendirilmiştir. Gemide namaz kılarken
mümkün mertebe namazın şart ve rükûnlerinin tam yapılmasının
gerekliliği vurgulanmıştır.
3. YOLCULUKTA VASITA ÜZERİNDE NAMAZ HAKKINDAKİ
FETVALAR
Yolculukta namazın kılınmasında zaman zaman problemlerle
karşılaşılması müsteftîleri müftîlere ve fetva kurullarına başvurmaya
yöneltmiştir. Burada, örnek olması ve meseleye bakış açısını göstermesi
bakımından konu ile ilgili birkaç fetvaya yer verilecektir.
Fetava'l-Lecneti'd-Dâime li'l-Buhûsi'l-İlmiyye ve'l-İfta (Fetva No:
5926)
Soru: Korkmayı gerektiren bir bölgede bulunduğumda namazı binek
üzerinde kılmak caiz olur mu?
Cevap: Çamur ve yağmur gibi eziyete sebep olan durumlarda, kafileden
geride kalmaktan korkulduğunda, düşman korkusu mevcut olunca,
indiği zaman tekrar binmekten acziyet doğurduğunda duran ya da
hareket halindeki araç üzerine farz namaz kılmak caizdir. Mümkün ise
kıbleye döner.25
Fetâvâ eş-Şebeketü’l-İslâmiyye (Fetva No: 1827)
Soru: Vasıta üzerinde farz namaz kılmak mümkün müdür?
24
25
İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 316.
Ahmed b. Abdürrezzâk ed-Deviş, Fetava'l-Lecneti'd-Dâime li'l-Buhûsi'l-İlmiyye ve'l-İfta,
er-Riaseti’l-Amme li’lİdarati’l-Buhûsi’l-İlmiyye ve’l-İfta ve’d-Da’ve ve’l-İrşad, Riyad,
1992, VII, 125.
15
Cevap: Hangi vasıtada olursa olsun araçtan inme imkânı varsa farz
namazı araçtan inip kılması gerekir. İnme imkânı olmadığında
bulunduğu hal üzere namazı kılar. Nitekim ayet-i kerimelerde “Allah
kişiyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.”26 “Gücünüz yettiği
kadar Allah’a karşı gelmekten sakının.”27 buyrulmuştur. Vasıtada
namazı kılanın ilk fırsatta namazı iade etmesi en uygun olandır.28
Fetâvâ ve Resâil (Fetva No: 516)
Soru: Uçan uçakta namaz kılmak sahih olur mu?
Cevap: Gemide namaz kılmak sahih olduğu gibi uçak havada uçarken
namaz kılmak da caizdir. Burada zarurî durum vardır. Çünkü namaz
kılmak için uçağı durdurmak ve inmek mümkün değildir. Namazı
vaktinden tehir etmek de caiz değildir. Araba ile seyahat ederken şoförü
durdurmak mümkün olmadığında ve namaz vaktinin çıkmasından
endişe edildiğinde arabada güç yetirebildiği ölçüde rükûnleri yerine
getirerek namaz kılınabilir. Uçakta namaz kılarken mümkün ise farzları
ayakta rükû ve secde yaparak kılmak gerekir. Bu mümkün değilse
uygun olan şekilde kılar. Farz namaz kılarken gücü yettiğince kıbleye
dönmeye çalışır.29
Ligâu’l-Bâbi’l-Meftuh
Soru: Yolculukta binek üzerinde namaz kılarken iftitah tekbirini alırken
kıbleye dönmenin hükmü nedir?
Cevap: Seferi olanın binek üzerinde nafile namazı kıbleye ya da başka
yöne doğru kılması caizdir. Çünkü Resûlullah (s.a.v) bu şekilde
kılmıştır. Bir zorluk yoksa efdal olan iftitah tekbirini alırken kıbleye
yönelmek, devamında ise yolculuk istikametine doğru kılmaktır.
Başlangıçta kıbleye dönme imkânı olmazsa bir sıkıntı söz konusu
değildir. Kılınan namaz sahihtir. Çünkü nafilelerde mükelleflere
kolaylık yolunun gösterilmesi esastır. Farz namazlar ise ancak yağmur,
fırtına gibi zaruret durumlarında vasıta üzerinde caiz olur. Zaruret
yoksa durup namazı yerde kılmak gerekir. Namazı tüm erkânı ile
kılmanın mümkün olduğu gemi gibi geniş vasıtalarda bir zaruret olmasa
da hareket halinde iken farz namazlar kılınabilir.30
Bakara 2/286.
Teğâbun 64/16.
28http://fatwa.İslâmweb.net/fatwa/index.php?page=showfatwa&Option=FatwaId&Id=1
827(erişim tarihi: 02.08.2016).
29 Muhammed b. İbrahim Âli’ş-Şeyh, Fetâvâ ve resâil, Mekke, 1399, II, 139.
30 Muhammed b. Salih el-Useymin, Ligâu’l-bâbi’l-meftuh, el-Mektebetü’ş-Şâmile, C, 22.
26
27
16
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu
Soru: Ulaşım araçlarında farz ve nafile namaz kılınır mı?
Cevap: Hayvan üzerinde veya otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım
araçlarında nafile namaz kılmak caiz ise de, normal durumlarda farz
namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım
araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve
istikbal-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim
Resûlullah (s.a.v), nafile namaz kılarken bineği hangi istikamete dönerse
dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde
ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı.31 Cana, mala
zarar gelme korkusunun bulunduğu hallerde veya yerin çamurlu olması
ya da namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret
hallerinde, binek üzerinde farz namaz kılmak da caiz görülmüştür.
Günümüzde, tren ve uçak ile seyahat edenler, namaz vaktinde aracı
durdurma imkânına sahip olmadıkları için, namazlarını aynen gemide
imiş gibi kılabilirler. Namaza başladıklarında imkân ölçüsünde kıbleye
yönelirler; aracın hareketine göre, güçleri yettiğince kıbleye dönmeye
çalışırlar. Rükû ve secdeyi ima ile yaparlar. Otobüs ile seyahat edenler
ise öncelikle aracı durdurmaya çalışırlar. Bu mümkün olamazsa aynen
uçak ve tren yolcuları gibi hareket ederler.32
4.YOLCULUKTA
FARZ
NAMAZLARIN
EDÂSI
UYGULANMASI GEREKEN HAREKET PLANLAMASI
İÇİN
Buraya kadar yapılan açıklamalardan yolculuk esnasında vasıta
üzerinde namaz kılma konusunda nafile ile farz namaz arasında temel
bir farkın olduğu ortaya çıkmaktadır. Nafile namazlar herhangi bir
mazeret durumu olmadan da vasıta üzerinde kılınırken, farz namazlar
geçerli bir mazeret söz konusu olduğunda kılınabilmektedir. Nafile
ibadetler ihtiyarî nitelikte olduğu için kılınmaması durumunda bir
sorumluluk doğurmazken, farz ibadetler icbârî vasıf taşıdığı için yerine
getirilmesinde azamî hassasiyet gösterilmelidir. Farzların edâsında bir
engelle karşılaşılması durumunda teşrîin genel hedefleri doğrultusunda
çözüm önerileri sunmak gerekmektedir.
Yolculukta farz namazların geçerli bir sebep olmadan vasıta üzerinde
kılınamayacağı hükmünü esas aldığımızda, namaz kılmak için
uygulanması gereken hareket planını şu şekilde belirlemek isabetli
olacaktır.
31
32
Buharî, Salat, 31.
Kurul, Din İşleri Yüksek Kurulu Fetvalar I, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,
2014, s. 209.
17
a- Namazı Vaktinde Kılmaya Çalışmak
İbadetleri tüm rükûn ve şartlarına riayet ederek edâ etmek asıl olduğu
için ilk önce yapılması gereken yolculuğa başlamadan namaz vakti
girmiş ise namazı kılarak yola çıkmak, seyahat esnasındaki hareket etme
ve dinlenme planlamasını namaz vakitlerine göre belirlemektir. Ancak
her zaman bunu sağlamak mümkün olmamaktadır. Özellikle topluca
yapılan yolculuklarda ya da yoğun ve birbiriyle bağlantılı seyahatlerde
her vakit namaz için yolda durmak çoğu zaman mümkün
olmamaktadır.
Otobüs firmalarının büyük bir çoğunluğu namaz molası uygulaması
yapmamaktadır. Sabah namazı dışındaki namazları cem’ yoluyla kılma
imkânı bulunduğu için, esas üzerine durulması gereken “sabah namazı
molası” uygulamasıdır. Burada bilinçli Müslümanlara düşen bir görev
olduğu açıktır. Kamuoyu baskısı oluşturulması, tüketici hakları
kapsamında ya da insan hakları boyutunda yasal zemin hazırlanması,
büyük kitleler halinde namaz molası veren firmaların tercih edileceğinin
deklare edilmesi gibi yöntemlerle elden gelen çabayı göstermek ihmal
edilmemesi gereken bir sorumluluk olarak durmaktadır.
b- Namazların Cem’i
Yolculuk esnasında namazı vaktinde kılma fırsatı bulamayınca33
yapılması gereken namazları cem’ ederek kılmaktır. Hanefiler dışındaki
fakihlere göre yolculuk, namazların cem’ edilerek kılınması için geçerli
bir mazerettir.34 Öğle ile ikindi namazlarının ve akşam ile yatsı
namazlarının cem-i takdim ya da cem-i tehir ile kılınması yoluyla namaz
görevi yerine getirilmelidir.35 Namazları cem’ ruhsatı, gün içinde uzun
bir zaman aralığı fırsatı verdiği için büyük ölçüde problemi
çözmektedir. Beş vakit namazın dört vaktini bu şekilde kılmak
mümkündür. Ancak yolculukta sabah namazını kılma hususunda
sıkıntı devam etmektedir.
Vaktinde kılma imkânı olduğu halde yolculuk ruhsatına dayalı olarak namazların
cem’ yoluyla kılınması da mümkündür.
34 Namazların cem’ edilerek kılınması hakkında mezheplerin görüşleri ve ortaya
koydukları deliller için bkz. A’zamî, Ziyaurrahman, “Sefer Namazı”, trc. Yunus Vehbi
Yavuz, İslâmî Araştırmalar, sayı:”1, Temmuz 1986; Karagöz, İsmail, Ayetler ve Hadislerin
Işığında Seferîlik ve Hükümleri, Kitap Neşriyat, Ankara, 2005, s. 199-246.
35 İbn Teymiyye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed, Kâide fi’l-ahkâm elleti tahtelifu bi’s-sefer
ve’l-ikâme, thk. Firas b. Halil Miş’al, Dâru Edvai’s-Selef, Riyad, 2005, s. 936-118.
33
18
Sabah namazının vaktinin dar olması ve çoğu zaman otobüslerin varış
yerine yaklaştıkları için mola vermemeleri sabah namazının
kılınabilmesinde probleme yol açmaktadır. Sabah namazının yatsı
namazı ile cem’ edilerek kılınabileceğini savunan görüş de
bulunmaktadır.36 Naslarda yer almayan bir uygulama olan yatsı namazı
ile sabah namazını cem’ etme yerine; Hz. Peygamber’in devenin
üzerinde iken cemaate namaz kıldırmasını37 esas alarak vasıta üzerinde
sabah namazını kılmak daha isabetli olacaktır. Sabah namazının yatsı
namazı ile cem’ edilerek kılınması görüşüne göre hareket edildiğinde de
o günkü öğle namazı kılınmadan sabah namazının iade edilmesi ihtiyata
uygun düşecektir.
c- Ulaşım Araçlarında Tüm Erkânı İle Namaz Kılmak
Namazları cem’ edilerek kılma imkânı bulunmayınca namazı kazaya
bırakmak yerine vasıta üzerinde kılmak isabetli olacaktır. Yolculuk
yapılan vasıta gemi gibi namaz kılmaya müsait alanı olan genişlikte
olduğunda ayakta ve kıbleye doğru namaz kılmak gerekecektir. Araba
ve otobüs ile seyahatlerde bunu temin etmek mümkün değildir.
Tren ve uçak ile yapılan yolculuklarda günümüzde henüz böyle bir
uygulama olmamakla birlikte küçük bir alanın mescit olarak kullanıma
sunulması mümkündür. Daha fazla yolcu taşıyabilmek için şirketler bu
teklifi kabul etmek istemese de, kamuoyu baskısı ve rakipleri arasında
tercih sebebi olma gibi etkenlerin ön plana çıkması durumunda araç içi
mescit uygulamasının hayata geçirilmesi mümkün olabilecektir. Tren ve
uçakta kıble tespiti mümkün olmaz gerekçesi ile mescit fikrine karşı
çıkmak isabetli olmayacaktır. Çünkü kıble şartı belki tam yerine
getirilemeyecektir ancak namazın diğer rükûnlerini eksiksiz edâ etme
imkânı sağlanmış olacaktır.
d- Ulaşım Araçlarında İmâ İle Namaz Kılmak
Namazın kılınması hususunda buraya kadar zikredilenlerden hiçbiri
sağlanamıyorsa yapılması gereken vasıtada oturarak rükû ve secdeyi
imâ ile farz namazları kılmaktır. Bu şekilde kılınan farz namazın daha
sonra iade edilmesi gerekli değildir. Nafile namaz kılmak için ise
yukarıda bahsedilen sıranın gözetilme mecburiyeti bulunmamaktadır.
İstenildiği zaman kılınabilir.
Namazın ulaşım araçlarında imâ ile kılınmasıyla namazın kazaya
bırakılması arasında kalındığında vasıtada kılmayı tercih etmek doğru
Yıldırım, Enbiya,” Seferde Yatsı Namazının Sabah Namazıyla Birleştirilmesi”, eŞarkiyat İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı: VI, Kasım 2011, s. 9.
37 Tirmizî, Salât, 411; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17573.
36
19
olacaktır. Çünkü bu sayede; Hz. Peygamber’in mecburiyet durumunda
uyguladığı binek üzerinde farz namazı kılma tatbikatına tabî olmak,
namazı her ne kadar bazı rükûnleri imâ ile de olsa vaktinde edâ etmek
ve beş vakit namazı kılma konusunda ihmalkâr davranan diğer
yolculara namaz ibadetinin önemini göstermek mümkün olacaktır.
Namaz kazaya bırakıldığında ise bu faydaların elde edilememesinin
yanında namaz bilincinde zayıflama, karşılaşılan küçük engellerde bile
namazı kazaya bırakmaya alışma gibi olumsuzlukları da peşinden
getirecektir. Dolayısıyla namazı kazaya bırakma her zaman en son
değerlendirilmesi gereken bir durum olarak kabul edilmelidir.
Yolculuk esnasında geçici bir süre bir yere yerleşen kişi namazları
kısaltır ancak yolculuğun diğer ruhsatı olan binek üzerinde namaz kılma
ruhsatını kullanamaz. Çünkü bu şekilde namaz kılmak ihtiyaca dayalı
olarak mubah kılınmıştır. Bir yerde konaklandığında buna ihtiyaç
olmayacaktır.38
SONUÇ
İslâm inancında çok büyük bir öneme sahip olan namaz ibadeti,
müminin hayatını kuşatan, onun hiç yanından ayrılmayan, gündelik
hayatını tanzim eden bir niteliktedir. İkâmet halinde olduğu gibi
yolculuk halinde de namaz ibadeti sorumluluğu devam etmektedir.
Ancak İslâm fıkhında insanların güçleri oranında sorumlu olmaları ve
zorluk durumunda kolaylık hükümlerinin devreye girmesi neticesinde
yolculuk haline mahsus olmak üzere bazı ruhsat hükümler
uygulanabilmektedir. Geçerli mazeret durumları oluştuğunda ulaşım
araçlarında namaz kılabilmek bu ruhsatlardandır.
Ulaşım imkânlarının artması ve gelişmesi ile insanların daha sık seyahat
etmeleri daha önce gündemde olan ve belirli sonuçlara ulaşılan vasıta
üzerinde namaz kılma konusunun yeniden ve mevcut şartlar
çerçevesinde değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır.
Ayet-i Kerime’de herhangi bir kayıtlamaya gidilmeden “korku”
durumunda namazın binek üzerinde kılınabilmesine izin verilmesi;
istediği zaman devesinin üzerinde nafile namaz kılan Hz. Peygamber’in
yoğun yağış ortamında devesinin üzerinden farz namazı kıldırması,
can-mal kaybına ve doğabilecek zararlara engel olma durumunda
farzların vasıta üzerinde kılabilmesini meşru kılmaktadır. Fıkıh
mezheplerinde oluşan ictihadlara ve günümüzde hazırlanmış fetva
kitaplarına baktığımızda -ayrıntıda farklılıklar olmakla birlikte- meşru
38
İbn Teymiyye, Kâide fi’l-ahkâm elleti tahtelifu bi’s-sefer ve’l-ikame, s. 106.
20
mazeretlere dayalı olarak ulaşım araçlarında farz namaz kılmaya cevaz
verdikleri görülmektedir.
Kanaatimize göre, yolculuğa çıkacak olanların namaz ibadetini nasıl edâ
edeceğine dair bir planlamasının olması gerekmektedir. Buna göre
öncelikli hedef namazı vaktinde kılmak olmalıdır. Bunu teminde güçlük
yaşanması ve ruhsat hükümlerine başvurma ihtiyacı olduğunda
namazların cem’ edilerek kılınması yoluna gidilmelidir. Buna da imkân
olmaması durumunda namazlar araçlarda mescit bulunuyor ise rükûn
ve şartlarına riayet edilerek, bulunmuyor ise imâ ile kılınacaktır.
Yolculukta namazı kılmak için bu şekilde bir gayret içinde olmaksızın
namazı kazaya bırakmak isabetli bir davranış olmayacaktır.
KAYNAKÇA
Abbad, Abdulmuhsin, Şerhu Süneni Ebî Dâvûd, t.y.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1999.
A’zamî, Ziyaurrahman, “Sefer Namazı”(trc. Y. Vehbi Yavuz), İslâmî
Araştırmalar, sayı:”1, Temmuz 1986.
Deviş, Ahmed b. Abdürrezzâk, Fetava'l-Lecneti'd-Dâime li'l-Buhûsi'l-İlmiyye ve'lİfta, Riyad: er-Riaseti’l-Amme li’l-İdarati’l-Buhusi’l-İlmiyye ve’l-İfta ve’dDa’ve ve’l-İrşad, 1992.
Ebü't-Tahir İbrahim b. Abdüssamed, et-Tenbih 'ala mebadi'i't-tevcih, Beyrut:
Dâru İbn Hazm, 2007.
Heyet, İslâm’da Seferîlik ve Hükümleri Sempozyumu, İstanbul: Ensar Neşriyat,
1997.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn, el-Muğnî, Kahire: Mektebetü’l1968.
İbn Teymiyye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed, Kâide fi’l-ahkâm elleti tahtelifu
bi’s-sefer ve’likâme, thk. Firas b. Halil, Riyad: Dâru Edvai’s-Selef, 2005.
Karagöz, İsmail, Ayetler ve Hadislerin Işığında Seferîlik ve Hükümleri, Ankara:
Kitap Neşriyat, 2005.
Kurul, Din İşleri Yüksek Kurulu Fetvalar I, Ankara: D.İ.B. Yayınları, 2014.
Mâverdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed, en-Nüket ve’l-uyûn, Beyrut: Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, t.y.
Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah, el-İhtiyar li-ta'lili'l-Muhtar, Beyrut:
Dârü'l-Kütübi'lİlmiyye, 2005.
Muhammed b. İbrahim Âli’ş-Şeyh, Fetâvâ ve resâil, Mekke: 1399. Muhammed b.
Salih el-Useymin, Ligâu’l-bâbi’l-meftuh, el-Mektebetü’ş-Şâmile, t.y.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref, Ravzatü't-tâlibin, Beyrut: elMektebü’l-İslâmî, 1991.
Sadi, Abdurrahman b. Nasır, Teysiru’l-Kerim, Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 2000.
Sahnûn, Abdüsselam b. Saîd, el-Müdevvene, Beyrut: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye,
1994.
21
Semerkandî, Ebû Bekr Alaeddin Muhammed, Tuhfetü’l-fukaha, Beyrut: Dârü'lKütübi'l-İlmiyye, 1984.
Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2000.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim, el-Mühezzeb, Beyrut t.y.
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-beyan fi te’vili’l-Kur’ân, Beyrut:
Müessesetü’r-Risale, 2000.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünenü’t-Tirmizî, el-Mektebetü’ş-Şâmile, t.y.
Yıldırım, Enbiya, ”Seferde Yatsı Namazının Sabah Namazıyla Birleştirilmesi”,
e-Şarkiyat İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı: VI, Kasım 2011.
Zebidî, Ebû Bekr b. Ali b. Muhammed Haddad, el-Cevheretü'n-neyyire ala
Muhtasari'l-Kuduri, İstanbul: Matbaa-i Arif, 1903.
Zeylaî, Fahreddin Osman b. Ali, Tebyinü'l-hakâik fî şerhi Kenzi'd-dekâik, elMektebetü’ş-Şâmile, t.y.
http://fatwa.İslâmweb.net/fatwa/index.php?page=showfatwa&Option=FatwaI
d&Id=1827 (erişim tarihi: 02.08.2016).
22
UMRE YOLCULUĞUNUN ÖNEMİ VE SAĞLAYACAĞI
KAZANIMLAR
GİRİŞ
Umre, mikat mahallerinde umre niyeti ile ihrama girip, telbiye
getirilerek Kâbe’ye ulaşılması ve Kâbe’de umre tavafı yapıldıktan sonra
Safâ ile Merve arasında sa’y yapılarak tamamlanan bir ibadettir.
Umre ibadetinin rükûnleri ihrama girerek tavaf ve sa’y yapmak, tıraş
olarak ihramdan çıkmaktır. Umrenin rükûnleri ve vacipleri konusunda
mezhepler arasında farklı görüşler vardır. Şâfiî Mezhebine göre
yukarıda zikredilenlerin tamamı rükûndür. Hanefî mezhebine göre sa’y
ve saçların tıraş edilmesi vaciptir. Mâlikî ve Hanbelî Mezheplerine göre
tıraş olmak vacip, diğerleri rükûndür.1
Umrenin teklifî hükmü konusunda fıkıh mezhepleri arasında ihtilaf
vardır. Hanefî ve Mâlikîlere göre, Müslümanların hayatlarında bir defa
umre yapmaları sünnet, Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise farzdır. 2 Fıkıh
kitaplarında umre ibadetinin yapılış şekli ve uyulması gereken kurallar
ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Bu çalışmada bizim hedefimiz umre
yolculuğunun Müslüman için sağlayacağı kazanım ve değerler olduğu
için umrenin fıkhî hükümleri ayrıntılı bir şekilde burada ele alınmayıp
sadece elde edilen kazanımlar tespit edilmeye çalışılacaktır. Umre
ibadeti için bu çalışmada bahsedilen kazanım ve değerler hac ibadeti için
evleviyetle ve daha fazlası ile söz konusudur. Ancak burada konu umre
ibadeti ile sınırlandırıldığı için sadece umre için yola çıkanlar esas
alınmıştır.
Bu makale daha önce 21-23 Ekim 2017 tarihleri arasında Antalya’da düzenlenen
ASEAD II. Uluslararası Sosyal Bilimler Sempozyumu’nda sunulan bildirinin
geliştirilmiş hali olarak Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisinde (4 (10) s. 111, 2017) yayınlanmıştır.
1 Fıkıh mezheplerinin konu hakkındaki görüşleri için bkz. Kâsâni, Alâüddin Ebu Bekir,
Bedâi’u’s-sanâi’ fî tertîbi’ş-şerâi’, V, 301-306; Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, IV, 161; Ebû İshak
Burhaneddin, İbrâhim b. Muhammed, el-Mübdi' fî şerhi'l-Mukni', Beyrut 1997, III, 241;
Ruayni Hattab Ebû Abdullah Şemseddin, Mevâhibü’l-celil li-şerhi Muhtasarı Halil,
Beyrut 1992, III, 8; Akyüz, Vecdi, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz Yayıncılık, İstanbul,
1995, IV, 272.
2 Mâlik, Muvatta, Hac, 1261; Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd, elİhtiyar li-ta'lili'l-muhtar, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1987, I, 157; Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim
b. Ali, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, I, 358; İbn Kudâme, Ebû Muhammed
Muvaffakuddin Abdullah, el-Muğnî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1405, III, 174.
23
Umre ibadeti Müslümanların birçok kazanımlar elde etmesine vesile
olmakta, hayata bakışını ve beklentilerini etkilemekte, inandığı değerler
doğrultusunda yaşamayı öğretmekte, ahiret hayatı için hazırlanmayı
hatırlatmaktadır.3
Umre ibadetinden arzu edilen sonuçların elde edilebilmesi için sahih bir
niyetin olması, ibadetin şart ve rükûnlerine riayet edilmesinin yanında,
günah ya da bidat sayılan davranışlardan da kaçınmak gerekir.
Makam-ı İbrahim’e el sürüp öpmek, Kâbe örtüsüne koku sürüp sonra o
kokuyu kendi üstüne sürmek, Mescid-i Nebevî’ye elleri göğüste
bağlayarak girmek, Hz. Peygamber’in kabrinin duvarlarını ve
demirlerini öpmek, kabre doğru secde etmek, Mescid-i Nebevî’deki
mihraba el sürmek yapılan bidatlere örnektir.4
İnsanlara kaba ve kırıcı davranmak, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî
de yer tutmak, uygun olmayan davranışlarla Hacerü’l-esved’i öpmek
için mücadeleye girişmek, namaz vaktini beklerken gereksiz hatta gıybet
ve dedikodu içeren konuşmalara dalmak, 5 orada ticaret yapmak helal
olmakla birlikte zamanın çoğunluğunu alışveriş mekânlarında geçirmek
umre sevabını azaltan davranışlara örnek olarak gösterilebilir. Bu
çalışmada ortaya konulan kazanımları elde edebilmek için bidat ve
günah davranışlardan uzak durmak gerekmektedir.
I-UMRE İBADETİNİN ÖNEMİ
Umre ibadeti, mü’minlerin hatalarının affedilmesi ve mağfirete mazhar
olmaları için büyük bir fırsattır. Eda edilen bir umre diğer umreye kadar
yapılan (günahlara) keffâret olmaktadır. 6 Hac ve umre fakirlik ve
günahları, körüğün demirin pasını giderdiği gibi giderecektir.7
Umre ibadeti istenildiği zaman yapılabilir 8 ve kişiye büyük sevap
kazandırır ancak Ramazan ayında umre yapmanın ayrı bir önemi vardır.
Erdem, Mustafa, “Umre Ziyareti Üzerine Bazı Düşünceler”, Dini Araştırmalar, 2007, c.
X, sayı:29, s. 8.
4 Hac ve umre ibadetinde yapılan bidat davranışlar için bkz. Türk, Nurdoğan, “Kur’an-ı
Kerim’de Hac ve Umre İbadetlerine Dair Yanlış İnanç ve Davranışları İfade Eden
Ayetlerin Tefsiri”, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 3, sayı: 5, 2014,
s.16-17.
5 Erdem,“Umre Ziyareti Üzerine Bazı Düşünceler”, Dini Araştırmalar, 2007, c. X, sayı: 29,
s. 11.
6 Bkz. Buhârî, Umre, 1, 1683; Müslim, Hacc, 79, 3355; Tirmizî, Hacc, 90, 933; İbn Mâce,
Menâsik, 3, 2888; Nesâî Menâsiku’l-Hac 3, 2622; Mâlik, Muvatta, Hac, 1257.
7 Bkz. Nesâî, Menâsiku'l-Hac, 6, 2630; Tirmizî, Hacc, 2, 810.
8 Salman, Faruk vdğr., My Beautiful Religion I, Erkam Yayınları, İstanbul, 2007, s. 216.
Hanefî Mezhebine göre arefe günüyle kurban bayramının dört gününde umre
yapılması mekruhtur. Bkz. Mevsılî, el-İhtiyar li-ta'lili'l-muhtar, I, 157.
3
24
Çünkü Ramazan ayında yapılan umre, hac ibadetine denk sevap
kazandırır.9
Hz. Peygamber (s.a.v) “Allah’ın elçileri üç gruptur: Bunlar: Gaziler, hacılar
ve umre yapanlardır.”10, “Hacılar ve umre yapanlar Allah'ın elçileridir. Dua
ettiklerinde Allah onların dualarına icabet eder. Bağışlanma dilediklerinde de
onlara mağfiret eder." 11 buyurarak umre amacıyla yola çıkanları Allah
rızası için yola çıkan gruplar arasında zikretmiştir. Bu niteliğe sahip bir
grup, attığı her adım ve aldığı her mesafe sevap kazanırken, yol boyunca
karşılaştığı sıkıntılara sabretmesi karşılığında da affa mazhar olacaktır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v), Hz. Ömer’in umreye gitmek için izin istemesi
üzerine "Ey Kardeşim, Duana bizi de kat, bizi de unutma"12 buyurması, Hz.
Ömer’e verdiği değeri göstermesinin yanında umre ibadetine atfettiği
önemi de göstermektedir. Bu hadis aynı zamanda, umre esnasında
yapılacak duaların kabul olunan dualardan olacağına da işarettir.
Müslümanlara rehber ve güzel örnek olan Resûlullah’ın hayatına
baktığımızda umre ibadetine bizzat kendisinin de önem verdiğini
görmekteyiz. Medine’ye hicretten sonra müşriklerle yapılan savaşlar
sebebiyle umre yolculuğuna çıkamamış fakat şartlar uygun olur olmaz
hicretin altıncı yılında umre yapma amacıyla ashabıyla beraber yola
çıkmıştır. 13 Resûlullah (s.a.v) dört defa umre yapmıştır. Birincisi
müşriklerin kendisini Mekke'ye girmekten men ettikleri hicretin altıncı
yılının zilkade ayındaki Hudeybiye umresi, ikincisi ertesi yıl
gerçekleştirilen kaza umresi, üçüncüsü Huneyn ganimetini taksim ettiği
zaman olan Cirâne umresi, dördüncüsü de veda haccı esnasında yaptığı
umredir.14
Umrenin sevabından kimsenin mahrum kalmaması için Resûlullah
(s.a.v), babasının hac ve umre yapamayacak kadar yaşlı ve ihtiyar
olduğunu ifade eden kişiye, onun yerine hac ve umre görevini
Bkz. Müslim, Hacc, 35, 1256; İbn Mâce, Menâsik, 45, 2991; Ebû Dâvûd, Menâsik, 81,
1990; Tirmizî, Hacc, 95, 939; Mâlik, Muvatta, Hacc, 26, 449. Bir başka rivayette Ramazan
umresinin, Resûlullah ile beraber yapılan hacca denk olduğu beyan edilmiştir. Bkz.
Ebû Dâvûd, Menâsik, 81, 1992.
10 Nesâî, Menâsiku’l-Hac, 4, 2625.
11 İbn Mâce, Menâsik, 5, 2892.
12 Tirmizî, 110, 3562; İbn Mâce, Menâsik, 5, 2894; Ebû Dâvud, Vitr, 23, 1500.
13 İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik, Siret (trc. A. Erkan), Huzur Yayınevi,
İstanbul, 1995, s. 293.
14 Bkz. Buhârî, Umre, 3, 1687-1688; Müslim, Hacc, 34, 1253; Ebû Dâvûd, Menâsik, 81,
1994; Tirmizî, Hacc, 7, 816.
9
25
yapmasını istemiş;15 âdet döneminde olduğu için herkes ile birlikte umre
yapamayan Hz. Aişe'nin umre yapabilmesi için kardeşi Abdurrahman
b. Ebî Bekr’i görevlendirmiş ve O da Hz. Aişe'nin Ten’im'den ihrama
girerek umre yapmasını sağlayarak bu görevi yerine getirmiştir.16
Allah Teâlâ’nın rızası gözetilerek çıkılan cihadda canını feda edenler
şehitlik
makamına
nail
olup
ahirette
büyük
mükâfatla
karşılaşacaklardır. “Kim Allah yolunda, devenin iki sağımı arasında geçen
süre kadar i’lâ-yi kelimetullah için savaşırsa, cennet ona vacip olur.”17 Şehitlik,
Allah Teâla’nın bol lütuf ve ikramına mahzar olunan bir derecedir.
“Şehidin –borç hariç- bütün günahları affedilir.” 18 Hz. Peygamber (s.a.v),
Allah yolunda cihad faaliyetlerine katılamayacak durumda olanlar için;
“Yaşlının, küçüğün ve kadının cihadı hac ve umredir.”19 buyurarak hac ve
umre ibadetinin cihada denk sevaba vesile olacağını haber vermiştir.
II- UMRE YOLCULARININ ELDE EDECEĞİ KAZANIMLAR
Asr-ı saadettten günümüze gelinceye kadar Mekke ve Medine’de
bulunan evler, binalar yıkılmış ve değişmiş olsa da tabiat kendini
korumakta o devrin izlerini barındırmaktadır. Gerçek peygamber
sevgisine sahip kişiler için Resûlullah’ın gözüyle gördüğü, ayağıyla
bastığı, eliyle dokunduğu dağları, taşları, kumları müşahade etmek,
oralarda onun izlerini aramak büyük bir kazançtır.
Umre için yola çıkan Müslümanlar Kâbe’ye ulaşıncaya kadar telbiye
getirmekte, belirli süre Mekke ve Medine’de ikâmet etmekte, Beytullah’ı
tavaf edip Safa ve Merve arasında sa’y ibadetini yerine getirmekte,
ibadetlerini Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’de eda etme imkânına
kavuşmakta, Kuba’yı ziyaret ederek orada nafile namaz kılmaktadır.
Konu ile ilgili hadisler incelendiğinde umre yolculuğunun
Müslümanlara büyük manevi kazanca dönüşeceği görülmektedir.
1-Mekke ve Medine’de İkâmet Etmek
Hz. Peygamber'in "Bu ümmet, şu haram yerlere hak ettiği hürmeti lâyıkıyla
gösterdikleri sürece hayır üzere olmaya devam eder. Bu hürmeti
göstermediklerinde ise helak olurlar.” 20 beyanı, taşıdığı müjde ve uyarı
Bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 27, 1812; Tirmizî, Hacc 87, 930; İbn Mâce, Menâsik, 10, 2906;
Nesâî, Menâsiku'l-Hac, 2, 2621.
16 Bkz.Buhârî, Hayz 18, 313; Müslim, Hacc, 17, 1212; Ebû Dâvûd, Menâsik, 24, 1784; İbn
Mâce, Menâsik, 48, 3000; Nesâî, Menâsiku’l-Hac 151, 242; Tirmizî, Hacc, 91, 934.
17 Ebû Dâvûd, Cihad 40, 2541; Nesâî, Cihad, 25 3127; İbn Mâce, Cihad 15, 2792.
18 Müslim, İmâre, 32, 1886.
19 Nesâî, Menâsiku’l-Hac, 4, 2626.
20 İbn Mâce, Menâsik, 103, 3110; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 347, 19072.
15
26
açısından oldukça dikkat çekicidir. Hadisin müjdeli yönü harem
bölgesine gereken hürmeti göstermek fert ve ümmet olarak hayır
kapılarını açacaktır. Oraya hürmeten yapılan her olumlu davranış sevap
kazanmaya vesile olacaktır. Hadisin uyarı içeren yönü ise harem
bölgesinin hürmetine zarar verecek herhangi bir davranışın cezasının
yıkıma götürecek kadar ağır olacağının haber verilmesidir.
Bir Müslüman kendi ülkesinde; yoldan insanlara zarar veren şeyleri
kaldırmak, güzel sözlü-güler yüzlü olmak, yardımlaşmak, ikramda
bulunmak, zor durumda olana yardım etmek, yolunu kaybedene yol
göstermek, yolun hakkını vermek gibi olumlu davranışları yaparak
sevap kazanmaktadır. Bu davranışlar harem bölgesinde oraya hürmeten
yapılması durumunda ise başka yerde kazanılandan çok daha fazla
mükâfat elde edilecektir. Buna göre, harem bölgesinde insanlara zarar
veren bir şeyi yoldan kaldırmak, sıkıntıda olana yardım etmek gibi
olumlu davranışlar başka yerde yapmaya kıyasla daha fazla ecir ve
sevap kazandıracaktır.
Umre amacıyla memleketlerinden yola çıkanlar belirli bir süre o kutlu
beldelerde ikâmet etmektedirler. Allah katından rızık olarak her çeşit
ürünün getirilip toplandığı güvenli ve kutsal bir yer olan Mekke, 21
Allah’ın yeri ve göğü yarattığı zamandan beri mukaddes kıldığı bir
yerdir. Kıyamete kadar da mukaddes (haram) olmaya devam
edecektir. 22 Cenâb-ı Hak’ın rızasını elde etme amacıyla Kâbe’ye
gelenlere saygısızlık etmenin ayet-i kerime’de 23 yasaklanması, bu
mekânlara verilen değeri açık bir şekilde göstermektedir.
Mekke’de ikâmet ederken elde edilen kazançlardan birisi de
Hz.Peygamber’in “Zemzem ne niyetle içilirse o faydayı sağlar.” 24
buyurduğu, şifa kaynağı zemzem suyundan içebilmektir.
Umre amacıyla yolculuğa çıkanlar, umre ibadetinin bir rüknü veya şartı
olmamakla birlikte Peygamber şehri Medine’de de bir süre
kalmaktadırlar. Resûlullah (s.a.v), Medine’nin Haram bölge olduğunu
ifade etmiş ve Medinelilerin mahsulü, ölçü ve tartılarının bereketi için
dua etmiştir.25 Peygamber duası almış bir şehirde yapılan alış-verişler
madden ve manen berekete vesile olacaktır.
Bkz. Kasas Sûresi, 28/57; Neml Sûresi, 27/91; Ankebût Sûresi, 29/67; Tîn Sûresi, 95/3.
Bkz. Nesâî, Menâsiku’l-Hac, 110, 2874; Ebû Dâvûd, Menâsik, 91, 2019.
23 Bkz. Mâide Sûresi, 5/2.
24 İbn Mâce, Menâsik, 78, 3062.
25 Bkz. Buhârî, Buyu’, 53, 2022; Müslim, Hacc, 85, 1373.
21
22
27
Medine şehri hakkında Resûlullah'ın özel bir ilgi ve sevgisi vardır.
Hz.Peygamber (s.a.v), herhangi bir yolculuktan döndüğünde
Medine’nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırır, binek üzerinde ise
onu daha hızlı harekete geçirirdi. Bunu Medine’yi sevdiğinden dolayı
yapardı. 26 “Gerçekten Uhud bizi seven bir dağdır. Biz de onu severiz.” 27
hadisinden de bu sevgiyi görmek mümkündür.
Medine'nin hayrı hayır olduğu gibi şerri de hayır barındırmaktadır.
Çünkü Medine’nin çile ve meşakkatine katlananlara Resûlullah (s.a.v)
kıyamet gününde şefaatçi ve şahit olacaktır.28 Medine’de birkaç gün de
olsa bulunma imkânı elde eden Müslümanlar, hem Peygamber’in (s.a.v)
sevgisine mazhar olmuş bir beldede bir müddet yaşama bahtiyarlığına
kavuşmakta, hem de Resûlullah’ın Medine hakkındaki hayır
dualarından manen istifade etmektedirler.
2- İhrama Girmek
Umrenin şartlarından birisi ihrama girmektir. 29 İhram sözlük anlamı
olarak “haram kılmak” anlamına gelmekte, terim olarak ise, hac veya
umre ibadetini yapmaya niyet eden kimsenin diğer zamanlarda
yapması helal olan bazı davranışların yasak hale gelmesini ifade
etmektedir.30
İhrama giren mü’min umrenin şartlarından birini yerine getirmiş
olurken, ihramdan çıkarken tıraş olarak Resûlullah’ın duasına mazhar
olmaktadır. Çünkü Resûlullah (s.a.v), ihramdan çıkarken tıraş olanlar ve
saçını kısaltanlar için Allah’tan rahmet niyaz etmiştir. 31 İhramlı iken
devesinden düşüp ölen bir kimse hakkında Resûlullah’ın “Onu yıkayın.
Ama kendisine koku yaklaştırmayın. Yüzünü de örtmeyin. Çünkü o, telbiye
eder halde diriltilecektir.”32 buyurması da ihramlı olmanın Allah katındaki
değerine açık bir şekilde işaret etmektedir.
İhrama giren kişi, normal zamanlarda helal olan birçok davranıştan
ihramlı bulunduğu sürede uzak durarak haram kılma yetkisinin mutlak
olarak Yüce Yaratıcı da olduğunu kabul ettiğini göstermekte, “Din bir
şeye haram hükmü verince haram, helal hükmünü verince helal olur”
Bkz. Buhârî, Fezâilu’l-Medine, 10, 1787.
Müslim, Hacc, 93, 1393.
28 Bkz. Müslim, Hacc, 85, 1363; Nesâî, Menâsiku’l-Hac, 97, 2853.
29 Haskefi, Alaeddin Muhammed b. Ali, ed-Dürrü'l-muhtar fî şerhi Tenviri’l-ebsâr, Dâru’lFikr, Beyrut, t.y., II, 520; Mâverdî, el-Hâvi’l-kebir, Dâru’l-Fikr, Beyrut, t.y., IV, 69.
30 İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddin, Lisânü’l-Arab, Beyrut, t.y., XII, 119.
31 Bkz. Buhârî, Hacc, 126, 1640; Müslim, Hacc, 55, 3204; Tirmizî, Hacc, 74, 913; İbn Mâce,
Menâsik, 71, 3044; Mâlik, Muvatta, Hacc, 32, 461.
32 Müslim, Hacc, 14, 1206; Tirmizî, Hacc, 105, 951.
26
27
28
anlayışını kabul
göstermektedir.
ederek
ilâhî
emre
kayıtsız
şartsız
itaatini
3- Telbiye
Hac veya umreye niyet edip ihrama giren kişi telbiyeye başlayacaktır.33
Telbiye, hacerü’l-esved isti’lam edilip tavafa başlayıncaya kadar devam
eder.34 Telbiyede bulunan kişi kendisini zihnen ve fikren kutsal beldeye
ve orada yapacağı ibadetlere hazırlarken, çevresindeki varlıkların da
zikretmelerine vesile olarak kendisi de sevaba nail olmaktadır. Bu
hususta Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Telbiyede bulunan
hiçbir Müslüman yoktur ki, onun sağında veya solunda bulunan taş, ağaç,
toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın.”35
Telbiye, Yaratıya gösterilen sadakatin, emrine mutlak bir şekilde itaatin
bir göstergesidir. Umre yolculuğuna çıkan kişi, Yüce Yaratıcının
çağrısına uyduğunu fiilî olarak göstermekte; yol boyunca getireceği
telbiyeler ile diliyle de amacının hâlisâne olduğunu, yolculuğunun esas
gayesinin ilâhî davete icabet etmek olduğunu ikrar etmektedir.
İhrama girenlerin hep beraber yüksek sesle telbiye getirmeleri, yapılacak
ibadete ruhen hazır olma, yaşanılan manevî atmosferi daha iyi hissetme,
duygu derinliği ve şevk duyma bakımından ayrı bir önemi vardır.
Resûlullah’ın “Cibril aleyhisselam gelip, ashabıma ve yanımda bulunanlara
telbiyede seslerini yükseltmelerini emretmemi söyledi.” 36 beyanını burada
hatırlamak yararlı olacaktır.
4- Tavaf
Umrenin rükûnlerinden bir diğeri tavaftır. 37 Tavaf, dünyada insanlar
için kıble ve mabet olarak kurulan ilk ev olan,38 Rabbin kutsal evi olarak
vasıflandırılan,39 insanlık için toplanma ve güvende olunan yer kılınan40
Kâbe’nin etrafında yedi şavt ile tamamlanmaktadır.41 Allah, Kâbe’yi, o
Telbiye: "Lebbeyk Allahumme Lebbeyk Lebbeyke Lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete
leke ve'l-mülk lâ şerîke leke" "Ey Allah'ım! Senin emrine (itaate) hazırım. Senin emrine
uydum. Senin hiçbir ortağın yoktur. Senin emrine uydum. Şüphesiz ki (gerçek) hamd,
nimet ve mülk Senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur."
34 Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekr b. Mes’ud, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, V, 307; Öğüt,
Salim, “Telbiye”, DİA, XL, 396.
35 Tirmizî, Hacc, 14, 828.
36 Ebû Dâvûd, Menâsik, 26, 1814.
37 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, V, 303.
38 Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/96.
39 Bkz. İbrâhim Sûresi, 14/37.
40 Bkz. Bakara Sûresi, 2/125.
41 Mevsılî, el-İhtiyar li-ta'lili'l-muhtar, I, 147.
33
29
saygıdeğer mabedi, insanlık için maddî ve manevî hayat kaynağı
kılmıştır.42
Umre yapmak üzere Mekke’de bulunan Müslümanlar Kâbe’de gerek
umre tavafı gerekse de nafile tavaf yaparak büyük sevap elde
etmektedirler. Tavaf ibadetinin önemi ve değeri hakkında Resûlullah
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kâbe’yi yedi defa tavaf etmek bir köle azat etmeye
denktir.”43 “Kim tavaf için ayağını kaldırıp indirirse her adımı için Allah onun
bir hatasını siler ve bir sevap yazar.” 44 “Kim Beyt’i (Kâbe’yi) elli defa tavaf
ederse annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından tertemiz olur.”45 “Bir
kimse bu Beyt’e (Kâbe’ye) gelir de kötü söz söylemez ve günah işlemezse
annesinin doğurduğu gibi (tertemiz) döner."46
Tavafa Hacerü'l-esved isti'lam edilerek başlanılır. 47 Allah Teâlâ,
Hacerü'l-esved'e kıyamet gününde göreceği iki göz, konuşacağı dil
verecek ve o kendisini hakkıyla isti’lam edenlere şahitlik edecektir. 48
Tavaf esnasında Kâbe'nin iki rüknüne meshedilir. 49 Bunlar Rükn-ü
Yemânî (Hacerü’l-esved’den önceki köşe) ile Rükn-ü Esveddir.
(Hacerü’l-esved’in bulunduğu köşe). Kâbe’nin bu iki rüknünün
meshedilmesi günahlar için keffârettir.50
5- Sa’y
Safa ile Merve arasında Safa’dan başlamak üzere yedi defa gidip
gelmeye denir. Tarihî süreçte yaşanılanlara baktığımızda Safa ve Merve
Hz. İsmail’in annesi Hacer’in su aramak üzere koştuğu iki tepedir.
“Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim
Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir
günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul
eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.”51 ayeti sa’y yapmanın dinin bir şiarı ve
nişanesi olduğunu haber vermektedir.
Bkz. Mâide Sûresi, 5/97.
Nesâî, Hacc, 134, 2919.
44 Tirmizî, Hacc, 111, 959.
45 Tirmizî, Hacc, 41, 866.
46 Müslim, Hacc, 80, 3358.
47 Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî, el-Müdevvene, y.y., II, 497.
48 Bkz. Tirmizî, Hacc, 113, 961.
49 Mâverdî, el-Hâvi’l-kebir, IV, 321.
50 Bkz. Tirmizî, Hacc, 111, 959; Nesâî, Hacc, 134, 2919.
51 Bakara Sûresi, 2/158.
42
43
30
6- Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’de İbadet Etmek
Umre amacıyla yola çıkanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.v) "Ancak üç mescide
gitmek için yolculuğa çıkılır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve
Mescid-i Aksâ." 52 buyurarak önemine işaret ettiği üç ibadet yerinden
ikisinde -Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî'de- ibadet etme imkânına
kavuşmaktadırlar. Buralarda kılınan namazların başka yerlerde kılınan
namazlara üstünlüğüne dair Resûlullah (s.a.v) şöyle haber vermiştir:
"Mescid-i Haram’da kılınan namaz diğer mescitlerde kılınan namazdan yüz bin
kat üstündür.",53 "Resûlullah'ın mescidinde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram
hariç diğer mescitlerde kılınan namazdan bin kere daha üstündür."54 Ayrıca
Mescid-i Nebevî’den Tevbe Sûresi 108. ayetinde temelleri takva ile atılan
mescid olarak övgüye mazhar olan bahsedilmiştir.55
Mescid-i Nebevî’nin değeri hakkında Resûlullah (s.a.v) "Benim şu
minberimin ayakları, cennetteki derecelerdir." 56 "Benim evimle minberimin
arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim de havzımın üzerindedir."57
buyurmuştur. Havz, Havz-ı Kevserdir. Hadislerde suyunun sütten
beyaz, kardan soğuk, köpükten yumuşak, altın ve gümüşten kanalları
olan, suyundan içenin ebediyen susamayacağı, yüzünün ebediyen
kararmayacağı özellikleriyle tasvir edilen ve Havz-ı Kevser diye
isimlendirilen Havz’ın, Kevser’in58 bir uzantısı olduğu ifade edilmiştir.59
7- Kuba Mescidinde İbadet Etmek
Umre ibadeti için Haremeyn'de bulunanların bir başka sevap kazanma
yolu Kuba mescidinde namaz kılmalarıdır. Kuba mescidinde namaz
umre ibadetinin bir rüknü değildir. Bununla birlikte Kuba mescidinin
değerini gösteren hadisler sebebiyle umre yolcuları Kuba’da namaz
kılmayı ihmal etmemektedirler. Resûlullah (s.a.v), Kuba mescidine
bazen yaya, bazen de binekli olarak gelir ve orada iki rekât namaz
kılardı. 60 Orada namaz kılanlar hem bu sünneti eda etmenin yanında
Müslim, Hacc, 95, 1397; Nesâî, Mesâcid, 10, 700; Ebû Dâvûd, Menâsik, 97, 2035.
İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 195, 1406.
54 Müslim, Hacc, 94, 1394; Nesâî, Mesâcid, 7, 694.
55 Bkz. Müslim, Hacc, 96, 1398; Nesâî, Mesâcid, 8, 697. Ayette işaret edilen mescidin Kuba
mescidi olduğunu savunanlar da vardır. Bkz. Mâverdî, en-Nüket ve'l-uyûn, II, 143.
56 Nesâî, Mesâcid, 7, 696.
57 Buhârî, Fezâilu’l-Medine, 11, 1789; Müslim, Hacc, 92, 1391; Nesâî, Mesâcid, 7, 695.
58 Resûlullah Kevser’i şöyle tanımlamıştır: “Kevser cennette bir ırmaktır. Irmağın iki kenarı
altındandır. Yâkut ve büyük inciler üzerinde akar. Toprağı miskten daha güzel kokuludur. Suyu
baldan daha tatlı ve kardan daha beyazdır.” İbn Mâce, Zühd, 39, 4334.
59 Ertürk, Mustafa, “Havz-ı Kevser”, DİA, XVI, 546-547.
60 Bkz. Buhârî, Tatavvu’, 15, 1134; Müslim, Hacc, 97, 1399; Ebû Dâvûd, Menâsik, 98, 2042.
52
53
31
"Kim Kuba Mescidine gelmek için yola çıkar ve orada namaz kılarsa umre
yapmış gibi sevap kazanır."61 müjdesine de nail olmaktadırlar.
8- Tarihî Önemi Olan Mekânları Ziyaret Etmek
Umre yolcuları umre ibadetini eda etmenin sevabını kazanmanın
yanında, ilk Müslümanlar için hayatî öneme sahip olayların yaşandığı
mekânları da ziyaret etme imkânına kavuşmaktadırlar.
İlk vahyin indiği Nur Dağı Hira mağarası, hicret esnasında
Hz.Peygamber’in müşriklerden saklanmak için üç gün içinde kaldığı
Sevr mağarası, haccın farzı olan vakfenin yapıldığı Arafat ve Cebel-i
Rahme, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının yapıldığı mekânlar,
Kıbleteyn Mescidi, Mekke’de Cennetu’l-Muallâ, Medine’de Cennetü’lBakī‘ kabristanları, Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı yer, İslam’ı
öğretmek için yola çıkan bir grup ashabın şehit edildiği Recî‘ mevkii,62
Resûlullah’ın ayağının bastığı, gözünün gördüğü yollar, dağlar,
ovalar… Burada sayılan yerleri ziyaret etmek umre ibadetinin bir
parçası ve unsuru değildir. Umre amacıyla Mekke ve Medine’de
bulunanlar ibadetleri eda ettikten sonra kalan zamanlarında
Hz.Peygamber’in ve sahabîlerin hayatında önemli yeri bulunan birçok
yeri görme imkânına kavuşmaktadırlar. Bu mekânlar; nübüvvetin ilk
yıllardan itibaren Allah yolunda gösterilen fedakârlıkları, katlanılan
sıkıntıları,
yapılan
mücadeleleri
hatırlatması
bakımından
Müslümanların hayatında önemli bir kazanıma sebep olmaktadır.
SONUÇ
Mü’minlerin yükümlü oldukları tüm ibadetlerin kişiye ve topluma
yönelik faydaları bulunmaktadır. Umre yolculuğuna çıkan kişi; kutlu
beldeler olan Mekke ve Medine’de ikâmet etme bahtiyarlığına ermekte,
umre yapmaya niyet edip ihrama girip, hataların silinip sevapların
kazanılmasına vesile olan tavaf ibadetini yapmakta, diğer mescitlerde
kılınan namazdan çok daha fazla sevap kazandıran Mescid-i Haram ve
Mescid-i Nebevî’de namaz kılma imkânına kavuşmakta ve
Hz.Peygamber’in kabrini ziyaret etme şerefine ulaşmaktadır. Bütün bu
kazanımlar, umre yapmak için yapılan yolculuğun önemini ve değerini
açık bir şekilde göstermektedir.
Umre ibadetinin bir unsuru olmamakla birlikte Mekke ve Medine’deki
tarihî öneme sahip olan ziyaret mekânlarını görmek; Müslümanın ruh
61
62
Nesâî, Mesâcid, 9, 699.
Umre ziyaretinde ziyaret edilen mekânlar hakkında bkz. Keleş, Ekrem, Umre Rehberi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2013, s. 38-89.
32
dünyasında yenilenmeye, Hz. Peygamber ve ashabının i’lây-ı
kelimetullah için yaptıkları mücadeleleri hissetmeye vesile olmaktadır.
Dünya işleri ile meşguliyetle yorulan zihinler ve gönüller zaman zaman
kendini yenileme ve tazeleme ihtiyacı duymaktadır. Umre yolculuğu;
umrenin şart ve rükûnlerini yaparak naslarda beyan edilen büyük
ecirlere ulaşma, kutsal beldeleri görme ve Resûlullah’ın ayağının bastığı
toprakları müşahede etme fırsatı sunduğu için yenilenme ihtiyacı için
önemli bir fırsattır. Çünkü umre ibadeti, Müslümanların yorulan
zihinlerini dinlendirmekte, bunalan gönüllerini feraha kavuşturmakta
ve yeni bir heyecanla inancını yaşama bilinci sunmaktadır.
Umre amacıyla dünyanın dört bir tarafından yola çıkan Müslümanların
elde edecekleri mükâfatları, maddî ve manevî menfaatleri ortaya koyma
amacıyla yaptığımız bu çalışma göstermektedir ki, halis niyetlerle bu
yolculuğa çıkanlar evlerine, yurtlarına büyük bir kazanç ile
dönmektedirler. Umre ibadetini eda edenlerin en kısa zamanda tekrar
umre yapma arzusu taşımaları, umre yolculuğu süresince elde ettikleri
ecir ve mükâfatların manevî dünyalarında oluşturduğu olumlu etkilerin
en önemli göstergesidir.
KAYNAKÇA
Ahmed, Ebû Abdillah İbn Hanbel (v. 241), Müsned, Müessesetü Kurtuba,
Kâhire, t.y.
Akyüz, Vecdi, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil (v. 256), Sahîhu’l-Buhârî (thk.
Mustafa Dib el-Buğâ), I-VI, Dâru İbn Kesir, Beyrut, 1987.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as, Sünen, Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî, Beyrut, t.y.
Ebû İshak Burhaneddin, İbrâhim b. Muhammed, el-Mübdi' fî şerhi'l-Mukni',
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1997.
Erdem, Mustafa, “Umre Ziyareti Üzerine Bazı Düşünceler”, Dini Araştırmalar,
2007, c. X, sayı:29, s. 7-12.
Ertürk, Mustafa, “Havz-ı Kevser”, DİA, XVI, 546-547, İstanbul, 1997.
Haskefi, Alaeddin Muhammed b. Ali, ed-Dürrü'l-muhtar fî şerhi Tenviri’l-ebsâr,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, t.y.
İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218), Sîret (trc. Arif Erkan), Huzur
Yayınevi, İstanbul 1995.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin Abdullah (v. 620), el-Muğnî,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1405.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (v. 273), Sünen (thk. M.F. Abdülbâki),
Dâru’l-Fikr, Beyrut, t.y.
İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddin Muhammed, Lisânü’l-Arab, Beyrut t.y.
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekr b. Mes’ud (v. 587/1191), Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’şşerâ’i‘, y.y.
33
Keleş, Ekrem, Umre Rehberi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2013.
Kısa, Mahmut, Kısa Tefsirli Kur’ân-ı Kerim Meâli, Armağan Kitaplar, Konya,
2007.
Mâlik b. Enes (v. 179), Muvatta’, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Mısır, t.y.
Mâverdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed (v. 450), en-Nüket ve'l-uyûn, y.y.
________, el-Hâvi’l-kebir, Dâru’l-Fikr, Beyrut, t.y.
Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd (v. 683), el-İhtiyar lita'lîli'l-muhtar, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1987.
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî (v. 261), el-Câmiu's-Sahih,
Dârü’l-Cîl, Beyrut, t.y.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303), Sünen, Matbaâtü’lİslâmiyye, Haleb, 1986.
Öğüt, Salim, “Telbiye”, DİA, XL, 396-397, İstanbul, 2011.
Ruayni Hattab Ebû Abdullah Şemseddin, Mevâhibü’l-celil li-şerhi Muhtasarı Halil,
Dâru’l-Fikr, Beyrut 1992.
Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî (v. 240/854), el- Müdevvenetü’l-kübrâ, y.y.
Salman, Faruk-Yılmaz, Nazif- Özdirek, Recep, My Beautiful Religion I, Erkam
Yayınları, İstanbul, 2007.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim b. Ali (v. 476), el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, y.y.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (v. 279), Sünen, Dâru İhyâi’t-TurâsilArabiyye, Beyrut.
Türk, Nurdoğan, “Kur’ân-ı Kerim’de Hac ve Umre İbadetlerine Dair Yanlış
İnanç ve Davranışları İfade Eden Ayetlerin Tefsiri”, Gümüşhane
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 3, sayı: 5, s. 13-35, 2014.
34
ZEKÂT VE VERGİ MÜKELLEFİYETİNDE FIRSAT EŞİTLİĞİ
VE ADALETİN SAĞLANMASI*
Giriş
Bir milleti oluşturan fertlerin çeşitli ödev ve sorumluluklarla mükellef
olması toplum hayatının vazgeçilmez özelliklerindendir. Bu
sorumluluklardan birisi de maddî imkânı olanların malî ödeme
yükümlülüklerinin olmasıdır. Tarih boyunca topluluklar, üyelerinden
farklı adlar altında gelir talebinde bulunmuşlardır. Yapılan araştırmalar
göstermektedir ki, vergiye tarihte insan cemiyetinin ortaya çıkışından
itibaren rastlanmaktadır (Tuğ, 1984, s. 2-18).
Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde infak etmek, zekât ve sadaka vermek
emredilmiştir (Bkz. Bakara, 2/ 215; Nisâ, 4/ 39; Mâide, 5/55; A’râf, 7/156;
Tevbe, 9/ 60; Hac, 22/ 35; Mü’minûn, 23/4; Nûr, 24/37; Neml, 27/3; Rûm,
30/39; Lokmân, 31/4; Secde, 32/16). Hz. Peygamber’in (s.a.) hadislerinde
de zekât oranları ayrıntılı bir şekilde beyan edilerek Müslümanlar
düzenli ve miktarı belirli malî sorumlulukla mükellef tutulmuştur (Bkz.
Ebû Dâvûd, Zekât, 1, 1561; Nesâî, Zekât, 5, 2453; Tirmizî, Zekât, 3, 620).
Asr-ı saadet döneminde; zekât, fitre, sadaka, kurban gibi malî yönü olan
ibadetler, gönüllü bağışlar ve savaşlarda elde edilen ganimetler aracılığı
ile herkesin temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği bir yapı sağlanabilmiş
iken ilerleyen dönemlerde ihtiyaçların artması, kamu harcama
kalemlerinin çeşitlenmesi ve devlet sisteminin gelişmesine paralel
olarak ilave bir maddî sorumluluk olarak vergi alınmaya başlanmıştır.1
Devletin ihtiyaç duyması durumunda, adalet ve hakkaniyet sınırları
içinde kalmak üzere kamu otoritesinin belirleyeceği vergiyi
vatandaşların ödemekle sorumlu tutulması fıkhen de meşru kabul
edilmiştir (İbn Âbidîn, 1985, XII, s. 21; Aydın, Özek, Karaman, Erkal,
1984, s. 240-242; Hamidullah, 1993, II, s. 969; Yeniçeri, 1980, s. 246-248).
Zekât-Vergi Mukayesesi
Devletin talep ettiği vergilerin zaman içinde çeşitlenmesi ve miktar
bakımından artması üzerine zekât ile vergi mukayese edilmeye
başlanmış ve devlete vergi ödemekle zekât sorumluluğunun düşüp
düşmeyeceği tartışma konusu olmuştur.
İbn Teymiyye, devlet başkanının aldığı zekâtları, zekât sarf yerlerine
ödememesi durumunda farz olan mükellefiyetin düşüp düşmeyeceği
* Bu makale daha önce EKEV Akademi Dergisinde (Yıl: 17, Sayı: 56, s. 1-10, Yaz 2013)
yayınlanmıştır.
1 Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Râşidin dönemi malî teşkilatlanma yapısı için bkz.
Hamidullah, 1993, II, s. 940-992; Tuğ, 1984, s. 47-83; Yeniçeri, 1984, s. 53-73.
35
sorusuna, zekâtı sarf yeri dışında harcayan zalim devlet başkanlarına
zekâtın verilmemesi gerektiğini ancak ikrah altında olup istenileni
yapmaması durumunda zararla karşılaşacak kişilerin ödediklerinin
zekât yerine geçeceğini ifade etmiştir (İbn Teymiyye, 2005, XXV, s. 81).
Nevevî de, devlet başkanı haracı, öşür yerine geçsin diye tahsil ederse
bu durumda farzın düşüp düşmeyeceği hususunda ihtilaf olduğunu
ifade etmekle birlikte, kendisi farzın düşeceği görüşünü tercih etmiştir
(Bkz. Nevevî, t.y.: V, s. 547). Buna karşılık fakihlerin ekseriyeti ise vergiyi
zekâta saymanın mümkün olmadığı görüşünü benimsemişlerdir (Bkz.
Karaman, 1988, I, s. 205; Akyüz, 1995, III, s. 94; Zuhaylî, 1994, III, s. 379;
Yavuz, 1992, s. 91).
Zekât, İslâm devletine ödenen bir çeşit vergi olarak kabul edilmiştir.
(Bkz. Hamidullah, 1993, II, s. 965) Zekât ile vergi arasında ikisinin de
malî bir ödeme yükümlülüğü olması, ihtiyarî değil icbarî nitelik taşıması
gibi benzer yönler olmakla birlikte, birini diğerinin aynısı saymamızı
engelleyen yönler mevcuttur (Eskicioğlu, 1989, s. 225-250). Bu ayırımı
görebilmek için zekât ve verginin tanımlanması ve mahiyetlerinin
ortaya konulması gerekmektedir.
Vergi, devlet tarafından kamu hizmetlerinin maliyetini karşılamak
üzere hâkimiyetine istinaden, mükellef şahısların topluluğun üyesi
bulunmaları dolayısıyla, önceden konulmuş kaidelere uygun olarak
talep olunan nakdi ödemelerdir (Ertuğruloğlu, 1969, s. 317; Truchy,
1942, s. 295).
Belli bir meblağın ödenmesi, karşılıksız ve kesin olması, ilgilinin rızasına
bağlı olmayıp hukukî cebir taşıması, kamu giderleri ile sıkı bir bağının
olması, fertlerin teşkilatlanmış bir topluluğa dâhil bulunmalarına dayalı
olarak talep ediliyor olması, verginin temel unsurlarını oluşturmaktadır
(Ertuğruloğlu, 1969, s. 315-316).
Bireylerin gelir elde etmesi, kurumların kazanç sağlaması, bir servete
sahip olma, istihsal ve malların el değiştirmesi devletin vergi
koymasının başlıca nedenleridir (Korkmaz, 1984, III, s. 1362).
Vergi alınmasının temel gerekçesi kamu hizmetleri giderlerinin
karşılanmasıdır. Başlangıçta iç ve dış güvenlik ile adalet işlerinden ibaret
olan kamu hizmetleri kavramı, toplumlardaki gelişmelere bağlı olarak
eğitim, sağlık, ulaştırma, haberleşme ve diğer altyapı tesislerinin
kurulup işletilmesini de kapsamına alarak genişlemiştir. Günümüzde de
bu gelişme hâlâ devam etmektedir (Aren, 2007, s. 295). Kamu
hizmetlerindeki gelişmeye paralel olarak devlet tarafından alınan vergi
de çeşitlenmiş, neredeyse tüm malî hareketlilikler vergiye bağlanmıştır.
Sadece üretim veya sermayeye dayalı değil, tüketime dayalı
36
vergilendirme de yaygınlaşmıştır (Cavid, 2001, s. 326-331; Şener, 1980,
s.145-227).
İslâm’ın beş temel rüknünden (Şîrâzî, t.y, I, s. 260) olan zekât ise,
zenginlik nisabına ulaşan miktarda ve vasıfta malı olan zenginlerin,
Allah rızası niyeti ile ayette beyan edilen gruplara, hadislerde ortaya
konulan ölçü ve miktarı yılda bir defa vermesidir. Zekât doğrudan
şahıslara ödenebileceği gibi kurumlar aracılığı ile de fakirlere
ulaştırılabilir. Tanımda yer alan unsurlar ile vergiyi mukayese
ettiğimizde zekât ile verginin farkı ortaya çıkacaktır.
Zekât, Allah’a şükür borcunu ödemek için farz kılınan (Zuhaylî, 1994,
III, s. 379), sürekliliği olan, zamana ve bölgeye göre değişmeyen başlı
başına bir ibadettir. Vergi ise, devleti yöneten organların takdirine bağlı
olarak istenilirse kısmen veya tamamen kaldırılabilir niteliktedir
(Karadavî, 1997, s. 485).
Zekât mükellefiyeti için nisab miktarı mala sahip olma şartı aranır
(Kudûrî, t.y,. s. 27; Şîrâzî, t.y, I, s. 265). Vasıtasız vergilerde belirli bir
zenginlik şartı olmakla birlikte, zekâtın nisab oranından farklıdır.
Vasıtalı (dolaylı) vergilendirmede ise zengin, fakir ayırımı yapmadan
herkesten vergi alınmaktadır.2 Zekât ise, Müslümanların zenginlerinden
alınıp fakirlerine verilmektedir (Bkz. Nesâî, Zekât, 1, 2428). Fakirler
zekât vermekle mükellef değildir.
Zekât mükellefiyeti için sahip olunan mal ile ilgili tam mülkiyet, nâmi
olma, nisab miktarına ulaşma, ihtiyaç fazlası olma, sahip olunduktan
sonra üzerinden bir yıl geçme ve borç karşılığı olmama şartları (Ebû
Yûsuf, t.y, s. 76-78; Kâsânî, 1986, II, s. 9-16; Sahnûn, 1994, I, s. 364; Şîrâzî,
t.y, I, s. 265) bulunmakta iken vergilendirmelerde bu şartların birçoğu
dikkate alınmamaktadır.
Zekât yılda bir defa ödenirken, vergilerin yılda birkaç defa veya birkaç
yıl da bir defa gibi farklı ödeme süreci olabilmektedir.
Bütün bu farklılıkların yanında belki de zekât ile vergiyi birbirinden
ayıran en önemli fark, zekât verilebilecek yerler ile vergi harcama
kalemlerinin birbirinden farklı olmasıdır.
Zekâtın sarf yerleri Tevbe suresi 60. ayette şu şekilde beyan
edilmektedir: “Sadakalar (Zekâtlar) ancak şunlar içindir: Yoksullar,
2
Kanun koyucunun vergiyi kimin sorumluluğundan çıkarmayı lüzumlu görmüşse
doğrudan doğruya ona müracaat edilerek alınan vergiler vasıtasız vergi; üretilen mal
ve hizmetler üzerine konulan ve bireylerin bu mal ve hizmetleri satın aldıkları zaman
vergiyi de ödemiş oldukları dolayısıyla en fakir insanların bile farkına varmadan
ödemiş oldukları vergiler ise vasıtalı (dolaylı) vergiler olarak tanımlanmaktadır. Bkz.
Aren, 2007, s. 298; Cavid, 2001, s. 324-325.
37
düşkünler, zekât toplanmasında görevli olanlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak
olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda
kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilen ve hikmetle
yönetendir.”
Zekâtın sarf yerleri ayette beyan edildiği üzere sekiz gruptur. Burada
zikredilenlerden kölelerin, zekât âmillerinin veya müellefe-i kulup
zümresinin toplumda bulunmaması sebebiyle azalma olabilir ancak
ilave harcama kalemleri ve ödeme yapılacak yeni zümreler ortaya
çıkarmak mümkün değildir. Günümüzde, zekâtı Kur’ân’da beyan
edilen sınıflara ulaştırmayı vazife edinen vakıf, dernek gibi tüzel
kişilikler bulunmaktadır. Bu nitelikteki kurumlar, zekâtı ödemede aracı
konumunda işlev görmekte ve toplanan paralar şahıslara
ulaştırılmaktadır. Bu vasıflarını devam ettirdikleri sürece zekâtlar bu
kurumlar aracılığı ile de ödenebilir. Vergilerin temel toplanma sebebi
olan kamu hizmetleri zekât sarf alanı içinde yer almamaktadır.
Zekât verilebilecekler arasında yer alan fî sebilillah (Allah yolunda
olanlar) kavramı, genellikle Allah yolunda cihad edenler olarak
anlaşılmakla birlikte, bu kavramı daha geniş manasıyla alıp Allah’ın
rızasına ulaştırıcı her türlü hayır amacıyla yapılan yardımlar olarak da
yorumlayanlar bulunmaktadır (Bkz. Hamidullah, 1993, II, s. 978; Köse,
2004, s. 108-127). Fî sebilillah kavramı en geniş anlamı ile kabul edilse
bile, toplanan vergilerin bir kısmının İslâm’ın meşru görmeyeceği
alanlarda harcandığı göz önüne alınınca fî sebilllah kavramının
günümüzdeki vergi harcama yerleri ile örtüşmesinin mümkün olmadığı
ortaya çıkmaktadır.
Zekât ve verginin bu mukayesesinden çıkan sonuca göre; tanım, amaç,
mahiyet ve kapsam bakımından zekât ile vergi birbirinden farklıdır
(Karadavî, 1997, s. 485). Biri diğerinin dengi veya alternatifi değildir.
Dolayısıyla fertlerin hem zekât, hem de vergi ile mükellef tutulmaları
meşrudur. Buna göre, zekâtını ödeyenlerin vergi vermekten kaçınması
veya vergi verenlerin zekât vermekten imtina etmeleri caiz
olmayacaktır.
Fırsat Eşitliği Bakımından Zekât-Vergi Mükellefiyeti
Zekât, meşruiyeti ayet ve hadislere dayanan, maddî müeyyidenin
yanında uhrevî müeyyide de barındıran (Bkz. Nesâî, Zekât, 4, 2437) ve
ibadet niteliğinde olması sebebiyle sadece Müslümanlar için bağlayıcılık
taşıyan bir mükellefiyettir.
Devlet yönetim sistemi, İslâm hukukuna göre şekillenen devletlerde
zekât toplamak devletin titizlikle yerine getirmesi gereken aslî
görevlerdendir (Mâverdî, 1994, s. 52). Açıkta olmayan (batınî) malların
38
zekâtını vermek şahıslara bırakılabilirse de, fertlerin zahirî mallarının
zekâtı bu işle görevli memurlar aracılığı ile devlet tarafından toplanılır
(Mâverdî, 1999, VIII, s. 392; Kâsânî, 1986, II, s. 7).
Zekât ve vergi, devlet organları tarafından toplandığı ve aksine
davrananlar için maddî müeyyide tatbik edildiği İslâm devletinde
yaşayan Müslüman fertler3 arasında zekât ve vergi ödeme sorumluluğu
açısından bir fark ortaya çıkmayacaktır. Aynı sektörde çalışıp gelir ve
servet bakımından birbirine yakın fertler eşit derecede bir malî
mükellefiyet ile karşılaşmaktadır. Devletin hak ve salahiyetine dayalı
olarak ortaya koyacağı hukukî düzenleme ile zekât, nisab miktarı malı
olan herkesten alınacağı için toplumda sadece bir zümrenin sırtına
yüklenen değil, toplumun geneline yayılan malî bir sorumluluk
olacaktır. Tüm mükellefler hem zekâtını hem de vergisini vereceği için
fertler arasında fırsat eşitliği açısından bir fark oluşmayacaktır.
Türkiye gibi dinî referanslarla yönetilmeyen laik toplumlarda ise zekât
ve vergi mükellefiyeti fırsat eşitsizliğine yol açabilmektedir. Bu
nitelikteki devletlerde zekât verme tamamen kişilerin vicdanlarına
bırakılmakta, zekât vermeyenler için cezaî bir müeyyide
uygulanmamaktadır.
Devlet, zekât toplamadığı için kamu giderlerinin yanında sosyal devlet
olma ilkesi gereği fakir-fukaraya yapılan devlet yardımları da toplanan
vergilerden ödenmekte bu da vergi oranını -zekâtın devlet tarafından
toplanan devletlere kıyasla- daha da artırmaktadır. Aynı gelir düzeyine
sahip iki kişiyi düşündüğümüzde birinci kişi uhrevî sorumluluğunu
hesaba katarak zekâtını vermekte, ikinci kişi ise bu görevi ihmal
etmektedir. Vergi ise her ikisinden de devlet tarafından tahsil
edilmektedir. Bu iki kişinin birbirine rakip iki firma sahibi olduğunu
düşündüğümüzde birincisinin aleyhine olmak üzere bir fırsat eşitsizliği
doğmaktadır. Çünkü hem malî bir sorumluluk olarak zekât vermekte,
hem de vergisini vermektedir. Ayrıca ödediği verginin içinde devletin
gelir seviyesi düşük vatandaşlara ödediği miktarlar da bulunduğu için
zekâtın devlet tarafından toplandığı ülkelere göre daha yüksek oranda
vergi vermektedir.
Zekât- Vergi Mükellefiyetinde Fırsat Eşitsizliğini Ortadan Kaldırma
Ortaya çıkan eşitsizliğe çözüm önerisi olarak vergiyi zekâta saymanın
caiz olduğunu savunanlar olmuştur (Bkz. Aydın ve diğerleri, 1994, s.
248). Ancak zekât ile verginin mukayesesini yaptığımız bölümde de
3
İslâm devletinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşların maddî sorumlulukları için bkz.
Ebû Yûsuf, t.y: 63; Mâverdî, 1994, 254; İbn Kayyim el-Cevziyye, 1997, I, 79-369; Atar,
1979, 12-16.
39
zikrettiğimiz üzere vergi ve zekât birbirlerinden birçok açılardan farklı
nitelik taşıyan ayrı kurumlardır. Vergi toplama yöntemi üzerinde yeni
bir düzenleme yapmadan birini diğerinin yerine koyup, vergi verenleri
zekâttan muaf tutmak mümkün ve caiz değildir. Mevcut sistemde
vergiler, zekât sarf yerlerinden çok farklı yerlere ödendiği gibi bir kısmı,
İslâm’ın meşru ve caiz görmeyeceği alanlarda harcanmaktadır.
Önereceğimiz çözüm şekli, devletin bir zekât fonu oluşturarak isteyen
vatandaşların bu resmi kuruma zekâtı vermelerinin sağlanması ve bu
fona yatırılan miktarın o kişinin ödeyeceği gelir vergisinden
düşülmesidir. Bu müessesenin sağlıklı yürüyebilmesi için fonda biriken
paraların zekât sarf yerlerine uygun olarak harcandığının
denetlenebilmesi mümkün olmalı ve halkın güvenini kazanmış ilim
adamlarının gözetiminde şeffaf bir yapı oluşturulmalıdır.
Esasında buna benzer bir uygulama hâlihazırda Türkiye’de
uygulanmaktadır. Eğitime %100 destek projesi kapsamında okul ve
öğrenci yurdu inşası için yapılan bağışlar beyanname ile gösterilerek
vergide indirime gidilmektedir.4
Zekâtın genel kamu menfaati için yapılan müesseselerde kullanılması
caiz değildir. Zekâtın şahıslara temlikinin gerektiği ilkesinden hareketle
eğitim veya hayır kurumu inşaatı için yapılan bu ödemeleri zekât
saymak mümkün olmayacaktır. Yapılması gereken zekât fonu adı ile
yeni bir yapılanmaya gidip tıpkı eğitime destek projesindeki gibi bu fona
yapılan ödemelerin tamamını mükelleflerin gelir vergisi miktarından
indirime gitmektir.
Bir örnek üzerinden anlatmak gerekirse, 100 lira gelir vergisi ödeyecek
iki kişiden birincisi isterse bu paranın tamamını vergi olarak ödeyecek,
diğeri ise yıllık zekât ödeme miktarı olan 30 lirayı zekât fonuna yatıracak
geride kalan 70 lirayı ise vergi olarak verecektir. Bu sayede her iki
vatandaşın da yıllık ödemeleri gereken miktar aynı olacak ve bu kişiler
arasında fırsat eşitliği sağlanacaktır.
4
193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu Madde 10.-193 sayılı kanunun 89 uncu maddesinin
birinci fıkrasının (2) numaralı bendine birinci alt bentten sonra gelmek üzere aşağıdaki
alt bent ile (3) numaralı bentten sonra gelmek üzere aşağıdaki (4) numaralı bent
eklenmiştir. “Yukarıda sayılan kamu idare müesseselerine bağışlanan okul ve yüz
yatak (kalkınmada öncelikli yörelerde elli yatak) kapasitesinden az olmamak üzere
öğrenci yurdu inşaası dolayısıyla yapılan harcamalar veya bu tesislerin inşaası için bu
kuruluşlara yapılan her türlü bağış ve yardımlar ile mevcut tesislerin faaliyetlerini
devam ettirebilmeleri için yapılan her türlü nakdi ve ayni bağış ve yardımların tamamı
yıllık beyanname ile bildirilecek gelirlerden indirilir.” Bkz. Resmi Gazete 24 Nisan
2003, sayı: 25088.
40
Zekât Fonu Kurumunun Sağlayacağı Yararlar
Devletin zekât fonu adı altında bir kurum oluşturmasını laiklik ilkesi ile
bağdaşmayacağını iddia edenler olacaktır. Ancak, bu fona katılım
tamamen vatandaşların isteğine bağlı olacağı için laiklik ilkesi açısından
gerçek manada bir çelişki ortaya çıkmayacaktır. Aksine zekât verenle
vermeyen arasında yıllık ödeme mükellefiyeti bakımından bir denge
oluşturacağı ve zekât vermek isteyenlerin gönül hoşnutluğu ile bu
ibadetlerini yapmalarına zemin hazırlanacağı için din ve vicdan
özgürlüğü açısından yeni bir ufuk açacaktır.
Zekât fonu kurumu, devlet için yeni bir maddî gider kapısı da
olmayacaktır. Çünkü Tevbe Sûresi 60. ayetinde beyan edilen âmilîn
sınıfı zekât toplamakla görevli memurları ifade etmektedir. Dolayısıyla
kurum çalışanlarının maaşları burada toplanan meblağdan
ödenebilecektir.
Vergi toplamada istenen seviyeye ulaşılamamasının temel nedeni vergi
kaçırma veya vergiden kaçınma5 davranışlarının fazla olmasıdır. Zekât
fonu bu tür davranışların azalmasına yardım edecektir. Devlete
ödediğim paralar gayr-i meşru yerlerde harcanıyor, vergiyi tam
ödersem rakip firma ile rekabet imkânım azalıyor, devlet topladığı
vergilerden fakir fukaraya gereken desteği vermiyor gibi mazeretlere
dayanarak vergi vermek istemeyenlerin, oluşturulacak zekât fonu ile bu
kaygıları giderilecek ve gönül hoşnutluğu ile ödeme yapmaları
sağlanacaktır.
Zekât fonunda biriken paralar, genel kamu giderleri için
harcanamayacağı için gelir seviyesi düşük fertlere istisnasız her yıl
düzenli ödemelerde bulunma imkânı veren bir kaynak elde edilecektir.
Sosyal devlet olma vasfının gerektirdiği birçok harcama için bu yeni
kaynak kullanılabilecektir.
Bir ülkede yıl içinde verilen zekâtlar büyük rakamlara ulaşmaktadır.
Mevcut durumda zekât ödemeleri büyük çoğunlukla kayıt dışı
sürmekte iken, zekât fonu kurulması durumunda vergi indiriminden
yararlanmak için halkın geneli buraya para yatıracağı için zekât
ödemelerinin büyük bir yekûnu kayıt altına alınmış olacaktır.
Gerçek ihtiyaç sahiplerini bulamama, ihmalkâr davranma, sonraya
erteleme gibi sebeplere dayalı olarak zekâtını düzenli ödemeyenler,
yıllık vergi indiriminden yararlanmak için zekâtlarını ödeme hususunda
5
Vergiden kaçınma: Mükellefin vergi yasalarına aykırı davranmadan daha az vergi
ödemesidir. Daha az çalışıp vergi matrahını azaltarak daha az vergi ödemek gibi. Bkz.
Şener, 1980, s. 151.
41
daha titiz davranacak ve bu da o toplumda zekât verme oranlarını
artıracaktır.
Hz. Peygamber infakta bulunurken önceliği akrabaya vermeye teşvik
etmiştir. “Miskinlere tasaddukta bulunmanın sadaka sevabı vardır. Akrabaya
tasaddukta bulunmanın ise hem sadaka sevabı hem de sıla-i rahim sevabı vardır.
(Nesâî, Zekât, 82, 2572).” Zekât fonu kurulup, zekâtlar bu fon aracılığı
ile ödenmeye başlandığında daha efdal olan fakir akrabalara verilen
zekâtın azalacağı şeklinde bir eleştiri getirilebilir. Ancak buna da çözüm
bulmak mümkündür. Zekât fonuna para yatıran kişilere verdikleri
zekâtın kime ulaşmasını istediklerini beyan etme hakkı verilebilir. Zekât
fonu bu talebi değerlendirir ve gerçekten bu kişilerin maddî durum
itibariyle zekât alabilecek durumda oldukları tespitinin yapılması
durumunda, zekât o kişilere ödenir. Böylelikle, zekât veren hem gelir
vergisinden indirim hakkı elde eder, hem de zekâtını fakir akrabasına
vermiş olur. Ayrıca zekât alan bu kişi, akrabası olan zekât mükellefinin
teklifi ile zekât fonunun sisteminde zekât alabilecekler listesine dâhil
olacağı için sadece kendi akrabasının zekâtını almakla kalmaz, bunun
yanında kurumda biriken zekâtlardan da şartlara göre hisse sahibi
olabilir. Zekâtı bizzat şahsın kendisinden değil de kurum aracılığı ile
almak zekât alanlarının gururlarının incinmemesine yardım eder. Bu
sistemin hayata geçmesi durumunda akrabalar arasında zekât almaverme işleminde kayıt dışı para hareketlerinin önüne geçilmiş olur.
İslâm hukukunda zekâtın toplanması işlemi, devlet başkanının
vazifeleri arasında sayılmıştır (Mâverdî, 1994, s. 52). Hz. Peygamber
döneminden başlayarak kamu otoritesinin gözetim ve denetiminde olan
(Dumlu, 2010, s. 91-116) zekât gelirleri zekât fonu kurma teklifinin
hayata geçirilmesi durumunda tekrar aslî niteliğini kazanacaktır. Bu
sayede, zekâtın toplum hayatındaki fonksiyonu ve işlevi istenilen
seviyeye ulaşacaktır.
Sonuç ve Değerlendirme
Dinî bir mükellefiyet olarak zekât ibadetinin yanında devlet giderlerinin
başka türlü karşılanamamasına dayalı olarak vergi alma işlemi de
iktisadî hayatın bir vazgeçilmezi olarak devam edecektir. Mükelleflerin
bu iki sorumluluğu arasında bir denge kurulması adalet ve hakkaniyet
ilkesinin bir gereğidir. Türkiye’de mevcut sistemde zekât tamamen
fertlerin kendi tercihlerine bırakılmışken, vergi devletin yaptırım gücü
ile yükümlülerden tahsil edilmektedir. Bu durumda vatandaşların bir
kısmı sadece vergi verirken, diğerleri hem zekâtını hem de vergisini
vermektedir.
42
İhtiyaç sahibi ve maddî bakımından zor durumda olanlara yardım
etmeyi devletin vazifesi olarak gördüğümüzde ve zekât sarf yerlerinin
de toplumun bu kesimleri olduğunu göz önüne aldığımızda zekât
verenlerin devletin sorumluluğunu hafiflettiğini söyleyebiliriz. Bu
açıdan baktığımızda zekât verenlerin vergiden belli ölçülerde muafiyet
elde etmeleri hakkaniyetin bir gereğidir. Madem zekât veren vatandaş
devletin sırtındaki sosyal sorumluluğa katkıda bulunmakta öyleyse
buna karşılık olarak da devletin bu fertlerin yükümlülüklerinden
indirime gitmesi tabiî olarak görülmelidir.
Zekât ve vergi ikileminde mükellefler arasında doğan eşitsizliği
gidermenin yolu bize göre resmî bir nitelikte ve malî yapısı denetlemeye
açık şeffaf yapıda bir zekât fonu kurumunun oluşturulmasıdır. Bu fona
zekât olarak yatırılan miktar, vergi mükelleflerinin yıllık gelir vergisi
olarak ödeyeceği miktardan düşülerek toplumda gerçek manada bir
adaletin sağlanması mümkün olacaktır.
Zekât fonu kurulması, vatandaşlar arasında fırsat eşitliğini sağlamasının
yanında vergi kaçırma veya vergiden kaçınma davranışlarının azalarak
vergi gelirlerinin artmasına, zekât ödemelerinin kayıt altına alınmasına,
fakirlerin düzenli olarak bir yardım alabilmelerine, yıllık toplanan zekât
miktarlarının artmasına ve personel giderleri kendi malî yapısından
karşılanan bu zekât kurumu yeni istihdam alanı sağlanmasına imkân
sunacaktır.
Zekât fonunun kurulması ile, asr-ı saadetten başlayarak devam eden
asırlarca kamu gözetiminde tahsil edilen zekâtın tekrar aslî hüviyetine
kavuşması sağlanacaktır.
Kaynakça
Akyüz, V. (1995). Mukayeseli ibadetler ilmihali. İstanbul: İz Yayıncılık.
Aren, S. (2007). Ekonomi dersleri. Ankara: İmge Kitabevi.
Atar, F. (1979). İslâm hukukunda zekât ve vergiler. Diyanet Dergisi, 18 (4), 12-16.
Aydın, M.A., Özek,A., Karaman, H., Erkal, H. (1984). İbadet ve müessese olarak
zekât. İstanbul: İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Yayınları.
Cavid Bey, Mehmed. (2001). İktisat ilmi. İstanbul: Liberte Yayınları.
Dumlu, E. (2010). İslâm’ın ilk dönemlerindeki uygulamalar ekseninde kamusal
bir gelir olarak zekât. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 33, 91116. Erzurum.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as (t.y.). Sünen. Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî.
Ebû Yûsuf, Yâkup b. İbrâhim (t.y.). Kitâbü’l-harâc. Beyrut: Dârü’l-Mâ’rife.
Ertuğruloğlu, Mehmet. (1969). Maliye ilminin esasları. Ankara.
43
Eskicioğlu, O. (1989). Modern vergi anlayışı ve zekât. Dokuz Eylül Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 5, 225-250. İzmir.
Hamidullah, M. (1993). İslâm Peygamberi. İstanbul: İrfan Yayımcılık.
İbn Âbidîn, Muhammed Emin. (1985). Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr. (Çev.
Mehmet Savaş). İstanbul: Şâmil Yayınevi.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillah (1997). Ahkâmu ehli’z-zimme. Dammam.
İbn Teymiyye, Takıyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdülhalim. (2005).
Mecmûu’l-fetâvâ. Beyrut: Dâru’l-Vefâ.
Karadavî, Y. (1997). Zekâtu’t-ticareti fit-tatbîki’l-muâsır. Uluslararası İslâm Ticaret
Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi. Konya: Kombad
Yayınları.
Karaman, H. (1988). İslâm’ın ışığında günün meseleleri. İstanbul: Nesil Yayınları.
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir b. Mes’ud. (1986). Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘.
Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Kudûrî, Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Ebû Bekr. (t.y.). el-Muhtasar. (Çev. Ali Arslan).
İstanbul: Arslan Yayınları.
Korkmaz, E. (1984). Vergi. Ekonomi Ansiklopedisi. İstanbul: Paymaş Yayınları.
Köse, M. (2004). Fî Sebilillah kavramının zekât açısından tahlili. Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 21, 107-134. Erzurum.
Mâverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed. (1994). el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve’lvilâyâtü’ddîniyye. Beyrut: Darü’l-Kitâbi’l-Arabî.
________. (1999). el-Hâvi’l-kebîr. Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed. (1986). Sünen. Haleb: Matbaâtü’l-İslâmiyye.
Nevevî, Ebû Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref. (t.y.). el-Mecmu’. Beyrut.
Resmi Gazete. 24 Nisan 2003, sayı: 25088.
Sahnûn, Abdüsselâm. (t.y.). el-Müdevvene. Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Şener, O. (1980). Kamu ekonomisi. İstanbul: Eren Basımevi.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim b. Ali b. Yusuf. (t.y.). el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî.
Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa. (t.y.). Sünen. Beyrut: Dâru İhyâi’t-TurâsilArabiyye.
Tuğ, S. (1984). İslâm vergi hukukunun ortaya çıkışı. İstanbul: MÜİF Vakfı Yayınları.
Truchy, Henry. (1942). İktisat ilmi. (Çev. Atıf Bayındır). Ankara.
Yavuz, Y. V. (1992). Bir sosyal güvenlik kuruluşu olarak zekât. İstanbul: Tuğra
Neşriyat.
Yeniçeri, C. (1980). İslâm iktisadının esasları. İstanbul: Şâmil Yayınevi.
________.
(1984). İslâm’da devlet bütçesi. İstanbul: Şâmil Yayınevi.
Zuhaylî, Vehbe. (1994). İslâm fıkıh ansiklopedisi. (Çev. Nurettin Yıldız). İstanbul:
Risale Yayınevi.
44
KAMERÎ AYLARIN TESPİTİNDEKİ İHTİLAFIN SEBEPLERİ
VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Kur’ân-ı Kerim’de hilalin, hac ibadetinin vaktini gösteren ölçüler
olduğu,1Allah Teâlâ’nın yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya
evreler takdir ettiği2 ve güneş ile ayın bir ölçüye göre hareket ettiği3
beyan edilmekte; Hadis-i şeriflerde de ayın gün sayıları, hilalin
görülmesi ile yeni ayın başlayacağı, görme imkânı olmadığında takdir
edilerek karar verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.4 Buna göre; gök
cisimleri belirli bir hesaba göre hareket etmekte, bu sayede insanların
günleri, ayları, yılları tayin etmeleri mümkün olabilmektedir. Bu,
insanlık için büyük bir nimettir. Bu nimetin hayata yansımasını
sağlamak için gök cisimlerini eldeki mevcut bilgiler ve teknolojik
imkânlar kullanılarak gözlemlemek ve buradan hareketle sonuçlara
ulaşmak gerekmektedir.
Kamerî Ayların Tespitinde Hesaba Dayalı Bilginin Meşruiyeti
Ramazan ayının başlangıç zamanı konusundaki ihtilaf ve buna dayalı
farklı uygulamalar sebebiyle Müslümanlar arasında zaman zaman
karşılıklı ithamların yaşandığı gözlenmektedir. Bu tartışmanın çıkış
noktası, kamerî ayın tespitinin görerek yapılmasının mutlak gereklilik
kabul edilip edilmemesi ve bu bağlamda hesaba dayalı bir bilginin
meşruiyeti çerçevesindedir.
Hz. Peygamber (s.a.) “Ay yirmi dokuz çekebilir. (Ramazan) hilalini
görünceye kadar oruca başlamayın. (Şevval) hilalini görünceye kadar da bayram
yapmayın.
Eğer hava kapalı olursa ayı otuz güne tamamlayın.”5
buyurmuştur.
Hesaba itibar edilmemesini savunanlar hadis-i şerifte sadece rü’yetten
bahsedildiğini, ibadetlerde ictihad yapılamayacağını, nücum bilgisinin
kesinlik ifade etmediğini ve müneccimlere güven olmayacağını, orucun
vücup sebebinin hilalin kendisi değil rü’yeti olduğunu ve şerî sebep
(rü’yet) gerçekleşmeden hükmün sabit olmayacağını ayrıca ümmeti ayın
Bu makale daha önce Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde (10 (1), s. 195206, 2010) yayınlanmıştır.
1 Bakara Sûresi, 2/189.
2 Yunus Sûresi, 10/5.
3 Rahman Sûresi, 55/5.
4 Ebû Dâvûd, Sıyam, 4 (2320).
5 Buharî, Savm, 11; Müslim, Sıyam 2 (2550); Ebû Dâvud, Sıyam, 4 (2320); Mâlik, Muvatta’,
Savm, 1.
45
tespitinde hesap ile mükellef tutmanın dinin kolaylık ilkesine
uymayacağını delil olarak ortaya koymuşlardır. 6
Hilalin sübutuna karar vermek için gözle görmekten başka bir yolu ve
metodu meşru görmeyen bu yaklaşıma şu şekilde cevap vermek
mümkündür:
Hadis-i şerifte hesaba asla itibar etmeyin; yalnız ve yalnız gözünüzle
gördüğünüzde hilalin varlığına hükmedin şeklinde bir ifadenin
olmadığı açıktır. Hz. Peygamber (s.a.), o dönemin şartlarında başka bir
yol ile hilalin tespiti yapılamayacağı için görerek zamanın tayin
edilmesine işaret etmiştir. Zaten başka rivayetlerde Peygamber
Efendimiz’in kamerî ayların tespiti hususunda “Biz ümmî bir milletiz.
Yazmayı ve hesabı bilmeyiz.”7 buyurması, ümmeti hilali görmeye
yönlendirmesinin illetini bize açıkça göstermektedir. İlme, okumaya ve
kendini geliştirmeye teşvik eden yüzlerce ayet ve hadis varken
Hz.Peygamber’in (s.a.) bizden, hesabı ve kitabı bilmeyen bir toplum
olmaya Kıyamete kadar devam etmemizi istediğini herhalde hiç kimse
iddia edemez. O halde, bu hadisin metnini anlamaya çalışırken sırf lafza
itibar etme metodu yerine; lafzın niçin, nerede ve hangi amaçla
söylendiği göz önüne alınarak hükme ulaşmak gerekir. Amaç, oruç
vaktinin belirlenmesidir. Belirlenme şekli, amaç değil araçtır. Amaçlar
sabit kalırken araç hükümler ihtiyaçlara, teknolojik ve toplumsal
gelişmelere paralel olarak değişebilir, gelişebilir.8 Önemli olan asıl
hedefe ulaşma noktasında hata yapılmamasıdır. Hac ibadetinden
bahseden ayet-i kerimedeki “yaya veya develere binmiş olarak gelsinler”9
emrini, hacca sadece yaya veya deve ile gidilebilir diye sınırlandırmıyor,
tüm ulaşım araçları ile kutsal beldeye ulaşmak mümkündür hükmünü
veriyorsak burada da, orucun başlama ve bitiş zamanını belirlemeye
yarayan bilgi teknolojisinden yararlanmayı, esas amaca bizi ulaştıran bir
araç olarak görmemiz ve meşrû kabul etmemiz gerekir.
Hilalin tespitinde hesaba itibar edilmemesini savunanların ileri
sürdükleri iddialardan olan nücum bilgisine ve müneccimlere
güvenilemeyeceği görüşünün o dönem için geçerlilik payı vardır.
Ancak, zan ve tahmine dayanan, sürekli hatalı sonuçlara ulaşan nücum
(astroloji) bilgisini, hesaba dayalı olan astronomi ilmi ile kıyaslamak son
derece hatalıdır. Bugün yıldızlara bakarak tahminî bir sonuç beyan
İrfan Yücel, “Hilal”, DİA, XVIII, s. 5-6, İstanbul 1998.
Ebû Dâvud, Sıyam, 4 (2319).
8 Ahkâmın değişmesine etkin olan âmiller için bkz. Mehmet Erdoğan, İslâm Hukukunda
Ahkâmın Değişmesi, İstanbul 1990, s. 165-258.
9 Hac Sûresi, 22/27.
6
7
46
edilmiyor, aksine gökcisimlerinin hareketleri en ince hesaplamalarla
tespit ediliyor ve ulaşılan sonuçların doğruluğu gözlemlenebiliyor.
Mü’minler kendi akılları ile ibadet icat edemezler ve ibadette değişiklik
yapamazlar. Ancak bu genel kural, ibadet sahasında hiçbir şekilde
ictihada başvurulamaz anlamına gelmez. İctihad çeşitlerinden olan
fehm (anlama) ictihadına fıkhın her alanında başvurulabilir. Zaten
ibadet konularına ilişkin mezhepler arası farklılıklar ictihad
farklılıklarına dayanmaktadır. Kaldı ki kamerî ayların başlangıcını tespit
etmek de bir ibadet olarak algılanmamalıdır. Hilalin tespiti başlı başına
bir ibadet değil; asıl ibadet olan oruca bize ulaştıran bir araç
hükmündedir.
Hesabı geçerli kabul etmek ümmete meşakkat getirir yaklaşımının da
geçerliliğini kaybettiği açıktır. Şehirleşmenin yaygınlaştığı, tarım
toplumundan sanayi toplumuna geçildiği günümüzde esas zor olan
hilali gözle görmeye çalışmaktır.
Hesaba itibarı geçerli kabul etmeyenlerin iddialarından olan “Orucun
vücup sebebi hilalin kendisi değil rü’yetidir” şeklindeki bir düşünceyi de
benimsemek mümkün değildir. Hadis-i şeriflerde namaz ibadetinin
vakitleri ile ilgili olarak güneşin hareketleri ve gölgenin boyu gibi
kıstaslar geçmesine rağmen10 sabah namazının farz olması için fecr-i
sadık gözlenmelidir veya akşam namazının farz olması için güneşin
batışını gözle görme şarttır denilmemiştir.11 Önemli olan vaktin
girmesidir. Gece gündüz süreleri normal olan bölgelerde vaktin
girdiğinin güvenilir bir yolla tespitiyle, gece-gündüz sürelerinin çok
uzun olduğu bölgelerde de 24 saatlik zaman dilimine, vakitlerin hükmî
olarak tayini ile ibadetleri eda mükellefiyeti her zaman var olmaya
devam edecektir. Namaz ibadetinin vaktine ilişkin bu uygulama şekli
oruç ibadeti için de geçerli olmalıdır. Aksi halde, rü’yetin mümkün
olmadığı yer ve durumlarda Müslümanlardan oruç mükellefiyetinin
düşmesine yol açılacaktır ki, bu büyük bir hata olacaktır.
10
11
Bk. Ebû Dâvûd, Salât, 2 (393); Tirmizî, Salât, 1 (149).
25.08.2010 tarihli Diyanet İşleri Başkanlığı İmsak Vakitlerinin Belirlenmesi Usulü İle İlgili
Açıklama başlığı altında Türkiye’de imsak vaktinin başlangıcı olarak güneşin 18 derece
ufka yaklaşma vaktinin (astronomik tan) esas alındığı; bu şafağın çıplak gözle
görülebilmesinin kişinin bulunduğu yere göre farklılık göstereceği; ışık, pus
yoğunluğu ve hava kirliliği varsa şafağın başlangıcının çıplak gözle fark edilmesinin
ilan edilen vakitten daha geç olabileceği beyan edilmiştir. Buradan çıkan sonuca göre,
Diyanet İşleri Başkanlığı imsak vaktini belirlerken şafağın gözle görülebilir olmasını
değil, astronomik olarak vaktin girmesini esas almaktadır.
47
Dünyada kutup bölgelerine yaklaşıldıkça gece ve gündüz süreleri altı
aya kadar uzayabilmektedir. Bu sebeple bu bölgelerde rü’yetle Ramazan
ayının belirlenebilmesi mümkün değildir. İbadetin vaktini gösteren
alametin bulunmaması o bölgelerde yaşayanlardan mükellefiyeti
düşürmez. Vakit, başka araçlar ile belirlenir. Bu şartlarda yaşayanlara
ihtilâf-ı metâliye12 itibar etmeyen Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri
çözüm olarak dünyanın herhangi bir yerinden hilalin görülmüş olmasını
esas almayı çözüm olarak sunabilir. Ancak İhtilâf-ı metâliye itibarı
gerekli gören fukaha için hesapla tayinden başka yol yoktur.13
Havanın kapalı olmasından dolayı Şaban ayını 30 güne tamamlayarak
hareket edildiğinde kesin bilgiyi değil, zannı esas almak söz konusu
olmaktadır. Şaban ayının 30. günü olarak takdir edilen gün, yeni hilalin
doğmuş olma (Ramazan ayını 1. Günü olma) ihtimali vardır. Buna
karşılık astronomi ilmi ise bize en ince ayrıntısına kadar inen milimetrik
hesaplamalarla ulaştığı kesin sonuçları vermektedir. Burada zannî bilgi
ile kesin bilgi arasında bir tercih yapılması gerekmektedir. Usul olarak,
kesin bilgi varken zanna itibar edilmesi mümkün değildir.14 Dolayısıyla
hesaplamalarla yeni ayın başladığı tespit edilmişse, herhangi bir engel
sebebiyle hilal gözlemlememiş olsa bile önceki ayın 29 çektiğini kabul
edip yeni ayın başladığına hükmetmek gerekir.
Bütün bu delillere dayanarak söyleyebiliriz ki, kamerî ayların tespitinde
hesaba güvenilemez şeklindeki bir iddia temelden ve ilmî bir
dayanaktan yoksundur. Bu düşünce nasların özünü ve ruhunu göz ardı
eden, zahirî bakış açısını yansıtan bir yaklaşımdır. Bugün artık kamerî
ayların tespitinde astronomi ve coğrafya ilminin verilerinden
yararlanmak bir gerekliliktir.
İslâm âleminin hangi köşesinde hilal ilk olarak görülmüşse diğer bölgelerde de
görülmüş kabul etmeye ihtilâf-ı metâliye itibar etmemek denir. Hanefî, Mâlikî ve
Hanbelî fakihlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Şâfiî fakihlerin çoğunluğuna göre ise
ihtilâf-ı metâliye itibar gerekir. Buna göre ayın farklı bölgelerde farklı zamanlarda
doğması esas alınır. Bkz. Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri,
İstanbul 1993, I, 121, 126.
13 Yücel, “Hilal”, DİA, XVIII, s. 3.
14 Mecelle madde 4: “Şek ile yakîn zâil olmaz.” Hz. Peygamber (s.a.), namazda kıldığı rekât
sayısında şüpheye düşenlere iki ihtimalden hangisi az ise ona göre namazını
tamamlamasını istemektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 190, 1024) Mesela 4. Rekâtı kılıp
kılmadığında şüpheye düşen bir kişi, 3. rekâtı kıldığını kesin bilmektedir. Şek ile kesin
bilgi tearuz edince kesin bilgi esas alınacağından bu durumda bu kişinin namazına bir
rekât ilave etmesi gerekir.
12
48
Günümüzde Hilalin Tespitinde uygulanan Metotlar
İslam dünyası birçok hususta bölünmüşlük ve parçalanmışlık örneği
sergilediği gibi kamerî ayların başlangıcını ve bitişini tespitinde de
ittifak sağlayamamaktadır. Bu ihtilafın temelinde İslam ülkelerinin iki
farklı yöntemi esas almaları yatmaktadır.
1- İctima (Kavuşum- konjonksiyon) Anını Esas Almak
Ayın dünya çevresindeki yörüngesinde bir tam tur yapması 29,53
günlük süreye tekabül etmektedir. Ayın her dolanmasında bir kez
güneş, ay ve dünya aynı doğrultuya gelmektedir. Buna ictima
(kavuşum) denilmektedir. Bu, astronomik olarak ayın başlangıcıdır.
Kavuşum anında ay, dünya ile güneş arasındadır. Bu esnada, ayın
karanlık yüzü dünya tarafında olduğundan hilal dünyadan görülemez.
Bununla birlikte günümüzde ictima anı astronomi bilgisi verileri ile net
olarak önceden hesaplanabilmektedir.
Ümmü’l-Kurâ takvimini kabul eden Suudi Arabistan Krallığı, ayların
başlangıcını tespitte İngiliz Kraliyet Rasathanesinin ilan ettiği kavuşum
zamanlarına itibar etmektedir. Buna göre Mekke’de -günbatımında
kavuşum gerçekleşmesi şartıyla- ayın güneşten sonra battığı gece ve onu
takip eden gün ayın birinci günü olarak ilan edilmektedir.15
2- Hesaba Dayalı Rü’yet-i Esas Almak
Hesaba dayalı rü’yeti kabul edenlere göre yeni ayın başladığına
hükmedebilmek için kavuşumun gerçekleşmesi yeterli değildir. Aynı
zamanda yeni ayın hilalinin görülebilir olması da gerekir. Hilalin güneş
battıktan sonra, görüşe mani engellerin bulunmaması halinde gözle
görülebilecek şekilde ufukta fiilen mevcut olması esas alınmalıdır.
Bunun için, kavuşumdan sonra, ay ile güneşin açısal uzaklığı 8
dereceden az ve güneşin batışı anında ayın ufuktan yüksekliğinin açısal
değeri 5 dereceden az olmamalıdır. Bu iki hususun gerçekleşebilmesi
için de ayın güneşten 25 dakika kadar geç batması şarttır. Ancak bu
şartlarda hilal gözlemlenebilmektedir. Bu değerlere ulaşabilmek için de
kavuşumdan sonra 10-17 saat süren bir zaman diliminin geçmesi
gerekmektedir.16
İsmail Köksal, “Rü’yet-i Hilal Meselesi”, Fırat Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
Yıl:13, sayı: 1, s. 6-7, Elazığ 2008.
16 Yücel, a.g.m., s. 8.
15
49
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı İslâm ülkelerinin iştirakiyle 1978
tarihinde yapılan Kamerî Aybaşlarını Tespit Konferansında benimsenen
karar doğrultusunda bu esasa göre hareket etmektedir.17
Uygulanan Metotların Değerlendirilmesi
Bize göre kavuşumu esas almak da, hesaba dayalı rü’yet-i esas almak da
İslâm hukukunun temel ilkelerine bir aykırılık taşımamaktadır.
Yukarıda bahsi geçen her iki metot da ayet ve hadisleri anlama çabasının
bir sonucudur. Görüşlerden birisini hararetle savunup diğer görüşü ilmî
temelden yoksun gösterenleri haklı çıkaracak bir delil yoktur. Bilindiği
üzere fıkıh usulünde kıyas, fehm(anlama) ve maslahat olmak üzere üç
çeşit ictihad kabul edilmektedir. Buradaki görüş ayrılığı fehm ictihadına
dayanmaktadır.
O halde burada fıkıh usulü esaslarına uygun olarak ortaya konulmuş iki
ictihadla karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek gerekir. Her ictihad
Allah katında makbul kabul edilmekte, müctehid isabet etmiş ise iki ecir,
hata etmişse bir ecir kazanmaktadır.18 İctihadın ictihadı nakzetmeyeceği,
bilinen bir kuraldır.19 Buna göre Müslümanlar farklı zamanda oruca
başlasa da veya bayramı kutlasa da her biri bir ictihada dayandığı için
yapılan ibadetlerin fıkhî açıdan meşrû olduğuna hükmetmek gerekir.
Kamerî Ayların Tespitinde Müslümanlar Arasında İttifakın
Sağlanabilmesi İçin Çözüm Önerileri
İslâm dini Müslümanların bir ve beraber olmalarını emretmekte,
parçalanıp ayrılığa düşmemeleri hususunda uyarmaktadır.20 Oruç ve
hac ibadetinin zamanının tespitinde Müslümanlar arasında yaşanılan
ihtilafın kaldırılabilmesi için ilim ehline fikir üretme, yöneticilere de
ortaya konulan görüşlerden birisi üzerinde uzlaşıp onu uygulama
sorumluluğu düşmektedir. Aksi durumda âlimler ve amirler
Rahman’ın(c.c.) huzuruna bu vebal ile çıkacaklardır.
Kamerî ayların tespitinde dünyadaki tüm Müslümanların ortak hareket
etmelerini sağlamak için iki yol olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan
birincisi olması gereken yani ideal olan yöntem, diğeri ise mevcut
şartlarda hemen devreye konulabilecek dolayısıyla kısa vadede sonuç
alınabilecek bir yöntemdir.
Konferansa katılan ülkeler ve alınan kararlar için bkz. Karaman, İslâm’ın Işığında
Günün Meseleleri, I, 129 vd.
18 Buhârî, İ’tisam, 21; Nesâî, Âdâbu’l-kudât, 5381.
19 Mecelle Madde 16.
20 Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/103; Enbiyâ Sûresi, 21/93.
17
50
1- İdeal Olan Çözüm Önerisi
İslâm ülkelerinin tamamının onayı ile İslâm Konferansı Örgütü21 çatısı
altında yaptırım gücü olan ve denetleme mekanizmasına sahip bir
kurul oluşturulmalıdır. Bu kurulun görevi, rü’yet-i hilal meselesine dair
ortaya konulan ictihadlardan birisinin uygulanmasına karar vermek ve
alınan kararın İslâm ülkelerinin tamamı tarafından uygulandığını
denetlemek ve aykırı hareket edenlere yaptırım kararı almak olmalıdır.
Burada en önemli ve vazgeçilemeyecek unsur, kurulun yaptırım kararı
alabilme vasfıdır. Bu olmadıkça alınan kararların uygulanmasında
problemlerin yaşanması kaçınılmazdır. Nitekim Türkiye’nin
öncülüğünde 1978 yılında İslâm devletlerinin katılımı ile
gerçekleştirilen konferansta alınan kararlar oybirliği ile alınmışken, bir
kısım devletlerin bu karardan farklı uygulama yapması ile bu
meseledeki ihtilaf günümüze kadar süre gelmiştir.
Bahsedilen vasıflara sahip bir kurul oluşturulursa sadece hilalin tespiti
konusundaki problem çözülmekle kalmaz, diğer sahalarda da İslâm
ülkeleri arasında etkili işbirliği imkânının sağlanabilmesine zemin
hazırlanmış olur. Dünyada zulüm ve haksızlık yapan devletlere ve
örgütlere karşı Müslümanları temsil eden güçlü, etkili ve caydırıcı
nitelikte bir karar alma mekanizması işlemeye başlar.
2- Kısa Vadede Uygulanabilecek Çözüm Önerisi
Uluslararası ilişkilerde karar alma sürecini etkileyen birçok faktörün
olduğu inkâr edilemez. İdeal olanı uygulama imkânı henüz yoksa
alternatif yollar aramak gerekir. Kamerî ayların tespiti Ramazan ayı için
önemli olduğu kadar hac ibadetinin yapılabilmesi için de büyük önem
taşımaktadır. Malum olduğu üzere Arafat’ta, arefe günü vakfe yapmak
haccın rükünlerindendir.22 Hac ibadetinin yapıldığı mekânlar Suudî
Arabistan sınırları içindedir. Bu sebeple dünyanın dört bir tarafından
gelen Müslümanlar, hac ibadetini Suudî Arabistan yönetiminin
belirlediği zaman dilimine göre eda etmektedir. Kamerî ayların
tespitinde -kısa vadede bir çözüm önerisi olarak- tüm Müslümanların
ortak hareket etmesini sağlamak için yapılması gereken Suudî Arabistan
Krallığının benimsediği ictihad olan ictima (kavuşum) anını23 esas alarak
takvimleri hazırlamaktır.
Bu kuruluşun günümüzdeki adı: İslâm İşbirliği Teşkilatı
Serahsî, el-Mebsût, IV, 55; Şâfiî, el-Üm, I, 233.
23Makalenin yayınından günümüze kadarki (2024) süreç takip edildiğinde Suudî yönetiminin
yıllar içinde farklı kararlar alabildiği gözlenmektedir. Önerinin çözüm niteliği taşıyabilmesi için
Suudî yönetiminin tek bir uygulamada karar kılması gerekmektedir.
21
22
51
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının hesaba dayalı rü’yeti esas
almasının nedeni yukarıda bahsedilen 1978 tarihli konferans
kararlarıdır. Ülkeler arasında ittifakı sağlamak gibi çok önemli bir
hedefle organize edilen bu toplantı, katılımcı bazı ülkelerin alınan
kararların hilafına hareket etmesi ile varlık nedenini bize göre
kaybetmiştir. Bu kararlarda ısrar ederek ortak hareket adına
varabileceğimiz bir nokta yoktur. Konferans kararlarını tatbik
hususundaki mevcut yaklaşım devam ettirilirse ülkeler arasında farklı
uygulamalar hep sürüp gidecektir.
Bu önerimiz karşısında “Diyanet İşleri Başkanlığının İslâm’ın temel
ilkelerine aykırı olduğu için kavuşum anının esas alması mümkün olmaz”
şeklinde bir görüş ortaya konulmasının doğru olmayacağını
düşünüyoruz. Aksi durumda izahı mümkün olmayan bir çelişki söz
konusu olacaktır. Suudî Arabistan’ın hilal tespit metodunun İslâm’ın
temel ilkelerine aykırı kabul edilmesi durumunda, Diyanetin Türkiye’de
resmi olarak Kurban Bayramı Arefesi Salı günüdür diye ilan edip,
Diyanet nezaretindeki Türk hacıların Arafat’ta Pazartesi günü vakfe
yapmalarını makul bir şekilde açıklamak mümkün olmayacaktır.
Bir ülkenin aldığı bir karar İslâm hukuku ile bağdaşmıyorsa “O devletin
sınırları içinde olduğumuz için ona tâbi olmalıyız” yaklaşımını da
sergileyemeyiz. Nitekim farzımuhal bir İslâm ülkesi Cuma namazını
Perşembe günü kıldırma kararı alsa bu karara, o devletin sınırları içinde
bile olsak uymamız mümkün değildir. Buradan hareketle diyebiliriz ki
Diyanet İşleri Başkanlığının hac ibadeti esnasında kavuşum anını esas
alan takvime göre hareket etmesi bunu meşru gördüğünün açık
göstergesidir.
Özetle beyan etmek gerekirse Diyanet İşleri Başkanlığı hac ibadetinde
meşruiyetini kabul edip uyguladığı kamerî ayları tespit yöntemlerinden
olan ay başlangıcı olarak kavuşum anını esas almayı, Ramazan ayı için
de uygulamaya başladığında Müslümanların ortak bayram yaşamaları
mümkün olabilecektir.
Ülke Sınırları İçinde Müslümanların Ortak Hareket Etmesi
Dünyadaki tüm Müslümanların kamerî ayların tespiti hususunda ittifak
etmelerini sağlamak bir hedef olmalı ve bunu sağlamaya yönelik sürekli
bir gayret sarf edilmelidir. Ancak “Bu hedefe ulaşılamadığı zamanlarda
fert olarak bir Müslüman nasıl hareket etmelidir?” sorusunun cevabı da
oldukça önemlidir.
52
Türkiye’de bazı dinî grupların Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri
Başkanlığının aldığı kararlara güvenilemeyeceği, Suudîlerin bu konuda
daha hassas davrandığı gibi gerekçelerle Türkiye’de ilan edilen
takvimden farklı zamanlarda oruca başladıkları görülmektedir. Bize
göre bu davranışın altında cahillik, umuma muhalefet ederek kendini ve
cemaatini ortaya koyma, daha dindar olduğu imajını yansıtma gibi
sâikler de etkili olmaktadır. Tüm bu davranışlar gerçekte cehaletin dışa
vurmasından başka bir şey değildir.
Kamerî ayların tespitinde rü’yete dayanan hesaplamayı veya kavuşum
anını esas almak, ideolojik bir yaklaşımın neticeleri değil, ilmî
gerekçeleri olan görüş ayrılıklarından ibarettir. Bir Müslümana düşen
görev yaşadığı ülkede bu meseleye dair hangi ictihad benimsenmiş ise
ona göre hareket etmesidir. Grup ve cemaat menfaatleri öne çıkarılıp
çevresinde bulunan mü’minlerden farklı zaman diliminde bayram
yapmak bir vebal ve sorumluluk getirecektir. Dünya ölçeğinde
birliktelik sağlanamıyorsa en azından ülke bazında birliktelik
sağlanmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.) “Oruc(un başlangıcı hep birlikte) oruca
başladığınız gündür. Ramazan bayramınız orucunuzu (hep birlikte) açtığınız
gündür. Kurban bayramı da (hep birlikte)kurban kestiğiniz gündür.”24
buyurmuştur. Bu hadis-i şerif Tirmizî’nin de rivayetin akabinde beyan
ettiği üzere oruca başlama ve bayramlaşmanın topluca yapılması
gerektiğine işaret etmektedir. Oruç ve hac ibadeti ile dinî bayramların
fert ve toplum üzerinde etkili izler bırakması ve bu dinî hükümlerin
amacına ulaşılabilmesi için hep birlikte ve aynı zaman dilimi içinde
yerine getirme zorunluluğu vardır.
Sonuç
Birlik ve beraberliğin sembolü olan bayramların gerçek manada bu
etkiyi sağlaması için herkese görev düşmektedir. Her bir İslâm ülkesine
düşen görev, her alanda etkin bir işbirliği sağlayacak, yaptırım gücü
olan bir kurulun oluşması için çalışmaktır. Bu hedef gerçekleştirilinceye
kadar geçecek olan süreçte ittifakın sağlanabilmesi için İslâm
devletlerinden rü’yete dayalı hesabı veya kavuşum anını esas alan
ictihadlardan birisini tercih etmeleri istenilmeli, bu tercihte ittifak
sağlanabilirse buna göre hareket edilmelidir. İttifak sağlanamaması
durumunda ise Arafat bölgesi kendi sınırlarına dâhil olduğu için Suudî
yetkililerin tercih ettiği ictihad tüm diğer ülkeler tarafından
benimsenerek takvimler buna uygun hazırlanılmalıdır. Birlikteliği
24
Tirmizî, Savm, 11 (697).
53
sağlamak için bu adımlar atılırken hedefe ulaşmak için geçen süreç
içinde her bir Müslüman ferde düşen görev ise bulunduğu ülkede
uygulanan takvimi esas alarak ibadetlerini eda etmesidir.
Bibliyografya
Ali Haydar Efendi (v.1936), Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I-IV,
Osmanlı Yayınevi, İstanbul, t.y.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil (v.256/870), Sahîhu’l-Buhârî (thk.
Mustafa Dib el-Buğâ), I-VI, Daru İbn Kesir, Beyrut 1993.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (v.275/888), Sünen-i Ebû Dâvûd, I-IV,
Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut.
Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, M.Ü.İ.F. Yayınları,
İstanbul 1990.
Köksal, İsmail, “Rü’yet-i Hilal Meselesi”, Fırat Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, Yıl:13, sayı: 1, Elazığ 2008.
Karaman, Hayreddin, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, I-III, Nesil Yayınları,
İstanbul 1993.
Mâlik b. Enes (v. 179/795), el-Muvatta’ , I-VIII, 2004.
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî en-Nisâburî (v. 261/875),
Sahîhu Müslim, I-IV, Beyrut.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/915), Sünen’ün-Nesâî (thk.
Abdülfettah Ebû Gudde), I-VIII, Haleb 1986.
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl (v. 483), el-Mebsût, I-XXX,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1989.
Şâfiî, Ebû Abdullah Muhammed b. İdris (v. 204), el-Üm, Dârü’l-Fikr, Beyrut
1990.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre (v. 279/892), Sünenü’t-Tirmizî, I-V,
Beyrut.
Yücel, İrfan, “Hilal”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XVIII, İstanbul 1998.
54
İKİNCİ BÖLÜM
AKİTLER
55
56
KARZ AKDİNİN MAHİYETİ VE FAİZLİ İŞLEMLERİ
ÖNLEME FONKSİYONU
A- Karz Akdinin Tanımı ve Meşruiyeti
Karz akdi, bir kimsenin fazlalık beklemeden nakit para veya tüketilmek
suretiyle istifade edilen mislî bir malı, bilâhare mislini almak üzere bir
şahsa vermesidir.1 Bu şekilde ödünç verene mukriz, ödünç alana da
müstakriz denilir.2 Karz akdinin rüknü, îcab ve kabuldür.3
Fıkıh kitaplarında karz teriminin yerine selef ve deyn terimlerinin de
kullanıldığı görülmekle4 birlikte daha yerinde kullanım olarak karz,
selefin bir türünü,5 deyn kavramı ise kişinin zimmetinde sabit olan
borçların genel ismini ifade eder.
Türkçe’deki ödünç kelimesi, karzın yanı sıra âriyet akdini de içine alan
bir genişlikte kullanılmakla birlikte karz tüketim ödüncü, âriyet
kullanım ödüncüdür.6 Çalışmamızda ödünç kelimesi ile tüketim ödüncü
(karz akdi) kastedilmektedir.
Herhangi bir fazlalık beklemeksizin ödünç vermek ayet-i kerimelerde
teşvik edilmekte ve bu erdemli davranışı gösterenlerin mükâfatlarının
kat kat fazla olacağı beyan edilmektedir. Kur'an-ı Kerim’de altı ayette
geçen “karz” kelimesi hep "hasen" sıfatı ile "karz-ı hasen" şeklinde beyan
edilerek,7 ödünç verenlerin kazanacağı sevaba işaret edilmiştir.
Hz.Peygamber’in (s.a.v), ödünç alanın ve ödünç verenin haklarını
korumaya yönelik beyanları ve sahabenin ödünç alıp vermesine izin
vermesi de karz akdinin meşruiyetinin delillerindendir.8
Bu makale daha önce Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde (12 (1), s. 125145, 2012) yayınlanmıştır.
1 Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir b. Mes’ud, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, XVII, 423; İbn
Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, XX, 77; Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu'l-islâmiyyü ve edilletühu, V, 437.
Karzın tanımında mezhepler arasında görülen farklılıklar için bkz. Cezîrî,
Abdurrahman, el-Fıkhu alâ mezâhibi'l-erbaa, Kahire, t.y., II, 225.
2 Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1970, VI,
13.
3 Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 81; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 383. Ebû Yûsuf'tan nakledilen bir
görüşe göre karz akdinin rüknü îcaptan ibarettir. Bkz. Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII,
415.
4 Bkz. Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 81.
5 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 382.
6 Apaydın, Yunus, “Karz”, DİA, XXIV, 521.
7 Bkz. Bakara Sûresi, 2/245; Mâide Sûresi, 5/12; Hadîd Sûresi, 57/11, 18; Tegâbun Sûresi,
64/17; Müzzemmil Sûresi, 73/20.
8 Bkz. Buhârî, İstikraz, 2; 2257; Nesâî, Büyû, 99 (7, 135); Ebû Dâvud, Akdiye, 29, 3628; İbn
Mâce, Sadaka, 16, 2423.
57
B- Karz Akdinin Hükümleri
İki tarafın karşılıklı ve birbirine uygun şekilde rızalarına dayalı olarak
kurulan karz akdi, aynî akitlerden olup akdin mevzûu olan malın teslimi
ile ancak tamam olmaktadır. Karz akdinde, mal teslim alanın (kâbız)
tazmin mesûliyetine intikal etmiş olur. Dolayısıyla malı teslim alan
tarafın elinde hâsıl olacak zarardan, teslim alan taraf sorumlu olur. Karz
akdinin bir diğer vasfı da başta teberrû, sonunda ivazlı akitler grubuna
dâhil olmasıdır. Mukriz, müstakrizin muhtaç olduğu malı ona vermekle
teberrû edici durumda olur. Ancak mukriz, verdiğinin karşılığını
isteyince ivazlı akit hükümleri tatbik edilir.9
Fıkıh ilminde, karz akdinin taraflarının hakları, sorumlulukları ve bu
kişilerin dikkat etmeleri gereken ilke ve kurallar ayrıntılı bir şekilde
ortaya konulmuştur. Bu sayede, hukukun temel işlevlerinden olan niza
ve anlaşmazlıkların daha doğmadan engellenmesi ve her hakkın hak
sahibine teslim edilmesi mümkün olmaktadır.
1- Borç Alanın (Müstakrizin) Sorumlukları ve İhlal Etmemesi
Gereken Hususlar
Borç alanın niyeti, tam ve kusursuz olarak borcunu ödemek olmalıdır.
Aldığı malı telef etme niyetiyle borçlanmak büyük bir vebaldir ve bu
kişiler Allah'ın yardım ve inayetinden mahrumdur.10
Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimselerin ödeme
yapmaması veya ödemeyi geciktirmesi zulümdür.11 Şahsiyet ve haysiyet
yoksunu görülen bu kişiler, yaptıkları zulüm ve haksızlığa karşılık
olarak cezaya müstahaktır.12
Kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde
ölmesi, iyi bir hal olarak görülmemiştir.13 Çünkü bu durum, toplumda
hak ihlallerine sebep olacaktır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) -devletin maddî
imkânlarının fetihler sonucu arttığı döneme kadar- borçlu olarak
ölenlerin cenaze namazını kılmamasının14 da esas gayesinin alacaklıların
haklarını koruma olduğunu söyleyebiliriz.
Borç müstakrizin zimmetinde aynî değil mislî bir borç olarak sabit olur.
Akitten sonra fakat teslimden önce malın helak olması durumunda
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1991, II, 55-58.
Bkz. Buharî, İstikraz, 2, 2257; İbn Mâce, Sadaka, 11, 2410.
11 Buhârî, İstikraz, 12, 2270; Müslim, Müsâkât, 33, 1564; Ebû Dâvûd, Büyû, 10, 3345.
12 Bkz. Ebû Dâvûd, Akdiye, 29, 3628; İbn Mâce, Sadaka, 18, 2427.
13 Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû, 9, 3342; İbn Mâce, Sadaka, 12, 2413.
14 Müslim, Ferâiz, 14, 1619; Nesâî, Cenâiz, 67, (4, 65, 66); Tirmizî, Cenâiz, 69, 1069, 1070.
9
10
58
müstakrizin tazmin sorumluluğu yoktur.15 Çünkü karz akdinin
tamamlanabilmesi teslimin gerçekleşmesine bağlıdır. Teslimden sonra
ise karz akdi tazmin sorumluluğu yükleyen akitler grubunda yer aldığı
için tazmin mükellefiyeti söz konusu olacaktır.16
2- Borç Verenin (Mukriz) Hakları, Sorumlulukları ve İhlal Etmemesi
Gereken Hususlar
Borç verme, teberrû niteliğinde17 olduğu için mukrizin hibe ve bağış
yapabilme salahiyetinde olması yani tam eda ehliyetine sahip olması
gerekir.18 Mümeyyiz olsun olmasın çocuğun karz akdi geçerli değildir.19
Ödüncün talep edilmesi mukrizin hakkıdır. Borcunu almaya gelen ve bu
isteğini kaba bir şekilde ifade eden bedevî hakkında Resûlullah (s.a.v)
sahabelere hitaben "Bırakın onu. (borcunu almaya gelen bu) hak sahibinin
konuşma hakkı vardır." buyurmuştur.20
Mukriz, alacaklı olduğu eşya ve paranın ödenmesi hususunda, zengin
bir kişiye havale olunursa bu teklifi kabul etmesi gerekir.21 Bu sayede
hem sıkıntı içinde olan borçluya yardım edilmiş, hem de borcun
ödenmesi gerçekleşmiş olacaktır.
Ödünç veren kişinin borçluya kolaylık göstermesi erdemli bir
davranıştır. Resûlullah (s.a.v) örnek alınması için bu hususta şöyle
buyurmuştur: "Sizden önce, insanlara borç veren bir tüccar vardı.
Borçlularından zorluk içinde olanları görünce hizmetçilerine "Onun
borcundan vazgeçin. Umarız ki Allah da bizim günahlarımızdan vazgeçer"
derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti (bağışladı)."22
Kendisinden ödünç istenilen kişi, ödünç isteyenin gayesini ve
durumunu dikkate almalıdır. İhtiyacını karşılayamazsa büyük zarara
uğrayacak kişiye ödünç vermek vacip, alacağı parayı şüpheli ve haram
yollarda harcayacağından endişe edilene ödünç vermek mekruh, verilen
Muhammed Kadri Paşa, Mürşidu'l-hayran ilâ ma'rifeti ahvâli'l-insan, Amman 1987,
s.191.
16 Apaydın, “Karz”, DİA, XXIV, 521.
17 Fakihlerin karz akdini teberrû mahiyetinde temellendirmesi hakkında bkz. Durmuş,
Abdullah, "Fıkıhta Karz Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı Meselesi", İslâm
Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 16, 2010, s. 318.
18 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 416; Nevevî, el-Minhâc, s. 161.
19 el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 206; Harufe, Alaeddin, Akdü'l-karz fi'ş-şeriati'l-İslâmiyye ve'lkanuni'l-vaz'i, Beyrut 1982, s. 112.
20 Buhârî, İstikraz, 4, 6; Müslim, Müsâkât, 118-122; Tirmizî, Büyû, 75, 1316.
21 Buhârî, Havâlât, 1, 2; Müslim, Müsâkât, 33, 1564; Ebû Dâvûd, Büyû, 10, 3345.
22 Buhârî, Büyû, 16; Müslim, Müsâkât, 19, 1557.
15
59
ödüncün harama götüreceğinin bilinmesi durumunda ise ödünç vermek
haram olacaktır.23
Karzın kullanılma yerine göre farklı hükümler taşıması ve özellikle de
hayatını idame ettirebilmek için ödünç talep edene yardım edilmesinin
vacip olması İslâm devletine bu vazifeyi ifâ edecek kurumlar oluşturma
görevi vermektedir. Zorda kalanlara yardım gayesine yönelik
oluşturulan bu kurumsal yapı ödünç talep edenleri araştırmalı ve
ihtiyaca dayalı bir tüketim kredisi ya da asgarî geçimini sağlayabilecek
ölçüde ürün yetiştirebilmek için talep edilen zirâî ve üretim kredisi
taleplerini karşılamakla mükellef olmalıdır. Faizsiz olarak verilen bu
kredilerin suiistimal edilmeden zamanında geri ödenmesi hususunda
gerekli tedbirler de alınarak bu teşkilatın sürekliliği sağlanmalıdır.
Zorunlu bir ihtiyaca mebnî olmayıp işletmenin kârını artırma veya
fabrikayı büyütme gibi gayelerle nakit para temini isteniliyorsa -karz-ı
hasenle bunu sağlamak pek mümkün olamayacağı için- başvurulması
gereken yöntem kâr ve zarara dayalı ortaklıklar kurmaktır.
3-Borç Olarak Verilecek Malda Bulunması Gereken Nitelikler
Karz akdi, akde konu olan malın teslimi ile tamam olan aynî akitlerden24
olması sebebiyle akdin gerçekleşebilmesi için malın teslimi mümkün
olmalıdır. Kabz olmadan akit hukukî sonuçlarını doğurmaz ve taraflar
için bağlayıcılık taşımaz.25
Hanefî mezhebine göre karz akdinin konusu, tüketildiği zaman
benzerinin teslimi mümkün olan, mislî bir mal ya da altın, gümüş veya
para olmalıdır. Mislî mal, ölçü ile, tartı ile ya da sayı ile satılan mallardır.
Bu nitelikleri taşımayan kıyemî mallar ödünç verilemez.26
Kıyemiyyattan olan bir şeyin istikraz muamelesi fasittir ve o malın,
sahibine geri verilmesi gerekir.27 Ödünç verilen mal kıyemî ise karz değil
âriyet akdi hükümleri geçerli olur. Karz ve âriyet akdi, tazmin
sorumluluğu ve teberrû niteliği bakımından farklı hükümlere sahiptir.
Gamrâvî, es-Sirâcü'l-vehhâc alâ metni'l-Minhâc, s. 161; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve
Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, 101.
24 Aynî akitler; bağışlama, âriyet, vedîa, rehin ve karz akitleridir. Bkz. Karaman,
Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 55.
25 Zuhaylî, el-Fıkhu'l-islâmiyyü ve edilletühu, IV, 581.
26 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 418.
27 el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 201; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI,
95.
23
60
Selem28 akdine konu olan mal (müslemün fîh); ölçü, tartı ve sayı ile
belirlenebilen, zimmette borç olarak sabit olabilen, standart ve emsali
arasındaki farkı asgariye indirecek ölçüde tavsifi ve tayini mümkün olan
mislî bir maldır.29 Müslemün fîhte ifası gereken edim, borçlanılan cinsin
muayyen bir ferdi olmayıp o cinsin sözleşme sırasında kararlaştırılan
özelliklerine sahip herhangi bir ferdidir.30 Müslemün fihte bulunan bu
vasıflar sebebiyle Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre selem
akdine konu olan mallar karz akdine de konu olabilir. Kendisiyle selem
akdi caiz olmayan madenlerin, mücevherlerin ve nadirattan olan
malların karz olarak verilmesi caiz değildir.31
4- Karz Akdinde Vadenin Bağlayıcılığı
Hanefîler akit esnasında şart koşulsun veya koşulmasın karz akdinde
vadenin bağlayıcı olmadığını savunmaktadır.32 Buna göre ödünç veren
kişi istediği zaman ödüncü geri isteyebilir.33 Bu görüşe göre karz akdi ile
doğan geri ödeme borcu, daha doğarken muaccel olarak doğar.34 Bu
yaklaşıma delil olarak karz akdinin teberrû niteliği taşıması ve karz
akdinin vadenin bağlayıcı olmadığı âriyet akdine benzemesi
gösterilmektedir.35 Şâfiî, Evzâî, İbnü’l-Münzir ve Ahmed b. Hanbel’e
göre de belirlenen sürenin hukukî bağlayıcılığı yoktur.36 Malikî
mezhebinde ise, va’d bağlayıcı kabul edildiği için, karzda ileri sürülen
vadenin de bağlayıcı olacağı kabul edilmiştir.37
Karz
akdinde
vadenin
bağlayıcı
olmadığını
savunanların
yaklaşımlarının temelinde, edimlerden birinin veya her ikisinin vadeye
bağlanması durumunda, aralarında var olması gereken eşitliğin
28
Selem, akit esnasında mevcut olmayan bir malı peşin bedel ile belli bir zaman sonra
müşteriye teslim etmek şartıyla satmaktır. Bkz. İbn Kudâme, el-Kâfî, II, 62; Şîrâzî, elMühezzeb, II, 71; Zuhaylî, el-Fıkhu'l-islâmiyyü ve edilletühu, V, 269.
29 Bardakoğlu, Ali, “Selem”, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul
1997, IV, 104-105.
30 Aybakan, Bilal, “Selem”, DİA, İstanbul 2009, XXXVI, 404.
31 Huraşî, Muhammed b. Abdullah, Şerhu Muhtasarı Halil, V, 229; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,
81; İbn-i Kudâme, el-Muğnî, IV, 385.
32 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 424.
33Bu hüküm, borçlunun ödeme imkânının bulunması durumunda uygulanabilecektir.
İslâm hukukunda zorda olan borçlulara mühlet tanınması genel ilke olmasından
dolayı hâkim, borçlunun ödeme imkânının bulunmadığını tespit ederse ödemeyi tehir
eder. Bkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 402.
34 Yaran, Rahmi, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, İstanbul 1997, s. 102.
35 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 424.
36 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 389; Gamrâvî, es-Sirâcü'l-vehhâc alâ metni'l-Minhâc, s. 162.
37 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 389. Karz akdinde vade şartının bağlayıcılığı meselesi
hakkında bkz. Durmuş, "Fıkıhta Karz Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı
Meselesi", İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:16, 2010, s. 315-330.
61
kaybolması dolayısıyla da ribaya kapı açılması endişesi yatmaktadır.
Şöyle ki, karz konusu şey genellikle ribevî bir maldır. Ribevî malın kendi
cinsiyle mübadele edilmesi durumunda mutlaka peşin olarak ifa
edilmesi gerekir. Araya vade girince nesîe ribası oluşur. Karz akdinde
vade bağlayıcı sayılmayarak riba endişesi teorik olarak önlenmiş kabul
edilmektedir.38
Bu yaklaşıma şu şekilde cevap vermek mümkündür. Karz, mukrizin
müstakrize yardımından ibarettir. Bu işlemde mübadele gayesi yoktur.
Bundan dolayı belli bir süreye kadar ödünç vermek nesîe ribası
kapsamına girmeyecektir. Karzı mübadele kabul edenlerin, müddet
bağlayıcı olmasa bile mislî malın peşin takasının gerçekleşmediğinden
yani ödemenin sonradan yapılıyor olmasından hareketle bütün karz
akitlerinde nesîe ribasının tahakkuk ettiğine hükmetmeleri gerekir.39
Böyle bir hüküm verilemeyeceğine göre ve karz akdinin sebep ve
gayesinin malın veya paranın mübadelesi olmadığına göre faize düşme
endişesi sebebiyle karz akdinde süreyi bağlayıcı kabul etmeme
kanaatimizce tutarlı görünmemektedir.
Karz akdinin teberrû nitelikli olmasından yola çıkarak vadenin bağlayıcı
olmayacağını savunmak da bize göre mümkün değildir. Çünkü
taraflardan birinin diğerine yardımı ve bağışı mahiyetinde olan teberrû
akitleri bağlayıcı değildir şeklinde bir genel hüküm verilemez. Nitekim
hibe ve sadaka teberrû nitelikli olmakla birlikte, Hz. Peygamber
tarafından hibeden rücû nehyedilmiştir.40 Ayrıca karz akdi, bağışlanma
ve âriyet gibi teberrû akitleri sınıfına girmemekte, başta teberrû sonunda
ise ıvazlı olan akitler kapsamında değerlendirilmektedir.41 Bu nitelik
farkından dolayı, karz akdinde vadenin bağlayıcılığı olmadığına delil
olmak üzere karz akdini başlangıcı ve sonucu itibariyle teberrû nitelik
taşıyan akitlere kıyas etmek isabetli olmayacaktır.
Hanefîler'in karz akdini başlangıcı itibariyle âriyet akdine benzetme42
yaklaşımı da kanaatimizce yerinde değildir. Karz akdi ile âriyet akdi
Aybakan, Bilal, İslâm Hukukunda Borçların İfası, İstanbul 1998, s. 152.
Çeker, Orhan, "Mecelle'de Ele Alınmayan Üç Konu: Faiz, Sarf ve Karz", Selçuk
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Konya 1994, sayı: 5, s. 114.
40 Ebû Dâvûd, İcâre, 47, 3540. Hibeden rücû konusu fıkıh mezhepleri arasında ihtilaf
vardır. Hanefî mezhebine göre bağışlayanın hibesinden rücû edebilmesi asıldır. Ancak
rücûa engel varsa o zaman rücû edemez. Kabz sonrasında kendi başına hibeden rücû
edemez, ancak bağışlananın rızası veya hâkim hükmü ile hibeden rücû olabilir. Mâlikî,
Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirî mezhepleri ise hibenin bağışlayan açısından bağlayıcılık
kazandığı, anne-babanın çocuğa hibesi hariç hibede bulunanın hibesinden
dönemeyeceği görüşündedirler. Bkz. Bardakoğlu, Ali, "Hibe", DİA, XVII, 425.
41 Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 57.
42 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 424.
38
39
62
arasında önemli farklar vardır. Âriyet akdinde menfaatin temliki söz
konusu olup malın aynı tüketilmemektedir.43 Oysaki karz akdi ödünç
alanın zimmetinde aynî değil mislî bir borç olarak sabit olmakta ve
eşyanın aynı tüketilerek istifade edilmektedir. Tazmin bakımından da
karz ve âriyet arasında fark vardır. Âriyet akdi, kasıt ve kusur
bulunmadıkça ortaya çıkan zarardan malı elinde bulunduran tarafa
mesuliyet getirmeyen emanet akitleri grubunda yer alırken; karz akdi,
malı teslim alanın elinde ortaya çıkan hasardan teslim alanın mesul
olduğu tazmin akitleri grubunda yer alır.44
Hükümlerin teşrîinin ana gayeleri çerçevesinde baktığımızda da karz
akdinde belirlenen sürenin bağlayıcı kabul edilmesinin daha isabetli
olacağı görülmektedir. Alınan ödünç için tayin edilen sürenin bağlayıcı
kabul edilmesi karz-ı hasen akdinin faydasını artıracak, karz akdi ile
güdülen gayeye ulaşılabilecek ve onu bireysel ihtiyaçlar yanında ticarî
olarak da kullanılabilir bir yöntem haline gelmesini sağlayacaktır.45
5- Karz-Menfaat İlişkisi
Karz-ı hasen olarak isimlendirilen ödünç verme işlemi maddî kazanç
değil, manevî mükâfat elde etme gayesi ile gerçekleştirilmelidir. Ödünç
veren, herhangi bir dünyevî karşılık ve maddî fazlalık beklememelidir.46
Akit esnasında ödünç verme karşılığında şart koşulan fazlalık, faize
benzemektedir. Bundan kaçınmak gerekmektedir. Fakihler, menfaat
karşılığında ödünç vermenin haram olduğunda hem fikirdir.47 Ancak
başlangıçta şart koşulmaksızın, ödünç alanın borcunu aldığından daha
iyisi ile ödemesi faiz kapsamına girmeyeceği48 gibi Hz. Peygamber'in
ödünç aldığı deveye karşılık daha değerli bir deve ile ödeme yapması
Meydânî, Abdülgânî, el-Lübâb fi şerhi'l-Kitab, II, 203.
Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 57-58.
45 Durmuş, "Fıkıhta Karz Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı Meselesi", İslâm
Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:16, 2010, s. 318.
46 Şener, Mehmet, "İslâm Hukukunda Karz-ı Hasen" Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, VI, İzmir 1989, s. 400.
47 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 390; Huraşî, Şerhu Muhtasarı Halil, V, 230; Gamrâvî, esSirâcü'l-vehhâc alâ metni'l-Minhâc, s. 161. Bir kişinin malının yolda karşılaşabileceği
muhtemel tehlikeleri bertaraf etmek amacıyla, alacağını bir başka şehirde kabul etme
şartıyla borç vermesini (süftece uygulaması) bir kısım fukaha menfaat içerdiği için
mekruh görmüştür. Bkz. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, VI, 355; Beki, Abdülaziz, İslâm
Hukuku ve Türk Mevzû Hukukunda Kıymetli Evrak, (Yayınlanmamış Doktora Tezi),
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1995, s. 281-302.
48 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XVII, 423.
43
44
63
tatbikatına49 ve "Şüphesiz sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde
ödeyenlerinizdir" kavline50 istinaden menduptur.
Resûlullah'ın (s.a.v) "Biriniz borç verir de sonra ödünç alan şahıs alacaklısına
bir hediye verdiğinde veya onu bineğine bindirmek istediğinde –aralarında
hediyeleşmek âdeti olanlar dışında- sakın o bineğe binmesin ve hediyeyi de kabul
etmesin."51 ikazının başlıca sebebi ödünç verme adı altında faizli
işlemlerin yapılmasını önlemektir.
Fıkıh mezhepleri, borçlunun alacaklısına vereceği hediyenin caiz
olabilmesi için faiz şüphesi taşımaması gerektiğini ifade etmektedirler.52
Böyle bir şüphenin oluşmaması için karz akdi yapılırken menfaat
beklentisinin açıktan ve zımnen ortada olmaması gerekir. Bir bölgede,
açıktan söylenmemekle birlikte, borçlunun alacaklısına hediye vermesi
veya bir şekilde menfaat sağlaması örf halini almışsa bu durumda zımnî
bir beyan/kabul vardır. Ödünç veren ile alan arasındaki hediyeleşme
ancak kişiler arasındaki borç münasebeti ile doğrudan veya dolaylı bir
bağlantısı olmadığında meşrû olacaktır.
İnsanların ödünç alma görüntüsü altında faizli muamelelere zaman
zaman başvurdukları görülmektedir.53 Buna göre bir kişi 100 lira ödünç
almakta, ancak sözlü veya zimnî bir anlaşmayla yaptığı bu karz akdine
mukabil, ödünç verenden 20 lira değerindeki bir malı 50 liraya satın
almaktadır.54 Zahirde karz ve bey' akdi olmak üzere iki akit var görünse
de böyle bir işlemin esas gayesi 100 lira verip 130 lira geri almaktır.
Ödünç alanı, piyasa değeri 20 lira olan o malı 50 lira vererek satın almaya
götüren durum borç para bulma gayesidir. Bir hukuk kuralını sadece
şeklen ihlal etmek değil, dolambaçlı yollara ve hilelere başvurarak ihlal
etmek de ceza ve vebali gerektirecektir.
Haram bir muameleyi, hileli yollarla meşrulaştırma çabalarının yanlış
olduğuna delil olmak üzere Hz. Peygamber'in (s.a.v) birçok hadisini
zikredebiliriz. Resûlullah (s.a.v), amellerin niyetlere göre olacağını haber
Resûlullah (s.a.v) bir adamdan ödünç olarak genç bir deve almıştı. Kendisine sadaka
malı bir takım develer geldiğinde Ebû Râfi’a o zatın devesini ödemesini emir
buyurmuştu. Ebû Râfi’nin gelen develerin içinde altı yaşındaki seçkin develerden
başkasını bulamadım demesi üzerine Resûlullah “Borcu o (değerli) deve ile öde.
Çünkü insanların en hayırlısı borcunu en iyi ödeyenlerdir.” buyurmuştur. Bkz.
Buhârî, İstikraz, 6, 2262; Müslim, Müsâkât, 22, 118; Tirmizî, Büyû, 75, 1316.
50 İbn Mâce, Sadaka, 16, 2423.
51 İbn Mâce, Sadaka, 19, 2432.
52 Sahnûn, el-Müdevvene, 9, 212.
53 Alım-satım ya da ödünç görüntüsü altında faize hileli yollardan ulaşma yolu olarak
kullanılan bey' bi'l-vefâ, bey' bi'l-İstiğlâl, beyu'l-ıyne, muamele-i şeriyye ve para
vakıfları hakkında bk. Bayındır, Abdülaziz, Ticaret ve Faiz, İstanbul 1997, s. 218- 248.
54 Bu hususa ilişkin müctehidlerin görüşleri için bkz. el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 203.
49
64
vermiş,55 verilecek zekât miktarı artar korkusuyla toplu malların
ayrılmasına ve ayrı olanların bir araya toplanmasına izin vermemiş,56
hulle yapanı ve yararına hulle yapılanı tel'in etmiş,57 Yahudîlerin
kendilerine haram kılınan iç yağını, eriterek satıp sonra parasını
yemelerini lanetlemiş,58 zekât memurunun hediye almasına -rüşvete
dönüşme ihtimali sebebiyle- izin vermemiştir.59 Bu ve benzeri
uygulamalardan çıkan sonuç; Müslümanların sadece şeklen değil, niyet
olarak da hukukun çizgilerini aşmamalarının gerektiğidir.
C- Faizli İşlemleri Önleme Fonksiyonu Bakımından Karz-ı Hasen
İslam dini, Müslümanların karşılıklı yardımlaşmalarını ve sıkıntılarının
çözümünde dayanışmalarını öğütlemekte, bu ilkeye göre hareket
edenlerin büyük bir mükâfatla ödüllendirileceğini haber vermektedir.
Hayatın inişli çıkışlı mücadelesinde birçok kişi elindeki maddî
imkânının azlığı sebebiyle borçlanma ihtiyacı ile karşılaşmaktadır.
Kapitalist dünya düzeni, ister üretimde kullanmak üzere olsun, isterse
temel bir ihtiyacını karşılamak yani tüketim amaçlı olsun her türlü
borç/ödünç talebinde faizi olmazsa olmaz bir şart olarak sunmaktadır.
Mensuplarına toplumlardaki yanlışları kaldırma görevi yükleyen ve
yeryüzünde insanî ve ahlâkî değerlerin hâkim olmasını isteyen İslâm
dini, ekonomik sahada da alternatif model sunmaktadır. İslâm'da
karşılıksız ödünç verme erdemli bir davranış olarak beyan edilmekte ve
teşvik edilmektedir. Ancak bugün bu müessesenin yeterince işlevsel
çalışmadığını söyleyebiliriz. Karz-ı hasen uygulamasının yaygınlık
kazanmaması toplumda faizli işlemlerin artmasına sebep olmaktadır.
Faizin kaldırılabilmesi için alınması gereken birçok tedbirin yanında
belki en önemlisi karşılıksız ödünç verme önündeki engelleri kaldıran
bir sistem oluşturulmasıdır.
Karz-ı Hasenin Yaygınlaşması İçin Alınması Gereken Tedbirler
İmkânı olduğu halde, ödünç isteyenlere olumlu cevap vermeyen
kişilerin böyle davranmalarının sebepleri araştırıldığında manevî
kazanç bakımından karz-ı hasenin öneminin farkında olmamak, ödünç
verilen paranın zaman içinde değer kaybına uğraması ve alacağını
zamanında teslim alamamaktan endişe etmek başlıca etken olarak
ortaya çıkmaktadır. Bahsi geçen bu durumlar hakkında getirilebilecek
Buhârî, Menâkibi'l-Ensar, 44, 118; Ebû Dâvûd, Talâk, 10, 2201.
Buhârî, Zekât, 35, 53; Ebû Dâvûd, Zekât, 5, 1568.
57 Tirmizî, Nikâh, 26, 1127.
58 Buhârî, Enbiyâ, 52, 127.
59 Buhârî, Hibe ve Fadlihâ, 15, 31; Ebû Dâvûd, el-Harac ve'l-İmâre, 16, 2959.
55
56
65
çözüm önerileri ile toplumda faizli işlemlerin azaltılıp, karz-ı hasen
uygulamasının yaygınlaştırılması mümkün olacaktır.
1-Karşılıksız Ödünç Vermenin Öneminin Kavratılması
Kur’ân-ı Kerim’de bir menfaat beklemeksizin ödünç vermek “Allah’a
ödünç verme” gibi kabul edilmekte ve bunun karşılığının kat kat fazlası
ile verileceği müjdelenmektedir.60 Naslar, karz-ı haseni teşvik etmesine
rağmen, çağımızda ödünç verme alışkanlığının yaygınlaşmamasının
sebeplerinden biri, Müslüman toplumların dinî duyarlılık ve şuur
seviyesinin istenilen seviyede olmamasıdır. Bu husustaki eksikliği
gidermenin yolu; maddî kazancın her şeyin önüne geçtiği günümüz
dünyasında, insanları manevî kazanca yönlendiren eğitim ve
bilgilendirme çabalarının artırılması, ayet ve hadislerin işaret ettiği
örnek Müslüman fertlerin yetiştirilmesidir.
Çağımızın belki de en önemli özelliği, iletişim vasıtalarının son derece
hızlı gelişiminin etkisi ile dünyanın her köşesinin karşılıklı iletişime açık
olmasıdır. Farklı medeniyetleri ve kültürleri buluşturan bu durum,
baskın olan medeniyetlerin diğer kültür ve medeniyetler üzerinde
belirleyici tesir ve izler bırakmasına zemin hazırlamaktadır. Son iki
yüzyılda dünyada baskın bir kültür ve medeniyet anlayışı olarak etkisi
görülen “Batı medeniyeti”, ben merkezli, maddeci ve çıkara dayalı bir
dünya görüşünü öne çıkardığı için, doğrudan veya dolaylı olarak “batı
medeniyeti” tesiri altında kalan İslâm dünyasında da kardeşini
kendisine tercih etme, manevî kazanca göre hareket etme, toplumun
huzur ve selameti için şahsî fedakârlıklarda bulunma gibi hasletler
zayıflamıştır. Bu durumun bir neticesi olarak, sahip olduğu para veya
malı hiçbir maddî karşılık beklemeden ödünç verme azalmış, faizli borç
verme ise yaygınlaşmıştır.
Bir problemin çözülebilmesi için öncelikle problemin temelini ve çıkış
sebeplerini tespit etmek gerekir. Bize göre asrımızda İslâm ülkelerinin
karşılaştıkları problemlerin esas nedeni, az gelişmişliğin bir sonucu
olarak kendilerine özgü örnek bir model ortaya koyamayıp, diğer kültür
ve medeniyetlerin tesiri altında kalmalarıdır.
Kendilerine güveni az ve eksiklik duygusu içinde yaşayan toplumlar,
propagandası yapılan kültürü yavaş yavaş benimsemeye başlar.61 Bu
etkiden kurtulmak için yapılması gereken bütün kurumları ile “İslâm
Medeniyetini” geliştirmek ve günümüz insanlığının hizmetine
sunmaktır. Böyle bir atılım gerçekleştirilebilirse toplumda karşılıksız
60
61
Bkz. Bakara Sûresi, 2/245.
Tarhan, Nevzat, Psikolojik Savaş, 25.
66
ödünç verme uygulamalarının arttığı ve faizli muamelelere ihtiyaç
duymadan insanların ihtiyaçlarını temin edebildikleri görülecektir.
Karşılıksız ödünç vermenin öneminin kavratılması ve toplumda
yaygınlık kazanması için eğitim kurumlarının müfredatında yer
verilmesi, konu ile ilgili kitap ve makalelerin yazılması, karz akdi ile
ilgili panel, konferans ve diğer akademik etkinlikler yapılması, vaaz ve
irşat programlarında bu konunun hassasiyetinden bahsedilmesi ayrı bir
önem taşımaktadır. Eğitimin bir süreç işi olduğu göz önünde tutularak
belirli zaman aralıklarına yayılan bir program dâhilinde, eğitim
kurumlarında ödünç verme ve aldığı ödüncü zamanında geri ödeme
alışkanlığının kazanılmasına yönelik muhatapların seviyelerine uygun
etkinlikler ve çalışmalar yapılırsa bir müddet sonra toplumda karşılıksız
ödünç vermenin yaygınlaşması sağlanabilecektir.
2-Ödünç Verilen Paranın Değer Kaybına Uğramasının Engellenmesi
Günümüzde, tedavüldeki paranın62 değer kaybına uğraması karz
akdinde önemli bir problem teşkil etmektedir. Karz-ı hasen anlayışı ile
başkalarının ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olmak üzere ödünç
veren kişi, manevî olarak mükâfat elde etmekle birlikte, verdiği para
veya malın kendisine değer bakımından daha az miktarın teslimi
sebebiyle maddî açıdan zarara uğramaktadır. Oysaki borç ödemede
temel prensip mümâselet yani ödemenin borca denk olmasıdır.63 Borcun
eksik ödenmesi ayet-i kerime'de64 yasaklanan alacaklının malının
haksızlıkla yenmesi sonucunu doğuracaktır.
Enflasyon65 sebebiyle ödünç verilen paranın değer kaybına uğraması
güncel bir fıkhî mesele olmakla birlikte, klasik dönem fıkıh kitaplarında
bu konuya ışık tutacak ictihadların var olduğunu görüyoruz. İmam Ebû
Paranın gelişimi ve İslâm’daki yeri için bkz. Hasenî, Ahmed Fıkhî ve İktisâdî Açıdan
İslâm’da Para (trc. Adem Esen), İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 11-87.
63 Bayındır, Ticaret ve Faiz, s. 334.
64 "Ey İman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı aranızda
haksızlıkla yemeyin…" Nisâ sûresi, 4/29.
65 Enflasyon konusunun fıkhî açıdan değerlendirilmesi hakkında bkz. Heyet, İslam
Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983; Karaman, İslâm’ın
Işığında Günün Meseleleri, I, 355-358; Döndüren, “İslâm’da Para, Kredi, Faiz ve
Enflasyon İlişkileri”, Para, Faiz ve İslâm, s. 183-213; Eskicioğlu, Osman, “İslâm
Hukukunda Enflasyonla İlgili Bazı Meseleler”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 1983, sayı: 1, s. 97-118; Bakkal, Ali,” İslâm Hukukunda Para ve Fâiz Telâkkîsi
Zâviyesinden Enflasyon Farkını Ödenmesi Problemi”, Harran Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 1995, sayı: 1, s. 45-80; Şafak, Ali, “İslam İktisadında Enflasyon ve
Getirilen Önleyici Tedbirler”, Diyanet İlmi Dergi,1979, cilt: XVIII, sayı: 1, s. 5-24; Beki,
Abdülaziz, “Faizli İşlemin Enflasyon Altındaki Faizinin Caiz Olduğu” Görüşüne
Reddiye”, Avrupa İslam Üniversitesi İslam Araştırmaları, 2008, cilt: I, sayı: 1, s. 128-136.
62
67
Hanîfe’ye göre ödünç verilen para çarşı-pazarda tedavül etmemesi veya
satın alma gücünün düşmesi durumunda ödünç alan kimse mislini
vermekle borçtan kurtulmuş olur. Şâfiî Mezhebinde de bu görüş
hâkimdir.66 İmam Ebû Yûsuf’a göre ise, altın ve gümüş para dışındaki,
paraların satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların
ödenmesinde dikkate alınır. Değer düşümüne uğrayan paranın karz
akdinin başladığı andaki değerini vermek gerekir.67
Altın veya gümüş para ile yapılan karz akdinden doğan borçlarda, bu
paraların satın alma güçlerinde düşme veya yükselme meydana gelse
bile, alacaklı fazla bir miktar talep edemez. Ebû Yûsuf’un görüşü, maden
değerinin üstünde nominal bir değerle tedavül eden paralar için söz
konusudur. Altın veya gümüş paralarla yapılan muameleleri kapsamına
almamaktadır.68
Altın, gümüş, buğday, pirinç gibi malların değer kazanması ya da
kaybetmesi gerçek değerdir, madenin/ürünün değeridir. Bu sebeple
bunlarla yapılan borçlanmalarda alınan borç miktarıyla ödenmeli,
değerinin artmasına ya da düşmesine bakılmamalıdır. Ancak kâğıt
paraların değer kazanması ya da kaybetmesi itibarî bir değerdir. Kâğıt
paranın ölçü birimi satın alma gücüdür. Bu nedenle paranın değerinin
düşmesi sebebiyle değer farkının verilmesi gerekmektedir.69
Toplumlarda faize dayalı işlemlerin oluşmasına engel olabilecek bir akit
olan “karz-ı hasen”, enflasyonun yüksek olduğu ülkelerde bu işlevini
yerine getirememektedir. Bu konuda yapılması gereken, ödünç verenin
hakkının tam olarak korunmasıdır. Bunu sağlamanın yolu da ödünç
alınan paranın değer kaybı ilave edilerek geri ödenmesidir.
Paranın değer kaybının ödettirilmesi kamu yararınadır. Aksi durumda
kimse kimseye ödünç vermez. Toplumda karz-ı hasenin azalması faizli
işlemlerin artmasına zemin hazırlar. Üstelik bazı borçlular, paranın
değer kaybından daha fazla istifade etmek için borçlarını geciktirmeye
çalışırlar. Bu durum da toplumda mefsedete yol açar.70
Borcun ödenmesi sırasında rakam olarak miktarın -enflasyon oranına
göre- değişmesi, miktarın önceden tayin edilememesine yol açmasına
rağmen akdin sahih olması, belli bir esasa ve ölçüye göre tayin edilmesi
mümkün olan mevzûlarda, bilfiil önceden tayin edilmemesi akdin sıhhatine
el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 204; Hamdi Döndüren, “İslâm’da Para, Kredi, Faiz ve
Enflasyon İlişkileri”, Para, Faiz ve İslâm, s. 197-198.
67 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, XVIII, 302.
68 Döndüren, “İslâm’da Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, Para, Faiz ve İslâm, s.197.
69 Dalgın, Nihat, Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular II, Samsun 2010, s. 424.
70 Bayındır, Ticaret ve Faiz, s. 336.
66
68
zarar vermez hükmüne dayanmaktadır. Ödeme zamanında enflasyon
farkının ödenebilmesi için paranın geçen süreç içinde ne oranda değer
kaybettiğinin tespit edilmesi gerekecektir. Bu hususta, objektif kriterlere
dayanması durumunda devletin açıkladığı enflasyon oranı veya
yiyecek, içecek, mesken gibi temel ihtiyaçlardaki artış oranlarının
ortalaması esas olarak alınabilir.71
3-Borcun Zamanında Geri Ödenmesinin Garanti Altına Alınması
Kur’ân, borç münasebetlerinin yazı veya şahit yoluyla kayıt altına
alınmasına teşvik ederek72 hakların zayi olmasına engel olunması
hususunda gereken tedbirlerin alınmasına fertleri yönlendirmektedir.
Ödünç alıp vermek de bir borçlanma muamelesi olduğuna göre, ortaya
çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemek için karz akdinin yazılı sözleşme
yapılıp tespit edilmesi hakların korunması bakımından en doğru
yoldur.73
Karz akdinde, ödünç veren alacağını garanti altına almak üzere kefil
talebinde bulunabilir ya da rehin alabilir.74 Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir
yahudîden aldığı arpaya karşılık kalkanını rehin olarak bırakmış
olması75 rehin vermenin meşruiyetini gösterir.
Ödünç verme-alma işlemlerinin, geri ödenme garantisi çerçevesinde
teşkilatlanan kurumsal bir yapı içinde yürütülmesi de mümkündür.
Hatta böyle bir yapılanma, faize alternatif olarak karz-ı hasen
uygulamalarını teşvik edeceği için bir an önce hayata geçirilmesi
zorunludur. Bu önerimizi somut bir örnek üzerinden şu şekilde ifade
edebiliriz.
Bir kimseden 1000 lira ödünç istenildiğinde banka kefil olarak bu akitte
yer almalıdır. Ödünç verecek kişi bankaya 1300 lira yatırmalı, ancak
ödünç talebinde bulunan kişi bu miktarın ancak 1000 lirasını
kullanabilme hakkına sahip olmalıdır. Kefil konumundaki banka,
kefalet işlemine karşılık olarak kalan 300 lirayı karz akdi için belirlenen
sürenin bitimine kadar kullanabilmelidir. Banka, sürenin bitiminde
ödünç verenin talep etmesi durumunda 1300 lirayı teslim etmekle
yükümlü olmalıdır. Banka alacaklıya parayı teslim edince ödünç
alandan 1000 lirayı tahsil etmelidir. Borçlunun parayı zamanında
Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I, 357- 358.
Bakara Sûresi, 2/282.
73 Şener, "İslâm Hukukunda Karz-ı Hasen" Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, VI, s. 397.
74 Nevevî, el-Minhâc, s. 161; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI,
102.
75 Buhârî, Büyû, 14, 1963.
71
72
69
bankaya ödememesi durumunda banka hukukî işlemleri başlatıp
gerekirse haciz yoluyla alacağını tahsil edecektir. Borçlunun temerrüdü
durumunda bankaya tazminat ödenmesi söz konu olabilecektir.
Bu uygulamanın hayata geçmesi durumunda, ödünç veren parasını
veya malını geri alabilmeyi garanti altına almış olacak, faizsiz ödünç
bulma kolaylaşacak, ödünç alan kişi, karşısında hukukî açıdan güçlü
kurumsal bir tüzel kişi ile muhatap olacağı için borcunu ödeme
konusunda daha titiz davranacaktır. Finans kuruluşları da kefalet
mükellefiyetine karşılık olarak çekilemeyen miktarı mevduat olarak
belirli bir süre kullanabilme imkânına kavuşacaktır. Borç veren, borç
alan ve kefil olanın kazanç içinde olduğu böyle bir sistem kurulabilirse
faize alternatif olmak üzere karz-ı hasen uygulamasının toplumda
yerleşmesi sağlanabilecektir.
4-Ödünç Alanın Temerrüdü Durumunda Tazminat Ödenmesi
Temerrüt76 tazminatı konusu klasik dönem fıkıh kitaplarında ele
alınmamakla birlikte son yıllarda üzerinde hararetli tartışmaların
olduğu bir mesele haline gelmiştir. Temerrüt tazminatını kabul edenler
olmakla birlikte, buna karşı çıkanlar da bulunmaktadır.77 Temerrüt
tazminatına karşı çıkanlar bu işlemin faizli işlem olacağı noktasından
hareket ederken; tazminatın gerekliliğini savunanlar zulmün
engellenmesi gerektiği, zararın izale olunmasının lüzumu, faizin
akitlerde şart koşulan karşılıksız fazlalık78 olduğu, temerrüt tazminatında
faiz hükmünü vermemizi gerektirecek durumların gerçekleşmediği
noktasından hareket etmektedirler.79
Borcunu ödeme imkânı bulamayanlara kolaylık gösterilip süre
tanınması gerekmektedir.80 Ancak ister karz akdinde, isterse satım
akdinde olsun, borcunu kötü niyetle ödemeye yaklaşmayanları aynı
kolaylıklardan yararlandırmak alacaklılara karşı haksızlık olacaktır.
Temerrüt halinde alacaklı zarara uğramaktadır ve temerrüdün caiz
olmadığı açıktır. Şer’an caiz olmayan bir davranışın ek bir sorumluluk
getirmesi kaçınılmazdır.81 Dolayısıyla karz akdinde geri isteme
tarihinden sonrası için adalet kurallarına göre bir tazminat uygulamak
Temerrüt: Haklı bir sebep olmaksızın borçlunun edâ ve ifâ mükellefiyetini yerine
getirmemesidir. Bkz. Ergüney, Hilmi, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, s. 457.
77 Temerrüt tazminatı konusundaki görüşler için bkz. Yaran, İslâm Hukukunda Borcun
Gecikmesi, s. 146-156; Bayındır, Ticaret ve Faiz, 283- 305; Dalgın, Gündemdeki Tartışmalı
Dinî Konular II, s. 430- 476.
78 Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘, XI, 269.
79 Yaran, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, s. 156-159.
80 Bakara Sûresi, 2/280.
81 Yaran, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, s. 169.
76
70
uygun olacaktır.82 Burada önemli olan husus tazminatın miktarı ve
belirlenme şeklidir. Tazminat miktarını tespit ederken, mütemerrit
borçlunun zararın doğmasındaki rolü iyi incelenmeli ve zararla temerrüt
arasındaki illiyet bağı dikkate alınmalıdır.83 Alacaklının hakkını
korurken, borçluya karşı haksız uygulamalara gidilmemelidir.
Temerrüt tazminatı, üstü kapalı faizli muamelelere dönüşmemeli ve faiz
şüphesi taşıyan uygulamalara yer verilmemelidir. Belirlenen tazminat
miktarı, geçen süredeki paranın değer kaybı kadar olması durumunda
bu miktarın alınması daha önce de beyan edildiği üzere caiz olacaktır.
Ancak tazminatın enflasyon farkının üzerinde olup ödünç verene ek
kazanç sağlayacak miktarda olması durumunda elde edilen bu gelirin
helal kazanç olması bakımından şüphe doğacaktır. Kanaatimize göre en
uygun yöntem genel geçerliliği olan yüzdelik bir tazminat oranı
belirlemek yerine, her bir temerrüt için ortaya çıkan zararın
büyüklüğüne göre farklı miktarların hakem veya hâkim tarafından
tespit edilmesidir. Bu tespit yapılırken enflasyon farkına ilave olarak
ödünç alınan para veya malın zamanında ödenmemesinden doğan
somut zararlar varsa göz önüne alınmalıdır. Zamanında ödense idi o
mal ile ticaret yapılır ve şu kadar gelir elde edilirdi şeklinde muhtemel
kazanç miktarları tazminata dâhil edilmemelidir. Bu şekilde alacaklıya
ödenmesi kararlaştırılan tazminatın miktar bakımından az olması
sebebiyle kötü niyetli borçlular için caydırıcı olmaması durumunda;
devlet, borçların zamanında ödenmemesinin tüm toplum üzerinde zarar
verici sonuçlar doğuracağından dolayı, elde edilen geliri kamu
hizmetinde kullanılmak üzere borçlunun ödemesi için ilave bir mâlî ceza
oranı tespit etmelidir.
Sonuç
İhtiyaç sahiplerine yardımcı olunup sıkıntılarının giderilmesi amacıyla
karşılıksız ödünç para ya da mal verilmesi naslarda teşvik edilerek
Müslümanlar bu erdemli davranışa yönlendirilmektedir. Ödünç
karşılığında manevî mükâfat kazanabilmek için karz akdi karşılığında
maddî bir gelirin şart koşulmaması gerekir. Karz akdinin faizli işleme
dönüşmemesi için akit yapılırken sarahaten veya zımnî olarak gelir elde
etme söz konusu olmamalıdır. Aksi durumda faizli işlem yapılmış
olacaktır.
Fıkıh ilminde her hak sahibine hakkının verilmesi ilkesi gereği ödünç
alanın ve ödünç verenlerin hakları ve sorumlulukları tüm detayları ile
82
83
Döndüren, “İslâm’da Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, Para, Faiz ve İslâm, s.210.
Yaran, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, s. 169.
71
ortaya konulmuştur. Bu ilkelere riayet edilmesi durumunda, her hak
sahibinin hakkını koruyarak toplumda sağlıklı bir şekilde karz akdinin
uygulanabilmesi mümkün olacaktır.
Ödünç verilecek malda bulunması gereken vasıflar hakkında mezhep
doktrinlerinde farklı yaklaşımlar vardır. Hanefîler ölçülen, tartılan, sayı
ile satılan mislî malların karz akdine konu teşkil edeceğini savunurken,
diğer mezhepler selem akdine konu olabilen her türlü malın karz akdine
de konu olabileceğini savunmaktadır.
İslâm faizi haram kılarken karşılıksız ödünç vermeyi teşvik etmektedir.
Çağımızda faizli işlemlerin artmasının sebeplerinden birisi de ödünç
vermenin toplumda fazla yaygınlık kazanmamasıdır. Bunu şu şekilde
de ifade edebiliriz. Faizi önlemek fonksiyonu bakımından karz-ı hasen
kavramı sahip olduğu etkiyi toplumda gösterememektedir. Dünyada
hâkim olan bencil zihniyet anlayışının Müslümanları da etkilemesi,
maddî kazanç yerine manevî kazancı öncelikle hedefleyebilecek bir dinî
duyarlılık ve şuur eksikliği, enflasyonist ortamlarda ödünç verilen
paranın değerinin düşmesi, verilen ödüncün zamanında ve tam olarak
geri teslim alamama endişesi karz-ı hasenin yaygınlaşmasının önündeki
engeller olarak karşımıza çıkmaktadır. Zikredilen bu engellerin
aşılmasına yönelik çözüm önerileri geliştirmek faizli işlemlere karşı
alternatif bir yol olarak karz-ı hasenin güçlenmesine, özellikle toplumda
tüketime yönelik faizli borç ilişkilerinin minimize edilmesine yardımcı
olacaktır.
Bu amaca yönelik olarak eğitimin bir süreç işi olduğu göz önüne
alınarak karşılıksız ödünç vermenin önemini ve değerini kavratmaya
yönelik sürekliliği olan eğitim programları düzenlenmelidir. Ödünç
verilen ile geri alınan zaman diliminde yaşanılan enflasyon farkının
alınmasının faiz olmayacağı kavratılmalıdır. Alacağını zamanında ve
tam olarak geri alamama kaygısını gidermek üzere finans kurumlarının
tüzel bir kişilik olarak kefalet ilişkisi çerçevesinde devreye girmesine
zemin hazırlamak üzere çözümler ortaya konulmalıdır. Borçlunun
temerrüdü halinde alacaklının fiilî zararlarının giderilmesi hukukî
güvence altına alınmalıdır. Bu tedbirlerin alınması durumunda karz-ı
hasenin yaygınlık kazanması mümkün olabilecektir.
Kaynakça
Apaydın, Yunus, “Karz”, DİA, XXIV, 520-525, İstanbul 2001.
Aybakan, Bilal, İslâm Hukukunda Borçların İfası, MÜİF Yayınları, İstanbul 1998.
______, “Selem”, DİA, XXXVI, 403-405, İstanbul 2009.
Bardakoğlu, Ali, "Hibe", DİA, XVII, 421- 426, İstanbul 1998.
72
______, “Selem”, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, I-IV, MÜİF
Yayınları, İstanbul 1997.
Bayındır, Abdülaziz, Ticaret ve Faiz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul 2007.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu, I-VIII,
Bilmen Yayınevi, İstanbul t.y.
Beki, Abdülaziz, İslâm Hukuku ve Türk Mevzû Hukukunda Kıymetli Evrak,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erciyes Üniversitesi Sos. Bil. Enst.,
Kayseri 1995.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed (v. 256), Sahîhu'l-Buhârî (thk. Mustafa Dib elBuğâ), I-VI, Dâru İbn Kesir, Beyrut 1987.
Çeker, Orhan, "Mecelle'de Ele Alınmayan Üç Konu: Faiz, Sarf ve Karz", Selçuk
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Konya 1994, sayı: 5, s. 99- 117.
Cezîrî, Abdurrahman b. Muhammed, el-Fıkhu alâ mezâhibi'l-erbaa, Kahire, t.y.
Dalgın, Nihat, Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular II, Samsun 2010.
Döndüren, Hamdi, “İslâm’da Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, Para,
Faiz ve İslâm, İstanbul 1992.
Durmuş, Abdullah, "Fıkıhta Karz Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı
Meselesi", İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:16, 2010, s. 315-330.
Ebû Dâvud, Süleyman es-Sicistânî, Sünen, I-IV, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut.
Ergüney, Hilmi, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, İstanbul 1973.
el-Fetâva’l-Hindiyye (haz. Şeyh Nizam Burhanpurlu v.dğr.), I-VI, Dâru İhyâi’tTurâsi’l-Arabiyye, Beyrut 1980.
Gamravî, Muhammmed ez-Zühri, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, Dârü’lFikr, Beyrut 1995.
Haraşî, Muhammed b. Abdullah (v. 1101), Şerhu Muhtasarı Halil, Beyrut, t.y.
Harufe, Alaeddin, Akdü'l-karz fi'ş-şeriati'l-İslâmiyye ve'l-kanuni'l-vaz'i, Beyrut
1982.
Hasenî, Ahmed, Fıkhî ve İktisâdî Açıdan İslâm’da Para (trc. Adem Esen), İz
Yayıncılık, İstanbul 1996.
Heyet, İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983.
İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, y.y.
İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddin Muhammed (v. 861), Fethu’l-kadîr, Kahire 1319.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Abdullah (v. 620), el-Kâfî fi fıkhi’l-İmam Ahmed b.
Hanbel, y.y.
______, el-Muğnî, Dâru’l-Fikir, I-X, Beyrut 1405.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid (v. 273), Sünen, (thk. M. F. Abdülbâki), Dâru’lFikir, Beyrut.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, Nesil Yayınları, İstanbul
1996.
______, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Nesil Yayınları, I-III, İstanbul 1993.
73
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, Beyrut 1982.
Meydânî, Abdülganî (v. 1298), el-Lübâb fi şerhi’l-Kitâb, Dersaadet Kitabevi,
İstanbul t.y.
Muhammed Kadri Paşa, Mürşidu'l-hayran ilâ ma'rifeti ahvâli'l-insan, Amman
1987.
Müslim, Ebü'l-Hüseyin Müslim b. Haccac (v. 261), Sahîhu Müslim, I-IV, Beyrut.
Nesâî, Ebû Abdirrahman (v. 303), Sünenü'n-Nesâî (thk. A. Ebû Gudde), Haleb
1986.
Nevevî, Ebû Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref (v. 676), el-Minhâc, Dârü’l-Fikr,
Beyrut 1995.
Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî (v. 240), el- Müdevvenetü’l-kübrâ, y.y.
Şener, Mehmet, "İslâm Hukukunda Karz-ı Hasen" Dokuz Eylül Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI, İzmir 1989, s. 391-402.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim (v. 476), el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, Kahire 1959.
Tarhan, Nevzat, Psikolojik Savaş, Timaş Yayınları, İstanbul 2003.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed (v. 279), Sünen, Dâru İhyâi’t-Türâsi'l-Arabî,
Beyrut.
Yaran, Rahmi, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, MÜİF Yayınları, İstanbul
1997.
Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu'l-islâmiyyü ve edilletühu, I-X, Dâru'l-Fikr, Dımaşk.
74
AKİTLERDE İRADE BEYANI*
I- GİRİŞ
Akit, taraflardan birinin yaptığı îcâbın, akdin mevzûunda sonuç
doğuracak biçimde, karşı tarafın kabulü ile bağlanmasıdır.1 Akdin
vücuda gelmesi kendisine bağlı bulunan unsur, îcâp ve kabul yani
karşılıklı irade beyanıdır. Mecelle’nin 149. maddesi de bunu ifade
etmektedir: “Rüknü’l-bey‘ yani mebîin mahiyeti, malı mala değişmekten ibaret
olup ancak buna delalet etmek hasebiyle îcâp ve kabule ve bunların yekdiğerine
irtibatına ve bey‘ teâtîde îcâp ve kabulün makamına kâim olan teâtîye dahi
rükn-i bey‘ ıtlak olunur.”2
Kur’ân-ı Kerim’de “Ey İman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir...”3
buyrulması akitlerde karşılıklı rızanın gerekliliğini ifade etmektedir.
Karşılıklı rızanın varlığını tespit edebilmek için irade beyanına ihtiyaç
vardır. İrade beyanı, sözle olabileceği gibi söz dışındaki vasıta ve yollar
kullanılarak da irade beyanında bulunulabilir. Biz burada, önce irade ile
ilgili teorilere yer vereceğiz, daha sonra ise iradeyi beyan etme yollarını
açıklamaya çalışacağız.
II- İRADENİN TANIMI VE İRADE İLE İLGİLİ TEORİLER
Kişinin, bir işin icrâsı hususundaki niyet ve tasavvurunu muteber bir
tarzda ifade etmesine irade beyanı denir.4 Hukuk sahasında, akitler ve
tek taraflı iradeden doğan borçlar, kuvvetini iradeden almaktadır. Her
irade beyanı hukukî niteliğe sahip değildir. Sadece hukukî sonuç
doğurmaya yönelen irade beyanı hukuk ilminin alanına girmekte ve bu
iradeye hukukî sonuçlar bina edilmektedir.
Akdin geçerli olmasının şartlarından birisi de karşılıklı rızanın
olmasıdır. Akitte karşılıklı rızanın sağlanabilmesi için tarafların irade
açıklamalarının birbirine uygunluk göstermesi gerekir. İrade beyanları
arasındaki uygunluk çoğu zaman tartışma konusu olmayacak ölçüde
açıktır. Ancak bazı hallerde karşılıklı irade beyanlarının birbirine uygun
sayılıp sayılamayacağı tereddüt konusu olabilmektedir. Böyle bir
* Bu makale daha önce Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde (8 (2), s. 117-131,
2008) yayınlanmıştır.
1 Burhanuddin Ali b. Ebu Bekr el-Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-mübtedî, İstanbul
1991, III, 21; Hilmi Ergüney, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, İstanbul 1973, s. 229.
2 Bkz. Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, (Osmanlıcadan çeviren:
Raşit Gündoğdu- Osman Erdem), I, 149, İstanbul, t.y.
3 Nisa Sûresi, 4/29.
4 Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998, s. 201; Ergüney, Türk
Hukukunda Lügat ve Istılahlar, s. 229.
75
durumda tarafların akde rızalarını tespit için hangi çözüm yolunun ve
hukukî prensibin kullanılacağı hukuk sistemlerine göre farklılık
göstermektedir:
1- İç İrade Prensibi
Bu anlayışa göre; irade beyanı, ancak gerçek iradeye uygun ise değer
kazanır. İradeyi açıklayan söz veya davranışlar, iradeyi doğru olarak
yansıtmazsa hukukî sonuç doğurma hüviyetine sahip olmayacaktır.
Buna göre karşılıklı irade açıklamaları birbirine uygun görünmekle
birlikte, tarafların niyet ve arzuları bakımından iradeleri arasında gerçek
manada bir uygunluk yoksa akit kurulamaz. Hâkim, akitleri tefsir
ederken, sözlü beyanlara itibar etmeyip, akdi yapan tarafların gerçek
niyetlerinin ve rızalarının mutabakatını dikkate almalıdır.
2- Anlam Verme Prensibi
Bu prensibe göre, irade açıklamasına muhatabın verdiği anlam esas
alınmalıdır. (A)’nın irade açıklamasından (B)’nin çıkardığı anlam, bizzat
(B)’nin yaptığı irade açıklamasına uygun düşüyorsa akit meydana gelir.
Anlam verme prensibi, irade prensibinin muhatap açısından ifade
edilmesinden ibarettir.5
3- Objektif Nazariye
Objektif nazariye, iç iradeyi değil, sözlü beyan ile yansıyan iradeyi esas
alır. İradeler arasında uygunluk bulunmasa bile irade beyanlarının
birbirine uygun düşmesi durumunda akit kurulmuş olur. İrade
beyanlarının birbirine uygun olup olmadığı tarafsız üçüncü bir kişinin
vereceği anlama göre tayin edilir. Bu anlayışa göre, açıklanan irade esas
alındığı için akdin sebebine, akdi yapanların niyet ve maksatlarına itibar
edilmez. Hata, sözleşmeyi bozan bir rıza kusuru olarak
değerlendirilmemektedir. Mesela bir dükkâna giren (A), o dükkânda
gördüğü ayçiçeği yağlarını zeytinyağı zannederek satın alsa, bu teoriye
göre açıklanan irade esas olduğu için hataya itibar edilmez. Akit geçerli
kabul edilir.6
4- Güven Prensibi
Dürüstlük kuralına dayanan güven prensibinde, içinde bulunulan
durumun özelliklerine göre muhatabın kendisine yöneltilen irade
beyanına hangi anlamı vermesi gerekiyorsa, bu anlama itibar edilir. Bu
5
6
Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1993, s. 72.
Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, a.g.e., s. 72.
76
prensibi, iç irade prensibi ile objektif nazariyenin birbirleriyle
bağdaştırılmış bir şekli saymak mümkündür.7
III- İRADENİN BEYAN EDİLME YOLLARI
Akit yapanların iradelerini ortaya koyma yollarının en önemlisi sözlü
irade beyanıdır. Ancak bazen teâtî, işaret, sükût, haberci ve mektup gibi
sözlü olmayan yollarla da irade beyanı yapılabilir.
A- Sözlü İrade Beyanı
Hanefî ve Şâfiî müctehidler, irade beyanı teorisini benimsenmişlerdir.
Bu fakihler akitlerde içteki iradenin değil, dışa yansıyan irade beyanının
esas alınmasını savunmuşlardır. Bu anlayışın bir sonucu olarak, sözün
ifade şekline ve kullanıldığı siygaya önem verilmiş ve bu konuda
ayrıntılı açıklamalar yapılmıştır.8
Akitler ancak inşâî siygalarla yapılabilir. İnşâî olmayan, ihbârî sözlerle
akit kurulamaz.9 İnsanların kullandığı diller farklı farklı özellikler taşır.
Arapça’da muzarî kalıbı ile hem şimdiki, hem gelecek, hem de geniş
zamanın kastedilmesi mümkündür. Türkçe’de ise bu üç zaman için ayrı
kipler bulunmaktadır. Arapça olarak te’lif edildikleri için klasik fıkıh
eserlerinde, irade beyanı konusu Arap dili esas alınarak işlenmektedir.
Fakihlerin konu ile ilgili açıklamalarını doğru anlayabilmek için bu
esasın göz önünde tutulması gerekmektedir.
Türkçe zaman kiplerini esas aldığımızda, akitlerin geçerliliği
bakımından sözlü irade beyanlarını şu şekilde tasnif edebiliriz:
1- Şimdiki Zaman Kipinin Kullanılması
Şimdiki zaman ifade eden siygalar ile yapılan akitler, tarafların niyetini
araştırmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olduğu için hüküm ifade
eder ve bu kipler ile akit kurulmuş olur.10 Şimdiki zamanla kurulan irade
beyanı, herhangi bir şüpheye veya söyleyenin niyetini araştırmaya gerek
kalmadan hüküm ifade eder.
2- Geçmiş Zaman Kipinin Kullanılması
İrade beyanı için geçmiş zaman kullanılabileceği hususunda İslâm
hukukçuları hemfikirdir.11 “Aldım, sattım” şeklinde geçmiş zamanda
kullanılan kelime sözlük anlamı itibariyle daha önceden olmuş bir olayı
ifade etmekle birlikte, ıstılâhî manada şimdiki zaman için îcâp olarak
Tekinay/Akman/ Burcuoğlu/ Altop, a.g.e., s. 72.
Bkz. Kemâlüddin İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, V, 457; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid ve
nihayetü’l-muktesid, Beyrut 1997, III, 226.
9 Orhan Çeker, İslâm Hukukunda Akidler, İstanbul 2006, s. 51.
10 Abdürrezzak Ahmed Senhûrî, Mesâdiru’l-hak fi’l-fıkhi’l-İslamî, Mısır 1968, I, 88.
11 Muhammed Bahrülulum, Uyubü’l-irade fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye, Beyrut 1984, s. 78.
7
8
77
kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Çünkü ıstılâhî mana ve tüccar arasında
yaygın olan örf, sözlük manasına hâkim olmuştur.12 Ancak sözün siyak
ve sibakından “Aldım, sattım” ifadesi ile, geçmişte yapılan bir
tasarrufun sadece haber verilmesinin kastedildiği anlaşılıyorsa bu sözler
ile akit kurulamaz.
2- Geniş Zaman Kipinin Kullanılması
İrade beyanında bulunulurken kelime yapısı itibariyle geniş zaman
siygası kullanılırsa, tarafların niyetine yani iç iradelerine bakılır ve buna
göre hüküm verilir. Tarafların bu ifadeleri ile îcâp ve kabulü kastettikleri
anlaşılırsa akit kurulmuş olur.13
3- Gelecek Zaman Kipinin Kullanılması
Gelecek zamanı ifade eden siygalar kullanıldığında tarafların niyetlerine
ve iç iradelerine bakılmaksızın sözleşmenin rüknünün tamam
olmadığına hükmedilir. Taraflar bu tür siygaları, şimdiki zamanda
akdin gerçekleşmesi amacıyla kullanmış olsalar da akit geçerli olmaz.
Gelecekte yapılması düşünülen bir akit hemen sonuç doğurmayan,
tamamen mücerret bir vaat etme durumunda olduğu için bağlayıcı
değildir.14
4- Soru Kipinin Kullanılması
Soru kipi kullanılarak yapılan irade beyanları da gelecek zamana delalet
ettiğinden dolayı akdin kurulmasını sağlamaz. Mesela “Satar mısın?
Alır mısın?” gibi soru kipi ile yapılan îcâp ve kabuller ile akit vücut
bulmaz.15
5- Emir Kipinin Kullanılması
Emir kipi kullanılarak yapılan irade beyanlarının geçerli kabul edilip
edilmemesi konusunda mezhepler farklı görüşler benimsemişlerdir.16
Hanefî Mezhebine göre, emir kipi gelecek zamanda yapılacak işlere
delalet ettiğinden dolayı akdin kurulmasını sağlamaz. Fakat emir iktiza
yolu ile şimdiki zaman delalet ediyorsa akit olur. 17 İktiza, söylenmediği
Alâüddin Ebû Bekr el- Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, Beyrut 1982, V, 133.
el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 4; Senhûrî, a.g.e., I, 86. Bkz. Mecelle (Madde 170): “ Alırım ve
satarım gibi muzari siygasıyla hal murad olunursa bey’ mün’akid olur ve eğer istikbal murad
olunursa mün’akid olmaz.”
14 Senhûrî, a.g.e., 89; Osman Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku, İstanbul 1981, s. 146. Mecelle
(Madde 171): “Alacağım satacağım gibi va’d-i mücerred manasına olan müstakbel siygasıyla
bey’ mün’akid olmaz.”.
15 İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 7; Ali Haydar Efendi, a.g.e., I, 165.
16 Muhammed Bahrülulum, Uyubü’l-irade fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye, s. 85.
17 el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 4; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 65; Şekerci, İslâm
Şirketler Hukuku, s. 146. Bkz. Mecelle (Madde 172): “Sat ve satın al gibi emir siygasıyla
12
13
78
halde söylenmiş gibi kabul edilen cümledir. Mesela “Bunu alıyorum”
îcâbına karşılık, satıcının “Hayırlı olsun” demesi ile akit kurulur. Çünkü
“Hayırlı olsun” sözünden önce “Bunu sana satıyorum.” sözünün varlığı
iktiza yolu ile kabul edilir.18
Mâlikî Mezhebine göre emir siygası, örfte kullanılışı itibariyle şimdiki
zamana delalet ettiğinden dolayı akitte kullanılabilir. Fakat akdin
inşasında emir siygasını kullanan taraf, akit yapmayı kastetmediğini
söylerse bu kişiye yemin teklif edilir ve buna göre hüküm verilir.19 Şâfiî
müctehidler de emir siygasının örf ve teamülde şimdiki zamana delalet
ettiğinden hareketle bu siyga ile sözleşmenin kurulabileceğine
hükmetmişlerdir.20 Mâlikî ve Şâfiî müctehidler sadece emir siygası
konusunda Hanefîlerden farklı düşünmektedirler. Diğer siygalar
hakkında Hanefîlerle aynı kanaati paylaşmaktadırlar.21
İslâm hukukunda irade beyanında kullanılan siygalar hakkında uzun
açıklama yapılmasının sebebi müctehidlerin çoğunluğu tarafından
objektif
nazariyenin
kabul
edilmesidir.
Bu
nazariyenin
benimsenmesinde hukukî istikrarı sağlayıp, hukuku sübjektiflikten
koruma gayesi yatmaktadır. İslâm hukukçuları, hukukî istikrarsızlığa ve
kargaşaya sebep olmayacağı için bölgede bulunan örf ve teamüle itibar
etmiştir.22 Bu durum Mecelle’de “Örf ile tayin nass ile tayin gibidir.”
şeklinde kanunlaştırılmıştır.23
İradenin sözle beyanı konusunda şu değerlendirmeyi yapmak
mümkündür. İrade beyanlarında aslolan geçmiş ve şimdiki zamanın
kullanılması olmalı, ancak söyleyenin niyetinin açık olması veya sözün
sıyak ve sıbakından anlaşılması durumunda gelecek zaman ve soru
kipleri dışındaki zaman kiplerinin kullanılması caiz kabul edilmelidir.
B- Sözlü Açıklamaların Dışındaki İrade Beyanı
Akitlerde aslolan karşılıklı iradelerin sözle ifade edilmesidir. Ancak bazı
durumlarda, söz olmadan da irade beyanı yapılabilir ve akit kurulur.
Böyle bir işleme başvurulmasının sebebi ya tarafların yüz yüze
dahi bey’ mün’akid olmaz. Fakat bitarikı’l iktiza hale delalet eden emir ile dahi bey’ mün’kid
olur.”
18 Çeker, İslâm Hukukunda Akidler, s. 53.
19 Sahnûn, el-Müdevvene, Mısır 1323, X, 51; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, III, 226.
20 Ebu İshak eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Mısır, I, 257; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 7.
21 Sahnûn, a.g.e., X, 51; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 66.
22 İbn Kudâme, a.g.e., VI, 7.
23 Bkz. Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I, 45.
79
olmamaları, ya konuşma gücüne sahip olamamaları, ya da yapılan
hareketin bizzat kendisinin iradeyi ortaya koymasıdır.24
1- Teâtî (Fiilî Mübâdele)
Sözlü veya işaret yoluyla irade beyanı yapmaksızın akit konusu malı
alıp, bedelini vermeye teâtî (fiilî mübâdele) denir.25 Örneğin fırına giden
kişinin masaya 50 kuruş koyup, satıcının verdiği ekmeği alıp gitmesi fiilî
mübadeledir. Teâtî şeklinde yapılan akitte tarafların rızaları delalet
yoluyla anlaşılmaktadır. Taraflardan birisi akde razı olmadığını
söylerse, rıza ortadan kalkacağı için akit kurulamaz. Çünkü sözün ifade
ettiği açık ret, teâtîden anlaşılan zımnî rızadan daha kuvvetlidir. Bu
sebeple, sözlü beyan esas kabul edilir.26
Hanefî müctehidlerin bir kısmına göre, sadece basit ve küçük eşyalarda
teâtî caizdir. Bunun dışındaki mallarda teâtî şeklinde irade beyanı ile
akit kurulamaz.27 Müteahhirîn Hanefî uleması ise bu şekilde bir ayırıma
gitmeden, her türlü malın mübadelesinde teâtî ile irade beyanının sahih
olacağını kabul etmiş ve bu görüş mezhep içinde kabul görmüştür. 28
Teâtî şeklinde yapılan akitte mal ve bedelin el değiştirmesinin zorunlu
olup olmadığı ve mal veya bedelden birisinin tesliminin yeterli olup
olmayacağı konusunda Hanefî fakihler arasında görüş farklılıkları
bulunmakla birlikte, doktrinde mal veya bedelden yalnız birisinin
tesliminin yeterli olacağı görüşü kabul edilmiştir.29
Mâlikî ve Hanbelî mezhebine göre, teâtî suretiyle yapılan akitler
sahihtir. Şâfiî mezhebine göre ise, akitlerde îcâp ve kabul bulunmazsa
akit geçerli olmaz. Ancak Şâfiî Mezhebinde fiilî mübâdeleyi muteber
kabul eden fakihler de vardır.30
Mâlikî mezhebine göre, mal ve bedelden birisinin teslim edilmesi ile
teâtî akdi geçerlilik kazanır. Ancak mal ve bedelin ikisinin de teslimine
kadar bu akit lazım bir akit sayılmaz. Taraflar bu süre içinde isterlerse,
akit yapmaktan vazgeçebilirler.
Söz dışındaki vasıtaların da irade beyanı olarak kullanılabileceği Türk Borçlar
Kanununda da benimsenmiş, “Rızanın beyanı sarih olabileceği gibi zımni dahi olabilir” diye
kanunlaştırılmıştır. Bkz. Lütfü Başöz, Ramazan Çakmakçı, Borçlar Kanunu, İstanbul
2004, s. 13.
25Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak, I, 108; Ali Haydar Efendi, a.g.e., I, 167.
26Karaman, a.g.e., II, 71; Senhûrî, a.g.e., I, 114, 121.
27Kâsâni, a.g.e., V, 134; Fahruddin Osman b. Ali Zeylâî, Tebyînu’l-Hakâik Şerhu Kenzi’dDekâik, IV, 4.
28Zeylâî, a.g.e., IV, s. 4; Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku, s. 148.
29İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, V, s. 77; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 9.
30İbn Kudame, el-Muğnî, VI, 8; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, III, 226; Senhûrî, Mesâdiru’lHak, I, 124.
24
80
Hanbelî fakih İbn Kudâme (v. 620/1223), teâtî şeklinde yapılan akdin
caiz olduğunu söylemekte ve buna delil olarak da şu açıklamayı
yapmaktadır: “Allah Teala (c.c) alış-verişi helal kılmıştır. Ancak akdin nasıl
yapılacağına dair ayrıntılı açıklamalarda bulunmamıştır. Bu sebeple örfe ve
halkın teamülüne başvurmak gerekir. Bey’ akdi eskiden beri vardı ve bilinmekte
idi. İslam, bey’ akdinin meşrûiyyetini -bazı hükümler ilave ederek- kabul
etmiştir. Hiç kimsenin onu kendi arzusuna göre değiştirme hakkı yoktur.
Sürekli aralarında bey’ akdi yapmalarına rağmen, Hz. Peygamber’in (s.a.v) ve
ashabının her defasında îcâp ve kabul siygalarını kullandıklarına dair bir bilgi
nakledilmemiştir. Eğer bu, şart olsaydı mutlaka bize nakledilirdi. Bunu ihmal
etmeleri düşünülemez. İnsanlar her devirde çarşı ve pazarlarda teâtî suretiyle
akit yapmışlardır. Bağışlama, hediye ve sadakada da îcâp ve kabulün hükmü
aynıdır. Bu işlemlerde, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında îcâp ve kabul
yapıldığına dair bir nakil gelmemiştir. Karşılıklı rıza içinde tarafların akit
meclisinden ayrılmaları, akdin sıhhatine delalet eder. Bu akitlerde îcâp ve kabul
şart olsaydı insanlar için zorluk oluşur ve yapılan akitlerin çoğu fasit olurdu.
Îcâp ve kabulün akitteki fonksiyonu karşılıklı rızaya delalet etmesidir. Karşılıklı
rızayı gösterdiğinden dolayı teâtî, îcâp ve kabulün yerini tutar ve yeterli
olur.”31
Allah Teâla’nın yasakladığı davranış, rızası hilafına insanların mallarına
sahip olmaktır. Yani akitlerde aslolan karşılıklı rızanın bulunmasıdır. Bu
rızayı gösterdiğinden dolayı, îcâp ve kabul akdin inşası için şart kabul
edilmiştir. O halde karşılıklı rızayı gösteren her hareket akdin sıhhati
için yeterli olmalıdır. Bu gibi konularda örfü hakem tayin etmek
anlaşmazlıklara engel olunması için önem taşır.
2- İşaret
İslam Hukuku, dilsiz olanların hukukî tasarruflarda bulunabileceğini
kabul etmiştir. Bu kişiler, irade beyanlarını ya işaretle ya da yazı ile
ortaya koyabilirler. Dilsizin el, baş gibi organlarıyla yaptığı işaretler dili
ile söylemiş gibi kabul edilir.32 İradesini işaretle yapabilmesi açısından,
bu hastalığın doğuştan veya sonradan meydana gelmesi arasında bir
fark yoktur. İster doğuştan olsun, ister sonradan meydana gelsin, her iki
durumda da bu kişilerin işaretleri akdin kurulması için yeterlidir.33
Konuşma yeteneğine sahip insanların işaretle irade beyanında bulunup
bulunamayacağı konusunda İslâm hukukçuları farklı ictihadlar ortaya
koymuşlardır. Hanefî Mezhebine göre, akdi yapan iradesini sözle
İbn Kudame, el-Muğnî, VI, 8.
Mecelle (Madde 70): “Dilsizin işaret-i ma’hudesi lisan ile beyan gibidir.”
33 Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak, I, 106; Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku, s. 147.
31
32
81
açıklayabiliyorsa işaret ile akit kurulamaz.34 Yukarıda beyan edildiği
üzere Hanefî müctehidlerin ekseriyeti teâti ile akid kurulabileceğini
kabul etmektedir. Buna göre, konuşabilme yeteneğine bakmaksızın
herkesin akitleri fiilî mübadele yoluyla gerçekleştirebileceğini söyleyip,
konuşabilenlerin işaretle irade beyanında bulunamayacaklarını
savunmak tutarsızlığa götürür. Böyle bir çelişkiye düşmemek için ya
Şâfiî mezhebi gibi her iki şekilde de akit kurulamayacağını savunmak ya
da teâti ve işaret ile irade beyanı yapılmasının herkes için meşrû
olacağını savunmak gerekir.
Mâlikî Mezhebinde ise konuşma yeteneğine sahip olsun olmasın,
herkesin işaret ile irade beyanında bulunabileceği görüşü
benimsenmiştir. Mâlikî Mezhebine göre, örfen geçerliliği olan her söz,
fiil ve davranış irade beyanı için geçerlidir.35
Akitlerde irade beyanının işaretle yapılması hususunda farklı
ictihadların ortaya konulmasının sebebine baktığımızda şu tespiti
yapmamız mümkün olmaktadır. Dilsizin işaretinin irade beyanında
yeterli olmasının gerekçesini zarurete dayandıranlar, konuşma gücüne
sahip insanların işaretle irade beyanında bulunamayacaklarını ifade
etmişlerdir. Buna karşılık, akitte rızayı tespit için örf ve teâmülü esas
alanlar ise, konuşma yeteneğine sahip olsun veya olmasın herkesin
işaretle irade beyanında bulunabileceği görüşünü savunmaktadırlar.
Bize göre de önemli olan yapılan hareketin rızayı göstermesidir. İster
sözle ister işaretle olsun, tarafların akde razı olduklarını tartışmaya
mahal vermeyecek ölçüde açık bir şekilde gösteren her fiil ve davranış
akdin kurulması için yeterli kabul edilmelidir.
3- Yazışma
Mektup, telgraf, e-mail, faks gibi haberleşme araçları kullanılarak îcâp
ve kabul beyanında bulunulabilir. Taraflardan biri, îcâbı yazı ile karşı
tarafa gönderir, karşı taraf da kabulünü sözle veya yazı ile beyan ederse
akit kurulmuş olur.
Anlaşmanın yapıldığı yerden uzakta bulunan kişinin gönderdiği
mektup, akit meclisinde yapılan hitap gibi kabul edilir.36 Mektupla
kendisine karşı tarafın îcâbı ulaşan kişi, yazıyı okur ve kabul ettiğini
beyan ederse akit tamamlanmış olur. Bununla birlikte hemen kabul etme
zorunluluğu da yoktur. Herhangi bir mecliste mektubu okuyup îcâbı
kabul ettiğini beyan edebilir. Mektuba mektupla cevap vermesi de
İbn Nüceym, el-Eşbah ve’n-nezâir, Dımaşk, 1983, s. 408.
Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak, I, 106; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 69-70.
36 Mecelle (Madde 69): “Mükâtebe muhataba gibidir.” Ayrıca Bkz. Ali Haydar Efendi,
Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I, 97.
34
35
82
mümkündür. Mektup yazan kişi şimdiki zamana delalet eden bir siyga
kullanmamış olsa bile, karîne ve şartlar bu ifadeyi şimdiki zamana ait
kılar. Haberci ile îcâbın karşı tarafa ulaştırılmasında da aynı kural
geçerlidir.37 Mezheplerin çoğuna göre akitlerde îcâpta bulunan kişi
kabulden önce rücû edebilir. Bu kural yazışma ile kurulan akitlerde de
geçerlidir. Yazı ile îcâpta bulunan kişi, yazılı irade açıklaması, karşı
tarafa ulaşmadan önce îcâptan rücû edebilir.38
Günümüzde sanal ortamda alış-veriş hızla artmaktadır. Bu amaca
hizmet için açılmış olan internet sitelerinde, satılmak istenilen ürünün
adı ve fiyatı duyurularak îcâpta bulunulmakta, alıcıların belirtilen
hesaba para yatırmaları ile kabul gerçekleşmekte ve akit kurulmaktadır.
Ticarî şirketlerin mal ve hizmetlerini tanıtan ve fiyatlarını beyan eden
katalog ve ilanları da yazılı olarak îcâpta bulunma hükmündedir. Beyan
edilen tarihler arasında müşterilerin o ürünü katalog fiyatından alma
hakkı vardır. Şirketin îcâbı, tayin edilen sürenin sona ermesi ile
bitecektir. Süre içinde îcâptan rücû edilebilmesi için müşterinin kabul
beyanından önce, yeni fiyat listesinin ilan edilmesi gerekir.
Yazışma yolu genellikle farklı meclislerde bulunanlar arasında
gerçekleştiği için, akdin unsurlarından birinde hataya düşme ve
aldatılma riski aynı mecliste bulunanlara göre daha fazladır. Mesela
sanal ortamda, haberi olmadan kimlik bilgilerinden yararlanarak bir kişi
adına işlem yapılabilmekte veya satılan ürün olduğundan çok farklı
sunulabilmektedir. Ancak bu risklerin varlığı yazışma yoluyla irade
beyanlarını geçersiz saymaya götürmemelidir. Çünkü sıfır riske dayalı
hukukî çözüme ulaşma gayreti, ticaret hayatını sekteye uğratacaktır.
Yapılması gereken, bütün iletişim araçları ile irade beyanı
yapılabileceğini kabul etmek; akitte karşılıklı rızanın olmadığının
anlaşılması durumunda ise muhayyerlik ve fesih gibi haklar tanınarak
ve hile yapana cezâî müeyyide uygulayarak ihtilafın çözülmesini
sağlamaktır.
Ayrıca bu konuyla ilgili genel bir ilke olarak şunu söylememiz
mümkündür. Zaman ve mekân farklılıkları örf ve teamüllerin
değişmesine sebep olduğu için yazışmanın şekli ve uyulması gereken
kurallar tespit edilirken yaşanılan dönemin ticarî örfü dikkate alınmalı,
37
38
Senhûrî, a.g.e., I, 102 vd.; Karaman, a.g.e., II, 68; Şekerci, a.g.e., s. 148.
Türk Borçlar Kanununda aynı konu şu şekilde kanunlaştırılmıştır: “Îcâbın geri alındığı
haberi îcâbın vusülünden evvel yahut aynı zamanda mürselünileyhe vasıl olur yahut îcâptan
sonra vasıl olmakla birlikte mürselünileyhe îcâba muttali olmadan evvel kendisine tebliğ
olunursa, îcâp keenlemyekün addolunur.” Bkz. Başöz, Borçlar Kanunu, s. 16.
83
mümkün mertebe akitlerde hukukî ihtilafların ve karışıklığın artmasına
zemin hazırlanmamalıdır.
4- Elçi (Haberci) Gönderme
Akit meclisinde hazır bulunmayan kişiye îcâp, üçüncü bir kişinin
aracılığı ile ulaştırılabilir. Habercinin bildirmesiyle îcâbı duyan karşı
tarafın, o mecliste kabulde bulunmasıyla akit tamam olur. Bu tür
akitlerde habercinin vekil sıfatı yoktur. Onun görevi sadece îcâbı
nakletmektir. Haberci gönderen kişi, îcâp karşı tarafa ulaşmadan rücû
edebilir. Habercinin rücûdan haberdar olup olmaması hükmü
değiştirmez. Çünkü haberci vekil değil sadece îcâbı iletmekle görevli bir
elçidir.39
5- Sükût
Akitlerde sükût ile irade beyanında bulunulamayacağı esastır. Çünkü
sükûtun sebebi tek değildir. İnsan kabul veya ret manasında sükût
edebileceği gibi önem vermeme, alay etme, ilgilenmeme veya konuyu
tam anlayamama gibi sebeplerden dolayı da sükût edebilir. Bu sebeple
sükûta hüküm bağlamak genel kural olarak uygun değildir.40
İslam Hukukunda prensip olarak akitlerde sükûtun muteber olmadığı
benimsenmiş olmakla birlikte bazı durumlarda sükûtun hüküm ve
netice doğuracağı kabul edilmiştir. Buna göre, kişinin konuşması gerekli
görülen yerde susması, zımnî irade beyanı olarak kabul edilmiştir.41
DEĞERLENDİRME
Akitlerde karşılıklı rızanın sağlanması esastır. Yapılan işten tarafların
razı olup olmadıklarının tespiti için îcâp ve kabulün varlığı akdin rüknü
olarak kabul edilmiştir.
İnsanların birbirleriyle iletişim kurma yollarının başında konuşma gelir.
Bu sebeple îcâp ve kabul çoğu zaman sözle yapılır. Geçmiş ve şimdiki
zamanla yapılan akit geçerli olacaktır. Geniş zaman veya emir kipi
kullanılmışsa tarafların niyetine ve iç iradelerine bakılmalı ve buna göre
hüküm verilmelidir. Gelecek zaman veya soru kipinin akdin
kurulabilmesi için geçerliliği bulunmamaktadır.
İnsanlar zaman zaman söz dışındaki iletişim yollarını kullanarak hukukî
tasarruflarda bulunmaktadırlar. Bunların başında teâtî, işaret, yazışma,
elçi gönderme ve sükût etme gelmektedir. Bu fiillerle akit yapılması
Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ , V, 138; İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, V, 79.
Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 76.
41 Mecelle’de bu mesele şu şekilde kaideleştirilmiştir ( Madde: 67): “Sakit’e bir söz isnad
olunamaz. Lâkin marız-ı hacette sükût irade beyanıdır. Yani sükût eden kimseye şu sözü
söylemiş oldu denilmez, lakin söyleyecek yerde sükût etmesi ikrar ve beyan addolunur.”
39
40
84
konusunda iki farklı temayül ortaya çıkmıştır. Şâfiîlerin temsil ettiği dar
lafızcılık metodunu benimseyenler, söz dışındaki yollarla akit kurulma
sahasını oldukça sınırlı tutmuşlardır. Ancak genel kabul gören görüş bu
şekilde olmamış, fakihlerin çoğunluğu karşılıklı rızaya delalet eden her
fiil ile akdin kurulabileceğini söylemişlerdir.
Bize göre, esas hedef tarafların yapılan işlemden razı olmalarıdır. Îcâp
ve kabulün ifade şekli bizi bu hedefe götüren bir araçtır. Aracı amaç
yerine koyarak akdin kurulmasını dar ve katı kurallar altına almak
doğru olmayacaktır. Bu sebeple bir akdin meşrûluğuna hükmetmek için
ticarî örf ve teamüller esas alınmalı ve karşılıklı rızayı gösteren her söz
ve davranış akdin kurulması için yeterli kabul edilmelidir.
BİBLİYOGRAFYA
Ali Haydar Efendi (v. 1936), Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, (Çeviren:
R. Gündoğdu- O. Erdem), I-IV, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, t.y.
Başöz, Lütfü/Çakmakçı, Ramazan, Borçlar Kanunu, Legal Yayıncılık, 3. Baskı,
İstanbul 2004.
Çeker, Orhan, İslâm Hukukunda Akidler, A.İ.H. Yayıncılık, İstanbul 2006.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998.
Ergüney, Hilmi, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, İstanbul 1973.
el-Fetâva’l-Hindiyye (haz. Şeyh Nizam Burhanpurlu ve diğerleri), I-VI, Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye, Beyrut 1980.
İbnü’l-Hümâm, Kemalüddin Muhammed b. Abdulvâhid (v.861/1457), Şerhu
Fethu’l-kadîr, I-IX, Beyrut, t.y.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed (v.
620/1223), el-Muğnî, I-XV, Kahire 1992.
İbn Nüceym, Zeynüddin b. İbrahim (v.970), el-Eşbah ve’n-nezâir, Dımaşk, 1983.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed (v. 595), Bidâyetü’l-müctehid ve
nihâyetü’l-muktesid, Beyrut 1997.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, İstanbul 1991.
Kâsânî, Alauddin Ebu Bekr b. Mes’ud (v. 587), Bedâ’i’u’s-sanâi’ fi tertîbi’ş-şerâ’i’,
Beyrut 1982.
85
Merginânî, Ebü’l-Hasan Burhanuddin Ali b. Ebû Bekr (v. 593/1197), el-Hidâye
şerhu Bidâyeti’l-mübtedî, I-IV, Eda Neşriyat, Ofset Baskı, İstanbul 1991.
Muhammed Seyyid Ali Bahrülulum, Uyubü’l-irade fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye, Beyrut
1984.
Sahnûn, Abdüsselam b. Said (v. 240), el-Müdevvenetü’l-kübrâ, Mısır 1323.
Senhurî, Abdürrezzak Ahmed, Mesâdiru’l-Hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Mısır 1968.
Şekerci, Osman, İslâm Şirketler Hukuku, İstanbul 1981.
Şîrâzî, Ebu İshak (v. 476), el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, Mısır, t.y.
Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7. Bası,
İstanbul 1993.
Zeylâî, Fahruddin Osman b. Ali (v. 743), Tebyinu’l-hakâik şerhu Kenzi’d-dekâik,
Mısır 1314 (h).
86
TÜKETİM AMAÇLI BORÇLANMALARDA VE
İHTİYAÇLARIN KARŞILANMASINDA FAİZSİZ
ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
GİRİŞ
İnsanlar hayatlarını idame ettirebilmek için belirli eşyanın mülkiyetine
sahip olup bunu kullanmaya ve tüketim yapmaya ihtiyaç
duymaktadırlar. Tabiî ihtiyaçlarını karşılamak ya da hayat standardını
yükseltmek için nakit ihtiyacı olanların faizli bir akit yapmadan bu
taleplerine çözümler sunulması, İslam dininin büyük günah kabul ettiği
faizin yaygınlaştığı günümüzde ayrı bir önem arz etmektedir.
Borç talebini ve kredi kullanımını, üretim amaçlı ve tüketim amaçlı
olarak ikiye ayırmak mümkündür. Mevcut üretim kapasitesini artırmak
ya da yeni bir üretim tesisi açmak isteyenlere faizli krediye alternatif
olarak ortaklılar tesis etmek ya da finansal kiralama yöntemlerine
başvurmak gösterilebilir. Üretim amaçlı nakit temininde faizsiz yeni
yöntemler üzerinde ayrıca çalışılması gereken bir konudur. Burada ele
alınan mevzu, tüketim kredileri kapsamında olduğu için üretim amaçlı
kredi kullanım yolları ve alternatif çözüm önerileri bu makalede yer
almamaktadır.
Borçlanmalarda faizsiz yöntemlere, temel kazanç yöntemi risksiz olarak
paradan para kazanmak olan faizli banka ve diğer kurumların direnç
göstermesi söz konusu olabilecektir. Bu engeli aşmak kolay olmamakla
birlikte, yönetim erkinin iradesini göstermesi, halkın faizin haramlığı
hususunda bilinçlenmesi, bankalara faizsiz kazanç kapılarının açılması
gibi yöntemlerle yeni sistemin benimsenmesi sağlanabilir. Küçük bir
şehirde bile her köşe başında farklı banka şubelerinin olduğu ekonomik
yapıdan ihtiyaç sayısı kadar bankanın mevcut olduğu bir yapıya geçmek
reel ekonominin canlanması bakımından daha isabetli olacaktır.
Yeterli
nakde
sahip
olmayanların
tüketim
ihtiyaçlarını
karşılayabilmeleri için temelde iki yol vardır. Birincisi önce nakdin
sağlanıp daha sonra ihtiyaç duyulan şeyin satın alınmasıdır. İkinci yol
ise tüketici ya da kullanıcı durumunda olanların yeterli miktarda nakit
temin etmeksizin tüketim eşyasına sahip olmaları, süreç içinde yapılan
ödemeler ile borcun kapatılmasıdır. Burada her iki metot ile ilgili farklı
çözüm önerileri ve uygulama örnekleri ele alınmaktadır.
Bu makale daha önce İslam Hukuku Araştırmaları Dergisinde (Sayı: 32, s. 25-45, 2018)
yayınlanmıştır.
87
A. TÜKETİM BORÇLANMALARI İÇİN FAİZSİZ NAKİT TEMİN
YOLLARI
Kullanmak veya tüketmek amacıyla bir mala sahip olmak isteyen kişinin
yapması gereken, yeterli nakdi (semeni) satıcıya vermesidir. Bunu
karşılayabilecek ölçüde zenginliğe sahip olmayanlar için faizli borç
almak yerine tüketime yönelik ihtiyaçları karşılamak için faizsiz nakit
temin etme yolları sunmak mümkündür.
Toplumda karz-ı hasen kavramının değerinin kavratılması, bankalarda
“karz” hesabının açılması, kamu ya da özel sektörde çalışanlardan
düzenli maaş ödemesi olanların ileriye yönelik maaşının belirli bir
oranının avans olarak kullanılması, çalıştığı süre dikkate alınarak
kazanılmış hak konumunda olan kıdem tazminatlarının kullanılması,
munzam karşılık (reserve requirement) olarak merkez bankasında
tutulan paraların kullanılması, imece uygulaması, bireysel tasarruf
sistemi ve karz fonu uygulaması bu kapsamda başvurulabilecek başlıca
uygulamalardır.
1- Faizsiz Borç Vermenin Önemi
Karz-ı hasen, nakit paranın veya tüketilmek suretiyle istifade edilen
mislî bir malın, bilâhare mislini almak üzere fazlalık beklemeksizin talep
eden kişiye verilmesidir.1 Ödünç verene mukriz, ödünç alana da
müstakriz denilmektedir.2 Türkçe’deki ödünç kelimesi, karzın yanı sıra
âriyet akdini de içine alan bir genişlikte kullanılmakla birlikte karz
tüketim ödüncü, âriyet kullanım ödüncüdür.3 Karz akdi, her toplumda
hayatın vazgeçilmez bir uygulaması olarak varlığını devam ettirmiştir.4
Kur’ân-ı Kerim’de altı ayette geçen “karz” kelimesi hep “hasen” sıfatı ile
“karz-ı hasen” şeklinde beyan edilerek,5 fazlalık beklemeksizin6 ödünç
vermek “Allah’a borç vermek” olarak nitelendirilip teşvik edilmekte ve
ödünç verenlerin kazanacağı sevaba işaret edilmektedir. Hz. Peygamber
(s.a.), toplumda karz vermenin sağlıklı bir şekilde yürümesi için ödünç
Bk. Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, XVII, 423; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 383;
İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, XX, 77; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 81; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî
ve edilletüh, V, 437.
2 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, 13.
3 Apaydın, “Karz”, DİA, XXIV, 521.
4 Osmanlı devletinde XVIII. yüzyılda karz alan ile karz veren kurum ve şahısların listesi
için bk. Kaya, XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nazari ve Tatbiki Olarak Karz İşlemleri,
s. 168-216.
5 Bk. Bakara Sûresi, 2/245; Mâide Sûresi, 5/12; Hadîd Sûresi, 57/11, 18; Tegâbun Sûresi,
64/17; Müzzemmil Sûresi, 73/20.
6 Karz akdinde menfaat beklememenin gerekliliği ve meşru olmayan menfaat örnekleri
için bk. Amrânî, el-Menfe‘a fi’l-karz, s. 53 vd.
1
88
alanın ve ödünç verenin haklarının korunmasını istemiştir.7 Sıkıntı ve
zorluk içinde olanlara, karşılık beklemeksizin yardım etmek erdemli
davranışlardandır. Hz. Peygamber (s.a.) dünyada darda olanlara
kolaylık gösterene Allah Teâlâ’nın hem dünyada hem de ahirette
kolaylık ihsan edeceğini ve bir Müslümanın dünya sıkıntılarından
birisini giderenin kıyamet günü sıkıntılarının birisinin giderileceğini
haber vermiştir.8
Karz-ı hasen ayet ve hadislerdeki bu müjdelere ulaştırmasının yanında
sosyal ve beşerî ilişkilerde de olumlu etkiler bırakmaktadır. Bir kişi borç
vererek bencil ve çıkarcı olmadığını, çevresindekilere faydalı olma
bilinci taşıdığını, uhrevî menfaatler kazanma gayesi taşıdığını
göstermektedir. Borç alan kişi, sıkıntıya düştüğünde kendisine yardım
edecek insanların bulunduğunu görerek beraber yaşadığı topluma
güven duymakta, tanıdığı zenginin malına hırs ve kıskançlıkla değil
zaman zaman kendisinin de yararlandığı bir servet olarak bakmakta,
aldığı borç ile maddî ihtiyacını karşılamakta ve bir süre sonra borcu geri
ödemekle yükümlü olduğu için çalışıp üretme gayreti içine girmektedir.
Fert ve toplum hayatı için bu kadar önemi olan karz-ı hasenin yeteri
kadar yaygınlık kazanmamış olmasının birçok sebebi vardır. Elde
edilecek manevî mükâfatın yeteri kadar bilinmemesi, insanlar arasında
güven duygusunun zedelenmiş olması, bencillik ve şahsî çıkarcılık
davranışlarının yaygınlık kazanması bu sebeplerin başında gelmektedir.
Eğitim hayatının çeşitli aşamalarında ayet ve hadislerdeki karz-ı hasene
teşvik içeren bilgilerin ele alınıp bu konuda bilinçlenmenin sağlanması
ve farkındalık oluşturulması mümkündür.
Sevap kazanma gayesi olmayan ve kendi çıkarını her şeyin üstünde
tutan bir insan modeli için karşılıksız borç vermek uygulanabilir bir
davranış değildir. Bu engeli aşmak için, - Hz. Peygamber’in şahsında ve
onun eğitiminden geçen ashabın hareket tarzında ortaya çıkan “Kendisi
için istediğini kardeşi için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş
olmaz.”9 hadisi ile de özlü bir şekilde beyan edilen- ideal Müslüman
modelinin tanıtılması ve hayatta tatbikinin sağlanması gerekir.
Karz-ı hasen ile tüm tüketim borçlanmalarının finansmanının
sağlanması mümkün olmamakla birlikte, belirli ölçüde toplumdaki
ihtiyaç giderilebilir. Önemli olan husus, karz vermenin önündeki
engellerin kaldırılmasıdır.
Bk. Buhârî, “İstikraz”, 2; 2257; Nesâî, “Büyû‘”, 99, 135; Ebû Dâvud, “Akdiye”, 29, 3628.
Bk. Ebû Dâvud, “Edeb”, 4946; Tirmizî, “Birr ve’s-sıla”, 1930.
9 Nesâî, “İman”, 5017.
7
8
89
2- Bankalarda “Karz” Hesabının Açılması
Karz-ı hasenin yaygınlaşmamasının temel sebeplerinden birisi
insanların birbirine olan güven duygularının zayıflaması ve borcun
zamanında geri ödenmeme ihtimalinin yüksek olmasıdır. Bu engeli
aşmak üzere bankalarda “karz hesabı” açılması mümkündür. Teklif
edilen bu öneriyi örnek bir olay üzerinden şu şekilde açıklamak
mümkündür.
Borç isteyen (A), parası olduğunu düşündüğü (B)’ye 80.000 tl vermesi
için müracaat etmektedir. (B), bankadaki “karz hesabına” 100.000 tl
yatırmaktadır. (A), (B)’den aldığı ödünç kullanma belgesi ile bankaya
başvurmaktadır. Banka (A)’ya 80.000 tl vermektedir. Banka, kalan 20.000
lirayı süresi içinde istediği şekilde kullanma hakkına sahiptir. Borcun
geri ödenme süresi 1 yıldır. Süre sonunda iki ihtimal söz konusudur.
Birinci ihtimale göre; (A) 80.000 + bir yıllık enflasyon farkını bankaya
yatırmakta, banka bu miktarı+ enflasyon farkını eklediği 20.000 lirayı
(B)’ye ödemektedir. Böylece (B)’ye yılsonunda enflasyon farkı eklenmiş
olarak 100.000 lira ulaşmış bulunmaktadır. Bu işlemi, altın üzerinden
yaparak enflasyon farkı olmaksızın yapmak da mümkündür.
İkinci ihtimale göre; (A) yılsonunda 80.000 tl bankaya yatırmamıştır.
Banka elinde tuttuğu 20.000 lirayı ve (A)’nın henüz ödemediği 80.000
lirayı öz kaynaklarından (B)’ye ödemektedir. (B) verdiği borcu
zamanında geri almaktadır. Ancak borç alan (A)’nın bankaya borcu
devam etmektedir. Banka alacağı tahsil için başvurulacak yasal yollarla
80.000 lirayı enflasyon farkı ve mahkeme masrafları dâhil olmak üzere
(A)’dan tahsil edecektir. Bu durumun ortaya çıkabileceğini düşündüğü
durumlarda bankanın sürecin en başında (A)’dan rehin, kefil, ipotek
talep etmesi mümkündür.
Henüz uygulaması olmayan “karz hesabı” teklifinin hayata geçirilmesi
durumunda taraflar için şu faydalı sonuçların elde edilmesi mümkün
olabilecektir. Borç verenler süre dolduğunda alacağını tam olarak geri
alabilme garantisi içinde olacaklardır. Bu durum rahat bir şekilde karz-ı
hasen yapıp sevap kazanmaya fırsat sunacaktır. Tanıdık ve akrabalar
arasında borç isteyenden rehin, kefil talep etmek kırgınlıklara sebep
olabilmektedir. Önerilen bu sistemde bu tür talepleri isterse banka
yapacağı için doğabilecek kırgınlıklar engellenecektir. Hırsızlıkların
arttığı günümüzde evde tutulup çalınma riski taşıyan servete borç süresi
boyunca güvence sağlanmış olacaktır.
Bu işlemde banka, karz hesabında tutulup bankada bırakılan %20
oranındaki miktarı süresi içinde istediği gibi kullanma imkânı
bulacaktır. Yılsonunda kâr dağıtımı veya faiz ödemesi yapmayacağı bir
90
mevduata sahip olmak bankalar için önemli bir avantaj olacaktır. Borcun
zamanında ödenmemesi durumunda borç verene paranın tamamını öz
kaynaklardan ödeme mükellefiyeti bankalar için olumsuz gibi gözükse
de bankalar kurumsal tüzel kişilikleri ile, her türlü yasal yola müracaat
ederek alacağı tahsil imkânına sahip olacağı ve isterse rehin, kefil veya
ipotek talep edebileceği için10 bu tür olumsuz durumların kısa sürede
çözüme kavuşması mümkün olacaktır.
İnsanlardan, reddetme ihtimali olan konularda istekte bulunmak kolay
değildir. Borç istemek de birçok kişi için oldukça zor bir durumdur.
Önerilen bu sistemin uygulanması durumunda borç talep etmek daha
kolay hale gelecektir.
“Karz hesabı” uygulaması, sayılan bu faydalarının yanında yastık altı
olarak tanımlanan servetin ekonomiye kazandırılması ve faizli kredilere
alternatif olması bakımından da önemlidir.
Burada önerilen uygulama ile karz akdinde vadenin bağlayıcılığı
meselesi arasında önemli irtibat bulunmaktadır. İslam hukukunda karz
akdinde vadenin bağlayıcılığı konusunda ihtilaf vardır. Hanefîler, karz
akdi ile doğan geri ödeme borcunun daha doğarken muaccel olarak
doğduğunu kabul edip karz akdinde vadenin bağlayıcı olmadığını
savunmaktadırlar.11 Karz akdinin teberrû niteliği taşıması ve karz
akdinin vadenin bağlayıcı olmadığı âriyet akdine benzemesi savunulan
görüşe delil olarak gösterilmektedir.12 Şâfiî, Evzâî, İbnü’l-Münzir ve
Ahmed b. Hanbel’e göre de belirlenen sürenin hukukî bağlayıcılığı
yoktur.13 Mâlikî mezhebinde ise, va’d bağlayıcı kabul edildiği için,
karzda ileri sürülen vadenin de bağlayıcı olacağı kabul edilmiştir.14
Zikredilen “karz hesabı” önerisinin uygulanabilmesi için karz akdinde
belirlenen sürenin bağlayıcı olması gerekmektedir. Borç verenin
alacağını her an talep edebileceği bir şekilde sistemi inşa etmek mümkün
olmayacaktır. Dolayısıyla bu uygulamanın hayata geçirilebilmesi için
Mâlikî mezhebinin görüşü olan karz akdinde vadenin bağlayıcı olduğu
ictihadının esas alınması gerekmektedir.15
Karz akdinin güvence altına alınması için başvurulabilecek yollar için bk. Gazâle,
Akdü’l-karz müşkiletü’l-fâide, s. 67.
11 Serahsî, el-Mebsût, XVI, 289; Yaran, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, s. 102.
12 Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, XVII, 424.
13 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 389; Gamrâvî, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, s. 162.
14 İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 389.
15Karz
akdinde vadenin bağlayıcılığı hakkında bk. Durmuş, “Fıkıhta Karz
Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı Meselesi”, s. 315-330; Özdemir, “Karz
Akdinin Mahiyeti ve Faizli İşlemleri Önleme Fonksiyonu”, s.130-132.
10
91
3- Maaşların Avans Olarak Kullanılması
Avans kavramı, bir işin ifası için yapılan peşin ödeme anlamında
kullanıldığı gibi, belirli bir süre sonunda geriye alınmak üzere verilen
para için de kullanılmaktadır.16
İlgili mevzuatta yetkili mercilerce ödeme gününden önce ödenmesine
karar verilen maaş ve ücretlerin avans olarak verilebileceği ilgili
yönetmelikle karara bağlanmıştır.17 Kamu ya da özel sektörde
çalışanlardan düzenli maaş ödemesi olanların ileriye yönelik maaşının
belirli bir oranının avans olarak kullanılması ile tüketim ihtiyaçları için
nakit temin edilmesi sağlanabilir.
İslam hukukunda işçinin18 ücretinin iş bitiminde verilmesi de
başlangıçta peşin olarak verilmesi de mümkündür. Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliye’de bu husus “Ücretin tâcil ve te’cili hakkında akıdeyn her ne şart
ederlerse ona riayet olunur.” (Madde 473) şeklinde belirlenmiştir.
Tüketim ihtiyaçlarının finansmanında avansın kullanılmasının başlıca
dezavantajlı noktaları; tüketime yönelik eğilimin yüksek olduğu
günümüzde gereksiz ihtiyaçlar için harcamaların yapılma ihtimali, ileri
tarihlerde mağduriyete yol açacak ölçüde gelir kaybı ile
karşılaşılabilmesi ve öngörülemeyen durumlar sebebiyle iş akdinin sona
erdirilmesidir. Bu ihtimaller bulunmakla birlikte avans çekiminde belirli
esaslar belirlenerek bu olumsuzlukları aşmak mümkündür. Avansın
hangi amaçla kullanılacağının önceden kuruma bildirilmesi, kurumun
talepler arasında öncelik-sonralık sıralaması yapması, verilecek avansın
maaşın yarısını geçmeyecek bir oranla sınırlandırılması, avans çekme
hakkının on yılda bir defa gibi bir ölçüye bağlanması, iş akdinin sona
ermesi durumunda çalışana ödenecek tazminatlar ile avans geri
ödemesinin yapılacağının anlaşma metnine eklenmesi avans çekiminde
karşılaşılabilecek problemleri önleme adına alınabilecek tedbirler
arasında sayılabilir.
Süreye yayılmış bir maaş ödemesi daha kolay olacağı için işverenin
çalışanına avans vermesi ekonomik bakımından menfaatine uygun bir
durum değildir. Bununla birlikte faizsiz işlemlerin yaygınlık
kazanmasına katkı sağlamak, çalışanların kurumlarına bağlılıklarını ve
memnuniyet seviyelerini artırmak, temel ihtiyaçlarını karşılamış bir
Örs, İktisat ve Ticaret Ansiklopedisi, II, 118; Belli, Ekonomi Ansiklopedisi, I, 96.
Bk. Resmi Gazete, sayı: 26456, 08/03/2007, Ön Ödeme Usul ve Esasları Hakkında
Yönetmelik (Karar Sayısı: 2005/9913).
18İslam hukukunda işçilerin haklar hakkında ayrıntı bilgi için bk. Şakfe, “İslam
Hukukunda İşçinin Hakları” s. 163-174.
16
17
92
personelle üretimde bulunmak gibi faktörler kamu ve özel sektörde
avans uygulamasının yaygınlık kazanmasında etkili olabilir.
4- Kıdem Tazminatlarının Erken Kullanılması
Kıdem tazminatı işçinin çalıştığı kurumdan kendi isteği dışında
ayrılması durumunda işveren tarafından çalıştığı yıllar hesap edilerek
verilen tazminatı ifade etmektedir.19
İşyerinde belirli bir süre çalışmış olan ve hizmet sözleşmesi iş yasasında
belirlenen koşullarla sona eren işçi, işveren tarafından ödenen kıdem
tazminatı parasına sahip olmaktadır.20 Kıdem tazminatının niteliği
konusunda farklı görüşler olmakla birlikte21 yaygın görüş, işçinin maruz
kaldığı yıpranmayı telafi etme (tazminat) ve işsiz kalması muhtemel
olan süreç içinde ona destek olma (ikramiye) niteliği taşıdığıdır.22
Çalıştığı süre dikkate alınarak kazanılmış hak konumunda olan kıdem
tazminatının kişilere nakit temin yolu olarak kullandırılması
mümkündür. Buna göre, beş yıl bir işyerinde çalışmış olan işçiye yıllık
bürüt ücretinin beş ile çarpılması sonucunda elde edilen miktar teslim
edilir. Aynı kıdem süresi için bir defadan fazla kıdem tazminatı
ödenmeyeceği için,23 işçi aynı iş yerinde geçmiş döneme ait kıdem
tazminatı sıfırlanmış olarak çalışmaya devam eder. Devam eden süreçte
işten çıkarılıncaya ya da emekli oluncaya kadar kaç yıl daha çalışacak ise
o süre hesap edilerek tekrar kıdem tazminatına sahip olur.
Bu öneriye getirilebilecek temel itiraz noktası mevcut sistemde kendi
isteği ile işten ayrılanların kıdem tazminatına sahip olmamasıdır.
Önerilen teklif uygulamaya geçirilirse işten kendi isteği ile ayrılmak
isteyen kişi kıdem tazminatını erken kullanma hakkından
yararlandıktan hemen sonra işten ayrılır. Bu durumda sadece işten
çıkarmalarda değil, çalışanın kendi isteği ile ayrılması halinde de işveren
kıdem tazminatı ödeme mükellefiyeti ile karşı karşıya kalacaktır. Bu
itiraza karşı şu şekilde çözüm sunmak mümkündür. Erken kıdem
tazminatı kullanan işçilerin çalıştığı süre kadar aynı işyerinde tekrar
çalışmakla sorumlu olacağı belirlenebilir. Tekrar çalışma şartını kabul
etmeyenlerden erken ödenen kıdem tazminatının geri alınacağı ilgili
mevzuata yerleştirilebilir. Konuya fıkhî açıdan bakıldığında, elde edilen
kazancın meşru bir sebebe dayanması gerekmektedir. Kıdem tazminatı
Resmi Gazete, sayı: 2534, 10/6/2003, İş Kanunu (Kanun No: 4857).
Narmanlıoğlu, Türk Hukukunda Kanundan Doğan Kıdem Tazminatı, s. 41
21 Kıdem tazminatının hukukî niteliği hakkında bk. Ergin, Türk İş Hukukunda Kıdem
Tazminatının Geçirdiği Safhalar, s. 29-37.
22 Kutal, Ekonomi Ansiklopedisi, II, 795.
23 Elbir, İş Hukuku, s. 107.
19
20
93
kullanan kişinin belirlenen şartlara uymaması durumunda kullanılan
para meşruiyet temelini kaybedecektir. Dolayısıyla da erken ödenen
tazminatın ondan geri alınması mümkün olabilecektir.
Kıdem tazminatının erken kullanılması faizsiz nakit temini
sağlamasının yanında hem işçi hem de işveren için avantajlar sunacaktır.
İşverenin, tazminat miktarı yıldan yıla artıp yüksek miktarlara
ulaşmadan ödeme yapması mümkün olmakta, özellikle kalifiye işçi
bulma sıkıntısı olan sektörler için çok önemli bir avantaj olarak işveren
işçiden belirli bir süre daha o işyerinde çalışma vaadi almaktadır. İşçi,
ileride sahip olacağı paraya erkenden sahip olabilecek, işçinin, çalıştığı
kuruma olan güven ve bağlılığı artacak, bu da iş verimini olumlu yönde
etkileyecektir.
5- Munzam
Kullanılması
(Zorunlu)
Karşılıkların
(Reserve
Requirement)
Munzam (zorunlu) karşılık, bankaların sahip oldukları mevduatın
belirli bir oranının Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası nezdinde nakit
olarak tutmalarını ifade etmektedir.24 Tüm bankalar aylık mevduat
cetvellerine göre mevduatlarında ortaya çıkan artışa karşılık olan
mevduat karşılıkları Merkez Bankasındaki ilgili hesaba yatırmak
zorundadırlar.25
Günümüzde munzam karşılık tutarına faiz işletilerek bankalara bu
faizin ödendiği görülmektedir. Tüketiciye faizsiz nakit temininde
munzam karşılıkların kullanılabilmesi sisteminin işlerlik kazanabilmesi
için öncelikle yapılması gereken, munzam karşılıklar sebebiyle
bankalara faiz verilmeyeceğinin kurala bağlanmasıdır. Bu sayede
devletin elinde faiz ödeme mükellefiyeti olmayan büyük bir meblağ
ortaya çıkacaktır. Faizle mücadele kararı alan bir yönetim erki
tarafından burada biriken nakdin, belirli esaslar çerçevesinde halkın
temel ve önemli ihtiyaçları için faizsiz kredi olarak kullandırılması
mümkündür.
Zorunlu karşılıkların belirlenmesinin iki ana sebebi bulunmaktadır.
Birincisi, bankaya güven bunalımı oluştuğunda ani ve çok miktarda
para çekme talebi ile karşılaşılınca Merkez Bankasında tutulan
miktardan ödeme yapılmasının sağlanmasıdır. İkinci ise Merkez
Bankasına, munzam karşılık oranlarını artırma ya da azaltma kararı
alarak piyasadaki para arzını azaltma ve çoğaltma imkânı sunmasıdır.
Bu iki hedefe aykırı olacağı için zorunlu karşılıkların faizsiz kredi için
24
25
Resmi Gazete, sayı: 29945, 11/1/2017, “Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ”.
Kocaimamoğlu, Bankacılık Ansiklopedisi, s. 467.
94
kullanılmasına bir eleştiri getirilirse cevap olarak şu yaklaşımı sunmak
mümkündür.
Ticarî bir kuruluş olduğu için bir bankaya güvenin sarsılması ve
mevduatın geri çekilme talebinin olması her zaman ihtimal dâhilindedir.
Ancak bu genel ekonomik yapı içinde istisnaî bir durumdur. Munzam
karşılıkların faizsiz tüketim kredisi olarak kullanılması durumunda
zorunlu karşılıklar nakit olarak tutulmadığı için oradan ödeme yapma
imkânı olmamakla birlikte bu problemin çözümü için alternatif iki yol
bulunmaktadır. Birincisi, devletin diğer gelirlerinden zorunlu karşılık
olarak belirlenen miktarın ödenmesi, diğeri ise bu miktarın banka
borcundan devlet borcuna dönüştürülmesidir. Bankaya parasını yatıran
vatandaş devletin güvencesini aldıktan sonra güven duygusu
yaşayacağı için problem büyük ölçüde çözüme kavuşacaktır. Nitekim
günümüzde birçok devlet, bankacılık sistemine güvenin temin
edilebilmesi için mevduatın belirli bir kısmına devlet garantisi
vermektedir.
İkinci olarak, önerilen sistemde zorunlu karşılık oranlarının piyasa
dengelerinin korunmasında araç olarak kullanılmasının önünde bir
engel bulunmamaktadır. Devlet uygun gördüğü munzam karşılık
oranlarını yine belirleyebilir ve mevcut piyasa şartlarına göre artırma ya
da azaltma şeklinde değişiklikler yapabilir. Oranların yüksek tutulduğu
zamanlarda faizsiz kredi kullandırma limiti yüksek, oranların düşük
tutulduğu dönemlerde faizsiz kredi kullandırma limiti düşük olacaktır.
6- Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemi26 (Elbirliği Sistemi)
Fertlerin yeterli miktarda nakit temininde kendi başlarına yeterli
olmadığı durumlarda aynı şartlarda olanlarla bir araya gelip sıra ile her
ay bir kişinin maddî ihtiyacının karşılanması altın günü gibi adlarla
öteden beri halk arasında uygulanmaktadır. Günümüzde aynı sistemin
çeşitli değişiklikler yapılarak özel kuruluşlar tarafından tatbik edildiği
görülmektedir. Ancak şirketler tarafından yürütülmekte olan sistemin
mevcut haliyle bir takım mahzurlar taşıdığını söylemek mümkündür.27
Kira yardımı adı altında bazı katılımcılara ödemeler yapılması,
Şirketler kendilerini tanımlamada elbirliği sistemi kavramını kullanmakla birlikte
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından Tasarrufa Dayalı
Faizsiz Finansman Sistemi olarak isimlendirilmektedir. Bk. Öztürk, “Tasarrufa Dayalı
Finans Sisteminde Fon Fazlası Varlıkların Değerlendirilmesi”, s. 52.
27 Elbirliği sisteminin işleyişi ve fıkhî değerlendirmesi için bk. Kahraman, “Bir Faizsiz
Finansman Yöntemi Olarak Müşâreke Akdi ve Tasarrufa Dayalı Faizsiz Sistem”, s. 6984; Hacak, “Tasarrufa Dayalı Finansman Sisteminde Yapılan Akitlerin Analizi”, s. 85102.
26
95
mevzuatta yerinin olmaması,28 katılımcılara yeterli yasal güvence
sunamamaları, suiistimal yapmak isteyenlere açık kapılar bulunması,
vade ortasında teslim seçeneğinin sisteme sürekli katılım
sağlanamaması durumunda akamete uğrayacak olması, para trafiğinin
yeteri kadar denetlenememesi, organizasyon ücretinin kapsamı ve
miktarı başlıca sakıncalı yönleridir.29
Bu konuda yapılması gereken fıkhî açıdan mevcut sakıncalı yönlerin
ortadan kaldırılması için gerekli düzenlemelerin yapılması ve alternatif
çözüm önerilerinin dikkate alınmasıdır.30 Elbirliği sisteminin devlet
kurumları tarafından yürütülmesi de mümkündür. Devletin gözetim ve
denetimi altında çeşitli sayılardaki grupların bir araya gelip, her ay bir
ev ya da taşıt satın alınıp tesliminin yapılması mümkündür. Sistemin
devlet eliyle gerçekleştirilmesi birçok faydalı sonuçlar doğuracaktır. Bu
sayede katılımcılar hukukî güvenceye sahip olacak, kayıt dışı para
hareketlilikleri engellenecek, organizasyon ücreti adı altında alınan
ücret
alınmadan
sistem
devletin
memurları
tarafından
yürütülebilecektir.
7- “BTS” Bireysel Tasarruf Sistemi
Bireysel emeklilik sisteminin bir benzeri olarak, devletin belirli süre
tasarruf sistemine dâhil olanlara ev/araba alabilecek miktara yaklaşınca
katkı sağlaması mümkündür.
Önerilen sistemi bir örnek üzerinden şu şekilde izah etmek
mümkündür.
Bir şahıs 65.000 tl değerinde bir araba almak istemektedir. Devletin ilgili
kuruluşu ile anlaşma yapılmaktadır. Buna göre toplam miktar 30 ay
sonra tahsil edilmiş olacaktır. Katılımcı 30.000 tl’yi 15 ayda devlete
yatıracaktır. 15 ay sonra devlet, arabanın toplam fiyatını firmaya
ödeyerek arabayı katılımcıya teslim edecektir. Kalan 15 ay süresince
30.000 tl devlete ödenmeye devam edecektir. Eksik kalan 5000 tl ise
devletin sistemde olanlara katkı payı olarak kabul edilecektir. Uzun bir
vade süresi olduğu için milli paranın değer kaybetme ihtimali
2021 Yılında Tasarruf Finansman Şirketlerinin Kuruluş ve Faaliyet Esasları Hakkında
Yönetmelik yürürlüğe girmiştir. Bkz. Resmi Gazete Tarih: 7 Nisan 2021, Sayı: 31447.
29 Bk. Evli, “Elbirliği Sistemleriyle Ev Almaya Emin Miyiz?” s. 28-33; Örgüven- Kaya,
International Congress on Islamic Economics and Finance (ICISEF) “Konut
Finansmanında Elbirliği Sistemi: Müşterilerin Elbirliği Sistemi Tercihleri Üzerine Bir
Araştırma” s. 350.
30 Sistemin içindeki problemler ve alternatif çözüm önerileri için bk. Kaya, “Faizsiz
Finans İlkeleri ve Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemine Dair Öneriler”, s. 4150.
28
96
bulunduğundan sistemin satın alınacak arabanın satış yapılan para
birimi üzerinden kurulması mümkündür.31
Önerilen bu uygulamaya, fertler için kazançlı olmakla birlikte devlet için
maddî olarak gelir kaybına sebep olacağı düşüncesi ile itiraz edilebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki, devlet sırf ticarî bir kuruluş değildir.
Devletin maslahata dayalı olarak halka ödemelerde bulunması
meşrudur. Buradaki en büyük menfaat ve maslahat faizli işlemlerin
toplumdan kaldırılması için bir adım atılmasıdır. Bunun yanında
fertlerin tasarruf eğilimlerinin artırılması, vatandaşların sahip olmak
istedikleri ürüne kavuşmasının temin edilmesi, sözleşmenin yerli mal
alımı ile sınırlandırılması durumunda mal üretiminin doğrudan
desteklenmesi, millet ile devlet arasındaki güven bağının artması, vade
ortasına kadar ödenen miktar ile nakit temin edilmesi sistemin
sağlayacağı başlıca faydalardır.
8- “Karz-Güvence Fonu” Projesi
Faizli işlemlerin azaltılması ve zaman içinde tamamen kaldırılması
vizyonuna sahip olan bir devlet bu amaca hizmet etmek üzere “Karzgüvence fonu” uygulaması başlatabilir. Fonda para birikmesi için karz-ı
hasenin önemine yönelik eğitim programları başlatmanın yanında ilave
tedbirlerin alınması ve teşviklerin yapılması gereklidir.
İnsanların bir miktar para veya değerli madeni yastık altında
tutmalarının temel nedeni hastalık, afet ve ölüm gibi beklenmeyen ani
durumlarla karşılaşılabilecek olmasıdır. Fert olarak bu amaçla az
miktarda para elde tutulmakla birlikte ülke toplamı hesap edilince
büyük rakamlar ortaya çıkmaktadır. Bu paranın “Karz-güvence fonu”
projesi ile ekonomiye kazandırılması mümkündür. Bunun için
yapılması gereken fona para yatıran her şahsa devletin, üzerinde ileride
sunulacak hizmetin kapsamını açıklayan bir sertifika vermesidir.
Karz-güvence fonu projesini somut örnekler ile şu şekilde açıklamak
mümkündür.
(A) öldüğü zaman ihtiyaç duyulacak kadar miktarı yastık altında
tutmaktadır. (A) ölüm hali için belirlenen 10.000 tl miktarı fona yatırarak
“ölmeden önce ölüme hazırlık sertifikası” almakta ve vefat anından
kabre konuluncaya kadar yapılacak tüm masrafları devlet
üstlenmektedir.32
(B) çocukları evleneceği zaman beyaz eşyalarını alabilmek için yastık
altında para tutmaktadır. (B) düğün yardımı için belirlenen 15.000 tl
31
32
Özdemir, Güncel Meselelere Fıkhî Çözümler, s. 50.
Özdemir, Güncel Meselelere Fıkhî Çözümler, s. 50.
97
miktarı fona yatırarak “düğün için beyaz eşya sertifikası” almakta ve
düğün yapılınca önceden belirlenen marka ve miktarda beyaz eşyaları
satın almak devletin sorumluluğunda olmaktadır.
(C ) ortaokulda okuyan çocukları üniversite kazanınca eğitim masrafları
için yastık altında para tutmaktadır. (C ) 30.000 tl miktarı fona yatırarak
“üniversite eğitimine destek sertifikası” almakta ve önceden belirlenen
sınırlar çerçevesinde üniversite okuyan çocuğun giderlerini devlet
karşılamaktadır.
İslam hukukunda akitlerde tarafların aldanmasına ve yanılmasına sebep
olacak bilinmezliğin, cehaletin ve kapalılığın olmaması esastır. Teklif
edilen bu uygulamanın meşru bir zeminde işlerlik kazanabilmesi için,
talep edilen hizmet ile devletin sağlayacağı hizmet arasında tam bir
uyum olması gerekmektedir. Akdin sıhhati için bu durum tereddüde yer
bırakmayacak netlikte, akdin kuruluşu esnasında belirlenmelidir.
Bu projenin ana esası ileride alınacak hizmetin bedelinin önceden
ödenmesidir. Bir tarafta para diğer tarafta ise hizmet bulunmaktadır.
Yapılan işlemde karşılıklı para mübadelesi olmadığı için faize düşme
riski de bulunmamaktadır.
Önerilen sistemin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için, çocuğun
üniversiteyi kazanamaması gibi fiilî bir durum sebebiyle ileri tarihte
alınmak istenilen hizmet talep edilemeyecek olursa ya da sisteme katılan
kişinin başka ihtiyaçlarına öncelik vererek sistemden çıkmak istemesi
durumunda nasıl hareket edileceğinin önceden kararlaştırılması
gerekmektedir. Taahhüt edilen hizmet yerine getirilemediği
durumlarda alınan ücret iade edilmelidir. Akdin ikâlesi çerçevesinde
işlemler yürütülmelidir. Fonda tutulan para enflasyon karşısında
zamanla değer bakımından azalacağı için ödeme yapıldığı zaman devlet
geçen süredeki enflasyon farkını da ilave olarak ödemeyi taahhüt
etmelidir. İkâle talebinin geçerli bir mazerete dayalı olmaması
durumunda geri ödemelerin bir-iki ay sonra yapılması başlangıçta
yapılan sözleşmede karar altına alınabilir.
İnsanların böyle bir fona; karz sevabı kazanmak, faize karşı alternatif
çözüm önerilerine destek vermek, elindeki paranın değer kaybına
uğramasını engellemek, hırsızlık olaylarına karşı güvencede olmak gibi
gayelerle destek vermesi mümkündür. Yakın çevresinin borç talepleri
karşısında verecek parasının olmadığını söyleyerek hilaf-ı hakikat
beyanda bulunmak istemeyen ancak borç verirse kendi ihtiyaç
duyduğunda kolayca geri alamayacağını da bildiği durumlarda insanlar
için “Karz-güvence fonu” karşısındakini kırmadan talebini reddetmenin
de bir yolu olacaktır.
98
9- Zaman Aşımına Uğrayan Mevduatın Kullanılması
Bazı durumlarda banka hesaplarında az ya da çok bir miktarın hiçbir
işlem yapılmayarak bırakıldığına şahit olunmaktadır. Bankalardaki
mevduat, katılım fonu, emanet ve alacaklardan hak sahibinin en son
talebi, işlemi, herhangi bir yazılı talimatı tarihinden başlayarak on yıl
içinde aranmayanların zaman aşımına uğrayacağı ilgili yönetmelikle33
kabul edilmiştir. Belirli bir ilan süresi geçtikten sonra bu miktarlar
TMSF’ye devredilmekte ve fona gelir olarak kaydedilmektedir.34
Çalışılan bankanın değiştirilmesi durumunda önceki banka hesabındaki
küsuratın bırakılması, hesapta para olduğunun unutulması, hesap
sahibinin hiçbir mirasçı bırakmadan ölmesi gibi sebeplere dayalı olarak
banka hesaplarında belirli bir yekûn tutar para bulunmaktadır. Banka
hesaplarında unutulan/bırakılan mevduatın fona gelir olarak
kaydedilmesi yerine faizsiz tüketici kredisi finansmanında kullanılması
mümkündür.
İslam hukukunda unutulan yitik mallar ile ilgili hükümler “lukata”
başlığı altında ele alınmıştır. Belirli ilan ve duyuru yapıldığı halde sahibi
çıkmayan malların tasadduk edilmesi, bulan ihtiyaç sahibi ise
kendisinin kullanması ya da devlet hazinesine bırakılması meşru olarak
kabul edilmiştir.35 Bankalarda unutulan mevduat için en isabetli yol
devlet bütçesine aktarılması olacaktır. Ortaya çıkan tutarın, devletin
farklı ihtiyaçları için kullanılması meşru olmakla birlikte toplumda faizli
işlemlerin ortadan kaldırılmasına yönelik yapılacak bir planlamada bu
mevduatın faizsiz tüketici kredisi olarak da kullanılması meşru
olacaktır. Fonda biriken para sadaka olarak vermek yerine borç olarak
vermek tercih edildiğinde mevcut tutar zaman içinde azalmayacaktır.
Paranın hesapta unutulması her yıl tekrarlandığı için yıllar geçtikçe
büyüyen bir finansman kaynağı sağlanabilecektir.
B- YETERLİ NAKİT OLMAKSIZIN TÜKETİM İHTİYAÇLARININ
KARŞILANMA YOLLARI
İhtiyaçlarını karşılamak üzere yeterli nakde sahip olmayanlar için
alternatif çözüm önerileri getirilebilir. Faizli kredi kullanmadan belirli
güvence yöntemlerine (senet, rehin, sigorta, kefalet...) başvurularak
Resmi Gazete, sayı: 26333, tarih: 01.11.2006, “Mevduat ve Katılım Fonunun Kabulüne,
Çekilmesine ve Zaman Aşımına Uğrayan Mevduat, Katılım Fonu, Emanet ve
Alacaklara ilişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik.”
34 2017 yılında fona devredilen miktar 83.000.000 tl olmuştur. Bk. http://www.tmsf.org.tr
(Erişim: 22.11.2017). Makale yayınında rakam sehven 83.000 tl olarak yazılmıştır.
35 Lukata konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Serahsî, el-Mebsût, XIII, 22-42; İbn Kudâme,
el-Muğnî, VI, 346- 366; Köse, İslam Hukukunda Bulunmuş Mal ve Çocuk, s. 15-137.
33
99
vadeli satışların yaygınlaştırılması, katılım bankalarının yaptıkları
murabaha işlemlerinin tereddüde yer vermeyecek şekilde vadeli işlem
şartlarını taşımasının temin edilmesi, “Mülk devletin kullanım hakkı
vatandaşın” projesi, devletin yeni yaptığı ya da önceden var olan
menkul ve gayrimenkulleri uzun vadelerle vatandaşlara satması ve
“Borsa hissesi yöntemi” bu hususta gösterilebilecek önerilerdendir.
1- Elden Taksit ve Senetle Vadeli Satışın Yaygınlaştırılması
Günümüzde faizli krediye başvurulmasının temel sebeplerinden birisi
elden taksit ve senetle satış diye tanımlanan yöntemlerle vadeli satış
yapmaya satıcıların olumlu yaklaşmamalarıdır. Eskiden sıklıkla yapılan
faizli kredi kullanmadan belirli güvence yöntemlerine (senet, rehin,
sigorta, kefalet...) başvurularak vadeli alım-satım yapılma yönteminin
tekrar cazip hale getirilmesi faizli işlemlerin azalmasına katkı
sağlayacaktır.
Elden taksit ve senetle satışın yaygınlaşması için devletin bazı teşvik
unsurlarına başvurması gereklidir. Böyle bir akit kurulduğunda
anlaşmazlık halinde hızlıca âdil bir çözüm üreten hukukî
mekanizmaların kurulması, taraflara alım-satım vergi miktarlarında
indirimler getirilmesi, büyük inşaat projelerinde senetli vadeli mecburî
satış kotasının konulması devletin bu alanda alabileceği teşvik
unsurlarındandır.
2- Katılım Bankalarının Uyguladığı Murabaha Şeklinin Islah
Edilmesi
Murabaha kavramı geçmişte kullanılan anlamına göre günümüzde
değişime uğramıştır.36
Klasik murabaha satıcının malını maliyetine belirli bir kâr ekleyip
satması ile gerçekleşirken, bankaların yaptığı murabahada sipariş veren
müşteri, banka ve satıcı arasında gerçekleşen üçlü bir akit söz
konusudur.37
Katılım bankalarının gelirlerinin büyük çoğunluğunun murabaha adı
verilen işlemlerle elde edildiği38 göz önüne alındığında özellikle
murabahanın tereddüde mahal bırakmayacak şekilde düzenlenmesi
gereklidir. Banka ve müşterinin yaptığı vaadin bağlayıcılığı, bir akitte iki
akit yapma yasağı, akitlerde ileri sürülebilen şartların sınırları, vekâlet
uygulama şekilleri, akitten doğan sorumluluklar, murabahadan doğan
Klasik ve modern murabaha arasındaki farklar için bk. Cebeci, Modern İslam İktisadı
Literatüründe Murabaha Tartışmaları, s. 37-38.
37 Bayındır, Faizsiz Bankacılık, s. 77.
38 Cündî, Akdü’l-murabaha beyne’l-fıkhi’l-İslâmî ve’t-teamüli’l-masrafi, s. 176.
36
100
borcun geciktirilmesinde uygulanan işlemler, sahip olunmayan mal
satışı, temellük ve kabzın niteliği günümüz murabaha uygulamalarının
başlıca tartışmalı ve problemli yönleridir.39
Bu tartışmalı yönler açısından en çok dikkat edilmesi gereken husus,
kabzın şekli ve niteliğidir. Faiz yasağına düşmemek için yapılan işlemin
para ile paranın mübadelesi şeklinde olmayıp, gerçek manada bir
eşyanın banka tarafından alınıp vadeli olarak daha yüksek fiyata
satılması şeklinde olması gerekmektedir. Bunun için de yapılması
gereken bankanın gerçek bir müşteri olarak alım-satım akdinin şart ve
rükünlerine uygun bir şekilde evi/arabayı satın aldıktan sonra kendisine
başvuran kişiye vadeli olarak satmasıdır. Günümüz şartlarında bunun
önündeki en büyük engel bankanın ek maliyet olarak tapu/vergi masrafı
ile yükümlü olmasıdır. Yapılması gereken, devletin katılım bankaları
için birkaç gün içinde satmak üzere alınan mallarda tapu ve alım
masraflarında muafiyet tanımasıdır. Böyle bir fırsat tanınması
durumunda katılım bankaları satım akdinin tüm rükünlerine uyarak
gerçek bir alıcı olarak malı peşin satın alıp vade farkı ile müşterilerine
satabilecektir.
3- “Mülk Devletin, Kullanım Hakkı Vatandaşın” Projesi
Bu projede devletin belirli kriterleri sağlayan “ideal vatandaşlara”
tanıdığı bir yararlanma hakkı mevcuttur. İdeal vatandaş kimlerdir
sorusuna cevap olarak devletin önceliklerine göre birçok esas
belirlenebilir. Örnek olarak ifade etmek gerekirse; vergisini zamanında
ödeyenler, sigara içmeyenler, geri dönüşüm kotasını dolduranlar, sabıka
kaydı olmayanlar, ilave kamu hizmeti yapmayı kabul edenler, israf
etmeyenler (kullanım ömrü bitmeden eşyalarını değiştirmeyenler,
elektrik-su gideri ortalamayı aşmayanlar gibi), aynı vasıftaki mallar
arasında yerli üretimi tercih edenler ideal vatandaşlardır.
Bu vasıflara sahip olanlara devlet, mülkiyeti kendinde olmak üzere evin
ya da arabanın çok uzun süreliğine kullanım hakkını devredebilir. Bu
projenin devlet bütçesi üzerinde ek külfet doğuracağı açıktır. Ancak
sigara içenlerin sağlık giderleri için yapılan masraflar, vergi
kaçaklarından oluşan gelir kayıpları, lüks ve israf sebebiyle ortaya çıkan
zararlar, iyi vatandaşın kamuya hizmet adına yapacağı olumlu
davranışlar düşünüldüğünde başlangıçta devlet için ek külfet olarak
gözükse de bu proje uzun vadede devlet için kazançlı sonuçlar
doğuracaktır.
39
Bk. Karadavî, Bey’ü’l-murabaha li’l-amir bi’ş-şira’ kema tecriyeti’l-mesarifi’l-İslâmiyye, s. 2781; Cebeci, Modern İslam İktisadı Literatüründe Murabaha Tartışmaları, s. 140-184.
101
Projeden yaralananların haklarının devam etmesi için ideal vatandaş
kriterlerine uygun davranmasının şart koşulması durumunda yanlış
yapmamaya özen gösteren, sorumluluklarını yerine getirmek için azamî
gayret gösteren vatandaş profili ile karşılaşılacaktır ki, bu her devletin
arzu edeceği ve kolayca ulaşamayacağı bir hedeftir. Proje uygulamaya
geçirilmesi durumunda bu hedefe kolaylıkla ulaşılabilecektir.
4- Uzun Vadeli Ev ve Araba Satışı
Sosyal devlet olma vasfının bir gereği olarak devletin yeni yaptığı ya da
önceden var olan menkul ve gayrimenkulleri uzun vadelerle
vatandaşlara satması, faizsiz olarak bu tür temel ihtiyaçların
karşılanmasını sağlayacaktır. Bu uygulama günümüzde TOKİ gibi
devlet kurumları vasıtası ile hayata geçirilmektedir. Bu tür projelerin
yoğun bir talep ile karşılandığı görülmektedir. Devlete düşen temel
vazife özellikle ilk ev almak isteyenlerin tamamının ihtiyacını
karşılayacak sayıda –gerekirse başka bütçe giderlerinden kısıtlamalara
giderek- bu uygulamaya devam etmesidir.
Sosyal yardım kapsamlı uygulamalarda kâr beklentisi olması isabetli
olmamakla birlikte, bu projenin kapsam alanını genişleterek orta sınıf ve
üstünün tüketim ihtiyaçlarına yönelik olarak vade farkı ile belirli kâr
marjının hedeflenmesi de mümkündür. Devletin elinde bulunup âtıl
hale gelen, fazla kullanılmayan, yenilenme ihtiyacı olan ya da işlevini
yitirmiş menkul ve gayrimenkul malların uzun vadelerle vatandaşlara
satılması mümkündür.
Belirli aralıklarla yenilenen devlete ait makam ve hizmet araçlarının,
masraf çıkarmaya başlayan lojmanların, gümrüklerde bekleyen
otolardan uygun fiyata peşin satışı gerçekleşmeyenlerin uzun vadeli
satış yöntemi ile devlet tarafından satılması mümkündür.
5- Borsa Hissesi Satın Alma Yöntemi
Hisse senedi, belirli oranda ortaklık sermayesine katılma payını temsil
eden, şekil şartlarına uygun olarak düzenlenen kıymetli evraklardır.
Hisse senetleri şirket sermayesinin belirli bir kısmını temsil ettiği için
kişinin şirkette kanunî olarak belli hakka sahip olduğunu ifade
etmektedir.40
İnşaat ve oto satış firmalarının borsadaki hisselerinin belirli bir
miktarının satın alınması durumunda, hisse senedine sahip olmaya
devam edildiği sürece şirketlerin bünyesindeki ev ve arabadan
yararlanma hakkının tanınması; hissenin değerinin yeterli seviyeye
Özalp, Borsada Uygulanan
Değerlendirilmesi, s. 17.
40
Açığa
Satış
İşlemlerinin
İslam
Hukuku
Açısından
102
çıkması durumunda mülkiyetin naklinin gerçekleştirilmesi projenin ana
esasını oluşturmaktadır.
Borsa hissesi satın alma yöntemini örnek üzerinden şu şekilde izah
etmek mümkündür.
(A) inşaat firmasının 50.000 tl değerindeki hissesini alan (B), 200.000 tl
satış fiyatı olan dairede oturma hakkı kazanmaktadır. (B)’nin önünde iki
yol bulunmaktadır. Birinci yol şirket hisselerini almaya devam etmektir.
Şirketin hisselerini satın almaya devam eden (B) oturduğu evin satış
fiyatı kadar hisse aldığında evin mülkiyeti kendisine geçmekte ve
şirketle olan ortaklık ilişkisi sona ermektedir. İkinci yol ise hisse
almamak hatta elindeki şirket hisselerini de satmaktır. Bu durumda
yapılacak bir anlaşma ile bir müddet sonra (B) evi tahliye etmekle
yükümlü olacaktır.
Bir firmanın ürettiği 100.000 tl değerindeki otomobili almak isteyen (C )
şirketin 30.000 tl hissesini aldığında kendisine istediği modelin ikinci el
durumundaki bir araç kullanılmak üzere tahsis edilmektedir. Şirketin
hisse senetlerini almaya devam eden ( C ) istediği aracın satış fiyatına
ulaştığında kullandığı aracı geri vererek yeni üretilen 0 araca sahip
olmaktadır. Bu proje dâhilinde ortaklık hisseleri alanlar şirketin yıllık
dağıtacağı kâr ve kazançlardan bir gelir elde edemeyecektir. Başlangıçta
aldığı hisse senedini elden çıkarması durumunda ya da hisse alışı
yönünde bir temayülü olmaması durumunda (C ) kullanmakta olduğu
arabayı şirkete geri iade etmektedir.
Bu projeyi hayata geçirecek bir şirketin en kazançlı olacağı husus
borsadaki hisselerinin sürekli alış yönünde bir eğilim kazanmasıdır.
Talep fazlalığı hisse senedinin değerinin artmasına bu da şirketin daha
çok büyümesine imkân sunacaktır. Oturduğu evin mülkiyetini elde
etme isteği taşıyan hisse sahiplerinin sürekli bu şirketin hisselerini
almaya devam etmesi gelip-geçici değil sürekliliği olan bir hisse senedi
talep ivmesi doğuracaktır. Bu durumun ticarî kuruluş ve şirketlere
olumlu sonuçlar doğuracağı açıktır.
SONUÇ
İslam dininin ekonomik hayata ilişkin temel ilkelerinden birisi faizli
işlemlerin olmamasıdır. Bu, herkes tarafından bilinmekle birlikte
yaşanılan çağın hâkim ekonomik güçlerinin de etkisi ile Müslümanlar az
ya da çok faizli akitlerle karşılaşabilmekte, bazen faiz alan bazen de faiz
veren konumunda bulunmaktadırlar.
İslam’ın öngördüğü faizsiz ekonomik sistemin uygulanabilir ve
yürütülebilir olduğunu göstermek fıkıh ilminin dolayısıyla da fakihlerin
103
temel görevleri arasındadır. Faizle mücadele edebilmek için öncelikle
yapılması gereken, insanların hangi amaçlarla faizli işlemler yaptıklarını
tespit etmek daha sonra ise topluma faizsiz alternatif imkânlar ve
fırsatlar sunmaktır.
Faizli kredilere başvurmanın iki ana nedeni bulunmaktadır. Birincisi
işyerini büyütmek, yeni fabrika açmak, üretim bandını genişletmek gibi
üretime yönelik faaliyetler için talep edilen kredilerdir. Bu tür
borçlanmalar için faizli kredi temin etmek yerine ortaklıklar kurmak ya
da finansal kiralamalar yapmak mümkündür. Bunlar dışında da
alternatif çözüm önerileri geliştirmek mümkündür. Faizli kredilere
başvurmanın ikinci nedeni ise tüketim ihtiyaçlarını karşılama gayesidir.
Bu amaçla faizli işlemler yapan tüketicilere farklı çözümler sunmak
faizin toplumdan büyük oranda azalmasına ve zaman içinde tamamen
ortadan kalkmasına zemin hazırlayacaktır.
Yeterli
nakde
sahip
olmayanların
tüketim
ihtiyaçlarını
karşılayabilmeleri için temelde iki yol vardır. Birincisi önce nakdin
sağlanıp daha sonra ihtiyaç duyulan şeyin satın alınmasıdır. İkinci yol
ise tüketici ya da kullanıcı durumunda olanların nakit temin etmeksizin
tüketim eşyasına sahip olmaları, süreç içinde yapılan ödemeler ile
borcun kapatılmasıdır.
Faizsiz nakit temin yolları olarak; karz-ı hasenin değerinin kavratılması,
bankalarda karz hesabının açılması, maaşların avans olarak
kullanılması, kıdem tazminatlarının erken kullanılması, munzam
(zorunlu) karşılıkların kullanılması, elbirliği sisteminin uygulanması,
banka hesaplarında unutulan paranın faizsiz tüketici kredisi olarak
kullandırılması, bireysel tasarruf sistemi ve karz-güvence fonu projesi
bu konuda başvurulabilecek başlıca uygulamalardır.
Yeterli nakit olmaksızın tüketim ihtiyaçlarının karşılanma yolları olarak;
elden taksit ve senetle vadeli satışın yaygınlaştırılması, uzun vadeli ev
ve araba satışı, murabaha yönteminin aksayan yönlerinin ıslah edilmesi,
“Mülk devletin kullanım hakkı vatandaşın” projesi veya “Borsa hissesi
satın alma yöntemi” projesinin hayata geçirilmesi faize alternatif olarak
hayata geçirilmesi mümkün olan uygulamalardandır.
Bu çalışmada zikredilenlerden başka da bu konuda çözüm önerileri
getirilmesi mümkündür. Ancak bu tekliflerin hayata geçirilmesi için
önemli olan faizin kaldırılmasına yönelik siyasi iradenin mevcut olması
ve devlet erkinin bu vizyon ile hareket etmesidir. Aksi halde bu tür
çalışmalar temenni ve olması gereken ideali yansıtan görüşler olarak
kalacak ekonomik sahada yeteri kadar karşılık bulamayacaktır.
104
Faizsiz nakit temin edilmesi ve nakit olmaksızın ihtiyaçların giderilmesi
hususunda önerilen yöntemlerden sadece birisi ile problemi çözmek
imkân dâhilinde değildir. Ancak önerilen tüm teklif ve yöntemlerin
uygulamaya geçirilmesi durumunda –her biri farklı oranda katkı
sağlayarak- toplumda faizli borçlanmalarının önüne geçilmesi mümkün
olabilecektir.
Kaynakça
Amrânî, Abdullah b. Muhammed, el-Menfeatü fi’l-karz, Dâru Künûzi İşbiliyâ,
Riyad 2010.
Apaydın, Yunus, “Karz”, DİA, XXIV, 520-525, İstanbul 2001.
Bayındır, Servet, Faizsiz Bankacılık, Rağbet Yayınları, İstanbul 2005.
Belli, Hanit, Ekonomi Ansiklopedisi, Paymaş Yayınları, İstanbul 1983.
Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul
1970.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî (thk. Mustafa Dib
el-Buğâ), Daru İbn Kesir, Beyrut 1987.
Cebeci, İsmail, Modern İslam İktisadı Literatüründe Murabaha Tartışmaları,
Marmara Üniversitesi Sos. Bil. Enst. Doktora Tezi, İstanbul 2010.
Cündî, Muhammed eş-Şehhat, Akdü’l-murabaha beyne’l-fıkhi’l-İslâmî ve’tteamüli’l-masrafi, Dârü’n-Nehdati’l-Arabiyye, Kahire 1986.
Durmuş, Abdullah, “Fıkıhta Karz Sözleşmesinde Vade Şartının Bağlayıcılığı
Meselesi”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:16, 2010.
Ebu Dâvud, Süleyman b. Eş’as, es-Sünen, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, t.y.
Elbir, Halid Kemal, İş Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul 1987.
Ergin Berin, Türk İş Hukukunda Kıdem Tazminatının Geçirdiği Safhalar, Filiz
Kitabevi, İstanbul 1989.
Evli, Mustafa, “Elbirliği Sistemleriyle Ev Almaya Emin Miyiz?” Kitap ve Hikmet
Dergisi, 2016, sayı:13, s. 28-33.
Gamravî, Muhammmed ez-Zühri, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, Dâru’lFikr, Beyrut 1995.
Gazâle, Muhammed Reşid Ali, Akdü’l-karz müşkiletü’l-fâide, Müessesetü’rReyyân, Beyrut 2007.
Hacak, Hasan, “Tasarrufa Dayalı Finansman Sisteminde Yapılan Akitlerin
Analizi”, Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemi, Tasarrufa Dayalı
Faizsiz Finansman Sistemi, Ensar Yayınları, İstanbul 2017.
İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, t.y.
İbn Kudâme, Abdullah b. Ahmed, el-Muğnî, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1405.
Kahraman, Abdullah, “Bir Faizsiz Finansman Yöntemi Olarak Müşâreke Akdi
ve Tasarrufa Dayalı Faizsiz Sistem”, Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman
Sistemi, Ensar Yayınları, İstanbul 2017.
Karadavî, Yusuf, Bey’ü’l-murabaha li’l-amir bi’ş-şira’ kema tecriyeti’l-mesarifi’lİslâmiyye, Mektebetu Vehbe, Kahire 1987.
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir, Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi tertîbi’ş-şerâ’i‘, Beyrut 1982.
105
Kaya, Süleyman, XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nazari ve Tatbiki Olarak Karz
İşlemleri, Marmara Üniversitesi Sos. Bil. Enst. Doktora Tezi, İstanbul 2007.
_____,“Faizsiz Finans İlkeleri ve Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemine
Dair Öneriler”,Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemi, Ensar Yayınları,
İstanbul 2017.
Kocaimamoğlu, Sururi, Bankacılık Ansiklopedisi, Ankara 1983.
Köse, Saffet, İslam Hukukunda Bulunmuş Mal ve Çocuk, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988.
Kutal, Metin, Ekonomi Ansiklopedisi, Paymaş Yayınları, İstanbul 1983.
Narmanlıoğlu, Ünal, Türk Hukukunda Kanundan Doğan Kıdem Tazminatı,
Fakülteler Matbaası, İstanbul 1973.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî (thk. Abdülfettah
Ebû Gudde), Haleb 1986.
Örgüven Murat, Kaya Feridun, “Konut Finansmanında Elbirliği Sistemi:
Müşterilerin Elbirliği Sistemi Tercihleri Üzerine Bir Araştırma”
International Congress on Islamic Economics and Finance (ICISEF), Sakarya 2015.
Örs, Fahri Halil, İktisat ve Ticaret Ansiklopedisi, İstanbul 1947.
Özalp, Serdar, Borsada Uygulanan Açığa Satış İşlemlerinin İslam Hukuku Açısından
Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Sos. Bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul 2016.
Özdemir, Ahmet, “Karz Akdinin Mahiyeti ve Faizli İşlemleri Önleme
Fonksiyonu, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 12, sayı: 1, s.
125-145, Adana, 2012.
_________, Güncel Meselelere Fıkhî Çözümler, Pınar Yayınları, İstanbul 2018.
Öztürk Ali, “Tasarrufa Dayalı Finans Sisteminde Fon Fazlası Varlıkların
Değerlendirilmesi”, Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemi, Ensar
Yayınları, İstanbul 2017.
Resmi Gazete, sayı: 26333, 01/11/2006,“Mevduat ve Katılım Fonunun Kabulüne,
Çekilmesine ve Zaman Aşımına Uğrayan Mevduat, Katılım Fonu,
Emanet ve Alacaklara ilişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik.
Resmi Gazete, sayı:29945, 11/1/2017, Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ.
Resmi Gazete, sayı: 2534, 10/6/2003, İş Kanunu (Kanun No:4857).
Resmi Gazete, sayı: 26456, 08/03/2007, Ön Ödeme Usul ve Esasları Hakkında
Yönetmelik.
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed, el-Mebsût, Beyrut 1989.
Şakfe, Muhammed Fehr “İslam Hukukunda İşçinin Hakları” (trc. Sevet
Armağan), İslam Tetkikleri Dergisi, cilt: 8, sayı:4, s.163-174, İstanbul 1984.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, Kahire 1959.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Serve, Sünenü’t-Tirmizî, Dâru İhyâi’tTürâsi’l-Arabî, Beyrut, ty.
Yaran, Rahmi, İslâm Hukukunda Borcun Gecikmesi, M.Ü.İ.F. Vakfı Yayınları,
İstanbul 1997.
Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-islâmiyyü ve edilletühu, Dımaşk 1985.
http://www.tmsf.org.tr (Erişim Tarihi: 22.11.2017).
106
MAL VE HİZMET BEDELLERİNİN PİYASANIN TABİÎ
ŞARTLARINA GÖRE BELİRLENMESİ İÇİN ALINAN FIKHÎ
TEDBİR VE KURALLAR
Giriş
İnsanların birbirleri ile olan ticarî ilişkilerinde karşılıklı olarak
menfaatlerinin korunması, zarara ve haksızlığa uğramadan
faaliyetlerine devam etmelerinin sağlanması fıkhın muâmelat
alanındaki temel hedeflerindendir. Hem üreticinin hem de tüketicinin
hakkının korunacağı iktisadî bakış açısının toplumda hâkim olması için
birçok tedbir alınmıştır. Piyasada mal ve hizmet fiyatlarının dış
müdahaleler olmadan kendi tabiî seyri içinde oluşması için alınan
tedbirler de bu kapsamdadır. Bir satım akdinde malın fiyatı normal
piyasa şartlarına uygun olduğunda hem alıcının, hem de satıcının hakkı
korunmuş ve karşılıklı rızaya dayalı bir işlem yapılmış olur. Bu adaleti
ve hakkaniyeti sağlamak üzere fıkhın pek çok bölümünde konu ele
alınmış ve bu hususta ilke ve kurallar konulmuştur. Bu çalışmada konu
sınırlandırılmasına gidilerek sadece fiyatların her iki taraf için de âdil bir
seviyede olması için alınan tedbirler ele alınmaktadır.
Fiyatların Piyasanın Tabiî Şartlarına Göre Belirlenmesine Yönelik
Alınan Başlıca Tedbirler
Pazarda fiyatların olumsuz dış müdahale olmaksızın kendi normal
seyrinde oluşması için birçok tedbir alınmıştır. Bu kapsamda; malların
karaborsacıların tekelinde olmasına izin verilmemiş, toplumda gerçek
mânada bir ihtiyaç durumu olmaksızın resmî tavan fiyat uygulaması
yapılmamış, akitlerde tarafların irade ve rızasına aykırı fiil yapılmaması
için gerekli tedbirler alınmıştır. Ayrıca üretimde ve tüketimde israf
yasaklanarak doğru bir planlama çerçevesinde üretim teşvik edilmiştir.
1. Malların Karaborsacı ve Stokçu Kişilerin Tekelinde Olmasına Fırsat
Tanınmaması
Malların fiyatlarının serbest piyasa şartlarına göre oluşması için alınan
tedbirlerin başında, şehir dışında yaşadığı için pazar fiyatları hakkında
yeterli bilgi sahibi olmayanlar adına şehirlilerin o malları satmasının
yasak olması ile pazara gelmekte olan malları yolda karşılayıp ucuza
satın almanın yasak olması gelmektedir.
a- Bedevînin Malını Şehirlinin Satmaması
Hz. Peygamber (s.a.v) bedevînin malını şehirlinin satmasını yasaklamış
ve ticarî münasebet yapma bakımından insanların serbest bırakılması
gerektiğini, Allah’ın insanları birbirleriyle yaptıkları alış-veriş
Bu makale daha önce Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde (Sayı: 18, s. 219-232,
Aralık 2021) yayınlanmıştır.
107
vasıtasıyla rızıklandıracağını haber vermiştir.1 Hadiste bedevîler ifadesi
geçmektedir. Bedevî olarak tanımlanan insanlar yerleşik hayat düzeni
olmayan, kır, sahra ve çölde yaşayan kimselerdir.2
Bedevînin malını şehirlinin satmasının hükmü hakkında fakihler farklı
görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefî mezhebine göre bu satış aslî
nitelik itibariyle haram olan akitlerden olmayıp mekruh satışlardandır.
Eğer satım yapılırsa akit sahihtir. Çünkü hadisteki yasak mutlak olarak
akit ile ilgili olmayıp şehir halkının zarara uğramasına engel olma gayesi
taşımaktadır. Bu sebeple akit için fesad ya da butlan söz konusu değildir.
Yasağın illeti, halkın zarara uğraması olduğu için temel gıda
ürünlerinde kıtlık olduğunda bedevînin malını şehirlinin satmasında
sakınca olmakla birlikte, ürünlerde bolluk ve fazlalık olduğunda bir
sakınca söz konusu olmayacaktır.3 Şâfiî mezhebinde bedevînin malı
piyasaya hemen sürülmediğinde şehir halkının zarara uğramaması
durumunda işlemin hükmü hakkında iki farklı vecih vardır. Birincisi;
hadis metnindeki lafzî mana esas alınarak caiz olmayacağı görüşü,
ikincisi ise; yasağın amacı halkın zarar görmemesidir. Zarar yoksa
bedevînin malının şehirlinin satması caiz olur görüşüdür.4
Hz. Peygamber’in muâmelat sahasındaki beyanlarında literal (lafzî)
anlama çabası içinde olmak yerine amacın ön planda tutulduğu gâî
yorum metoduna başvurmak makasıdu’ş-şerîaya uygun hüküm
verebilmek için olmazsa olmaz öneme sahiptir. Bedevînin malını
şehirlinin satmasının yasaklanmasının muhtemel gerekçelerinden birisi,
piyasada tabiî şartlar içinde oluşması beklenen fiyatların haricî bir
etkenin devreye girmesi ile olumsuz bir ortamda oluşmasıdır. Bedevî
satmak üzere şehre getirdiği ürünü kendisi satmak yerine simsara
verdiği zaman halkın o malı temini daha zor hale gelmektedir. Çünkü
malın fiyatına simsarın kârı eklenecek ve malın arzı simsarın kararına
bırakıldığında arz-talep dengesinin sunî olarak bozulması söz konusu
olabilecektir.
Hadiste bedevî ifadesinin geçmesi, bu konudaki yasağın gerekçesi
hakkında fikir vermektedir. Bedevîler çöllerde yaşadıkları için güncel
fiyatları takip etme imkânına sahip değildirler. Onların bu zaafından
yararlanmak isteyen insanlar her zaman bulunabilir.
Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî İbn Mâce, Sünen (Dımaşk: Dâru’rRisâleti’l-Âlemiyye, 2009), “Ticârât”, 15 (No. 2176); Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre
et-Tirmizî, Sünen (Beyrut: Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 1998), “Büyû”, 13 (No. 1223).
2Mustafa
Fayda,
"Bedevî",
Türkiye
Diyanet
Vakfı
İslâm
Ansiklopedisi,
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/bedevî (Erişim 2 Nisan 2021).
3 Ebû Bekr Alaeddin Ebû Bekr b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâiü's-sanâi‘ fî tertibi'şşerâi‘ (Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1402/1982), 5/232.
4 Ebû İshak Cemaleddin İbrâhim b. Ali b. Yusuf eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb (Beyrut: y.y., ts.),
1/292.
1
108
Bu şekilde müdahalelere engel olunarak malın piyasaya arz edilmesini
sağlamak ve arz-talep dengesinde oluşacak fiyatla ticarî hayatın
sürmesini temin etmek temel amaç olarak dikkat çekmektedir. Bu
mevzuda vârid olan hadis fukahanın ekseriyeti tarafından mutlak bir
yasaklama olarak değil, belirli şartların mevcudiyetine bağlı olarak
ortaya çıkan bir yasaklama olarak değerlendirilmiştir.5 Halkın temel
ihtiyacı olmayan veya piyasada bol bulunan mallarda bedevînin malını
şehirlinin satmasında genellikle sakınca görülmemiştir.
Hz. Peygamber’in bu yasağını bağlamından kopararak her türlü
komisyonculuk faaliyetlerini kapsadığını söylemek de hatalı olacaktır.
Alıcı ve satıcının doğrudan irtibata geçerek satım akdini yapması belki
arzu edilen bir durum olarak görülebilir. Ancak günümüzde ticaret
alanındaki gelişmeler, fabrikasyonun artması, uzak pazarlara ulaşma
arzusu, hem üretici hem satıcı olarak faaliyet göstermenin zorluğu hatta
zaman zaman imkânsızlığı doğrudan satış yapabilme faaliyetine engel
olmaktadır. Ürünün tüketiciye ulaşmasında aracı kişi ve kurumların
mevcudiyeti birçok sektör için zorunlu hale gelmiştir. Bu şartlarda
yapılması gereken hadiste beyan edilen temel hedefi esas alarak aracı ve
komisyonculuğu olabildiğince asgarî sayıya çekerek ürünlerin insanlara
sunî artışlar eklenmeden ulaşması için gerekli tedbirleri almaktır. Bu
hedefe göre hareket edildiği sürece üretici ile tüketici arasına her iki
tarafın ihtiyacından dolayı araya giren aracıların ve komisyoncuların
varlığı bir mahzur taşımayacaktır.
Netice olarak, bedevînin malının şehirli simsarlar tarafından
satılmasının yasak olmasını, satılan malların fiyatlarının piyasanın
kendi doğal süreci içinde belirlenmesi hedefine yönelik alınmış
tedbirlerden birisi olarak değerlendirmek mümkündür.
b- Pazara Gelmekte Olan Malları Yolda Karşılama Yasağı
Hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’deki Yahudi pazarına
alternatif olarak özel bir alanı pazar yeri olarak belirlemiş, bu pazara
rağbet edilmesini ve burada işleyişin tarafların rızasına uygun olarak
devam etmesini sağlamaya yönelik olarak çeşitli tedbirler almıştır.6
Pazara gelmekte olan malları yolda karşılama yasağı da bu kapsamda
alınan tedbirlerdendir.
5
6
Bkz. Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed İbn Kudâme, el-Muğnî
(Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.), 4/302.
Sahip Beroje, “Hz. Peygamber’in Ticarî Hayata İlişkin Bazı Hukukî Düzenlemeleri”,
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, ed. Mahfuz Söylemez (Çorum: İslâmi
İlimler Dergisi Yayınları, 2007), 581.
109
Satışa sunulmak için yola çıkmış olan malların pazara ulaşmadan satın
almak üzere karşılanması telakki’r-rukbân7 olarak ifade edilmekte,
birçok hadiste bu şekilde hareket etmek yasaklanmakta ve malların
çarşıya ulaştırılması gerektiği haber verilmektedir.8
Malların yolda karşılanması yasağı ile hem dışarıdan mal getiren
tüccarın hem de tüketici olan halkın korunduğu anlaşılmakta, faydasız
ve taraflara maddî zararı olan bir aracılık istenmemektedir.9
Hanefî mezhebinde konu ile ilgili hadisler Hz. Peygamber’in esas
amacını göz önünde tutarak yorumlanmış ve malların yolda karşılanma
yasağının mutlak olmadığı, şehir halkının zarara uğraması durumunda
böyle davranmanın mekruh olacağı ifade edilmiştir.10 Şâfiî mezhebine
göre malı yolda karşılama suretiyle yapılan satım akdi caiz olmakla
birlikte muhayyerlik hakkı doğacaktır.11 Hanbelî mezhebinde ise, bu
yapılan işlemde gabn olduğu anlaşılınca muhayyerlik hakkının
kullanılabileceği kabul edilmiştir.12
Malın yolda karşılanmasının yasak olmasının sebebi hakkında iki farklı
görüş ortaya çıkmıştır. Birincisi, Medine çarşısına mal getirenleri yolda
karşılayan bazı kişiler pazarda mallara rağbet olmadığı, fiyatların çok
düştüğü sözleri ile yalan beyana dayalı olarak satıcıları Medine’ye
gitmekten vazgeçirmişlerdir. Bu durum sebebiyle satıcılar mallarını
daha uygun olan pazarlarda satmak üzere Medine’ye gelmekten
vazgeçmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu mahzuru önlemek için yasağı
beyan etmiştir. İkinci görüş ise, malları yolda karşılayanlar aldıkları bu
malları evlerine götürüyor ve fiyatlar artıncaya kadar bekletiyorlardı.
Halkın bu durum sebebiyle pahalıya malları tedarik etmelerinden
dolayı telakki’r-rukbân yasağı söz konusu olmuştur.13 Hadisteki nehyin
gerekçesi iki farklı şekilde yorumlanabilse de her iki gerekçe de
piyasanın kendi sâiki içinde hareket etmesini sağlama hedefinde
birleşmektedir. Pazardaki malın fiyatını bilmeyen satıcıdan malı ucuza
almak tağrîr (aldatma), malı stok edip pahalanmasını sağlamak da
Nezih Hammâd, İktisadî Fıkıh Terimleri, çev. Recep Ulusoy (İstanbul: İz Yayıncılık, 1996),
348.
8 Süleyman b. Eş'as b. İshak el-Ezdî Ebû Dâvûd, Sünen (Beyrut: el-Mektebetü’l-Asriyye,
ts.), “İcâre”, 12 (No. 3443); Ebü'lHüseyin el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî Müslim b. el-Haccac,
Sahih (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ts.), “Büyû”, 4 (No. 1515); Ebû
Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb en-Nesâî, Sünen (Haleb: Mektebetü’l-Matbûâti’lİslâmiyye, 1986)“Büyû”, 57 (No. 4607).
9 Celal Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları (İstanbul: Şamil Yayınevi, 1980), 387.
10 Kâsânî, Bedâiü’s-sanâi‘, 5/129.
11 Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr ( Beyrut: Dâru’lFikr, ts.), 5/778.
12 Ebü’l-Kâsım Ömer el-Hırâkî, Metnü’l-Hırâkî (Tanta: Dâru’s-Sahâbeti li’t-Turâs, 1993),
68.
13 Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, 5/778-779.
7
110
ihtikâr (karaborsacılık) olup14 her ikisi de sakınılması gereken
davranışlardandır.
Piyasada fiyatların tabiî süreç içinde oluşması için çarşı-pazara malın
arzının devamlılığının sağlanması oldukça önemlidir. Bir pazar yerinin
kârlı olmadığı bilgisinin yayılması üreticilerin daha fazla kâr elde
edecekleri pazarlara yönelmesine sebep olacaktır. Buna bağlı olarak
malın arzında bir daralma olması ve fiyatların artması kaçınılmazdır.
Pazara gelmekte olan malların tüketici ile buluşmasına engel olarak
tekelcilik yapmak da halkın zararına yol açacaktır. Çünkü tekel
konumunda olan kişiler piyasada arz-talep dengesini kendi lehlerine
olacak şekilde hareket edeceklerdir. Bütün bu işlemlerin piyasanın kendi
tabiî sürecini bozan bir dış etken olduğu açıktır. Buradan hareketle
telakki’r-rukbân yasağının en önemli hedefinin, fiyatların haricî
faktörlerden olabildiğince bağımsız olarak normal süreç içinde
belirlenmesi olduğunu ifade etmek mümkündür.
Tüketici için eşya fiyatlarının düşük olması, üretici için ise yüksek
olması arzu edilen bir durumdur. İdeal olan bu iki talep arasında
dengenin bulunmasıdır. Fiyatların dış müdahale ile düşük hale
getirilmesi ilk etapta tüketicilerin menfaatine gibi gözükse de üretim
faaliyetinin sekteye uğraması, malların başka pazarlara yönelmesi
sebebiyle uzun vadede tüketiciler için de olumsuzluğa yol açacaktır.
Dolayısıyla ana hedef fiyatların ucuzlaması değil, üretici ve tüketici
menfaatlerinin dengelendiği bir pazar ortamı elde etmektir. Malların
yolda tüccarlar tarafından karşılanmasına getirilen yasağın, çarşıpazarda fiyatların hayatın normal akışına göre şekillenmesini
sağlamada önemli bir etkisi olacaktır.
Bedevînin malını şehirlinin satma yasağı ile pazara gelmekte olan
malları yolda karşılama yasağının ihtikâr yapma yasağı ile doğrudan
bağlantısı bulunmaktadır. İhtikâr, pahalanma vaktini beklemek üzere
bir yiyeceği bekletme, piyasaya sürmeme olarak tanımlanmaktadır. Bu
davranış için, istifçilik, karaborsacılık ve vurgunculuk gibi ifadeler de
kullanılabilmektedir.15 İhtikâr konusu fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir
şekilde ele alınmış; ne zaman, hangi şartlarda ve hangi mallarda ihtikâr
olacağına dair fakihler farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır.16
İhtikâr yasağını yiyecek maddeleri ile sınırlı tutanlar olduğu gibi, halkın
zararına sebep olan her türlü malda ihtikâr olabileceğini kabul eden
Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku (İstanbul: Nesil Yayınları, 1991), 2/106.
Ebü'l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab (Beyrut:
Dâru Sâdır, ts.), 4/208; Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü (İstanbul:
Rağbet Yayınları, 1998), 186.
16 İhtikârın hukukî niteliği hakkında mezhepler arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı için
bkz. M. Zeki Uyanık, “İslâm Hukukunda İhtikâr”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi
16 (Konya 2010), 436-438.
14
15
111
fakihler de bulunmaktadır.17 Hz. Peygamber’in ihtikâr yapanı mel’un,18
günahkâr,19 müflis20 şeklinde tavsif etmesi sebebiyle ihtikârın günah
olduğunda fakihler hem fikirdir.
İhtikâr yapıldığında, malın piyasaya arzında arz-talep dengesinin
tüketiciler aleyhine bozulması kaçınılmazdır. Karaborsacılık, istifçilik
sonucunda oluşan fiyatın piyasanın tabiî seyrinde oluşan bir fiyat
olmaması yapılan bu işlemin gayri meşru olmasının sebeplerindendir.
Hadislerde bahsi geçen bedevînin malını şehirlinin satması ve pazara
gelmekte olan malların yolda karşılanması mevzularını o dönem
toplumda mevcut olduğu için zikri geçen örnekler olarak görmek ve
ihtikârı sadece bu davranışlarla sınırlandırmamak gerekir. Bu konudaki
yasağın ana hedefi olarak fiyat istikrarının dış etkenlerle bozma
çabalarına engel olmaktır şeklinde bir yaklaşım benimsenerek, farklı
zaman ve farklı bölgelerde yeni icad edilen ve bu mahzurlu sonucu
doğuran piyasa müdahalelerini yasak kapsamına dâhil etmek isabetli
olacaktır.
2. Narh (Tes'ir ) Uygulamasının Sınırlı Olarak Meşru Kabul Edilmesi
Tes'ir sözlük anlamı olarak alış-verişte semenin belirlenmesi anlamına
gelmektedir.21 Istılahî anlamı ise; kamu otoritesinin kararı ile bazı mal ve
hizmetlerin piyasa fiyatlarına doğrudan müdahale edilerek belirli
sınırları aşmasının önlenmesi maksadıyla resmî fiyat belirlenmesi ve
eşya sahiplerinin bu fiyatlardan satmaya mecbur edilmesi demektir.22
Medine’de fiyatların artışından şikâyet edilerek Hz. Peygamber’den
narh uygulaması talebinde bulunulmuş, ancak Resûlullah (s.a.v) fiyatlar
Allah’ın takdiri ile azalır ve yükselir, hiç kimsenin hakkını almadan,
zulmetmeden Allah’ın huzuruna çıkmayı murad ederim buyurması23
sebebiyle, fukaha normal şartlar altında narh uygulamasını caiz
görmemiştir.24
Akit yaparken tarafların karşılıklı rızalarına dayalı fiyat belirleme
özgürlüklerinin olması, mülk sahiplerinin sahip oldukları mallar
üzerinde özel mülkiyet haklarının bulunması, fıkıhta sabit bir oranda
Bkz. Cengiz Kallek, "İhtikâr", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/ihtikar (Erişim 22 Nisan 2021).
18 Ebû Bekr Abdürrezzâk b. Hemmam Abdürrezzâk es-San'anî, el-Musannef (Beyrut: elMektebü’l-İslâmî, 1403 h.), 8/204 (No. 14893).
19 Müslim, Müsâkât, 26 (No. 1605).
20 İbn Mâce, Ticârât, 6 (No. 2155).
21 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 4/365.
22Cengiz
Kallek,
"Narh",
Türkiye
Diyanet
Vakfı
İslâm
Ansiklopedisi,
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/narh#1 (Erişim 27 Nisan 2021); Hammâd, İktisadî Fıkıh
Terimleri, 352.
23 Ebû Dâvûd, “İcâre”, 15 (No. 3450).
24 Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmiyyü ve edilletühü (Dımaşk: Dâru’l-Fikr, ts.), 4/241.
17
112
kâr tahdidinin olmaması, devletin hakkaniyetten sapmamasının
gerekliliği ve hem alıcının hem de satıcının menfaatinin korunmasının
zorunluluğu sebebiyle piyasada fiyat oluşumu kendi tabiî şartlarında
devam ederken narh uygulamasına gidilmesi doğru bulunmamıştır.
Yüce takdir boyutunda Allah Teâlâ sonsuz bilgisi ve hikmeti ile kulun
idrak edemeyeceği bir planlama sürmekte, kulun rızkı bazen azalırken
bazen de artmaktadır. Bu sebeple bazen hasatta bol ürün elde edilirken,
bazen de daralma ve azalma yaşanabilmektedir. Bu duruma bağlı olarak
piyasa fiyatlarının bazen düşük bazen de yüksek olması hayatın normal
akışında tabiî bir durum olarak kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber’in çarşı-pazar ile ilgili temel yaklaşımının malların
serbestçe ve bol bir şekilde tüketiciye ulaşmasını ve fiyatların da bu tabiî
süreç içinde belirli hale gelmesini sağlama olarak tespit etmek
mümkündür. Tüketicilerin fiyatlara narh koyulması teklifini kabul
etmemesi, ticareti cazip hale getirip satım mallarının arzının
fazlalaşmasını temin ederek dolaylı yoldan fiyatları düşürme yolunu
seçtiğini göstermektedir.25
Narhın caiz olmaması arz-talep dengesinin sunî bir müdahale
olmaksızın devam ettiği piyasa koşulları için geçerli olup, açgözlü,
vurguncu, karaborsacı olanların uygulamaları sebebiyle halkın temel
ihtiyaçlarını teminde zarara uğramaları durumunda devlete fiyatlara
müdahale hakkı doğmaktadır. Bu müdahaleyi meşru kılan gerekçeler
kamunun
menfaatinin
korunması26
ve
zaruret
ilkesidir.27
Hz.Peygamber’in artan fiyatlara sınırlandırma talebine olumlu cevap
vermemesi, Medine’de o günkü şartlarda oluşan fiyatların dış müdahale
olmaksızın hayatın normal seyrindeki arz-talep dengesindeki değişime
bağlı olarak meydana gelmesi, kamu otoritesinin müdahalesini
gerektiren şartların oluşmamasıdır.
Narhın caiz hatta şartların gerektirmesi durumunda vacip olacağını
söyleyen fakihlerin28 görüşlerine bakıldığında narhın meşru olabilmesi
için belirli şartların mevcudiyeti gerekir. Bu şartlar; malların fiyatlarının
kamuya zarar verecek kadar pahalanması, halkın umumî ihtiyaç
duyduğu mallar olması, fiyat tahdidinden başka alternatifin
bulunmaması, pahalılığın üretici veya satıcıların spekülasyonundan
kaynaklanması,
narh
uygulamasının
arzın
kısılmasıyla
sonuçlanmayacak olması, piyasa hakkında bilirkişilerle istişareye dayalı
Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 320.
“Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur.” Mecelle md. 26.
27 “Zaruretler memnu‘ olan şeyleri mubah kılar.” Mecelle md. 21.
28 Narhın caiz olduğu görüşü hakkında bkz. Cengiz Kallek, “Narh Konusuna Yeniden
Bakış”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi 7 (Konya 2006), 261-262.
25
26
113
olması, mâkul
sağlanmasıdır.29
bir
kâr
payı
bırakılarak
tarafların
rızalarının
Fıkıhtaki narh uygulamasına yönelik ana hatları ile sunulan bu bilgiler
göstermektedir ki, narhın meşru olmadığı durum ile narhın meşru
olduğu durumun ortak hedefi fiyatların piyasanın tabiî şartlarına göre
belirlenmesini temindir. Pazarda fiyatların kendi normal seyri içinde
arz-talep dengesine bağlı olarak artması ya da azalmasına müdahale
edilmesi meşru görülmeyerek serbest piyasa şartlarına göre ticarî
muamelelerin sürmesi sağlanmıştır.
Narhın bazı durumlarda meşru görülmesi, serbest piyasaya hârici
müdahale gibi algılanabilse de narhın caiz olması için gerekli görülen
şartlar incelendiğinde aslında yapılmak istenenin hârici etkilerle artan
fiyatlara müdahale olduğu görülmektedir. Buna göre narh; sunî
müdahaleler, spekülatif işlemler, karaborsacılık gibi olumsuz dış
etkenler sebebiyle olağan fiyat aralığının dışına taşmış fiyatların tekrar
olması gereken fiyat aralığına çekme amacıyla meşru görülmektedir ki
bu durum piyasayı tabiî sürecinde sürdürme amacına aykırılık
taşımamaktadır. Dolayısıyla bir malın fiyatına mevcut şartlarda narh
uygulanamaz hükmü verildiğinde nasıl ki piyasanın serbest bir şekilde
sürmesi hedefleniyorsa, mevcut şartlar sebebiyle bugün bu mala narh
uygulanmalıdır denildiğinde de piyasanın normal şartlarda oluşması
için tedbir alınıyor demektir. Zarurî şartlara dayalı olarak narh
uygulanması sebebiyle satım yapanların açık zarara uğraması
durumlarında çarşı-pazara mal getirenleri ve üreticileri maddî açıdan
desteklemek adalet ve hakkaniyetin bir gereği olarak devletin
sorumluluğundadır.
3. Akitlerde Tarafların İrade ve Rızasına Aykırı Fiil Yapmanın Meşru
Olmaması
Akitlerin sıhhati için en temel esas karşılıklı rızanın sağlanmasıdır.
Neceş, gabn-i fâhiş, hile, ikrah gibi fiiller akdi yapan bir tarafın rızasına
aykırı sonuçlar doğuracağı için İslâm hukukunda yasaklanmıştır.
Akitlerde tarafların irade ve rızasına aykırı fiil yapma yasaklarından
uzak durulmasının önemli neticelerden birisi mal ve hizmet bedellerinin
piyasanın normal şartlarına göre ortaya çıkmasına imkân sunmasıdır.
a- Neceş
Sözlük anlamı kışkırtmak, ilgi çekmek, heyecanlandırmak olan neceşin
ıstılâhî manası, müşteri gibi gözüken fakat gerçekte satın alma gayesi
olmayan bir kişinin, diğer müşterileri aldatmak üzere satıma arz edilen
Kallek, "Narh", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Erişim 27 Nisan 2021).
29
114
bir eşyanın semenini artırma beyanında bulunmasıdır.30 Hz. Peygamber
(s.a.v) neceş yapmayı yasaklamıştır.31 Fakihler bu konudaki hadisleri
verdikleri hükümlerde hüccet olarak kullanmakla birlikte, hadiste vârid
olan yasağın hükmü ve akitlere etkisi bakımından farklı
değerlendirmeler yapmışlardır.
Hanefî mezhebinde alışverişte neceş yapılması mekruhtur. Ancak bu
kerâhiyet akdin kurulmasına engel değildir, yapılan akit geçerlidir.32
Çünkü buradaki yasak akdin bizatihi kendisi ya da şartları dışında haricî
bir vasıf ile irtibatlıdır.33 İmam Şâfiî neceş yapmayı hile, aldatma olarak
tanımlamış ve dindar insan ahlâkına yakışmayacağını ifade etmiştir.
Neceş yapmak haram olmakla birlikte, bu şekilde yapılan satım akdi
bâtıl değildir. Neceş yapan kişi, satıcı ile önceden anlaşmalı olmayan
hariçten bir şahıs ise bu şahıs günahkâr olmakla birlikte akit lazımdır,
müşteri için muhayyerlik doğmayacaktır. Çünkü bu durumda bayiden
doğrudan kaynaklı bir tedlis bulunmamaktadır. Ancak neceş yapan kişi
satıcı tarafından görevlendirilmiş ise müşterinin muhayyer olup
olmayacağı hususunda mezhepte iki vecih vardır.34 İmam Mâlik ise,
satım akdindeki ayıp durumuna benzetmiş ve müşterinin muhayyer
olduğunu söylemiştir.35
Ayet-i kerimede, akit yaparken karşılıklı rıza olması gerekliliği beyan
edilmiştir.36 Bu sebeple muâmelat işlemlerinde en çok göz önünde
tutulan husus tarafların rızalarının varlığıdır. Fiyatların tabiî şartlarda
oluşması için alınan tedbirlerin temel amaçlarından birisi karşılıklı rıza
prensibinin sağlanabilmesidir. Neceş böyle bir rızaya engel olabileceği
için yasaklanan bir işlemdir. Eşya fiyatlarının sunî müdahaleden
bağımsız bir şekilde oluşması için arz-talep dengesine müdahale
edilmemesi gerekir. Başkalarının talebi sebebi ile alım fiyatını artırmak
zorunda kalan gerçek alıcının ortaya çıkan rakamı kabul etmesi
görünürde kendi rızası ile olmakla birlikte, işin gerçek mahiyetini
öğrendiğinde bu akde rızası zedelenebilecektir.
Neceş yapıldığında satılan o mala talep bakımından sunî bir müdahale
yapıldığı açıktır. Sunî müdahale demek akdi yapan iki taraftan birisinin
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 6/351; el-Mevsûatü’l-fıkhiyye el-Kuveytiyye (Kuveyt:
Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1427), 40/118.
31 Ebû Dâvûd, “Büyû”, 11 (No. 3438); Nesâî, “Büyû”, 21 (No. 4505).
32 Şeyhzade Damad Efendi, Mecmau’l-enhûr (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ts.),
2/70.
33 Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd b. Mevdud el-Mevsılî, el-İhtiyâr (İstanbul:
Pamuk Yayınları, ts.), 1/203.
34 Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, 5/765-766.
35 Ebü'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid
(Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, 1997), 3/223.
36 en-Nisâ 4/29.
30
115
aldatılması demektir ki aldatma, Hz. Peygamber’in “Bizden değildir.”
uyarısıyla sakındırdığı,37 sadece akitlerde değil insanların karşılıklı tüm
muamelelerinde yasaklanan bir davranıştır.
Neceş, pazarda bir malın fiyatına doğrudan etki eden haksız bir
işlemdir. Hz. Peygamber’in neceş yasağına dayalı olarak fakihler bu
şekilde işlem yapılmasının günah olduğunda hemfikirdirler. Bu yasak,
sunî müdahalelerle piyasa fiyatlarına müdahale edilmemesinin gerekli
olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bir mal için en
fazla kâr nasıl elde edilebiliyorsa o yola başvurmayı öngören kapitalist
bakış açısı fıkıhta meşrû değildir. İdeal olan, piyasanın tabiî seyri içinde
oluşan fiyat aralığında malların alım satımını yapmaktır. Bu şekilde
hareket edilmesi kamunun genel menfaatine de uygun olandır. Çünkü
piyasanın sunî müdahalelerle şekillenmesi belirli fert ve grupların
yüksek kâr elde etmesi ile neticelenmektedir. Dolayısıyla neceş yasağı,
halkın umumî menfaatini sağlaması bakımından da önemlidir.
Neceş yasağı, hisse senedi işlemlerinde zaman zaman görülebilen
spekülatif hareketlerin gayri meşru olduğunu gösterir. Yatırım
danışmanı, ekonomi alan uzmanı gibi çeşitli sıfatlarla belirli şirketler
hakkında doğrudan ya da dolaylı ifadeler kullanarak hisse senedinin
piyasa değerinin çok üstünde artmasına sebep olup kısa süre sonunda
tekrar fiyatının düşmesini sağlamak, fiyatlara sunî müdahale yapılması
kapsamında olup, gerçek manada şirkete ortak olma ve hisse senedi
alma niyetinde olan alıcılara açık zarar vereceği için meşruiyet problemi
taşıdığı açıktır.
b- Gabn-i Fahiş
İslâm hukukunda akit hürriyeti kapsamında belirli bir kâr oranı
belirlenmeksizin insanların mallarının alım-satımını yapmalarına izin
verilmiştir. Ancak bu özgürlük, taraflardan birisinin mağduriyetine yol
açması durumunda hukuk olaya müdahale ederek, aldatılan tarafın
hakkını korumak için tedbir almıştır ki, gabn kavramı bu amaca hizmet
eden bir niteliktedir.
Gabn fıkıh literatüründe gabn-i fâhiş ve gabn-i yesîr olarak ikiye
ayrılmaktadır. Kaçınılması mümkün, hatta gerekli olan ve olağan dışı
sayılan, bu yüzden de mâruz kalan tarafın rızası dışında gerçekleşen
durumlar gabn-i fâhiştir. Bu ölçüye ulaşmayan gabn ise gabn-i yesîr
olarak tanımlanmaktadır. Gabn-i yesîr tabiri akde tesir etmesi ve hukukî
sonuç doğurması itibariyle gabne getirilmiş bir alt sınır
görünümündedir. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, bir
37
Müslim, “İman”, 43 (No. 164).
116
akitte vuku bulan gabnin fâhiş olup olmadığını belirlemede yapılan
akdin niteliğinin ve o bölgeye ait örf ve âdetin ölçü alınması gerekir.38
Bir akitte mal-semen arasında dengesizliğin olması doğrudan
müdahaleyi gerektirmez. Malını hibe etme özgürlüğü olan bir kişi çok
düşük fiyata malını satabileceği gibi, satıcıya destek verme amacıyla
piyasa fiyatının üzerinde bir para vererek de herhangi bir malı alabilir.
Gabn-i fâhişin akde tesiri ancak akdi yapan tarafların aldatılmasında
(tağrîr) söz konusu olmaktadır.39 Fıkıh âlimlerinin genel kanaatine göre
gabn-i fahiş muhayyerlik doğurmakta ve akit, aldanan taraf için
bağlayıcı olmayan (gayr-i lâzım) vasfını taşımaktadır.40
Gabn-i fâhişin en bariz vasfı, mal fiyatının piyasanın oldukça altında
veya üzerinde olmasıdır. Gabn-i fâhiş sebebiyle zarar gören satıcı ise
malın fiyatı piyasanın çok altında belirlenmiş demektir, zarar gören alıcı
ise malın fiyatı piyasanın çok üzerinde belirlenmiş demektir. Her iki
durumda da gabn-i fâhişe müsaade edilmesinin piyasaların tabiî
şartlarda devam etmesine engel olacağı açıktır ki, fıkhın bu konudaki
temel hedeflerine aykırılık kaçınılmaz olacaktır.
“Bir malın fiyatı alıcı açısından en düşük rakam ne ise o malın fiyatı
odur. Satıcı açısından satabileceği en yüksek rakam ne ise o malın fiyatı
odur. Başka ölçüye gerek yoktur.” şeklinde özetlenebilecek kâra tahdid
getirmeyen iktisâdî bakış açısı piyasa dengelerini bozmasının yanında
ahlakî açıdan da problem taşımaktadır. İdeal olan -fakihlerin de
hassasiyetle üzerinde durdukları üzere- malın piyasa şartlarında gerçek
değer aralığı ne ise o fiyata alım-satım işleminin yapılmasıdır.
Hz.Peygamber’in alış-verişte sürekli aldanan bir kişiye alış-veriş
yaparken karşı tarafa İslâm’da aldatmanın olmadığını hatırlatmasını
istemesi41 aldatılmaya da aldanılmaya da müsamaha olmadığını
göstermektedir.
c- İkrah
İnsanın fıtraten ve şer’an uzak durması gereken bir işi rızası olmaksızın
cebir ve baskı altında kalarak yapması ikrah olarak tanımlanmış42 ve
fıkıh kitaplarında “Kitabü’l-İkrah” başlığı altında müstakil olarak da
ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Fakihler feshe kâbil akitlerde ikrah
altında yapılan hukukî işlemin bağlayıcı olmadığı hususunda
Ali
Bardakoğlu,
"Gabn",
Türkiye
Diyanet
Vakfı
İslâm
Ansiklopedisi,
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/gabn (Erişim 29 Nisan 2021).
39 Bkz. Mecelle md. 356.
40 Ali Kumaş, İslâm Borçlar Hukukunda Gabin (Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011), 267.
41 Müslim, Büyû, 12, (No. 1533).
42 Mevsılî, el-İhtiyâr, 280.
38
117
hemfikirdirler. İhtilaf noktası bu işlemin butlan, fesad ya da mevkuf
olarak hangi kapsamda yer alacağına dairdir.43
İkrahın çeşitleri, ikrahın edâ ehliyetine etkisi, bir zorlamaya ikrah
denilebilmesi için taşıması gereken vasıflar, ikrahın söz ve fiillere etkisi
ve ikrahın sonuçları birçok akademik çalışmada ayrıntılı bir şekilde ele
alınmıştır.44 İkrah konusunda bu araştırma çerçevesinde üzerinde
durulması gereken husus ikrahın niçin gayri meşru kabul edildiği
sorusudur. Bu soruya verilebilecek en net cevap, ikrah ile kişilerin razı
olmadıkları fiilleri yapmaya zorlanmaları, baskı ve tehdidin etkisiyle
kabul edilmesi mümkün olmayan bir fiyattan malın alım-satımının
yapılmasıdır.
İkrah altında yapılan bir akitte iki ihtimal mevcuttur. İkrah satıcıya
yapılmış ise değerinden düşük bir fiyata malın satımı söz konusu iken,
eğer ikrah alıcıya yapılmış ise malın piyasa değerinden fazlaya satımı
söz konusudur. Her iki durumda da mal ve hizmet fiyatlarına doğrudan
haksız bir müdahale yapıldığı açıktır. Fıkhın buna izin vermesi mümkün
değildir. İkrah altında yapılan işlemler hukukî olarak gayri meşru, ceza
hukuku açısından suç sayılarak toplumda bu tür olumsuz davranışların
ortaya çıkmaması için tedbirler alınmıştır.
Piyasada mal ve hizmet fiyatlarının tabiî süreç içinde oluşması için hârici
müdahalelerin olmaması gerekir. Bu tür müdahalelerin yaşandığı bir
piyasada fiyat istikrarını ve belirli standardizasyonu sağlayabilmek
mümkün değildir. Alıcı veya satıcının ikrah altında işlem yapması
durumunda anormal fiyatların pazarda yaygınlaşmasına sebep olması
kaçınılmaz olacaktır.
İkrahın bir başka açıdan olumsuz tesiri ise piyasaya mal ve hizmet
sunumunu azaltarak arzın daralmasına dolayısıyla da fiyatların
artmasına sebep olmasıdır. Bir pazarda baskı ve tehdit altında mal
satması satıcının zarara uğramasına sebep olacağı için kendisine baskı
ve tehdidin olmadığı başka pazarlar arayacaktır. Bu durum fiyatlarda
beklenmedik artışların olmasına sebep olacaktır.
İkrahı sadece kişinin şahsının ya da aile fertlerinin öldürülme,
yaralanma tehdidi altında olması ile sınırlandırmamak gerekir.
Günümüzde yeni ikrah çeşitlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Bir
Mesut Bayar, İslâm Hukukunda İkrâh ve Hukûkî Sonuçları (Ankara: Ankara Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2012), 202.
44 Bkz. Halil İbrahim Acar, “İslâm Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler II:
İkrah”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 18 (2002), 19-38; Hasan Güleç,
“İslâm Hukukuna Göre İkrah (Cebir)”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
[Prof. Dr. Ömer Yiğitbaşı’na Armağan], 4 (1987), 129-142; İsmail Bilgili, “Ehliyet
Arızalarından İkrah Şartları ve Kısımları”, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
[Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi], 1/1 (2010), 237-270; Bayar, İslâm Hukukunda İkrâh
ve Hukûkî Sonuçları, 1-283.
43
118
şirket için kamu ihalelerinden engelli hale gelmek bu şirket sahipleri için
ciddi bir gelir kaybı olacağından dolayı etkili bir ikrah olabilmektedir.
Bu sebeple devletin herhangi bir yol, köprü ihalesinde, ihaleyi
kazananlardan bir okul yapmasını istemesini ikrah altında yapılan bir
tasarruf olarak görmek gerekir. Çünkü ihaleyi kazanan taraf bir okul
yapıp devlete hibe etmeyi istememekte ancak bu talebi karşılamazsa
daha sonraki ihalelerden engelleneceği baskısı altında bu harcamayı
yapmaktadır. Ticarî şirketler hayrî amaçlarla kurulmayıp, kâr elde
etmeyi hedeflediğinden dolayı ikrah altında kabul ettiği bu işlemde
zarar etmemek için gerek ihale bedelinde gerekse de yapım sürecinde
mal ve hizmet alımında piyasanın tabiî seyrine uygun olmayan
fiyatlandırmalar ortaya çıkabilmektedir. Bu sonuç fıkhî ilkeler açısından
kabul edilebilir nitelikte değildir.
d- Hile
Hile konusunu, hilenin çeşitleri, akitlere tesiri, cezaî boyutu gibi çok
farklı açılardan ele almak mümkün olmakla birlikte bu çalışmanın
sınırları ve çerçevesi göz önüne alınarak sadece piyasa fiyatlarının
oluşumuna etkisi bakımından ele alınmaktadır.
Fıkıh kitaplarında tağrîr ve tedlîs kavramı altında ele alınan hile, bir
şahsın akit esnasında veya tek taraflı hukukî işlemde kasten hataya
düşürülmesi demektir.45 Karşısındaki kişiyi aldatma amacıyla yapılan
işlemlere, yalan beyanlara ve gerçeği yansıtmayan sözlere dayalı
hilelerin yanında açıklanması gerekli olanı gizlemek yoluyla da
akitlerde hileye başvurulduğu görülmektedir. İslâm dini, hayatın her
alanında hileli davranışları yasaklamıştır. Kul hakkı ihlaline yol açacağı
için hilenin her türlü şekillerinden uzak durmak gerekmektedir.
Akit yaparken hileli yollara başvurulduğunda taraflardan birisi için
zarar olması kaçınılmazdır. Az süt veren bir koyun sütü sağılmayarak
sütlü koyun fiyatına satıldığında, malı temin etme fiyatını olduğundan
yüksek beyan ederek müşterinin fazla semen vermesi sağlandığında,
kaza yapmış bir aracı değişeni yok diye satım fiyatı belirlendiğinde
piyasanın tabiî şartlarına göre oluşması gereken fiyat yerine daha
yüksek bir miktar ile satış gerçekleşecektir.
Hileli işlemlere başvurmanın yasak olmasının başlıca sebepleri; hilenin
beşerin taşıması gereken üstün ahlakî değerlere aykırı olması,
akitlerdeki karşılıklı rıza ilkesine muhalif olması, insanlar arasında
kavga ve nizaya sebep olmasıdır. Beşeri münasebetlerde hileli
davranışlar yasaklanarak bu mahzurlu sonuçların doğmasına engel
olunduğu gibi, akit yaparken hile yapmanın yasak olması ile mal ve
45
Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 2/142.
119
hizmet alımında fiyatların kendi tabiî şartlarına uygun bir şekilde
belirlenmesi sağlanmaktadır.
Çağımızda insanlar fazilet ve erdem bakımından yenilikler ortaya
koyduğu gibi ahlakî zafiyetler ve zararlı davranışlar bakımından da
daha önce mevcut olmayan olumsuzluklar ortaya koyabilmektedirler.
Hile konusunda adaletten yoksun bencil karakterler farklı hileler
yapabilmektedir. Sadece fıkıh kitaplarında bahsi geçen hile örnekleri
değil, piyasa istikrarını bozan her türlü hileli davranışları aynı
kategoride değerlendirmek gerekir. Ürünün gerçek özelliğini
yansıtmayan aldatıcı nitelikteki reklam vermek, kamu idaresindeki
nüfuzunu kullanarak imara açılacak algısı oluşturarak spekülatif
işlemler yapmak, bir saat önce fiyatı %60 artırıp daha sonra %50 indirim
ilanında bulunmak, zararına satış ilanı yapılmasına rağmen kârlı satışa
devam etmek günümüzde sıklıkla başvurulan hileli davranışların
başında gelmektedir. Bu ve benzeri tüm hileli davranışlar ahlakî
bakımdan ayıp ve kusur, uhrevî bakımdan günah, hukukî bakımdan
suç, vicdanî bakımdan da nedamet içermektedir. Piyasada fiyatların
normal şekilde belirlenebilmesi için hileli işlemlerin önüne geçilmesi
zorunludur. Hileyi engellemeye yönelik alınacak tedbirler, fert ve
toplum hayatı için pek çok olumlu neticelere sebep olacağı gibi bu
tedbirlerin piyasada fiyat istikrarı sağlama bakımından da olumlu
yönde etkisi olacaktır.
4. Üretim ve Tüketimde İsraf Yasağının Olması
Kur’ân’da israf kelimesi farklı anlamları ihtiva etmekle birlikte maddî
açıdan israf kavramı, cimrilik yapmanın zıddı olarak tanımlanmakta ve
bu iki uç noktadan uzak olarak orta yolu tutmanın gerektiği ifade
edilmektedir.46 Allah’ın israf edenleri sevmediğinin beyan edilmesi,47
israfın yasaklanması,48 elindekini saçıp savuranların şeytanların
kardeşleri olarak tanımlanması49 ve birçok hadiste israfın
zemmedilmesi50 sebebiyle israfa düşmenin günah olduğu konusunda
fukaha hem fikirdir. İsrafın tanımı olarak sınırları kesin çizgilerle
çizilmiş bir ölçü bulunmamaktadır. Toplumun örfüne, insanların sosyal
konumlarına ve maddi yapılarına göre farklılık göstermektedir.51 İsrafın
fıkhî hükmü olarak, israf sebebiyle ortaya çıkan zararın büyüklüğüne
el-Furkân 25/62.
el-En’âm 6/141.
48 el-A’râf 7/31.
49 el-İsrâ 17/27.
50 Ebû Dâvûd, Tahâre, 45 (No. 96); İbn Mâce, Eti’me, 51 (No. 3352); Nesâî, Zekât, 66 (No.
2559).
51 Mustafa ez-Zerkâ, Fetâvâ (Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 2010), 518.
46
47
120
göre kerahetten
mümkündür.
başlayıp
tahrime
kadar
ulaştığını
söylemek
Sahip olunan nimetlerin verimli ve yerinde kullanılmamasına dayalı
olarak israf hayatın her alanında karşılaşılabilen bir durumdur. Burada
israf bütün yönleriyle değil sadece piyasa fiyatlarına etkisi bağlamında
ele alınmaktadır. Piyasa fiyatlarına etkisi bakımından israf hem üretim
aşamasında hem de tüketim aşamasında söz konusu olabilmektedir.
Aynı kalitedeki ihtiyacın üstündeki üretim israf olduğu gibi, ihtiyaç
olmadığı halde piyasaya sürülen mal da israftır.52
Bir malın üretiminde gerekli planlama doğru yapılmadığında malın
arzında tabiî olmayan bir artışa dayalı olarak üreticilerin mağduriyetine
yol açan bir fiyat ile satış yapılabilmektedir. Maliyetin altında zararına
bir satış yapılmasını gerektiren bu durumun temel etkeni üretimdeki
israftır. Tüketicilerin mallara kolay ve ucuz ulaşabilmesi, pazarın
canlılığını koruması, âtıl imkânların daha verimli kullanılması gibi
sebeplere dayalı olarak üretim faaliyetinin fazla olması olumlu sonuçları
olan ve hedeflenen bir durumdur. Burada bahsedilen üretimdeki israf
ihtiyaçların çok üstünde olan, yerli yerinde tüketime sunulma imkânı
olmayan ve başka pazarlara da ulaştırılamayan ölçüdeki üretim
faaliyetidir. Tüketicinin mallara değerinden çok ucuza ulaşması çarşıpazar dengesinde üreticilerin aleyhine bir sonuç doğuracaktır.
Üreticinin zarar etmesinin ileriki süreçte tüketiciye de olumsuz bir
şekilde yansıması olacaktır. Bu sebeple fıkıhta arzu edilen durum her iki
tarafın da dengeli bir şekilde lehine/kârına olacak düzenlemeye
ulaşılmasıdır.
Üretimdeki israfın önüne geçilebilmesi için, muhtemel tüketim
miktarlarını istatistikî bilgilerden yararlanarak tespit ederek planlama
yapmak, bu konuda elde edilen verileri üreticilerle paylaşmak, bir alana
yoğunlaşan fazla üretime karşı alternatif üretim alanları sunmak bu
konuda alınması gereken başlıca tedbirlerdir. Bu şekilde tedbirler alınıp
üretimin ihtiyaçlara göre dengeli olması temin edilince, eşya fiyatları
normal şartlarda olması beklenen bir seviyede bulunacaktır.
Piyasanın sürmekte olan tabiî seyrini bozan bir diğer israf şekli
tüketicilerin yaptıkları israftır. Bir eşyanın fiyatına beklenenden çok
fazla talep olduğunda talebin arzı yeterince karşılayamamasına bağlı
olarak fiyatların artması kaçınılmazdır. İhtiyacı olmadığı ve kullanmayı
düşünmediği bir malı insanların almasının sebeplerine bakıldığında;
başkalarına özentide aşırıya kaçmak, reklamların etkisinde kalmak,
sadece vakit geçirmek için alış-veriş yapmak, satın aldıkları ile sosyal
medyada paylaşımda bulunabilmek, istediğini alabilecek maddî gücü
52
İsmail Köksal, “İslâm Hukuku Açısından İsraf Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme”,
Marife: Dini Araştırmalar Dergisi 3/1 (2003), 202.
121
olduğunu göstermek gibi zaafların olduğu görülebilir. Toplumdaki
herkesin aynı gelir seviyede olması beklenemez. Meşru yollardan
hareket etme şartıyla insanların zenginliğe kavuşması ve bu zenginliğe
bağlı olarak tüketim miktar ve şeklinin farklı olması tabiî bir hâl olup
zemmedilen bir durum değildir. Tüketim israfı ile kastedilen insanların
gelir seviyesinden düşük eşya sahibi olmasının gerekliliği değildir.
Tüketim israfı, gelir seviyesi düşük-orta ya da yüksek olmasından
bağımsız olarak bir kişinin burada zikredilen zaaflara dayalı olarak bir
mala sahip olmaya çalışmasıdır.
Maddî imkânı olanların israfa düşerek bu şekilde bir tüketici davranışı
göstermesinin piyasadaki mal ve hizmet bedellerinin normal olmayan
bir ölçüde artmasına sebep olması kaçınılmazdır. Bu durum ortalama
gelir seviyesindeki kişilerin ihtiyaç duydukları mallara olması
gerekenden çok daha fazla ödemede yapmalarını zorunlu kılacaktır.
Dolayısıyla gerçek anlamda tüketici olanların aleyhine olacak şekilde
fiyatlar piyasaya hâkim olacaktır.
Ayet ve hadislerde çok kuvvetli bir şekilde ikaz edilen israftan kaçınılıp
orta yol tercih edilince hem üretimdeki israfa dayalı olan, hem de
tüketimdeki israfa dayalı olan olağandışı fiyatlanmaların önüne geçmek
mümkün olacaktır. Bu sebeple israf yasağı fiyatların piyasanın normal
seyrinde belirlenmesini sağlama bakımından oldukça güçlü etkiye sahip
bir yasaktır.
5. Üretim ve Çalışmanın Teşvik Edilmesi
İmtihan yeri olan bu dünya hayatında iyi amellerde bulunanların
kazançlı olacağının53 ve insana ancak çalıştığının karşılığının
olacağının54 beyan edilmesi, insanlara mülkiyet hakkı tanınması,55 veren
elin alan elden daha üstün olduğunun vurgulanması,56 zekât, sadaka,
kurban gibi malî ibadetlerin ancak mal sahibi olunarak yapılabilmesi,
hayat sermayesinin en verimli şekilde kullanılmasının gerekliliği, vaktin
kıymetini bilmeden tüketenlerin aldananlar olarak vasıflandırılması57
ideal bir Müslümanın hayatını üreterek ve faydalı işlerde çalışarak
geçirmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Üretimi esas alan toplumlarda ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin
temininde daralma yaşanmamasına bağlı olarak piyasada yüksek
fiyatların oluşmasına engel olunabilecektir. Ancak üretimde azalma ise
arzın azalmasına bağlı olarak beklenmeyecek ölçüde sürekli fiyat
Bkz. el-Mülk 67/2.
Bkz. en-Necm 53/39.
55 Bkz. en-Nisâ 4/2, 29.
56 Bkz. Müslim, “Zekât”, 32, (No. 1033).
57 Bkz. Tirmizî, “Zühd”, 1, (No. 2304).
53
54
122
artışlarının olmasına sebep olabilecektir. Bunun sonucunda tabiî süreç
sekteye uğrayacağı için piyasada fiyat istikrarı sağlanamayacaktır.
Üretimdeki fazlalığın arz-talep dengesini bozması, arzın fazla artması ve
bunun sonucunda da üreticinin zararına satışlar yapmasına sebep
olacağı söylenebilir. Ancak bu olumsuz durumun engellenmesi
mümkündür. Buradaki mesele, çalışmak ve üretmek değil, üretimde
doğru planlama yapmamaktır. İhtiyaçlar ve beklentiler üzerinde
yapılabilecek sağlıklı bir üretim planlaması ile hem üreticileri hem de
tüketicileri memnun edecek bir fiyatlandırmaya ulaşılması mümkün
olabilecektir.
Sonuç
İnsanların ihtiyaçlarını temin etmelerinin başlıca yolu belirli bir ıvaz
karşılığında elde etmek istedikleri mal ve hizmeti almalarıdır. Bir mala
fiyat tayini yapılırken tarafları mağdur etmeyecek bir rakamın ortaya
çıkması gerekir. Bunu sağlamanın yolu dış müdahaleden olabildiğince
uzak olarak piyasanın tabiî süreçte oluşmasıdır. Akitlerde karşılıklı
rızanın temin edilebilmesi için mal ve hizmet fiyatı için fıkhî ilkeler
çerçevesinde hareket edilme mecburiyeti söz konusudur. Bir satım
akdinde malın fiyatı normal piyasa şartlarına uygun olduğunda hem
alıcının, hem de satıcının hakkı korunmuş ve karşılıklı rızaya dayalı bir
işlem yapılmış olacaktır.
Bu çalışmada mal ve hizmet bedellerinin normal şartlar çerçevesinde
belirlenmesine yönelik olarak fıkıhta alınan başlıca tedbirler ele
alınmıştır. Fiyatların kendi normal seyrinde oluşması için alınan
tedbirlerin başında ihtikâr yasağı gelmektedir. Bedevînin malını
şehirlinin satmasının ve pazara gelmekte olan malı yolda karşılamanın
yasak olmasının temel nedeni, tekel ve karaborsa ortamı olmadan
serbest bir şekilde fiyatların belirlenebilmesidir. İhtikâr yapıldığında,
malın piyasaya arzında arz-talep dengesinin tüketiciler aleyhine olmak
üzere bozulması sonucunun olduğu açıktır. Piyasa istikrarını bozan bu
tür davranışlar gayri meşru kabul edilerek piyasanın normal seyrinde
hareket etmesi sağlanmıştır.
Devletin her türlü mala resmî tavan fiyat uygulaması fiyatların serbest
bir şekilde belirlenmesinin önüne geçecektir. Ancak hiçbir zaman resmî
tavan fiyat uygulamasının yapılamayacağını söylemek de zaman zaman
tüketicilerin mağduriyetine yol açabilecektir.
Fıkıhta neceş, gabn-i fâhiş, hile, ikrah gibi fiillerin akdin sıhhatine
olumsuz yönde etki ettiği kabul edilmiştir. Çünkü bu fiiller akitlerin
sıhhati için en temel esas olan karşılıklı rızanın sağlanmasına engel teşkil
edecektir. Fiyatların tabiî seyir içinde oluşabilmesi için tarafların
sattıkları ve aldıkları mala özgürce fiyat tayin edebilmeleri gerekir.
Hileli artırma, tağrire dayalı gabn-ı fâhiş, hileli işlemler yapma veya
123
tehdit altında akit yapılmasını sağlama akde doğrudan etki ederek
tarafların gerçekte razı olmayacakları bir fiyatla alım-satım yapmalarına
sebep olacaktır. Fıkıh bu tür davranışları gayri meşru kabul ederek
piyasada fiyatların dış müdahale olmaksızın tarafların serbest iradeleri
ile oluşması için tedbir almıştır.
Piyasada fiyat istikrarı için arz-talep dengesinin sağlanması
gerekmektedir. Hayatın her alanında israftan kaçınmak temel bir ilke
olduğu için, üretim ve tüketim alanında da israftan sakınmak
gerekmektedir. Bu şekilde davranıldığında toplumda gerek üretim
alanında gerekse de tüketim esnasında aşırılıklardan uzak durulacağı
için piyasada mal ve hizmet fiyatlarının olağan şekilde belirlenmesi
mümkün olabilecektir. Sürekli teşvik edilen çalışkan ve üretici olmanın,
kişiye ve topluma birçok faydasının yanında fiyat istikrarını temin
bakımından da faydası bulunmaktadır. İnsanların ihtiyaç duydukları
malların üretiminde tembellik göstermeyip sürekli bir çalışma içinde
olması ve doğru planlanan alanlarda üretim faaliyetlerine devam etmesi
arz-talep dengesini olumlu açıdan etkileyerek piyasadaki fiyatların tabiî
süreçte oluşmasına da fırsatlar sunacaktır.
Kaynakça
Acar, Halil İbrahim. “İslâm Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler II:
İkrah”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 18 (2002), 19-38.
Bardakoğlu, Ali. "Gabn". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 29
Nisan 2021. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/gabn.
Bayar, Mesut. İslâm Hukukunda İkrâh ve Hukûkî Sonuçları. Ankara: Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2012.
Beroje, Sahip. “Hz. Peygamber’in Ticarî Hayata İlişkin Bazı Hukukî
Düzenlemeleri”. Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu. ed.
Mahfuz Söylemez. Çorum: İslâmi İlimler Dergisi Yayınları, 2007.
Bilgili, İsmail. “Ehliyet Arızalarından İkrah Şartları ve Kısımları”. İnönü
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi]
1/1 (2010), 237-270.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş'as b. İshak el-Ezdî. Sünen. Beyrut: el-Mektebetü’lAsriyye, ts.
el-Mevsûatü’l-fıkhiyye el-Kuveytiyye. Kuveyt: Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’lİslâmiyye, 1427 h.
Erdoğan, Mehmet. Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Rağbet Yayınları,
1998.
Fayda, Mustafa. "Bedevî". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 2
Nisan 2021. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/bedevî.
Güleç, Hasan. “İslâm Hukukuna Göre İkrah (Cebir)”. Dokuz Eylül Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 4 (1987) [Prof. Dr. Ömer Yiğitbaşı’na Armağan],
129-142.
Hammâd, Nezih. İktisadî Fıkıh Terimleri. çev. Recep Ulusoy. İstanbul: İz
Yayıncılık, 1996.
124
Hırâkî, Ebü’l-Kâsım Ömer. Metnü’l-Hırâkî. Tanta: Dâru’s-Sahâbeti li’t-Turâs,
1993.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed. el-Muğnî.
Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî. Sünen. Dımaşk:
Dâru’r-Risâleti’l-Âlemiyye, 2009.
İbn Manzûr, Ebü'l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali. Lisânü’l-Arab. Beyrut:
Dâru Sâdır, ts.
İbn Rüşd, Ebü'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed. Bidâyetü’lmüctehid. Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, 1997.
Kallek, Cengiz. "İhtikâr". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 22
Nisan 2021. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/ihtikar.
Kallek, Cengiz. "Narh". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 27 Nisan
2021. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/narh#1.
Kallek, Cengiz. “Narh Konusuna Yeniden Bakış”. İslâm Hukuku Araştırmaları
Dergisi 7 (Konya 2006), 257-276.
Karaman, Hayreddin. Mukayeseli İslâm Hukuku. İstanbul: Nesil Yayınları, 1991.
Kâsânî, Ebû Bekr Alaeddin Ebû Bekr b. Mes'ud b. Ahmed. Bedâiü's-sanâi‘ fî
tertibi'ş-şerâi‘. Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1982.
Köksal, İsmail. “İslâm Hukuku Açısından İsraf Ekonomisi Üzerine Bir
Değerlendirme”. Marife: Dini Araştırmalar Dergisi 3/1 (2003), 201-210.
Kumaş, Ali. İslâm Borçlar Hukukunda Gabin. Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011.
Mâverdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib. el-Hâvi’l-kebîr. Beyrut:
Dâru’l-Fikr, ts.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye. İstanbul: Hikmet Yayınları, 1982.
Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd. el-İhtiyâr. İstanbul:
Pamuk Yayınları, ts.
Müslim, Ebü'l-Hüseyin el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî el-Haccac. Sahih. Beyrut: Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ts.
Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb. Sünen. Haleb: Mektebetü’lMatbûâti’l-İslâmiyye, 1986.
San'anî, Ebû Bekr Abdürrezzâk b. Hemmam Abdürrezzâk. el-Musannef. Beyrut:
el-Mektebü’l-İslâmî, 1403 h.
Şeyhzade, Damad Efendi. Mecmau’l-enhûr. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
ts.
Şîrâzî, Ebû İshak Cemaleddin İbrâhim b. Ali. el-Mühezzeb. Beyrut: y.y., ts.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre. Sünen. Beyrut: Dâru’l-Garbi’lİslâmî, 1998.
Uyanık, M. Zeki. “İslâm Hukukunda İhtikâr”. İslâm Hukuku Araştırmaları
Dergisi 16 (Konya 2010), 433-476.
Yeniçeri, Celal. İslâm İktisadının Esasları. İstanbul: Şamil Yayınevi, 1980.
Zerkâ Mustafa. Fetâvâ. Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 2010.
Zuhaylî, Vehbe. el-Fıkhu’l-İslâmiyyü ve edilletühü. Dımaşk: Dâru’l-Fikr, ts.
125
KÂĞIT PARANIN DEĞER KAYBINDAN KAYNAKLANAN
MADDİ ZARARLARA SELEM AKDİ ÇERÇEVESİNDE
ÇÖZÜM ÖNERİSİ
Giriş
Eşyaların değerini ölçen, servetleri biriktirmeye yardım eden ve ödeme
vasıtası olan paranın1 mübadele aracı olarak tarihteki serüvenine
bakıldığında somutta soyuta doğru bir gidişat izlediği görülmektedir.2
Malın bir başka mal verilerek satın alınması ile başlayan bu süreç,
maden değeri olan altın, gümüş, bakır, bronz vb. paraların
kullanılmasına dönüşmüş, daha sonra karşılığı olan kâğıt paraların
tedavülü yaygınlaşmış, günümüzde ise maden karşılığı olmayan kâğıt
para kullanılması tüm dünyada benimsenmiştir.3 İlerleyen süreçlerde ise
sanal ve kripto paraların da hayatın içinde daha fazla yer alması
beklenmektedir.
Dünyada 17. Yüzyılda kullanılmaya başlayan kâğıt paraların Osmanlı
Devletinde kullanımı kâime ve evrak-ı nakdiye adı altında başlamış,
Cumhuriyet döneminde banknot basımı ile süreç günümüze kadar
gelmiştir.4 Tüm dünyada kabul gören kâğıt para sisteminin fert ve
devletlere çeşitli kolaylıklar sağladığı bir gerçektir. Bununla birlikte bu
sistemde devletlerin istediği zaman para basması, elde mevcut olan
paranın değer kaybına uğraması, ulusal para birimlerinin uluslararası
güç odaklarının ve bazı devletlerin manipülasyonlarına açık olması,
paranın değerini düşürme tehdidi altında siyasî mekanizma üzerinde
hâkimiyet kurmaya fırsat vermesi gibi olumsuz yönlerinin de mevcut
olduğu ortadadır.
Kâğıt paralardaki değer kaybı, elinde ihtiyacından fazla miktarda parası
bulunanları maddi açıdan zarara uğramamak için alternatif aramaya
sevk etmektedir. Ticaret yaparak bu parayı değerlendiremeyenler
Bu tebliğ daha önce 20-22 Kasım 2021 tarihleri arasında Hamburg’da düzenlenen
ASEAD 8. Uluslararası Sosyal Bilimler Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuş ve
30 Aralık 2021 tarihinde Sempozyum Bildiriler Kitabında s. 84-93 yayınlanmıştır.
1 Hamdi Döndüren, “İslam'da Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, Para, Faiz ve
İslam, İsav Yayınları, İstanbul 1992, s. 186.
2 Abdülaziz Bayındır, “Başlangıçtan Günümüze Kadar İslam Toplumunda Madeni
Paralar ve Kâğıt Paralar”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2000, sayı: 2,
s.30.
3 Osman Okka-Hasan Kazak, İslâmî Finansal Yönetim Sistem ve Uygulama, Nobel
Yayıncılık, Ankara 2020, s. 150.
4 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Akyıldız, Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası Kâğıt Para
ve Sosyo Ekonomik Etkileri, Eren Yayıncılık, İstanbul 1996.
126
genellikle altın, gümüş gibi kıymetli maden alımına veya değer kaybı
olmayacağını düşündüğü yabancı ülkelerin paralarının alımına ya da
faiz geliri elde etme amacıyla bankaya yönelmektedir. Bu çalışmada
önerilen selem akdine dayalı olan çözüm önerisinin hayata geçmesi
durumunda millî paraları sürekli değer kaybı olan ülkelerdeki
vatandaşlar için yeni bir yatırım aracı ve eldeki parayı değerlendirme
imkânı söz konusu olabilecektir.
Selem Yatırım Sistemi
Selem yatırım sistemi, insanların ileride ihtiyaç duyacakları malları
önceden satın almalarına dayanmaktadır. Devlet tarafından miktarları
ve fiyatları belirlenerek listelenen mallardan peşin para vererek satın
alan kişiler, aldıkları bu malları ileriki bir vadede teslim almaktadırlar.
Selem yatırım sisteminin işlerlik kazanabilmesi için devletin bu amaca
yönelik müstakil bir kurumunun olması faaliyetin sağlıklı
yürütülebilmesi için önem taşımaktadır. Selem yatırım sistemine dâhil
olan şahısların kendilerine sunulan dijital hesap cüzdanında satın
aldıkları ürünler ve miktarları yazmakta olup selem yatırım sistemi
üzerinden alış işlemi yaptıklarında sahip oldukları mal miktarında
azalma olmaktadır. Örnek vermek gerekirse, hesap cüzdanında 1000
litre benzin bulunan bir şahıs 50 litre benzini bu kart ile aldığında
hesabındaki benzin miktarı 950 litreye düşmektedir.
Örnek Selem Satış Listesi: Burada verilen liste sadece bir örnek olması
amacı ile sunulmaktadır. Miktarlarda ve ürünlerde farklılıklar yapılması
mümkündür.
Selem Olarak Satılmasına Karar Verilen Mallar:
100 Lira= 14 lt Benzin
100 Lira= 15 lt Motorin
100 Lira = 40 kWh Elektrik
100 Lira = 70 m3 Doğalgaz
100 Lira = 16 lt Kalorifer Yakıtı
100 Lira = 200 m3 Ev Tüketim Suyu
100 Lira = 25 kg. Afyon Şuhut Agria Cinsi Sarı Patates
100 Lira= 13 kg. Q8 mm İnşaat Demiri
100 Lira = 4 kg. Yüksek Randımanlı Fındık
100 Lira = 2,5 kg. Et-Süt Kurumu Sığır Kuşbaşı
100 Lira = 2 kg. Et-Süt Kurumu Fermente Sucuk
100 Lira= 5 kg. Tosya Sarıkılçık Pirinci
100 Lira= 6 lt. Tarım Kredi Kooperatifi Ayçiçek Yağı
100 Lira= 3 kg. Tarım Kredi Kooperatifi Tiryaki Çayı
100 Lira= 20 kg. Gri Çimento
127
Selem ile satılan mallarda, taşıma masrafı varsa ifa yeri belli olmalıdır.5
Örnek: (A) 70.000 tl kadar bir parasını enflasyondan korumak için
aşağıda sunulan malları ileriki bir tarihte teslim almak üzere selem
yatırım sistemine yatırmaktadır. 1400 litre benzin, 14000 m3 doğalgaz,
500 kg. Et-Süt Kurumu sığır kuşbaşı, 1200 litre Tarım Kredi Kooperatifi
ayçiçek yağı satın almıştır. Hesaba 70.000 yatırdıktan sonra artık sistem
üzerinde para değil satın aldığı mallar ve miktarları yazmaktadır. (A)
şahsının hesabında 1400 litre benzin, 14000 m3 doğalgaz, 500 kg. sığır
kuşbaşı, 1200 litre ayçiçek yağı bulunmaktadır. Buna göre (A) şahsı 100
lt benzini selem sistemi kartı ile satın aldığında mal varlığı 1300 litre
benzine düşmekte, 5 kg. Et-Süt Kurumu sığır kuşbaşı satın aldığında 495
kg. düşmektedir. Bu malların teslim yeri akit yapılırken belirli hale
getirilerek teslim esnasında tarafların ihtilafa düşmesi önlenmektedir.
Selem akdinde parayı teslim eden kişi ölürse vârisler onun yerini alır.6
Örnek: (B) 100.000 tl olan birikimini selem yatırım sistemi ile
değerlendirmek istemektedir. Bu amaçla 15.000 litre motorin satın
almaktadır. Kendisine verilen selem yatırım sistemi kartı ile yılda 1500
litreyi aşmayacak ölçüde motorini bu sistem üzerinden teslim
almaktadır. 10 yıllık bir süre sonunda malın teslimi söz konusudur. Bu
sebeple 3 yıl sonra vefat eden (B)’nin bu alacağı belirlenen mirasçıları
tarafından teslim alınacaktır.
Müslemün fîhin (Satın alınan malın) teslim zamanı (vade) belirlenmiş
olmalıdır.7
Örnek: (C ) 100.000 tl olan nakit parasını selem yatırım sistemi ile
değerlendirmek istemektedir. Bu amaçla 16000 kWh elektrik, 28000 m3
doğalgaz, 1200 lire Tarım Kredi Kooperatifi ayçiçek yağı satın almıştır.
Her bir ürünün yıllık olarak azamî teslim miktarı %20 ile
sınırlandırılmıştır. Buna göre bir yılsonu itibarî ile (C ) şahsı alacağı mal
miktarını, devlet de teslim edeceği mal miktarını bilmektedir. Beş yıl
sonunda ürünlerin tamamının teslimi kararlaştırılmıştır.
Ali el-Hafîf, İslam Hukukuna Göre Hukukî İşlemeler ve Hükümleri, trc. Rahmi Yaran,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2011, s. 507.
6 Ali el-Hafîf, İslam Hukukuna Göre Hukukî İşlemeler ve Hükümleri, s. 507.
7 Ebû Abdullah Muhammed b. İdris b. Abbas eş-Şâfiî, el-Üm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1973,
III, 94; Ebû Bekr Alaeddin Ebû Bekr b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâiü's-sanâi' fî
tertîbi'ş-şerâi', Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1982, V, 212.
5
128
Selem ile satın alınan malda belirlenen süre dolup mal kabzedilmeden önce
tasarruf caiz olmaz.8
Örnek: (D) selem yatırım sistemi ile 10.000 lira ödeyerek satın aldığı ve
bir yıl sonra teslim alacağı Tosya sarıkılçık pirincini henüz iki ay
geçtikten sonra teslim almadan başka bir şahsa satmak istemektedir.
Ancak selem ile satın alınan mal kabzedilmeden önce tasarruf caiz
olmadığı için bu işlemin yapılmasına sistem üzerinden engel
olunmaktadır.
Selem akdi ribaya (faize) yol açmamalıdır.9
Örnek: (E ) selem yatırım sistemi ile 100 gr altın almak istemektedir.
Paranın para ile mübadelesinde peşin olma şartı bulunmaktadır. Selem
yolu ile para önceden ödenmekte, malın teslimi ise bir vade sonunda
olmaktadır. Buna göre, selem yolu ile işlem yapıldığında altın ve gümüş
satımındaki peşin olma şartının ihlali söz konusu olacağı ve ribaya
düşme gerçekleşeceği için selem yatırım sistemi yolu ile altın alınması
mümkün olmamaktadır.
Selem ile satılan malların zamanı gelince teslim edilmesi gerekir. Ancak selem
ile satılan bu mal teslim zamanında temin edilemiyorsa alıcı isterse selem akdini
fesheder isterse de malın tedarik edilmesini bekler.10
Örnek: (F) 10.000 lira ödeyerek 300 kg. Tarım Kredi Kooperatifi Tiryaki
çayını selem yatırım sistemi ile almıştır. Ancak teslim vakti geldiğinde
çay hasadındaki problemlere dayalı olarak teslimat mümkün
olmamaktadır. Bu durumda iki yol vardır. Birincisi akdin feshedilip
10.000 liranın (F)’ye geri verilmesidir. İkincisi ise (F)’nin malın tedarik
edilme sürecini beklemesidir.
Selem muamelesinde ikâle caizdir. Taraflar müddet dolmadan karşılıklı
anlaşmaya dayalı olarak akdi nihayete erdirebilirler.11
Örnek: (G) 10.000 lira ücret ödeyerek 1500 litre mazotu selem yoluyla
almıştır. Ancak bir süre sonra bu selem akdini nihayete erdirmek
istemektedir. Selem yatırım sistemi kurumuna başvurduğunda kurum
Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd b. Mevdud el-Mevsılî, el-İhtiyâr li-ta'lili'lMuhtâr, Pamuk Yayınları, İstanbul t.y., s. 214.
9 Kâsânî, Bedâiü's-sanâi', V, 221.
10 Ebü'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid ve
nihâyetü'l-muktesıd, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1997, III, 265.
11 M. Talat Karaçizmeli, “İslâm Hukukunda Selem Akdi Üzerine Bir İnceleme”, Diyanet
İlmi Dergi, 1975, cilt: XIV, sayı: 4, s. 227.
8
129
bu talebi uygun görür ise yatırılan para (G)’ye teslim edilerek kurumun
belirlenen vade sonunda şahsa mazot temin görevi sona ermektedir.
Önerilen Sistemin Fıkhî İlkelere Uygunluğu
Bir akdin sahih olabilmesi için sıhhat şartlarını taşımasının yanında akdi
fâsid ya da bâtıl yapacak niteliklerden de uzak olması gerekmektedir.
İvazlı akitlerin12 fıkha uygun olabilmesi için akitte hata, hile, ikrah garar,
cehalet, gabn-i fâhiş ve faiz olmaması en temel kurallardandır.13 Bu
çalışmada önerilen sistem, fıkıhta selem olarak isimlendirilen akdi esas
almaktadır.
Selem, fıkıh terimi olarak peşin para veya mal ile veresiye bir mal satın
alma işlemidir.14 Peşin verilen paraya re’sülmâl, satın alınan mala
müslemün fîh denir.15 Hz. Peygamber’in (s.a.v), selem akdinde ölçü, tartı
ve sürede belirlilik olması gerektiğini beyan etmesi16 sebebi ile selem
akdinin cevazı için fakihler çeşitli şartlar belirlemişlerdir.17 Karşılıklı
bedeller mütekavvim mal ve belirlenmiş (mâlûm) olmalıdır. Re’sülmâl
peşin olmalıdır. Müslemün fîh olarak belirlenen mal piyasada mevcut
olmalıdır. Müslemün fîhin ifa zamanı (vade) belirlenmiş olmalıdır.
Müslemün fîhin ifa yeri belirlenmiş olmalıdır. Akit ribâya yol
açmamalıdır. Bu şartların bir kısmında mezhep görüşlerinde ittifak var
iken, bir kısmında ise fakihler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.18
Fıkıh kitaplarında selem akdinin cevazı için belirlenen şartlara uygun bir
selem yatırım sistemi tesis etmenin önünde bir engel bulunmamaktadır.
Bu sistemde liste önceden belirlenmiştir ve listede yer alan mallar
mütekavvim ve piyasada mevcut olan mallardan oluşmaktadır.
Şahısların sisteme para yatırması ile süreç başlayacağı için re’sülmâl
peşin olacaktır. Müslemün fîhin ifa yerini önceden belirlemek
İvazlı akit, her iki tarafa borç yükleyen akitlerde karşılıklı bedellerden her biri için
kullanılmaktadır. Bkz. Bilal Aybakan, "İvaz", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/ivaz--fıkıh (05.08.2021).
13 Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991, II, 123217.
14 Mevsılî, el-İhtiyâr li-ta'lili'l-Muhtâr, s. 209.
15 Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul 1998,
s.42.
16 Nesâî, Buyü’, 4616.
17 Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen
Yayınevi, İstanbul t.y., VI, 111; Bilal Aybakan, "Selem", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/selem (30.03.2021).
18 İttifak ve ihtilaf edilen şartlar için bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, III, 261-265;
Karaçizmeli, “İslâm Hukukunda Selem Akdi Üzerine Bir İnceleme”, Diyanet İlmi Dergi,
1975, cilt: XIV, sayı: 4, s. 218-226.
12
130
mümkündür. Bu sistemde bir tarafta para, diğer tarafta mal
bulunmaktadır. Bu sistemde malın mal ile ya da paranın para ile vadeli
satın alınması söz konusu olmadığı için riba (faiz) bulunmamaktadır.
Paranın para ile değişimi fıkıhta sarf akdi olarak tanımlanmakta ve
cevazı için belirli şartlar bulunmaktadır.19 Sarf işleminin caiz olması için
peşin olma şartı bulunmaktadır. Selem akdinde vade söz konusudur. Bu
sebeple döviz ve altın alımlarının selem yoluyla yapılması caiz
olmayacaktır.
Akitlerdeki belirsizlik garar olarak, bilinmezlik ise cehalet olarak
tanımlanmıştır.20 Akitlerde her zaman yüzde yüz oranında belirlilik
sağlamak mümkün olmayacağından ve böyle bir talebin ticari hayatı
sekteye uğratacağından dolayı az garar ve cehaletin akde menfi tesir
etmeyeceği genel kabul görmüştür. Selem yatırım sisteminde paranın
karşılığı olacak malların ve miktarlarının önceden belirlenmesi bu
işlemde garar ve cehalet olmasına engel olacaktır. Müslemün fîhin ifa
zamanı (vade) belirlenmiş olmalıdır kuralına uyum için de ürünlerin
teslim zamanı ve miktarı hakkında yıllık asgari ve azami miktarlar ve
kotalar belirlemek mümkündür.
Selem Yatırım Sisteminin Faydaları
Bu çalışmada selem yatırım sistemi adı altında eldeki nakit paranın faize
girmeden değerlendirilmesi için alternatif bir fırsat önerilmektedir.
İnsanların, ileride ihtiyaç duyacakları ya da zamanla değer kazanacağını
düşündüğü malları bugünden ücretini yatırarak satın almasına ve malın
tesliminin belirli bir vade sonunda gerçekleşmesine dayalı olan bu
sistemde hem alıcı, hem satıcı, hem de ülke ekonomisi için birçok
faydalar bulunmaktadır.
Elinde enflasyonun yüksek olduğu ülkeye ait nakit para bulunduranlar
maddi kayba uğramamak için bu parayı ticarette ya da yatırım
araçlarında kullanma mecburiyeti içindedirler. Seleme dayalı bu alışveriş faiz ihtiva etmeyen yeni bir yatırım aracı olma vasfı taşımaktadır.
Yastık altı olarak tarif edilen ve ekonomik sistemin dışında atıl duran bu
paraların ekonomik sisteme dâhil edilmesi her zaman teşvik
edilmektedir. İnsanların elinde para tutmalarının sebeplerinden birisi de
ileriki bir zamanda ihtiyaç duyacağı malları alabilme imkânının
olmasını istemeleridir. Selem sistemi ile alış-veriş yapan kişiler aylarca
Mecelle Madde 121: “Sarf, nakdi nakde bey’ etmektir ki Türkçe akçe bozmak tabir olunur.”
İbrahim Kâfi Dönmez, "Garar", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/garar (30.03.2021).
19
20
131
hatta yıllarca atıl tutacakları birikimi erkenden ekonomik sisteme dâhil
etmiş olmaktadırlar.
Kâğıt paranın değerinin düşmesi insanları faizli işlem yapmaya sevk
etmektedir. Selem yatırım sisteminin yaygınlaşması ile faizli işlem
yapmadan insanların nakitlerini değerlendirme fırsatı doğmaktadır.
Selem yatırım sisteminde ürünün teslimi bir vadeye bağlandığı için
üreticiler mallarını pazara sunmadan hatta belki henüz daha üretmeden
satmış olmaktadırlar. Müşterinin parasını alarak belli bir vade sonunda
malı teslim sorumluluğu altına giren satıcılar üretim çarkının
sürekliliğinin sağlanmasına katkı sunacaktır. Üretim yapma veya başka
pazarlardan mal getirme konusunda kararsızlık ve isteksizlik yaşayan
bir satıcı, selem ile borç altına girdiğinde zorunlu olarak çalışma ve
üretme gayreti içinde olacaktır.
Bir malın erken ödeme ile alınması müşteriler için her zaman daha
hesaplı bir alış veriş olmaktadır. Seleme dayalı işlemlerin yaygınlık
kazanması durumunda elinde nakit bulunduran şahıslar satın almak
istedikleri malları daha ucuz bir fiyata satın alabileceklerdir.
Selem yatırım sistemi ile piyasada beklenen hareketlilik, üretim
faaliyetinin ve istihdam alanlarının artmasına olumlu katkı
sunabilecektir.
Toplumlarda zaman zaman kıtlık yaşanmakta ve insanlar maddi
imkânları olsa bile istedikleri ürünlere kolaylıkla ulaşamamaktadırlar.
Selem yatırım sistemi ile ihtiyaç maddelerini önceden satın alan kişiler
malların tedarikinde sıkıntı olan dönemlerde -parası önceden ödenmiş
malların teslimine öncelik verileceği için- diğer insanlara göre daha
öncelikli konumda olabileceklerdir.
İhtiyaç fazlası nakit birikime sahip olan fertlerin sahip oldukları bu
paraları evlerinde bulundurmaları can ve mal güvenliği açısından
endişeye sebep olabilmektedir. Selem yatırım sistemine dâhil olunca
eldeki paralar mal alımı için önceden harcanacağından dolayı hırsızlık
riskine karşı insanların korunmasına yardım edecektir.
İnsanların bir kısmında nakit olarak parayı elde tutamama, gereksiz bir
şekilde harcama temayülü bulunmaktadır. Fıkıhta sefihlik olarak
tanımlanan bu durum ehliyet arızalarından birisidir.21 Çocuğuna,
torununa ileri yaşantısında sıkıntı çekmesin diye para vermek isteyen
ebeveynlerin en büyük endişesi nakit olarak teslim edecekleri parayı
21
Muhammed Emin b. Mahmûd Buhari Emir Padişah, Teysîrü't-tahrîr, Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut 1983, II, 258.
132
kısa sürede çocuğun tüketmesidir. Selem yatırım sistemi bu probleme
de çözüm içermektedir. Çocuklarına maddi gelir bırakmak isteyenler
nakit para vermek yerine uzun vadeli olarak temel ihtiyaçlarını bu
sistem üzerinden satın alarak istedikleri hedefe ulaşabileceklerdir.
Sonuç
Kâğıt paralar fizikî maden değeri olmayıp sadece itibarî değere sahip
olduğu için ekonomik yapısında ve siyasî sisteminde problemler olan
ülkelerdeki millî paralar sürekli bir değer kaybı yaşamaktadır. Bu ülke
vatandaşlarının ticaret ile meşgul olmayanlarının maddi açıdan zarara
uğramamak için ellerindeki paraları yatırım araçları vasıtasıyla değer
kaybından korumaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu çalışmada faize
düşmeden eldeki parayı değerlendirebilmek için yeni bir alternatif
yatırım sistemi önerilmektedir. Buna göre, peşin para veya mal ile
veresiye bir mal satın alma işlemi olarak tanımlanan selem akdinin
belirli bir sistematik yapı içinde toplumda yaygınlık kazanması ve
bunun
sonucunda
eldeki
nakit
paranın
değerlendirilmesi
hedeflenmektedir.
Nakit parası olanlar selem yatırım sistemi malları listesinde cinsi, vasfı,
miktarı ve değeri açıklanmış olan mallardan ileride ihtiyaç
duyabileceğini düşündüğü malları parasını peşin ödeyerek satın
almaktadırlar. Tarafların ihtilafına mahal vermeyecek şekilde satılan
malın nitelikleri ve teslim şartları akit yapılırken belirlenmektedir.
Bu çalışmada önerilen sistemde selem akdinin kısa vadede değil, yıllara
yayılan uzun bir süreç içinde tamamlanması esas alınmıştır. Uzun vadeli
selem akdinin fert ile devlet arasında yapılması da fertler arasında
yapılması da mümkündür. Ancak sürenin uzun olması ve satın alınan
mal miktarının fazla olması malın teslimi aşamasında problemlere sebep
olabileceği için selem yatırım sisteminin fert ile devlet arasında
uygulanması daha isabetli olacaktır.
Kâğıt parada değer kaybının sıklıkla yaşanıyor olması insanları faiz
geliri elde etme amacıyla parayı bankaya yatırmaya yöneltmektedir.
İslam dininde faizin haram olması sebebiyle alternatif seçeneklerin
sunulması önem arz etmektedir. Selem yatırım sisteminin taraflara ve
ülke ekonomisine yararının olmasının yanında belki de en önemli yönü
faize yönelişi azaltabilecek olmasıdır.
Selem yatırım sistemi bu çalışmada ayrıntıya girilmeden temel bilgiler
çerçevesinde ele alınmıştır. Bu sistemin ekonomik hayatta tatbik
edilmesine karar verilmesi durumunda selem ile satılan malların listesi,
133
teslimat şartları, teslim borcunun nitelikleri, çeşitli kota uygulamaları
gibi konularda ayrıntılı çalışmalar yapılarak muhtemel risk ve
problemlerin en aza indirgendiği bir sistem yapısı kurulabilecektir.
Kaynakça
Akyıldız, Ali, Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası Kâğıt Para ve Sosyo
Ekonomik Etkileri, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1996.
Ali el-Hafîf, İslam Hukukuna Göre Hukukî İşlemeler ve Hükümleri, trc. Rahmi
Yaran, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2011.
Aybakan, Bilal, "Selem", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/selem (30.03.2021).
Aybakan, Bilal, "İvaz", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/ivaz--fıkıh (05.08.2021).
Bayındır, Abdülaziz, “Başlangıçtan Günümüze Kadar İslam Toplumunda
Madeni Paralar ve Kâğıt Paralar”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 2000, sayı: 2, s. 15-36.
Berki, Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, Hikmet Yayınları, İstanbul 1982.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen
Yayınevi, İstanbul t.y.
Döndüren, Hamdi, “İslam'da Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, Para,
Faiz ve İslam, İsav Yayınları, İstanbul 1992.
Dönmez, İbrahim Kâfi "Garar", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/garar (30.03.2021).
Emir Padişah, Muhammed Emin b. Mahmûd Buhari, Teysîrü't-tahrîr, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1983, II, 258.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul
1998.
İbn Rüşd, Ebü'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Bidâyetü'lmüctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1997.
Karaçizmeli, M. Talat, “İslâm Hukukunda Selem Akdi Üzerine Bir İnceleme”,
Diyanet İlmi Dergi, 1975, cilt: XIV, sayı: 4, s. 211-231.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991.
Kâsânî, Ebû Bekr Alaeddin Ebû Bekr b. Mes'ud b. Ahmed, Bedâiü's-sanâi' fî
tertîbi'ş-şerâi', Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1982.
Mevsılî, Ebü'l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd b. Mevdud, el-İhtiyâr lita'lili'l-Muhtâr, Pamuk Yayınları, İstanbul t.y.
Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, Sünen, Mektebetü el-Matbûâtu’lİslâmiyye, Haleb 1986.
Okka, Osman – Kazak, Hasan, İslâmî Finansal Yönetim Sistem ve Uygulama, Nobel
Yayıncılık, Ankara 2020.
Şâfiî, Ebû Abdullah Muhammed b. İdris b. Abbas, el-Üm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut
1973.
134
HELÂL OTEL SERTİFİKASI KURALLARININ FIKHÎ
İLKELER ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ
1. GİRİŞ
Dünya turizm sektöründe alternatif konaklama şekilleri günden güne
artış göstermektedir. Dinî duyarlılığı olan insanlara hizmet etme amacı
ile helal otel sertifikalı otel işletim yönteminin büyük bir artış gösterdiği
görülmektedir. Bir otelin helal otel sertifikası alabilmesi için çeşitli
yükümlülüklerinin olması tabiîdir. Bu yükümlülükler, temelde
yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler olarak ikiye
ayrılmaktadır. Bu ikili ayırım kendi içinde mutlaka gerekli olanlar ile
olması tavsiye edilenler olarak ikiye ayrılmaktadır. Fıkıh usulünde
teklifî hükümler başlığı altında hükümlerin çeşitleri ayrıntılı olarak ele
alınmıştır. Hükümlere ilişkin kavramların tanımlanmasında mezhepler
arasında farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, yapılması olumlu ve iyi
görülen davranışlar farz, vacip, mendup, sünnet, müstehap, fazilet,
nafile kavramları ile ifade edilirken; yapılması istenilmeyen davranışlar
tenzihen mekruh, tahrimen mekruh ve haram kavramları ile
tanımlanmıştır. Yapılması ve terk edilmesi serbest bırakılan alan ise
mubah, helâl, meşru ve caiz kavramları ile ifade edilmiştir.1 Güzel
görülen davranışlar ve günah/çirkin kabul edilen bir davranışlar için
birden çok kavramın kullanılmasının sebebi, yapılan davranışın
bağlayıcılık ölçüsünün farklı olmasıdır. Uhrevî olarak karşılaşılacak
olan ödül ve ceza, ortaya konulan fiilin niteliğine göre değişiklik
gösterecektir.
Fıkıh literatüründe oluşmuş bu kavram bilgisinden hareketle teklifî
hükümleri, zorunlu olarak uyulması gerekenler ile tavsiye niteliğinde
olan hükümler olmak üzere iki kategori olarak sınıflandırma yapılabilir.
Buna göre farz, vacip hükmünü taşıyan davranışlar yapma (edâ)
bakımından, haram hükmü taşıyan davranışlar ise yapmama (kaçınma)
bakımından zorunlu olarak riayet edilmesi gereken hükümler sınıfına
dâhildir. Mendup, sünnet, müstehap, fazilet, nafile, tatavvu, meşrû, caiz
1
Bu makale daha önce Kastamonu Üniversitesi Turizm Fakültesi tarafından 7-9 Nisan
2017 tarihinde Alanya’da düzenlenen 1. Helal Turizm Kongresinde sunulmuş ve
bildiri kitabında yayınlanmıştır. Daha sonra bu tebliğ değişiklikler ve düzenlemeler
yapılarak makale olarak (Social Sciences Studies Journal, vol: 4, ıssue: 24, pp. 4872-4880,
Kasım 2018) dergisinde yayınlanmıştır.
Teklifî hüküm çeşitleri ve oluşum süreci hakkında bkz. Dilek, U. B. (2011). Teklifî
Hüküm İfade Eden Kavramların Doğuşu, Gelişimi ve Terimleşmesi, İslâm Hukuku
Araştırmaları Dergisi, 18, 211-242.
135
ve helâl hükmü ile tanımlanan davranışlar ise zorunlu olarak uyulması
gerekli olmayan tavsiye nitelikli hükümler sınıfına dâhildir. Helal otel
sertifikası kuralları tespit edilirken fıkıh usulündeki teklifî hükümlerin
bağlayıcılık bakımından farklılığını gösteren bu bilgilerden istifade
edilecektir.
2. HELÂL OTEL SERTİFİKASI KURALLARI
Resmi kurumlar tarafından henüz helal otel standardizasyonu
yapılmadığı için genel kabul görüp uygulamaya geçirilen bir
standardizasyon bulunmamaktadır. Bu konudaki ihtiyaca cevap vermek
üzere sivil toplum kuruluşları tarafından standart belirleme çalışmaları
yapılmaktadır. Turizm sektöründe faaliyet göstermekte olan konaklama
işletmelerinin2 helâl sertifikası almaları için uygulamaları gereken
kuralları beyan eden çeşitli standardizasyon sistemleri incelendiğinde3
bu kuralların bir kısmının Müslümanlar için zorunlu olarak uyulması
gereken esaslar olduğu, bir kısmının ise tavsiye niteliğinde olup en iyi
olana yönlendirme amacı taşıdığı görülmektedir. Dinen uyulması
mecburi olan kurallar ile tavsiye niteliğinde olan kuralların tek bir başlık
altında sunulması isabetli değildir. Sağlıklı bir standart yapılabilmesi
için zorunlu olan ile olmayan esasların ayrılması gerekmektedir.
2.1. Zorunlu Olarak Bulunması Gereken Kurallar
Üzerinde çalışılan mevzu sadece helâl otel standardizasyonu
çerçevesinde olduğu için temizlik, güvenirlilik, emeğin hakkının tam ve
zamanında verilmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması gibi tüm
otellerde dikkat edilmesi gereken hususlara burada değinilmeyecektir.
Bu araştırmada amaç, tüm otellerde bulunması gereken asgari
standartlara “helâl” kavramına uyum için yapılacak ilave standart
kurallarını zorunlu olan, tavsiye edilen ayırımı ile birlikte tespit
etmektir.
Zorunlu olarak uyulması gereken kuralları; mahremiyet sınırlarının
korunması, ibadetlerin yapılabilmesi için gerekli imkânların sunulması,
Helal konseptli otel işletmelerinin Türkiye’deki mevcut durumunu ve istatistikî veriler
için bkz. Pamukçu, H.ve Arpacı, Ö. (2015). Helal Konseptli Otel İşletmeleri:
Türkiye’deki Mevcut Durum Üzerine Bir Araştırma, 1. Uluslararası Türk Dünyası
Turizm Sempozyumu Bildirileri, (s.319-331). Kastamonu: Kastamonu Üniversitesi.
3Helâl
otel sertifikası için aranan şartlar hakkında örnekler için bkz.
http://adlbelge.com/helâl-otel-sertifikasi
(Erişim
Tarihi:
05.01.2017);
http://www.gimdes.org/helâl-otel-nasil-olmali-2.html (Erişim Tarihi: 05.01.2017);
http://www.turizmaktuel.com (Erişim Tarihi: 05.01.2017).
2
136
eğlencenin sınırlarının belirlenmesi, yemeklerde helâl ürünlerin
sunulması başlıkları altında toplamak mümkündür.
2.1.1. Mahremiyet Sınırlarının Korunması Kapsamındaki Kurallar:
a- Otelde bay-bayan kullanımına ayrı ayrı tahsis edilmiş havuzlar
bulunmalıdır. Otelde tek havuz olması durumunda dönüşümlü
kullanılması sağlanmalıdır.
b- Bay ve bayan havuzlarına giriş-çıkış yolları birbirinden bağımsız
halde olmalıdır.
c- Bayan havuzlarının dışarıdan görülmesine engel olunmalıdır. İçeride
fotoğraf ve kamera kaydı alınmasına izin verilmemelidir.
d- Televizyon yayınlarında müstehcen kanallara yer verilmemelidir.
e- Bina içinde ve dışında müstehcen nitelikli reklam, pano, afiş
bulunmamalıdır.
f- Kuaför ve masaj salonlarında müşteriler ve hizmet sunanlar
bakımından erkek-kadın ayrımı sağlanmalıdır.
g- Mahremiyete aykırılık olacağı için oda içleri kamera takibine
alınmamalıdır.
h- Otelde evli olmayan çiftlerin kalmasına izin verilmemelidir. Birinci
dereceden yakın akraba olmayanların aynı odada kalmalarına izin
verilmemelidir.
Buraya kadar zikredilen kuralların mecburiyet taşımasının gerekçesi
ayet ve hadislerde kadın ve erkeğin örtülmesi gereken yerlerinin beyan
edilmesi, birbirine yabancı olan erkek ile kadınların birbirlerini görme
ve dokunma hususundaki sınırları açıklayan ayet ve hadislerin
bulunmasıdır. Tesettürün mevcudiyeti zarurî ilim ifade eden Kur’ân
ayetleri ile sabit olmuştur. (Topaloğlu, 1991: 16) “Mü’min erkeklere
söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış
onlar için nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla
haberdardır. Mü’min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar,
ırzlarını korusunlar. Görünen kısımlar hariç ziynetlerini göstermesinler.
Bir de başörtülerini yakalarının üzerine salıversinler…” (Nur Suresi,
24/30-31). Hz. Peygamber (s.a.) hadislerinde harama bakmama
konusunda Müslümanlara uyarılarda bulunmuştur (Ebû Dâvûd, Nikâh,
2149).
Evli olmayan erkek ve kadının aynı odada kalmalarının yasak olmasının
temelinde, İslâm dininin nikâh bağı olmadan birlikte yaşamayı,
137
aralarında nikâh bağı olmayan birbirine yabancı erkek ve kadının
kimsenin bulunmadığı kapalı yerlerde bulunmayı ve zinayı yasaklaması
gelmektedir. Bu konuda birçok ayet ve hadis bulunmaktadır. İsrâ Suresi
32. ayetinde “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir
ve çok kötü bir yoldur.” buyrulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) “Bir adam
yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”
(Buhârî, Nikâh, 4935) ikazı ile korunması gereken mahremiyet sınırlarını
beyan etmiştir.
Birbirine yabancı erkek ve kadınların arasında mahremiyet kuralları
bakımından olması gereken ölçü ve sınırlara dair ayet ve hadislerdeki
bu uyarılar, otellerde havuz, hamam, plaj, spa merkezi, masaj salonu ve
sauna gibi alanlarda erkek ve kadınlar için ayrı mekânların tahsis
edilmesini zorunlu kılmaktadır. Aynı odayı paylaşacak kişilerin yakın
akraba veya evli olma zorunluluğu bulunmalıdır. Naslarda bu konuda
yer alan hükümler, tavsiye niteliğinde olmayıp, mutlaka uyulması
gereken sınırları beyan ettiği için oteller, helâl otel sertifikası alabilmek
için bu kurallara uygun hareket etmekle yükümlü olmalıdır.
2.1.2. Eğlencenin Sınırları Bakımından Uyulması Gereken Kurallar:
a-Eğlence ve animasyon gösterilerinde dinin haram saydığı davranış ve
uygulamalar yapılmamalıdır.
b- Kumarhaneler ve bahis oyunu mekânları bulunmamalıdır.
Kur’ân’da içki ve kumar yasağı aynı ayette bulunmaktadır. Mâide Suresi
90. Ayetindeki “Ey İman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları
ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”
uyarısı konaklama yerlerinin helâl statüsü elde edebilmeleri için alkol,
uyuşturucu, kumar ve bahis gibi haram kabul edilen uygulamalara
işletmelerinde yer vermemelerini zorunlu kılmaktadır.
Eğlence ve gösteri amaçlı etkinliklerde içki, uyuşturucu gibi haram
unsurların bulunması, cinsellik ihtiva eden genel kamu ahlakına aykırı
dans ve oyun gösterilerin yapılması helâl otel standardına aykırılık
taşıyacaktır.
2.1.3. İbadetlerin Yapılabilmesi İçin Alınması Gereken Tedbirler:
a- Abdest almak ve namaz ibadetini yerine getirebilmek için mekân
tahsis edilmelidir.
b- Ramazan ayında imsak ve iftar saatlerinde yemek hizmetleri
bulunmalıdır.
138
Birçok ayet-i kerimede namaz kılmanın ve oruç tutmanın farz kılındığı
bildirilmektedir.4 Ayrıca İslâm’ın beş esas üzerine bina edildiğini ifade
eden hadiste namaz ve orucun bu esaslardan olduğu beyan edilmiştir
(Tirmizî, İman, 2609). Namaz kılabilmek için abdestli olmak gerekir. Bu
sebeple, lavabolarda abdest almak yasaklanıyorsa, abdest almak için
mutlaka başka uygun bir yer gösterilmelidir.
Odalarda her zaman namaz kılma fırsatı bulunamayacağından otelin bir
yerinde mescit açılması helâl otel standardında mecbur olarak kabul
edilmelidir. Ramazan ayının hususiyeti sebebiyle bu ayda oruç tutan
müşteriler için iftar ve sahur vakitlerinde yemek hizmeti sunulmalıdır.
2.1.4. Yemek Hizmetinde Uyulması Gereken Kurallar:
a- Yemek hizmetlerinde alkollü içeceklere yer verilmemelidir.
b- Depolama, taşınma, pişirilme ve sunulma aşamalarında helâl
ürünlerin haram ürünlerle karışması engellenmelidir.
c-Domuz ürünleri ve türevleri kullanılmamalıdır.
d- İslâmî esaslara göre kesimi yapılan hayvanların etleri kullanılmalıdır.
e- Otelde kullanılan ürünlerde israfın önüne geçilmesi için tedbirler
alınmalıdır.
İslâm dininde helâl sahası çok geniştir. Ancak dünyanın imtihan sahası
olması, sağlığın korunması gibi birçok hikmete dayalı olarak bazı
ürünlerin kullanılması yasaklanmıştır. Hayvan türlerinden domuz ve
İslâmî usuller gözetilmeden kesilen hayvanların etleri fıkıh
mezheplerinin ittifakı ile haramdır. Bu hükmün temelinde “Allah size
ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram
kıldı…” (Nahl Suresi, 16/115) ayeti bulunmaktadır.
Buna göre yemek hizmetlerinde domuz ve türevlerinin kullanılmaması,
İslâmî esaslara göre kesimi yapılan hayvanların etlerinin kullanılması ve
satın alınmasından sofraya kadar geçen süreçte haram hükmünde olan
bir nesne ile buluşmaması için gerekli tedbirlerin alınması fıkhî bir
gereklilik olduğu için, bu şartlar helâl otel sertifikası için zorunlu olarak
uyulması gereken kurallar kapsamındadır.
Sahip olunan servet, nimet ve imkânların yerli yerince kullanılmaması
diye tanımlayabileceğimiz israf ve savurganlık sadece helâl otel
4
Namaz ve oruç hakkındaki ayetlerin konu bakımından tasnifi ve listesi için bkz.
Özdemir, A. (2014). Kur’an’da Yeralan Fıkhî İlke ve Konular, s.113-118, Murat Kitabevi.
Ankara.
139
sertifikası alan mekânlarda değil insanın hayat sürdüğü her yerde
kaçınılması gereken bir davranış olduğunu kabul etmek gerekir.
Kur’ân’da harcamalarda orta yolu tutmak emredilmekte (Furkân Suresi,
25/67) ve israf etmek yasaklanmaktadır (En’am Suresi, 6/141). Resûlullah
(s.a.) akan nehirden abdest alırken bile israf edilmemesi gerektiğini
bildirmektedir (İbn Mâce, Tahare, 425). Otellerdeki israfın önüne
geçilmesi için yapılması gerekenler başlı başına bir proje çerçevesinde
ele alınmayı beklemektedir. Helâl otel sertifikası için zorunlu olarak
israfın önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması şartı ileri sürülerek acil
çözüm bekleyen bu meselede belki ilk adımı atmak mümkün
olabilecektir.
2.1.5. Taharet Kapsamında Uyulması Gereken Kurallar:
a-Tuvaletlerde su tesisatı bulunmalıdır.
b-Küçük çocuklar için ayrı bir çocuk havuzu bulunmalıdır.
Namaz ibadetinin şartlarından olan “necasetten taharet” namaz kılacak
kimsenin vücudunun ve elbisesinin temiz olmasını gerektirmektedir.
Bütün necaset çeşitleri ve necis maddelerin temizliği için temizlik
yollarından öncelikle yıkama yolu uygulanır. (Akyüz, 1995: 356) Su
olmadığında yeterli temizlik sağlanamayacağından dolayı, helâl otel
statüsü tuvaletlerde su tesisatının bulunmasını zorunlu kılmaktadır.
Küçük
çocukların
idrarını
tutamayacaklarını
ve
havuzu
kirletebileceklerini düşündüğümüzde çocuklar için yetişkinlerden ayrı
bir havuzun tahsis edilmesi, fıkıhtaki “necasetten taharet” kuralı sebebi
ile önem arz etmektedir.
2.2. Helâl Otel Sertifikası İçin Tavsiye Niteliğindeki Kurallar
Bir otelin helâl sertifikası alması için zorunlu kuralların yanında tavsiye
niteliğinde kurallar da bulunmalıdır. Bu sayede asgari şartları taşıyan
oteller ile müşteri memnuniyeti için daha fazla hizmet sunan otelleri
ayırmak mümkün olacak ve helâl oteller arasında “iyi, daha iyi ve en
iyi” kategorisi uygulanabilecektir. Zorunlu olan kuralları yerine getiren
işletmeler en alt kategoriden helâl sertifikası alırken, tavsiye niteliğinde
kuralları da hayata geçiren oteller mevcut yıldız kategorisine benzer bir
şekilde sınıflandırılabilecektir.
2.2.1. İbadetlerin Yapılabilmesi İçin Tavsiye Kuralları:
a- Otelde yapılacak etkinliklerin namaz saatleri ve iftar vakitleri dikkate
alarak planlanması
140
Oteldeki etkinliklere katılmak mecburiyet taşımadığına göre isteyenler
namaz kılmaya engel olacak durumlarda etkinliğe katılmayarak
ibadetlerini yerine getirme imkânı bulacaklardır. Bu sebeple
etkinliklerin namaz saatleri dikkate alarak planlanması zorunlu kurallar
arasında zikredilmemiştir. Ancak tüm konuklara hizmet sunabilme
ilkesinin işletme sahipleri için ideal bir yaklaşım olduğu göz önüne
alındığında ibadetlerini yaptıkları için etkinliklere katılamayacak
durumda olan misafirler de dikkate alınarak etkinlikler için zaman
planlamasının buna göre yapılması en doğru olan uygulama olacaktır.
b- Cuma namazları için yakında bulunan camilere ulaşım imkânı
sağlanması
Cuma namazı erkekler için farz bir ibadet olmasına rağmen bu
maddenin tavsiye kurallar içinde bulunmasının nedeni cuma namazı
için camiye ulaşma sorumluluğunun otelin değil fertlerin
sorumluluğunda olmasıdır. Fertlerin kendi imkânlarını kullanarak
Cuma namazı için camiye gitmelerinin önünde bir engel yoktur. Cuma
namazı için servis tahsisi müşteri memnuniyetini sağlama bakımından
faydalı bir uygulama olacaktır. Ancak bunu mecburî kabul etmek
isabetli değildir.
c- Odalarda kıble yönünün gösterilmesi, seccade ve Kur’ân-ı Kerim
bulunması, namaz saatini gösteren takvimlerin olması
Burada zikredilenler ibadetini yapmak isteyenlerin otel yönetimine
muhtaç olmadan da çözüm bulabileceği hususlardır. Gelişen teknolojik
araçların bu konuda büyük kolaylık tanıdığı malumdur. Otelin bu
imkânları sunmasını ise zorunlu olmadığı halde müşteri memnuniyeti
için yaptığı faydalı uygulamalar arasında sayabiliriz.
d- Mescitlerin gürültü ve sese karşı izole edilmesi
Namaz kılarken dışardan duyulan ses ve gürültü namazı bozmayacağı
için her ne kadar zorunlu kurallar çerçevesinde ele alınmasa da, ibadetin
huzurlu bir şekilde yerine getirilmesi ve ibadet edenlere saygı
gösterilmesi için ses ve gürültüye karşı uygun mekânların mescit olarak
tahsis edilmesi helâl otel sertifikası için tavsiye edilen kurallardandır.
2.2.2.Yemek Hizmetinde Tavsiye Kuralları:
a- Yemek hizmetlerinde bütün fıkıh mezheplerinin caiz kabul ettiği
ürünlerin bulunması
141
Fıkıh mezhepleri ictihad5 farklılığına dayalı olarak bir mesele hakkında
farklı hükümler verebilmektedirler. Yenilmesi helâl olan ürünler
konusunda özellikle de hangi hayvan türlerinin yenilebileceği
konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Burada şöyle bir soru
gündeme gelmektedir. Helâl sertifikası için sadece tüm mezhepler
tarafından ittifakla helâl kabul edilenler mi otelde bulundurulacaktır
yoksa bir mezhep tarafından helâl görülmesi, o ürünü otelde
bulundurmak için yeterli kabul edilebilir mi?
İctihad seviyesinde olmadığı için fıkhî bilgiyi taklit ederek öğrenenlerin
tek bir mezhebe bağlı kalma mecburiyetinin olmadığı hususunda fıkıh
usulünde genel bir kabul vardır. Sadece, kendi mezhebi dışındaki
mezhepleri hangi durumlarda taklit edilebileceğinde ihtilaf mevcuttur.
Bu ruhsatı kullanabilmek için zarurî şartların mevcut olmasını
savunanların yanında ihtiyaç söz konusu ise farklı mezheplerden
yararlanılabileceğini savunanlar da vardır. Hatta zarurete ya da ihtiyaca
dayalı olmaksızın Müslümanların kendi durumuna en uygun ictihada
göre hareket edebileceğini savunlar da bulunmaktadır.6 İctihad
edemeyen kişi için taklit ve bilmeye ihtiyaç duyduğu hükümleri ilim
ehline sormak vacip olmakla birlikte, karşılaştığı bütün meselelerde
belirli bir imamı taklit etmesi vacip değildir (Şa’ban, 2015: 450). Buna
göre, bir Müslüman ictihad ehliyetine sahip herhangi bir âlimin görüşü
doğrultusunda hareket ediyorsa ona dinin kurallarına aykırı hareket
ediyor diye bakılamaz. O kişi dinî bakımından sorumlu olmayacaktır ve
yaptığı o uygulama dinin meşruiyet sınırları içindedir.
Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, otellerde yemek hizmetlerinde
bütün fıkıh mezheplerinin helâl kabul ettiği ürünleri bulundurmayı
zarurî kurallar çerçevesinde değerlendirmek isabetli olmayacaktır.
Bununla birlikte sadece kendi mezhebine bağlı olup başka mezheplere
tabî olmayı hiçbir zaman kabul etmeyen müşterilerin de olabileceği
varsayımı ile her mezhebe göre caiz olan yiyecekleri bulundurmak
tavsiye nitelikli kurallar içerisine dâhil edilebilir.
Hanefilere göre deniz ürünlerinden sadece balık türleri helâl iken, diğer
fıkıh mezheplerinde deniz mahsullerinde bu şekilde bir sınırlandırma
bulunmamaktadır. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, bir otelin balık
İctihad, Kitap ve sünnette bir konunun hükmü açık olarak bulunamadığı zaman, fıkıh
usulü ilkelerinden yararlanarak bilgiyi elde edebilmek için yapılan ilmî çalışmadır.
Bkz. Karaman, H. (1996). İslâm Hukukunda İctihad, s. 19, İfav Yayınları, İstanbul.
6 Mukallidin mezhepler karşısındaki durumu hakkındaki ortaya konan görüş ve
değerlendirmeler için bkz. Karaman, H. (1993). İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, II,
521-529, Nesil Yayınları, İstanbul.
5
142
dışındaki deniz ürünlerini otel müşterilerine sunması helâl otel belgesi
almasının önünde engel olarak görülmemelidir. Bir ürünün tüketilmesi
bir mezhebe göre caiz ise onu otelde müşterilere sunmak helâl otel
sertifikasına aykırı kabul edilmemelidir. Bununla birlikte oteller tek bir
mezhebe bağlı olarak hayatını sürdürmek isteyen müşterilerin de
bulunabileceğini düşünerek, tüm mezheplerin ittifakla caiz gördüğü
yiyecekleri alternatif olarak sunmalıdır.
b- Kullanılan ürünlerde helâl sertifikası bulunması
Türkiye’de son yıllarda helâl gıda alanında faaliyetlerin yaygınlaştığı
görülmektedir. Fıkıh ilmi çerçevesinde bu hususu şu şekilde
değerlendirebiliriz. Hayatta %100 kesinlik mümkün ve uygulanabilir
olmadığı için galib-i zanna (gerçekleşme ihtimali daha yüksek olana)
itibar edilir (Merginânî, t.y., s. 37). Yalan üzere birleşmesi mümkün
olmayan büyük bir çoğunluğun rivayetine dayalı olduğu için
(mütevâtir) kesinlik taşıyan Kur’ân ve mütevâtir hadislerin yanında, bu
derecede olmayan ayet ve hadisler de hüküm verirken delil olarak
kullanılabilmektedir. Yolda yürürken ayağa değen toprağa birisinin
necis (dinen pis kabul edilen) bir maddeyi dökme ihtimali az da olsa
bulunmasına rağmen temiz kabul edilmekte, yanılma ve yanıltma
ihtimali olmasına rağmen mahkemelerde şahitlerin ifadesine dayalı
olarak hüküm verilmekte, ağaçtan yere düşen elmayı yemek –oradan
geçen bir hayvanın kirletme ihtimaline rağmen- caiz kabul edilmektedir.
Bu ve benzeri binlerce örnek vermek mümkündür. O halde fıkıh, hayatı
idame ettirirken mutlak bir kesinlik arama sorumluluğu yüklememekte,
gerçeklik ihtimali yüksek olana dayanarak da hareket edebilme
kolaylığı7 tanımaktadır.
Müslümanlara hangi hayvanların yenilmesinin haram kılındığı vahiy ile
beyan edilmiştir. Helâl olanlar ise isim isim sayılmak yerine "Haramlığı
beyan edilenlerin dışındakiler helâl kılındı" (Mâide Suresi, 5/1)
buyrulmuştur. Bu durum haram alanın dar ve sınırlı, helâl sahanın ise
geniş olduğunu gösterir. “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için
yaratandır…” (Mülk Suresi, 67/15) ayeti yeraltı ve yerüstü zenginlikleri
ile bütün yerkürenin insanların hizmetine sunulduğunu ifade
etmektedir ki, bu da aslolanın helâl olduğunu ve bir şeye haram
hükmünün ancak bir delile dayalı olarak verilebileceğini gösterir. Bu
ilkeden hareketle diyebiliriz ki, fıkıh bilgininin yeni üretilen bir gıdanın
dinî hükmünü araştırırken onu haram kılacak unsur taşıyıp taşımadığını
7
Fıkıh ilminde kolaylığın yeri ve kolaylık içeren hükümler için bkz. Çalış, H. (2013).
İslâm’da Kolaylaştırma İlkesi. Ensar Neşriyat, İstanbul.
143
tespit etmesi yeterlidir. Çünkü haram nesne barındırmayan gıdalar
aslolanın helâllik olması ilkesinden hareketle mubah hükmünde
olacaktır (Özdemir, 2014: 55).
Türkiye ölçeğinde helâl gıda çalışmalarına bakıldığında çoğunluk
itibariyle Müslüman olan bu ülkede aksine bir delil olmadığı sürece
üretilen ürünlerin helâl olarak kabul edilmesi isabetli olacaktır. Bir
işletmenin helâl gıda sertifikası almaması oranın haram ürünler ürettiği
anlamına gelmeyecektir. Helâller sayılmaya başlandığında –mubah alan
çok geniş olduğundan- eksik bırakılan her ürün, haram gibi görülmeye
başlayacaktır ki, bu da başka bir mesuliyet doğuracaktır. Çünkü harama
helâl demek gibi helâle haram demek de büyük bir günah olacaktır. O
halde Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu toplumlarda yapılması
gereken helâlleri saymak değil, haramları delil ve bulguya dayalı olarak
tespit etmektir.
Gayr-i müslim ülkelerde ise durum değişmektedir. Çünkü oralarda
alkol, domuz eti, domuz yağı kullanımı çok fazla olduğu için araştırma
yapmaksızın helâl hükmünü vermek mümkün olmayacaktır. Helâl gıda
sertifikaları bu ülkelerde önemli bir işlev görmektedir. Örnek vermek
gerekirse çikolata yapımında yaygın bir şekilde likör kullanılan bir
ülkede çikolata yiyebilmek için, pizzada domuz etinin yaygınlıkla
kullanıldığı ülkelerde de pizza yiyebilmek için önceden helâlliğinin
araştırılması gerekir.
Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre; Türkiye özelinde
düşündüğümüzde yurtiçinden temin edilen ürünlerde helâl sertifikası
bulundurma zorunluluğu bulunmamaktadır. Ancak ithal edilen
ürünlerde haram katkı maddesinin bulunma şüphesinin mevcut olması
durumunda, bu hususta hassasiyet gösterilmesi gerekli olacaktır. Helâl
otel standardı belirlenirken Türkiye’den temin edilen veya diğer İslam
ülkelerinden ithal edilen ürünlerde “helâl belgesi” talep mükellefiyeti
olmamakla birlikte, diğer ülkelerden yapılacak ithalatta “helâl belgesi”
bulunma mecburiyeti aranılmalıdır.
2.2.3. Mahremiyet Kapsamındaki Tavsiye Kuralları:
a- Sağlık görevlisi olarak hem kadın, hem de erkek hemşire ve doktor
istihdamının sağlanması
Fıkıh ilminde birbirine yabancı kadın ile erkek arasında bakma ve
dokunma bakımından belirli sınırlandırmalar getirildiği malumdur
(Serahsî, 2000: X, 255). Ancak bu sınırlar zarurî maslahatları koruma
durumunda belirli ölçüde değişebilmektedir. Zaruret ve ihtiyaca dayalı
144
olarak kadının erkeği, erkeğin de kadını muayene etmesi meşrudur.8 Bu
sebeple bu madde zorunlu kurallar arasında zikredilmemiştir. Ancak
sağlık hizmetleri bakımından hem erkek, hem de kadın görevlinin
istihdam edilmesi en ideal ortamı oluşturacağı için tavsiye nitelikli
kurallar arasında sayılmıştır. Sağlık personeli bulundurmanın oteli aslî
görevi olmaması da erkek ve kadın sağlık görevlisi istihdamını tavsiye
kapsamında ele alınmasını isabetli kılmaktadır.9 Dinî kuralların yanında,
örfen ve fıtraten de insanların hemcinsiyle sağlık mevzularında daha
rahat konuşabileceği göz önünde tutulmalıdır.
b- Otel çalışanlarının giyim-kuşamlarına dinî kurallar çerçevesinde
hassasiyet gösterilmesi
Fıkıh ilmi, kadın ve erkeklerin kılık-kıyafetlerinde uymaları gereken
ölçü ve sınırları açıklamıştır. Bu kurallara uymak şahsî açıdan
zorunluluk taşımaktadır. Bu kurallara uygun davranmayanlar dinî
sorumluluk altındadır. Bu maddenin tavsiye ilkeler arasında
sayılmasının sebebi, bir işletmede tesettür kurallarına uygun
olmayanların bulunmasının oradan hizmet almayı haram kılmaması
sebebiyledir. Ancak dinî duyarlılığı olan insanların bulundukları
yerlerde ve yakın çevrelerinde kendileri gibi düşünen ve hareket eden
insanlar görme isteklerinin olacağını düşündüğümüzde, giyim-kuşam
konusunda helâl otel sertifikası için belirli kuralların getirilmesi tabiîdir.
2.2.4. Dini Duyarlılık Kapsamındaki Tavsiye Kuralları:
a- Tuvaletlerin kıble yönü olmayacak şekilde konumlandırılması
b- Yatakların ayak kısmı kıbleye gelmeyecek şekilde ayarlanması
Yatarken ayakları kıbleye uzatmayı yasaklayan bir ayet ya da hadis
bulunmamaktadır. Kâbe’nin önemine dayalı olarak bazı kaynaklarda
kıble istikametine hassasiyet gösterilmesinden bahsedilmektedir. Ancak
bu açıklamalar genelde açık alanda kıbleye doğru tuvalet ihtiyacını
gidermemek hakkındadır (Yıldırım, 1991:1721). Kapalı mekânlar için
hüküm değişmektedir. Bununla birlikte kapalı-açık hiçbir yerde kıbleye
ayak uzatmak ve tuvaleti kullanmak istemeyenlerin de bulunacağını
dikkate alarak otellerde oda iç dizaynında bu hassasiyete dikkat
edilmesi yerinde olacaktır.
İslâm Fıkhında zaruretin yeri ve kapsamı için bkz. Zuhaylî, V. (1982). Nazariyyetü’zzarûreti’ş-şeriyye. Müessesetü’r-Risâle, Beyrut.
9 Cümle ilave edilmiştir. (2024)
8
145
3. HELÂL SERTİFİKASINDA TASNİF SİSTEMİ
Helâl otel sertifika kurallarını fıkhî ilkeler çerçevesinde incelediğimizde
farz, vacip ya da haram hükümlerini taşıdığı için zorunlu olarak
uyulması gereken kuralların yanında, mendup ya da mubah hükmünde
olduğu için tavsiye niteliğinde kuralların da olduğu ortaya çıkmıştır. Bu
tasnif, helâl otel sertifikasında ikili bir ayırıma gidilmesini, asgarî şartları
taşıyan helâl oteller ile azamî hassasiyeti ilke edinen oteller şeklinde iki
farklı kategori oluşturulmasını mümkün kılmaktadır.
3. 1. A Sınıfı (Sarı) Helâl Otel Sertifikası
Bu grubun A sınıfı ya da herhangi bir renk ile tanımlanması bir öneri
niteliğindedir. Başka isimlendirmeler de yapılabilir. Sadece İslam
ülkelerini ve dinî duyarlılığı olanları müşteri hedef kitlesi olarak
belirleyen oteller “Sarı Helâl Otel Sertifikası” ya da “A sınıfı Helâl Otel
Sertifikası” almayı tercih edebilirler. Bu sertifikayı almak için yukarıda
izah edilen hem zorunlu kuralları, hem de tavsiye niteliğindeki kuralları
yerine getirme mecburiyeti olacaktır. Otel tercihinde bulunurken A’dan
Z’ye dinî hassasiyetin gözetilmiş olmasını isteyen müşteri kitlesi için bu
sertifika sahibi oteller başlıca tercih sebebi olacaktır. Arzu ettiği ortamı
bulamayacağı için turistik mekânlarda tatil yapmayı düşünmeyenler
için de alternatif bir turizm hareketliliği bu sayede sağlanabilecektir.
3. 2. B Sınıfı (Mavi) Helâl Otel Sertifikası
Bir otel müşteri hedef kitlesini daha geniş tutarak farklı kesimlerin
yanında dinî duyarlılığı olanlara da hizmet vermeyi ilke edinebilir. Bu
perspektif ile hareket edenler “Mavi Helâl Otel Sertifikası” ya da “B
Sınıfı Helâl Otel Sertifikası” olarak isimlendirilen sertifika alabilirler. Bu
sertifika için zorunlu kuralların yerine getirilmesi yeterlidir. Tavsiye
kurallarına riayet etme beklenmemektedir. Asgarî şartlarda da olsa dinî
hassasiyetin gözetildiği ortamlarda tatil yapmak isteyenler için bu
gruptaki oteller tercih sebebi olacaktır.
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Hizmet sektöründe gelişim sağlayabilmenin temel şartlarından biri,
müşteri memnuniyetini sağlamak ve beklentilere cevap verebilmektir.
Helâl otel sertifikaları, otellerde tatil yapma düşüncesinde olmayan
birçok insanı turizm hareketi içine dâhil ederek daha çok müşteriye
hizmet sunabilme imkânı sağlayacaktır. Artan talep sektörün
canlanmasına, istihdam fırsatlarının artmasına, yurtdışından gelecek
konuklar aracılığı ile ülkeye döviz girdisinin sağlanmasına zemin
hazırlayacaktır. Helâl sertifikası almayı tercih eden işletmeler isterlerse
146
A Sınıfı, isterlerse de B sınıfı sertifika alabilmelidirler. Helâl
sertifikasının geçerliliğinin devamı için sürekli ve düzenli bir denetleme
sisteminin kurularak belirli aralıklarla kural ihlallerinin olup
olmadığının kontrol edilmesi gereklidir.
Helâl otel sertifikası olan otellerden başka dindar Müslümanların
hizmet alabileceği bir başka otel çeşidi farklı inançtan olanlara saygılı
olan ve otel içinde alternatif çözümler sunan otellerdir. Bu otellerde dinî
hassasiyet olarak helâl otel sertifikası için belirlenen zorunlu ya da
tavsiye nitelikli kurallara riayet beklenmemektedir. Buradaki beklenti,
dindar insana günaha girmeden o işletmede konaklama imkânı
sunması, Müslümanlara dinlerine uygun davranabilmeleri için alan
açmasıdır. Bu otellerde yemek hizmetlerinde domuz ve alkol
bulunmasına rağmen, hazırlanmasından sunulmasına kadar karışıma
gitmeden -aynı ızgaranın kullanılmaması, ürünlerin birbirine temas
etmemesi gibi durumlara dikkat ederek- ayrı bir helâl yemek alternatifi
sunulmalıdır. İsteyenlere alkollü içki sunulmakla birlikte, alkolsüz
içecekler de bulunmalıdır. Havuzların kullanılmasında vücudu daha
fazla örten kıyafetlerin kullanılmasına engel olunmamalıdır. Bu türden
otelleri kullanan müşterilerin günah olan eylemi işlememe hususunda
ferdî gayretlerine ihtiyaç vardır. Mayo reklamı yapılan panoya
bakmamak, tuvalette su tesisatı yok ise önceden tedbir alarak tuvalete
girmek, bahis oyun alanlarına gitmemek, masadaki alkollü içkiyi
içmemek gibi haram olan davranışlardan kaçınmak şahsın
sorumluluğunda olacaktır.
Burada ortaya konan teklifler helâl turizm çerçevesinde
değerlendirildiğinde, hayatında farz, vacip ibadetleri yapmanın
yanında mendup, müstehap olan davranışları da uygulamak isteyenler
için A sınıfı helâl otel sertifikası alan işletmeler tercih sebebi olacaktır.
Yolculuk durumunun dinde belirli kolaylık hükümlerini sağladığını
düşünen ve otellerde zorunlu olarak bulunması gerekenler ile yetinecek
olanlar, alternatif olarak B sınıf helâl otel sertifikası alan işletmeleri de
tercih edebilecektir. Gidilmek istenen yerde helâl otel sertifikası alan otel
olmadığında yapılması gereken farklı din ve inançtan olanlara göre
yemek ve havuz kullanımında düzenlemeler yapmış olan otellerin tercih
edilmesidir. Bu tercihe en son başvurulacağı ve orada bulunulduğu
sürece günah kabul edilen eylemlerden kaçınma hususunda fertlere
önemli sorumluluklar düştüğü ortadadır. Bu üç gruba girmeyen, dinî
duyarlılıklara kayıtsız ve yenilen yemeklerde haram ürünlerin
kullanıldığı otellerden hizmet almak ise fıkhen meşru olmayacaktır.
147
KAYNAKÇA
Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz Yayıncılık, İstanbul.
Altuntaş, H. ve Şahin, M. (2005). Kur’ân-ı Kerim Meâli, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara.
Çalış, H. (2013). İslâm’da Kolaylaştırma İlkesi, Ensar Neşriyat, İstanbul.
Dilek, U. B. (2011). Teklifî Hüküm İfade Eden Kavramların Doğuşu, Gelişimi ve
Terimleşmesi, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, 18, s. 211-242.
Ebû Dâvûd, S. E. (t.y.). Sünen, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut.
Gurbetoğlu,
Ali,
Bilimsel
Araştırma
Yöntemleri,
http://agurbetoglu.com/files/2%20ARA%C5%9ETIRMA%20%20T%C3%
9CRLER%C4%B0.pdf (Erişim Tarihi: 18.02.2017).
İbn Mâce, M. Y. (t.y). Sünen, Dâru’l- Fikir, Beyrut.
Karaman, H. (1993). İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Nesil Yayınları, İstanbul.
Karaman, H. (1996). İslâm Hukukunda İctihad, İfav Yayınları, İstanbul.
Merginânî, A. E. (t.y). el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, el-Mektebetü’lİslâmiyye.
Özdemir, A. (2014). Kur’ân’da Yeralan Fıkhî İlke ve Konular, Murat Kitabevi,
Ankara.
Serahsî, Ş. (2000). el-Mebsût, Dâru’l-Fikr, Beyrut.
Şa’bân, Z. (2015). İslâm Hukuk İlminin Esasları, (çev. İbrahim Kâfi Dönmez),
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
Pamukçu,
H.
(2017).
Konaklama
İşletmelerinde
Helâl
Turizm
Standardizasyonu Önerisi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Doktora Tezi.
Pamukçu, H.ve Arpacı, Ö. (2015). Helâl Konseptli Otel İşletmeleri: Türkiye’deki
Mevcut Durum Üzerine Bir Araştırma, 1. Uluslararası Türk Dünyası
Turizm Sempozyumu Bildirileri, s. 319-331. Kastamonu Üniversitesi.
Tirmizî, M. İ. (t.y.). Sünen, Dâru İhyâi’t-Turâsil-Arabiyye, Beyrut.
Topaloğlu, B. (1991). İslâm İtikadı Açısından Kıyafet ve Örtünme, İslâm’da Kıyafet
ve Örtünme, İsav Yayınları, İstanbul.
Yıldırım, C. (1991). Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, 6. Baskı, Uysal Kitabevi, Konya.
Zuhaylî, V. (1982). Nazariyyetü’z-zarûreti’ş-şeriyye. Müessesetü’r-Risâle, Beyrut.
http://adlbelge.com/helâl-otel-sertifikasi (Erişim Tarihi: 05.01.2017).
http://www.gimdes.org/helâl-otel-nasil-olmali-2.html
(Erişim
Tarihi:
05.01.2017).
http://www.turizmaktuel.com (Erişim Tarihi: 05.01.2017).
148
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ULUSLARARASI İLİŞKİLER
149
150
İSLÂM DEVLETİNİN DİĞER İSLÂM DEVLETİYLE
SAVAŞMASININ MEŞRU VE GAYRİ MEŞRU OLDUĞU
DURUMLAR
Giriş
Başlangıçta tek bir İslâm devleti çatısı altında olan Müslümanlar
Endülüs Emevi Devletinin kurulması ile fiilen ikiye bölünmüş, ilerleyen
yüzyıllarda bu bölünme devam ederek dünyada birçok İslâm devleti
ortaya çıkmıştır. Dünyadaki birden fazla İslâm devletinin birbirleri ile
münasebetlerinin barış, dostluk ve kardeşlik üzere kurulması, olması
gereken ve ideal olandır. Müminlerin kardeş olduğunu beyan eden
nasların toplum hayatında tatbik edilmesi durumunda İslâm
devletlerinin birbirleri ile savaş yapması hiçbir zaman gündeme
gelmeyecektir.
Ancak
yöneticilerin
bilgisizliği,
düşmanların
kışkırtmaları, ulemanın gereken uyarıları yapmamaları, nefsanî
arzuların ve bağnazlığın hâkim gelmesi gibi etkenlerle tarih boyunca
Müslüman toplumlar arasında çatışmalar yaşanmış ve günümüzde de
yaşanmaya devam etmektedir.
Müslümanlar asr-ı saadet devrinden sonraki yüzyıllarda dünyada
birden fazla devlete sahip olmaya başladıkları için naslarda doğrudan
doğruya iki İslâm devleti arasındaki ilişki hakkında bilgi bulmak
mümkün olmamakla birlikte, Müslümanların fert olarak birbirlerine
karşı vazife ve sorumlulukları, İslâm dininin genel hedefleri ve
hikmetü’t-teşrî kapsamında yer alan bilgilerden hareketle araştırılan
mevzu hakkında sonuçlara ulaşmak mümkündür. İslâm devletleri
arasında kardeşlik ve yardımlaşmanın hâkim olması ana esas olarak
belirlenmelidir. Ancak uluslararası ilişkilerin birçok etkene ve denkleme
dayalı değişken bir yapısının olması, aynı dine mensup devletleri bile
zaman zaman karşı karşıya getirebilmektedir.
Müslümanlar, şahit oldukları zulüm ve haksızlıklar karşısında
ellerinden geldiği ölçüde mücadele etmekle sorumludur. Bu sebeple
İslâm devleti, kendisine ya da mazlum bir devlete karşı yapılan saldırıya
kimden gelirse gelsin karşı koymakla ve İslâm ümmetinin menfaatine
aykırı davrananları durdurmakla mükelleftir. Bu ve benzeri durumlar
barış ve diplomasi yoluyla çözülememesi durumunda savaş yoluna
başvurmak meşru olacaktır. Buna karşılık, bir İslâm devletinin başka bir
Bu makale daha önce Manas Sosyal Araştırmalar Dergisinde (cilt: 9, sayı: 2, s. 11571167, 2020) yayınlanmıştır.
151
İslâm devletiyle toprak, mal, mülk ve hükümranlık elde etmek amacıyla
savaşması meşru olmayacaktır.
Araştırılan mevzu, İslâm devletlerinin kendi aralarındaki savaşın
hükmünü tespit etmek olduğu için Müslüman olmayanlarla ilişkiler ve
onlarla savaşı meşru kılan durumlar burada ele alınmamaktadır.
Müslüman ile gayrimüslim toplumlar arasındaki münasebet konusu,
tarihî süreçte ortaya çıkan fiilî durum ile günümüzde uygulanabilecek
metodun ayrı ayrı incelenmesini gerektiren geniş bir muhtevaya
sahiptir. Devlete isyan ve bağy suçu kapsamına giren suçlularla
mücadele, devletlerarası nitelik taşımayıp devletin iç işleri kapsamında
yer alması daha isabetli görüldüğü için bu çalışmada yer almamaktadır.
Nitekim devletin iç isyanları bastırma amacıyla yaptığı mücadelenin
savaş olarak değerlendirilmesi ihtilaf edilen bir husustur (Doğan, 2018:
113).
A- İslâm Devletinin Başka Bir İslâm Devletine Karşı Savaşmasını
Meşru Kılan Sebepler
Bir İslâm devletinin diğer İslâm devleti ile ilişkilerinde barış ve
kardeşliğin esas olması gerektiğinden dolayı birbirleri ile savaş
yapmalarının meşru olmaması gerekir. Ancak devletlerden birisinin
yapacağı olumsuz ve zarar verici davranışlar başka tedbirlerle
önlenemiyorsa savaş meşru hale gelecektir. Buna göre; İslâm devletinin,
kendi ülkesinin sınırlarını korumak, sömürgeci ve emperyalist
devletlerin herhangi bir İslâm devletini kullanarak kurdukları hileleri
bertaraf etmek, saldırıya uğrayan Müslümanların yanında yer alıp
zalimi durdurmak, ülkesi için tehdit unsuru olan terör faaliyetlerini yok
etmek ve ümmet birlikteliğini temin edebilmek amacıyla savaş yapması
meşru olacaktır. Ancak savaş yöntemine diğer tüm çözüm yolları netice
vermemesi durumunda başvurulabilecektir.
1-Ülke Sınırlarını Korumak
Ülke, bir milletin üzerinde yaşadığı ve devletin hükümranlık alanını
belirleyen deniz, hava ve kara sınırları ifade etmektedir. Ülke, bir
devletin faaliyet alanını ifade eder, orada fiilî kontrol ve hâkimiyetini
tesis eder (Özel, 1981:110). Bir aile için evin mahremiyetinin korunması
nasıl önemli ise bir millet için de vatanın sınırlarının korunması son
derece önemlidir. İslâm devleti kendisine düşmanca davranan kim
olursa olsun ona karşı mücadele edip ülkenin sınırlarını koruma
hakkına sahiptir. Bu saldırının başka bir İslâm devletinden gelmesi
durumunda da elinden gelen tüm imkânları kullanarak karşı koyması
meşru olacaktır. Bu hükmün temelinde meşru müdafaa hakkı
152
gelmektedir. Gerek fert olarak gerekse toplum olarak haksız bir saldırı
ile karşı karşıya kalanların kendilerini savunmaları hukukun tanıdığı bir
hak ve yetkidir.
Bir ülkede yaşayan Müslümanların yaşadığı topraklara haksız saldırı
ister gayrimüslimlerden isterse de aynı inancı paylaştığı insanlardan
gelsin bu durumda olan devletler saldırıya karşı koymak hakkına
sahiptirler. Ayet-i Kerime’de “Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa,
artık onlara yapılacak bir şey yoktur.” (Kur’ân-ı Kerim 42: 41) buyrularak
hakkı yenen insanların haklarını talep etme yetkilerinin olduğuna işaret
edilmektedir. Ayette, delalet ettiği tüm unsurları sınırsız olarak içine
alan âmm lafızlardan olan “ ”منbulunması fert ya da toplum olarak
herkesin karşılaştığı zulme engel olma hakkı olduğunu göstermektedir.
Vatan toprağına yapılan haksız saldırılar zulüm kapsamında olacağı için
ayetin umumî manasına dâhildir. Resûlullah’ın “Bize silah doğrultan
bizden değildir.” (Müslim, İman: 293) ve “Müslümanın kanı, malı ve ırzı
bütün Müslümanlara haramdır.” (Ebû Dâvûd, Edeb: 4882) beyanları da
Müslümanların toprağını ele geçirmek için saldırıya geçenlerin bu
davranışlarının meşruiyetinin olamayacağını açık bir şekilde
göstermenin yanında onlarla mücadeleye de zımnen izin vermektedir.
Bütün bu hususlara ilave olarak, şahsî mülkiyete ait değerleri korumak
ve gerekirse ölüm pahasına bu uğurda mücadele etmek
Hz.Peygamber’in “Malı uğrunda öldürülen şehittir.” (Buhârî, Mezâlim:
2348) beyanı ile meşru olduğuna göre, tüm millete ait olan ülkenin
savunulması evleviyetle meşru olacaktır.
Meşru müdafaa hakkı, insanlığın fıtraten kabul edeceği tabiî bir hak
olduğu için uluslararası anlaşmalarda da bu husus kabul edilmiştir.
Birleşmiş Milletler anlaşmasının 2. maddesi her milletin toprak
bütünlüğüne saygı göstermeyi devletlerin uyması gereken kural olarak
belirlemiştir. “Devletlerin uluslararası ilişkilerde birbirlerinin toprak
bütünlüğü ve siyasal bağımsızlıklarına saygı göstermeleri gerekir.” Birleşmiş
Milletler anlaşmasının 51. Maddesi kuvvet kullanma yasağının tek
istisnası olarak meşru müdafaayı kabul etmektedir. Ancak bu hakkın
kullanılabilmesi de, Birleşmiş Milletlerin ortak emniyet sisteminin
işlemediği durumlarda söz konusu olmaktadır. Maddede yer alan
“münferit veya müşterek meşru müdafaa” ifadesi yer aldığı için devletin
kendisini savunurken başka devletlerden yardım alması mümkündür.
Bunun sebebi saldırgan devlet esasında sadece saldırdığı devlete değil,
bütün devletlere karşı taahhüdünü ihlal etmiş olmasıdır. Bu sebeple iki
devlet arasında daha öncesinde ortak savunma gibi bir anlaşma olmasa
da müşterek müdafaaya başvurabilirler (Belik, 1956: 47-48).
153
Bir devletin başka devlete saldırısı devletin topraklarını ilhak şeklinde
olabildiği gibi devlet destekli terör şeklinde de kendisini
gösterebilmektedir. Terör faaliyetleri birden fazla ülkenin topraklarını
ve insanlarını hedef alması ya da bir devletin veya uluslararası örgütün
siyasî mekanizmalarını etkilemeyi amaçlaması durumunda terör,
uluslararası bir boyut kazanmakta (Altuğ, 1995: 14) ve bir devletin başka
devletlerin egemenliğini, ülke bütünlüğünü, siyasî bağımsızlığını hedef
alan terör örgütlenmelerine doğrudan veya dolaylı destek vermek
uluslararası hukuk açısından o devlete yapılmış bir saldırı
sayılmaktadır. (Örgün, 2001: 68) Herhangi bir devlet, stratejik amaçları
için terörizmi kullanıyorsa, bu tür faaliyetlere lojistik destek sağlıyorsa,
teröristleri koruyorsa, terörist örgütlerle yeteri kadar mücadele
etmiyorsa devlet destekli terör söz konusu olur (Öztürk, 200: 140).
Devletlerarası münasebetlere etkisi sebebiyle devlet destekli terör
uluslararası terör kavramının içinde yer almaktadır. Birleşmiş Milletler
Genel Kurulunun 1970 tarihli devletler hukuku ilkeleri hakkındaki
bildirisi
de
devletlere
terörü
desteklememe
sorumluluğu
yüklemektedir. “Her devletin diğer devletteki bir savaşı veya terörist
hareketleri örgütlemekten, tahrik etmekten ve onlara yardım etmekten veya bu
hareketlere katılmaksızın kendi ülkesinde böyle hareketlerin yapılmasına yönelik
faaliyetlere... göz yummaktan kaçınma görevi vardır.” (Arslan, 1996: 179).
Terörizm bugün uluslararası siyasetin bir parçası olarak da
kullanılmaktadır (A. Özdemir, 2017: 44). Sıcak savaşların sona ermesi ve
uluslararası arenada saldırı amaçlı savaşın meşrû kabul edilmemesi
sonucunda bazı devletler çıkarlarını gerçekleştirmek için terörizmi
destekleme yoluna gitmektedir. İslâm hukuku bakımından uluslararası
ilişkilerde uyulması gereken en önemli prensiplerden birisi de teröre
karşı olmaktır. İslâm dini, haksızlığa, haddi aşmaya ve zulme asla izin
vermez. (Kur’ân-ı Kerim 16: 90) Savaşta bile muharip olmayan (Serahsî,
1989: X, 4-6) kadınların, çocukların, yaşlıların, din adamlarının
öldürülmesine cevaz vermeyen (İbn Kudâme, 1992: XIII, 66) İslâm
dininin terörü desteklemesi mümkün değildir. Hedefin meşrû olması
yetmez, o hedefe ulaşırken izlenen metodun da meşrû olması gerekir (A.
Özdemir, 2017: 45). Terörle ulaşılabilecek hiçbir meşrû hedef olamaz.
“Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların selamette olduğu
kimsedir…” (Nesâî, İman: 4996). Bir İslâm devleti kendi çıkarları için
ülkesinde diğer devletler için ciddi tehdit oluşturan terör örgütlerinin
varlığına izin veriyorsa terör saldırısı altındaki İslâm devletlerinin
bununla mücadele etmesi meşru hakları olacaktır. Bu amaçla yapılan
154
mücadele ülke sınırlarını koruma ve vatandaşların can-mal güvenliğini
sağlama kapsamındadır.
Bir devletin sınırları içinde başka devletlere saldıran terör örgütünün
mevcut olmasının iki sebebi olabilir. Birincisi, devletin bilerek ve
isteyerek terör örgütüne destek olmasıdır. İkincisi ise, devletin terör
örgütü ile yeterince mücadele edebilme iktidarının olmamasıdır. Bir
devletin bilerek teröre destek vermesi başlı başına bir suç olduğu için
onunla mücadele tabiî olarak meşru olacaktır. Terör örgütleri ile
mücadeleye gücü ve iktidarı yetmediği için engel olamaması
durumunda o devletin bizzat kendisinin tehdit altındaki ülkelerden
destek alarak mücadele etme sorumluluğu söz konusu olacaktır. Sonuç
olarak her iki halde de saldırı altındaki devletin terör örgütüne karşı
gerekli olması durumunda sınır ötesi harekât yapması meşru olacaktır.
2-Dünyadaki Sömürgeci ve Emperyalist Güçlerin Planlarını Bozmak
Sömürgecilik, kendisine ait olmayan toprakları ve ülkeleri, genellikle
güç ve şiddet kullanarak ekonomik çıkar sağlamak amacıyla işgal
ettikten sonra buralardaki yeraltı yerüstü zenginliklerini kendi menfaati
için kullanma olarak tanımlanmaktadır. (Seyyar, 2007: 955)
Emperyalizm ise, bir milletin siyasî ve iktisadî gücünün taşması veya
taşma eğilimi göstermesi olarak tanımlanabilir (Ülken, 1969: 95).
Sömürgecilik, emperyalizmin farklı bir türüdür. Günümüzde dünyada
işgale dayanan sömürgecilik anlayışı yerini çağdaş sömürme
yöntemlerine bırakmıştır. Kültürel, ekonomik ve yapısal emperyalizm
doğrudan açık siyasî kontrolün olmadığı daha sinsi ilişki biçimlerini
ifade etmektedir. (Evans ve Newnham, 2007: 202, 569)
İslâm devletlerinin kararlarında bağımsız olup milletin ve kutsal
değerlerin aleyhine kararlar almaması arzu edilen bir durum olmakla
birlikte, tarih boyunca zaman zaman şahsî çıkar ve küçük hesaplarla
devletlerini yöneten hükümdar ve yöneticiler de bulunmuştur. Bir
İslâm devleti, uluslararası emperyalist güçlerin ve devletlerin
çıkarlarına hizmet edip, diğer Müslüman toplumların aleyhine tehdit
unsurları taşıyorsa, ona karşı mücadele hakkı bulunmalıdır.
Mücadelenin başlangıçta diplomatik araçlar kullanılarak yapılması
tabiîdir. Ancak sonuç vermemesi halinde, güç kullanarak emperyalist
güçlerin plan ve hilelerini bozmak meşru olacaktır.
Müslümanlara açıktan düşmanlık besleyenlerle ittifak kurulamayacağı
gibi düşmana arka çıkan ve destek olanlarla da ittifak kurmak
nehyedilmiştir (Kur’ân-ı Kerim 60:9). “Müminler, müminleri bırakıp da
kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir
155
değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır.
Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır.”
(Kur’ân-ı Kerim 3: 28) ayeti gayrimüslim toplumlarla ilişkilerde
uyulması gereken temel ölçüyü sunmaktadır. Bir mümin topluluğun
aynı inancı paylaşan kardeşlerini bırakıp kâfirlerle dostluk kurması
doğru değildir. Bununla birlikte gayrimüslim toplumlardan gelebilecek
zararlardan emin olmak amacıyla belirli anlaşmalar ve işbirlikleri
yapmak ise mümkündür. Ancak bu anlaşmaların başkalarının haklarını
ve hukukunu ihlal etmemesi, Müslümanların zararına yol açmaması
gerekir.
İslâm devletleri arasında fizikî birlikteliği bozma amacıyla askerî üstler
ve özerk bölgeler inşa etmek, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri süresiz ve
sınırsız dış güçlerin hâkimiyetine bırakmak, ödenmesi imkânsız büyük
borçlar ile milletin geleceğini ipotek altına almak sömürgeci devletlerin
başvurduğu planlardandır. Bir İslâm devleti yönetiminin bu ve benzeri
planlara destek vermesi durumunda onunla Müslümanların çıkarlarını
koruma adına mücadele etmek meşru olacaktır. Gayrimüslime tâbî
olmayı haram kılan İslâm dini, sömürgeci işgalcilerle cihad etmeyi,
onları İslâm ülkesinden kovmayı ve yaptıkları planları bozmayı
istemektedir. Bu mücadeleyi yaparken sömürgecinin (Udeh, 1988: 126)
ve onlarla işbirliği içinde olanların malı ve canı Müslümanlara mubahtır.
Sömürgeci güçlere teslimiyet içindeki yöneticileri uyarmak ve yapılan
yaşlıktan vazgeçmelerini sağlamak öncelikli olarak o devletin
vatandaşlarına düşmektedir. Konunun sadece ülkenin iç işleri ile ilgili
sınırlı kalması durumunda diğer İslâm devletlerinin müdahalesi fayda
yerine zararlı olacaktır. Bu durum İslâm devletlerinin birbirleri ile
ilişkisinin bozulmasına hatta Müslümanlar arasında meşru olmayan bir
savaşın başlamasına sebep olabilecektir. Ancak bir İslâm devletinin
emperyalist güçlerin istekleri doğrultusunda aldığı kararların diğer
devletlere ve İslâm ümmetinin ortak çıkarlarına açık zarar vermesi
durumunda o devlete karşı her türlü mücadele meşruiyet kazanacaktır.
3-Başka Bir İslâm Devletine Yapılan Haksız Saldırıları Durdurmak
İslâm dini Müslümanlara, hiçbir kimseye karşı haksızlık yapmamalarını
ve başkalarının haksız uygulamaları karşısında da duyarsız
kalmamalarını emretmektedir (A. Özdemir, 2017: 40). Müslüman
gördüğü kötülüğü eliyle düzeltmeli, buna gücü yetmiyorsa dili ile
düzeltmeli, buna da gücü yetmiyorsa o davranışı tasvip etmeyip
kalbiyle buğzetmelidir (Müslim, İman: 49). Ayrıca zalimlerin
zulümlerine engel olunmaması durumunda herkesi kuşatan bir bela ile
156
karşılaşılacağının haber verilmesi (Ebû Dâvûd, Melâhim: 4338) konunun
hassasiyetini göstermektedir.
Bir Müslüman topluluk başkasına karşı haksız yere saldırıyorsa diğer
Müslümanların bu olaya kayıtsız kalması düşünülemez. Ayet-i
Kerime’de “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını
düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar
saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her
işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.” (Kur’ân-ı
Kerim 49: 9) buyrularak haksız saldırana karşı ıslah olmaması
durumunda mazlumun yanında yer alarak savaşılmasını Müslümanlara
bir görev olarak verilmiştir. “Bir haksızlığa uğradıkları zaman,
yardımlaşırlar.” (Kur’ân-ı Kerim 42: 39) ayeti de haksızlık yapan gerek
içerden gerek dışardan olsun, bütün İslâm devletlerine bu haksızlığa
karşı beraberce mücadele etme sorumluluğu vermektedir. Haksız
saldırıya cevap verilmesinin gerekli olmasının sebebi zulme kayıtsız
kalmayıp haksızlığa engel olmaktır. “Ancak insanlara zulmedenlere ve
yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap
bunlaradır.” (Kur’ân-ı Kerim 42: 42) ayeti haksız yere saldıran zalimlerin
cezayı hak ettiğini beyan etmektedir.
Konu ile ilgili ayetlerin devletlerarası ilişkilere yansımasını şu şekilde
belirlemek mümkündür. Bir İslâm devleti başka bir İslâm devleti
tarafından saldırıya uğraması durumunda diğer İslâm devletlerinin bu
olaya kayıtsız kalması mümkün değildir. Öncelikle yapılması gereken
diplomatik görüşmeler, arabuluculuk faaliyetleri gibi problemi çözme
ve tarafları barıştırma amacıyla çaba sarf edilmesidir. Bu çabaların sonuç
vermemesi durumunda saldırgan tarafı durduruncaya kadar mazlum
toplumun yanında savaşa iştirak etmek diğer Müslümanların görevidir.
Saldırıya geçen devlet, hatalı davranışının farkında olup saldırıdan
vazgeçmesi durumunda bu topluluk hakkında zulme sapmadan adalete
dayalı olarak karar vermek gerekir.
Hz. Peygamber’in “Kişi kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım etsin.
Kardeşi zalim ise zulümden onu alıkoysun. Böyle yapmak ona yardım etmektir.
Kardeşi mazlum durumda ise ona (destekçi olarak) yardım etsin.” (Müslim,
Birr ve’s-sıla: 6747) beyanı zalim de olsa mazlum da olsa müminlere
yardım etme görevi yüklemektedir. Zalim olan din kardeşe yardım,
onun dünyevî ve uhrevî cezaya müstahak olmaması için zulmüne engel
olma şeklinde gerçekleşirken; mazlum konumunda olan kardeşe
yardım, onu desteklemekle sağlanacaktır. Bu destek, onu zulümden
kurtarmak amacıyla, gerekli olması durumunda onun yanında
savaşarak sağlanacaktır.
157
Zalime karşı mazlumu Müslümanların birlik olarak topluca savunma
ilkesi hayatta tatbik edilmesi durumunda birçok zulüm ortaya çıkmadan
sona erecektir. Çünkü bu ilke, haksız saldırı planlayan bir devlet için son
derece etkili bir caydırıcılık içermektedir. Günümüz dünyasında
Müslümanlar arasında savaşların sıkılıkla yaşanmasının nedeni, ayette
beyan edilen kurala göre hareket eden bir İslâm câmiasının
bulunmamasıdır. Konu ile ilgili ayet (Kur’ân-ı Kerim 49: 9) mazlumun
yanında mücadele etmeyi emrederken, esasında sağladığı caydırıcılık
etkisiyle birçok savaşı daha başlamadan sona erdirmektedir.
4- Ümmet-i Muhammed’in Birliğini Temin Etmek
Sözlük anlamı itibariyle topluluk, halk, cemaat anlamlarına gelen
ümmet kavramını terim olarak, bir din etrafında birleşen, ortak bir
inancı olan insanlardan oluşan topluluk (Ahmed, 1988: VIII,427) olarak
tanımlamak mümkündür (İbn Kuteybe, 1973: 445). Ümmet kavramı,
İslâm toplumunu tanımlayan en kapsamlı kavram olup, aynı gayeyi
hedefleyerek bir araya gelmiş insan topluluğunu ifade etmektedir
(Durmuş, 2006: 35). Ümmet-i Muhammed denilince, Hz. Muhammed’in
peygamberliğine inanıp onun getirdiği esasları benimseyen mü’minler
topluluğu kastedilmektedir.
Bir İslâm devleti uyguladığı politikalar ile diğer İslâm devletlerinin
birlikteliğine engel oluyorsa, kabile ve hanedan menfaatini her şeyin
üstünde tutarak fitne ve bölünmenin başını çekiyorsa, onunla mücadele
etmek meşru olacaktır. Bu hükmün temelinde Müslümanların birlik ve
beraberliğine vurgu yapan, fitne ve fesadı yasaklayan ayet ve hadisler
gelmektedir. “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın;
parçalanmayın…” (Kur’ân-ı Kerim 3: 103). “Kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için
büyük bir azap vardır.” (Kur’ân-ı Kerim 3: 105). “İkiyüzlüler, kalplerinde
fesat bulunanlar, şehirde bozguncu haberler yayanlar, eğer bundan
vazgeçmezlerse, and olsun ki, seni onlarla mücadeleye davet ederiz; sonra
çevrende az bir zamandan fazla kalamazlar. Hepsi de lânetlenmiş olarak nerede
ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler.” (Kur’ân-ı Kerim 33: 6061). Resûlullah (s.a.), birçok hadisinde Müslümanlar arasında mevcut
olması gereken kardeşlik hukukunun ilke ve esaslarını beyan etmiş (A.
Özdemir, 2014: 10-89), mü’min topluluğu, parçaları birbirine sıkıca
bağlanmış bir binaya benzeterek (Buhârî, Edeb: 6026) ümmet bilincine
dikkat çekmiştir.
Hilafet görevini üstlenen Hz. Ebu Bekir’in zekât vermeme bahanesi
arkasına sığınıp fitne çıkaran, Müslümanların birlikteliğini bozma
158
çabasında olan kabilelerle yaptığı mücadelesinin ana eksenini ve
meşruiyet zeminini Ümmet-i Muhammed’in birlikteliğini temin etme
olarak görebiliriz.
Müslümanların siyasî yapı itibariyle tek bir devlet altında toplanma
mecburiyetleri olmamakla birlikte, aynı inancı paylaşmanın verdiği
sorumlulukla ümmet bilinci içinde hareket etme mecburiyeti
bulunmaktadır. İslâm devletlerinin uluslararası ilişkilerde ümmet
şuurundan yoksun olarak kararlar alması Müslümanların
zayıflamasına, zenginliklerinin sömürülmesine, gayrimüslimlerin baskı
ve yaptırımlarına maruz kalmaya sebep olabilmektedir. İslâm devletleri,
yaşanılan dünya düzeninin şartlarına uygun ve gerçekleştirilebilir bir
birliktelik kurma çabası içinde iken bu çalışmalara engel olan,
birlikteliğin kurulmaması için gayret gösteren bir İslâm devletine karşı
yaptırımın olması gerekir. Bu yaptırım, diplomasinin verdiği tüm
imkânların kullanılmasından başlamakla birlikte, cebrî tehdit ve
vazgeçirme yollarına da başvurulabilecektir.
Dünyada inanç, tarih, ülkü birliği gibi çeşitli bağlantılarla birbirine yakın
olan devletlerin ortak birliktelikler kurması geçmişte ve günümüzde
sıkılıkla başvurulan uygulamalardandır. İslâm devletleri de aynı inanç
birlikteliği temelinde bir birlik ve ortaklık kurma çabasında iken bir
İslâm devletinin kendince gerekçeler ileri sürerek bu birlikteliğe dâhil
olmaması ona karşı mücadeleyi meşru kılmayacaktır. Çünkü siyasî ve
sosyal yapısı itibariyle buna hazır olmayabilir veya iç işlerinde olumsuz
sonuçlar doğma riski bulunabilir. Bu devlet kendi politikası ve kararı ile
baş başa bırakılır. Ona karşı yaptırım uygulanmaz. Ancak bir devlet,
kendisi İslâm devletleri arasında kurulmaya çalışılan birlikteliğe
katılmadığı gibi, böyle bir ortaklık kurulmaması için çaba gösteriyorsa,
çeşitli vaatler ile kendisine yakın gördüğü devletleri birliğe katılmaktan
vazgeçmeye çağırıyorsa onunla mücadele meşruiyet zemini bulacaktır.
Çünkü bu davranışın altında suiniyet bulunduğu gibi, İslâm ümmetinin
çıkarlarına ve menfaatine alenen karşı durma söz konusudur. Bu şekilde
hareket etmenin muhtemel sebeplerinden birisi dünyada güç
dengesinin aleyhlerine değişmesinden endişe eden uluslararası
sömürgeci güçlerin istek ve arzularına boyun eğmektir. Müslüman
olmayanların Müslümanları birlikten vazgeçmeye çağırması, tam ters
bir etki ile Müslümanların daha sıkı ilişkiler kurmasına yol açabilecektir.
Bu durumun farkında olan uluslararası güçler hedeflerine bir İslâm
devletini kullanarak ulaşmak isteyebilirler. Bu ve benzeri gayri meşru
talepler doğrultusunda dış politikasını belirleyen bir devletin çeşitli
müeyyideler ile karşılaşması tabiîdir.
159
Bu gerekçelere dayalı olarak, Müslümanların işbirliği yapmasına engel
olmaya çalışan fitne hareketlerine karşı, inananlar arasında birliktelik
kurma çabasında olanların mevcut şartlara uygun her türlü mücadeleyi
yapmaları meşru olacaktır. Birlikteliği bozmaya çalışan devleti bu
politikasından vazgeçmesi için izlenen tüm yolların sonuçsuz kalması
durumunda savaş alternatifi de gündeme gelebilecektir.
B- İslâm Devletinin Başka Bir İslâm Devletine Karşı Savaşması Meşru
Olmayan Durumlar
Bir İslâm devletinin meşru gerekçeler olmaksızın İslâm devletlerine
savaş açması meşru olmayacaktır. Bununla birlikte, tarih boyunca fıkhın
ilkeleri bağlamında meşruiyet taşımayan sebeplere dayalı olarak
Müslümanlar arasında birçok savaş vuku bulmuştur. Müslümanların
birbirleri ile savaş yapmasını meşru kılmayan başlıca sebepler olarak,
mezhep taassubu ve mezhebi yayma faaliyetleri, zenginlikleri sömürüp
hükümranlık alanını genişletmek ve emperyalist güçlerin amaçlarına
hizmet etmek sayılabilir.
1-Mezhep Taassubu ve Mezhep Yayma Faaliyetleri
Hz. Peygamber’in vefatından sonraki süreçte Müslümanlar arasında
yaşanılan savaşlar ve çatışmalar, ilerleyen süreçte Müslümanlar
arasında onarılması zor yaralar açmış ve sünnî-şiî ayırımının ilk nüvesi
olmuştur. İslâm tarihi boyunca olduğu gibi günümüzde de sünnî-şiî
ayırımı İslâm devletleri arasındaki ihtilafın zeminini oluşturmaktadır.
Buna ilave olarak mezheplerin kendi içindeki farklılıklara dayalı olarak
da anlaşmazlık ve çatışma gündeme gelebilmektedir.
Mezhep, aynı dine mensup insanların alt kimliklerini ifade etmektedir.
İctihad seviyesinde olmayan bir Müslümanın dinî bilgiye bir mezhebi
taklid ederek ulaşması ve ona tâbi olarak ibadet ve muamelatını
düzenlemesi tabiîdir. Bu amaçla bir mezhebe mensup olmakta bir
sakınca bulunmamaktadır. Bir mezhebe mensubiyet demek, kendi
mezhebinin doğru ve hakikate ulaştığını, diğerlerinin ise hatalı
olduğunu düşünmek demektir. Yanlış olan husus, mezhebe mensubiyet
değil, mezhebe tâbi olmada bağnazlık ve taassup göstermektir. Mezhep
mensubiyetinin taassup boyutu, doğrunun tek temsilcisi olarak kendi
mezhebini görmek, kendi yanlışlarını hiçbir zaman görmeye
yaklaşmamak, diğer mezheplerin tüm görüşlerini yanlış ve tehlikeli
görüp farklı mezhep mensuplarını potansiyel düşman olarak görmektir.
Mezhep farklılığını meşru savaş sebebi olarak görmek, mezhep
taassubunun ve mezhebi din olarak benimsemenin bir sonucudur.
160
Mezhepler dinin anlaşılma çabasından doğan beşerî oluşumlardır.
Mezhepleri fert ve toplumların ihtiyaçlarından doğmuş sosyal bir vakıa
olarak görmek gerekir. Hiçbir mezhebin İslâm ile aynîleştirilmemesi
gerektiğinin bilinmesi gerekir. Bir mezhebe mensubiyet bağlantısı, alt
kimlik seviyesini aşıp kişinin kendisini tanımladığı üst kimlik olarak
görülmeye başlandığında o mezhebe mensubiyet fıkhî açıdan problemli
hale gelmektedir.
Belirli bir mezhebi benimseyen bir devletin kendi mezhebinin görüşünü
anlatması ve farklı mezhepte olanlara karşı kendi mezhebini savunması
tabiî görülebilir. Ancak bunun ötesine geçerek farklı mezhepte olanları
öldürmenin, iktidarlarını ortadan kaldırmak amacıyla silahlı
mücadeleye girişmenin meşruiyeti bulunmamaktadır. Daha açık ifade
ile sünniîliği savunma bahanesi ile hükümeti şiî olan bir devlete saldırı
meşru olmadığı gibi, şiî bir devletin, sünnî ile kâfiri eş değer tutup, sünnî
devletlere karşı kumpas kurmaları, ihanet etmeleri ve doğrudan ya da
dolaylı yollarla saldırıda bulunmaları meşru olmayacaktır.
Mezhep farklılığını ayrışmanın ve kutuplaşmanın gerekçesi olarak
sunan iki grup bulunmaktadır. Birincisi, cahillikten kaynaklanan
taassupla bir mezhebi savunanlardır. İkincisi ise, mezhep farklılığını
suiistimal ederek Müslümanların birlikteliğini bozmak isteyen devletler
ve uluslararası kuruluşlardır. Mezhep farklılığına dayalı çatışmaların
önüne geçebilmek için alınabilecek en etkili yöntem mezhep kavramının
sağlıklı bir şekilde öğretilmesi ve dış güçlerin tatbik etmek istedikleri
planlara karşı uyanık olunmasıdır. Mezhebin nüfuzunun artması ve
geniş kitlelere yayılmasının sağlanması amacıyla yapılacak tüm askerî
mücadelelerin fukaha tarafından gayri meşru olarak ilan edilmesi haksız
bir savaşın vukuunu önleme bakımından isabetli olacaktır.
İslâm adına hareket ettiğini iddia etmesine rağmen tevil ve yoruma yer
bırakmaksızın açıkça küfrü gerektiren inançlara sahip olanlarla hangi
ölçüde mücadele edilebileceği cevaplanması gereken bir sorudur.
Burada kastedilenler, tüm Müslümanların ittifakıyla görüşleri İslâm ile
bağdaştırılamayan gruplardır. İslâm mezhepler tarihinde mensupları
sayıca az olmakla birlikte dinin temel değerlerine aykırı yorumlara,
tevili mümkün olmayan bâtıni düşüncelere sahip olanlar, kendisinde
nübüvvet görevi olduğunu iddia edenler, vahiy aldığını söyleyenler, bir
insanda ulûhiyet vasfı kabul edenler mevcut olmuştur. Bu meşrep ve
grupları ikiye ayırmak mümkündür. Birinci grup, gizli ve pasif halde
kalmayı tercih edip, sahip olduğu inancı kendi içinde yaşayan, dünya
kamuoyuna çıkmayan ve fikirlerini başkalarına benimsetmeye
çalışmayanlardır. İkinci grup ise, aktif mücadele yöntemini benimseyip,
161
Müslümanların genel itikadına aykırı “batıl görüşleri” her fırsatta
“İslâm’ın görüşü” diye dile getiren, kendisinden olmayan tüm
Müslümanları tekfir edenlerdir.
Birinci grup ile mücadele yöntemi, onları itidal seviyesine getirmek için
çalışmak olmalıdır. Bu görev yapılırken, ilmî veriler ve şerî deliller
sunularak onların ikna edilmesine çaba sarf etmek gerekir. Mücadele
sonunda ikna edilmeleri durumunda problem kalkacaktır. İkna
olmamaları durumunda, görüşlerini “İslâm” adı altında sunmamaları
sağlanabilir ya da o grubun söylem ve düşüncelerinin İslâm’ı temsil
etmediği hakkında halkın bilgilenmesi sağlanabilir. Bu bilgilendirme
bütün mezheplerin ittifakıyla güçlü bir şekilde yapılması durumunda,
bu gruplar aktif bir eylem içinde olmadıkları için Müslüman toplumun
inancı üzerinde fazla olumsuz etkileri olmayacaktır. Dolayısıyla da cebrî
tedbirler uygulamak gerekli olmayacaktır.
İkinci grup ile mücadelede güzel söz, delillerle ikna etme gibi
yöntemlere öncelikli olarak başvurmak gerekli olmakla birlikte,
toplumun inancına verdikleri zarardan vazgeçmemeleri durumumda
cebrî tedbirlere başvurmak söz konusu olabilecektir. Çünkü bu
gruptakilerin öncekilerden farkı, sübutu ve delaleti katî naslar üzerinde
yaptıkları keyfi yorumları ve geçmişten günümüze tüm ümmetin bâtıl
gördüğü görüşleri “İslâm” adı altında benimsetmeye çalışmaları, halkın
inanç ve temel değerleri hakkında şüphe ve fitneye düşmelerine
sebebiyet vermeleridir. Müslüman toplumun inanç değerleri etrafında
çıkarılan fitnenin söndürülmesi ve ortaya çıkabilecek fesada engel
olunması zarurî maslahatlardan olan dinin muhafazası kapsamında
olacağı için bu gruplarla gerekli mücadeleyi yapmak âlim ve âmirlerin
sorumlulukları arasındadır. Bu mücadeleyi âlimler sözlü irşatları ile
âmirler ise verecekleri kararlarla yapacaktır. Bu kararlar arasında, alınan
tüm tedbirlerin sonuçsuz kalıp zorunluluk olması durumunda
cezalandırıcı cebrî tedbirlere başvurmak da bulunabilecektir.
2-Zenginlikleri sömürmek ve Hükümranlık Alanını Genişletmek
İnsanlar arasında olduğu gibi toplumlar arasında da hâkimiyet
mücadelesi yapmak, başkasının zenginliklerini ele geçirmek ve
hükümranlık alanını genişletip tüm milletlere üstün gelmeye çalışmak
tarih boyunca hep var olan bir olgudur. Bu ve benzeri gayeler, İslâm
devletleri arasında yapılacak bir savaşın meşruiyet sebebi
olamayacaktır. İslâm hukukunda mülkiyet hakkı zarûriyyat-ı diniyye
kapsamında korunması gereken temel değerlerdendir. Bir ferdin sahip
olduğu zenginliği sömürmek meşru olmadığı gibi, devletlere ait olan
162
zenginlikleri sömürmek de caiz değildir. Müslümanların birbirleri ile
kardeşlik hukukuna göre davranmaları emredilmiş ve birbirlerine
zulmetmeleri yasaklanmıştır (Müslim, Birr ve’s-sıla: 6743; Buhârî,
Mezâlim: 2310 ). Hz. Peygamber (s.a.) Müslümanı dilinden ve elinden
diğer Müslümanların güvende olduğu kimse diye tanımlamıştır (Nesâî,
Siyer: 8701). Dolayısıyla bir İslâm devletinin, başka bir İslâm
devletindeki zenginliklere göz koyarak onları ele geçirme amacıyla
savaş ilan etmesi meşru olmayacaktır.
Allah Teâlâ, her bir topluluğa farklı farklı nimetler vermiş, bir kısmını
zengin, bir kısmını fakir kılmıştır. “Bilmediler mi ki, Allah rızkı dilediğine
bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette
ibretler vardır.” (Kur’ân-ı Kerim 39: 52). Bugün zengin olanın yarın fakir,
dün fakir olanın bugün zengin olması dünya hayatının bir özelliğidir.
“…İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz…”
(Kur’ân-ı Kerim 3: 140).
Hz. Peygamber’e, gösteriş yapmak, kahramanlığını göstermek veya
asabiyet duygusuyla kavmini yüceltmek için savaşanlardan hangisinin
Allah yolunda olduğunun sorulması üzerine “Allah’ın kelimesinin
(hükmünün) en yüce olması için savaşanlar” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad:
1646) diye cevap vermesi sırf dünyevî gelir ve hükümranlık gayesi ile
savaş
yapmanın
gayri
meşru
olduğunu
göstermektedir.
Gayrimüslimlerle yapılan savaşlarda bile sadece ganimet elde etmek
için yola çıkanların kınanması (M. Özdemir, 2014: 195) ve Allah yolunda
olmadıklarının haber verilmesi, Müslümanların birbirleri ile ganimet
savaşı yapmalarının mutlak şekilde yasak olduğunu gösterir. Savaş,
gerekli olduğu durumlarda “Saldırıya karşı savunma ve Allah’ın
kelimesinin (hükmünün) en yüce olması amacıyla” yapılır. Bu amacı
taşımayan, dünyevî menfaat gayesi taşıyan, nefsanî arzuların
şekillendirdiği tüm savaş planları gayri meşrudur. Savaş kararı alan
komuta merkezinden savaşa iştirak eden fertlere kadar herkes bu suçun
vebalini taşıyacaktır. Bu sebeple, herhangi bir İslâm devletinin, diğer
İslâm devletinin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçirmek, tarihî
ve kültürel değerlerine sahip olmak, hükümranlık alanını genişletmek,
savaş sonrası imar faaliyetlerine katılabilmek gibi gayelerle savaş açması
gayri meşru olacaktır.
3-Sömürgeci Güçlerin Amaçlarına Hizmet Etmek
Sömürge durumunda olan ülkeler, ekonomik gelirlerine el konulan,
siyasî kararlarında dış güçlerin söz sahibi olduğu, başka devletler
tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak yönetilen ülkelerdir. (Seyyar,
163
2007: 955) Sömürgeci ve emperyalist güçler, hedeflerine ulaşmak için her
yolu kullanabilmektedirler. Etki altına alıp yönlendirebildikleri
devletleri kendi emelleri doğrultusunda kullanabilmekte, savaş dâhil
olmak üzere başka devletlere karşı düşmanca davranmalarını
sağlayabilmektedirler.
Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde onları dost ve veli edinme
yasağı ayetlerde beyan edilmiştir. “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün
izzet yalnızca Allah'a aittir.” (Kur’ân-ı Kerim 4: 139). “Ey İman edenler!
Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar
(birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır.
Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Kur’ân-ı Kerim 5: 51).
Ayetlerden çıkan sonuca göre; bir İslâm devletinin, gayrimüslimleri dost
ve veli edinip, onların yönlendirmesi ile Müslüman toplumlara savaş
açması hiçbir şekilde meşru olmayacaktır.
Ekonomik ve askerî bakımından güçlü devletler, bizzat savaştığında
vereceği can kayıplarını ve uluslararası ilişkilerde uğrayacağı itibar
kaybını düşünerek “piyon devletler” kullanarak saldırmak istediği
yerleri ele geçirme taktiğine başvurabilmektedirler. Bir İslâm devletinin
böyle bir planda yer almayı kabullenmesi hiçbir şekilde meşru
olmayacaktır. Her devletin dış politikasını kendi alacağı kararlarla tespit
etmesi beklenir. Başka devletlerin arzularına göre dış politikayı
belirlemenin sebebi, ya karşılaştığı tehdit ve yaptırımlardır ya da güçlü
devletin yanında yer alıp menfaat elde etme çabasıdır. Her iki gerekçe
de din kardeşine karşı savaşmak için meşru bir sebep olarak
gösterilemez. Şahsî menfaat ve küçük çıkar hesaplarıyla güçlü
gayrimüslim devletlerin yanında yer alıp onların isteklerine uygun
hareket etmenin caiz olmayacağı açıktır. Karşılaştığı tehdit sebebiyle
Müslümanlara savaş açmak da haklı bir gerekçe olarak görülemez.
Çünkü zaruretlerin haramları mubah kılacağı fıkhî ilke olarak kabul
edilmekle birlikte, (İbn Nüceym, 1983: 94) hiçbir zaruret durumunun
mubah kılmayacağı haramlar vardır. Örnek olarak, tehdit altındaki
kişinin haksız yere bir kişiyi öldürmesi caiz değildir (Atar, 1992: 132).
Buna göre bir devletin kendisine yapılan tehdidi ileri sürerek başka bir
İslâm devletine saldırması meşru olmayacaktır.
Sonuç ve Öneriler
Mezheplerin teşekkül edip temel fıkıh kitaplarının telif edildiği
dönemde insanların birbirleri ile münasebetlerinde uymaları gereken
konular derinlemesine ele alındığı gibi devletlerarası münasebetler
164
hakkında, özellikle de savaş hukuku alanında kıymetli çalışmalar
yapılmıştır. Müstakil olarak yazılan eserlerin yanında fıkıh kitaplarında
“siyer” başlığı altında dârülislâm ile dârülharp arasındaki münasebetler
ve savaş esnasında uyulması gereken kurallar batı dünyasından
yüzyıllar öncesinde ele alınmıştır. İslâm devletlerinin birbirleri ile
savaşmaları tabiî ve yaygın bir durum olmadığı için fıkıh kitapları savaş
konularını genellikle Müslüman olanlar ile olmayanlar arasındaki savaş
ekseninde işlemiştir.
İslâm devletlerinin birbirleri ile kardeşlik hukukuna uygun hareket
etmesi beklendiğinden savaş ancak arızî ve özel şartların bulunması
durumunda meşru olabilecektir. Şahısların kendisini koruması nefsi
müdafaa kapsamında meşru olduğu gibi devletlerin de vatandaşlarını
ve ülkenin sınırlarını her türlü saldırıya karşı koruması meşrudur. Bu
saldırı başka bir İslâm devletinden gelmesi durumunda saldırıya
uğrayan devletin nefsi müdafaa hakkı çerçevesinde o devlete karşı savaş
yapması meşru olacaktır. Saldırının açıktan yapılmayıp devlet destekli
terör faaliyeti şeklinde yapılması halinde de gerekli savunma yöntemleri
ile karşılık vermek devletin hem hakkı hem de vazifesidir.
Bir İslâm devletinin dünyadaki zulme ve haksızlığa kayıtsız kalması
doğru olmayacağı için haksız saldırı altındaki Müslüman toplumların
yanında yer alması gerekir. Saldıran devletin, sulh girişimlerine olumlu
cevap vermemesi ve yapılan uyarıları dikkate almaması durumunda
mazlum devletin yanında haksız saldırı bertaraf edilinceye kadar
savaşılması gerekir.
Dünyadaki sömürgeci ve emperyalist güçler bazen doğrudan saldırmak
yerine başka bir devleti piyon olarak kullanmayı tercih
edebilmektedirler. Bir İslâm devleti yönetiminin, güçlü devletlerin
çıkarları doğrultusunda ve ümmet birlikteliğine zarar verici nitelikte
fitne ve fesat içeren politikalar takip etmesi durumunda onunla İslâm
ümmetinin çıkarları adına mücadele etmek meşru olacaktır. Bu
politikaları benimseyen yöneticilere karşı uyarı ve mücadele etme görevi
o devletin kendi vatandaşlarına ait olmakla beraber, izlenen politikalar
uluslararası ilişkileri etkileyen boyut kazanması, diğer İslâm
devletlerine ve İslâm ümmetinin geneline zarar verici nitelikte olması
durumunda onunla mücadele meşru olacaktır. Bu mücadelede tavsiye,
uyarı, tehdit, yaptırım gibi yöntemlerin faydalı olmaması durumunda
caydırıcı askerî tedbirlere başvurmak da mümkün olabilecektir.
Bir İslâm devletinin diğer bir İslâm devleti ile savaşması, sadece kendi
devletinin değerlerinin ve mazlum durumunda olan diğer İslâm
165
devletlerinin haklarını koruma, fitne ve fesat çıkarma gayesinde olanlara
engel olup ümmetin birlik ve beraberliğini temin etme durumunda
meşru olacaktır. Böyle meşru bir gaye taşımaksızın, dünyadaki bütün
mezheplerin gücünü kırıp sadece kendi mezhebini yaygınlaştırma,
zenginliklere el koyarak maddî çıkar elde etme, devletin nüfuz ve etki
alanını genişletme, uluslararası emperyalist ve sömürgeci güçlerin
hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olma gibi amaçlara ulaşmak için bir
İslâm devletinin inanç kardeşi olan Müslüman toplumlarla savaşması
hiçbir şekilde meşru olmayacaktır.
Kaynakça
Altuğ, Y. (1995). Terörizmin Anatomisi. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
Atar, F. (1992). Fıkıh Usulü. İstanbul: MÜİF Vakfı Yayınları.
Belik, M.R. (1956). Devletlerin Harp Salahiyetinin Tahdidi ve Milletlerarası
İhtilafların Sulh Yolu İle Halli Usulleri. İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Yayınları.
Buhârî, İ. (1993). Sahîhu’l-Buhârî. Beyrut: Daru İbn Kesir.
Doğan, H. (2018). İslâm Hukuku Açısından Müslümanlar ve Müslüman
Olmayanlar Arasındaki İlişkinin Dayandığı Esaslar Işığında Savaş-Barış
Kavramları. Muhafazakâr Düşünce, 14, 97-118.
Durmuş, Z. (2006). Kur’ân-ı Kerim’de Ulus ve Uluslararası İlişkiler. İstanbul:
Gökkubbe Yayınları.
Ebû Dâvûd, S. (1987). Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi. Çev: N. Yeniel ve H.
Kayapınar. İstanbul: Şâmil Yayınevi.
Graham, E. ve Jeffrey, N. (2007). Uluslararası İlişkiler Sözlüğü. Çev: Ahsen Utku.
İstanbul: Gökkubbe Yayınları.
Gündüz, A. (1996). Terörle Mücadelede İnsan Hakları ve Güvenlik İkilemi. İstanbul:
y.y.
Halîl b. Ahmed, A. (1988), Kitâbü’l-Ayn. Beyrut: Müessetü’l-A’lemi li’l-Matbu.
İbn Kudâme, M. (1992). el-Muğnî. Kahire: Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr.
İbn Kuteybe, A. (1973). Te’vîlü müşkili’l-Kur’ân. Kahire: Darü’t-Türas.
İbn Nüceym, Z.(1983). el-Eşbah ve'n-nezâir. Dımaşk: Dâru’l-Fikr.
Müslim, H. (1983). Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi. Çev: A. Davudoğlu. İstanbul:
Sönmez Neşriyat.
Nesâî, A. (1981). Sünen’ün-Nesâî. Çev: A. Muhtar Büyükçınar v.dğr. İstanbul:
Kalem Yayıncılık.
Örgün, F. (2001). Küresel Terör. İstanbul: Okumuş Adam Yayınları.
Özdemir, A. (2014). Hadislerin Rehberliğinde Kardeşlik Hukuku. Ankara: Murat
Kitabevi.
Özdemir, A. (2017). İslâm Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeni ve Savaş Hukuku.
Ankara: Murat Kitabevi.
Özdemir, M. N. (2014). Hz. Peygamber Döneminde Ganimet Uygulamaları. Ankara:
İlahiyat Yayınları.
Özek, A. vdğr. (1993). Kur’ân-ı Kerim Açıklamalı Meali. Ankara: TDV Yayınları.
166
Özel, A. (1981). İslâm Hukukunda Ülke Kavramı. İstanbul: İklim Yayınları.
Öztürk, O. (2000). Avrupa ve Orta Doğu Ülkelerinin Terör Karşısındaki
Konumları. Terörizm İncelemeleri, Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar
Merkezi.
Serahsî, M. (1989). el-Mebsût. Beyrut: Darü’l-Ma’rife.
Seyyar, A. (2007). İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri. İstanbul: Değişim
Yayınları.
Tirmizî, M. (t.y.) Sünen-i Tirmizî Tercümesi. Çev: O. Mollamehmetoğlu. İstanbul:
Yunus Emre Yayınevi.
Udeh, A. (1988). Sömürge Hukuku ve İslâm. Çev: Ahmet Davutlugil. İstanbul:
İşaret Yayınları.
Ülken, H. Z. (1969). Sosyoloji Sözlüğü. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
167
168
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ALANINDA İSLÂM
HUKUKUNUN TEMEL İLKELERİ -EMÂN AKDİ ÖRNEĞİ
ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRME-
GİRİŞ
Devleti meydana getiren unsurlar; hâkimiyet, ülke (vatan) ve millettir.
Ülke, bir devletin faaliyet alanını ifade eder. Bir bölge, orada idare ve
hâkimiyeti elinde bulundurmaları sebebiyle, o ülke halkına nispet edilir.
İslâm hukukunun klasik kaynaklarında “dâr” kelimesi ile ifade edilen
ülke kavramı, hâkimiyet faktörü göz önünde bulundurularak ikiye
ayrılmış, bunun sonunda “dârü'l-harb-dârü'l-islâm” tasnifi ortaya
çıkmıştır.1 Buna göre, Müslümanların elinde bulunan, hâkim oldukları
ve güvenlik içinde yaşadıkları yerler dârü'l-islâm, Müslümanların emin
olmadıkları ve İslâm ahkâmının yürürlükte olmadığı yerler dârü'l-harb
kabul edilmiştir.2
Dârü’l-islâm’da3 yaşayanları; müslümanlar, zimmîler ve müste’menler
olmak üzere üç ayrı grupta ele alabiliriz. Müslümanlar ve zimmîler
devletin vatandaşı kabul edilir. Sahip oldukları haklar ve sorumlu
oldukları yükümlülükler müste’menlerden farklıdır.
Müste’men kelimesi sözlükte “Emân verilen, güvenliğe kavuşan”
anlamlarına gelmektedir.4 Terim olarak ise “Geçici olarak İslâm ülkesine
girmesine izin verilen ve bulunduğu süre içinde güvenliği teminat altına alınan
gayrimüslimlerdir.”5 Müste’menler, kendilerine verilen izin ve emân ile
belli bir süre ülkede bulunurlar. Bunların vatandaşlık statüsü
bulunmamaktadır.6
Bu makele daha önce The Journal of Academic Social Science Studies JASSS Dergisinde
(Volume 6 Issue 6, s. 893-904, June 2013) yayınlanmıştır.
1 Dârü'l-harb ve dârü'l-islâm kavramları için bkz. Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke
Kavramı, İklim Yayınları, İstanbul 1991, s. 109-202.
2 Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir b. Mes’ud, Bedâ’i’u’s-sanâi’, Mısır 1910, VII, 130 vd.
3 Uluslararası ilişkilerin dârü'l-harb ve dârü'l-islâm denkleminde ele alınması tarihî ictihad
niteliği taşımaktadır. Bu konuda bkz. Ahmet Özdemir “Tarihi Şartlar Özelinde Beyan Edilen
İctihadların İfta Kaynağı Olarak Kullanılması Problemi” Tasavvur Tekirdağ İlahiyat Dergisi,
c. 9, s.2, ss.1549-1551, Aralık 2023.
4 İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddin, Lisânü’l-arab, Beyrut, t.y., XIII, 21.
5 Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed, el-Mebsût, Beyrut 1989, X, 69; Gamravî,
Muhammed ez-Zührî, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, Beyrut 1995, s. 405;
Khadduri, Majid, War and Peace in The Law of Islam, The Johns Hopkins University,
Baltimore 1955, s. 163.
6 Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 326; Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi (trc.
Kemal Kuşçu), İstanbul 1963, s. 164.
169
EMÂN AKDİ ve MÜSTE’MENLER
Emânın bir veya birkaç kişi için verilmesine özel emân denir.7
Hz.Peygamber (s.a.)’in “Müslümanların zimmeti bir bütündür. Onu rütbesi
en aşağıda olan da taşır”8 hadisine istinaden fakihlerin büyük bir kısmı,
her Müslümanın özel emân verebileceğini, kamu menfaatine zarar
vermedikçe bu emânların geçerli olacağını kabul etmişlerdir.9
Emânın bir millete veya bir bölge halkı gibi sayıca büyük gruplara
verilmesine ise genel emân denir.10 Hanefî mezhebi bu şekilde genel
emân verme yetkisini kamu otoritesinin yanında fertlere de
tanımaktadır. İslâm hukukçularının ekseriyetine göre ise bu yetki sadece
kamu otoritesine aittir.11 Hz. Peygamber, düşmanlar tarafından talep
edilmeden de genel emân vermiştir. Nitekim O, Mekke'nin fethi
esnasında Kâbe avlusuna girenlerin veya Ebû Süfyan'ın evine
sığınanların yahut kapılarını kapatacak olanların emniyette olacaklarını
herkese ilan etmiştir.12
Bir devletle anlaşma yapılmışsa, o devletin fertleri yeni bir emân akdi
yapmadan İslâm ülkesine girebilirler.13 Müste'menler dârü’l-islâmda
belirli bir süre yaşama hakkına sahiptir.14 Bu hakkın süresini tayin eden
bir nas yoktur. Kamu menfaati göz önüne alınarak bir süre tayin edilir.
Müste’menin çocukları ve eşi de emân kapsamına girerler ve kendilerine
tanınan haktan istifade ederler.15 Emân belirli bir süre için söz konusu
Afîfî, Muhammed es-Sadık, el-İslâm ve’l-alâkatü’d-düveliyye, Daru’r-Râidi’l-Arabî, Beyrut
1986, s. 319; Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul
1991, III, 244.
8 Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi (haz. N.
Yeniel, H. Kayapınar), Şâmil Yayınevi, İstanbul 1987, Cihad, 373 (2751); İbn Mâce, Ebû
Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen-i İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi (trc. H.
Hatipoğlu), Kahraman Yayınları, İstanbul 1992, Diyet, 31 (2683).
9 Merginânî, Burhanuddin Ali b. Ebû Bekir, el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-mübtedî, İstanbul
1991, II, 140; Mâverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve’lvilâyâtü’d-dîniyye, Beyrut 1994, s. 108.
10Zeydan, Abdülkerim, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, Müessesetü'r-Risale,
Beyrut 1982, s. 51.
11 el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 198; Zuhaylî, Vehbe, “Emân”, DİA, İstanbul 1995, XI, 80.
12 İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik, Siret, (trc. Arif Erkan), Huzur Yayınevi,
İstanbul 1995, s. 320.
13 Zeydan, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, s. 51.
14 Müste’menlerin hakları ve sorumlulukları için Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu
ehli’-zimme, II, 874; Yeter, Hasan Serhat, İslâm Hukukunda Müste'men Hukuku, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2002, s. 79-126.
15Zeydan, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, s. 54; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku,
III, 244-245.
7
170
olur.16 Sürenin sonunda müste’meni güvende olacağı bölgeye hiçbir
zarara uğratmadan ulaştırmak gerekir.
Müste'men statüsünde olanlar, devlet tarafından belirlenen kurallar
çerçevesinde eğitim-öğretim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetlerinden
istifade hakkına sahiptir. Müste’menin kendi dinine göre yasak olan
davranışları İslâm ülkesinde yapmasına izin verilmez. Nitekim
Hz.Peygamber (s.a.), Hıristiyanlıkta da faiz haram olduğu için
Necranlıların faiz alıp vermesini yasaklamıştır.17
Müste'menler için, devlet tarafından dış ticaret vergisi belirlenmişse
bunu ödemekle yükümlüdürler. Bu verginin oranı ilk dönemlerde onda
bir olarak uygulanmıştır.18
Dünyadaki devlet teşkilatlanmasındaki idarî, siyasî ve askerî alanda
gelişmelere paralel olarak ülkeye giriş işlemlerinin resmi prosedüre
bağlanmasında İslâm hukuku açısından bir sakınca yoktur. Günümüzde
İslâm ülkesine girme amacıyla istenen emânın yerini devlet
kontrolündeki pasaport, vize ve ikamet izni gibi uygulamalar almıştır. 19
Bu konuda yetkili kamu otoritesidir.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BAĞLAMINDA EMÂN AKDİNİN
TAHLİLİ
Uluslararası ilişkileri emân akdi çerçevesinde değerlendirdiğimizde;
adaletli olmak, anlaşmalara sadakat göstermek, haksız saldırılarda
bulunmamak, misillime hakkını belirli sınırlar çerçevesinde kullanmak,
dinin tebliğini vazife bilmek ve genel teâmül ile uygulamalardan
İslâm’ın hedeflerine aykırı olmayanlardan istifade etmek temel ilke ve
değerler olarak ortaya çıkmaktadır.20
İslâm Devleti Sınırları İçinde Ayırım Yapmadan Herkes İçin Adalet
Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların hem kendi aralarında, hem de diğer
insanlarla ilişkilerinde mutlak surette adaletli davranmaları,
mahkemelerde adaletli hüküm vermeleri ve toplumda her açıdan adaleti
sağlamaları emredilmekte ve adaletsizliğe yol açacak her türlü muamele
Müste’men süre dolmasına rağmen kalmaya devam etmek isterse ancak cizye ödeyip
zimmî statüsünde kalmaya devam edebilir. Bkz. Ebû Yûsuf, Yâkup b. İbrâhim, elHarâc, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut t.y., s. 189; Merginânî, el-Hidâye, II, 154.
17 Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, III, 294.
18 Zeydan, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, s. 176.
19 Zuhaylî, “Emân”, DİA, XI, 80-81.
20İslâm hukukunda uluslararası ilişkilerle ilgili temel prensipler için bkz. Özdemir,
Ahmet, İslâm Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Sağlanması, Tecdid Yayınları,
İstanbul 2007, s. 21-32.
16
171
ve davranış yasaklanmaktadır. Karşı tarafa duyulan kin ve öfkenin
adaletten sapmaya sebep olmaması vurgulanmaktadır.21
Yeryüzünde büyük adaleti tesis etmek, her sahada adaletten bütün
beşeriyeti faydalandırmak, İslâm’ın mensuplarına yüklediği bir
mükellefiyettir.22 İslâm hukukunda adaletten yararlanma temel haktır
ve bu hak sadece Müslümanlar için değil tüm insanlar için çiğnenemez
bir haktır. Emân akdi ile İslâm yurdunda bulunan müste'menler,
İslâm'ın öngördüğü bu adalet anlayışından yararlanacak, karşılaşacağı
her türlü zulüm ve haksızlıklarda İslâm devletinin himayesi altında
bulunacaktır. Müste'menin gerek sosyal, kültürel ve ticarî faaliyetlerde
gerekse de hukukî meselelerde bir anlaşmazlıkla karşılaşması
durumunda İslâm devletinin görevi adalet ve hakkaniyete göre hüküm
vermektir.
İnanç Birlikteliğinin Devletlerarası Münasebetlere Etkisi
İnsanları farklı açılardan gruplandırmak mümkündür. Irk, bölge, dil,
inanç gibi unsurlardan hareketle tarih boyunca insanlar taksime tâbi
tutulmuşlar ve buna göre muamele görmüşlerdir. İslâm devletinin
insanlara bakışında hâkim olan unsur, dinî inançlarıdır. Ülke
vatandaşlığı sınıflandırılmasında öncelikli olarak fertlerin inançları göz
önünde tutulmaktadır.23 Hz. Peygamber'in devrinde İslâm ülkesinin
insan unsurunu bir araya getiren belki de en önemli unsur dindir.
Müslüman olma İslâm ülkesinde bulunan kişiler için ülke vatandaşı
olma hakkı doğuran bir unsurdur.24 Bu sebeple müslüman ile gayr-i
müslim ayırımı, insanların İslâm devletindeki hukukî statülerinin
tespitinde ana kriter olmuştur.25
Emân akdinin İslâm devleti ile dârül'-harp vatandaşı arasında vuku
bulduğunu esas alarak diyebiliriz ki, bir Müslüman ferdin aralarında
inanç birliği bulunan diğer devletlere girebilmek için emân akdine
ihtiyaç duymaması gerekir. Bir Müslüman hangi İslâm devletinin
tebaası olursa olsun diğer İslâm devletinin de vatandaşı sayılmalı hak ve
vazifelerde her Müslümanın diğerine eşitliği kabul edilmelidir.26 Teorik
Hucurât sûresi, 49/9; Mümtehine sûresi, 60/8; Nisâ sûresi, 4/58; Mâide sûresi, 5/8.
Kutup, Seyyid, Cihan Sulhu ve İslâm, İstanbul t.y., s. 162.
23 Medkur, M. Sellam, Meâlimu’d-devleti’l-islâmiyye, Kuveyt 1983, s. 97; Ramazan, Said,
Islamic Law Its Scope and Equity, London, 1961, s. 106.
24 Bostancı, Ahmet, Hz. Peygamber'in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet Yayınları, İstanbul
2001, s. 93-94.
25 Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, III, 229.
26 Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, s. 146-147.
21
22
172
bu gerçeklik, İslâm devletleri arasında yapılacak karşılıklı anlaşmalarda
pratik olarak da uygulamaya geçirilmelidir.27
Anlaşmalara Sadakat Göstermek
Verdiği sözü yerine getirmek insanlar arası ilişkilerde olduğu kadar,
devletlerarası münasebetlerde de önemlidir. Erdemli davranışların
başında gelen sözünde durmak ve ahde vefa, ayet ve hadislerde sık sık
zikredilmiş, inananların buna titizlikle riayet etmesi istenmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de sözünde durmanın mü’minlerin vasıflarından birisi
olduğu,28 fâsıkların ise yaptıkları anlaşmalara sadık kalmayacakları
bildirilmiştir.29 Hz. Peygamber (s.a.), verdiği sözde durmamanın
münafıklık alameti olduğunu,30 mü’minin ihanet içeren davranışlarda
bulunmaması gerektiğini bildirmiştir.31 İsrâ sûresi 34. ayetinde ahde vefa
emredilmiş ve bunun gerekçesi olarak söz vermenin insana sorumluluk
yüklediği belirtilmiştir. İnsanlar birbirlerine, devletler de diğer
devletlere karşı ahde vefasızlık yaptığında Allah katında bu
hareketlerinden sorumlu olacak ve cezayı hak edecektir. İslâm
devletinde ahde vefanın uluslararası ilişkilerde göz önünde tutulması
gereken bir ilke olmasının nedeni budur.
İslâm devletinin müste’mene emân vermesi durumunda, bir anlaşma
yapılmış olmakta ve buna bağlı kalmak tarafların yükümlülüğü
olmaktadır. Müste’men, emân akdine bağlı kaldığı sürece - hatta kendi
ülkesi ile savaş yapılıyor olsa bile- mal, can güvenliğine ve ülke içinde
seyahat özgürlüğüne sahiptir.32 Verilen sürenin sonuna kadar
anlaşmaya sadakat gerekir. Ancak müste’men casusluk gibi
Müslümanlara zarar verici davranışlarda bulunursa dokunulmazlığını
kaybeder.33
Görüş Tashihi (2024): “Bir Müslüman hangi İslâm devletinin tebaası olursa olsun diğer İslâm
devletinin de vatandaşı sayılmalı” anlayışının teorik gerçekliği tartışmaya açıktır. Böyle bir
zorunluluk isabetli görünmemektedir. Yaşadığımız dünyada bu bakış açısını devletlerin pratik
olarak da uygulayabilme imkânı bulunmamaktadır.
28 Mü’minûn sûresi, 23/8.
29 Bkz. Bakara sûresi, 2/27, 100.
30 Buharî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, Sahîhu’l-Buhârî, Dâru İbn Kesir, Beyrut
1987, İman, 12 (21).
31 Ebû Dâvûd, Cihad, 157 (2769); Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen-i Tirmizî (trc.
Osman Mollamehmetoğlu), Yunus Emre Yayınevi, İstanbul t.y., Siyer, 26 (1629).
32 Hamidullah, İslâm’a Giriş, s. 186; Zeydan, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, s. 121.
33 Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 165.
27
173
Müste’menin kendi devleti, onun ülkesine dönmesini talep etse bile,
süre sonuna kadar İslâm devletinde kalma hakkı devam eder.34 Çünkü
aksine davranmak İslâm devleti ile emân isteyen kişi arasındaki
anlaşmanın ihlali manasına gelir.
Müste’menin, emân süresinin bitiminde veya kendi isteği ile süre
bitmeden önce ülkeyi güvenli bir şekilde terk etme hakkı vardır. Bu
konuda gerekli önlemleri almak anlaşmalara sadakat ilkesi gereği İslâm
devletinin sorumluluğu kapsamındadır.
Haksız Saldırılarda Bulunmamak
İslâm, haksızlığa, haddi aşmaya, zulme asla izin vermez.35 Dünyada
yaptırım gücü olan uluslararası örgütlerin olmadığı dönemlerde de
İslâm devleti, otoritesini sınırsız olarak kullanmamış, kendisini
sınırlandırmıştır.
Zalimlerin
zulümlerine
engel
olunmaması
durumunda herkesi kuşatan bir bela ile karşılaşılacağının haber
verilmesi36 haksız saldırıda bulunmayı ve haksızlıklar karşısında sessiz
kalmayı yasaklamaktadır.
Emân akdi ile İslâm ülkesinde bulunanlar her türlü haksız saldırıdan
emin olmalıdır. Müste'menin dokunulmazlık hakkı ihlal edilip,
herhangi bir saldırıya uğraması durumunda zararı tazmin edilir. Çünkü
gayr-i müslimlerin kanları emân ile mütekavvim olur.37 Emân verilmiş
bir müşrikin Müslümanlar tarafından öldürülmesi üzerine
Hz.Peygamber ailesine diyet ödenmesini emretmiştir.38
Hanefî mezhebine göre emân akdi bağlayıcı değildir. Emân verme
konusunda fertlere tanınan geniş yetki emânın bağlayıcı kabul
edilmemesi ile dengelenmiştir. Maslahatın gerektirmesi durumunda
bozulabilir.39 Bu ilk bakışta uluslararası ilişkilere zarar verici nitelikte
gözükmekle birlikte gerçekte böyle bir sakınca doğmayacaktır. Çünkü
emânın iptalinin muteber olması için önceden haber verilmesi ve
müste’menlerin emin olacakları yerlere ulaştırılmaları gerekir. Aksi bir
Fidan, Yusuf, İslâm’da Yabancılar ve Azınlıklar Hukuku, Ensar Yayıncılık, Konya 2005,
s.293.
35 Bkz. Nahl sûresi, 16/90.
36 Ebû Dâvûd, Melâhim, 17 (4338); Tirmizî, Fiten, 8 (2257); İbn Mâce, Fiten, 20 (4009).
37Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 77; Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 101; İbn Kudâme, elMuğnî, XIII, 31; Şârânî, Abdülvehhab, el-Mizânu’l-kübrâ (trc. A. Faruk Meyan), İstanbul
1980, s. 639.
38 İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah, el-Musannef fi'l-ehâdîsi ve'l-âsâr, VI, 514, (33427),
Riyad 1409.
39 İbnü’l-Hümam, Şerhu Fethu’l-kadîr, V, 212.
34
174
hareket hıyanet sayılır ki bu caiz değildir.40 Diğer mezheplere göre emân
akdi bağlayıcıdır. Müste’men zarar verici iş yapmadıkça bozulmaz.41
Misilleme Hakkının Sınırları
İslâm, Müslümanlara misillemede bulunma hakkını tanımış, ancak her
hususta olduğu gibi bu durumda da sınırı aşmayı, zulme yönelmeyi
yasaklamıştır.42 Kin ve intikam duygusu ile hareket edip mislini aşan bir
karşılık vermek haksız fiiller kapsamına gireceği için yasak kapsamına
girmektedir.43 Bir uygulama, uluslararası ilişkilerdeki genel teâmüle ve
ahlâk anlayışına aykırı kabul edilmemekle birlikte İslâm’ın öğretilerine
aykırı ise Müslümanlar o davranışları yapmaktan sakınmakla
yükümlüdür. Mesela iki ülke arasında savaş başlaması durumunda
düşman ülkelerin uyruğunda bulunan kimselerin mallarına el
konulması meşrû görülse bile Müslümanlar verdikleri emâna ihanet
edip benzer bir uygulama yapamazlar.44
İslâm devleti ihanete ve tedlise başvuramaz.45 İhanete sadakatle karşılık
vermek, ihanete ihanetle karşılık vermekten daha hayırlıdır.46 Emân ile
İslâm devletinin topraklarına girip ihanet içeren davranışlarda bulunan
kişiye karşı ihanetle mukabelede bulunmak meşrû kabul edilmemiştir.47
Böyle bir durumda ceza hukuku çerçevesinde işlem yapmak
gerekmektedir.
İslâm’ın Tebliğinin Devletin Görevlerinden Olması
Kur’ân-ı Kerim emân akdinin hükümlerine işaret etmektedir. “Eğer
müşriklerden biri, senden emân dilerse ona emân ver. Tâki Allah’ın kelamını
dinlesin. Sonra onu, emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü bunlar gerçeği
bilmez bir kavimdir.”48 Buna göre; emânın meşrû olmasının hikmeti
inanmayanların İslâm’ı yakından tanımalarına imkân sağlamaktır.
İslâm’ı öğrenmek amacıyla emân istenirse bunun kabul edilmesi gerekir.
İslâm ülkesine devamlı kalmamak üzere gelenleri, geliş amaçlarına göre
İslâm'ı öğrenmek için gelenler, elçiler, tüccarlar ve ziyaret amacıyla
gelenler olmak üzere dörde ayırmak mümkündür. İslâm devletinin
başkanı, Müslümanları yakından tanımak, İslâm hakkında bilgi sahibi
Turnagil, A. Reşid, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, Sebil Yayınları, İstanbul 1993, s. 69-70.
Zuhaylî, “Emân”, DİA, XI, 80.
42 Bkz. Bakara sûresi, 2/191-194.
43 Mâide sûresi, 5/8.
44 Ebû Zehre, Muhammed, Son Barış Çağrısı (trc. Cemal Aydın), İstanbul 1998, s. 120.
45 Hindî, İhsan, el-İslâm ve’l-kanunü’d- düvelî, Dımaşk 1994, s. 65.
46 Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 107.
47 İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 152.
48 Tevbe sûresi, 9/6.
40
41
175
olmak için gelen gayr-i müslimlere emân vermekle yükümlüdür. Diğer
sebeplerle gelenlere emân verme konusunda yetki kamu otoritesine
aittir. Fayda zarar muhasebesi çerçevesinde gerekli düzenlemeler
yapılır.49
İslâm'ın tebliğinde emân akdinin önemli bir işlevi olmuştur. İslâm
devletinin topraklarında serbestçe dolaşma imkânı bulan gayr-i müslim
tüccarlar, bilmedikleri ya da yanlış tanıdıkları Müslümanları yakından
tanıma ve İslâm'ı doğru kaynaklardan öğrenebilme fırsatı
yakalamışlardır.50
İslâm devletler hukukunda, düşmanların İslâm’ı tanıma arzusuyla emân
istemeleri durumunda savaşın sona erdirilmesinin Müslümanlar için bir
yükümlülük kabul edilmesi de,51 İslâm’ın uluslararası ilişkilerde
gözettiği öncelikli hedefin dinin tanıtılması ve tüm insanlığa tebliğ
edilmesi olduğunu gösterir.
İslâm devletinin, dini insanlara tebliğ görevinin yanında dinî değerleri
koruma yükümlülüğü de vardır. İslâm ülkesine giren müste’men,
İslâm’ın kutsal değerlerine saygılı olmak zorundadır. Allah’a,
Hz.Muhammed’e (s.a.) ve Kur’ân-ı Kerim’e karşı hakaret sayılacak
davranışlardan kaçınmak müste’menin görevidir.52 Bu ilkenin ihlali
durumunda devlet gereken tedbirleri almakla yükümlüdür.
İslâm’ın Uluslararasında
Yaklaşımı
Mevcut
Örf-Âdet
ve
Uygulamalara
Emân uygulamaları İslâm öncesi Arap toplumunda mevcuttur.53 İslâm,
doğduğu ortamda var olan âdet ve uygulamaların bir kısmını aynen
korumuş, bir kısmını ıslah ederek devam ettirmiş, bir kısmını da
kaldırmıştır. Emân uygulamaları, ıslah edilerek varlığı devam ettirilen
hükümlerdendir. Hz. Peygamber dönemindeki emân uygulamalarında
o dönemin örf-adetlerinin etkisi vardır.
Müste’men statüsü kazanmanın yollarından birisi de örf-âdete dayalı
emân hakkıdır. Haber veya mektup taşıyan elçilerin dokunulmazlık
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988,
VIII, 49.
50 Yeter, İslâm Hukukunda Müste'men Hukuku, s. 129.
51 Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 102.
52 Zeydan, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, s. 208; Khadduri, War and Peace in The
Law of Islam, s. 166.
53 Cahiliye dönemindeki emân uygulamaları için bkz. Kaya, Büşra Sıdıka, İslâm Öncesi
Arap Toplumunda Emân Uygulamaları, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yüksek Lisans Tezi), Mayıs 2007.
49
176
hakkı bu tür emâna örnektir. Hz. Peygamber’in (s.a.), Müseyleme’nin
elçilerini öldürtmemesi, İslâm’dan önce de uygulanılan elçilere zarar
verilmez ilkesini benimsediğini gösterir.54 Elçiler, müste’men
statüsünden yararlanarak görevlerini yerine getirirler. Elçi
beğenilmeyen bir mesaj getirse bile kendisine zarar verilmez. Elçiler
ibadet etme hürriyetine, ikamet ve geri dönüş güvenliğine sahiptir.55
Örf-âdete dayalı bir diğer emân çeşidi ise tüccarlara verilen emândır.
Ticaret yapma amacıyla ülkeye giriş yapanlara izin verilmesi öteden beri
uygulanan bir durum olmuş, İslâm’da bu uygulamayı tasvip etmiştir.
Yabancı tüccarın güvende olması Müslümanların menfaatinedir. Elçi ve
tüccara emân verilmesinde mütekabiliyet esası da göz önünde tutulur
ve buna göre gerekli hukukî düzenlemeler yapılır.
DEĞERLENDİRME
İslâm devletinde inanç birlikteliği esas olmakla birlikte diğer inanç
sahipleri de zimmet akdi ile vatandaşlık statüsüne, emân talebi ile de
ülkede yaşama hakkına sahip olmaktadırlar. Bu durum, İslâm
hâkimiyeti altında gayr-i müslimlere hayat hakkı tanındığını
göstermektedir.
İslâm dini cihanşümul olması sebebiyle farklı milletlere ve bölgelere
ulaşmayı mensuplarına bir görev olarak yüklemektedir. Hak din
İslâm’ın diğer inanç sahiplerine tanıtılması için her türlü imkân
kullanılmalıdır. Ayet-i kerime’de, İslâm’ı öğrenmek için emân talep
edene bu hakkın verilmesi devlet başkanının görevlerinden kabul
edilmesi, emân akdinin en önemli fonksiyonunun dinin tanıtılması ve
zihinlerdeki yanlış algıların düzeltilmesi olduğunu gösterir.
İslâm’ın kabul edilmesiyle veya emân istenmesi durumunda savaşın
bitirilmesinin bir zorunluluk olması da, İslâm hukukunda devletlerarası
ilişkilerde esas gayenin İslâm’ın tebliği olduğunu gösterir.
Emân uygulamalarının gösterdiği bir diğer sonuç, İslâm hukuku devlet
yapılanması olarak kapalı bir toplum yapısını değil, dünyadaki tüm
fertlerle ve devletlerle teması olan, farklı toplumlarla irtibatını sürekli
devam ettiren açık bir devlet yapılanmasını öngörmektedir.
İslâm hukukunun uluslararası ilişkilerdeki hedeflerini emân akdi
çerçevesinde ele aldığımız bu çalışma göstermektedir ki, her hak
sahibine hakkını verip adaleti tesis etmek, yapılan anlaşmalara ihanet
etmeyip sonuna kadar sadakat göstermek, haksız saldırılarda
54
55
Şevkânî, Muhammed b. Ali, Neylü’l-evtâr, Beyrut 1996, VIII, 364.
Hamidullah, İslâm’a Giriş (trc. Cemal Aydın), s. 186.
177
bulunmamak, misillime hakkını belirli sınırlar çerçevesinde kullanmak,
İslâm’ın tebliğini bir vazife olarak kabul etmek, devletler arasında örf
haline gelmiş uygulamalardan İslâm’ın hedeflerine aykırı olmayanlara
meşruiyet tanımak İslâm devletlerinin uluslararası ilişkilerde gözetmesi
gereken temel ilke ve değerlerdendir.
KAYNAKÇA
Afîfî, Muhammed es-Sadık, el-İslâm ve’l-alâkatü’d-düveliyye, Daru’r-Râidi’lArabî, Beyrut 1986.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil (v. 256), Sahîhu’l-Buhârî, Dâru İbn
Kesir, Beyrut 1987.
Bostancı, Ahmet, Hz. Peygamber'in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet Yayınları,
İstanbul 2001.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (v. 275), Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme
ve Şerhi (haz. N. Yeniel, H. Kayapınar), Şâmil Yayınevi, İstanbul 1987.
Ebû Yûsuf, Yâkup b. İbrâhim (v.182), el-Harâc, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut t.y.
Ebû Zehre, Muhammed, Son Barış Çağrısı (trc. C. Aydın), Şûle Yayınları,
İstanbul 1998.
Burhanpurlu Nizam v.dğr., el-Fetâva’l-Hindiyye, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye,
Beyrut 1980.
Fidan, Yusuf, İslâm’da Yabancılar ve Azınlıklar Hukuku, Ensar Yayıncılık, Konya
2005.
Gamravî, Muhammed ez-Zühri, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, Beyrut
1995.
Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul
1963.
__________, İslâm’a Giriş (trc. Cemal Aydın), Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara
1995.
Heyet, Treatment of Non-Muslims in Islam, The Royal Academy for Islamic
Civilization Research, Amman 1992.
Hindî, İhsan, el-İslâm ve’l-kanunü’d- düvelî, Daru Tallas, Dımaşk 1994.
İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed(v.235), el-Musannef fi'l-ehâdîsi
ve'l-âsâr, Mektebeti'r-Rüşd, Riyad 1409.
İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218), Siret (trc. Arif Erkan), Huzur
Yayınevi, İstanbul 1995.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillah Şemseddin Muhammed (v. 751), Ahkâmu
ehli’z-zimme, Ramada li’n-Neşr, Dammam 1997.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed (v.
620/1223), el-Muğnî, Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, Kahire 1992.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (v. 273/886), Sünen-i
İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi (trc. Haydar Hatipoğlu), Kahraman Yayınları,
İstanbul 1992.
İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddin Muhammed, Lisânü’l-arab, Beyrut t.y.
İbnü’l-Hümâm, Kemalüddin Muhammed (v. 861/1457), Şerhu Fethu’l-kadîr,
Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabiyye, Beyrut, t.y.
178
Khadduri, Majid, War and Peace in The Law of Islam, The Johns Hopkins
University Baltimore 1955.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991.
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekir b. Mes’ud (v. 587), Bedâ’i’u’s-sanâi’, Mısır 1910.
Kaya, Büşra Sıdıka, İslâm Öncesi Arap Toplumunda Emân Uygulamaları, Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Mayıs 2007.
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (v.671), el-Câmi’ li ahkâmi’lKur’ân, Dârü'-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1988.
Mâverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed (v. 450), el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve’lvilâyâtü’d-dîniyye, Beyrut 1994.
Merginânî, Burhanuddin Ali b. Ebû Bekir (v. 593), el-Hidâye şerhu Bidâyeti’lmübtedî, Edâ Neşriyat, İstanbul 1991.
Özdemir, Ahmet, İslâm Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Sağlanması,
Tecdid Yayınları, İstanbul 2007.
Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İklim Yayınları, İstanbul 1991.
Ramazan, Said, Islamic Law Its Scope and Equity, Macmillian Limited, London,
1961.
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed, (v. 483), el-Mebsût, Beyrut 1989.
________, Şerhu Siyeri’l-kebir (thk. Selahaddin el-Müneccid, Abdülaziz Ahmed),
Câmiatü’d-Düveli’l-Arabiyye, Kahire 1971.
Kutup, Seyyid, Cihan Sulhu ve İslâm (trc. B. Sadak), Cağaloğlu Yayınları, İstanbul
t.y.
Şârânî, Abdülvehhab (v. 973), el-Mizânu’l-kübrâ (trc. A. Faruk Meyan), Berekât
Yayınevi, İstanbul 1980.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, Neylü’l-evtâr, Beyrut 1996.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (v. 279/892), Sünen-i Tirmizî (trc. Osman
Mollamehmetoğlu), Yunus Emre Yayınevi, İstanbul t.y.
Turnagil, A. Reşid, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, Sebil Yayınları, İstanbul 1993.
Yeter, Hasan Serhat, İslâm Hukukunda Müste'men Hukuku, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2002.
Zeydan, Abdülkerim, Ahkâmu'z-zimmiyyîn ve'l-müste'minîn, Müessesetü'rRisale, Beyrut 1982.
Zuhaylî, Vehbe, "Emân", DİA, XI, 79-81, İstanbul 1995.
179
180
FIKIH MEZHEPLERİNİN DÂRÜ’L-HARB İLE İLİŞKİLERDE
SAVAŞI ESAS ALMALARININ SEBEPLERİ VE GÜNÜMÜZ
AÇISINDAN TAHLİLİ
Giriş
Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî Mezhepleri, Müslümanlarla
gayrimüslimler arasındaki münasebetlerin hangi çerçevede yürütülmesi
gerektiği hususunda ayrıntılı hükümler ortaya koymuşlardır.
Müslüman olmayan insanlar üç ayrı statüde değerlendirilmiştir. Bunlar
zimmîler, müste’menler ve harbîlerdir. Cizye yükümlülüğünü yerine
getirip İslâm devletinin vatandaşı olan zimmîler1 ve İslâm devletinden
aldığı izinle İslâm yurdunda geçici süreyle bulunan müste'menler 2
dışındaki gayrimüslimlerin kendileri harbî, yurtları da dârü’l-harb 3
olarak nitelendirilmiştir. İslâm devleti ile dârü’l-harb arasında mevcut
bir saldırmazlık sözleşmesinin bulunmaması durumunda savaş halinin
esas olduğu kabul edilmiştir.
Fakihlerin dârü’l-harble ilişkileri savaş olarak benimsemelerinin
temelinde gayrimüslimlerin öldürülmesinin gerekliliği düşüncesi
yoktur. Çünkü gayrimüslimler, eman ve zimmet akdine dayalı olarak
yüzyıllarca Müslümanlarla aynı yurtta yaşamışlardır. Sırf inkârı
Bu makale daha önce Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde (13 (1), s. 113134, 2013) yayınlanmıştır.
** Bu makale (İslâm Devletler Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Savaş Yoluyla
Sağlanması (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2008)
tezinden üretilmiştir.
1 Zimmet akdinin niteliği için bkz. Ebû Yûsuf Ya’kub b. İbrahim, el-Harâc, Dârü’l-Ma’rife,
Beyrut t.y., s. 63; İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâmu ehli’z-zimme, Ramada li’n-Neşr,
Dammam 1997, I, 119 vd.; el-Fetâva’l-Hindiyye, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye, Beyrut
1980, II, 244; Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve’lvilâyâtü’d-dîniyye, Darü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1994, s. 254, 262; Vehbe Zuhaylî,
Âsârü’l-harb, Darü’l-Fikr, Dımaşk 1992, s. 356, 797.
2 Müste’menlerin hak ve sorumlulukları için bkz. Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, elMebsût, Darü’l-Ma’rife, Beyrut 1989, X, 69; Muhammmed ez-Zührî el-Gamravî, esSirâcü’l-vehhâc, Darü’l-Fikr, Beyrut 1995, s. 405; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye
ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, t.y., III, 346; Ahmet Bostancı,
Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet Yayınları, İstanbul 2001, s. 89.
3 Müslümanların hâkimiyeti altına girmemiş ve İslâmî hükümlerin icra edilmediği
memleketler Dârü’l-harb olarak isimlendirilmiştir. Hayreddin Karaman, Mukayeseli
İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991, I, 60. Dârü’l-islâm ve Dârü’l-harb
kavramları için bkz. Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İklim Yayınları,
İstanbul 1991, s.109-202.
181
sebebiyle insanların öldürülmesi gerekli olsa idi, Hz. Peygamber (s.a.)
döneminden başlayarak asırlarca Müslümanlarla gayrimüslimlerin
beraber yaşamaları söz konusu olmazdı. Ayrıca İslâm savaş hukuku
ilkeleri de göstermektedir ki Müslümanların muharip olmayan insanları
öldürmeleri caiz değildir. 4 İslâm'ı kabul etmeme tek başına öldürme
sebebi olsa idi muharip olsun olmasın herkesin aynı kategoride
değerlendirilmesi icap ederdi. Böyle bir algılama ve uygulamanın
olmaması, fakihlerin inkârcılığı tek başına öldürme sebebi olarak kabul
etmediklerini göstermektedir.
Bu tespiti yaptıktan sonra fıkıh mezheplerinin dârü’l-harble ilişkilerde
savaşı temel almalarının doğru bir şekilde ortaya konulması
gerekmektedir. Fıkıh kitaplarının “cihad” ve “siyer” bölümlerinde yer
alan hükümler, zaman zaman İslâm’ın uluslararası güvenlik için tehdit
oluşturduğu iddiasına temel olarak gösterilmektedir. Ancak bu
değerlendirmeler, devletlerarası ilişkiler mevzusundaki ictihadların
zamanın ve yaşanılan bölgelerin şartları ile şekillendiğini ve devletlerin
birbirleri ile ilişkilerinde mütekabiliyetin esas olduğunu dikkate
almayan yaklaşımlardır. Şu bir gerçek ki, fıkıh kitaplarında harbî
statüsündeki gayrimüslimlerle savaşın esas olmasını ifade eden görüşler
vardır. Ancak bu hükümler, dünyada her milletin diğeri ile savaşının
haklı görüldüğü bir çağda ortaya konulmuştur. O asırdaki mevcut
uluslararası şartları görmezden gelip fakihleri bu konudaki görüşleri
sebebiyle suçlamak, ilmî bir değer ifade etmeyecektir.
Fıkıh kitaplarında ayrıntısı ile ele alınan savaş hukuku ilkeleri ve bu
bağlamda olmak üzere savaşa başlamadan, savaş esnasında ve savaşın
sonlandırılmasında uyulması gereken kurallar incelendiğinde
görülecektir ki, İslâm uluslararası kamu düzeni için bir tehdit
oluşturmamaktadır. 5 Dârü’l-harble savaşın asıl olarak kabul edilmesi,
tarihî şartların etkisiyle şekillenmiş bir görüştür. Günümüzde, fıkhî
ilkeler çerçevesinde kalarak gayrimüslim devletler ile ilişkilerde barışı
esas alan bir doktrin geliştirmek mümkündür.
Bkz.Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, IV, 1415; Abdüsselâm b. Saîd Sahnûn, elMüdevvenetü’l-kübra, Kahire 1323, II, 6; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 194; Ebû Muhammed
Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muğnî, Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, Kahire 1992, XIII,
175, 180.
5 İslâm’ın uluslararası güvenliğin sağlanmasına etkisi için bkz. Ahmet Özdemir, İslâm
Devletler Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Savaş Yoluyla Sağlanması,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008,
s.101-207.
4
182
I. Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-harble İlişkilerde Savaşı Esas Aldığını
Gösteren Hükümler
Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin temel kaynaklarında
harbî olarak nitelenen gayrimüslimlerle ilişkilerde aslolanın savaş hali
olduğunu gösteren birçok hüküm yer almaktadır. Bu hükümlerin
sebeplerini bir sonraki başlığa bırakarak burada, fıkıh kitaplarında
dârü’l-harb ile ilişkinin savaş temeline oturtulduğunu gösteren
görüşlerden bir kısmına işaret etmek istiyoruz.
Cihad geniş anlamıyla İslâm’a hizmet amacıyla yapılan her türlü çabayı
kapsamaktadır. 6 Dar (teknik) manası ise, Müslümanların korunması,
İslâm’ın tüm insanlığa duyurulması ve dünyada adalet ve hakkaniyetin
sağlanması7 amacıyla gerekli olduğunda savaşmaktır. Fıkıh kitaplarında
cihadın farz bir yükümlülük olarak nitelendirildiği görülmektedir. 8
“Önceleri sadece savunma amaçlı savaşlara izin verilmiş, daha sonra gelen
ayetler ile Müslümanlar tarafından başlatılacak savaşlara da izin verilmiş ve
hüküm cihadın farziyeti üzerine müstekâr olmuştur.”9 “Cihad, kâfirin küfrü
sebebiyle hasen hükmündedir. Çünkü kâfir, Allah’a ve Müslümanlara düşman
olmuştur. Bu sebeple cihad kâfirleri yok etmek, hak dini güçlendirmek ve i’lây-ı
kelimetullah için meşru kılınmıştır.”10 “Başlangıçta sadece savunma savaşına
izin verilmiş ancak daha sonra bu sınırlandırılma kaldırılmış mutlak olarak
cihad emredilmiştir.”11 Bu hükümler, fakihlere göre müdafaa dışında da
savaş yapılabileceğini göstermektedir.
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî Mezheplerinin temel fıkıh kitaplarında dârü’lharbe sefer düzenlemenin devlet başkanlarının görevleri arasında
görülmesi, dârü’l-islâm ile dârü’l-harb arasında aslolan ilişkinin savaş
hali olarak kabul edildiğini göstermektedir. “Müslümanlar yeterli güce
sahipse en yakın düşmandan başlayarak cihad etmek halifenin görevidir.
Özürsüz olarak bir yılın cihad yapılmadan geçirilmesi uygun olmayacağından
Es’ad Muhammed Saîd es-Sagracî, el-Fıkhu’l-hanefî ve edilletühü, Darü’l-Kelimi’t-Tayyib,
Dımaşk 2000, s. 327.
7 Ebü’l-Hasan Burhanuddin Ali el-Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Eda
Neşriyat, İstanbul 1991, II, 135.
8 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 187; Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed İbn Rüşd,
Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-muktesıd, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut 1998, II, 179; İbn
Kudâme, el-Muğnî, XIII, 6.
9 Serahsî, el-Mebsût, X, 2.
10Abdülaziz b. Ahmed b. Muhammed el-Buharî, Keşfu’l-esrâr alâ usûli’l-Pezdevî, Beyrut
1997, I, 280.
11 Şihâbuddin Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc ilâ şerhi’l-Minhâc, Darü’l-Fikr, Beyrut 1984, VIII,
45; Celâleddin es-Suyûtî, el-Hâvi li’l-fetâvâ, Darü’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut ty. I, 327.
6
183
dolayı her sene düşmana sefer düzenlemek gerekir.12 İhtiyaç olması durumunda
senede birden fazla da cihada çıkmak gerekir.”13
Klasik dönemde ortaya konulan ictihadlar göstermektedir ki, o
dönemde bu konuda görüş beyan eden fakihler İslâm devleti güçlü
olduğu
zamanlarda
dârü’l-harb
ile
sulh
yapmayı
caiz
görmemektedirler. “Müslümanlar güçlü ise ehli harp ile sulh yapmaları
doğru olmaz. Çünkü burada cihadı terk söz konusudur. Anlaşma ancak
Müslümanların zayıf olması veya düşmanın İslâm’a ilgi duyması gibi bir
maslahat söz konusu olunca caiz olur.” 14 “Hudeybiye sulhunun ebedi olarak
değil de on yıllık bir süre için yapılmasının sebebi yeterli güce sahip olunca
cihadın Müslümanlara farz olmasıdır. Resûlullah’ın bu uygulaması
anlaşmaların azamî müddetinin on yıl olabileceğini göstermektedir. 15 Süre
tayin etmeden mutlak olarak yapılan anlaşmalar caiz değildir.” 16 Fakihlere
göre devletlerarası ilişkilerde aslolan sulh olsa idi her hâlükârda sulh
yapılması caiz olurdu. Böyle bir sınırlandırılma öngörülmezdi.
Anlaşmaların nihaî çözüm olarak görülmemesi, hatta gerekli
durumlarda Müslümanlara dârü’l-harble yaptıkları anlaşmaları
önceden haber vererek –belirli şartlar çerçevesinde- tek taraflı feshetme
hakkı tanınması; 17 düşmana galip gelme imkânı yoksa sulh ile
Müslümanların korunması ve yeteri kadar güç elde edilince anlaşmanın
sona erdirilip tekrar onlarla savaş konumuna geçileceğinin ifade
edilmesi18 de fıkıh mezheplerine göre dârü’l-harble ilişkilerde aslolanın
savaş hali olduğunu açıkça göstermektedir.
Hanefî Mezhebi fakihleri, cihad ile ilgili ayetlerin o zamanki toplumun
şartlarına uygun bir şekilde tedricî olarak geldiğini belirterek, 19 cihad
mevzuunda en son nâzil olan ve Allah yolunda savaşmayı emreden
"Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir." 20 ayetinin
daha önce gelen ayetleri neshettiğini kabul etmektedirler. Buna göre;
Ebû Abdullah Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, el-Üm, Darü’l-Fikr, Beyrut 1990, II, 177; İbn
Kudâme, el-Muğnî, XIII, 10; Gamravî, es-Sirâcü’l-vehhâc, s. 400; Muhammed Emin İbn
Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Şâmil Yayınevi, İstanbul 1982, VIII, 375.
13Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, Matbaatü Mustafa
el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1959, II, 228.
14Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 101; Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 120; Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’lkebîr, I, 190; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 154.
15Şâfiî, el-Üm, II, 200; Ebü’l-Hasan Ahmed b. Muhammed Mehâmilî, el-Lübab fi fıkhi’şŞâfiî, Darü’l-Buharî, Medine 1994, s. 377.
16 Şâfiî, el-Üm, II, 200; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 261.
17 Serahsî, el-Mebsût, X, 87; Merginânî, el-Hidâye, II, 138.
18 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 191.
19 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 188.
20 Bakara 2/244.
12
184
sadece meşru müdafaa durumunda savaşa izin veren “Kendilerine savaş
açılan (Müslümanlara) zulme uğramaları sebebiyle (misilleme olarak savaşa)
izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kâdirdir.” 21 ayeti ile,
düşmanla barış yapılmasını isteyen “Eğer düşmanlar barışa yanaşırsa sen
de ona yanaş ve Allah’a güven. Şüphesiz O her şeyi işitendir, bilendir.” 22
ayetinin mensuh hükmünde olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hanefî
fakihlere göre“Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın...” 23 ayeti
“Haram aylar çıktığı vakit artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün,
yakalayın, esir edin, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe eder ve
namazı kılıp zekâtı verirlerse o zaman onları serbest bırakın. Allah çok
bağışlayıcı, çok merhametlidir.” 24 ayeti ile nesh edilmiştir. Dolayısıyla
İslâm’ı kabul etmeyen, cizye vermeyi de reddeden kâfirlerle -onlar bize
savaş açmadan da- savaşmak vaciptir.25 Bu durum da göstermektedir ki
Hanefî Mezhebine göre dârü’l-islâm ile dârü’l-harb arasında aslolan
savaş halidir.
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî Mezhepleri, kâfirin kanının ancak iman veya
eman26 ile mütekavvim olacağını kabul etmekte, bunun sonucu olarak
da muharip olmadığı için öldürülmemesi gereken bir kişinin (hasta,
çocuk, kadın...) savaşta öldürülmesi durumunda işlenilen suçtan dolayı
sadece tövbe etmek gerektiği ve diyet ya da keffâretin gerekli olmadığını
savunmaktadırlar.27 Savaşta öldürme ve esir almanın mubah olmasının
sebebi olarak da düşmanın küfür üzere olması gösterilmektedirler.28
Şâfiî Mezhebi fakihlerinin, kâfirlerin Müslümanlara savaş açmayıp
kendi ülkelerinde bulundukları halde onlarla savaşmanın hükmünü
farz-ı kifâye olarak ifade etmeleri,29 putperestlerle Müslüman oluncaya
kadar, Ehl-i Kitap ile de Müslüman oluncaya ya da cizye vermeyi kabul
edinceye kadar savaş yapmayı Müslümanlar için bir yükümlülük olarak
kabul etmeleri30 karşılıklı münasebetlerde savaş halini esas aldıklarını
gösterir.
Hâc 22/39.
Enfâl 8/61.
23 Bakara 2/190.
24 Tevbe 9/5.
25 Kudûrî, el-Muhtasar, s. 143; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 189.
26 Eman, İslâm ülkesine girmek isteyen yabancıya verilen can ve mal güvencesini ifade
eder. Bkz. Zuhaylî, “Eman”, DİA, 79-80.
27 Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 101; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 31.
28 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 2200; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 185.
29 Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, XIII, 46; Gamravî, es-Sirâcü’l-vehhâc, s. 400-401.
30 Şâfiî, el-Üm, II, 182, 199; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 232.
21
22
185
Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî fakihler, savaş ilanını hukukî nitelikte
bir zorunluluk olarak ortaya koymaktadırlar. Savaş ilanı, savaşa
başlamadan önce düşmanlara Müslüman olmalarını teklif etmek, bunu
kabul etmemeleri durumunda cizye karşılığında zimmet anlaşması
yapmayı teklif etmek, bu da kabul edilmezse savaş yapılacağını haber
verme şeklinde uygulanmıştır. 31 Fıkıh kitaplarında savaş ilanının bu
şekilde yapılacağının beyan edilmesi32 savaşın sadece savunma durumu
ile sınırlı olarak görülmediğinin bir başka ispatıdır.
Fakihlerin ekseriyeti, haram aylara hürmet gösterilmesi gerektiğini ve
bu aylarda savaşmanın yasak olduğunu beyan eden ayetin 33 mensuh
olduğunu, bu sebeple de haram aylarda savaşın mubah olacağını
savunmaktadırlar. 34 Haram aylarda savunma savaşı “O halde kim size
saldırırsa siz de tıpkı onların üstünüze saldırması gibi saldırın…”35 hükmü
gereğince her halükârda meşru olacağına göre, fukahanın bu aylarda
savaşın mubah olacağı yönündeki beyanları, savunma dışındaki savaş
kararı ile ilgilidir. Bu durum, mezheplerin sulh anlaşması yapılmamış
olan gayrimüslim devletlerle ilişkilerde savaş halini esas aldıklarını
göstermektedir.
Sonuç olarak, Müslümanlar ile zimmî ve müste’men olmayan
gayrimüslim topluluklar arasındaki münasebete dair fıkıh
mezheplerinin ortaya koydukları ictihadlar göstermektedir ki; Hanefî,
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri, İslâm devletinin dârü’l-harb
statüsündeki gayrimüslim devletlerle olan ilişkilerinde temel ilke olarak
barış halini değil savaş halini esas almışlardır.
II. Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-harble İlişkilerde Savaş halini Esas
Almasının Sebepleri
Müctehid, hüküm çıkarabilecek kadar yeterlilikte ayet ve hadis bilgisine
sahip olmanın yanında, olayları sebep ve sonuçları ile tahlil ederek
analiz ve sentez yapabilecek kabiliyete sahip, yaşadığı bölgeyi ve
dünyanın genel ahvalini bilen, zamanının şartlarının farkında olan
Savaş ilanın şekli için bkz. Müslim, Cihad, 2 (1731); Ebû Dâvûd, Cihad, 82 (2612);
Tirmizî, Siyer, 47 (1666); Dârimî, Siyer, 8 (2447).
32 Sahnûn, el-Müdevvenetü’l-kübrâ, II, 2; Serahsî, el-Mebsût, X, 6; Şâfiî, el-Üm, IV, 252;
Kâsânî, Bedâ’i’u’s-sanâi’, VII, 100; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 84; İbn Kudâme,
el-Muğnî, XIII, 29-31; Şihabüddin Ahmed b. İdris el-Karâfî, ez-Zahîre, Darü’l-Garbi’lİslamî, Beyrut 1994, III, 404; İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 345.
33 Mâide 5/2.
34 Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’an, I, 440; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 193; Kal’acî, Mevsûatu fıkhi
Süfyani’s-Sevrî, s.314.
35 Bakara 2/194.
31
186
kişidir. Bu nitelikteki âlimlerin ortaya koyduğu ictihadlardan teşekkül
eden fıkıh mezheplerinin, gayrimüslimlerle ilişkilerde savaş halini esas
almalarının sebeplerine bakmaksızın bu yaklaşımlarından dolayı onları
eleştirmek doğru olmayacaktır.
Fıkıh Mezheplerinin savaşı öncelikli olarak gündemde tutmalarının
başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, o dönemde dünyada geçerli olan
düzende her devletin, diğer devletlerin potansiyel düşmanı olduğu
algısıdır. Böyle bir ortamda devletlerarası münasebetlerde temel
ilkelerden olan mukabele bilmisil ilkesi gereği fakihler savaş halini esas
almışlardır. İkinci sebep ise cihanşümul bir nitelikte olan İslâm dininin
tebliğinde savaşın araç olarak kullanılabileceği düşüncesidir. 36 Bu
hususların ortaya konulması mezheplerin bu mevzudaki ictihadlarını
daha doğru kavramaya yardımcı olacaktır.
a- Dünyada Devletlerarası ilişkilerde Savaş Halinin Esas Olması
Mezheplerin teşekkül ettiği klasik dönemde fakihlerin dünyayı dârü’lislâm ve dârü’l-harb olarak ikiye ayırıp, dârü’l-harb ile daimî bir savaş
halini esas almalarının temelinde yatan sebepleri doğru tespit edebilmek
için o dönemin şartlarını göz önüne almak gerekir.37
Fıkıh mezheplerinin doğuşu ve gelişimi döneminde dünyada savaş her
hâlükârda meşru ve mutat kabul edilmekteydi.38 Bu anlayışın bir sonucu
olarak devletlerarasında sürekli anî baskınlar yaşanmakta ve güçlü olan
devletin diğer devletleri hâkimiyetine alması haklı bir uygulama olarak
görülmekteydi.39
Müslüman ülkelerin haçlı seferleri ile karşı karşıya kaldıkları,
anlaşmalara sadakatin olmadığı ve devletlerarası ilişkilerde keyfiliğin
hüküm sürdüğü40 bir dünya düzeninde Müslümanların farklı inançtan
olan milletleri potansiyel düşman olarak algılamaları yadırganmaması
gereken bir durumdur. Nitekim bu durum diğer inanç sahipleri için de
Serahsî, el-Mebsût, X, 2; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, XIII, 46; Abdülaziz el-Buharî, Keşfu’lesrâr, I, 280.
37 M. Sâfi Louay, klasik dönemde oluşan İslâm savaş hukuku kurallarının yaşanılan
çağın etkisiyle savaşı esas aldığını fakat bu anlayışın İslâm’ın temel ilkeleri ile
uyuşmadığını söylemektedir. Bkz. Louay, “İslâm’da Savaş ve Barış” (trc. Safiye
Morçay Gülen), İslâmi Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul 1995, cilt: 3, sayı:1, s. 59, 83.
38 Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, s. 65-66.
39 Çelik, Milletlerarası Hukuk, II, 21.
40 Ebû Zehre, Son Barış Çağrısı, s. 28, 63; Meray, Uluslararası Hukuk ve Uluslararası Örgütler,
s. 231; Özel, Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, s. 23.
36
187
geçerlidir. 41 O dönemde herkes kendisinden olmayanları potansiyel
düşman olarak görüyor ve buna göre muamele yapıyordu. Mesela
Grotius, Hıristiyan olmayanlarla çok sıkı ilişkiler kurmamaya özen
gösterilmesini istemektedir. 42 Kardinal Julien Cesarini, Müslümanlara
verilen ahit ve yeminin hükmü olmadığını söyleyerek Osmanlı Padişahı
II. Murad ile akdedilen on yıllık muahedenin üzerinden daha on gün
geçmeden iptal ettirmiştir. 43 Böyle bir ortamda tek yönlü bir bakış
açısıyla sadece Müslümanların tavrını eleştirip44 o an mevcut olan genel
uygulama ve teamülü görmezden gelmek insaflı bir yaklaşım
olmayacaktır.45
Batı’nın İslâm’ı kılıç dini gibi gösterme çabaları ve bu konuda
uyguladıkları çifte standart sadece Müslümanlar tarafından değil, bizzat
batılı yazarlar tarafından da eleştiri konusu yapılmıştır. İslâmiyet
üzerine araştırmaları ile tanınan John L. Esposito “Biz, Yahudilik ve
Hıristiyanlığı ele alırken şiddet içeren Kitab-ı Mukaddes metinlerini tarihsel
bağlamları içinde yorumluyoruz. Yahudilik ve Hıristiyanlık adına yapılan
katliamı ve emperyalizmi aşırılık ve sapma olarak değerlendiriyoruz. İslâm için
ise aynı yaklaşımı sergilemiyoruz. İslâm’ı üç-beş radikalin inancı ve eylemleri
olarak değil, inancın bütünlüğü ve öğretileri içinde değerlendirmemiz
gerekiyor.” 46 diyerek konunun tarihsel ve zihinsel arka planına vurgu
yapmamın lüzumuna işaret etmektedir.
Avrupalı düşünürler, İslâm medeniyetini kendileri üzerinde hâkimiyet
kurmuş bir cephe medeniyeti olarak görmüşlerdir. Cephe ilişkisinde
olan toplumlar ve medeniyetler rasyonel düşünemezler. Birbirlerini
sürekli kollamak zorundadırlar. Her an karşı tarafın tekrar bir cephe
Lewis, İslâm’ın Krizi, s. 123; Halliday, İslâm ve Çatışma Miti (trc. Umut ÖzkırımlıGülberk Koç), s. 122.
42 Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku (trc. Seha L. Meray), Ankara 1967, s. 110.
43 Hammer, Joseph von, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Zuhuri Danışman), İstanbul
1972, II, 275-276.
44 Paul Fregosi, Jıhad in the west müslim conquests from the 7th to the 21st centuries, New York
1998, s. 22-24.
45Bazı batılı ülkelerin dillerinde Müslümanları aşağılamak için birçok kelime ve tâbirin
olması düşmanlığın boyutunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bkz. Halliday,
İslâm ve Çatışma Miti (trc. Umut Özkırımlı- Gülberk Koç), s. 187 vd.
46 John L. Esposito, Kutsal Olmayan Savaş (trc. Nuray Yılmaz, Ertan Yılmaz), Oğlak
Yayınları, İstanbul 2003, s. 150.
41
188
oluşturabileceği endişesi taşırlar. Bu durum, devletler arasında sürekli
bir mücadele ve çatışma olgusunu beraberinde getirir.47
Resmi nedeni Müslümanların eline geçen kutsal yerleri kurtarmak olan
haçlı seferlerinin itiraf edilmeyen gerçek nedeninin Hıristiyanlığı
yaymak olduğu, sonuçta Orta Doğu’nun siyasî açıdan işgal edilmesi ve
ticarî olarak sömürülmesi eylemine dönüştüğü,48 Hıristiyanlığın devlet
dini olmasıyla başlayan ve on beş asır devam eden heretic ve schismatic
kabul edilen gruplara karşı gösterilen şiddet ve saldırı hareketleri
Müslümanları da içine alacak şekilde genişletilip sürekli düşman
algılamasıyla hareket edildiği 49 göz önüne alınırsa fakihlerin kendi
dönemlerinde gayrimüslim devletlerle ilişkilerde savaş halini esas
almalarının sebeplerini daha iyi anlayabiliriz.
Samuel Huntington’un son yıllarda sıkça tartışılan yenidünyanın
medeniyetlerin çatışması üzerine bina edileceği tezi ve bu doğrultuda
beyan edilen görüşleri, varlığı eskiden beri mevcut olan bu mücadelenin
hâlâ devam etme potansiyeli taşıdığını göstermektedir. Huntington
eserinde, Batının menfaati için kendi medeniyeti içinde dayanışmayı
ilerletmesi, kültürleri yakın toplumları batı toplumlarına katması, askerî
açıdan süper güç olmaya devam etmesi ve batılı değerlere yakınlık
duyan diğer medeniyetlerdeki grupları desteklemesi gerekir diyerek 50
kendi toplumuna medeniyetler arası mücadelede başarılı olma yollarını
gösterme gayreti içine girmektedir. Bu yaklaşım, yüzyıllardan beri süren
ve Müslümanlar ile Batı toplumlarının her an mücadele ve çatışma
olgusunun içinde yer aldığı düşüncesinin bir yansıması olarak dikkat
çekmektedir.
Uluslararası adalet ve hakkaniyeti tesis etmeye yönelik
müesseseleşmenin olmadığı, güçlünün haklı görüldüğü, devletlerin
herhangi bir denetleme mekanizmasına dayanmaksızın savaş açma
kararı aldıkları,51 anî baskın ve saldırıların sıklıkla yaşandığı bu tarihî
dönemde her devlet, aralarında ittifak bulunmayan diğer devletleri
ehl-i harp olarak kabul etmiştir. Mezheplerin doğuş ve gelişim
Ahmet Davutoğlu, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını”, İzlenim,
İstanbul Ocak 1996, sayı: 29, s. 27; Weeramantry, İslâmic Jurisprudence An International
Perspective, s. 128-129.
48Jacques G. Ruelland, Kutsal Savaşlar Tarihî (trc. Teoman Tunçdoğan), s. 79; Ahmed Rıza,
Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası (trc. Ziyad Ebüzziya), s. 65-73.
49 Köse, “Cihad Şiddete Referans Olabilir mi?”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 10,
2007, s. 59.
50 Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması (trc. Mustafa Çalık), Vadi Yayınları, Ankara
1997, s. 43.
51 Meray, Uluslararası Hukuk ve Uluslararası Örgütler, s. 231.
47
189
dönemine tekabül eden bu tarihî süreçte bahsi geçen sebeplerden dolayı
önlerinde başka da seçenek bulunmayan fakihler, yaşadıkları çağın ve
şartların bir gerekliliği olarak dünyayı İslam yurdu olan ve olmayan
diye ayırmışlar, zimmî ve müste’men statüsünde olmayan
gayrimüslimleri harbî olarak vasıflandırarak devletlerarası ilişkilerde
savaş halini esas almışlardır.
Vehbe Zuhaylî’nin “Klasik dönemde fukaha, yaşadıkları dönemin
devletlerarası şartlarının zorlamasıyla Müslümanlar ile gayrimüslimler
arasındaki ilişkiyi savaş temeline oturtmuşlardır. Harbi esas almamaları daha
uygun olurdu.” 52 görüşü, dönemin şartlarının fakihlerin ictihadlarına
yansımasını ifade etmesi bakımından isabetli olmakla birlikte bu
şartlarda fakihlerin barışı esas almalarını bekleme bakımından isabetli
görünmemektedir. Çünkü savaş temeline dayalı olarak devletlerarası
münasebetlerin yaşandığı bir ortamda fıkıh mezheplerinin gayrimüslim
toplumlarla ilişkilerde barışı esas almalarını beklemek reel politik
durumla mutabık olmayacaktır.
b- İslâm’ın Tebliğinde Allah Yolunda Savaşmanın Araç Olarak
Görülmesi
Cihad sözlük anlamı olarak “gayret etmek, çaba sarfetmek, zahmet
çekmek” anlamlarına gelmektedir. 53 Istılâhî manası ise ilâhî mesajı
insanlara duyurmak, nefse ve düşmanlara karşı mücadele etmek,
Allah’ın dinine hizmet için elden gelen çabayı göstermektir. 54 Gerekli
durumlarda Allah yolunda savaşmak da bu gayretin bir parçası olarak
görülerek meşru kabul edilmiştir.
İslâm cihanşümul bir din olduğu için 55 mensuplarına iyiliği emreden
kötülüğü yasaklayan fertler olmalarını emretmekte 56 ve dünyanın her
bir köşesine İslâm’ı tebliğ etmeyi sorumluluk olarak yüklemektedir. 57
Fakihler, müminlere yüklenen bu sorumluluğun yerine getirilmesinde
Allah yolunda savaşmayı meşru bir araç olarak görmüşlerdir.
Zuhaylî, Âsârü’l-harb, s. 130.
Ebü’l-Feth Burhaneddin Nasır b. Abdüsseyyid b. Ali Mutarrizî, el-Mugrib fî tertîbi’lmu’rib, Mektebetü Usame b. Zeyd, Haleb 1979, I, 170.
54 Dâmâd, Mecmau’l-enhur fi şerhi Mülteka’l-ebhur, I, 632; Khadduri, İslâm’da Adâlet
Kavramı (trc. Selahattin Ayaz), s. 223; Özel, “Cihad”, DİA, VII, 527.
55 Bkz. A’râf 7/158; Tevbe 9/33; Nûr 24/55; Fetih 48/28.
56“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten
vazgeçirmeye çalışırsınız...” Âl-i İmrân 3/110.
57 Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 275; Khadduri, İslâm Hukukunda Savaş ve Barış,
s. 72; Mevdûdî, İslâm’da Hükûmet (trc. Ali Genceli), s. 183.
52
53
190
İslâm’ın tüm insanlığa ulaştırılması görevi ve hak ile bâtıl arasındaki
mücadele kıyamete kadar sürecektir. Bu konuda bir gevşeme
gösterilmemelidir. Nitekim Tebük seferinden dönen bazı mücahidlerin
“Artık cihad bitti.” diyerek silahlarını satmaya başlamaları üzerine, 58
Resûlullah (s.a.) “Cihad, Allah’ın beni (peygamber olarak) gönderdiği andan,
ümmetimin en son neslinin Deccal ile savaşacağı ana kadar devam edecektir.
Onu adaletli (bir idareci) nin adaleti ortadan kaldıramayacağı gibi, zalim (bir
idarecin)in zulmü de kaldıramaz.” 59 buyurarak ümmetin rehavete
kapılmaması gerektiğini beyan etmiş, ayrıca cihad görevinin devlet
başkanı âdil de olsa zalimde olsa devam edeceğini haber vermiştir. 60
Ayrıca kıyamete kadar küfür ehlinin Müslümanlar aleyhine çeşitli
entrikalar çevireceğine ve zayıf anlarını bulduklarında saldırmakta
tereddüt etmeyeceklerine işaret etmiştir.61
Fıkıh usulü ilminde lafızlar manası açık ve kapalı olmak üzere ikiye
ayrılır. Manası açık lafızlar zâhir, nass, müfesser ve muhkem olmak
üzere açıktan en açık olana doğru sıralanır. 62 Cihadın kıyamete kadar
devam edeceğini bildiren bu hadis, te’vil ve neshe ihtimali
bulunmaması63 ve hükme delaletinin kesin olması bakımından muhkem
bir mana ifade etmektedir. 64 Muhkem manası en açık lafız olup, 65
anlamını kavramak için beyana ihtiyaç yoktur ve onunla elde edilen
hüküm ister has, ister âmm olsun değişme kabul etmez olması temel
kurallarından biridir.66 Buna göre insanları şerden koruma ve Allah’ın
dinini yüceltme gayesiyle cihad etmek farz hükmündendir.67
Mevcut şartlar doğrultusunda en uygun metot ile mücadele etmek
gerekir. Savaşın maşerî vicdanda meşru olarak algılandığı, yapılan
zulüm ve haksızlıkların başka bir yolla engellenemediği bir ortamda
fıkıh mezhepleri, “Gayrimüslim devletlerle ilişkilerde aslolan savaş halidir.”
ictihadını benimseyerek, dârü’l-harb hükmünde olan devlet
saldırmadan da zikredilen olumsuz şartların ortadan kaldırılıp, tebliğ
Vâkıdî, el-Megâzî, I, 425.
Ebû Dâvûd, Cihâd, 33, 2532.
60 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 168; Ayrıca bkz. “İyi olsun kötü olsun her devlet başkanı ile
birlikte cihad sizin yükümlülüğünüzdür.” Ebû Dâvûd, Cihad, 34, 2533.
61 Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Konya 1993, VI, 41.
62 Sadrüşşeria, et-Tavzih şerhi’t-Tenkih, I, 88.
63 Muhammed Emin, Teysirü't-tahrîr, III, 281; Ali el-Kârî, Mirkatü'l-mefatih şerhi Mişkati'lMesabih, XI, 421.
64 Zeydan, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 346-347.
65 Abdülaziz el-Buharî, Keşfu’l-esrâr, I, 80.
66 Ferhat Koca, İslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İsam Yayınları, İstanbul 1996, s. 82.
67 Merginânî, el-Hidâye, I, 378.
58
59
191
imkânının doğması için Allah yolunda savaşı meşru kabul etmişlerdir.
Burada üzerinde durulması gereken nokta, Allah yolunda savaşın amaç
değil araç olarak görülmesidir.
Bu açıklamalardan bazı batılı yazarların iddia ettiği gibi İslâm’ın kılıç
zoruyla yayıldığı, insanların zorla Müslümanlaştırıldığı 68 hükmünü
vermek doğru değildir. Fetihlerin arkasındaki dinî mantık diğer dinlere
mensup olanları zorla İslâm’a dâhil etmek değil, bütün dünyada cehalet
ve inançsızlığın kaldırılıp, Allah’ın muradına uygun âdil toplumların
oluşmasını sağlamaktır. Gayrimüslim bir devlet ile sırf inançsız olması
sebebiyle değil, İslâm davetine engel olması veya İslâm’ın hâkimiyetini
kabul etmemesi sebebiyle savaşılmıştır. Bu savaşın amacı
inançsızlıkların cezasını bu dünyada vermek değildir. Esas gaye İslâm
davetini cihanın her tarafına ulaştırmaktır. İslâm’dan haberdar olan kişi
tercihini hür iradesi ile verecektir. Çünkü imanın yeri kalptir. Bu yüzden
insanları zorla mümin yapma imkânı yoktur.
İslâm hâkimiyetinin yayılması ile İslâmlaşma arasındaki farkı gözden
kaçırmamak gerekir. İslâmlaşma fetih bittikten sonra yani kılıç kınına
girdikten sonra başlayan bir süreçtir. Bu süreç içinde toplumların ihtida
etmesinde farklı sebepler etkili olmuştur. İslâm inancının; fıtrata
uygunluğu, ahlâkî ilkelere hassasiyet göstermesi ve yönetimdekilere
âdil ve hoşgörülü davranmayı telkin etmesinin yanında, evlilik ve
komşuluk ilişkileri, tasavvuf erbabının faaliyetleri ve daha üst
konumları elde etme arzusu gibi etkenler fethedilen topraklarda görülen
başlıca ihtida sebepleri olarak sayılabilir. 69 Fetih faaliyetlerinin temel
amacı, inançsız insanlara zorla İslam dinini benimsetmek değil,
dünyadaki tüm insanlara ilahî tebliği ulaştırma gayretidir.
III. Fıkıh Mezheplerinin Görüşlerinin Günümüz Şartları Bakımından
Değerlendirilmesi
Müctehidlerin özellikle muamelat sahasındaki ictihadlarını zaman
bağlamından kopararak anlamaya çalışmak bazen yanlış neticelere
ulaştırabilmektedir. İnsanlar arası veya devletler arası münasebetlere
ilişkin ictihadların, değişen ve gelişen toplumsal şartlarda gözden
geçirilip tarihsel nitelikte olanlar ile çağlar üstü olup kıyamete kadar
baki kalacak olanları ayırmak elzemdir. Aksi durumda müctehide
Ignaz Goldziher, İslâm’da Fıkıh ve Akâid (trc. İlhan Başgöz), Ardıç Yayınları, Ankara
2004, s. 30-36; Philip Hitti, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihî ( trc. Salih Tuğ), Boğaziçi
Yayınları, İstanbul 1980, II, 552-553; Fregosi, Jıhad in the west müslim conquests from the
7th to the 21st centuries, s. 22.
69Mehmet Özdemir, “Fetih Tebliğ İlişkisi”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos 2003, s. 29.
68
192
söylemediğini söyletme durumuna düşülecektir. Mecelle’de zikredilen
“Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” 70 kaidesi de
bazı hükümlerin zamanın şartlarına göre değişebileceğini ifade
etmektedir.
Fakihlerin savaşı esas almasında birinci neden, yaşadıkları dünyada
savaş durumunun hâkim olduğu bir sistemin yürürlükte olmasıdır.
Günümüzde ise özellikle Birleşmiş Milletlerin kurulmasından sonra
dünyada savunma durumu dışında savaş, meşru bir hak olarak kabul
edilmemeye başlanmıştır. 71 Çağımızda savaş, kamu vicdanını
yaralayan, dünyanın her köşesinde büyük infial uyandıran bir olgu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da fıkıh
mezheplerinin gayrimüslimlerle ilişkilerde savaşı esas almalarının
gerekçelerinden olan dünyada devletler arasında savaşın hâkim olma
olgusu işlerliğini kaybetmiştir.
Fıkıh mezheplerinde dârü’l-harble savaşılmalıdır görüşünün
bulunmasının bir diğer nedeni, İslâm’ın tebliğinde Allah yolunda
savaşmanın bir araç olarak görülmesidir. İslâm’ın fert ve toplum
bazında gerçekleşmesini istediği ana hedefler vardır.72 Zarûrât-ı diniyye
olarak da ifade edilen din, can, mal, akıl ve neslin muhafazası ile bu ana
gayelere ulaşılabilecektir. Bunlar amaç (makâsıd) hükümler olarak
korunmak zorundadır ve çağlar geçse bile değişime kapalıdır. Bununla
birlikte bir de esas amaca götüren araç (vesâil) hükümler vardır. Bu
hükümlerde ise değişim söz konusu olabilir.
Bir amaç hükme ulaştıran, birden fazla vesâil hüküm bulunabilir. 73
İslâm’ın tebliği ana gaye olmakla birlikte ilim, teknik, sanat ve kültür
alanlarında en üst seviyeye ulaşıp diğer kültürleri etkilemek, dini
hayatın her alanına hâkim kılıp güzel örnek olmak, irşat heyetleri kurup
çalışmalar yapmak ve Allah yolunda savaşmak ise bu hedefe götüren
çeşitli araçlardır. Buna göre İslâm’ı tebliğ amacıyla savaşa başvurmak bu
Bkz. Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I, 67.
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, Turhan Kitabevi, Ankara 1999,
s. 225. Fetih bugün uluslararası hukukta meşru kabul edilmemektedir. Fakat eskiden
fetihle kazanılmış haklar bugün de geçerlidir. Çünkü her hukukî vâkıanın vukû
bulduğu anda geçerli olan hukuk kuralına göre değerlendirilmesi gerekir. Bugünün
yasağı önceye etkili olmaz. bkz. Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul
1989, s. 18.
72Hükümlerin amaç (makâsıd) hükümler ve araç (vesâil) hükümler diye iki kategoride
değerlendirilmesi için bkz. İzzettin Abdülaziz b. Abdisselam, el-Kavâidü’l-Kübrâ,
Dımaşk 2000, I, 52; Muhammed Tâhir b. Âşûr, Mekâsidü’ş-şerîati’l-İslâmiyye, Tunus
1985, s. 145; Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 100-107.
73Mustafa Şelebî, Ta’lilü’l-ahkâm, Darü’n-Nehdatü’l-Arabiyye, Beyrut 1981, s. 37-41.
70
71
193
gayeye hizmet eden araçlardan sadece birisidir. Fakihler kendi
dönemlerinin şartları gereği dini tebliğ için savaşmaya da meşruiyet
tanımışlardır. Günümüzde ise şartlar değişmiştir. Unutmamak gerekir
ki vesile, maksadı gerçekleştirmiyorsa itibardan düşecektir.74 Bu sebeple
mevcut şartlarda artık savunma durumu dışındaki savaşlar
meşruiyetini kaybetmiştir.
İslâm’ın hâkimiyetini kabul ettirme amacı ile savaş açıldığı zaman tüm
milletlerin tepkisi ile karşılaşılacağı, uluslararası camiada infiale yol
açacağı ve İslâm’a sempati duyanların bile İslâm’dan uzaklaşmasına
sebep olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Bu sebeple günümüz
şartlarında savaş yöntemi İslâm’ın tebliği amacına ulaştırmayacaktır.
Bugün yapılması gereken, bu amaca ulaşmayı temin edecek başka
vesilelere başvurmaktır. Esas amaç, İslâm’ın zorla kabul ettirilmesi
olmayıp, tüm insanlara ulaştırılması ve anlatılması olduğuna göre
gelişen iletişim vasıtaları, sanat faaliyetleri, bilim ve teknoloji bu hedef
doğrultusunda birer araç olarak kullanılabilir. Müslümanlar üstün bir
medeniyet ve gelişme seviyesine ulaşıp dünyada sözü geçer hale gelerek
bu amaca hizmet edebilirler. Fertler de bulundukları bölgede davranış
ve beşerî münasebetler bakımından örnek bir şahsiyet ortaya koyup
İslâm’ı yaşayarak tebliğ edebilirler.
Sonuç
Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî Mezhepleri, gayrimüslim devletlerle
ilişkileri savaş temeline oturtmuşlar ve savaşın devletlere tanınan bir
hak olarak görüldüğü dönemlerde, cihad kavramını en geniş manasıyla
ele alıp, Müslüman olmayan ülkelerle, İslâm’ın siyasî hâkimiyetini kabul
ettirmek için savaş yapılmasını meşru kabul etmişlerdir.
Müctehidlerin ortaya koydukları bu görüşleri, zaman bağlamından
kopararak her asırda uygulanması gerektiğini düşünenler, İslâm’da
savaşın esas olduğunu savunmaktadırlar. Çağımızdaki bazı müellifler
ise yaşadığımız yüzyılda meşru müdafaa dışındaki savaşların
meşruiyetini savunmanın imkânsız olmasından hareketle, fıkıh
kitaplarındaki savaşın asıl olduğunu açıkça beyan eden metinleri
görmezden gelerek Şâfiî mezhebi dışındaki mezheplerin barışı esas
aldığını iddia etmektedirler. Bize göre iki yaklaşım da isabetli değildir.
Çünkü savaşın asıl olduğunu savunanlar, tarihsel nitelikteki ictihadları
evrensel hale getirerek günümüz insanlarına sunma hatasına
düşmektedirler. Fakihler barışı esas almıştır, diyenler de fıkıh
Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 102.
74
194
kitaplarında bahsi geçen “Devlet başkanı her sene sefere çıkmalıdır.”,
“İslâm devleti güçlü olduğu zaman sulh yapması caiz değildir.” “Cihad
ayetleri tedricen gelmiştir. En son nâzil olan ve Allah yolunda savaşmayı
emreden ayet daha önceki ayetleri neshetmiştir.” gibi bilgileri yok farz
ederek ilmî tutarsızlık içine düşmektedirler.
Kanaatimize göre İslâm devletler hukukunda dârü’l-harb statüsündeki
gayrimüslimlerle ilişkiler bağlamında “İslâm barış dinidir” şeklinde
verilecek genel bir hüküm yüzlerce yıllık fetih hareketlerini
gayrimeşrulukla ve sahabe döneminden günümüze kadar bu uğurda
ölenleri zulüm ve günahkârlıkla nitelemeye yol açacaktır. Bunun
yanında “İslâm savaş dinidir” şeklindeki bir hüküm de İslâm’ın hiçbir
durumda savaştan vazgeçmeyen kılıç dini gibi algılanmasına neden
olacaktır. O halde aslolan barıştır veya savaştır şeklinde geçmiş ve
gelecek tüm zamanları kapsayacak genellikte bir hüküm vermek yerine,
esas amacın İslâm’ın tebliği ve yeryüzünde İslâm hâkimiyetinin
sağlanması olduğunu, bu hedefe götürecek vesilelerin zamanın,
mekânın ve şartların değişmesi ile değişebileceğini kabul etmek daha
yerinde olacaktır.
Fakihler, yaşadıkları zaman, bölge ve şartlara göre savaşın İslâm
hâkimiyetinin sağlanmasında bir araç olarak kullanılabileceği görüşünü
ortaya koymuşlardır. Ancak unutulmamalıdır ki zamanın ve şartların
etkisiyle şekillenen ictihadlar, zamanın değişmesi ile değişime
uğrayacaktır. Çağımızda uluslararası konjektür tamamen değişmiş ve
savaş istisnaî bir yol olarak görülmeye başlanmıştır. Bu şartlarda hâlâ
fıkıh kitaplarında yazılanları birebir uygulamaya kalkışmak dinin özüne
ve maksatlarına uymayan sonuçlar doğuracaktır. Bu durumda
yapılması gereken İslâm’ın amaç ve araç hükümlerini doğru tespit
ederek yeni çözümler ortaya koymaktır.
Allah yolunda savaşmanın amaç değil araç olduğunu, esas gayenin
İslâm’ın ilkelerinin dünyanın her köşesine tebliğ edilmesi ve dünyada
üstünlüğün sağlanması olduğunu göz önüne alarak günümüzde dini
tebliğ gayesiyle gayrimüslim ülkelere savaş açılması -mevcut
uluslararası şartlar sebebiyle istenen amaca ulaştırmayacağı
noktasından hareketle- isabetli olmayacaktır. Yaşadığımız asırda
uluslararası ilişkiler bağlamında mevcut olan şartlar, savaş dışı yollarla
İslâm hâkimiyetinin sağlanması yolunun tercih edilmesini gerekli
kılmaktadır. Zaten cihad kavramı sadece silahlı mücadele ile sınırlı
değildir. Geniş manasıyla cihad, Allah’ın dinine yapılan her türlü
hizmeti ve çabayı kapsamaktadır. Bugün, İslâm’ı dünyada hâkim kılmak
için yapılması gereken Müslüman olmayanlara savaş açmak değil;
195
ilimde, teknikte, ekonomide ve sanatta en ileride olarak, taklit eden değil
taklit edilen bir medeniyet seviyesine ulaşmaktır.
Kaynakça
Ahmed Rıza, Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası (trc. Ziyad Ebüzziya), Üçdal
Neşriyat, İstanbul 1982.
Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I-IV, Osmanlı Yayınevi,
İstanbul, t.y.,
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu, I-VIII, Bilmen
Yayınevi, İstanbul t.y.
Bostancı, Ahmet, Kamu Hukuku Açısından Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle
İlişkileri, Rağbet Yayınları, İstanbul 2001.
Buharî, Abdülaziz b. Ahmed (v. 730), Keşfu’l-esrâr, Dârul-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut
1997.
Cessâs, Ebû Bekr Ahmed er-Râzî (v. 370), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-III, Dârü’l-Fikr,
Beyrut1993.
Çelik, Edip, Milletlerarası Hukuk, Filiz Kitabevi, İstanbul 1982.
Dâmâd, Abdullah b. Muhammed b. Süleyman (v. 1078/1667), Mecma‘ü’l-enhur fi
şerhi Mülteka’l-ebhur, I-II, Daru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye, Beyrut, t.y.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (v. 255/868), Sünen-i Dârimî (trc.
Abdullah Aydınlı), I-VI, Madve Yayınları, İstanbul 1996.
Davutoğlu, Ahmet, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını”,
İzlenim, sayı: 29, İstanbul 1996.
Ebü’l-Feth Burhaneddin Nasır b. Abdüsseyyid Mutarrizî, el-Mugrib fî tertîbi’l-mu’rib,
Mektebetü Usame b. Zeyd, Haleb 1979.
Ebû Dâvûd, Süleyman es-Sicistânî (v.275/888), Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi
(haz. N. Yeniel – H. Kayapınar), Şâmil Yayınevi, İstanbul 1987.
Ebû Yûsuf, Yâkup (v.182/798), Kitâbü’l-Harâc, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut t.y.
Ebû Zehre, Muhammed, Son Barış Çağrısı (trc. Cemal Aydın), Şûle Yayınları,
İstanbul 1998.
Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, MÜİF Vakfı Yayınları,
İstanbul 1994.
Esposito, John L., Kutsal Olmayan Savaş (trc. N. Yılmaz, E. Yılmaz), Oğlak Yayınları,
İstanbul 2003.
el-Fetâva’l-Hindiyye, I-VI, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye, Beyrut 1980.
Fregosi, Paul, Jıhad in the west: Müslim conquests from the 7th to the 21st centuries,
Prometheus Books, New York 1998.
Gamravî, Muhammmed ez-Zühri, es-Sirâcü’l-vehhâc alâ metni’l-Minhâc, Darü’l-Fikr,
Beyrut 1995.
Goldziher, Ignaz, İslâm’da Fıkıh ve Akâid (trc. İlhan Başgöz), Ardıç Yayınları, Ankara
2004.
Grotius, Hugo (v. 1645), Savaş ve Barış Hukuku (trc. Seha L. Meray), A.Ü.S.B.F
Yayınları, Ankara 1967.
Halliday, Fred, İslâm ve Çatışma Miti (trc. U. Özkırımlı-G. Koç), Sarmal Yayınevi,
İstanbul 1998.
Hammer, Joseph von, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Zuhuri Danışman), Zuhuri
Danışman Yayınevi, İstanbul 1972.
196
Hitti, Philip K., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (trc. Salih Tuğ), Boğaziçi Yayınları,
İstanbul 1980.
Huntington, Samuel Phillips, [v.dğr.], Medeniyetler Çatışması (trc. Mustafa Çalık),
Vadi Yayınları, Ankara 1997.
İbn Abdisselam, Ebu Muhammed İzzeddin Abdülaziz (v. 660/1226), el-Kavâidü’lkübrâ, I-II, Darü’l-Kalem, Dımaşk 2000.
İbn Âbidîn, Muhammed Emin (v.1252/1836), Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr
(trc. Ahmed Davudoğlu), I-XVII, Şâmil Yayınevi, İstanbul 1982.
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Makâsıdü’ş-şerîati’l-İslâmiyye, eş-Şeriketü’t-Tunusiyye,
Tunus 1985.
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed ez-Zâhirî (v. 456/1064), el-Muhallâ (thk.
Ahmed Muhammed Şakir), Darü’t-Türâs, Kahire t.y.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillah (v.751/1350), Ahkâmu ehli’z-zimme (thk. Ebû
Bera’, Ebû Ahmed), I-III, Ramada li’n-Neşr, Dammam 1997.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed (v. 620/1223),
el-Muğnî, I-XV, Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, 2. baskı, Kahire 1992.
İbn Rüşd, Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed el-Hafîd (v.595/1198), Bidâyetü’lmüctehid ve nihâyetü’l-muktesıd, I-II, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut 1998.
Kal’acî, Muhammed Revvâs, Mevsûatu fıkhi Süfyani’s-Sevrî, Darü’n-Nefâis, Beyrut
1990.
Karâfî, Ebü’l-Abbas Şihâbüddin Ahmed b. İdris (v. 684/1285), ez-Zahîre, I-XIV,
Darü’l-Garbi’l-İslamî, Beyrut 1994.
Karaman, Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul 1987.
_______, Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, Nesil Yayınları, İstanbul 1991.
Kâsânî, Alâüddin Ebû Bekr b. Mes’ud b. Ahmed (v. 587/1191), Bedâ’i‘u’s-sanâi‘ fi
tertîbi’ş-şerâ’i‘, I-VII, Darü’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut 1982.
Khadduri, Majid, İslâm’da Adalet Kavramı (trc. Selahattin Ayaz), Yöneliş Yayınları,
İstanbul 1991.
_______,İslâm Hukukunda Savaş ve Barış (trc. F. Gedikli), Yöneliş Yayınları, İstanbul
1999.
Koca, Ferhat, İslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İsam Yayınları, İstanbul 1996.
Kudûrî, Ebü’l-Hüseyin Ahmed (v. 428/1036), el-Muhtasar, Kahire 1965.
Lewis, Bernard, İslâm’ın Krizi (trc. Abdullah Yılmaz), Literatür Yayınları, İstanbul
2003.
Mâverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed (v. 450/1058), el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve’lvilâyâtü’d-dîniyye, Darü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1994.
Mehâmilî, Ebü’l-Hasan Ahmed b. Muhammed b. Ahmed (v. 415), el-Lübab fi fıkhi’şŞâfiî, Darü’l-Buhârî, Medine 1416 (h).
Meray, Seha, Uluslararası Hukuk ve Uluslararası Örgütler, Ankara Üniversitesi
Basımevi, 2. baskı, Ankara 1979.
Merginânî, Ebü’l-Hasan Burhanuddin Ali b. Ebû Bekr (v. 593/1197), el-Hidâye şerhu
Bidâyeti’l-Mübtedî, I-IV, Eda Neşriyat, Ofset Baskı, İstanbul 1991.
Mevdûdî, Seyyid Ebü’l-A’la, İslâm’da Hükûmet (trc. Ali Genceli), Hilal Yayınları,
İstanbul t.y.,
Mevsılî, Ebü’l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmud (v. 683/1284), el-İhtiyâr li
ta‘lîli’l-Muhtâr, Çağrı Yayınları, İstanbul 1991.
197
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim (v. 261/875), Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc.
Ahmed Davudoğlu), I-XII, Sönmez Neşriyat, 2. baskı, İstanbul 1983.
Özdemir, Ahmet, İslâm Devletler Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Savaş
Yoluyla Sağlanması, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Özdemir, Mehmet, “Fetih Tebliğ İlişkisi”, Diyanet Aylık Dergi, s. 26-29, Ağustos 2003.
Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İklim Yayınları, İstanbul 1991.
_______, “Cihad”, DİA, VII, 527-531, İstanbul 1993.
_______, İslam Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, T.D.V Yayınları, Ankara 1996.
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, Ankara 1999.
Ruelland, Jacques G., Kutsal Savaşlar Tarihi (trc. T. Tunçdoğan), İletişim Yayınları,
İstanbul 2004.
Sadrüşşeria, Ubeydullah b. Mes'ud b. Mahmûd (v. 747), et-Tavzih şerhi’t-Tenkih, elMatbaatü’l-İmbaraturiyye, Kazan, t.y.
Sagracî, Es’ad Muhammed Saîd, el-Fıkhu’l-hanefî ve edilletühü, Dârü’l-Kelimi’tTayyib, Dımaşk 2000.
Sâfi, Louay M., “İslâm’da Savaş ve Barış” (trc. Safiye Morçay Gülen), İslâmî Sosyal
Bilimler Dergisi, sayı:1, III, 57-84, İstanbul 1995.
Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî (v. 240/854), el- Müdevvenetü’l-kübrâ, I-VI,
Matbaatü’s-Saade, Kahire 1323 (h).
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl (v. 483/1090), el-Mebsût, I-XXX,
Darü’l-Ma’rife, Beyrut 1989.
_______,Şerhu’s- Siyeri’l-kebir, I-V, Câmiatü’d-Düveli’l-Arabiyye, Kahire 1971.
Suyûtî, Celâleddin (v. 911/1505), el-Hâvi lil-fetâvâ, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut ty.
Şâfiî, Ebû Abdullah Muhammed (v. 204/820), el-Üm, Darü’l-Fikr, Beyrut 1990.
Şelebî, Mustafa, Ta’lilü’l-ahkâm, Dârü’n-Nehdatü’l-Arabiyye, Beyrut 1981.
Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim b. Ali b. Yusuf (v. 476/1083), el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eşŞâfiî, I-II, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1959.
Remlî, Şihâbüddin, Nihâyetü’l-muhtâc ilâ şerhi’l-Minhâc, Dârü’l-Fikr, Beyrut 1984.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (v. 279/892), Sünen-i Tirmizî Tercümesi (trc. O.
Mollamehmetoğlu), I-VI, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul t.y.
Toluner, Sevin, Milletlerarası Hukuk Dersleri, Beta Basım Yayım, İstanbul 1989.
Turnagil, A. Reşid, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, Sebil Yayınları, İstanbul 1993.
Vâkıdî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (v. 207), el-Megâzî, Âlemü’l-Kütüb,
Beyrut, 1966.
Weeramantry, Christopher Gregory, Islamic Jurisprudence An International
Perspective, The Macmillan Press, Hampshine 1988.
Yıldırım, Celal, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi, Konya 1993.
Zeydan, Abdülkerim, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, Mektebetü’l-Besâir, Beyrut 1976.
Zuhaylî, Vehbe, Âsârü’l-harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Darü’l-Fikr, Dımaşk 1992.
______, “Eman”, DİA, XI, s. 75-81, İstanbul 1995.
198
GÜNÜMÜZDE İSLÂM DÜNYASINDAKİ ŞİDDET VE
SALDIRILARIN MEŞRUİYET SORUNU
Giriş
Günümüzde nüfusunun ekseriyeti Müslümanlardan oluşan İslâm
devletleri şiddet sarmalı içinde bulunmakta, her gün patlama ve
saldırılar ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu yaşanılanlar İslâm’ın çizdiği
meşruiyet sınırını aşmaktadır. Şiddet ve saldırı nitelikli eylemlerini
İslâm adına yaptıklarını iddia eden gruplara karşı, bu davranışlarının
fıkhın belirlediği ilkeler çerçevesinde gayr-i meşru olduğunun ortaya
konulması İslam toplumlarının geleceği için büyük önem arz
etmektedir.
İslâm dünyasında var olan şiddet ve saldırı hareketleri birçok yönden
meşruiyet sorunu taşımaktadır. Bu meşruiyet problemlerini; silah
kullanma yetkisinin kamu otoritesine ait olmasının gerekliliği,
saldırıların İslâm topraklarında gerçekleşmesi, herhangi bir kural
taşımayan terör eylemi olması, Müslüman kimliğine zarar vermesi, haklı
ve meşru bir gerekçeye dayanmaması, kamu düzenini bozması ve
sömürgeci devletlerin çıkarına hizmet etmesi başlıkları altında
toplayabiliriz.
Silah Kullanma Yetkisinin Kamu Otoritesine Ait Olması
İlk vahyin gelmesi ile birlikte başlayan nübüvvet vazifesinin Mekke
dönemi esnasında Hz. Peygamber ve Müslümanlar alay, hakaret,
işkence ve boykot gibi saldırı ve haksız uygulamalarla karşılaşmalarına
rağmen bu dönemde nâzil olan ayetler cihada izin vermemiştir. Bu
dönemde baskı altında olan Müslümanların karşılaştıkları saldırılara
cevap verme taleplerine Hz. Peygamber (s.a.v.) olumlu cevap
vermemiştir. Sahabe silahlı mücadele izni verilmeyen bu süreçte
münferiden hareket edip müşriklere saldırıda bulunmamıştır.
Medine’ye hicretten sonra, Allah yolunda cihadı emreden ayetler nâzil
olmuştur.1 Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de kurulan Medine site
devletinin başkanı olarak kamu otoritesini temsil etmiş ve düşmanlara
karşı yapılan silahlı mücadeleler Hz. Peygamber’in izni ve bilgisi
dâhilinde gerçekleşmiştir.
Bu makale daha önce The Journal of Academic Social Science Studies JASSS Dergisinde
(Number: 27, p. 77-89, Autumn I 2014) yayınlanmıştır.
1 Bkz. Bakara Sûresi 2/216, Nisâ Sûresi 4/77, 84; Enfâl Sûresi 8/65, 74; Tevbe Sûresi 9/38.
199
Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı savaşlardaki uygulamaları ve seriyye
gönderdiği zaman ordu komutanlarına bildirdiği esaslar, İslâm savaş
hukuku ilkelerini ortaya koymuştur. Bu ilkeler çerçevesinde silahın ne
zaman ve hangi durumlarda araç olarak kullanılabileceğinin tespitini
yaptığımızda günümüzdeki mevcut durumun meşruiyet problemi
taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Asr-ı saadette fertlerin, kendi kararları ile
düşman olarak gördükleri toplumlara karşı silahlı saldırı girişiminde
bulunmaları, yetki aşımı olarak kabul edilip bu şekilde davrananlar
uyarılmıştır. Nitekim Batn-ı nahle vakasında Hz. Peygamber kendilerine
çarpışma izni vermediği halde Abdullah b. Cahş komutasındaki
seriyyenin Kureyş’in kervanına saldırmaları doğru bulunmamıştır.2
İslâm tarihinde Bi’r-i meûne faciası olarak bilinen olayda Necid
bölgesine gönderilen irşat heyeti baskına uğrayıp şehit olmuş ve sadece
olay esnasında develeri otlatmakla görevli Amr b. Ümeyye
kurtulmuştur. Amr, Medine’ye dönerken yolda karşılaştığı iki Necid’liyi
şehit olan arkadaşlarının intikamını almak üzere öldürmüştür. Bu
davranış Hz. Peygamber tarafından tasvip edilmemiş ve öldürülen bu
iki kişinin diyetleri yakınlarına ödenmiştir.3
Hükme ulaşmada başvurulan delillerden olan maslahat ilkesi de silah
kullanma yetkisini sadece devlet organlarına bırakmayı gerekli kılar.
Kendi doğrularını kabul ettirmek için herkesin silaha başvurduğu bir
toplumda, zarurî maslahatlardan olan ve güvence altında olması
gereken can ve mal güvenliğini temin etmek mümkün olmaz ve fertlere
zarar üstüne zarar veren uygulamalar toplumda yaygınlaşır. Zararın
önlenmesi fayda elde edilmesinden önceliklidir. Bu husus fıkıhta “Def’i
mefâsid celb-i menâfiden evlâdır.” şeklinde kâideleştirilmiştir.4
Burada zikredilen naslar ve fıkıh usulü ilkeleri silah kullanma yetkisinin
kamu otoritesine ait bir yetki olarak kabul edilmesini gerektirmektedir.
Düşmana savaş ilanı devlet başkanının yetki sahasına girer. Fertlerin
kendi reyleriyle böyle bir ilanda bulunma hakları yoktur.5 Bu kuralın tek
istisnası devletin fiilî olarak düşman işgali altında olup, özgür karar
alma yetkisinin kalmadığı durumlarda söz konusu olacaktır. Böyle bir
durumda fertler, gruplar ve cemaatler vatan savunması için inisiyatif
alıp gerekirse düşman saldırılarını bertaraf edinceye kadar muharip
düşman kuvvetlerine karşı silahlı mücadele içine girmeleri onların
İbnü'l-Esir, Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-tarih, Daru Beyrut, Beyrut 1982, I, 279-280.
Taberî, Muhammed b. Cerîr, Tarihu’t-Taberî Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, II, 81, Darü’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1987.
4 Bkz. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde 30.
5 Zuhaylî, Vehbe, Âsârü’l-harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Darü’l-Fikr, Dımaşk 1992, s. 149.
2
3
200
hakları hatta sorumlulukları olacaktır. Osmanlı Devletinin işgale
uğradığı dönemde Anadolu’da başlatılan milli mücadeleyi bu duruma
örnek olarak gösterebiliriz.
Silah kullanmaya karar verme, ölüm ve yaralanmalara yol açacağı için
fertlerin veya grupların kendi başlarına verebileceği bir nitelik
taşımamaktadır. Bu kararı kamu otoritesi almalıdır ki bu da savaşın
meşru olduğu durumlarda söz konusu olacaktır. Çeşitli örgüt ve
grupların hedefledikleri amaca ulaşmada silahı bir araç olarak
kullanmaları yetki aşımı olması açısından gayri meşrudur.
Saldırıların İslâm Topraklarında Gerçekleşmesi
Fakihler insanların yaşadıkları toplumları dârülislâm, dârülharb,
dârussulh şeklinde gruplandırarak her birine ait hükümleri ayrı ayrı ele
almışlardır.6 Dârülharb olarak nitelenen toplumlarla, savaşı meşru kılan
sebeplerin ortaya çıkması durumunda savaş hukuku ilkeleri
çerçevesinde silahlı mücadele meşru olacaktır.7 Ancak ehl-i küfür
olmakla birlikte Müslümanlarla anlaşması bulunduğu için dârussulh
grubuna giren ülkelerde ve en geniş anlamı ile Müslümanların
yaşadıkları ülkeleri ifade eden dârülislâmda silahlı saldırıda bulunmak
meşru değildir. Bu nitelikteki topraklarda can ve mal güvenliğinin
sağlanması dinin temel hedeflerinin ve mekâsidi’ş-şerîanın temini için
de zorunludur.
Savaş halinde bile olsa düşman topraklarında yaşayan fakat muharip
sıfatı taşımayan insanların öldürülmesine izin vermeyen İslâm dininin,8
Müslümanların hayatını sürdürdükleri ülkelerde masum insanların
hedef alındığı saldırılara meşruiyet tanıması mümkün değildir. Nisa
Sûresi 93. ayetinde mü’min bir kimseyi kasten öldürenlerin cehennem
azabına uğrayacakları haber verilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu
hususta “Dünyanın yok olup gitmesi Allah katında haksız yere bir
mü’minin öldürülmesinden daha hafiftir.” buyurarak işlenen cinayetin
vebalinin büyüklüğüne dikkat çekmiştir.9
İslâm hukukunda ülke kavramı ve fakihlerin bu konuda yaptıkları sınıflandırmalar için
Bkz. Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı Dârulislam Dârulharb, İklim Yayınları,
İstanbul 1991, s. 109- 228.
7 İslâm hukukunda savaşı meşru kılan sebepler için bkz. Özdemir, Ahmet, İslâm Devletler
Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Savaş Yoluyla Sağlanması, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s. 105-127.
8 Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed, el-Mebsût, Darü’l-Ma’rife, X, 4-6; İbn
Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin, el-Muğnî, Kahire 1992, XIII, 66.
9 İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sünen, Beyrut, t.y., Diyât, 21, 2619.
6
201
Fıkıh usulünde zarûriyyât-ı dînîyyeden kabul edilip öncelikle
korunması gereken değerlerden olan yaşam hakkının bir pazar yerinde
patlatılan bomba ile insanların elinden alınması dinin müsamaha
gösterebileceği bir durum olamaz.
Hicretten sonra Medine site devletinin teşkili esnasında ortaya konulan
Medine Vesîkasında “Bu yazının (vesikanın) gösterdiği kimseler lehine
Yesrib vadisi dâhili haram (dokunulmaz) bir yerdir.” maddesi ile Medine
içinde haksız saldırı ve kan dökülmesini engellemeye yönelik
maddeler10 Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Müslümanların yerleşik
bulunduğu toplumda huzur ve asayişin temin edilmesine gösterdiği
önemi göstermektedir.
Müslümanlar farklı devletlere sahip olsalar da “Ümmet-i Muhammed”
kavramına dâhil oldukları için birbirlerine karşı sorumlulukları vardır.11
Kur’ân-ı Kerim’de; mü’minlerin kardeş olduğu,12 aralarında dostluk
bağının olması gerektiği,13 bütün mü’minlerin birbirlerinin velileri
olduğu,14 yardımlaşmanın ve birbirlerine karşı merhametli olmanın
inananların bir şiârı olduğu15 bildirilerek ilişkilerde olması gereken
temel ölçüler sunulmuştur. Masum Müslümanların kanının
dökülmesine yol açacak bir eylem, kardeşlik hukukuna dair naslarda
beyan edilen tüm ilkelerin ihlali sonucunu doğuracaktır. Bu sebeple bu
tür şiddet eylemleri meşruluk niteliği taşımamaktadır.
Terör Eylemi Niteliği Taşıması
Kelime olarak korkutma, yıldırma ve sindirme anlamlarına gelen
terörün16 başlıca karakteristik unsurları; kuvvet kullanmak, korkutmak
ve sindirmek, devlet otoritesini tahrip etmek, insanî duygulardan
Bkz. Hamidullah, Muhammed, Resûlullah Muhammed, İrfan Yayınevi, İstanbul 1992,
s.115.
11Benzer anlayış başka din mensupları arasında da vardır. Mesela Hugo Grotius,
Hristiyanların aynı gövdenin parçaları olduğunu, birbirlerinin dertlerini paylaşıp
aralarında birlik oluşturmanın gerekliliğini savunmuştur. Bkz. Grotius, Hugo, Savaş ve
Barış Hukuku (trc. Seha L. Meray), A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara
1967, s. 110.
12 Hucurât Sûresi, 49/10.
13 Âl-i İmrân Sûresi, 3/28, 118.
14 Tevbe Sûresi, 9/71.
15 Şûrâ Sûresi, 42/39; Fetih Sûresi, 48/29.
16 Başeren, Sertaç,“Terörizm: Kavramsal Bir Değerlendirme”,Terörizm İncelemeleri,
Ankara 2000, s. 1.
10
202
yoksun olup, acımasız metotlar kullanmak ve genellikle masum sivilleri
hedef almaktır.17
Terörün unsurları incelendiğinde savaş ile arasında önemli farklar
olduğu görülmektedir. Terörde hedef muhatapları korkutmak ve
yıldırmaktır. Savaşta ise fiil ile hedef arasında paralellik vardır. Terörde
fail ile suçun mağduru arasında genelde bir bağ yoktur. Mağdur olan
çoğu kez masum sivillerdir. Terör kural ve ahlâkî ilkeleri tanımaz.
Savaşta ise hedeftekiler sadece muhariplerdir.18
Terörde
hedefe
ulaşmak için her türlü eylem meşru görülür. Savaşta ise işkence
yapmamak, elçilere dokunmamak gibi ihlal edilmemesi gereken birçok
kural vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) savaşın kimlere karşı ve hangi şartlarda ilan
edileceğini beyan etmiştir.19 Asr-ı saadet dönemindeki uygulamalar esas
alınarak hicri ikinci yüzyıldan itibaren yazılan siyer kitaplarında savaş
hukuku konuları detaylı olarak ele alınmıştır. Savaşın kaçınılmaz
olduğu durumlarda bir topluluğa karşı savaş ilanı yapılması, orada
yaşayan herkesin öldürülebileceği anlamı taşımaz. Savaşta muharip
konumunda olanlar öldürülür. Savaşa katılmayan kadınların,
çocukların, yaşlıların, din adamlarının, çiftçilerin ve hastaların
öldürülmesi caiz değildir.20 Hz. Peygamber (s.a.v.), savaşta öldürülmüş
bir kadını görmesi üzerine bu durumdan hoşnut olmadığını belirterek,
kadın ve çocukların öldürülmemesini istemiştir.21
Terör eylemlerinin kuralı yoktur. İnsanın ürettiği şiddet ve terör yılanı,
sadece insan yiyerek varlığını sürdürmektedir. Küresel boyut kazanan
terör, artık bütün insanlığın en önemli sorunlarından birisi haline
gelmiştir. Çünkü bu eylemler ile insanların insan olma onuru ve
haysiyeti yok edilmektedir.22
Tacar, Pulat, Terör ve Demokrasi, Ankara 1999, s. 43; Örgün, Faruk, Küresel Terör,
İstanbul 2001, s. 14. Terörün tipolejileri hakkında kapsamlı bir literatür için bkz.
Çapcıoğlu, İhsan, “Terör Tipolejileri Üzerine Bir Literatür Taraması”, Dinî Araştırmalar,
cilt: 7, sayı: 20, s. 387-414.
18 Başeren, “Terörizm: Kavramsal Bir Değerlendirme”, Terörizm İncelemeleri, s. 6.
19 Bkz. Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccac, Sahihu Müslim, Beyrut t.y, Cihad, 2,
1731.
20 Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, IV, s. 1415; Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd, el-Müdevvenetü’lkübra, Kahire 1323, II, 6; Merginânî, Ebü’l-Hasan Burhanuddin, el-Hidâye, İstanbul 1991,
II, 137; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 194; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 175, 180.
21 Müslim, Cihad, 8, 1744; Dârimî, Siyer, 25, 2465.
22 Onat, Hasan, “Küresel Şiddet ve Terör: İnsan Olma Onuruna Vurulan Darbe”, Dinî
Araştırmalar, c: 7, sy: 20, s. 23.
17
203
Terör, insanların yaşama hakkını ihlal etmekte ve tüm dünyayı tehdit
etmektedir.23 Bütün din mensuplarının terörü ve terörü doğuran
sebepleri ortadan kaldırmak için çaba gösterme yükümlülüğü vardır.24
Savaş esnasında Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’ân’ın emrinin bir
uygulaması olarak savaş dışında kalan hiçbir varlığa zarar verilmesine
izin vermemiş, işkence gibi insanlık dışı uygulamalar yapmamaları
konusunda askerlerini bilinçlendirmiştir. Onun öğretisine göre savaşın
muhatabı sadece savaş halindeki silahlı askerlerdir.25
Günümüzde İslâm dünyasındaki saldırı ve şiddet hareketlerinin terör
eylemi niteliği taşıdığı açıktır. İslâm, haksızlığa, haddi aşmaya, zulme
asla izin vermez.26 İnsan haklarını korumak inananların
görevlerindendir.27 Sadece hedefin meşru olması yetmez, o hedefe
ulaşırken izlenen metodun da meşru olması gerekir. Terörle
ulaşılabilecek hiçbir meşru hedef olamaz. Tüm canlılara merhametle
yaklaşmayı öğütleyen İslâm, masum insanları vahşice öldüren terörist
hareketlere asla müsamaha ile bakmaz.
Müslüman Kimliğine Zarar Vermesi
İslâm dünyasındaki çatışma, kan dökme, intihar eylemcileri en büyük
zararı Müslüman kimliğine vermektedir. İslâm’a gizli ve açık düşmanlık
besleyenler her zaman buldukları fırsatları değerlendirmeye
çalışmaktadır. Son zamanlarda meydana gelen terör olaylarının İslâm
dini ile bağlantılı gibi gösterilmesinin bu dinin mensuplarına zarar
verdiği,
düşmanlarına Müslümanların imajını zedelemek için
bulunmaz fırsatlar sunduğu ortadadır.28 Dünya kamuoyuna dayatılan
güncel olayların sunuluşunda ve haber akışında, İslâm’ın ürkütücü bazı
Bardakoğlu, Ali, Religion and Society Perspectives from Turkey, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2006, s. 112.
24 Erdem, Mustafa, “Din ve Terör Üzerine”, Dinî Araştırmalar, cilt: 7, sayı:20, s. 12.
25 Köse, Saffet, “Cihad Şiddete Referans Olabilir mi?”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi,
sy. 9, 2007, s. 69.
26 Bkz. Nahl Sûresi, 16/90.
27 Soymen, Mehmet, Concise Islamic Catechism, (trc. Ekmeleddin İhsanoğlu), Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 136.
28 Avrupa ve Amerika kamuoyu ve medyasına yansıyan İslâm ve Müslüman imajı için
bkz. Keneş, Bülent, Batı Medyasında İslâm İmajı, İz Yayıncılık, İstanbul 1998; Mâlik,
Iftikhar, “İslâmic Discourse on Jihad, War and Violence”, Journal of South Asian and
Middle Eastern Studies, No:4, Summer 1998, XXI, 47, 49.
23
204
imajlarla bütünleştirildiğini görmek sıkça rastlanan bir olgu haline
gelmiştir.29
Batı medyasında İslâm kan ve şiddetle birlikte anılan bir din haline
gelmiştir. Medya ve bazı çevrelerce yürütülen bu kampanya o kadar ileri
boyutlara ulaşmıştır ki, dünya genelinde yaşanan çeşitli şiddet olayları,
yalnızca kendi bağlamında değerlendirilmesi gereken olaylar olmaktan
çıkmış, Kur’ân, Hz. Muhammed ve İslâm’ın kendisi şiddetle
özdeşleştirilmeye çalışılmıştır. Çeşitli misyoner kuruluşları ll Eylül
saldırılarının kendileri açısından adeta yeni bir milat oluşturduğunu,
zira Müslümanlara karşı önemli bir argüman ele geçirdiklerini
düşünmektedirler.30
Batı toplumlarında son zamanlarda Müslümanların ortaya koyduğu
şiddet unsurlarına yönelik pek çok tanımlama ve strateji geliştirilmekte,
bu tanımlamaların temel içeriği “İslamcı terörün kaynağının doğrudan
İslam dini olduğu” şeklindedir.31 Böyle bir algının gayri müslim
toplumlar üzerinde olumsuz etkilerinin olacağı açıktır.
Hudeybiye barış anlaşmasını takip eden yıllarda İslâm’a girenlerin
sayısı önceki zamanlara kıyasla büyük bir artış göstermiştir. Bunun
temel nedeni, barış ortamında gayrimüslimlerin Müslümanları
yakından tanımaya fırsat bulmalarıdır. Hz. Peygamber’in eğitiminden
geçip olgun ve şahsiyetli bir kişilik ortaya koyan Müslümanlar çevre
kabile ve devletlerin fertlerinin hayranlığını kazanmış bu durum da
İslâm’ı yakından tanıyıp bu dine mensup olanların sayısını artırmıştır.
İslâm dininin tebliğ edilmesi, tüm insanlığa ulaştırılması ve öğretilmesi
Müslümanların görev ve sorumlulukları arasındadır. Bu görevi herkes
kendi ilmi, imkânı ve gücü ölçüsünde gerçekleştirecektir.32 İdeal bir
Müslüman şahsiyetine sahip bir mü’min, insanlarla münasebetlerindeki
erdemli davranışları ile insanların gönlünü kazanarak mensubu
bulunduğu dinin merak edilip öğrenilmesini sağlayacaktır. Nitekim
bugün topraklarında milyonlarca Müslüman nüfus bulunan başta uzak
doğu ülkeleri olmak üzere birçok ülkeye İslâm, yüzyıllar önce o
bölgelere ticaret yapma amacıyla seyahat eden şahsiyetli ve dindar
müslümanlar aracılığı ile ulaşmıştır. Şiddet ve saldırı ile özdeşleşen bir
Ceran, İsmail, “Modern Dünyada İslam”, The Journal of Academic Social Science Studies,
volume: 1, ıssue: 8, October 2013, p. 146.
30 Gündüz, Şinasi, “Din ve Şiddet”, Dinin Dünya Barışına Katkısı, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 2006, s. 151-152.
31 Olgun, Hakan, Protestan Teolojide Şiddet Güdüleri ve İslam Terörü Algısı”, Dinî
Araştırmalar, cilt: 7, sayı: 20, s. 116.
32 Müslim, İman, 22, 186.
29
205
Müslüman imajı ile dinin tebliğ edilebilmesi ve İslâm’ın insan hak ve
hukukuna önem veren bir din olduğunun kavratılması mümkün
değildir. Bu imajın düzeltilmesini mutlaka yerine getirilmesi gereken bir
görev olarak kabul etmek gerekir.33
Müslüman kimliğine zarar veren şiddet ve saldırı hareketleri
gayrimüslimlerin Müslümanlara önyargı ile bakmalarına sebep olmakta
bu durum da İslâm’ın tüm insanlığa ulaştırılmasına ve öğretilmesine
engel olmaktadır. Müslüman kimliğine verdiği zararlar ortada olan bu
tür eylemler, fıkhî kural ve ilkelere göre gayri meşru vasıf taşımaktadır.
Mezhep ve Meşrep Taasubuna Dayalı Olması
İslâm dünyasındaki çatışmaların sebeplerinden birisi de fıkhî, itikâdî ve
siyasî görüş ayrılıklarının tefrika ve bölünme doğurmasıdır. İnsanların
farklı mezhep ve meşrebe mensup olması dinin temel ilkelerinde
farklılaşma olmadığı sürece tabiî bir durum olarak algılanması
gerekirken taassup ve bağnazlığın etkisiyle mü’min bir kişi kendisinden
farklı bir gruba mensup olan karşısındaki bir mü’mini en büyük
düşmanı olarak görebilmektedir.
“Mü’minler ancak kardeştir.”34 ayeti ayırım yapmadan İslâm dinine
mensup olanlar arasında kardeşlik hukuku oluşacağını beyan
etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) söz, fiil ve takrirleri ile bu kardeşliğin
ilkelerini açıklamıştır.35 Müslüman, dilinden ve elinden diğer diğer
Müslümanların selamette olduğu kimsedir.36 Hangi mezhepten olursa
olsun İslâm dairesi içinde olan her ferde kardeş gözüyle bakmak
Müslümanların görevidir.
İslâm’ın üst çatı olarak kabul edilip daha dar gruplaşmaları da alt çatı
şeklinde tanımlayıp, birbirine yakın görüş ve düşünceleri olanların
belirli bir ad altında toplanmalarını sosyal ve psikolojik gereklilikleri de
göz önüne aldığımızda meşru kabul etme zarureti doğmaktadır. Ancak
bir gruba mensup kişi, bağnaz bir şekilde sadece kendi grubunu
savunup aynı dine mensup olanları düşman olarak görmeye
başladığında İslâm’ın temel hedeflerine aykırılık doğacağı için
meşruiyet sınırı aşılmış olacaktır.
Bardakoğlu, Religion and Society Perspectives from Turkey, s. 112.
Hucurât Sûresi 49/10.
35 Hz. Peygamber’in beyan ettiği kardeşlik hukukunun esas ve ilkeleri için bkz. Özdemir,
Ahmet, Hadislerin Rehberliğinde Kardeşlik Hukuku, Murat Kitabevi, Ankara 2014, s. 1090.
36 Bkz. Nesâî, Ahmed b. Şuayb, Sünen’ün-Nesâî (trc. A. Muhtar Büyükçınar v.dğr.),
Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, İman, 4996.
33
34
206
Tarih boyunca Müslümanlar arasında kavga ve çatışma olmasının
nedenlerinden birisi de kolaylıkla karşısındakini tekfir etme
gelmektedir. Hz. Peygamber’in mü’min bir kişiye kâfir demenin vebali
hakkında uyarılarına37 rağmen mezhep veya cemaat taassubunun etkisi
ile farklı düşünenler tekfir edilebilmiştir. Fıkhî bir ilke olarak zahire göre
hüküm vermek esas olmalıdır. İnsanların kendi irade beyanları esas
alınmalıdır. Müslüman olduğunu beyan eden bir kişiyi yoruma açık bir
mevzuda farklı görüşü savunuyor diye İslâm’ın dışına itmeye çalışmak
çatışmayı da peşinden getirmektedir.
Eylemlerin Kamu Düzenine ve Güvenliğe Zarar Vermesi
Kamu düzeni, toplumun güvenlik, huzur ve sükûn içinde olması,
devletin ve devlet teşkilatlarının her türlü tehlikeden uzak
bulunmasıdır. Bu kavramın muhteviyatı toplumların inanış ve
ihtiyaçlara göre zaman ve yer bakımından değişiklik göstermekle
birlikte; bugün gelişmiş ülkelerde kamu düzeninin güvenlik (kişiye veya
mallara zarar veren tehlikelerin engellenmesi), sağlık (hastalık
tehlikelerinden toplumun uzak tutulması için gereken önlemlerin
alınması) ve sükûn (düzensizlik ve karışıklığın ortadan kaldırılması)
unsurlarından meydana geldiği kabul edilmektedir.38
Güvenlik kavramı, varlığını koruma ve sürdürme amacı taşıyan
davranışları karşılayan bir olgudur. Güvende olma duygusu, insanın
doğumundan itibaren geçirdiği her aşamada ihtiyaç duyduğu
gerçekliktir. Bireysel ve toplumsal yaşamın her alanında güvenlik
olgusu yaşamanın temel dinamiği olarak karşımıza çıkmaktadır.39
Kamu düzeni ve güvenliği temin edilemeyen bir toplumun devamını
sağlamak mümkün değildir. Bu sebeple kanunî düzenlemelerde
umûmun menfaati kişinin menfaatine tercih edilmiş, insanların
hürriyetleri
kamu
düzenine
zarar
vermesi
durumunda
sınırlandırılmıştır.
Mecelle’nin 26. maddesi bu esası şu şekilde
kaideleştirmiştir. “Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı has ihtiyar olunur.”40
Hukukun aslî görevi, ister millî, ister milletlerarası sahada olsun,
kuvvetin kullanılmasına sınırlar tayin etmektir.41
Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîhu'l-Buhârî, Beyrut 1987, Edeb, 44, 5700.
Yayla, Yıldızhan, “Kamu”, Meydan Larousse, VI, 835.
39 Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul 2003, s. 9-10.
40 Bkz. Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, İstanbul t.y., I, 56.
41Smith, Herbert Arthur, Devletler Hukuku Değişme Yolunda (trc. R. Koral- O. Nasuhioğlu),
İstanbul 1947, s. 62.
37
38
207
Ülke içi çatışmalar uluslararası hukukun kapsamına girmemektedir.
Ancak günümüzde güçlü devletler kendi siyasî amaçları için başka
ülkelerdeki iç çatışmaları kullanmakta, açıktan savaş yerine dolaylı
müdahaleyi tercih etmektedir. Hatta çıkarları için uygun ortam
oluşturmak üzere başka ülkelerde siyasî ve ekonomik krizler çıkarmakla
görevli teşkilatlar kurmuşlardır.42 Dolayısıyla günümüz dünyasında
gitgide uluslararası çatışma ile iç çatışma arasındaki sınır
belirsizleşmektedir.43 İslâm ülkelerindeki çatışmaların -çoğu zaman
görünürde yerel nitelik taşımakla birlikte- uluslararası güç odaklarının
yönlendirmelerinden arındığı söylenemez. İslâm ülkelerinin güçlü,
istikrarlı ve bağımsız karar alma mekanizmalarının sağlıklı çalıştığı bir
yapıya kavuşması küresel güçler için aslî bir tehdit unsuru taşımaktadır.
Ulusal güvenliğin sağlanamadığı ortamlar bu güçlerin hedeflerine
rahatlıkla ulaşmalarına fırsat tanımaktadır. Bu sebeple belki farkında
olarak belki de farkında bile olmadan İslâm devletlerindeki çatışan
gruplar bu küresel sisteme hizmet etmektedirler. İslâm’ın hedef ve
ilkeleri açısından baktığımızda böyle bir hizmete meşruiyet tanınması
mümkün değildir.
Sömürgeci ve Emperyalist Devletlerin Şiddet ve Terörle Beslenmeleri
Günümüzde kitle iletişim araçları sürekli şiddetle ilgili haberleri ön
plana çıkarmakta ve çocuklar için hazırlanan çizgi filmler ve oyunlarda
bile yoğun şiddet unsurlarına yer verilmektedir. Batılılar ayak bastıkları
her yeri şiddet ve terör bataklığına dönüştürme konusunda oldukça
ustalaşmışlardır. Şiddet ve terörün küresel ölçekte yayılması birçok
batılı devlet ve güç odaklarının çıkarlarına hizmet etmektedir.44
Düzen ve istikrarın olduğu bir ülkede dış güçlerin serbest hareket etme,
kendi çıkarları için anlaşmalar yapma ve ürettikleri silahlara pazar
bulma imkânı olmayacaktır. Bunun farkında olan küresel güçler İslâm
dünyasının bitmek tükenmek bilmeyen bir şiddet sarmalında yaşaması
için ellerinden gelen tüm fırsatları değerlendirmektedirler. Bu oyuna
gelen Müslümanlar, yaptıkları eylemlerle sömürgeci güçlerin
değirmenine su taşımaktadırlar.
Fıkıh kitaplarında dârülharp olan ülkelere savaşta kullanabilecekleri at,
silah, zırh, demir gibi maddelerin sırf ticarî amaç için bile olsa
Musa, Muhammed, Devletlerarası İlişkiler ve Dünya Düzeni (trc. M. Hanifi Yağmur),
Ankara 1997, s. 13.
43 Karaosmanoğlu, Ali, İç Çatışmaların Çözümü ve Uluslararası Örgütler, İstanbul 1981, s. 9.
44 Onat, Hasan, “Küresel Şiddet ve Terör: İnsan Olma Onuruna Vurulan Darbe”, Dinî
Araştırmalar, c: 7, sayı: 20, s. 23-24.
42
208
satılmasının yasak olduğu, bu yasağı ihlal edenlerin cezayı hak edeceği
ifade edilmektedir.45 Bu hükmün temelinde düşmanların güçlenmesine
fırsat vermenin, Müslümanlara zarar olarak geri döneceği fikri
yatmaktadır. İslâm ülkesindeki şiddet ve kargaşa ortamı sömürgeci
devletlerin konumlarını ve güçlerini daha da artırmalarına fırsat
sunmakta olduğu göz önüne alındığında bu fırsatı onlara vermek meşru
olmayacaktır.
Değerlendirme
Dünyada huzur ve asayişin sağlanamadığı bölgeler çoğunlukla
Müslümanların ikâmet ettiği toplumlardır. Her gün basında, şiddet ve
saldırı haberlerine şahit olmaktayız. İnsanların canlarına kasteden bu
eylemlerin görünürdeki sebepleri farklı da olsa sonuç itibariyle
Müslümanların aleyhine neticeler vermektedir.
İslam dünyasındaki şiddet içerikli eylemlerin en sakıncalı yönü söylem
olarak İslam adına yapılıyor olmasıdır. Eline silah veya bıçak alıp
Kelime-i tevhidi söyleyerek masum bir cana kastedilmesi olayının fıkıh
ilkeleri çerçevesinde ele alınıp bu durumun taşıdığı meşruiyet
sorunlarının dile getirilmesi bu sahada çalışmalar yapanlar için
ivedilikle yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Müslüman toplumlarda sıkça şahit olduğumuz öldürme amaçlı şiddet
eylemelerini fıkıh ilmi çerçevesinde değerlendirdiğimizde gayri meşru
hareketler olduğu ortaya çıkmaktadır. Silah kullanarak düşman
gruplara karşı harekete geçme kararı almak fertlerin inisiyatifine
bırakılamaz. Bu yetkinin kamu otoritesinde olduğunun öncelikle kabul
edilmesi gerekir. Müslümanların meskûn olduğu yerler dünyanın her
yerinden daha çok huzur, güvenlik ve asayişin temin edildiği yerler
olmalıdır. İslam dini kaosu değil, düzeni hedeflemektedir. Kural
tanımayan, suçsuz ve masum insanların zarar görmesine neden olan
terör niteliği taşıyan tüm eylemler gayri meşrudur.
Mevcut saldırıların çıkış sebeplerinden birisi de mezhep ve grup
taassubudur. Müslümanların belirli bir gruba, cemaate, meşrebe
kendilerini mensup kabul etmeleri meşru olmakla birlikte bu bağlılık
asabiyeti getiriyorsa, kendi grubunda olmayanlar düşman kabul
edilmeye başlanmış ve onlara karşı mücadele kararı verilmişse
meşruiyetini kaybedecektir. İslam’ı insanlığa ulaştırmanın en etkili yolu
45
Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, IV, 1567-1569; Merginânî, el-Hidâye, II, 139; Meydânî, elLübâb fi şerhi’l-Kitâb, IV, 123; İbn Ferhun, Tebsiratü’l-hükkâm, Beyrut, t.y., II, 142; İbn
Hazm, el-Muhallâ, VII, 349.
209
insanların gözünde örnek alınan bir kimlik ortaya koymaktır. Elinde
bıçak veya silahla masum insanların canına kasteden bir görüntü
Müslüman kimliğine verilebilecek en açık zarardır. Böyle bir imaj ile
gayrimüslimlere ulaşmak ve onlara İslam’ı tebliğ etmek mümkün
olmayacaktır.
İslam dünyasındaki saldırılardan kazançlı çıkan kimdir sorusuna
vereceğimiz cevap da bu eylemlerin meşru olmadığı sonucuna bizi
ulaştıracaktır. Çünkü gizli ve açık sömürgecilik faaliyetleri içinde olan
tüm toplumlar mevcut şiddet hareketleri ile istedikleri hedeflere
ulaşmakta, Müslümanlar istikrarsızlık içinde boğuşurken yeraltı ve
yerüstü zenginliklerini çeşitli anlaşmalar yaparak sömürme imkânı
bulmaktadırlar. Sonuçta kaybeden İslam dünyası olmaktadır.
Bu çalışmada ortaya konulan bu deliller ışığında üzerine ısrarla vurgu
yapılarak açıklanan netice şudur ki, günümüzde İslam dünyasında sıkça
şahit olunan bu kural ve kanun tanımayan şiddet ve saldırı hareketleri
meşru değildir. Meşru olmayan bu faaliyetleri yapanlar ve
destekleyenler cezaya müstahaktır.
Kaynakça
Ali Haydar Efendi (v. 1936),
Dürerü’l-hukkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm,
(Osmanlıcadan çeviren: Raşit Gündoğdu- Osman Erdem), Osmanlı
Yayınevi, İstanbul, t.y.,
Bardakoğlu, Ali, Religion and Society New Perspectives from Turkey, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.
Başeren, Sertaç, “Terörizm: Kavramsal Bir Değerlendirme”, Terörizm
İncelemeleri, Asam Yayınları, Ankara 2000.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail (v. 256/870), Sahîhu'l-Buhârî, Daru
İbn Kesir, Beyrut 1987.
Çapcıoğlu, İhsan, “Terör Tipolejileri Üzerine Bir Literatür Taraması”, Dinî
Araştırmalar, cilt: 7, sayı: 20, s. 387-414.
Ceran, İsmail, “Modern Dünyada İslam”, The Journal of Academic Social Science
Studies, volume: 1, ıssue: 8, p. 143-164, October 2013.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (v. 255/868), Sünen-i Dârimî
(trc. ve thk. Abdullah Aydınlı), Madve Yayınları, İstanbul 1996.
Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul 2003.
Erdem, Mustafa, “Din ve Terör Üzerine”, Dinî Araştırmalar, cilt: 7, sayı: 20, s. 912.
Heyet, el-Fetâva’l-Hindiyye (haz. Şeyh Nizam Burhanpurlu v.dğr.), I-VI, Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabiyye, Beyrut 1980.
Grotius, Hugo (v. 1645), Savaş ve Barış Hukuku -Seçmeler- (trc. Seha L. Meray),
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1967.
210
Gündüz, Şinasi, “Din ve Şiddet”, Dinin Dünya Barışına Katkısı, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, s.149-156, Ankara 2006.
Hamidullah, Muhammed, Resûlullah Muhammed, İrfan Yayınevi, İstanbul 1992.
İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ali b. Muhammed (v. 630/1233), el-Kâmil fi’t-târîh, Daru
Beyrut, Beyrut 1982.
İbn Ferhun, Ebü’l-Vefâ Burhâneddin İbrahim b. Ali (v. 799/1396), Tebsıratü’lhükkâm fi usûli’l-akdiye ve menâhici’l-ahkâm, I-II, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut 1883.
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali ez-Zâhirî (v. 456/1064), el-Muhallâ, Darü’tTürâs, Kahire t.y.
İbn Kudâme, Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed (v. 620/1223), el-Muğnî, I-XV,
Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, Kahire 1992.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (v. 273), Sünen, Dâru’l- Fikir, Beyrut,
t.y.
Karaosmanoğlu, Ali L., İç Çatışmaların Çözümü ve Uluslararası Örgütler, Boğaziçi
Üniversitesi, İstanbul 1981.
Keneş, Bülent, Batı Medyasında İslâm İmajı, İz Yayıncılık, İstanbul 1998.
Köse, Saffet, “Cihad Şiddete Referans Olabilir mi?”, İslâm Hukuku Araştırmaları
Dergisi, sy. 9, Konya 2007.
Mâlik, Iftikhar H., “Islamic Discourse on Jihad War and Violence”, Journal of
South Asian and Middle Eastern Studies, XXI, 47-78, No: 4, Summer 1998.
Merginânî, Ebü’l-Hasan Burhanuddin Ali b. Ebû Bekr (v. 593/1197), el-Hidâye
şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, I-IV, Eda Neşriyat, İstanbul 1991.
Meydânî, Abdülganî b. Tâlib (v. 1298/1881), el-Lübâb fi şerhi’l-Kitâb, Dersaadet
Kitabevi, İstanbul t.y.
Musa, Muhammed, Devletlerarası İlişkiler ve Dünya Düzeni (trc. M. Hanifi
Yağmur), Ta-Ha Yayıncılık, Ankara 1997.
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî en-Nisâburî (v. 261/875),
Sahihu Müslim, Dâru’l-Cîl, Beyrut t.y.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/915), Sünen’ün-Nesâî (trc. A.
Muhtar Büyükçınar v.dğr.), Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981.
Olgun, Hakan, Protestan Teolojide Şiddet Güdüleri ve İslam Terörü Algısı”,
Dinî Araştırmalar, cilt: 7, sayı: 20, s. 101-119.
Onat, Hasan, “Küresel Şiddet ve Terör: İnsan Olma Onuruna Vurulan Darbe”,
Dinî Araştırmalar, cilt: 7, sayı: 20, s. 19-30, Ankara 2004.
Örgün, Faruk, Küresel Terör, Okumuş Adam Yayınları, İstanbul 2001.
Özdemir, Ahmet, Hadislerin Rehberliğinde Kardeşlik Hukuku, Murat Kitabevi,
Ankara 2014.
_________, İslâm Devletler Hukukunda Uluslararası Kamu Düzeninin Savaş Yoluyla
Sağlanması, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2008.
Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı Dârulislam Dârulharb, İklim
Yayınları, İstanbul 1991.
Sahnûn, Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî (v. 240), el- Müdevvenetü’l-kübrâ, Kahire
1323.
211
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl (v. 483/1090), el-Mebsût,
Darü’l-Ma’rife, Beyrut 1989.
________, Şerhu’s- Siyeri’l-kebir, Câmiatü’d-Düveli’l-Arabiyye, Kahire 1971.
Smıth, Herbert Arthur, Devletler Hukuku Değişme Yolunda (trc. Rabi KoralOrhan Nasuhioğlu), İ.Ü. Devletler Hukuku Türk Enstitüsü Yayınları,
İstanbul 1947.
Soymen, Mehmet, Concise Islamic Catechism, (trc. Ekmeleddin İhsanoğlu),
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr (v. 310/923), Tarihu’t-Taberî Tarihu’lümem ve’l-mülûk, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1987.
Tacar, Pulat, Terör ve Demokrasi, Bilgi Yayınevi, Ankara 1999.
Yayla, Yıldızhan, “Kamu”, Meydan Larousse, VI, 835, Meydan Yayınları, İstanbul
1969.
Zuhaylî, Vehbe, Âsârü’l-harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Darü’l-Fikr, Dımaşk 1992.
212
İSLÂM DÜNYASINDAKİ ÇATIŞMA VE KUTUPLAŞMA
SEBEPLERİ VE FIKHÎ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
GİRİŞ
Uluslararası politikayı ve dünya sistemini en çok etkileyen unsurların
başında çatışma olgusu gelmektedir. Uluslararası ilişkilerde çatışma
kavramı, değer, statü, güç ve kaynaklar üzerinde hak iddia etmek ve ele
geçirmek için rakiplerini etkisiz hale getirme veya ortadan kaldırma
mücadelesi olarak tanımlanmaktadır.1
Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin kardeş olduğu,2 aralarında dostluk
bağının olması gerektiği,3 bütün mü’minlerin birbirlerinin velileri
olduğu,4 yardımlaşmanın ve birbirlerine karşı merhametli olmanın
inananların bir şiârı olduğu5 bildirilerek ilişkilerde olması gereken temel
ölçüler sunulmuştur. Bu ilkelerin var olmasına rağmen, günümüzde
İslâm ülkelerinin dünyada kaos ve çatışmaların en çok yaşandığı
bölgeler olduğu aşikardır. Sömürge devrimleri sonrası ulus-devlet
sisteminin yaygınlaşmasının uluslararası sisteme damgasını vurduğu
dönemde İslâm Dünyası, iç işbirliği ve koordinasyondan yoksun,
çatışmakta olan bireysel ulus-devletler demeti olarak tezahür etmiştir.6
Dünyanın neresinde olursa olsun çatışma ortamının devam etmesi, o
bölgede yaşayanların aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Kaos ve fitne
ortamının, masum canların yitirilmesine, malların telef olmasına, yaşam
kalitesinin düşmesine, müreffeh bir geleceğe adım atılamamasına ve
hakların zayi olup zulmün baskın olmasına sebep olduğunu
düşündüğümüzde, İslâm dünyasında yaşanılan bu problemin
çözümüne yönelik çalışmaların önemi daha iyi anlaşılacaktır.
İslâm ülkelerindeki mevcut problemlerin sebeplerini tespit edip
engellerin kaldırılması için öneriler sunmak ve bu sayede İslâm
dünyasında birlik ve berberlik ortamının sağlanabilmesine katkı
Bu tebliğ daha önce Günümüz İslâm Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları
Uluslararası Sempozyumunda (İstanbul, 10-12 Ekim 2016) sunulmuş ve Sempozyum
Bildiriler Kitabında (s. 135-151) yayınlanmıştır.
1 Kemal İnat, vdğr, Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Ankara, 2004, s. 10.
2 Hucurât sûresi, 49/10.
3 Âl-i İmrân sûresi, 3/28, 118.
4 Tevbe sûresi, 9/71.
5 Şûrâ sûresi, 42/39; Fetih sûresi, 48/29.
6 Ahmet Davutoğlu, “İslâm Dünyasının Siyasî Dönüşümü: Dönemlendirme ve
Projeksiyon”, Divan, 2002, c. VII, sayı: 12, s. 37.
213
sağlamak, hem bölgesel, hem de uluslararası düzeyde olumlu sonuçlar
doğuracaktır.
İSLÂM DÜNYASINDAKİ AYRILIK VE KUTUPLAŞMALARIN
BAŞLICA SEBEPLERİ
Günümüzde dünyada büyük buhranların ve çatışma ortamlarının
Müslümanların yaşadıkları ülkelerde yoğunlaştığı aşikârdır.7 Bu
durumun iç ve dış kaynaklı sebepleri bulunmaktadır. Milyarlarca
insanın yaşadığı İslâm coğrafyasında huzur ve güvenin temin
edilebilmesi için öncelikli olarak mevcut problemlerin çıkış sebeplerinin
tespit edilmesi gerekmektedir.
Hilafet kavramının amacından saptırılarak kullanılması, sadece kendi
çıkarını esas alan uluslararası güçlerin faaliyetleri, umumun menfaati
yerine kendisine yakın olan zümrenin faydasını gözeten idareciler, grup
ve mezhep taassubu, asabiyete dayanan kavmiyetçilik, gelişigüzel
kullanılan tekfir söylemleri, dinî duyarlılıktan uzaklaşma, birlikberaberlik içinde olmanın önemini kavrayamama ve problemleri
çözüme kavuşturan bir yapılanmanın olmaması İslâm dünyasındaki
ayrışmaların temel sebepleri olarak dikkat çekmektedir.
Hilafet Kavramının Meşruiyet Kaynağı Olarak Kullanılması
Hilafetin ilga edildiğinin ilan edilmesinden bu yana8 çeşitli örgüt
liderlerinin kendilerini halife olarak tanımlayıp herkesi beyat yapmaya
çağırdığı görülmektedir. Hilafet kavramını, Hz. Peygamber’in devlet
başkanlığı sıfatının kendisinden sonra üstlenilmesi olarak
anladığımızda9 herhangi bir dinî grup veya cemaatin hilafet iddiasının,
gerçeklikten son derece uzak ve temelsiz bir durumu yansıttığı ortaya
çıkacaktır. Gerçek bu olmakla birlikte Ortadoğu’daki bazı gruplar hilafet
kavramını, sırf kendilerine taraftar bulabilmek için kullanmaktadırlar.
Dayandıkları iki tez vardır. Birincisi, dünyada Müslümanların tabî
Günümüzde İslâm dünyasında yaşanılanlar ve Müslümanların durumu için bkz.
Ahmet Varol, Bilinmeyen İslâm Dünyasından Kesitler, I-III, Seha Neşriyat, İstanbul 1992.
8 Hilafet kavramı çerçevesinde son yüzyılda yaşanan tartışmalar için bkz. Mustafa Sabri
Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Planı, İnsan Yayınları, İstanbul 2014; Ramazan Yıldırım,
20. yüzyıl İslâm Dünyasında Hilafet Tartışmaları, Anka Yayınları, İstanbul 2004; Hasan
Gümüşoğlu, İslâm’da İmamet ve Hilafet, Kayıhan Yayınevi, İstanbul 1999, s. 316-339.
9 Mustafa Sabri Efendi hilafeti, herhangi bir hükümetin İslâm şeriatını uygulamak üzere
Resûlullah’ın hükûmetine niyabet (vekâlet) etmesidir diye tanımlamakta ve hilafetin
hükûmet ve niyabet olmak üzere iki rüknü vardır demektedir. Buradan hareketle
Ankara hükûmetini niyabetsiz bir hükûmet, Abcülmecid’i ise hükûmetsiz bir niyabet
olarak tanımlayıp her iki tarafın hilafetinin de bâtıl (geçersiz) olduğunu
savunmaktadır. Bkz. Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Planı, s. 107.
7
214
olacakları tek bir merkez olmasının gerektiği; ikincisi ise, kendilerinin
bu gücü temsil ettikleri iddiasıdır.
Bu yaklaşımlara şu şekilde cevap vermek mümkündür. Kur’ân ve
hadisler incelendiğinde dünyada birden fazla İslâm devletinin varlığını
meneden naslar bulunmamaktadır. Müslümanların başında bir halife
görevine devam ederken, başkasının ortaya çıkması durumunda
ikincisine itaat edilmemesini isteyen hadis10 devletlerarası ilişkilerle
ilgili değildir. Bu hadiste, bir devletin içinde iktidar mücadelesi
yaşanılması durumunda takınılması gereken tutum izah edilmektedir.
Arzu edilen durum Müslümanlar arasında bölünme ve kargaşanın
olmayıp, dostluk ve kardeşlik boyutunda ilişkilerin yürütülmesidir. Bu
sağlanabiliyorsa Müslümanların farklı devlet çatısı altında
bulunmalarının bir mahzuru yoktur. Dünyada tek bir İslâm devletinin
meşrû olacağını savunmak, mevcut İslâm devletleri arasında kaçınılmaz
olarak meşrûiyet davası başlatacak, her biri kendisini meşrû, diğerlerini
gayri meşrû ilan edecektir. Bu durum Müslümanlar arasında büyük
fitnelere ve düşmanlığa yol açacağı gibi uluslararası kamu düzenini de
olumsuz yönde etkileyecektir.
Dünyada Müslümanların tamamının siyasî olarak bağlı olmaları
gereken bir merkezin bulunma mecburiyeti yoktur. Önemli olan
karşılıklı işbirliği ve dayanışmanın sağlanabilmesi, tüm inananların
ümmet şuuru içinde hareket etmelerinin sağlanmasıdır. Bunun temini
için geçmişte olduğu gibi “hilafet merkezi” şeklinde bir yapılanma,
siyasî bakımından bu kadar ayrışmış olan İslâm coğrafyası için
günümüzde mümkün gözükmemektedir. O zaman yapılması gereken;
Avrupa Birliği, Bağımsız Devletler Topluluğu, Güvenlik ve istikrar
paktları gibi11 dünyada değişik örnekleri bulunan birlikteliklere benzer
İslâm devletlerini birleştiren bir birlik kurmaktır. Bu yapı içindeki her
devletin kendine ait toprağı, bayrağı, hükümranlık hakkı, iç ve dış
politikalarını istediği gibi belirleme hakkı olmakla birlikte bu devletlerin
temel sorumluluğu; birlik ülkelerinin aleyhine sonuç doğuracak
eylemlerden kaçınmak, her zeminde karşılıklı işbirliğine öncelik vermek
ve devletin menfaati ile birliğin menfaati çatıştığında birliğin menfaatine
göre hareket etmektir.
Böyle bir yapılanmaya gidilmesinin önünde içerden ve dışardan
kaynaklanan birçok engelin olduğu bir gerçektir. Ancak bu düşüncenin
10
11
Müslim, İmâre, 61 (1852).
Kapsam, görev ve nitelikleri hakkında bkz. Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve
Strateji, Derin Yayınları, İstanbul 2003, s. 231-277.
215
seslendirilmesinin; ideal olanı gösterme, zihinleri buna hazırlama,
Müslüman ülkelerdeki kamuoyunu harekete geçirme bakımından
önemli olduğu söylenebilir. Burada kastedilen, müstakil karar alma
mekanizması ve iradesi olan, yaptırım gücü bulunan ve gerçek manada
ittifakı temin eden bir birlikteliktir. İslâm devletleri arasındaki en
kapsamlı örgütlenme olan İslâm İşbirliği Teşkilatı, faydalı hizmetler
üretmekle birlikte zikredilen nitelikleri taşımadığından ümmetin
birlikteliğini sağlama hedefine ulaştırmamaktadır.
Hilafet kavramını kendilerine meşruiyet kazandırmak için suiistimal
eden örgüt liderlerinin hilafet iddiasına şu cevabı vermek mümkündür:
Hilafet, bir örgütün sahip olabileceği gücün çok üstünde bir iktidarı
gerektirmektedir. Hilafet kavramının ilk defa Hz. Peygamber’in devlet
başkanlığı sıfatını üstlendiği için Hz. Ebu Bekir için kullanıldığını göz
önüne aldığımızda devlet yapılanmasına sahip olmayan bir grubun
hilafet iddiasının herhangi bir geçerliliği olmayacaktır. Dünyadaki
Müslümanların kahir ekseriyetinin benimsemediği, tüm Müslümanları
koruyup-kollayabilme gücünden mahrum bir kişinin hilafet iddiası
hiçbir itibarı olmayan, gerçeklikten uzak sadece bir iddiadan ibarettir.
Uluslararası Güçlerin Olumsuz Etkileri
Mevcut kurulu düzenler, güç sahiplerinin istek ve iradelerine göre
şekillendiği için yeni bir güç merkezinin oluşması asla istenilmez ve
imkânlar ölçüsünde bunun önüne geçmek için tedbirler alınır. Tarihin
her döneminde böyle olmuş ve olmaya da devam edecektir. Oyunu
kuranlar adaletli olmadıkça oyun süresince haksızlık ve zulüm
kaçınılmaz olacaktır. Bu tavra karşı koyabilmek için başvurulabilecek en
güçlü silah servet ve gücün belirli zümrelerin elinde dolaşmasını
engelleyip, adalet duygusunu toplumların vicdanlarına yerleştirmektir.
İslâm Dünyasının jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik önemi, Soğuk
Savaş sonrası dönemde bölgesel ve uluslararası çatışmaların İslâm
Dünyası üzerinde yoğunlaşmasının temel sebebidir.12 Bu konumu
sebebiyle İslâm ülkelerindeki gelişmelere batılı devlet ve şirketlerin asla
kayıtsız kalmadıkları ve ileride de kalamayacakları tartışmasız bir
gerçektir.
Üçüncü dünya ülkelerinin siyasî bağımsızlıklarını kazanmalarından
sonra Batılı devletlerin bu ülkelerde etkilerini devam ettirme gayretleri
bu bölgelerde çözülemeyen problemlerin tohumlarının atılmasında
12
Davutoğlu, “İslâm Dünyasının Siyasî Dönüşümü: Dönemlendirme ve Projeksiyon”,
Divan, 2002, c. VII, sayı:12, s. 41.
216
temel faktör olmuştur.13 Emperyalist güçlerin entrikaları ve kışkırtmaları
ile İslâm dünyasında yaşanan ihtilaflara bir göz atmak durumun
vahametini anlatmaya yetecektir. Türkiye’de yıllardır süren PKK terör
eylemleri, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir ihtilafı, Filistin
problemi, İran-Irak savaşı, Körfez savaşı, Yemen-Suud çatışması, FasCezayir-Moritanya devletleri arasındaki Batı Sahra problemi,
Sudan’daki Darfour meselesi, Nijerya-Biafra meselesi, Afganistan’ın
İşgali, Irak’ın işgali14 bu kapsamda sayabileceğimiz çatışmalardan
sadece bir kaçıdır.
İstatistikler göstermektedir ki, İslâm ülkeleri yer altı ve yer üstü
zenginliklerin bol olduğu bölgelerde olmalarına rağmen millî gelir
seviyeleri dünya ortalamasının çok altında olup, yüksek oranda dış borç
batağındadır. Gelişmiş ülkelerin ihtiyaç duyduğu hammadde ve enerji
ihtiyacının büyük kısmının İslâm ülkelerinin topraklarında bulunması
avantaj olması gerekirken, dışa bağımlılık ve az gelişmişlik neticesinde
dezavantaja sebep olmaktadır. İslâm yurtları, uluslararası güçlerin
hâkimiyet mücadelesi sürdürdükleri mekânlar olmaya devam
etmektedir.
Kendi içinde uyumu, birlik-beraberliği sağlamış ve ekonomik
bağımsızlığa kavuşmuş toplumlar dış etkiye ve yönlendirmeye kapalı
olacaktır. Bunun bilincinde olan küresel güçler ellerindeki tüm
imkânları seferber ederek İslâm dünyasında fitne ve kaos ortamının
devamı için çalışmaktadırlar. O halde yapılması gereken, oynanan
oyunun farkında olup, figüranlıktan çıkmak ve millî bünye dışındaki
tüm aktörlere karşı dikkatli olmaktır. Müslüman fert ve grupların bu
büyük tuzağa düşmemesi için insanları hikmetle doğruya çağırmak,
uyarıcı ve bilinçlendirici çalışmalar yapmak Müslüman aydınlarının ve
kanaat önderlerinin başlıca görevleri arasında yer almalıdır.
Sahip oldukları zenginlik ve kuvveti başkalarına bırakmak istemeyen
güçlü devletler, mülteci krizi diye isimlendirdikleri göç hareketi
sonucunda, üstü kapalı olarak yürüttükleri sömürgecilik faaliyetlerinin
ve sadece kendi çıkarını düşünen politikaların eninde sonunda
kendilerine zarar vereceğini fark etmeye başlamaları dünyanın geleceği
için çok isabetli olacaktır. Bu sayede adalete dayalı yeni bir dünya
kurmanın ilk adımları atılabilecektir.
13
14
Kemal İnat, vdğr, Dünya Çatışma Bölgeleri, s. 11.
Servet Armağan, Bugünkü İslâm Dünyası, Çağrı Yayınları, İstanbul 2007, s. 51-61.
217
Büyük İdealler Yerine Küçük Çıkar Hesaplarının Tercih Edilmesi
Ortadoğu’da sömürge dönemi sonrasında kurulan devletlerin küçük
çıkar hesaplarının büyük ideallerin önüne geçmesi Müslüman
coğrafyasındaki ayrılıkların temel nedenlerinden birisidir.15 Ümmetin
birlikte hareket etmesinin sağlanması gibi büyük ideallerden uzak
devlet başkanları ve yönetimler, kendi iktidarının menfaatini her şeyin
üzerinde görerek hareket etmektedirler. Her ramazan ayında ve kurban
bayramında şahit olduğumuz tartışmalara son vermek üzere rü’yet-i
hilal konusunda farklı zaman tespitinin önüne geçip birliği sağlamaya
yönelik çalışmaların bir türlü sonuç vermemesinin altında bile
devletlerin küçük hesaplarının olduğu görülmektedir.16
Bu anlayışın bir sonucu olarak yaşadığımız yüzyılda İslâm dünyasının
evrensel sorunları, sürekli millî çıkar kaygıları ve sınırlarıyla
değerlendirilmekte,
ortak
çözümlere
ulaşma
iradesi
gösterilmemektedir.17
Hz. Peygamber’in (s.a.) mü’minleri bir vücudu oluşturan parçalar olarak
tanımlayıp, bir uzuvdaki hastalık nasıl tüm vücudu etkiliyorsa
mü’minlerden bir grubunun başına gelenler tüm inananları olumsuz
yönde etkilemelidir18 uyarısına rağmen; herhangi bir İslâm devletindeki
probleme, diğer İslâm ülkeleri kayıtsız kalabildiği gibi zaman zaman sırf
kendi çıkarını temin edebilmek için zalimin yanında saf tutabilmektedir.
Doğu Türkistan Türklerinin yaşadıkları, Gazze ambargosu, Türkiye’nin
Kıbrıs sorununda yalnız kalması, fakirlik ve perişanlığın diz boyu
olduğu Afrika ülkelerinin yaşadıklarına kayıtsız kalma bu konuda
verebileceğimiz örneklerdir.
Bu olumsuz durumun ortaya çıkmasında temel etkenlerden birisi İslâm
devletlerinin yönetim sistemlerinin fıkıh ilminde çerçevesi çizilen genel
ilkelerden oldukça uzak olmalarıdır.19 Genellikle belirli şahıs veya
zümrelerin baskıcı tutumu hâkim olan, fıkıhta tanımlanan devlet
Bkz. Fred Halliday, İslâm ve Çatışma Miti (trc. Umut Özkırımlı-Gülberk Koç), İstanbul
1998, s. 45, 127; Hasan Aksay, “İslâm Dünyasının Birliği”, Dış Politika, İstanbul 1988,
sayı: 2, s. 22-25.
16 Bkz. Tayyar Altıkulaç, Zorlukları Aşarken, Ufuk Yayınları, İstanbul 2011, I, 348-369.
17 İhsan Işık, Uluslararası Sorunlar, Girişim Yayınları, İstanbul 1987, s. 79.
18Resûlullah (s.a.) buyurmuştur: “Müslümanlar tek bir şahıs gibidir. Onun gözü
hastalandığında bütün vücudu bu hastalıktan etkilenir. Başı ağrısa tüm vücudu bu
acıyı duyar.” Müslim, Birr ve’s-sıla, 6750.
19 İslâm devletler hukukundaki devlet başkanında bulunması gereken vasıflar ve yerine
getirmesi gereken sorumluluklar için bkz. Muhammed b. Hüseyin Ebû Ya’la el-Ferra,
el-Ahkâmü’s-sultaniyye, thk. Muhammed Hâmid el-Fıki, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Kahire 1938.
15
218
başkanı olma vasfından uzak, meşvereti ve genel kamu vicdanını esas
almayan bu devlet yapılanmaları, iktidar erkini elde tutabilmek için
diğer İslâm ülkelerine zarar veren tutumlardan geri kalmamaktadırlar.
Bu problemin çözümü ya mevcut iktidarlara “ümmet” bilinci
kazandırmakla ya da bu bilince sahip olan yöneticileri başa geçirmekle
mümkün olabilecektir. Her iki yolun da aşılması zor engeller taşıdığı
ortadadır. Hiçbir hareket etmeden durmakta olan bir adım öteye
gidemezken, küçük adımlarla da olsa sürekli ileriye yönelik hareket
halinde olan dağları, yolları aşmaktadır. O halde yapılması gereken,
Müslüman mütefekkir ve ilim adamlarının elde edilen her fırsatı
değerlendirerek, hak sözün daha güçlü çıkması için çalışmasıdır.
Toplumun her kesimine yönelik olarak sürekli olarak bilinçlendirme ve
büyük ülküler kazandırma çabaları eninde sonunda olumlu neticeler
verecektir.
Asabiyete Dayanan Kavmiyetçilik
Milliyetçilik, kavmiyetçilik bir ideoloji olarak dünyada son üç asırda
etkin olan, çağa ve bölgeye göre20 değişim ve dönüşüm göstermiş bir
fikir akımıdır.21 Osmanlı devletinin son döneminde aydınlar ve ilim
adamları ırkçılık-milliyetçilik konusunu gündemlerine almış lehine ve
aleyhine birçok görüş beyan edilmiştir.22 Günümüzde İslâm
coğrafyasının kavim bağından daha alt kimliklere ayrıştığı; Arap
dünyasının kendi içinde, Türk dünyasının da kendi içinde birçok
devletlere bölünmüş olduğu bir gerçeklik olarak karşımızda
durmaktadır.
Müslümanlar farklı milletlere mensup olup, farklı devletlere sahip
olsalar da Ümmet-i Muhammed kavramına dâhil oldukları için
birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. İslâm toplumunda yerleşmiş
bulunan Ümmet-i Muhammed kavramı Peygamber olarak
Hz.Muhammed’e (s.a.) inanıp, onun getirdiği esasları kabul eden
mü’minler topluluğunu ifade etmektedir.23 İslâm ümmetine mensup
olma şuuru ile farklı millî kültürlere ve millî devletlere mensubiyet bir
İslâm dünyasındaki milliyetçi fikirler ve neticeleri için bkz. Mustafa Tahhan, Teori ve
Pratikte Milliyetçilik, trc. Ahmet Ağırakça, Risale Yayınları, İstanbul 1994, s. 71-278.
21 Eric J Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik: 1780’den Günümüze Program, Mit, Gerçeklik,
trc. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993, s. 64-224.
22 Babanzâde Ahmed Naim, Mehmed Akif Ersoy, Çerkeşşehi-zâde Halil Halid Bey, Said
Halim Paşa, Said Nursî’nin ırkçılık-milliyetçilik hakkındaki görüşleri için Bkz. M.
Ertuğrul Düzdağ, Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık Meselesi, Kaynak Yayınları, İstanbul
2006.
23 İbn Kuteybe, Te’vilü müşkili’l-Kur’an, Darü’t-Türas, Kahire 1973, s. 446.
20
219
arada düşünülmelidir. Birini diğerine tercih etmeye gerek yoktur.24
Önemli olan husus, milliyet bağının bağnazlıkla birleşip ümmet olma
bilincine zarar veren bir nitelik kazanmamasıdır.
Milliyet bağı ölçülü ve yerinde kullanıldığında hayırda yarışma
niteliğinde olacağından dolayı insanlık için büyük yararlar
sağlayacaktır. Müslümanların bir millete mensup olması, kendi milletini
sevip, onun için çalışması takdirle karşılanması gereken bir durumdur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): “Sizin en hayırlınız, sınırı aşıp günaha
girmemek şartıyla aşiretini (milletini) müdafaa edenlerinizdir”.25
buyurmuştur. Ancak bu konuda asabiyet (ırkçılık) boyutuna varan bir
tutum takınmak, kendi milletinin zulüm ve haksızlıklarına destek
vermek, din kardeşliğine zarar verici hareketlerde bulunmak dinin hoş
görmeyeceği davranışlardır.26
Dünyadaki çatışmaların yaklaşık yüzde 70’i milliyetçi ve etnik temelli
sorunlardan kaynaklandığı tespiti27 göz önüne alındığında asabiyete
dayanan kavmiyetçilik anlayışının dünyada yol açabileceği zarar daha
net ortaya çıkmaktadır. İslâm dünyası da taassuba dayalı olan
kavmiyetçilik
anlayışından
doğan
problemlerden
fazlasıyla
etkilenmektedir. Bu anlayış bazen bilfiil çatışmanın sebebi olurken,
bazen de kendi ırkından olmayanı ötekileştirip düşman olarak
benimsemeye yol açmaktadır.
Bu problemin çözümü Hucurât suresi 13. ayetinde yer almaktadır: “Ey
İnsanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi
milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz,
Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.
Allah bilendir, haberdardır.” Buna göre insanların milletlere ve
kabilelere ayrılması, ayrışmanın değil kaynaşmanın vesilesi olmalıdır.
Üstünlük ölçütü bir soydan gelme ile değil, insanların yapıp ettikleri
iledir. Hz. Peygamber (s.a.) asabiyet davası peşinde koşmayı ve bu
uğurda mücadele etmeyi cahiliye dönemi yanlışı olarak niteleyip
yasaklamıştır.28 Ayrıca “Ameli kendisini yavaşlatan kişiyi mensup
olduğu nesep (soy) hızlandırmaz.”29 buyurarak üstünlük kıstası olarak
davranışların temel ölçüt olacağını vurgulamıştır.
Mustafa Erkal, Sosyoloji, Der Yayınevi, İstanbul 1995, s. 44.
Ebû Dâvûd, Edeb, 112 (5120).
26 Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 112 (5119).
27 Kemal İnat, vdğr, Dünya Çatışma Bölgeleri, I, 3.
28 Bkz. Buhârî, Menâkib, 11, 30; Ebû Dâvûd, Edeb, 112, 5121; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem, 27,
4098.
29 Müslim, Zikr, 7028.
24
25
220
Dinî Grup ve Mezhep Taassubu
Taassup ve bağnazlık; başkalarının fikirlerine değer vermemeye, kendi
yanlışını görmemeye, akletme ve düşünme yetisini kullanamamaya,
kendisi gibi düşünmeyen herkesi düşman görmeye,30 doğruyu yanlışı
ayırt edebilme vasfının ortadan kalkmasına kısaca insanî erdemlerden
yoksun bir şahsiyetin ortaya çıkmasına yol açan bir ruh halidir.31 İslâm
dünyasındaki çatışmaların sebeplerinden birisi de fıkhî, itikâdî ve siyasî
görüş ayrılıklarının tefrika ve bölünme doğurmasıdır. İnsanların farklı
mezhep ve meşrebe mensup olması, dinin temel ilkelerinde farklılaşma
olmadığı sürece tabiî bir durum olarak algılanması gerekirken taassup
ve bağnazlığın etkisiyle mü’min bir kişi kendisinden farklı bir gruba
mensup olan bir mü’mini en büyük düşmanı olarak görebilmektedir.
Müslüman toplumunun birer uzvu durumunda olması gereken dinî
gruplar, kendilerini bir bütünün parçaları olarak görmek yerine
müstakil bir varlık olarak görmeye başlayarak ayrılıkların doğmasına
sebep olmaktadırlar. İslâm dini hiçbir şahsa veya zümreye miras olarak
kalmamıştır. Bütün Müslümanlar için ortak değerdir.32
İslâm’da, farklı mezheplerin varlığı değil, mezhep taassubu problemlere
yol açmaktadır. Tarih boyunca mezhepler var olmuş ve var olmaya
devam edecektir. Tüm mezhepleri birleştirmeye kalkışmak mümkün
değildir. İslâm mezheplerinin tamamı ilmî bir mirası temsil etmektedir.33
Mezhep imamlarının hayatlarına baktığımızda, kendilerinden
başkalarının ilmî görüşlerine değer verdikleri, kendi hocasının
ictihadına aykırı ictihadlarda bulundukları ve bu durumun tabiî
karşılandığı görülmektedir. Mezheplerin ilk teşekkül ettiği dönemdeki
bu geniş bakış açısı taklit ruhunun hâkim olmaya başladığı dönemlerde
kendinden olmayanı ötekileştirmeye ve mensup olduğu grubu her
durumda haklı gösterme çabalarına dönüşmüştür. Günümüze kadar
devam eden bu anlayış, Müslümanlar arasında problemlerin ortaya
çıkmasına ve tefrikanın yayılmasına sebep olmaya devam etmektedir.
İslâm üst çatısı altında toplanan Müslümanların alt sosyal kimlikler
edinmeleri, kendilerine yakın buldukları kişilerle birliktelik
Yunus Vehbi Yavuz, Siyasal ve Sosyal Boyutlarıyla İslâm, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1992,
s. 308-309.
31 Tassubun yol açtığı zararlar ve taassub ile verilen hükümlere örnekler için bkz.
Abdülcelil Candan, İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Denge Yayınları,
İstanbul 1998, s. 187-201.
32 Yavuz, Siyasal ve Sosyal Boyutlarıyla İslâm, s. 88, 160.
33 Muhammed Ebû Zehre, İslâm Birliği, trc. İbrahim Sarmış, Esra Yayınları, s. 423.
30
221
oluşturmaları doğal kabul edilmesi gereken sosyal bir olgudur. Burada
meşruiyet çizgisini şu şekilde tespit edebiliriz. Bir gruba mensup kişi,
bağnaz bir şekilde sadece kendi grubunu savunup aynı dine mensup
olanları düşman olarak görmeye başladığında İslâm’ın temel
hedeflerine aykırılık doğacağı için meşruiyet sınırı aşılmış olacaktır.34
Zikredilen problemin doğmaması için Müslüman cemaat ve grupların
liderlerine çok iş düşmektedir. Kısır bir düşünce içine girip, ötekileri
eleştirip kendi grubundaki safları sıklaştırma gayretini bir kenara
bırakıp, aynı kıbleye yönelen insanlara “kardeşlik hukuku”
çerçevesinde hareket edilmesini çevrelerindeki insanlara öğretmek
onların sorumluluklarındandır.
Tekfir
Tekfir, Müslüman bir kişi ya da grubu küfre nispet edip onların İslâm
dininden çıktığını ifade etmektir.35 Tekfir, inanç konularına ilişkin
tartışmalarda muhaliflerine gerek bilgi temeli açısından açıdan üstün
gelmek gerekse sosyolojik ve psikolojik açıdan hâkimiyet ve baskı
oluşturmak amacıyla başvurulan araçlardan biridir.36
Bağnazlık ve taassubun doğurduğu en olumsuz neticelerden birisi,
inananların birbirini tekfir etmeleridir. Hz. Peygamber’in mü’min bir
kişiye kâfir demenin vebalini beyan etmesine37 ve İslâm âlimlerinin katî
bir delil olmaksızın Müslümanı tekfir etmeyi çok tehlikeli bir iş ve bağy
olarak nitelemesine38 rağmen bazı örgütlerin bu yola çok kolay
başvurdukları görülmektedir. Bu davranışın başlıca sebepleri;
grupçuluk ve hizipçilik duygularının her şeyden baskın hale gelmesi,
temeli cehalete dayanan kendisi gibi düşünmeyeni ötekileştirme
çabaları ve yönetici konumundaki insanların çevreyi hep düşman
göstererek kendi sosyal grubunu etkin tutabilme gayretleridir. Bu ve
benzeri gerekçelerin tekfire başvurmayı meşru kılamayacağı açıktır.
Ahmet Özdemir, “Günümüzde İslâm Dünyasındaki Şiddet ve Saldırıların Meşruiyet
Sorunu” The Journal of Academic Social Science Studies JASSS, Number: 27, p. 84, Autumn
I 2014.
35 İbrahim b. Salih el-Ayid, et-Tekfir inde cemââti’l-unfi’l-muasıra, Merkezu Nemai li’lBuhus ve’d-Dirasat, Beyrut 2014, s. 14.
36 Recep Ardoğan, “Ehl-i Sünnet Kelamında (Eş’ariyye ve Mâturîdiyye) Tekfirde Sınırlar
-İman-Küfür Sınırlarını Belirlemede Başlıca İlkeler-“, İslâm Hukuku Araştırmaları
Dergisi, 2015, sayı: 25, s. 315.
37 Buharî, Edeb, 44, 5700.
38Nu’mân Abdürrezzak es-Sâmerrâî, et-Tekfîr fi’l-Kur’an ve’s-sünne kadîmen ve hadisen,
Merkezü’l-Melik Faysal li’l-Buhus ve’d-Dirasati’l-İslâmiyye, Riyad 1428, s. 102-105;
Ayid, et-Tekfir inde cemââti’l-unfi’l-muasıra, s. 18-20.
34
222
Tekfiri bir metot olarak benimseyen örgütler, evli bir kadının kendilerine
katılması durumunda önceki nikâhı batıl kabul ettikleri için onunla
yeniden nikâh akdi yapabilmekte, kendilerinden olmayan
Müslümanların camilerini “Mescid-i Dırar” olarak niteleyip orada
ibadeti caiz görmemekte, kendilerine katılıp sonra ayrılanlara mürted
hükmü uygulamaktadırlar.39 Bu uygulamaların Müslümanlar arasında
onulmaz yaralar açacağı ortadadır.
Tekfir silahının belki de en büyük tehlikesi, masum insanların kanının
dökülmesine yol açmasıdır. İslâm hukuku, belirli şartların
gerçekleşmesi durumunda Müslüman olmayanlarla savaşı meşru kabul
etmekle birlikte, Müslümanların birbiri ile savaşmasını -kendisini
savunma durumunda kalan hariç- hiçbir şartta40 meşru görmemektedir.
Terör ve şiddeti bir metot olarak benimseyen örgütler kendilerinden
başka tüm Müslümanları kâfir ilan ederek, dünyanın herhangi bir
yerinde eylem yapabilme haklarını kendilerinde görmektedirler. Bu
sebeple Türkiye’de patlattıkları bir bomba ile, o esnada camiye ibadet
etmeye giden bir Müslümanın ölmesi onların nazarında ve
vicdanlarında bir sorumluluk doğurmamaktadır.
Kendisi gibi düşünmeyeni tekfir etme günümüzde ortaya çıkan bir
durum değildir. Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra
başlayan siyasî görüş ayrıklarından bu yana, tekfiri bir silah olarak
kullanan gruplar hep var olmuştur. Bu anlayış geçmişte olduğu gibi
günümüzde de masum kanların dökülmesine yol açmaya devam
etmektedir. Bu konuda yapılması gereken tekfirin, Müslümanın inanç
dünyasında yol açacağı tahribatın müdellel olarak ve ikna edici bir
üslupla anlatılmasıdır.
Tekfirin yerli yersiz kullanılmasını önlemek üzere âlimler ilkeler
benimsemişlerdir.41 Bu kapsamda olmak üzere; icmâlî imanın geçerli
olduğu, te’vile dayalı görüşleri nedeniyle ehl-i kıblenin tekfir
edilemeyeceği, bir kimse küfrü bilinçli olarak benimsemedikçe, onun bir
hâli veya davranışı zahiren küfrü gerektiriyor diye tekfir edilemeyeceği,
zannî delillere dayalı bilgileri reddedenlerin kâfir sayılamayacağı,
Ayid, et-Tekfir inde cemââti’l-unfi’l-muasıra, s. 59-60.
Görüş tashihi (2024): Kendini savunma hali dışında da bir İslam Devletinin diğer İslam Devleti
ile savaş yapabileceği durumlar vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Özdemir “İslam
Devletinin Diğer İslam Devletiyle Savaşmasının Meşru ve Gayri Meşru Olduğu Durumlar”,
Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, cilt:9, sayı: 2, s. 1158-1162, 2020.
41 Bu konuda belirlenen ilkelerin izahı için bkz. Ardoğan, “Ehl-i Sünnet Kelamında
(Eş’ariyye ve Mâturîdiyye) Tekfirde Sınırlar -İman-Küfr Sınırlarını Belirlemede Başlıca
İlkeler-“, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2015, sayı: 25, s. 323-341.
39
40
223
tekfire tekfirle karşılık verilemeyeceği, lüzûm-ü küfrün değil, iltizâm-ı
küfrün küfrü gerektireceği, bir şeyin şer’an yasak oluşu zannî delile
dayalıysa, onu helal görmenin küfür sayılamayacağı genel kabul gören
ilkelerdir. Bu esasların insanlara etkin bir şekilde öğretilmesi,
Müslümanların küfre nispet etme yanlışına düşmemelerini
sağlayacaktır.
Kardeşlik Hukuku İlkelerine Riayet Etmemek
Müslümanların dinî duyarlılıktaki zayıflıkları, İslâm’ın gösterdiği
çizgiden uzak olmaları sonucunu doğurmaktadır. Mü’minlerin kardeş
olduklarını beyan eden ayet-i kerimenin42 ve Hz. Peygamber’in
hayatındaki kardeşlik hukuku ilkelerinin göz ardı edilmesi, en küçük
sosyal yapılardan başlayıp, devletlerarası ilişkilere varıncaya kadar
bölünme ve anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Hz. Peygamber’in öğretilerini ve ilkelerini incelediğimizde43 kardeşlik
hukuku kapsamında; yardımlaşmak, merhametli olmak, zor anlarında
yanında olmak, sıkıntılarını gidermek, yapılan iyiliğin kadrini bilmek,
rıfk ile davranmak, affedici olmak, ziyaret etmek, mü’mini mü’minin
aynası görmek, küsleri barıştırmak, kendisi için istediğini kardeşi için de
istemek, her zaman iyilik yapma gayreti içinde olmak, Allah rızası için
sevmek, şeref ve haysiyete saldırmamak, kusur araştırmamak,
korkutmamak, aldatıcı olmamak, kin beslememek, tecessüs etmemek,
zulmetmemek, ikiyüzlülük yapmamak, ihanet etmemek, haksızlık
etmemek, Müslümana sırt çevirip kin beslememek gelmektedir.
Hadislerdeki ilkeler burada sayılanlarla sınırlı değildir. Ancak sadece
burada zikredilen vasıfların devleti yönetenlerde bulunması
durumunda bile İslâm devletleri arasında tam bir işbirliği ve dayanışma
ortamı sağlanabilecektir.
Çağımızda Müslümanları çepeçevre kuşatan çekişmeler ve nizalar,
bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar, Hz. Peygamber’in kardeşliğin
niteliğine dair yaptığı açıklamaların Müslümanların hayatlarında yeteri
kadar karşılığının olmamasından kaynaklanmaktadır.
Birlik Olma Bilincinin ve İradesinin Olmaması
İslâm dünyasındaki parçalanmışlığa son verebilmek için toplumların
her seviyesinden insanlarda bu duruma son verme bilinci ve iradesi
olmalıdır. Bunun sağlanabilmesi için halkın bilinçlenmesine yönelik
42
43
Hucurât sûresi, 49/10.
Bkz. Ahmet Özdemir, Hadislerin Rehberliğinde Kardeşlik Hukuku, Murat Kitabevi,
Ankara 2014.
224
halk eğitim programları düzenlemek ihmal edilmemesi gereken bir
çalışma olacaktır.
Problemin farkına varmak çözüm yolunda atılan en büyük adımdır.
Birçok İslâm devletinin hükümetlerinin bu gayeye yönelik bir arzu ve
iradesinin olmadığı açıktır. Öncelikli olarak yüzyıllar boyu
Müslümanlar arasına atılmış kin ve düşmanlık duygularını kaldırmak
ve kamuoyunun olumsuz yönlendirilmesinin önüne geçmekle işe
başlamak gerekecektir. Âlimlerin, aydınların ve kamuoyunu
yönlendirme gücünde olanların yazılarında ve konuşmalarında bu
hedefe ulaşmaya yönelik bir eylem planı olmalıdır ki, geniş halk
kitlelerinde Müslümanlar arasında sağlam işbirliği bilinci gelişsin. Bu
konu üzerinde yapılacak çalışmaların, öneri ve tekliflerin önemi
ortadadır.
Muhammed Ebû Zehre (v. 1974), İslâm devletleri arasındaki işbirliğinin
artırılması için şu önerileri yapmaktadır: “İslâm ülkeleri tarih ve
kültürleri ile birbirlerine tanıtılmalıdır. Okullarda ortak bir mirasa sahip
olunduğu vurgulanmalıdır. Bilgi ve tecrübesi ile konusunda uzman olan
insanlardan karşılıklı olarak istifade edilmelidir. İslâm ülkelerinde
araştırma merkezleri kurularak bu yerlerin faal bir şekilde işlerliği
sağlanmalıdır. Ticarî münasebetlerde büyük kolaylıklar sağlayacağı için
gümrük birliği uygulamasına geçilmelidir. İbadetler İslâm birliğini
sağlamada araç olabilir. Hac ibadeti gerekli organizasyon yapılarak
Müslümanların tanışmasına ve fikir alış-verişi yapmasına imkân
sunmalıdır.”44
Ekonomik ve siyasî güç bakımından dışa bağımlı olan İslâm
devletlerinin politikalarını, kısa ve uzun vadeli hedeflerini belirlerken
özgür iradeleri ile hareket edemedikleri bilinen bir durumdur. O halde
istenildiği kadar İslâm devletleri arasında işbirliği iradesi olsun, yeterli
güce ulaşmadan bunu temin etmek mümkün olmayacaktır. Burada
ayet-i kerimedeki “Siz de düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve süvari atı hazırlayın…”45 emrinin önemi daha iyi
anlaşılmaktadır. Yapılması gereken, bilinen ve bilinmeyen, açığa çıkan
ya da gizli kalan tüm düşmanlara karşı çağın gerektirdiği tüm
hazırlıkları yapmaktır. Bu tedbirleri aldıktan sonra belirli bir program
dâhilinde birlik olma bilincine yönelik etkinlikler ve çalışmalar yapılırsa
faydalı neticelere ulaşmak mümkün olabilecektir.
44
45
Ebû Zehre, İslâm Birliği, s. 363, 427-431.
Enfâl sûresi, 8/60.
225
DEĞERLENDİRME
İslâm devletleri arasında çatışma ve kutuplaşmanın ortadan kaldırılıp
işbirliğinin sağlanabilmesi için öncelikle bu birlikteliğe mâni olan
etkenlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Tebliğde çatışma ve
ayrışma sebepleri olarak belirtilen hususların, önceden farkına varılarak
gerekli tedbirlerin alınması, problemlerin daha doğmadan yok
edilmesini sağlayacaktır.
Devletler arasında bitmek tükenmek bilmeyen kavga ve çatışmaların
çıkmasının sebeplerinden birisi de aralarındaki iletişim kopukluğu ve
birbirini anlayamamalarıdır. Böyle bir olumsuzluğun önüne geçmek için
iletişim çağının imkânlarını seferber ederek sağlıklı bir şekilde bilgi
alışverişi kanalları kurmak,46 yanlış anlaşılmalara dayanan problemlerin
çözümünde ve arabozucuların fitnelerinin önlenmesinde yararlı
olacaktır. Ayrıca ülkeler arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların
büyümeden çözülebilmesi için tarafsız ve güvenilir hakem heyetleri
kurmak da İslâm devletleri arasındaki işbirliği ve dayanışmayı
artıracaktır. Mevcut Uluslararası Îslâmî kuruluş ve teşkilatları etkin ve
faal hale getirmek de ayrı bir önem arz etmektedir.
Aralarında ekonomik, siyasî ve akademik düzlemde sıkı irtibat bulunan
ülkeler, kendi huzur ve refahı için birbirlerine muhtaç olduklarını göz
önüne alarak, zaman zaman aralarında problem çıksa bile en kısa yoldan
çözme gayretine girmektedirler. İslâm dünyasının temel sorunlarından
birisi de burada yatmaktadır. İslâm Devletlerinin birbirleri ile yaptıkları
ticaret hacminin çok düşük olduğu bilinen bir gerçektir. O halde
yapılması gereken ülkeleri birbirine bağımlı hale getirecek ölçüde
ekonomik ve sosyal ilişkileri geliştirmektir. Bu sağlanabilirse,
çıkabilecek muhtemel problemler büyümeden çözülmeye çalışılacaktır.
İslâm devletlerindeki halkları birlik-beraberlik duyarlılığı bakımından
bilinçlendiren, Ortadoğu üzerinde oynanan büyük oyunun farkında
olan, ilmi ve şahsiyeti ile çevresine güven veren ilim ve fikir adamlarının
yetiştirilmesi belki de yapılabilecek en yararlı faaliyet olacaktır. Bu
insanlar, akademik düzeyde karşılıklı işbirliği içinde olarak hep birden
güçlü bir şekilde yanlışa yanlış dediğinde, dinî metinleri kendi çıkarları
doğrultusunda yorumlama gayretine girenler halk üzerinde itibar
kazanamayacaktır.
Çağımızda Müslümanların dünyanın yaklaşık dörtte birlik nüfusunu
oluşturduğunu ve İslâm coğrafyasının dünyada büyük bir alanı
46
Sabahaddin Zaim, Türk ve İslâm Dünyasının Yeniden Yapılanması, İzmir 1997, s. 121.
226
kuşattığını düşündüğümüzde, İslâm devletlerindeki çatışma ve kargaşa
ortamının ortadan kaldırılıp huzur ve güvenliğin hâkim olması, sadece
bölgesel bir fayda sağlamakla kalmayacak, dünya barışı ve uluslararası
kamu düzenin sağlanmasını da temin edecektir.
KAYNAKÇA
Ardoğan, Recep, “Ehl-i Sünnet Kelamında (Eş’ariyye ve Mâturîdiyye) Tekfirde
Sınırlar -İman-Küfr Sınırlarını Belirlemede Başlıca İlkeler“, İslâm Hukuku
Araştırmaları Dergisi, 2015, sayı: 25, s. 315-342.
Aksay, Hasan, “İslâm Dünyasının Birliği”, Dış Politika, İstanbul 1988, sayı: 2,
s.22-25.
Altıkulaç, Tayyar, Zorlukları Aşarken, Ufuk Yayınları, İstanbul 2011.
Armağan, Servet, Bugünkü İslâm Dünyası, Çağrı Yayınları, İstanbul 2007.
Ayid, İbrahim b. Salih, et-Tekfir inde cemââti’l-unfi’l-muasıra, Merkezu Nemai li’lBuhus ve’d-Dirasat, Beyrut 2014.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, Sahîhu’l-Buhârî (thk. Mustafa Dib
el-Buğâ), I-VI, Daru İbn Kesir, Beyrut 1993.
Candan, Abdülcelil, İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Denge
Yayınları, İstanbul 1998.
Davutoğlu, Ahmet “İslâm Dünyasının Siyasî Dönüşümü: Dönemlendirme ve
Projeksiyon”, Divan, 2002, c. VII, sayı:12, s.1-50.
Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul 2003.
Düzdağ, M. Ertuğrul, Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık Meselesi, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2006.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi
(haz. Necati Yeniel ve Hüseyin Kayapınar), I-XVI, Şâmil Yayınevi,
İstanbul 1987.
Ebû Zehre, Muhammed, İslâm Birliği, trc. İbrahim Sarmış, Esra Yayınları.
Erkal, Mustafa, Sosyoloji, Der Yayınevi, İstanbul 1995.
Ferra, Muhammed b. Hüseyin Ebû Ya’la, el-Ahkâmü’s-sultaniyye, thk.
Muhammed Hâmid el-Fıki, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire 1938.
Gümüşoğlu, Hasan, İslâm’da İmamet ve Hilafet, Kayıhan Yayınevi, İstanbul 1999.
Halliday, Fred, İslâm ve Çatışma Miti (trc. Umut Özkırımlı-Gülberk Koç),
İstanbul 1998.
Hobsbawm, Eric J., Milletler ve Milliyetçilik: 1780’den Günümüze Program, Mit,
Gerçeklik, trc. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993.
Işık, İhsan, Uluslararası Sorunlar, Girişim Yayınları, İstanbul 1987.
İbn Kuteybe, Te’vilü müşkili’l-Kur’ân, Darü’t-Türas, Kahire 1973.
İnat, Kemal vdğr, Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Ankara, 2004.
Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Planı, İnsan Yayınları, İstanbul
2014.
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccac, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc.
Ahmed Davudoğlu), I-XII, Sönmez Neşriyat, 2. baskı, İstanbul 1983.
227
Özdemir, Ahmet, “Günümüzde İslâm Dünyasındaki Şiddet ve Saldırıların
Meşruiyet Sorunu” The Journal of Academic Social Science Studies JASSS,
Number: 27, p. 84, Autumn I 2014.
_________, Hadislerin Rehberliğinde Kardeşlik Hukuku, Murat Kitabevi, Ankara
2014.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünen’ün-Nesâî (trc. A. Muhtar
Büyükçınar v.dğr.), I-VIII, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981.
Sâmerrâî, Nu’mân Abdürrezzak, et-Tekfîr fi’l-Kur’ân ve’s-sünne kadîmen ve
hadisen, Merkezü’l-Melik Faysal li’l-Buhus ve’d-Dirasati’l-İslâmiyye,
Riyad 1428.
Tahhan, Mustafa, Teori ve Pratikte Milliyetçilik, trc. Ahmet Ağırakça, Risale
Yayınları, İstanbul 1994.
Varol, Ahmet, Bilinmeyen İslâm Dünyasından Kesitler, I-III, Seha Neşriyat,
İstanbul 1992.
Yavuz, Yunus Vehbi, Siyasal ve Sosyal Boyutlarıyla İslâm, Tuğra Neşriyat,
İstanbul 1992.
Yıldırım, Ramazan, 20. yüzyıl İslâm Dünyasında Hilafet Tartışmaları, Anka
Yayınları, İstanbul 2004.
Zaim, Sabahaddin, Türk ve İslâm Dünyasının Yeniden Yapılanması, İzmir 1997.
228
EK 1: MAKALE VE TEBLİĞLERİN YAYIN LİNKİ VE QR KODU
“Yolculukta Namazın Vasıta Üzerinde Kılınması”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/asead/issue/52671/694250
“Umre Yolculuğunun Önemi ve Sağlayacağı Kazanımlar”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/asead/issue/52676/694318
“Zekât ve Vergi Mükellefiyetinde Fırsat Eşitliği ve Adaletin Sağlanması”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/sosekev/issue/71255/1141935
“Kamerî Ayların Tespitindeki İhtilafın Sebepleri ve Çözüm Önerileri”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuilah/issue/4178/54982
“Karz Akdinin Mahiyeti ve Faizli İşlemleri Önleme Fonksiyonu”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuilah/issue/4182/54937
“Akitlerde İrade Beyanı”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuilah/issue/4175/55010
229
“Tüketim Amaçlı Borçlanmalarda ve İhtiyaçların Karşılanmasında
Faizsiz Alternatif Çözüm Önerileri”
https://dergipark.org.tr/tr/pub/ihad/issue/72108/1223110
“Mal ve Hizmet Bedellerinin Piyasanın Tabiî Şartlarına Göre
Belirlenmesi İçin Alınan Fıkhî Tedbir ve Kurallar”
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1920280
“Kâğıt Paranın Değer Kaybından Kaynaklanan Maddi Zararlara Selem
Akdi Çerçevesinde Çözüm Önerisi”
https://aseadsempozyum.org/wp-content/uploads/2023/03/8.-TAMMETIN-BILDIRI-KITABI-PROCEEDINGS-BOOK.pdf
“Helal Otel Sertifikası
Değerlendirilmesi”
Kurallarının
Fıkhi İlkeler
Çerçevesinde
https://sssjournal.com/files/sssjournal/1553004342_8_424.ID945.%20%C3%96zdemir_4872-4880.pdf
“İslâm Devletinin Diğer İslâm Devletiyle Savaşmasının Meşru ve Gayri
Meşru Olduğu Durumlar”
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1067699
230
“Uluslararası İlişkiler Alanında İslâm Hukukunun Temel İlkeleri-Emân
Akdi Örneği Üzerinden Bir Değerlendirme-“
https://jasstudies.com/index.jsp?mod=tammetin&makaleadi=&makaleu
rl=276198441_43%C3%96zdemirAhmet-893-904.pdf&key=26894
“Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-Harb İle İlişkilerde
Almalarının Sebepleri ve Günümüz Açısından Tahlili”
Savaşı
Esas
https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuilah/issue/4184/54908
“Günümüzde İslâm Dünyasındaki Şiddet ve Saldırıların Meşruiyet
Sorunu”
https://jasstudies.com/index.jsp?mod=tammetin&makaleadi=&makaleu
rl=1919930211_6%20Yrd.%20Do%C3%A7.%20Dr.%20Ahmet%20%C3
%96ZDEM%C4%B0R.pdf&key=27175
“İslam Dünyasındaki Çatışma ve Kutuplaşma Sebepleri ve Fıkhî
Çözüm Önerileri”
https://www.istanbulturkocagi.org/kullanici/goruntu/bilgiler/el/ocak/2
016aralik/islam.pdf
231
EK 2: YAYINLARDAKİ BAZI PROJE VE UYGULAMA ÖNERİLERİ
Zekât Fonu Kurumu Açılması
(Birinci Bölüm 3. Yayın)
Rü’yet-i Hilal Tespitinde Ortak Hareket Etme Yolları
(Birinci Bölüm 4. Yayın)
Bankalarda “Karz” Hesabının Açılması
(İkinci Bölüm 1. ve 3. Yayın)
Borçlunun Temerrüdüne Çözüm Önerisi
(İkinci Bölüm 1. Yayın)
Bireysel Tasarruf Sistemi
(İkinci Bölüm 3. Yayın)
Karz-Güvence Fonu Uygulaması
(İkinci Bölüm 3. Yayın)
Mülk Devletin, Kullanım Hakkı Vatandaşın Projesi
(İkinci Bölüm 3. Yayın)
Borsa Hissesi Satın Alma Uygulaması
(İkinci Bölüm 3. Yayın)
Selem Yatırım Sistemi
(İkinci Bölüm 4. Yayın)
A Sınıfı (Sarı) ve B Sınıfı (Mavi) Helâl Otel Sertifikası
(İkinci Bölüm 5. Yayın)
232
EK: 3 İÇİNDEKİLER (DETAY)
YOLCULUKTA NAMAZIN VASITA ÜZERİNDE KILINMASI
GİRİŞ
1.NASLARDA YOLCULUKTA NAMAZ
a- Yolculukta Namaz Hakkındaki Ayetler
b- Yolculukta Binek Üzerinde Namaz Kılma Hakkındaki Hadisler
2.FIKIH MEZHEPLERİNİN VASITA ÜZERİNDE NAMAZ KILMA
HAKKINDAKİ İCTİHADLARI
a- Hanefî Mezhebi
b- Mâlikî Mezhebi
c- Şâfiî Mezhebi
d- Hanbelî Mezhebi
3.YOLCULUKTA VASITA ÜZERİNDE NAMAZ HAKKINDAKİ
FETVALAR
4.YOLCULUKTA FARZ NAMAZLARIN EDÂSI İÇİN UYGULANMASI
GEREKEN HAREKET PLANLAMASI
a- Namazı Vaktinde Kılmaya Çalışmak
b- Namazların Cem’i
c- Ulaşım Araçlarında Tüm Erkânı İle Namaz Kılmak
d- Ulaşım Araçlarında İmâ İle Namaz Kılmak
SONUÇ
KAYNAKÇA
UMRE YOLCULUĞUNUN ÖNEMİ VE SAĞLAYACAĞI
KAZANIMLAR
GİRİŞ
I-UMRE İBADETİNİN ÖNEMİ
II- UMRE YOLCULARININ ELDE EDECEĞİ KAZANIMLAR
1-Mekke ve Medine’de İkâmet Etmek
2- İhrama Girmek
3- Telbiye
4- Tavaf
5- Sa’y
6- Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’de İbadet Etmek
7- Kuba Mescidinde İbadet Etmek
8- Tarihî Önemi Olan Mekânları Ziyaret Etmek
SONUÇ
KAYNAKÇA
233
ZEKÂT VE VERGİ MÜKELLEFİYETİNDE FIRSAT EŞİTLİĞİ VE
ADALETİN SAĞLANMASI
Giriş
Zekât-Vergi Mukayesesi
Fırsat Eşitliği Bakımından Zekât-Vergi Mükellefiyeti
Zekât- Vergi Mükellefiyetinde Fırsat Eşitsizliğini Ortadan Kaldırma
Zekât Fonu Kurumunun Sağlayacağı Yararlar
Sonuç ve Değerlendirme
Kaynakça
KAMERÎ AYLARIN TESPİTİNDEKİ İHTİLAFIN SEBEPLERİ VE
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Kamerî Ayların Tespitinde Hesaba Dayalı Bilginin Meşruiyeti
Günümüzde Hilalin Tespitinde uygulanan Metotlar
1- İctima (Kavuşum- konjonksiyon) Anını Esas Almak
2- Hesaba Dayalı Rü’yet-i Esas Almak
Uygulanan Metotların Değerlendirilmesi
Kamerî Ayların Tespitinde Müslümanlar Arasında İttifakın Sağlanabilmesi
İçin Çözüm Önerileri
1- İdeal Olan Çözüm Önerisi
2- Kısa Vadede Uygulanabilecek Çözüm Önerisi
Ülke Sınırları İçinde Müslümanların Ortak Hareket Etmesi
Sonuç
Bibliyografya
KARZ AKDİNİN MAHİYETİ VE FAİZLİ İŞLEMLERİ ÖNLEME
FONKSİYONU
A- Karz Akdinin Tanımı ve Meşruiyeti
B- Karz Akdinin Hükümleri
1-Borç Alanın (Müstakrizin) Sorumlukları ve İhlal Etmemesi Gereken
Hususlar
2-Borç Verenin (Mukriz) Hakları, Sorumlulukları ve İhlal Etmemesi
Gereken Hususlar
3-Borç Olarak Verilecek Malda Bulunması Gereken Nitelikler
4-Karz Akdinde Vadenin Bağlayıcılığı
5-Karz-Menfaat İlişkisi
C- Faizli İşlemleri Önleme Fonksiyonu Bakımından Karz-ı Hasen
Karz-ı Hasenin Yaygınlaşması İçin Alınması Gereken Tedbirler
1-Karşılıksız Ödünç Vermenin Öneminin Kavratılması
2-Ödünç Verilen Paranın Değer Kaybına Uğramasının Engellenmesi
3-Borcun Zamanında Geri Ödenmesinin Garanti Altına Alınması
4-Ödünç Alanın Temerrüdü Durumunda Tazminat Ödenmesi
Sonuç
Kaynakça
234
AKİTLERDE İRADE BEYANI
I- GİRİŞ
II- İRADENİN TANIMI VE İRADE İLE İLGİLİ TEORİLER
1- İç İrade Prensibi
2- Anlam Verme Prensibi
3- Objektif Nazariye
4- Güven Prensibi
III- İRADENİN BEYAN EDİLME YOLLARI
A- Sözlü İrade Beyanı
1- Şimdiki Zaman Kipinin Kullanılması
2- Geçmiş Zaman Kipinin Kullanılması
2- Geniş Zaman Kipinin Kullanılması
3- Gelecek Zaman Kipinin Kullanılması
4- Soru Kipinin Kullanılması
5- Emir Kipinin Kullanılması
B- Sözlü Açıklamaların Dışındaki İrade Beyanı
1- Teâtî (Fiilî Mübâdele)
2- İşaret
3- Yazışma
4- Elçi (Haberci) Gönderme
5- Sükût
DEĞERLENDİRME
BİBLİYOGRAFYA
TÜKETİM AMAÇLI BORÇLANMALARDA VE İHTİYAÇLARIN
KARŞILANMASINDA FAİZSİZ ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
GİRİŞ
A-TÜKETİM BORÇLANMALARI İÇİN FAİZSİZ NAKİT TEMİN YOLLARI
1- Faizsiz Borç Vermenin Önemi
2- Bankalarda “Karz” Hesabının Açılması
3- Maaşların Avans Olarak Kullanılması
4- Kıdem Tazminatlarının Erken Kullanılması
5- Munzam (Zorunlu) Karşılıkların (reserve requirement) Kullanılması
6- Tasarrufa Dayalı Faizsiz Finansman Sistemi (Elbirliği Sistemi)
7- “BTS” Bireysel Tasarruf Sistemi
8- “Karz-Güvence Fonu” Projesi
9- Zaman Aşımına Uğrayan Mevduatın Kullanılması
B-YETERLİ NAKİT OLMAKSIZIN TÜKETİM İHTİYAÇLARININ
KARŞILANMA YOLLARI
1- Elden Taksit ve Senetle Vadeli Satışın Yaygınlaştırılması
2- Katılım Bankalarının Uyguladığı Murabaha Şeklinin Islah Edilmesi
3- “Mülk Devletin, Kullanım Hakkı Vatandaşın” Projesi
235
4- Uzun Vadeli Ev ve Araba Satışı
5- Borsa Hissesi Satın Alma Yöntemi
SONUÇ
Kaynakça
MAL VE HİZMET BEDELLERİNİN PİYASANIN TABİÎ ŞARTLARINA
GÖRE BELİRLENMESİ İÇİN ALINAN FIKHÎ TEDBİR VE KURALLAR
Giriş
Fiyatların Piyasanın Tabiî Şartlarına Göre Belirlenmesine Yönelik Alınan
Başlıca Tedbirler
1.Malların Karaborsacı ve Stokçu Kişilerin Tekelinde Olmasına Fırsat
Tanınmaması
a- Bedevînin Malını Şehirlinin Satmaması
b- Pazara Gelmekte Olan Malları Yolda Karşılama Yasağı
2.Narh (Tes'ir) Uygulamasının Sınırlı Olarak Meşru Kabul Edilmesi
3.Akitlerde Tarafların İrade ve Rızasına Aykırı Fiil Yapmanın Meşru
Olmaması
a- Neceş
b- Gabn-i Fahiş
c- İkrah
d- Hile
4.Üretim ve Tüketimde İsraf Yasağının Olması
5.Üretim ve Çalışmanın Teşvik Edilmesi
Sonuç
Kaynakça
KÂĞIT PARANIN DEĞER KAYBINDAN KAYNAKLANAN
MADDİ ZARARLARA SELEM AKDİ ÇERÇEVESİNDE ÇÖZÜM
ÖNERİSİ
Giriş
Selem Yatırım Sistemi
Önerilen Sistemin Fıkhî İlkelere Uygunluğu
Selem Yatırım Sisteminin Faydaları
Sonuç
Kaynakça
HELÂL OTEL SERTİFİKASI KURALLARININ FIKHÎ İLKELER
ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ
1. GİRİŞ
2. HELÂL OTEL SERTİFİKASI KURALLARI
2.1. Zorunlu Olarak Bulunması Gereken Kurallar
2.1.1. Mahremiyet Sınırlarının Korunması Kapsamındaki Kurallar
2.1.2. Eğlencenin Sınırları Bakımından Uyulması Gereken Kurallar
2.1.3. İbadetlerin Yapılabilmesi İçin Alınması Gereken Tedbirler
2.1.4. Yemek Hizmetinde Uyulması Gereken Kurallar
236
2.1.5. Taharet Kapsamında Uyulması Gereken Kurallar
2.2. Helâl Otel Sertifikası İçin Tavsiye Niteliğindeki Kurallar
2.2.1. İbadetlerin Yapılabilmesi İçin Tavsiye Kuralları
2.2.2.Yemek Hizmetinde Tavsiye Kuralları
2.2.3. Mahremiyet Kapsamındaki Tavsiye Kuralları
2.2.4. Dinî Duyarlılık Kapsamındaki Tavsiye Kuralları
3. HELÂL SERTİFİKASINDA TASNİF SİSTEMİ
3. 1. A Sınıfı (Sarı) Helâl Otel Sertifikası
3. 2. B Sınıfı (Mavi) Helâl Otel Sertifikası
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
KAYNAKÇA
İSLÂM DEVLETİNİN DİĞER İSLÂM DEVLETİYLE SAVAŞMASININ
MEŞRU VE GAYRİ MEŞRU OLDUĞU DURUMLAR
Giriş
A-İslâm Devletinin Başka Bir İslâm Devletine Karşı Savaşmasını Meşru
Kılan Sebepler
1-Ülke Sınırlarını Korumak
2-Dünyadaki Sömürgeci ve Emperyalist Güçlerin Planlarını Bozmak
3-Başka Bir İslâm Devletine Yapılan Haksız Saldırıları Durdurmak
4- Ümmet-i Muhammed’in Birliğini Temin Etmek
B-İslâm Devletinin Başka Bir İslâm Devletine Karşı Savaşması Meşru
Olmayan Durumlar
1-Mezhep Taassubu ve Mezhep Yayma Faaliyetleri
2-Zenginlikleri sömürmek ve Hükümranlık Alanını Genişletmek
3-Sömürgeci Güçlerin Amaçlarına Hizmet Etmek
Sonuç ve Öneriler
Kaynakça
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ALANINDA İSLÂM
HUKUKUNUN TEMEL İLKELERİ -EMÂN AKDİ ÖRNEĞİ
ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRMEGİRİŞ
EMÂN AKDİ ve MÜSTE’MENLER
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BAĞLAMINDA EMÂN AKDİNİN TAHLİLİ
İslâm Devleti Sınırları İçinde Ayırım Yapmadan Herkes İçin Adalet
Anlaşmalara Sadakat Göstermek
Haksız Saldırılarda Bulunmamak
Misilleme Hakkının Sınırları
İslâm’ın Tebliğinin Devletin Görevlerinden Olması
İslâm’ın Uluslararasında Mevcut Örf-Âdet ve Uygulamalara Yaklaşımı
DEĞERLENDİRME
KAYNAKÇA
237
FIKIH MEZHEPLERİNİN DÂRÜ’L-HARB İLE İLİŞKİLERDE SAVAŞI
ESAS ALMALARININ SEBEPLERİ VE GÜNÜMÜZ AÇISINDAN
TAHLİLİ
Giriş
I. Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-harble İlişkilerde Savaşı Esas Aldığını
Gösteren Hükümler
II.Fıkıh Mezheplerinin Dârü’l-harble İlişkilerde Savaş halini Esas Almasının
Sebepleri
a- Dünyada Devletlerarası ilişkilerde Savaş Halinin Esas Olması
b-İslâm’ın Tebliğinde Allah Yolunda Savaşmanın Araç Olarak Görülmesi
III.Fıkıh Mezheplerinin Görüşlerinin Günümüz Şartları Bakımından
Değerlendirilmesi
Sonuç
Kaynakça
GÜNÜMÜZDE İSLÂM DÜNYASINDAKİ ŞİDDET VE SALDIRILARIN
MEŞRUİYET SORUNU
Giriş
Silah Kullanma Yetkisinin Kamu Otoritesine Ait Olması
Saldırıların İslâm Topraklarında Gerçekleşmesi
Terör Eylemi Niteliği Taşıması
Mezhep ve Meşrep Taasubuna Dayalı Olması
Eylemlerin Kamu Düzenine ve Güvenliğe Zarar Vermesi
Sömürgeci ve Emperyalist Devletlerin Şiddet ve Terörle Beslenmeleri
Değerlendirme
Kaynakça
İSLÂM DÜNYASINDAKİ ÇATIŞMA VE KUTUPLAŞMA SEBEPLERİ
VE FIKHÎ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
GİRİŞ
İSLÂM DÜNYASINDAKİ AYRILIK VE KUTUPLAŞMALARIN BAŞLICA
SEBEPLERİ
Hilafet Kavramının Meşruiyet Kaynağı Olarak Kullanılması
Uluslararası Güçlerin Olumsuz Etkileri
Büyük İdealler Yerine Küçük Çıkar Hesaplarının Tercih Edilmesi
Asabiyete Dayanan Kavmiyetçilik
Dinî Grup ve Mezhep Taassubu
Tekfir
Kardeşlik Hukuku İlkelerine Riayet Etmemek
Birlik Olma Bilincinin ve İradesinin Olmaması
DEĞERLENDİRME
KAYNAKÇA
238