Saııat Olarak Siııema
Rudolf Arnheim
�
,
ÖTEKi YA YlNEVi
Oteki
SINEMA
Dizi Editörü
ULUS BAKER-EGE BERENSEL
Yapım
ÖTEKİ AJANS
Kapak Tasarım
KASIM HALIS
Redaksiyon
SEVAL BOZKURT
Baskı ve Cilt
ÖTEKİ MATBAASI
Birinci
Basım
NİSAN 2002
Kapak Resmi
CHARUE CHAPLIN'İN
ŞEHİR IŞIKLARI FİLMİNDEN (1931)
YÖNETİM YERİ
Konur Sokak 57n
06640 K ızı lay/ANKARA
Tel: 3124199847
Fax: 31241991 78
ISBN:975-584-184-9
Rudolf Arnheim
SANAT OLARAK SiNEMA
Türkçesi
Rabia ÜNAl.
Rudolf Arnheim dünyarun ileri gelen sinema kuramcılarından
biri olmasının yaru sıra estetiğe psikolojik bir yaklaşım geliştiren
en önemli akademisyenlerden de biridir. 1920'1i yıllarda Berlin
Üniversitesi 'nde deneysel psikoloji alanında aldığı eğitimden
sonra, Almanya'da ve İtalya'da sinema ve radyo üzerine öncü
bir çalışma gerçekleştirdi. 1940 yılında Almanya'daki Nazizim'den
ve İtalya'daki faşizmden kaçarak Amerika'ya yerleşti. Burada
Geştalt psikolojisi üzerine aldığı eğitimi sanata uyguladı. Uzun
ca bir süre Sarah Lawrence College'da profesör olarak ders ver
di. 1968'de Harvard Üniversitesi'ne sanat psikolojisi profesörü
olarak çağrıldı. 1974 yılında emekli oldu ve Ann Arbor'daki
Michigan Üniversitesi'nde on yılı aşkın ders verdi. Halen Ann
Arbor' da yaşayan yazann bugüne kadar yayınlanmış makalele
rinin yanı sıra on beş kitabı vardır. Kitaplarından bazıları şunlar
dır: The Split and the Structure, To the Rescue ofArt, The Power
of the Center, New Essays on the Psychology ofArt, The Genesis
of a Painting, The Dynamics of Ardıitectural Form, Art and
Visual Perception, Entropy and Art, Visual Thinking, Toward a
Psychology ofArt.
İÇİNDEKİLER
I.
KİŞİSEL BİR NOT
....
. .
..
..
. . . .........
.................... ...... ............
Il. FiLM'DEN UYARLANMIŞ SEÇMELER
.......
.
.....
.
7
. I4
..... .
III. GÖRÜNTÜYÜ HAREKET ETTİREN
DÜŞÜNCELER
I38
IV. DEVİNİM
154
......................................................................
V.
.........
.
................ . . . . . .
.
....... ..... ...... ..... ..............
BİR TELEViZYON RAPORU ..................................... 160
VI. YENİ BİR LAOKOON: SANATSAL BİLEŞİMLER
VE SÖZLÜ FiLM
.... . . . . . .................... . . . ...
.. .
. . ..................
168
1957
KİŞİSEL BİR NOT
Bu kitapta toplanan y:u:ılar otuzlu yıllarda yazılmıştır. Kita
bın ilk bölümü Hitler iktidara gelmeden kısa bir süre önce Al
manya'da Film als Kwısı adıyla yazılmış ve basılmış olan Film
adlı kitaptan alınmıştır. L.M. Sieveking ve Ian F.D. Morrow
tarafından yapılan İngilizce çeviri ı 933 yılında, bu yeni yayın
için zarifçe izin veren Faber and Faber yayınevi tarafından
Londra'da yayınlandı. Yıllardır kitabın yeni baskısı yapılma
mıştı. ı 933 ve 1934 yıllarında tasarlanan Enciclopedia del
Cirıema için Roma'da yazılan makaleler ilk kez burada basıldı.
Onları Almanca el yazmalarından çevirdim. "Bir Televizyon
Tahmin Raporu" Şubat 1935'te Uluslararası Eğitici Film
Enstitüsü'nün bir dergisi olan lntercine'de yayınlandı. 1 938'te
Roma'daki Devlet Sinema Okuluna bağlı aylık bir dergi olan
Bianco e Nero'da çıkan "Yeni Bir Laokoon" İtalyanca orjinal
metinden çevrildi.
7
RUDOLF ARNHElM
Sinema konusundaki yazılarıma geri dönmek adımlarımın i
zini sürmekten daha çok şey ifade eder. Kapanmış bir sayfayı
yeniden açmak demektir. Bu kitabın okuyucuları, bana göre,
sinemanın bu yüzyılın ilk otuz yılında yer alan görsel sanatlar
içinde eşsiz bir deneme olduğunu keşfedecekler. Arı haliyle
sinema bir kaç cesur insanın çabalarında yaşar. Ara sıra olan ve
seçkin geçmişi anımsatan dalgalanmalar, yeni araca popüler
öykü anlatıcılığında en ileri yöntem olma olanağını tanıyan si
nema endüstrisinin seri üretimini ateşler. Bununla birlikte, bu
kitabın yazan da psikoloji ve sanat konularında her şeyi öğren
diği sinema çalışmalarına dalmış sapiantılı bir a9amdan, yılda
bir kaç kez zeki sanatçıların gösterilerinden büyük zevk alan ve
geri kalan zamanda yazılannda ve derslerinde canlandırılmış
bir fotoğrafm katkısı özel bir noktanın örneklenmesine yaradı
ğında filme başvuran başıboş bir müşteriye dönüşmüştür. Bu
nedenle Sanat ve Görsel Algı (Art and Visual Perception) adlı
son kitapta sinema ve sinema benzeri etkiler en çok devinimi
vurgular.
Son zamanlarda ilgimi çeken.sanatsal imgelemin daha geniş
açılarıyla karşılaştırılınca sinema sınırlı bir konu gibi görünür.
Ama yirmilerindeki genç öğrenciyi cezbedcn yalnızca hareket
eden gölgelerin yeni, fantastik, merak uyandıran, saldırgan ve
duygusal oyunu değil, kuramın belli ilkelerine eleştirel bir
meydan okurnaydı. Genellikle gelişimi bir insarun ileriki yaşa
ıınnı belirleyen kılavuz bir tema kişinin yinnili yaşlarında bi
çiınlenir.
O
yaşlarda Materialtheorie olarak adlandırdığım ku
rama ilişkin bolca notlar almaya başladım. Bu, gerçeğin sanat
sal ve bilimsel betimlemelerinin, konunun kendisinden çok
kullanılan aracın (ya da Materyafin) donanunlarından elde e
dilen kalıplarda biçimlendiğini göstermeyi amaçlayan bir ku
ramdı. Geometrik ve sayısal olarak basit formlardan, ilkellerin
ve çocukların sanatında, felsefi sistemlerde, Bohr'un atom mo-
8
SANAT OLARAK SİNEMA
delinde olduğu kadar eski kozmolojilerde görülen düzen ve si
metriden etk.ilendim. Bu sırada öğretmenlerim Max Wertheimer
ve Wolfgang Köhler Berlin Üniversitesi'nin Psikoloji Enstitü
sünde Gestalt kuramının kuramsal ve pratik esaslanru oluşturu
yorlardı. Ben de en basit görme sürecinin bile dış dünyanın me
kanik kayıtlarını ürctmediğini, duyumsal hammaddeyi yalınlık,
düzen ve reseptör mekanizmasına egemen olan denge ilkelerine
göre yaratıcı biçimde düzenlediğini öne süren yeni doktrinin
Kant felsefesine göre geliştirilmesine yoğunlaştım.
Gcstalt ekolünün bu buluşu, sanat yapıtının da yalnızca ger
çeğin seçilmiş bir kopyası ya da taklidi değil, gözlemlenen ni
teliklerin belirli bir aracın biçimlerine dönüştürülmesi olduğu
düşüncesine uydu. Böylece sanatın gerçeğin bir türevinden çok
onun eşiti olduğu ileri sürüldüğünde fotoğrafçılık ve sinema bir
deneme örneği oldular. Eğer gerçekliğin makinayla mekanik
olarak yeniden üretilmesi bir sanat olabiliyorsa, bu kurarn yan
lıştı. Başka bir deyişle beni harekete geçiren gerçekliğin ve sa
natın tehlikeli karşılaşması oldu. Fotoğrafçılık ve tilmin kusur
suz bir yeniden üretimde yetersiz kalan esas özelliklerinin bir
sanatsal aracın gerekli kalıpları olarak rol oynayabileceğini ay
rıntılı olarak gösterıneyi görev edindim. Bu tezin yalınlığı ve
kanıtlanmasındaki inatçı tutarlılık, sanırım yayınlanmasından
bir çeyrek yüzyıl sonra Film adlı kitaba neden hala başvuruldu
ğunu, kitabın neden hala istendiğini ve kütüphanelerden çalın
dığını açıklıyor.
Film'in tezi geliştiren ilk bölümü uygun geldi ve burada
"Film ve Gerçeklik" ve "Bir Filmin Oluşturuluşu" başlıkları
altında hemen hemen tam olarak yeniden düzenlendi. Geri ka
lan bölümterin çoğunu dışarıda bıraktım. Çünkü bazı bölümler,
standart film ideolojisinin bana ait olan yanın yamalak "içerik
analizi" gibi, bugün saygın yöntemlerin kullanıldığı işlere bu
taşmış; diğerleriyse, örneğin sesli filmin ilk beceriksizlikleri
9
RUDOLF ARNHElM
gibi, şimdi unutulmuş olan geçici konularla ilgiliydi. Geriye
kalaniann çevirisi cümle cümle gözden geçirildi ve daha önceki
basımda bana bağlanan bir çok akıl kanştırıcı ifade amaçlanan
anlarnda düzeltildi.
Sorun dil engeli değil daha çok aradan geçen zarnandı. Ken
di yazılanmla sanki gözde bir öğrencinin yazılanyla ilgileni
yormuş gibi ilgilendiğimi fark ettim: Benzer düşüncelere yol
açmış olmaktan memnun, kendi düşüncelerim olarak geliştirdi
ğirn düşüncelere erkenden sahip çıkmasına belki biraz üzülerek,
çok gerekınediği halde suçlarnalarda ve düzeltmelerde daha
acımasız davranarak, ama yine de ilişkinin gerektirdiği kadar
özen göstererek. Bu, malzemeyi düzenlerken ve çevirirken söz
cüklerden çok anlamı, cümlelerden çok iddiayı korumaya ça
lıştığım anlamına gelir. Savunulamaz ve ağdalı gelen aynntılan
eledim, fazla atılgan iddialara nitelemeler kattım, gevşek akıl
yürütmeleri sıkılaştırdım. Ama temel olan hiçbir şey değişmedi.
Hiçbir şey eklemedim, ya kendi düşüncelerime ya da teknik
gelişmelere ve aradaki yıllarda üretilen filmiere duyduğum say
gıdan dolayı hiçbir şeyi günümüze taşımaya çalışmadım. Bazı
teknik göndermeler günümüzün uzmanlarına arkaik gelecektir.
Alıntılanan hiçbir film yirmi yıl öncesinden yeni değil, çoğu
daha da eski. Bunu bir kusur olarak görmüyorum. Bu arada o
lan hiçbir şey bunun gibi sinemanın tarihçesiyle değil sinema
kuranuyla ilgili bir kitaba katınayı gerektirecek kadar yeni gel
miyor bana. Belki "soyut" tilmin dikkate değer gelişimi bunun
dışında tutulabilir; ileride şaheser resimlerin devinmesi gibi o
lacağı öngörülebilir ve hareket kazandınlnuş büyük resim sa
natını oluşturabilir bu tür. Benim durumuma gelince, o zaman
inandığıma baHi inanıyorum ve tahminlerimin gerçekleştiğini
görüyorum. Görsel dilin kurtarılabilir olan parçalarından, üret
tiği düşüncelerin, şeylerin, varlıkların güzelliğinden var olan
sözlü film hala bir kırmadır; çok boyutlu aracını kontrol et
mekte yetersiz kalan renkli film zevkli "renk uyumlarının" öte-
10
SANATOLARAKSThrnMA
sine gidememiştir; stereoskopik film hala teknik olarak uygun
değildir, son örneklerinde yeni sanatsal olanaklar kullanılmak
sızın salonlarda ilk yardım istasyonlarına gereksinim duyularak
gösterimin gerçekliğini arttırmıştır; son olarak geniş perde an
lamlı olarak düzenlenmiş bir görüntünün son nurnaralanın orta
dan kaldırmakta epey yol almıştır. Eleştirmenler bala yüce öv
güler için neden buluyorlar; ancak sonra ayakta kalmak için
standartları zamanla değişiyor. Bu arada televizyon izleyicileri
canlı gösterimierin "konserve"lerden daha iyi olduğunu fark
ediyorlar. Bu, doğayla rekabet eden ve kaybetmeyi hak eden
ilüzyonistler için adalet çanlarının çalması gibidir.
Bu kitapta toplanan İtalyanca yazılara ilişkin bir şeyler söy
lemek gerekir. Roma'da Uluslar Birliği tarafından kurulan U
luslararası Eğitici Film Enstitüsü, adıyla açıklanan çalışma ala
nının ötesine ulaştı. 1933'te kadroya girdiğimde, enstitünün a
tak müdürü Dr. Luciano de Feo sinemanın tarihsel, sanatsal,
toplumsal, teknik, eğitici ve yönetimsel yönlerini iki ciltte kap
sayacak bir ansiklopedi için tüm dünyadaki uzmanlardan mal
zeme toplamaya çoktan başlamıştı. İtalya Uluslar Birliği'den
1938'de ayrıldığında ve enstitünün tüm büyük ölçekli etkinlik
leri sona erdiğinde, Milan'da Ulrico Hoepli tarafından yayınla
nacak olan çalışma sayfa provasındaydı. Ansiklopedinin edi
törlerinden biri olarak iki tanesini buraya da aldığım pek çok
makale yazdım. Daha uzun olan "Görüntüyü Hareket Ettiren
Düşünceler" adlı bölüm sonuçta Edison ve Lumiere'in buluşla
rına giden pek çok eski teknik aygıttan söz eder; ancak onlan
diğerlerinin yaptığı gibi tamamen tarihsel sıralarına göre ele
almaktansa, çoğu beyinde kolektif olarak yer alan bir düşünce
sürecinin aşamaları sayar.
Bu koleksiyenda sonuncu olan "Yeni Bir Laokoon: Sanatsal
Bileşimler ve Sözlü Film", ayrıca en son yazılacak olandı. Ma
kale bu İngilizce versiyona alınmış olsa da, çileden çıkarıcı bill
RUDOLF ARNHElM
çimde Don Kişotça, bir sanat eserinde ne kadar çeşitli aracın
kullanılabileceği konuswıda temel estetik soruyu sorar. Sine
mayı diğer sanatların bağlarnma koyarak, ayrıca çalışmanın
temellerini genişletir ve bu kitabın kapaklarının ötesınde yatan
bazı sorulara yol açar.
Okuyucu, "Eğer 'sanat' kof\usunda daha az ısrar edilse, si
nema salonlannda geçirilen yararlı ve eğlenceli akşamiara daha
fazla önem verilseydi, daha çok ümit vadeden ve daha faydalı
bir şeyler yazılabilirdi" diye düşünebilir. Gerçekten o zaman şu
ya da bu estetik kuralın çiğnenmesiyle ilgili bir suçlama için
daha az gerekçe olacaktı. Daha gerçek bir sorun bu. Biçim ve
renk, ses ve sözcükler insanın doğayı ve yaşamının amacını
anlattığı araçlardır. Faal bir kültürde insanın fikirleri binaların
dan, heykellerinden, şarkılanndan ve oyunlarından yankılanır.
Ancak sürekli kaotik manzaralara ve sesiere maruz kalan bir
halk kendi yolunu bulmakta ciddi biçimde engellenir. Gözler ve
kulaklar anlamlı düzeni algılamaktan alıkonulduğunda, ancak
aıılık doyurnun duygusuz sinyallerine tepki gösterebilirler.
Öyleyse bu kitap standartları kapsayan bir .kitaptır. Bozul
madan canlandırılmış görüntülere yüzyılımızı yansıtma giri
şimlerinden arta kalanları korumaya yardımcı olacaktır. Bu de
neyimden elde edilen ilkelerin bazılarını, film derneklerinin
gösterimlerini dolduran, film yapımcısı olarak kişisel çaba
gösteren. amatör kameralarta denemeler yapan, reklamcılığa ve
televizyona beklenenleri taşımaya çalışan, sinema endüstrisinin
büyük binalarma sık sık uğrayan yeni nesil gönüllülere aktara
caktır. Standartları korumaya çalışmak zahmete değer. Otuzlu
yıllarda, şimdi beğeniten bir çok yeni gerçekçi filmin senaryo
yazarları ve yönetmenleri olan İtalyan öğrenciler Faşizm tara
fından kösteklendiler. Çıkışı, manastıra kapatılmış Ortaçağ bil
ginlerinin fanatik bağlılığıyla sinema sanatının klasiklerini ve
sinema lcuramıyla ilgili metinleri çözümlemektc buldular. O
12
SANAT OLARAK SiNEMA
yıllarda kazanılan kalite duygusu ve bilgelik olmasaydı, aniann
düş güçlerinin ve yoğun gözlemlerinin böyle dikkate değer bir
ürünü vermesi güç olurdu. Onların eserleri iyi alıntılarla dolu
dur.
Bu filmler ve diğer yetenekli sanatçılann filmleri bu kitapta
bolca tanılanan anlığı bozan katkılarla kuşatılmışlardır. Araçla
rı denetlernek ve daha kusursuz olup alamayacaklarını sormak
kurarncının işidir. Aynı zamanda kurarncı geçmişte kendi stan
dartianna göre özensiz yapılmış olan ve gelecekte de özensiz
yapılacak olan sanat uygulamalarının kızgınlıkla farkındadır.
Uyansını yaparak, uzun zamandır insanlık durumu için umut
olan kurnazlığa gizlice biraz güvenir.
13
1933
FiLM'DEN UYARLANMIŞ SEÇMELER
1 FİLM ve GERÇEKLİK
Film; resim, müzik, yazın ve dansa şu yönden benzer: sanat
sal sonuçlar üretmek için kullanılabilecek, ama bu amaçla kul
lanılması zorunlu olmayan bir araçtır. Örneğin renkli resimli
kartpostaUar sanat değildir ve sanat olmaları amaçlanmaz. Aynı
şey bir askeri marş, gerçek itiraflardan oluşan bir öykü ya da
striptiz için de geçerlidir. Filmler de mutlaka sanat olmak zo
runda değildirler.
Filmin sanat olabileceğini kararlı bir şekilde reddeden bir
çok eğitimli insan var. Onlar temelde şunu söylüyorlar: " Film
gerçekliğin mekanik bir yeniden üretimi olduğu için sanat ola
maz." Bu görüşü savunanlar bu sonuca resim sanatıyla karşı
laştırma yaparak varırlar. Resim sanatında gerçeklikten resme
uzanan yol sanatçının gözünden, sinir sisteminden, elinden, en
sonunda tuvale atılan fırça darbesinden geçer. Süreç, nesneden
14
SANAT OLARAK SiNEMA
yansıyan ışık ışınlarının bir mercek sistemi tarafından toplana
rak üzerinde kimyasal değişiklikler yapacaklan duyarlı bir kat
roana yönlendirildiği fotoğrafçılıktaki gibi mekanik değildir. Bu
durum, fotoğraf ve tilmin "Müzler"in tapınağındaki yerini yad
sımamızı haklı kılar mı?
Fotoğraf ve tilmin yalnızca mekanik yeniden üretimler ol
duğu, bu yüzden sanatla hiçbir ilgilerinin olmadığı karalamasını
baştan sona ve sistemli olarak çürütmek için zaman harcamaya
değer; çünkü bu film sanatının doğasını anlamak için de mü
kemmel bir yöntemdir.
Bu amaçla, film aracının temel öğeleri ayn ayrı incelenip
"gerçeklikle" algıladıklarımızıiı onlara denk düşen Üzellikle
riyle karşılaştınlacak. Böylece iki görüntü türünün temelde bir
birinden ne kadar farklı olduğu görülecek. Zaten filme sanatsal
kaynaklarını sağlayan da bu farklılıklardır. Böylece aynı za
manda film sanatının işleyiş ilkelerini de anlayacağız.
Cisimlerin Düz Bir Yüzey Üzerine Yansıtılması
Küp şeklindeki belli bir nesnenin görsel gerçekliğini ele a
lalım. Bu küp önümdeki bir masada duruyorsa, konumu onun
biçimini doğru olarak anlamamda belirleyici olur. Örneğin,
yalnızca bir karenin dört kenarını görüyorsam, önümde bir küp
olduğunu anlayamam; yalnızca kare bir yüzey görürüm. İnsan
gözü ve fotoğraf merceği nesneleri yalnızca belli bir konumdan
görür ve görüş alanının yalnızca önü başka şeyler tarafından
gizlenmemiş bölümlerini görebilir. Kübün bu yerleştirilişinde
diğer beş yüzü altıncısı tarafından perdelenir; bu yüzden de
yalnızca altıncı yüz görülür. Bu yüz daha başka bir şeyi de giz
leyebileceği için (söz konusu olan bir piramidin tabanı ya da bir
yaprak kağıdın bir kenan da olabilirdi) kübün görünümü onun
ayıncı niteliğini yansıtacak biçimde seçilmemiştir.
15
RUDOLF ARNHElM
Böylece şimdiden önemli bir ilkeyi saptamış olduk: Bir
kübün fotoğrafını çekmek istersem onu yalnızca makinanun
görüş alanı içerisine alınam yeterli olmaz. Asıl benim nesneye
göre konumuro ya da onu nasıl yerleştirdiğim önemlidir. Yuka
rıda sözü edilen seçilmiş açı kübün biçimi hakkında çok az bil
gi verir. Oysa, kübün üç yüzeyini ve bunların birbirleriyle iliş
kisini aktaran bir açı nesnenin ne olduğunu yanlışsız olarak
gösterir. Görüş alanunız maddi nesnelerle dolu olsa da, gözü
müz (karnera gibi) bu alanı belli bir anda ancak sabit bir nokta
dan gördüğü ve göz nesneden yansıyan ışık ışınlarını onları düz
bir yüzeye (ağtabakaya) yansıtarak algılayabildiği için en basit
nesnenin yeniden üretimi bile mekanik bir işlem değildir; ö
nemli olan başarılı ya da başarısız yapılmasıdır.
İkinci açı kübün birinciden daha aslına uygun bir görünru
sünü verir. Bunun nedeni ikincinin birinciden daha çok şey -bir
yerine üç yüz- göstermesidir. Bununla birlikte, kural olarak
doğruluk niceliğe dayanmaz. Sorun yalnızca hangi açının daha
çok sayıda yüzeyi göstereceği olsaydı, en iyi görüş açısına yal
nızca mekanik bir hesaplamayla ulaşılabilirdi. En karakteristik
açıyı seçmemize yardımcı olacak bir formül yoktur; bu· bir duy
gu sorunudur. Bir kişinin yüzünün önden görünüşünün mü yok
sa yandan görünüşünün mü onu daha iyi anlattığının, el ayası
nın mı yoksa elin dışının mı daha anlamlı olduğunun, belli bir
dağın kuzeyden mi batıdan mı daha iyi görüntüleneceğinin
matematiksel kesinliği yoktur; bunlar ince duyarlık sorunlarıdır.
İlk olarak, kamerayı küçüınseyerck otomatik bir kayıt maki
nesi olarak niteleyen kimselerin çok basit bir nesnenin en yalın
fotografik yeniden üretiminin bile mekanik bir'işlemin boyutla
rını aşarak o nesnenin doğasına ilişkin bir duygulanımı gerek
tirdiğini anlamaları sağlanmalıdır. Sanatsal fotoğraf ve fılmde
her zaman bir nesnenin karakteristiğini en iyi gösteren açıların
seçilmediğini daha sonra göreceğiz. Özel etki yaratmak için
kasıtlı olarak başka açılar seçilir.
16
SANAT OLARAK SİNEMA
Derinliğin Azalması
Düz ağtabaka yalnızca ikiboyutlu görüntüleri alabildiği hal
de, gözümüz bize üçboyutlu izlenimleri vermeyi nasıl başarı
yor? Derinlik algısı iki göz arasındaki uzaklığa dayanır. Bu u
zaklık nedeniyle birbirinden çok az farklı iki görüntü oluşur. Bu
iki görüntünün birbirine geçerek tek görüntü oluşturması üçbo
yutlu izlenimi verir. Bilindiği gibi aynı ilke insan gözleri ara
sındaki uzaklıktan aynı anda iki fotoğrafın çekildiği stereos
kopta da kullanılmaktadır. Bu işlem sinemada, gösterimi birden
fazla kişi izlediğinde renkli gözlükler gibi uygunsuz araçlara
başvurulmadan kullanılamaz. Tek bir kişi için stereoskopik film
yapmak kolay olurdu. Aynı olayın iki inç uzaklıktan zaman"daş
iki çekiminin alınması ve her bir göze bunlardan birinin göste
rilmesi yeterli olurdu. Daha çok sayıda izleyiciye gösterim ko
nusunda, stereoskopik film sorunu henüz doyurucu biçimde
çözülmemiştir. Bu nedenle film görüntükrindeki derinlik hissi
çok azdır. Nesnelerin ve insanların önden geriye hareketi belli
bir derinlik yaratır, ancak film görünrusünün ne kadar düz ol
duğunu kabul etmek için, her şeyi en gerçekçi biçimde ortaya
koyan stereoskopun içine göz atmak yeterlidir. Görsel gerçek
likle film arasındaki temel farkı ortaya koyan başka bir örnektir
bu.
Filmin etkisi ne tam olarak ikiboyutlu ne de tam olarak üç
boyutludur; ikisinin arasında bir şeydir. Film görüntüleri hem
düz hem de üçboyutludur. Ruttmann'ın Berlin adlı filminde iki
trenin birbirlerini ters yönlerde geçtiği bir sahne vardır. Çekim
iki treni üstten göstermektedir. Bu salıneyi izleyen herhangi biri
her şeyden önce trenlerden birinin kendisine doğru geldiğini
diğerinin ise kendisinden uzaklaştığını anlar (üçboyutlu görün
tü). Aynca trenlerden birinin perdenin alt kenarından üste, di
ğerinin ise üstten alta doğru hareket ettiğini görür (düz görün
tü). Bu ikinci izlenim, üçboyutlu hareketin perde yüzeyine yan17
RUDOLF ARNHElM
sıtılmasından kaynaklanır. Bu yansıtma değişik hareket yönle
rini vennektedir.
Üçboyutlu izlenirnin bozulmasının perspektifin üst üste
gelmeler sonucunda daha güçlü vurgulanması gibi ikinci bir
sonucu daha vardır. Gerçek yaşamda ya da stereoskopta üst
üste gelmeler yalnızca nesnelerin rastlantısal olarak düzenlen
mesine bağlı olarak kabul edilir. Ama düz bir görüntüdeki çok
belirgin kesmeler üst üste bindinnelerden kaynaklanır. Bir a
dam elinde bir gazete tutuyarsa ve gazetenin bir köşesi adamın
yüzüne geliyorsa, bu köşe sanki adamın yüzünden kesilip çıka
ralınış gibi görünür, kenarları öyle keskindir. Ayrıca üçboyutlu
izienim kaybolduğunda, psikologlann biçim ve boyut değiş
mezlikleri diye tanımladıkları öbür olgular da ortadan kalkar.
Fiziksel olarak görüş alanı içindeki bir nesnenin gözün ağıaba
kasına düşen görüntüsü uzaklığın karesiyle orantılı olarak kü
çülür. Bir metre uzaklıktaki bir nesne bir metre daha uzağa gö
türülürse, görüntünün ağtabaka üzerindeki alanı ilk görüntü a
lanının dörtte biri kadar küçülür. Bütün fotoğraf katmanları da
aynı biçimde etkilenir. Böylece, ayaklarını önüne üzatmış biri
nin fotoğrafında ayaklar çok büyük, baş ise ç_ok küçük görünür.
Ama gariptir ki, gerçek yaşamda elde ettiğimiz izienimler ağta
baka üzerindeki görüntülere uymaz. Bir adam üç metre uzak
lıkta dursa ve aynı boyda bir başkası da altı metre uzaklıkta ol
sa, ikincinin görüntü alanı birincinin dörtte biri olarak görün
mez. Elini birine doğru uzatan bir adamın eli de orantısız bü
yüklükte görünmez. İki adamı boyut olarak eşit, eli de normal
olarak görürüz. Bu olgu boyut değişmezliği olarak bilinir. Çi
zim ve resme alışık yani bu konularda eğitim almış kişiler dı
şında, çoğu insan için dünyayı ağkat üzerindeki görüntüye göre
görmek olanaksızdır. Bu gerçek sıradan ·bir kişinin nesneleri
"doğru olarak" kopya etmede güçlük çekmesinin nedenlerinden
de biridir. Boyut değişmezliği ilkesinin işlemesi için gerekli
18
SANAT OLARAK SİNEMA
olan esas koşullardan biri üçboyutlu izlenimdir. Bu da stereos
kopta sıradan bir resimde tam olarak sağlanır; ama film görün
tüsünde olanaklı değildir. Bu yüzden film görüntüsünde kame
raya öndeki adama göre iki kat uzaklıkta olan bir başka adam
varsa, öndeki arkadakinden çok daha uzun ve geniş görünür.
Biçim değişmezliği için de aynı şeyler geçerlidir. Bir masa
nın üstünün ağtabaka üzerindeki görüntüsü onun fotoğrafına
benzer; izleyiciye yakın olan ön kenar arka kenardan çok daha
geniş görünür. Dörtgen yüzeyin görüntüsü bir yamuk olur. Oysa
sıradan bir insan düşünüldüğünde bu uygulama da mümkün
olmayacaktır; çünkü bu kişi masanın üstünü dörtgen görür ve
onu böyle çizer. Derinlemesine uzanan bir nesnede ortaya çıkan
perspektif değişiklikleri gözlcmlenmez, bunlar bilinçsizce gide
rilir. İşte biçim değişmezliği ile kastedilen budur. Bir film gö
rüntüsünde bunun hiçbir işlerliği yoktur; bir masanın yüzeyi,
özellikle kameraya yakınsa, önü çok geniş arkası ise çok dar
olarak görünür.
Bu olgular, gerçekte yalnızca üçboyutluluğun azalmasına
bağlı
değildir,
aynı
zan1anda
film
görüntüsünün
gerçek
dışılığına da bağlıdır; gerçek dışılığın renklerin yokluğu, perde
nin sınırlanması gibi nedenleri vardır. Bütün bunların sonucun
da, boyut ve biçimler perdede gerçek oranlarıyla değil, pers
pektif açısından bozulmuş olarak görünürler.
Renklerin Yokluğu ve Işıklandırma
Özellikle dikkate değer olan bir başka konu da doğadan en
temel ayrılma olarak düşünülebilecek renklerin yokluğunun,
renkli film buna dikkat çekineden önce pek fark edilmemiş
olmasıdır. Tüm renklerin, siyah ve beyaza indirilmesi gerçek
dünyadaki görüntüleri oldukça değiştirir. Öyle ki renklerin par
laklık değerleri bile olduğu gibi kalmaz (örneğin, kınnızı renk-
19
RUDOLF ARNHElM
ler emillsiyona bağlı olarak çok açık ya da çok koyu hale gele
bilir). Yine de bir film izlemeye giden herkes perdede gördükle
rinin doğaya sadık olduğunu kabul eder. Bunun nedeni "kısmi
yanılsama" denen olgudur. izleyici karşısında gökyüzünün in
san yüzüyle a}nı renkte olduğu bir dünya bulduğunda şaşırmaz;
grinin tonlanru bayrağın kırmızı, beyaz ve mavi renkleri; siyah
dudakları kırmızı; beyaz saçları sarı olarak kabul eder. Bir ağa
cın yaprakları bir kadının ağzı kadar koyudur. Bir başka deyişle,
yalnızca çok renkli bir dünya siyah-beyaz bir dünyaya dönüştü
riilmemiş, ayrıca bu süreçte renklerin birbirleriyle olan ilişkileri
de değişmiştir: gerçek dünyada varolmayan benzerlikler ortaya
çıkar; ya birbiriyle hiçbir biçimde doğrudan renk bağlantısı
olmayan ya da tamamen farklı renkte olan şeyler aynı renkte
görünür.
Film görüntüsü ışıklandırma çok iyi kullanıldığı sürece ger
çeğe benzer. Örneğin, ışıklandırma bir nesnenin biçiminin anla
şılmasında çok yardımcı olur. (Ayın kraterleri gerçekte dolu
nayda görülemez, çünkü güneş düşey durumdadır ve hiç gölge
olmaz.) Ayrıca arka plan nesnenin yeterince göze çarpmasına
olanak sağlayan bir parlaklığa sahip .olmalı, sanki zeminin belli
bölümleri nesneye aitmiş gibi ya da tam tersi bir yanılsama
yaratarak nesnenin genel görünümünü engelleyecek biçimde
düzenlenmemelidir.
Bu kurallar, örneğin, heykellerin fotoğrafları çekilirken de
geçerlidir. "Mekanik" bir yeniden üretimden başka bir şeye
gerek duyulmadığı zamanlarda bile, hem fotoğrafçıyı hem hey
kcltıraşı şaşırtan güçlükler çıkar ortaya. Heykcl hangi taraftan
çekilecek? Ne kadar uzaklıktan çekilecek? Önden mi, arkadan
mı, sağdan mı, soldan mı ışıklandırılacak? Bu sorunların nasıl
çözüldüğü fotoğrafın ya da film çekiminin gerçek nesneye ben
zeyen bir şey mi yoksa tamamen farklı görünen bir şey mi üre
teceğini belirler.
20
SANATOLARAKSThrnMA
Görüntünün Sınırlanması ve Nesneye Olan U zaklık
Görüş alanımız sınırlıdır. Gözün ağtabakasmda görüş nettir,
ama kenarlara doğru görüşün netliği azalır. Sonuç olarak görüş
uzaklığı organın yapısına bağlı olarak sınırlıdır. Bu nedenle gö
zümüzü belli bir noktaya diktiğimizde smırlı bir alanı görürüz.
Bu gerçeğin uygulamada pek önemi yoktur. Çoğu insan bunun
bilincinde değildir; başımız ve gözlerimiz hareketli olduğu ve
bu
yeteneği sürekli kullandıklan için görüş alanımızm sınırlı
olduğunun hiç farkına varamayız. Bu nedenle, eğer başka bir
nedenle değilse, perdedeki sınırlı görüntünün gerçek yaşamdaki
sınırlı görüşün sonucu olduğunu ileri sürmek belli sinema ku
ramcılanna ve bazı yönetmeniere göre kesinlikle yanlıştır. Bu
verimsiz psikolojidir. Film görünlüsünün sınırlılığı ve görüş
alanının sınırlılığı karşılaştırılamaz; çünkü gerçekte görüş ala
nında kesinlikle sınır yoktur. Uygulamada görüş alanı sınırsız
ve sonsuzdur. Bir şeye bakarken bakışlarımız sabit değil hare
ket halinde olduğu için gözlerimiz odayı tek bir konumdan gö
remese d� tüm oda sürekli bir görüş alanı olarak algılanabilir.
Gözlerimiz ve başımız hareket ettiği için tüm odayı sürekli bir
bütün olarak gözümüzde canlandırırız.
Bu durum fotoğraf ve filmde farklıdır. Bu iddianın amacı
doğnıltusunda sabit
bir kamerayla çekilmiş tek bir çekimi dü
şünüyoruz. Panorama çekimlerini ve gezici çekimleri daha son
ra tartışacağız. (Bu kolaylıklar bile hiçbir şekilde doğal görüş
alanının yerini dolduramazlar, zaten böyle bir şey de amaçlan
maz.) Görüntünün sınırları hemen hissedilir. Görüntülenen alan
bir yere kadar görünürdür; ama sonra ötede ne olduğunu gör
memizi engelleyen kenarlar vardır. Bu sınırlamayı bir deza
vantaj olarak kabul elmek hata olur. Tam tersine, filme sanat
olarak adlandınlma hakkını verenlerin bu tür sınırlamalar oldu
ğunu daha sonra göstereceğim.
21
RUDOLF ARNHElM
Bu sınırlama (yerçekimi etkisi de duyumsanmadığından)
betimlenen sahnenin uzamsal yönelimini bir fotoğrafta anlaşılır
şekilde yeniden üretmenin genellikle neden çok zor olduğunu
açıklar. Örneğin, bir dağın eğiminin aşağıdan ya da birkaç ba
samağın yukarıdan fotoğrafı çekilirse ortaya çıkan görüntü de
rinlik ve yükseklik izlenimi vermeyecektir. Bir çıkışı ya da inişi
yalnızca görsel araçlarla göstermek, karşılaştırma olanağı sağ
layan düz bir yer de gösterilmedikçe güçtür. Aynı biçimde, bir
şeyin boyutunu göstermek için de karşılaştırma standartları ol
malıdır. Örneğin, bir binanın ya da bir ağacın yüksekliğini
göstermek için yanlarında insan figürleri gösterilebilir. Gerçek
yaşamda bir insan yürürken çevresine bakar; gözlerini ayakları
na dikmiş bir dağ yolunu tırmanırken bile zihninde çevresinin
genel görünümüne ilişkin bir fikri vardır. Bu algının başlıca
nedeni kaslarının ve denge duygusunun ona her an bedeninin
eğimli düzlemde nasıl durduğunu söylemesidir. Böylece eğimli
yüzeyin görsel izlenimini sürekli doğnı olarak değerlendirebilir.
Bu insana karşıt olarak bir fotoğrafa ya da ekrandaki_görüntüye
bakan bir insan gösterilebilir. Bedeninin geri kalan kısımların
dan yardım almadan yalnızca gözüyle gördüğüne bağlı kalına
lıdır. Ayrıca dayanak olarak görsel dunımun yalnızca bir gö
rüntüylc sınırlanmış olan bölümüne sahiptir.
Görüntünün alanı kameranın nesneye olan uzaklığına bağlı
dır. Gerçek yaşamdan görüntüye taşınacak bölümler küçüldük
çe kameranın nesneye daha yakın olması gerekir ve nesne de
görüntüde daha büyük olarak ortaya çıkar ya da bunun tam tersi
olur. Eğer çok kalabalık bir insan topluluğunun fotoğrafı çeki
lecekse kamera bir kaç metre uzağa yerleştirilmelidir. Eğer tek
bir el gösterilecekse kamera çok yakın olmalıdır; aksi takdirde
elin yanında başka nesneler de fotoğrafta görünür. Bu yolla el
çok büyük ve ekranın tümüne yayılmış olarak görünür. Böyle
ce. özgürce hareket edebilen bir insan gibi kamera da nesnelere
22
SANAT OLARAK SİNEMA
uzaktan ya da yakından bakabilme yeteneğine sahiptir - önemli
bir sanatsal aygıttan elde edildiği için söz edilmesi gereken ka
nıta gerek bırakmayacak biçimde açık bir gerçektir bu. Uzaklık
ve boyut çeşitlerneleri farklı odaksal uzunluğa sahip mercek
lerle de sağlanabilir. Sonuç aynıdır; ama nesneye olan uzaklık
değişmez ve böylece perspektifte değişiklik olmaz.
Nesnenin ne kadar büyük göründüğü kısmen kameranın
yerleştirildiği uzaklığa, kısmen tamamlanmış film gösterilirken
görüntünün ne kadar büyütüldüğüne bağlıdır. Büyütme derecesi
projeksiyon makinasının merceklerine ve salonun büyüklüğüne
bağlıdır. Bir tilm, bir çocuğun büyülü fenerindeki gibi küçük ya
da büyük bir sinema salonundaki gibi kocaman, istenen boyutta
gösterilebilir. Yine de görüntünün büyüklüğü ve onun izleyici
ye uzaklığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Bir sinema salonunda
izleyici perdeden nispeten uzakta oturur, bu yüzden gösterim
büyük olabilir. Ama filmi oturma odasında izleyenler ekrana
çok yakındırlar ve bu nedenle göstcrim daha küçük olabilir.
Yine de uygulamada, kullanılan boyutun uzaklığı herkes için
olması gerektiği gibi değildir. Ön sıralardaki izleyiciler arka
sıralardakilerden doğal olarak daha büyük bir görüntü görürler.
Ama bu durum görüntünün izleyicilere ne büyüklükte göıündü
ğüne aldınlmadığını göstenncz. Film hazırlanırken belli bir bo
yutun gösterimi için tasarlanır. Bu nedenle büyük bir gösterim
de ya da izleyici görüntüye yakm olduğunda, hareketler (daha
geniş bir alan kaplanmak zorunda olunduğı.ından) küçük bir
gösterimdekinden daha hızlı görünür. Büyük bir görüntüde hızlı
ve karışık görünen bir hareket daha küçük bir görüntüde tama
men normal ve uygun olabilir. Gösterimin boyutu ayrıca gö
rüntüdeki ayrıntıların izleyici tarafından ne kadar açık görüldü
ğünü de belirler. Daha önce de belirtildiği gibi, özellikle nesne
nin göründüğü boyut yönetmen tarafından belli bir sanatsal etki
sağlamak için kullanıldığından, bir adamı kravatının üzerindeki
23
RUDOLF ARNHElM
puanlan sayabilecek kadar yakından görmek ve onu uzaktan
belli belirsiz görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Bu ne
denle izleyicinin çok yakın ya da çok uzak oturmasıyla yönet
menin amaçladığı etki göz göre göre yanlış aktarılrnış olur. Bir
filmi kalabalık seyirciye, herkes görüntüyü doğru boyutunda
görecek biçimde göstermek olanaklı değildir. Bunlara ek ola
rak, olanaklı olabilmesi için izleyicilerin birbiri arkasına yer
leştirilmesi gerekir; çünkü sıralar yaniara doğru çok genişledi
ğinde uçlarda oturanlar görüntüyü bozulmuş olarak görürler ve
bu da ortaya çıkabilecek en kötü durumdur.
Zaman-Uzam Sürekliliğinin Yokluğu
Gerçek yaşarnda gözlernlenen her olay ya da olaylar zinciri
her bir gözlernci için uzamsal ve zamansal olarak kesintisiz ve
art arda tamamlanır. Diyelim ki iki insanı bir odada birbiriyle
konuşurken görüyorum. Onlardan on beş adım uzakta duruyo
rum. Aramızdaki uzaklığı değiştirebilirim; ama bu değiştirme
birdenbire yapılamaz. Aniden beş adım uzaklıkta olarnarn; ara
daki uzaklık boyunca yürürnem gerekir. Odayı terk edebilirim;
ama birdenbire sokakta olamarn. Sokağa ulaşmak için odadan
dışarı çıkmalı, kapıdan geçmeli, merdivenleri iruneliyim. Za
man açısından da aynı şey geçerlidir. Bu iki insanın on dakika
sonra ne yapıyor olacaklarını aniden göremern. Bu on dakika
nın, önce kendi bütünlüğü içerisinde geçmesi gerekir. Gerçek
yaşamda zamanda ve uzarnda böyle sıçramalar yoktur. Zaman
ve uzam süreklidir.
Filrnde böyle değildir. Çekimi yapılan zaman· süreci her
hangi bir noktada bölünebilir. Bir sahnenin hemen ardından
tamamen farklı bir zamanda geçen bir başkası gelebilir. Uzarnın
sürekliliği de aynı yöntemle bölünebilir. Bir saniye önce bir
evden yüz metre uzaklıkta duruyorken, birdenbire tam önünde
durabilirirn. Bir kaç saniye önce Sydney'deyken, hemen sonra
24
SANAT OLARAK SiNEMA
Bostan'da olabilirim. Bunun için yalnızca iki film şeridini birbi
rine eklernem yeter. Elbette, filmin konusu eylemler ile açıklık
kazanacağı, ayrıca birbirine eklenen sahnelerde zaman ve u
zamda belirli bir mantıksal bütünlüğün gözetilmesi gerektiği
için bu özgürlük uygulamada kısıtlanır. Özellikle zaman konu
sunda uyulması gereken kesin kurallar vardır.
Geçmiş serüvenler, rüyalar ve anılar gibi konu dışı şeyler
sunulmadıkça, her hangi bir film sekansında olaylar birbirini
zaman sırasına göre izler. Böyle bir geriye dönüş olduğunda da
zaman doğal akışında geçer; ama olay ana öykünün çerçevesi
dışında gerçekleştiği için ana öyküye göre her hangi kesin bir
zamanda ("önce" ya da "sonra") sunulması gerekmez. Tek bir
sahnede ayrı olayiann birbiri ardına gerçekleşmesi, bun1ann
aynı zaman sekansmda olduğunu gösterir. Örneğin, tabancasını
kaldıran ve onu ateşleyen bir adamın "genel çekimi" gösterildi
ğinde, tabancanın kaldırılması ve ateşlenınesi hemen sonra tek
rar omuz çekiminden göstcrilemez. Böyle yapılması aslında
zamandaş olan olayların sıralanması olacaktır.
Aynı zamanda olan şeyleri anlatmanın en yalın biçimi el
bette onları tek bir götüntüdc göstermektir. Eğer ön planda ma
sada yazı yazan birini, arka planda piyano çalan birini görüyor
sam, zaman açısından durum kendini açıklar niteliktedir. Yine
de bu yöntemden sanatsal nedenler yüzünden kaçınılır ve du
rum ayrı çekimieric anlatılır.
Eğer iki dizi olayın aynı anda olduğu aniatılmak isteniyorsa
bunların birbiri ardına gösterilmesi yeterlidir; ancak bu durum
da zamandaşlığın amaçlandığı filmin içeriğinden açıkça anla
şılmalıdır. Sessiz filmde bu bilgiyi vermenin en basit yöntemi
yazılardır:
"Elise yaşamla ölüm arasmda gidip geliyorken,
Edward San Francisco'da yolcu gemisine biniyordu" gibi. Ya
da şöyle bir şey: Bir at yarışının
3:40'ta
başlayacağı anons e
dilmiştir. Yer yanşla ilgilenen insan1arla dolu bir odadır. Birisi
25
RUDOLF ARNHElM
bir sa.at çıkarır ve eliyle saatin 3:40 olduğunu gösterir. Sonraki
sahne koşmaya başlayan atların olduğu yarış parkurudur. Aynı
zamanda olan olaylar çeşitli salınelerin parça parça kesilerek,
birbirine eklerunesiyle gösterilebilir. Böylece farklı olayların
ilerleyişi dönüşürnlü olarak aktarılır.
Tek bir sahnede zamanın sürekliliği asla bozulman1alıdır.
Aynı zamanda gerçekleşen şeylerin birbiri arkasından gösteril
memesi gerektiği gibi, hiçbir an da atlarunamalıdır. Eğer bir
adam kapıdan pencereye doğru gidiyorsa, eylem tamamen
gösterilmelidir; örneğin, eylemin ortası yok edilip, izleyiciye
önce adamın kapıdan yürümeye başladığı st>nra ani bir sıçra
mayla pencereye vardığı gösterilmemelidir. Araya başka bir şey
girilerek aradaki zaman farklı biçin1de doldurulmadıkça, bu
dunun eylemde şiddetli bir kırılma olduğu duygusu verir. Bir
sahnedeki zaman dilimi yalnızca kasıtlı olarak komik etki yara
tılmak istendiğinde atlanabilir. Örneğin, Charlie Chaplin bir
rehinci dükkanına girer ve hemen paltosuz olarak dışarıya çı
kar. Tüm olayı göstermek gereksiz, dolayısıyla sıkıcı. ve sanat
sız olacağından eylemin ilerlcyişi olayın . aynı zamanda farklı
yerlerde gerçekleşen bölümleri tarafından kesilir. Bu yolla. za
man açısından tutarsız olan şeyler eğreti bir biçimde birbiri ar
dına eklenmeden yalnızca olay için gerekli olan anlar gösterile
bilir. Bu bir yana, iyi bir fılmin senaryosunda her bir sahne öyle
iyi planlanmış olmalıdır .hl gerekli olan her şey, yalnızca gerekli
olanlar, mümkün olan en kısa zaman aralığında gerçekleşmeli
dir.
Tek bir olayda zamanın sürekliliğinin bozulmaması gerekir
ken, ayrı yerlerde gerçekleşen olaylar arasındaki zaman ilişki
sinin nasıl olması gerektiği ilke olarak belirsizdir ve bu nedenle
gösterilen ikinci olayın birinciden önce mi, onunla aynı zaman
da mı. yoksa ondan sonra mı olduğunu söylemek olanaksız ola
bilir. Olaylar arasında zaman değil yalnızca konu açısından
26
SANAT OLARAK SiNEMA
bağlantı olan bir çok eğitici filmde bu durum çok net olarak
görülür. Örneğin şu konuyu ele alalım: " ...yalnızca tavşanlar
değil aslanlar da evcilleştirilebilir". İlk görüntü, gösteri yapan
tavşanlar. Bu sahne boyunca zamanın sürekliliğine dikkat edil
melidir. İkinci görüntü, aslanın evcilleştirilmesi. Burada da za
manın sürekliliği bozulmama lıdır. Oysa bu iki olayın hiçbir bi
çimde zaman ilişkisi yoktur. Aslanların evcilleştirilmesi tav
şanlarla yapılan gösteriden önce, onunla aynı zamanda ya da
ondan sonra oluyor olabilir. Başka bir deyişle, bu durumda za
man ilişkisi önemsizdir ve bu yüzden zaman açısından bir ilişki
yoktur. B enzer durumlar ara sıra aniatı filmlerinde de ortaya
çıkar.
Eğer olayların zaman açısından birbirini izlediği anlatılacak
sa, filmin içeriği bunu zamandaşlık durumunda olduğu gibi ti
tizlikle anlaşılır kılmalıdır. Çünkü ekranda iki olayın birbirini
izlemesi onların zaman olarak birbirini izlediğini kendiliğinden
anlaşılabi lir kılmaz.
Film zaman ve uzamın kullanılması bakurundan tiyatrodan
daha fazla özgürlüğe sahiptir. Elbette, bir olayın bir öncekinden
tamamen farklı bir zamanda ve yerde gerçekleşmesi tiyatroda
da görülebilir. Ancak sahneler zaman ve yerde gerçekçi bir sü�
reklilik kaygısıyla çok uzun tutulur ve ara verilemez. Herhangi
bir değişiklik, perdelerin indirilmesi veya sahnenin karartılması
gibi belirli bir kesintiyle belirtilir. Bir seyircinin aynı sahne ü
zerinde bu kadar çok bağlantısız olayı görmeyi rahatsız edici
bulacağı düşünülebilirdi. Böyle olmaması garip bir gerçeğe
bağlıdır: bir oyunun (ya da filmin) neden olduğu yanılsama
yalnızca kısmidir. Belli bir sahnenin inandırıcılığı doğallığın
dan kaynaklanır. Karakterler gerçek yaşamdaki insaniann ko
nuştuğu gibi konuşmalıdır: bir köle bir köle gibi, bir dük bir
dük gibi. (Ancak burada bile şöyle bir ayrım vardır: köle ve dük
anlaşılır ve yeter derecede yüksek sesle konuşmalıdır, aslında
27
RUDOLF ARNHElM
bu gerçek yaşamdakiyle kıyaslanmca fazla anlaşılır ve fazla
yüksektir.) Modern bir salona, aydınlatmak için antika bir Ro
ma feneri ya da Desdemona'nın yatağının başucuna bir telefon
konulmamalıdır. Her şeye rağmen odanın yalnızca üç duvarı
vardır; seyirci ve sahne arasında olması gereken dördüncü du
var yerinde değildir. Eğer dekorun bir parçası düşer de odanın
duvarının boyanmış bir bezden başka bir şey olmadığı ortaya
çıkarsa ya da patlama sesi tabanca ateşlenıneden bir kaç saniye
önce işitilirse hiçbir seyirci gülmeyecektir. Tiyatroda bir odanın
üç duvarı olduğunu her seyirci kabul eder. Gerçeklikten sapma
kabul edilir; çünkü tiyatronun uygulaması bunu gerektirir. Ya
nılsama yalnızca kısmidir.
Tiyatro sahnesi, deyim yerindeyse, birbiriyle kesişen ama
birbirinden farklı iki dünyadadır. Tiyatro doğayı yeniden üretir;
ancak tiyatro salonunun seyircilerin oturduğu bölümündeki
gerçek zaman ve uzamdan bağunsız olarak doğanın yalnızca bir
bölümünü üretir. Aynı zamanda sahne bir vitrin, bir sergi, ola
yın geçtiği yerdir. Bu nedenle hayali olanın etki alanındadır.
Yanılsama unsuru tiyatroda nispeten daha-güçlüdür; çünkü ger
çekten var olan bir uzam (sahne) ve gerçekten geçen bir zaman
söz konusudur. Yanılsa ma unsuru bir görüntüye -örneğin önü
müzdeki masanın üzerinde duran bir fotoğrafa- bakarken daha
küçüktür. Fotoğraf da tıpkı oyun gibi belli bir yeri ve belli bir
zamanı (bir anı) gösterir; ancak bunu tiyatrodaki gibi gerçekten
var olan bir uzarnın ve gerçekten geçen zamanın yardımı olma
dan yapar. Görüntünün yüzeyi görüntülenmiş bir uzamı göste
rir; daha çok soyutlama olduğu için görüntü yüzeyi bize hiçbir
biçimde var olan uzarnın yanılsamasını vermez.
Film -canlandırılmış görüntü- tiyatro ve hareketsiz görüntü
nün arasındadır. Uzamı sunar ve bunu tiyatrodaki gibi gerçek
uzamm yardımı olmadan düz yüzeye sahip sıradan bir fotoğ
raftaki gibi yapar. Buna rağmen, uzarnın izlenimi, çeşitli ne-
28
SANAT OLARAK SİNEMA
denlerle hareketsiz bir fotoğraftan edinilen izienim kadar zayıf
değildir. izleyicide belirli bir derinlik yanılsaması egemendir.
Yine fotoğrafın tersine, filmin gösterimi sırasında tiyatrodaki
gibi zaman geçer. Bu geçen zamandan var olan bir olayı anlat
mak için yararlanılabilir; ancak yine de geçen zaman izleyiciye
rahatsızlık duygusu veren aralarla bölünebilecek kadar katı de
ğildir. Gerçek şu ki film, düz ve ikiboyutlu görüntüye özgü bir
şeyler barındınr. Görüntüler, zamanın tamamen farklı dönemle
rini anlatsalar bile istenildiği kadar uzun ya da kısa süre içinde
birbiri ardına gösterilebilirler.
Böylece sinema da tiyatro gibi kısmi yanılsama yaratır. Belli
bir dereceye kadar gerçek yaşam izlenimi verir. Tiyatronun ter
sine, sinema gerçek yaşamı gerçek ortamında gösterebileceği
için gerçek yaşam izieniınİ güçlüdür. Diğer yandan film, tiyat
roda hiç rastlanamayacak biçimde görüntüye özgü özellikler
taşır. Renklerin ve üç boyutlu derinliğin var olmayışıyla, ekra
nın kenarlarıyla keskin bir biçimde sınırlanmış olmasıyla vs.
film gerçeklikten yeterince sıyrılmıştır. Film her zaman hem
düz yüzeyli bir posta kartına hem de canlı bir olaya benzer.
Buradan montaj denen şeyin sanatsal gerekliliği ortaya çı
kar. Yukarıda, gerçek durumlan birbirine eklenebilen selüloit
şeritlerin üzerine kaydeden filmin, gerçek zaman ve uzarnda
hiçbir biçimde ilişkisi olmayan şeylerı yan yana koyma yetene
ği olduğuna değinilmıştı. Hu yetenek tamamen mekanlktı. ızıe
yıcının tarKil çeKımıeraen oluşan bir filmi izlerken deniz tutma
sına benzer bir fiziksel rahatsızlığa kapılabileceği düşünülebilir.
Örneğin: 1. sahnede bir adam bir evin kapısını çalarken görülür.
Hemen ardından tamamen farklı bir görüntü gelir ve evin içinde
kapıya bakmaya gelen hizmetçi görülür. Böylece izleyici ani
den kapalı kapıdan içeri fırlatılmıştır. Hizmetçi kapıyı açar ve
ziyaretçiyi görür. Saniyenin küçücük bir parçasında çok hızlı
bir başka değişim olur, birden bire bakış açısı değişir ve ziya-
29
RUDOLF ARNHElM
retçinin gözlerinden hizmetçiye bakarız. Sonra girişin gerisinde
bir kadın belirir; sonraki anda bizi ondan ayıran mesafeyi
katederiz ve kadının hemen yanındayızdır.
Uzamla yapılan bu şimşek gibi hızlı hokkabazlığın bütü
nüyle rahatsız edici olacağı düşünülebilir. Ama sinemaya giden
herkes gerçekte hiçbir rahatsızlık duygusu olmadığını, tersine
yukarıda anlatılan sahne gibi bir sahnenin tamamen rahatça iz
lenebildiğini bilir. Bu durum nasıl açıklanabilir? Sanki sekans
gerçekten oluyormuş gibi konuştuk. Ama gerçek değildir ve en
önemlisi izleyicilerde onun gerçekliğine dair (tam) bir yanılsa
ma yaratmaz. Daha önce de söz edildiği gibi, yanılsama yalnız
ca kısmi olduğu için film aynı anda hem gerçekten olan bir olay
'
hem de görüntü etkisi bırakır.
O halde tilmin görüntü niteliğinin bir sonucu olarak, farklı
zaman ve uzamdaki salınelerin sekansının keyfi yapılmış oldu
ğunu düşünnıeyiz. Bunlara posta kartı albümüne bakılıyonnuş
gibi heyecansız bakılır. Posta kartlarına farklı yerlerin ve anla
rın kaydedilmiş olması bizi nasıl hiç rahatsız etmezse, bu du
rum fılmde de rahatsız edici görünmez. Eğer bir an odanın arka
tarafındaki bir kadının genel çekimini, daha sonra kadının yü
zünün ayrıntı çekimini görürsek, yalnızca "sayfayı çevirdiğimi
zi" ve yeni bir görüntüye baktığunızı hissederiz. Eğer film gö
rüntüleri çok güçlü bir uzamsal izienim verseydi, büyük olası
lıkla montaj mümkün olmazdı. Bunu mümkün kılan film gö
rüntüsünün kısmen gerçek dışı olmasıdır.
Oysa tiyatro sahnesi gerçek yaşamdan yalnızca dördüncü
duvarın olmaması, oyundaki olayların geçtiği yerlerin değişme
si ve insaniann teatral bir dille konuşmasıyla ayrılır. Filmin ay
rılıkları daha buyuktur. Kameranın arkasına yerleştiğini düşü
nürsek izleyicinin konumu sürekli değişir. Tiyatroda seyirci
sahneden hep aynı uzaklıktadır. Sinemada izleyici bir yerden
bir yere atlıyormuş gibidir: Uzaktan, yakından, yukarıdan, pen30
SANAT OLARAK SiNEMA
cereden, sağ taraftan, sol taraftan izler. Söylediğimiz gibi ger
çekte bu açıklama bütünüyle yanıltıcıdır; çünkü durumu fiziksel
olarak gerçekmiş gibi ele alır. Oysa çok çeşitli açılardan çekil
miş görüntüler birbirini izler ve bunlar çekilirken kameranın
konumu sürekli değişrnek zorunda olsa da izleyici tüm bu karı
şıklığı ikinci kez yaşamak zorunda bırakılmaz.
Mantıklı düşünen çoğu insan bu "kısmi yanılsama" teorisi
nin belirsiz ve iki anlamlı olduğunu hissedecektir. Yanılsama
nın özü onun tam olması değil midir? Birinin, çevresinde arka
daşlarıyla New York'taki evinde bir sandalyede otururken ken
disini Paris'te düşünmesi mümkün müdür? Biraz önce aynı yer
de bir caddcye bakarken birden bir odaya baktığına inanabilir
mi? Evet, inanabilir. Bir yanılsamanın ancak her ayrıntısı tam
olduğunda güçlü olacağı düşüncesi, çağdışı psikoloj iye göre
hala sağlam köklere sahip yaygın bir inanıştır. Ama herkes bilir
ki, iki nokta, bir virgül ve bir çizgiden oluşan kabataslak, ço
cukça bir yüz çizimi tam bir anlatıma sahip olabilir; öfke, neşe
ve korkuyu anlatabilir. Anlatım nasıl olursa olsun tam olduğu
için edinilen izienim güçlüdür. Bunun yeterli olmasının nedeni,
gerçek yaşamda hiçbir biçimde her aynntıyı yakalayamayışı
mızdır. B irinin yüz ifadesini gözlernlcdiğimizde, gözleri mavi
miydi yoksa kahverengi miydi, şapka giyiyor muydu yoksa
giymiyar muydu söylemekte güçlük çekeriz. Yani gerçek ya
şamda , bize yalnızca bilmemiz gerekenleri veren esasları ania
yarak tatmin oluruz. Böylece yalruzca bu esasların yeniden
ü
retilmesiyle tatmin oluruz ve yoğunlaştırılmış olduğu için daha
sanatsal olan tam bir izienim ediniriz. Aynı şekilde sinema ve
tiyatroda da bir olayın yalnızca esasları gösterildiğinden yanıl
sama oluşur. Ekrandaki insanlar, insan gibi davranıp insanca
olaylar yaşadıklarından, ne onları elle tutulur canlı varlıklar ola
rak karşımızda görmemiz ne de gerçek uzarnda bulunduklarını
görmemiz gerekli değildir; onlar olduklan gibi yeterince ger31
RUDOLF ARNHElM
çektirler. Bu nedenle nesneleri ve olayi� hem canlı hem de
hayali, hem gerçek nesneler hem de ekrandaki basit ışık örnek
leri olarak algılanz. Sinemanın sanat olmasını olanaklı kılan da
bu gerçektir.
Duyuların Görülmeyen Dünyasının Yokiuğu
Gözlerimiz . bedenin geri kalanından bağımsız işleyen bir
mekanizma değildir. Diğer duyu organlanyla sürekli işbirliği
içinde çalışırlar. Dolayısıyla diğer duyuların yardımı olmadan
bir düşünceyi aktannatan istendiğinde, şaşırtıcı bir fenomen
doğar. Bu nedenle, örneğin, hızlı hareket eden bir kamerayla
çekilmiş bir film izienirken baş dönme � i duygusu doğar. Bu
duygu, gözlerin hareketsiz olan bedenin ICinestetik reaksiyonla
rıyla gösterilen dünyadan farklı bir dünyaya katılmasından do
ğar. Gözler sanki beden bütünüyle hareket ediyormuş gibi dav
ranır. Oysa, denge duyusu da dahil olmak üzere, diğer duyular
bedenin hareketsiz olduğunu bildirir.
Biz film izlerken denge duyumuz gözlerin bildirdiklerine
bağımlıdır ve gerçekte olduğu gibi kinestetik uyanlar almaz.
Dolayısıyla insan gözünün ve kameranın işleyişi konusunda
çizilen belli paralellikler (örneğin, kameranın ve gözün hare
ketliliği konusunda yapılan benzetme) yanlıştır. Gözlerimi ya
da başımı çevirirsem görüş alanım değişir. Diyelim bir saniye
önce kapıya bakıyordum, şimdi kitaplığa bakıyorum, sonra ye
mek masasına, sonra pencereye bakacağım. Bu panorama göz
lerimin önünden geçmez ve çeşitli nesneler hareket ediyormuş
izlenimi vennez. Bunun yerine odanın her zamanki gibi dura
ğan olduğunu, benim bakışlarıının yönünün değiştiğini ve bu
nedenle hareketsiz odanın diğer bölümlerini de gördüğümü an
larım. Filmde durum böyle değildir. Bu görüntü çekilirken ka
mera sırayla bir nesneden diğerine döndürülürse, görüntü göste
rilirken kitaplık, masa, pencere ve kapı hareket eden onlannış
32
SANAT OLARAK
SiNEMA
gibi ekranın bir tarafından bir tarafına ilcrleyeccktir. Kamcra
izleyicinin bedeninin baş ve gözler gibi bir parçası olmadığı
için izleyici dönenin kaınera olduğunu anlayamaz. Ekranda
nesnelerin yer değiştirdiğini görebilir ve önce onların hareket
ettiklerini sanabilir. Örneğin, Jacques Feyder'in Les Nouveaux
Messieurs adlı filminde kameranın posterieric kaplı bir duvar
boyunca hızlıca geçtiği bir sahne vardır. Sonuçta duvar kame
ranın önünden geçiyormuş gibi görünür. Eğer çekilen sahne
anlaşılacak kadar basitse, izleyicinin dayanak bulması kolaysa,
izleyici bu izlenimi er ya da geç düzeltir. Örneğin, kamcra bir
adamın hacaklarından başlayıp yavaşça yukanya doğnı çıkarsa,
izleyici adamın hareketsiz kameranın ön_ünden geçmek için ön
ceden yukarı uçmadığını bilir. Yine de film yönetmenleri kav
ranması pek kolay olmayan görüntüler çekmek için kamerayı
döndürürler veya yönünü değiştirirler; bu nedenle izleyiciyi
kolayca serseınletebilecek ve amaçlanmamış bir sürükleome
duygusu oluşur. Yukarıda da söylendiği gibi, gözlerin ve kame
ranın hareketleri arasındaki farklılıklar, gözlerimizin görüş ala
nı uygulamada sınırsızken film görünrusünün sınırlı olmasından
ileri gelir. Film görünlüsünün çerçevesi içine sürekli yeni nes
neler girer ve çıkarlar; ancak gözler için uzarnda kesintisiz bir
süreklilik söz konusudur. Bu sayede bakışlar her yerde isteni l
diği gibi gezdirilebilir.
Bu nedenle filmde hareket görecelidir. Kameranın hareketli
mi hareketsiz mi olduğunu, eğer hareketliyse bu hareketin ne
kadar hızda ve hangi yöne doğnı olduğunu gösterecek hiçbir
fiziksel duyum olmadığı için ve aksini kanıtiayacak delillerin
eksikliğinden kameranın sabit olduğu varsayılır. Dolayısıyla
görüntüde bir şey hareket ediyorsa, bu hareket kameranın dur
gun bir nesnenin önünden geçmesi sonucu değil de, o şeyin
kendisinin hareket etmesinin sonucu olarak görünür. Aşırı du
rumlarda bu, hareketin yönünün tersine dönmesine yol açar.
33
RUDOLF ARNHElM
Örneğin, hareket halindeki bir otomobil onu geçmekte olan i
kinci bir otomobilden filme alındığında, ortaya çıkan görüntü
açıkça geriye doğru hareket eden bir otomobil gösterir. Yine de,
gösterilen nesnelerin doğası ve çevreyle etkileşimi sayesinde
hangi hareketin göreceli hangisinin mutlak olduğwıu anlaşılır
kılmak mümkündür. Eğer görüntüde kameranın hareket halin
deki bir aracın üzerinde durduğu belliyse, yani otomobile ait
parçalar araziye karşıt olarak görüntüde göıiinüyorsa, otomobil
hareket halinde, çevredeki arazi hareketsiz olarak algılanır.
Uzamsal yönelimlerin de (aşağı, yukarı, vb.) göreceliliği
vardır. Bu, daha önce "Görüntünün Sınırlanması" bölümünde
açıkladığımız olguya bağlıdır. Eğimli bir yüzeyin fotoğrafı
yokuş görünümü veremez, çünkü izleyiciye "yukarıyı ve aşa
ğıyı" anlamasında yardımcı olacak yer çekimi duygusu yok
tur. Kameranın düz mü durduğunu yoksa bir açıyla mı yerleş
tirildiğini anlamanın yolu yoktur. Bu nedenle, tersini göstere
cek bir şey olmadığında, gösterilen düzlem düşey olarak algı
lanır. Eğer kamera yatan bir adamın kafasını yukandan gös
terrnek için bir yatağın üzerinde tutulursa, adamın dik olarak
oturduğu, yastığın da dikey olarak durduğu izlerumi verilebilir
kolayca. Kamera aşağıya doğru çevrildiği için yatay bir yüze
yi gösterse de, ekran dikeydir. Bu etkiden ancak izley iciye
dayanak sağlamak için çevrenin yeterli kısmının görüntüde
gösterilmesiyle kaçın ılabilir.
Diğer duyulara gelince: bir sessiz filmi önyargısız olarak
izlemeye giden hiç kimsenin, eğer aynı olay gerçekte oluyor
olsaydı çıkacak olan sesleri rluyamadığı olmamıştır. Hiç kimse
nin ne ayak seslerini ne yaprakların hışırtısını ne de saatin tik
taklarını rluyamadığı olmamıştır. Bu tür seslerin eksikliği (ko
nuşma da bunlardan biri elbette), gerçek yaşamda olsa şok ya
ratacak olsa da, fılmde nadiren fark edilir. İnsanlar filmierin
sessizliğini kabul ettiler, çünkü gördüklerinin eninde sonunda
34
SANAT OLARAK SiNEMA
yalnızca bir görüntü olduğu duygusunu asla tamamen kaybet
mediler. Yine de bu duygu, sesin eksikliğinin yanılsamanın hoş
olmayan bir biçimde bozulması olarak duywnsanmasını önle
mekte tek başına yeterli olamamıştır. Bunun o lamaması yine
daha önce açıklanantarla bağlantılıdır: Tam bir izienim edin
mek için onun doğal anlamda tam olması gerekmez. Gerçek
yaşamda var olan her şey, gösterilen şey esasları içerdiği sürece
dışarıda bırakılabilir. Ancak sözlü filmler ortaya çıktıktan sonra
sessiz filmde sesin eksikliği göze çarpar oldu. Ama bu hiçbir
şey kanıtlamaz ve ses sunulmuş olsa bile sessiz filmin gelişme
olanaklarına karşı çıkmayı amaçlayan bir iddia değildir.
Koklama duyusu için de çoğunlıikla aynı şey geçerlidir. Ek
randa bir Roma Katolik ayini gördüğünde buhur kokusu alabi
leceğini düşünecek insanlar olabilir. Hiç kimse uyancıyı kaçır
maz. Koku, denge veya dokunma duyumları, elbette fılınde
doğrudan bir uyarıcı sayesinde aktarılmaz; ancak görme yo
luyla dotaylı olarak duyumsatı lır. Buna dayanarak, ana unsurla
rı görsel olarak anlatılamayacak olan olaylardan oluşan filmler
yapmanın yakışıksız olacağı gibi önemli bir kural çıkar ortaya.
Tabanca patlaması bir sessiz filmin doruk noktası olabilir; ye
tenekli bir yönetmen gerçel<. patlama sesini ekarte edebilecek
güçte olabilmelidir. izleyici için tabancanın ateştendiğini ve
belki yaralı bir adamın düştüğünü görrnek yeterli olur. Josef
von Sternberg'in
The Docks of New York adlı filminde, patlama
sesi yaralı bir kuş sürüsünün aniden havalanmasıyla becerikiice
görünür kılınmıştır.
2 BİR FİLMİN OLUŞTURULUŞU
Fiziksel dünyadan aldığımız görüntülcrin, sinema perdesin
dekilerden . farklı olduğu yukarıda gösterilmiştir. Bu, tilmin ger
çek yaşamın yavan ve mekanik bir yeniden üretiminden başka
35
RUOOLF ARNHElM
bir şey olmadığı iddiasını çürütmek için yapıldı. Bu çözümleme
bize film sanatının ilkelerini ortaya koyabileceğimiz verileri
sağlamıştır.
Sinema, doğası gereği, yaşadığımız dünyada olan merak u
yandıran, tipik ve heyecan verici şeylere ilişkin gerçeğe uygun
bilgiler vermeye yöneliktir. Filmin eski müzikhol günlerinde
heyecan yaratan ilk şey, sıradan olayların perdede tıpkı yaşam
gibi arılatılmasıydı. İnsanlar son hızla üzerlerine gelen bir lo
komotif ya da Unter den Linden adlı filmde olduğu gibi bizzat
imparatorun attan düşmesi karşısında büyük bir heyecan duy
muşlardı. O günlerde tilmin verdiği keyif yalnızca konudan
kaynaklanıyordu. Film sanatı, ancak yönetmenler bilinçli veya
bilinçsiz olarak sinernatografik tekniğin olanaklarını geliştir
meye ve sanatsal üretimler yaratmak için onlardan yararlanma
ya başladıkları zaman adım adım gelişti. Bu anlatım araçların
kullanımının kalabalık seyircileri ne ölçüde etkilediği tartışmalı
bir konudur. Gişe başarısı bugün bile kesinl ikle daha çok neyin
gösterildiğine bağlıdır, sanatsal olup olmadığına değil.
Film yapımcısı kendisi fotografik mal�emesinin gerçeğe
güçlü benzerliğinden etkilenir. Bir heykeltıraşın ve bir ressamın
tek başlarına doğaya benzeyen hiçbir şey üreteıneyen araçların
dan farklı olarak, kamera çalışmaya başladığında gerçek dün
yanın benzeri mekanik olarak ortaya çıkar. Yönetmcnin böyle
biçimsiz bir yeniden üretimle yetinmesi gibi ciddi bir tehlike
vardır. Yönetmen bir sanat eseri yaratmalıdır. Bu yüzden kul
Jandığı aracın özelliklerini bilinçli olarak vurgulaması önemli
dir. Yine de bu öyle bir biçimde yapılmalıdır ki gösterilen nes
nenin nitelikleri yok edilmek yerine daha da güçlendirilmeli,
yoğunlaştırılmalı ve yoruınlanmalıdır. Bundan sonraki görevi
miz film gerecinin çeşitli özelliklerinin sanatsal etki yaratmak
için nasıl kullanılabileceğini ve kullanıldığını örneklerle anlat
mak olacaktır.
36
SANAT OLARAK SiNEMA
Cisimlerin Düz Bir Yüzeye Yansıtılmasının Sanatsal
Kullanımı
Önceki bölümlerden birinde fotografik göstennede üç bo
yutlu kütlelerin ve uzamların iki boyutlu bir yüzeye, yani gö
rüntü yüzeyine, yansıtılmasından ne gibi durumların ortaya
çıktığını göstenniştim. İlk önce bir nesnenin tipik olarak yeni
den üreti lebilmesinin ya da üretilememesinin seçilen görünüşe
bağlı olduğu kanıtlanmıştı. Fi lm sanatı emeldeme dönemindcy
ken bu tür konuları hiç kimse fazla dikkate almazdı . Kamera,
yüzleri ve hareketleri kolayca görünsün diye çekilen insanların
tam önüne koyulurdu . Eğer bir_ ev gösterilecekse, kameraman
tam evin karşısına öyle bir uzakl ığa yerleşirdi ki hiçbir şey gö
ri.intünün dışında bırakılmazdı. Perspektif gösterim sayesinde
sağlanabilecek özel etkiler ancak yavaş yavaş fark edildi.
Chaplin'in The lmmigrant adlı filminde açilış sahnesi, kor
kunç bir biçimde sallanan ye tüm yolcularını deniz tutan bir
tekne gösterir. Yolcular elleriy le ağızlarını kapatarak teknenin
bordalarına doğru sendelemektedirler. Sonra Charlie Chaplin'in
ilk görüntüsü gelir : Seyircilere arkası dönük olarak bardadan
sarkmaktadır, kafası aşağıdadır ve hacakları çılgınca geriye
tekmeler savurmaktadır. Herkes zaval lı kahramanı deniz tut
muş, diye düşünür. Birden bire Charlie kendisini yukarı çeker,
döner ve bastonuyla büyük bir balık yakalarlığını gösterir. Şa
şırtıcı etki, izleyicinin duruma belirli bir konumdan bakması
sayesinde başarılmıştır. Sahnenin temelini oluşturan düşünce,
"bir adam her hangi bir şey yapıyor, örneğin, balık tutuyor ya
da hastalanıyor" düşüncesi değil , "bir adam bir şey yapıyor,
aynı zamanda izleyici onu belli bir noktadan izliyor" düşünce
sidir. Şaşırtma unsuru ancak olay belirli bir noktadan izlendi
ğinde vardır. Eğer olay denizden çekilmiş olsaydı, seyirci
Charlie'run hasta olmadığını, balık tuttuğunu hemen anlardı ve
37
RUDOLF ARNHElM
böylece yanıltıcı düşünce baştan aşılanamazdı. Film tekniğinin
belli bir özelliği etkiyi sağlamlaştırmak için kullanıldığından,
bu buluş yalnızca konuyla ilgili değil, aynı zamanda sinematog
rafıktir.
Bu tür bir sahnede ne oJduğu doğası gereği seyirciye göste
rilmemelidir. Sanatçı özel bir etki sağlamak için, "en tipik gö
rünüş"
ilkesine
tamamen
karşı
bir şey
yapar.
Dupont'un
Vaudeville adlı fi lminde de baş karakterin filmde ilk kez görü
nüşü aynı ilkeyle tasarlanmıştır. Hükürnlü Jannings kendisini
sorgulayan yargıcın karşısında otunnaktadır; yüzü henüz gö
rülmez, ceketinin arkasına büyük bir sayı dikilmiş olduğu halde
sırtı görünür. Böylece görünen bir sembol yardımıyla, kendi
içinde soyut, tamamen zihinsel ve görünmez olan bir fıkir bildi
rilmiştir: "Diğerlerinin arasında bu adam bir birey değil, yalnız
ca bir sayıdır". Daha fantastik bir fılmde, mahkum gövdesinin
üzerinde kafasının yerine bir rakamla gösterilebilirdi; hani ba
zen karikatililerde olur ya, bir işadamının kafası dolar işaretidir.
Dupont'un sahnesinde ilgi çekici olan, soyut bir şeyi sembolize
etmek için gerçeklikle çatışılmamasıdır. Konuyla da doğr..ılanan
bütünüyle doğal bir görünüş seçilmiş ve istenen etki zorlamaya
kaçılmadan, anlaml ı bir biçimde, yalnızca çekimin belli bir açı
dan yapılmasıyla sağlanmıştır. Görünüş öyle seçilmiş ve kay
dedilmiştir ki hem tipik hem de semboliktir.
Bu nedenle görüntünün çekildiği koşullar (bizim örneğimiz
de belirli bir yaklaşım açısının seçilmiş olması), önemsiz nice
likler veya kaçınılmaz hatalar olarak düşünülemez, görüntünün
bütününe katkısı olan unsurlar oldukları için kullanılmışlardır.
Sanatsal etki onların titizlikle kullanılmasıyla sağlanır. "Yargıç
ve malıkurnun konuşması" epizotu, yeniden üretimin belirli bir
görünüşten yapılmasıyla sözünü ettiğimiz epizotun yeniden ü
retiminden ayrılmıştır. Bu görünüş yüzlerce görsel olasılık ara-
38
SANAT OLARAK SThffiM A
smdan seçilmek zorundaydı. Ancak görüntülenen belirli bir o
layın bir fikri aktarmasını olanaklı kılan bu "sınırlama"dır.
Yaptığım bu sistematik çözümleme, bu sahnenin nasıl yara
tıiclığına dair psikoloj ik bir açıklama olarak anlaşılmamalıdır.
Demek istediğim, Dupont'un zihinsel sürecinin şöyle bir şey
olduğunun söylendiği düşünülmemelidir: "Bir mahkumun bir
rakamdan başka bir şey olmadığını sembolik olarak gösterrneli
yim. Bu etkiyi yaratmak için nasıl bir yöntem kullanayım? Ah !
Kamera açısı ... Biraz düşüneyim . . . " Başka bir yolla da olmuş
olabilir. Yönetmen rastlantı sonucu mahkumu arkadan görmüş
ve böylece kafa�ında iyi bir düşünce belirrniş olabilir. Biz bu
rada yalnızca tamamlanmış çalışmanın çözümlenmesiyle ve
etkilerinin incelenmesiyle ilgileniyoruz.
Rus sinemasında (diğerleri fikri yalnızca kopya etmişlerdir),
bir karakterin otorite gücü, genellikle alttan görüşle anlatılmış
tır. Sert bir patron ya da general söz konusuysa, kamera ona
sanki bir dağa bakıyormuş gibi aşağıdan bakar. Burada da o
yuncunun belli bir görüş açısından çekilmesi rastgele olmamış,
bilinçli olarak kullanılmıştır. Perspektif açısı anlam kazanmış,
zorunluluktan fayda sağlanmıştır.
Kameranın becerikiice yerleştirilmesiyle iki kat etki üretile
bilir. Eğer sanatsal etki sağlanacaksa. bu çift etki gereklidir. Bu
çift etki yalnızca konuyu tipik biçimde göstermemeli, aynı za
manda izleyicinin biçim duygusunu da tatmin etmelidir. Bir
otokratın alttan çekilmesi yalnızca onun seyirciden üstün oldu
ğunu gösterrnez, ayrıca becerikiice uygulanırsa, dikkat çekici
bir biçim oyunu yaratabilir. Böyle çarpıtılmış bir insan gövde
sini bilinçli olarak algılamak alışılmadıktır ya da bir kaç yıl ön
cesine kadar öyleydi. Gövdenin muazzarnl ığı, figürün en tepe
sinde perspektif nedeniyle küçücük görünen kafa, yüzün yapı
sının garip bir biçimde değişmesi (burnun ucunun iki kara de39
RUDOLF ARNHElM
likle beraber bıyıkların üzerinden çıkıntı yapması; alttan göıii
nen çene); tüm bunların içerikle bağlantılı olması gerekmez ve
büyük bir biçimsel yarar sağlarlar. Bu görünüşün garipliği ve
şaşırtıcılığı, parlak bir coup d'e,sprit ("bir şeye yeni bir açıdan
bakmak") etkisine sahiptir, bildik bir nesnenin bilinmeyen bir
yönünü ortaya çıkarır. Rene Clair'in Entr'acte adlı filminde cam
bir tabakanın üzerinde dans eden bir balerinin görüntüsü vardır.
Görüntü cam tabakanın altından çekilmiştir. Kız dans ederken,
kat kat bürümcüklü etekleri bir çiçeğin yaprakları gibi açılıp
kapanır ve çiçeğin ortasında hacakların ilginç pantomimi göıii
nür. Böylesine ilginç bir çekimden alman keyif öncelikle salt
biçimseldir ve anlamdan tümüyle ayrılmıştır. Yalnızca görün
tünün şaşırtıcılığına dayanır. Buna ek olarak bir anlamı da ol
saydı, değeri çok daha büyük olurdu. Önıeğin, kameranın bu
konumuyla, dansın erotik yanı vurgulanabilirdi.
Değişik kamera açıları genellikle yalnızca biçimsel yararları
için seçilirler, anlamları için değil. Büyük olasılıkla yönetmen,
hiçbir anlamı olmasa da kullanmakta direndiği ustaca bir görüş
açısı bulur. İyi bir fılmde her çekimin ana öyküye katkısı olma
lıdır. Yine de, yönetmenler bu ilkeyi sık sık çiğnemekten geri
durmazlar. İki insanı konuşurken göstereceklerdir; görüntüyü
kafa hİzasından çekerler sonra birden tepelerine geçip kafalara
yukardan bakarlar. Oysa görüş açısındaki değişikliğin sağladı
ğı, kanıtladığı, açıkladığı hiçbir şey yoktur. Yönetmenlerin ba
şarryla yaptıkları tüm bu şeyler sanatlarını açığa vurmak içindir.
Cari Dreyer'in güzel filmi The Passion of Joan of Are'da
genç klz ve papazlar arasında uzun bir tartışma yer alır. Bu ka
mera açısından verimsiz bir temadır. Bu sahnelerin asıl önemi
konuşulanlarda yatar. Tartışan konuşmacıların bitmez tüken
mez anlaşmazlıklarının görsel açıdan pek bir çeşitliliği yoktur.
Güçlüğün çözümü, bunun gibi sahneleri sessiz filme koymak
tan kesinlikle kaçınmaktır. Cari Dreyer hata yaparak tersine
40
SANAT OLARAK SİNEMA
karar venniş. Sinernatografik açıdan verimsiz episodları biçim
sel çeşitiilikle canlandınnaya çalışmış. Kamera çok fazla hare
ket etmiş. Genç kızın kafasını eğik olarak yukarıdan çekmiş,
sonra diyagonal olarak çenesine yöneltilmiş. Kilise yargıcının
burun deliklerini aşağıdan çekerken hızla alnına geçmiş, bir
soru sorarken yüzünü önden, bir başka soruda yandan çekmiş.
Kısacası, görkemli portreler şaşırtıcı biçimde düzenlenmiş, ama
sanatsal açıdan hiçbir anlamları yok. Bu eğlencenin izleyicinin
genç kızın sorgulanmasını anlamasına hiçbir katkısı yoktur;
tersine heyecan verici olması gereken bir şeyden sıkılmasını
önlemek için izleyici gereksiz yere eğlendirilir. Biçim uğruna
biçim, pek çok sanatçının, özellikle Fransız sanatçıların, ·çarpıp
battığı bir kayadır.
B ugünkü filmierin pek çoğunda rastlanılan -sanatsal bir a
maçla ya da öylesine benimsenen- ilginç kamera açıları, fotoğ
rafç ı lığın ve filmin ilk dönemlerinde uygunsuz görülürdü. O
günlerde, herkes seyirciye dolaylı kamera açıları sunmaktan
kaçınırdı. Bugünkü değişikliğin nedenleri nelerdir?
İlk filmierin çekiciliği, gerçek yaşamlardaki asıllarına ben
zeyen ve en küçük aynntısına kadar onlar gibi olan nesnelerin
perdede hareket etmesinde yatıyordu. Filme bu gözle bakılması,
doğal olarak kameranın konumunu da belirlemiştir. Gösterilen
her şey, onu ve hareketlerini en açık biçimde gösteren açıdan
çekil irdi. Kameranın işinin yalnızca yaşamı yakalamak ve kay
detrnek olduğu düşünülürdü. Bu düşüncenin de kendi içinde bir
değeri olsa gerek; ya da bilgileri daha verimli kaydetmek henüz
düşünülmemişti. İnsanlar o günlerde filme bir sanat gözüyle
değil yalnızca bir kaydetme aracı olarak bakıyorlardı . "Biçim
bozma" amaçlı olmadığı için henüz kesinlikle yanlıştı.
Gerçek yaşarn ve film arasındaki farklılıkların, biçimsel ola
rak anlamlı görüntüler yaratmak için kullanılması olanağının
ancak yavaş yavaş ve büyük olasılıkla bilinçsiz olarak farkına
41
RUDOLF ARNHElM
vanlmıştı . Eskiden küçümsenen ve basit kabul edilen şey şimdi
becerikiice geliştirilmiş, görüntülenmiş ve sanatsal yaratıya
hizmet eden bir araca dönüştürülmüştü. Artık önemli olan nes
nenin kendisi değildi. Nesnenin yerini, onun niteliklerinin gös
terilmesi, esas düşüncenin gösterilmesi vb. almıştı .
Değinilecek başka bir özellik daha kaldı. Sıra dışı bir karne
ra açısının (yukarıda sözü edi lenler gibi) nesnenin belli bir ba
kımdan karakterize edilmesinden ve bildik bir nesnede buluna
bilecek umulmadık biçimlerin ilginç bir şaşırtma unsuru olarak
gösterilmesinden daha başka bir sonucu daha vardır. Pudovkin,
fılmin izleyiciyi sıradan insan anlayışının ötesine taşımaya ça
baladığını söylemiştir. Günlük yaşamda sıradan bir insan için
görme, doğal dünyada dayanak bulmasına yarayan bir araçtır
yalnızca. Kabaca konuşursak, çevresindeki nesnelerin yalnızca
kendi amacına yetecek kadarını görür. Eğer bir adam erkek gi
yim mağazasında tezgah ın önünde duruyorsa, her halde satıcı
müşterisinin yüz ifadesinden çok (zevkini tahmin edebilmek
için) taktığı kravatın türüne ve (gereksindiği şeyin nasıl bir şey
olduğunu anlamak için) giysilerinin kalitesine dikkat edecektir;
ama aynı adam ofisine girerken sekreteri kravı_ıtından çok (nasıl
bir ruh hali içinde olduğunu anlayabilmek için) yüz ifadesine
dikkat edecektir. Şu iyi bilinen bir gerçektir ki pek çok evl i çift
birbirlerinin gözlerinin ne renk olduğunu bilmez; insanlar ye
mek odalarının duvarında asılı olan resmin, yerdeki halılarının
neye benzediğini bilmezlcr; ya da hizmetçi lerinin nasıl giyindi
ğine hiç dikkat etmezler. Estetik konusunda zevki ve eğitimi
olan insanları dışarıda tutarsak, her hangi bir insan için neden
siz yere bir şeyi seyretmeyc koyulması, yanındakinin ellerini
seyretmesi, telefonun biçimini incelemesi, kaldırımdaki gölge
oyunlarını gözlernlemesi olağanüstü bir şeydir.
Bir sanat yapıtını anlamak için, izleyicinin dikkatinin biçi
min niteliklerine yönlendirilmesi şarttır. Y ani, kendisini bir öl-
42
SANAT OLARAK SİNEMA
çüye kadar sıra dışı olan bir zihinsel tutuma bırakması gerekir.
Örnek olarak, bu artık yalnızca "orada bir polisin durduğunu"
fark etme sorunu değildir; daha çok "polisin nasıl durduğunu"
ve genel anlarnda bunun bir polisin tipik görüntüsü olup olma
dığının farkına varma sorunudur. Adarnın ne kadar iyi seçildi
ğine, bir hareketin diğeriyle karşı laştırıldığında ne kadar tipik,
ne kadar açık bir hareket olduğuna ve figürün otoritesinin alttan
çek ilerek nasıl ortaya konduğuna dikkat edilir.
Aynca izleyicinin böyle bir tutwn takınınasma yol açacak
belli hileler vardır. Eğer perdede sandaldaki bir kaç adamın sı
radan bir görüntüsü belirirse, izleyici büyük olasılıkla bir san
daldan başka bir şey algılamayacaktır. Ama, örneğin, kamera
sandaim üstüne çok yükseğe yerleştirilirse, gerçek yaşarnda çok
nadir rastlanan bir görüntü çıkacaktır ortaya. Böylelikle ilgi ko
nudan biçime kaydırılır. izleyici sandaim ne kadar uzun oldu
ğunun ve kürek çekerken adamiann bedenlerinin .öne arkaya
salianmasının ne kadar ilginç olduğunun farkına varır. Daha
önce fark edilmeyen şeyler daha çarpıcıdır; çünkü nesnen in
kendisi bir bütün olarak garip ve olağanüstü görünür. Böylece
izleyicinin bildik bir şeyi yeni bir şeymiş gibi görmesi sağlanır.
İşte o zaman izleyici doğru bir gözlem yapabilir. izleyicinin
ilgisi yalnızca doğal nesnenin tipik ya da renksiz mi, aslına uy
gun ya da anlaşılır mı olduğunu anlamaya değil, açının sıra
dışılığına yönlendi rildiği için nesnelerin kendileri daha vurgulu
ve bunun sonucu olarak da daha etkileyici duruma gelir. Bir
atın iyi bir çekimini izlersem, gördüğümün "gerçek bir at -saten
gibi postuyla, kokusuyla büyük bir hayvan ... " olduğunu daha
güçlü duyumsanm. Demek istediğim şu ki, böylece yalnızca
biçimsel değil nesnel nitelikler de kendilerini gösterirler. Yalnız
şunu da belirtmek gerekli, bu yöntem becerilcsizce kullanılırsa
tam tersi bir sonuç doğurur ve nesneyi tanınmaz kılan ya da öz
yapısından öyle uzaklaştıran bir görüntü üretir ki sonuçta etki
güçlendirilmez, tamamen yok olur.
43
RUDOLF ARNHElM
Yukandaki paragraflarda sözü edilenleri burada kısaca ö
zetlemek yerinde olabilir:
Nesneleri "tek yönlü" düz görüntüler olarak göstermek fo
toğrafçılığın bir özelliğidir. Üçboyutlu bir şeyin ikiboyutluya
indirgenmesi, sanatçının fayda sağladığı bir zorunluluktur. Sa
natçının aşağıdaki sonuçları elde etmesini sağlayan bir araçtır:
1) Nesneyi sıradışı ve çarpıcı bir açıdan yeniden üreterek,
sanatçı izleyiciyi salt farkına vannanın veya kabul etmenin öte
sinde daha yoğun bir ilgi göstermeye zorlar. Bu yolla görüntü
lenen bir nesne bazen gerçekliğe göre üstünlük kazanır ve ya
rattığı etki daha güçlü ve çarpıcı olur.
2) Sanatçı dikkati yalnızca nesneye değil, onun biçimsel ni
teliklerine yönlendirir. Açının kışkırtıcı garipliğiyle yönlcndi
rilen izleyici, nesnelere daha yakından bakar ve (a) yeni pers
pektifin nesnenin çeşitli bölümlerindeki şaşırtıcı hallerin tümü
nü nasıl görünür kıldığını, (b) konturların ve gölgelerin hoşça
düzenlenmcsiyle, düz bir yüzeye yansıtılan nesnelerin düz bir
görüntü olarak uzamı nasıl doldurduğunu -bunun sonucunda iyi
ve uyumlu bir etki yarattığını gözlemler. Bu tasarım nesneye
bağlı kalınarak ve nesnenin biçimi bozulmayarak, nesnenin
"olduğu gibi" görünmesiyle başarılır. Sonuçta çarpıcı sanatsal
etki sağlanır.
3) Dikkatin nesnenin biçimsel niteliklerine yönlendirilmesi
nin başka bir sonucu daha vardır: izleyici nesnenin karakteristik
olarak seçilip seçilmediğini ve hareketlerinin karakteristik olup
olmadığını; başka bir deyişle, nesnenin türünün tipik bir örneği
(örneğin, "tipik bir memur") olup olmadığını ve hareketlerinin
ve tepkilerinin türüne uygun olup olmadığını düşünmeye yön
tendirildiğini duyumsar.
4) Oysa yeni kamera açısı yalnızca bir uyarı işareti ya da bir
yem olarak hizmet etmez. Nesn.eyi belirli bir görüş açısından
göstererek, ona derin ya da sığ anlamlar yükleyebilir ("bir sayı
44
SANAT OLARAK SİNEMA
olarak mahkum"). Burada da, bu sonucu nesnede hiçbir deği
şiklik ya da düzeltme yapmadan, onu gerçek yaşarnda göründü
ğü gibi bırakarak elde etmenin özel bir cazibesi vardır.
Nesnelerin düz bir yüzeyde gösterilmesi yalnızca her bir
nesnenin tek bir açıdan gösterilmesi zorunluluğunu değil, çeşitli
kütlelerin bağıl konumdan gösterilmesi zorunluluğunu da doğu
rur. Bir nesnenin diğerini kesmesi ayrıca tartışılmalıdır. Fiziksel
kütleler uzarnda bir yer kaplarlar; her birine ayrı ayrı bakılarak
aralarında dolaşılabilir. Ancak bir kamera belirli bir noktaya
yerleştirildiğinde -şimdi gezici kamerayı göz ardı ediyoruz
nesneleri insan gözü gibi bir biri arkasına görür (gözlemci ha
reketsiz durduğunda olduğu gibi), bir nesne diğerinin görünme
sini engeller. Bu sınırlama da yine sanatçının çok özel etkiler
yaratınasma yardım eder. Dikkate değer bir örneği ele alalım:
Alexander Room'un The Ghost That Never Returns adlı fil
minde şöyle bir salmc vardır: Tutukevinden henüz salıverilmiş
bir mahkum. çok yüksek iki duvarın arasındaki bir yolda seyir
ciden uzaklaşarak aşağı doğru yürürken görülür. Duvardaki bir
çatlakta olasılıkla yıllardır görmediği bir şey görür, küçük bir
çiçek. Çiçek, doğanın ve yıllardır yoksun bırakıldığı özgürlü
ğünlin (biraz sıradan) bir sembolüdür. Çiçeği koparır. Sonra
birden kendini kaybeder, yüzünü kameraya döner, tehdit eder
cesine yumruklarını yukarı kaldırır ve geldiği yöne doğru sallar.
O anda kamera farklı bir konuma sıçrar. Görüş yönü aynıdır;
ama kaınera bir kaç metre geriye, tutuklunun az önce çıktığı
tutukevinin demir pannaklıklarının ardına yerleşir birden. Par
maklıklar, şimdi görüntünün tamammı kapiayarak ön planda
yer alu. Ve onların arasından aynı sahne görünür -kollarını teh
dit edereesine kaldıran mahkumla birlikte yol. Yönetmenin
yaptığı bu oyun olağaı:ıüstü etkileyi� ve çok öğreticidir:
Elki bir "açı" üzerinde karar verme zorunluluğundan bece
rikiice yararlanılarak başarılmıştır. Kamerayı bir yana bırakır45
RUDOLF ARNHElM
sak ve yalnızca gerçek durumu düşünürsek, durumun üç öğeden
oluştuğunu görürüz: demir parmaklıklı bir kapı, onun ötesinde
iki uzun duvann arasında bir yol ve bu yolda yürüyen bir adam.
Çok sayıda kamera açısı olanaklıdır. Kamera yolun sonuna
yerleştirilebilirdi. O zaman demir parmaklıklı kapısıyla tutukevi
arka planda olacaktı. Adam kapıdan çıkarken gösterilebi lirdi ve
kamerada onunla birlikte dışarıya, özgürlüğe çıkabilirdi. Tüm
epizotun iyi bir genel görünümü kuş bakışı görüşle gösterilebi
l irdi. Yönetmenin seçtiği açı böyle bir genel görünüm vermez.
İ lk çekimde tutukevi kesinlikle görünmez. İ kinci çekirnde tutu
kevi parmaklıklarından başka hiçbir şey görünmez; buna kar
şın, tutuklu az önce oradan çıkmış olduğu için tutukevi sahne
nin çok önemli bir öğesidir. Her şeye rağmen parmaklıklar sa
yesinde istenen etki sağlanmıştır. Böylel ikle bir kez daha sanat
çıların sık sık sahnenin en anlaşılır, en açık ve tam görünüşünü
seçmediğini görüyoruz.
Belli bir kamera açısı üzerinde karar vermesi gerektiğinden,
yönetmen görüntüde görünecek nesneleri �eçme; görtinmesini
ya da hemen görünmesini istemediği nesneleri gizleme (bu ka
meranın istenmeyen nesnelerin diğer nesnelerce perdelenmesini
ya da istenmeyen nesnelerin görüntüye hiç girmemesini sağla
yacak biçimde yerleştirilmesiyle yapılır); önemli olduğunu dü
şündüğü ve olaydaki önemini kendisi gösteremeyecek nesneleri
göze çarpıcı kılma olanağına sahiptir. Başka bir deyişle, yö
netmen nesneleri vurgulayabilir; onlara hiç dokunmadan ve
onları hiç değiştirmeden bir nesneyi göze çarpıcı kılıp, rahatsız
edici veya gereksiz olabilecek olanları gizleyebilir. Ayrıca bir
birleriyle ilişkilerini vurgulamak için nesneleri hareket ettirebi
lir. Nesneler arasındaki ilişki ancak kameranın belli bir konum
da yerleştirilmesiyle görsel olarak anlaşılabilir.
Room'un filminin ilk çekiminde demir pannakliklar görün
mez; tutukevi teması görüntüde kesinlikle görünmez. i zleyici
46
SANAT OLARAK SİNEMA
hücreden çıkmış, yol boyunca özgürce yürüyen mahkwnu gö
rür. Ve birden adam başkaldırır ve kendisine yapılan haksızlı
ğın -hapsedilmesinin- nesnesi, çarpıcı bir ustalıkla ve sahnenin
değiştirilmesine gerek duyulmadan görüntüde belirir. (Bir çok
filmde tutukevi ya da hücre görüntüde olacaktır.) Arzulanan
etki sadece eldeki durumdan çıkanlmıştır. Demir parmaklıklar
özgür bırakılmış malıkurnun partneriymiş gibi olaya katılır.
Bu buluşun özel üstünlüğü tutukevi temasının görüntüye ta
şınmış olmasında değil, bunun nasıl yapıldığında yatar. B irden
ağır demir parmaklıklar tüm perdeyi -tüm görüntüyü- kaplar.
Kendi rolünü görüntüde çok geride oynayan v� bu yüzden çok
küçük görünen adamla karşılaştırılınca parmaklıklar dev gibi
dir. Adamın acizce tehdit ettiği ve kendisini hala ezen muazzam
gücün inandırıcı sembolüdür bu.
Çekimlerini belli bir açıdan çekme zorunluluğundan fayda
sağlayan yönetmenler nesneleri diledikleri gibi düzenler, ken
dilerine önemli görünenleri ön plana koyar, diğerlerini gizler,
nesneler arası ilişkileri akla getirirler. Adam ve demir parmak
lıklar gerçekte dikkate değer bir uzaklıkla birbirlerinden ayrıl
mışlardır. Eğer kamera farklı yerleştirilmiş olsaydı bu uzaklık
çok belirgin olacaktı; bu durum aslında iki nesnenin aynı gö
rüntüde gösterilmesini olanaksız da kılabil irdi. Anlamlı bağlan
tıyı (adam-demir parmaklıklar) ürete� kameranın belirli konu
mudur. Çekim için farklı bir açı seçilmiş olsaydı tamamen etki
siz kalabilecek ve sembolik anlamı gözden kaçacak olan demir
pannaklıklar, başta orada olmaması ve başka her şey aynı du
rurken görüntüye katılmasıyla etkileyici rolünü kazanır. Böyle
likle kendisini sivriltir ve amaçsız gösterilmediğini açıklar. 0yunculardan biriymişçesine görüntüye girer. Burada yönetme
nin izleyiciye nasıl yol gösterdiğini, ona nasıl yön verdiğini ve
nesneye yüklediği anlamı nasıl vurguladığını görüyoruz.
47
RUDOLF ARNHElM
Seyrek olarak ve yalnızca büyük yönetmenlerin yapıtlarında
böyle basit araçlarla böylesine derin ve senıbolik an lamlar ü re
tilir. Genellikle an lam daha yüzeysel olur ya da hiç ol maz.
Pabst'ın Tlıe
Diary of a Losr Gir/
adlı fi lminde bir eczacı çırağı
patronunun kızını öperken görülür. Dükkanın cam kapısının
önünde durmaktadırlar. Sahne önce içerden çekilir. kaıncra
dükkanın içindedir. Çekim ikisini öpüşürken gösterir ve arkala
rında caddenin göründüğü kapı vardır. Sonra birden sahne baş
ka bir açıdan gösterilir; ç i ft tamamen aynı durumdadır ama ka
mera bu kez dışarıdadır ve camdan görülürlcr. Bunun hiçbir
anlamı yoktur. Ye anlamı olmayan şeylerin bir sanat yapıtında
yeri yoktur.
İk.i çekimin sekansının nedeni tamamen yüzeysel
ve süsleyicidir. Aynı salıneyi önce içeriden sonra d ışarıdan,
camdan görmek göze hoş gelir. Alınan zevk, bir bcsteci bir te
mayı önce majör sonra mi nör anahtardan çaldığında al ınan
zevke benzeti lebil ir. Müzil-.:te makamdaki değişiklik sckansın
tamamı ile haklı kılınabil ir, fı lrnde de böyle o l mal ıdır. B urada
araç yeterince iyi ku llan ı l madığı için sanatsal açıdan zayıftır.
Eğer i kinci çekimden sonra kapıdan içeri bakan ve olayı dışarı
dan izleyen biri gösterilseydi iki tarklı kaınera açısını kul lan
mak için önemli nedenler olab i l i rd i . Böylece sekans olaylar d i
zisinde an lam kazan ı rdı . İkinci çekimden sonra olayı görüş açı
sı dükkanın içinden dışarıdaki gözlemciye doğru değiştiri le
cekti ve kameranın konumundaki değişikl ik sanatsal olarak
hak l ı çıknrılacaktı. Ancak bu dunımda bi k buluş yal n ı zca ola
yın becerikli b i r görsel yorumu olacağı ve sembolik derinliği
olmayacağından oldukça _sığ kalacaktı .
(Her çekimin Tlıe Glıosr
That Neıoer Retımıs'deki dem i r parmaklık sahnesinin derinliği
ne sahip olmasmın beklendiği düşüni.ı1memel idir. Tersine, bir
ti lmin zenginliği farkl ı derinliğe sahip çekinılerle sağlanır.)
Sözü ed i l en iki ömekte, bir dunımun iki öğcsi (birincisinde
demir parmak lıklar ve mahktıın, ikinc i s i nde cam kapı ve sevgi-
48
SANAT OLARAK SİNEMA
liler) arasında bakış açısı aracılığıyla bir ilişki kuruldu. Bunu
yapmak için demir parmaklık ve cam gibi arkasını gösteren
nesneler gereklidir. Aksi takdirde bir nesnenin önünde başka bir
nesne olması arkadaki nesneyi kapatmaya yarayacaktır. Üç ayn
fılrnden alınan üç örnek bu yöntemi açıklayacaktır.
Aşağıdaki örnek, Charlie Chaplin'in
The lmmigrant filmin
den verdiğimiz örneğe çok benzer, ama daha kısa bir filminden
alınmıştır. Charlie ayyaş olduğu için kansı tarafından terk e
dilmiştir. Kameraya arkası dönük olarak üzerinde kansının fo
toğrafı bulunan bir masanın önünde ayakta durmaktadır. 0muzlan inip kalkmakta ve bell i ki hüngür hüngür ağlamaktadır.
Sonra döner. Omuzlannın inip kalkniasının nedeninin bir kok
teyl çalkalan1a kabını çalkalaması olduğu anlaşılır. Olayı, başta
gerçeğin ne olduğu görülemeyecek, yalnızca tahmin edilebile
cek biçimde gösteren kamera açısı bir kez daha becerikiice
kullanılmıştır. Çoğu fiziksel nesnenin bir diğerinin gizlcnrnesi
ne yol açacak biçimde arkasını göstermemesinin yönetmenler
için engelleyici olacağı düşünülebilir. Bu doğru; yönetmenlerin
bu engelin üstesinden nasıl geldiklerini sonra göreceğiz. Diğer
yandan bu görsel gerçek beklenmedik bir sanatsal çözüm sağ
layan bir saklambaç oyununu olanaklı kılar. Baştan bir şeyin
gizlendiği belli olmadığı, gizlilik yapay bir biçimde açıklanma
dığı için açma özellikle etkileyicidir. Bir adamı arkadan gör
mektc özellikle dikkate değer bir şey yoktur. izleyici Chaplin'in
ne yaptığını kesinlikle bildiğini düşünür: Karısı terkettiği için
çok doğal olarak ağlamaktadır. Dolayısıyla izleyici kendinden
emin sahnenin anlamını doğru olarak kavradığını düşünür; son
ra küçük adam döner ve sürpriz ortaya çıkar.
The Mysterious Lady adlı filmde (erime fi l m) aşağıdaki sah
ne yer alır: Bir casus olan Greta Garbg. bir Rus generali çalışma
odasında öldürmüştür. Yakalanma tehlikesi içindedir. Kapının
dışında içeri girmek için bekleyen askerler vardır. General kol-
49
RUDOLF ARNHElM
tugunda ölü yatmaktadır. Büyük koltugun arkası kapıya dö
nüktür ve böylece ölü adam kapıdan görülrnernektedir. Kolu
koltuğun kenanndan sarkrnakta ve kapıdan görülmektedir. As
kerler sertçe kapıyı çalrnaktadırlar. Greta Garbo koltuğun kena
rına oturur ve "Girin ! " der. Şimdi kamera öyle yerleştirilmiştir
ki, izleyiciler de adayı girişte duran askerlerin gördüğü gibi gö
rürler: Arkası dönük büyük koltuk, generali n koltuğun kenarın
dan görünen kolu ve generalin yanında yüzü kapıya, seyirciye
dönük olarak oturan Greta Garbo. Askerler selam verirler ve
emirleri sorarlar. Greta Garbo ölü adama döner ve açıkça di
rektifleri sorar. Sonra döner ve direktifleri askerlere iletir. As
kerler geriye döner ve odadan çıkarlar. Tehlike atlatılmıştır.
Eisenstein'ın
The General Line adlı filminde, yoksul köylü
kadın bir at ödünç almak için zengin adamın çiftliğine gelir.
Şişman kulak bir divanda uzanmaktadır. Kadın adarnın önünde
durur ve saygıyla ona seslenir. Adam doğrulup oturunca kanıe
ra onun arkasına yerleşir. Geniş sırtı ön planda büyük bir yer
kaplar ve sonunda arka planda ayakta duran kadfnı tamamen
ortadan siler. Böylece tüm görüntüye, adamın bir fılinkine ben
zeyen sırtı egemen olur. Yine burada da otorite ve kibir, kame:.
ranın konumunun zekicç seçilmesiyle aktanlmış olur. Kamera
ya çok yakın olması nedeniyle adaının sırtı özel l ikle büyük,
şişman görünür ve boşlukları yok eder. Köylü kadın arka plan
da sırtla karşılaştırıldığında çok küçük görünür. Sonra bir dü
şÜ nce ("otorite çaresizliği gözden siler") öne sürülür ve kadın
görüntüden çıkar.
The G!ıost That Never Returns adlı fılmde bir gardiyanın
mesaj iletmek için müdürün odasına geldiği sahne, az önce sö
zünü ettiğimiz sahneye karşıttır.
The Mysterious Lady'deki ge
neralin koltugu gibi müdürün yüksek koltugunun arkası seyir
ciye dönüktür. Başta, koltukta oturan hiç kimse yokmuş gibi
görünür. Ama gardiyan konuşmaya başlayınca, ufak tefek,
�
so
SANAT OLARAK SİNEMA
kambur bir adam koltuğun yan tarafından bakar; müdürün ilk
görüntüsüdür bu. Etki, beklenmedik olsa da anlamsızdır. Bu ani
görüntü yönetmenin oyunundan başka bir şey değildir; ana öy
küye bir katkısı yoktur ve belli bir nedeni olmaksızın tavandaki
avizenin yönetmen tarafından yere düşürülmesinden daha an
laml ı değildir.
Zekice seçilmiş bir kamera açısı_tek bir nesnenin olduğu ka
dar tüm mekanın da canlı bir izlenimini yaratabilir. Jacques
Feyder'in
Les Nouveaux Messieurs filminin başında operada bir
prova sürmektedir. Buna benzer sahneler sık sık gösterilmiştir
ve genellikle ilginç olmaı:nıştır. Ancak bu, canlılığın iyi seçil
miş kamera açısıyla sağlandığı sahnelerden biridir (bazıları et
kileyici olmayı başka yöntemlerle başarmıştır). izleyici kendi
sini, sahnedeki kargaşanın tam ortasındaymış gibi hisseder. Bu
nasıl başarılmıştır ? Kamera sahne üstüne, makinaların arasına
yerleştirilmiştir ve sahneye yukardan bakmaktadır. Yukarıda,
karanlıkta iki sahne işçisinin siluetleri ön panda görülmektedir.
Bir halatı sahneye saHandırmak için aşağıya eğilmektedirler.
Aşağıda sahnenin tabanı bir kuyunun dibi gibi parlamaktadır.
Diğer sahne işçileri, bir halıyı sennekle meşguldürler ve aşağı
da oldukları için cüce izlenimi verirler. Yukarıdan onlara doğru
sarkan halat kısaltım etkisi yaratır. Böylece ipin sallanması,
garip kasılmalar ve ani sarsıntılar gibi görünür. Sonsuz derinlik,
göz alıcı biçimde aydınlatılmış sahne ile karanlık sahne üstünün
karşıtlığı, ani hareketlerle sallanan halat, yukarıdaki adamların
karanlık siluetJeri ile aşağıdaki aydınlık sahnenin üzerindeki
adamlar arasındaki büyüklük farkı, kısacası her şey sahnenin
canhymış gibi görünrnesine katkıda bulunur. Sahnenin tozunun
ve serin havasının kokusu al ınıyormuş gibi olur.
Belirli bir kamera açısının seçilmesi gerekliliğinin ya da
başka bir deyişle bir nesnenin diğerinin arkasında gösterilmesi
nin, sık sık bazı güçlükler doğurduğuna daha önce değinmiştik.
51
RUOOLF ARNHElM
Örneğin, bir kalabalığın arasında dunnuş konuşan bir insan
gösterilecekse, tüm sahnenin iyi bir genel görünüşünü verecek
bir bakış açısı bulmak güçtür. Kamera nereye yerleştiriliTse
yerleştirilsin,
arkası
dönük
insanlar konuşmacıyı
gizlerler.
Güçlüğü aşmanın tek yolu, kameranın kalabalığa yukarıdan
bakınasıdır. Böylece etrafına toplanmış insaniann ortasında ko
nuşmacı açıkça görülür. Arthur Robinson'un
The Night After
the Betrayal adlı filminde böyle bir açıdan çekilmiş bir görüntü
bulunur.
Her fılmde defalarca karşılaşılan ve çeşitli yollarla çözülen
bir güçlük de iki kişinin yüz yüze olduğu sahnelerdir. İki oyun
cunun yüz ifadeleri de açıkça gösterilmek istenir. Dolayısıyla
her ikisinin yüzünün de önden gösterilmesi gerekir. Ne yazık ki
bunu yapmak olanaklı değildir; çünkü iki kişi karşılıklı ise, bi
rinin kameraya arkası dönükken yalnızca diğerinin yüzü kame
raya dönük olacaktır. İkisi de profilden gösterilebilir, ne var ki
bu pek ilgi çekici olmaz, ayrıca yüzlerin iyi bir görünüşünü de
vermez. Yine, montaj kullanılarak iki kişinin yüzü de hızlı de
ğişimlerle önden gösterilebilir; böylece sahne, "en iyi" iki görüş
açısından gösterilerek, bir ya da bir kaç kez bölünmüş olur. Ya
da son olarak, oyunculardan birini arkadan gösterme riski göze
alınabilir. Greta Garbo'nun Clarence Brown tarafından yönetil
miş olan A
Woman of Affairs adlı filminde bu çözümün başarılı
bir örneği bulunur. Bir baba oğlunu azarlamaktadır. Baba ön
planda, kameraya arkası dönük, karanlık bir siluet olarak gö
rünmektedir; çok büyük ve çok yakın. Daha geride, aydınlıkta
epeyce daha küçük, yüzü babasına ve kameraya dönük oğlu
durmaktadır. Dolayısıyla babanın yüzü görünmemektedir. An
cak ne söylediği tutumundan ve hareketlerinden, her şeyden
önce oğlunun yüz ifadesindeki değişikliklerden kestirilebilir.
İzleyiciye dolaylı olarak bildirilen bu azarlama, böylece etkili
ve canlı biçimde gösterilir. Bu da zorunluluktan yarar sağlama
ya bir örnektir.
52
SANAT OLARAK SİNEMA
J acques Feyder'in Les Nouveaux Messieurs filminde, bu so
runa daha farklı çözümler bulunmuştur. Örneğin, iki sevgili
başlan birbirine çok yakın bir halde konuşurken görünürler.
Sonra, görüntünün yansı, adarnın başının karanlık siluetiyle
kaplandığı bir aynntı çekimiyle gösterilir (kamera adamın arka
sma yerleştirilmiştir), bu baş, kadının yüzünün bir bölümünü
kapatmaktadır; ama geriye kalan bölümü aydınlık.tadır. Bölüm
leme çok anlamlıdır. Daha azıyla daha çoğu görülmektedir san
ki. Yine aynı iki kişi, tiyatroda kızın soyunma odasındadır. Kız
bir aynanın karşısına oturmuş makyaj ını yapmaktadır. Yüzü
aynada önden görülmektedir ve onun yanında, arka planda bir
şeylerle uğraşan ve kıza kaçamak bakışlar fırlatan adam görü
lür. Böylece -birbirlerine bakmalarına karşın- izleyici aynı anda
ikisinin de yüzünü önden görür. Tabiki bu, ayna olmadan başa
rılamazdı.
Leon Moussinac, Panoramique du Cinerruı. adlı çok yararlı
kitabında (Dupont'un Vaudeville'i üzerine olan bölümde), zekice
ve yerinde kullanılan kamera açılarının rasgele birbirini izleme
sinin, olgunlaşmış film sanatının başarısı olduğunu söyler, Es
kiden yönetmen, görüntünün doğallığını yitirrneyi göze alarak,
oyunculannı en açık biçimde görünecek şekilde yerleştirmeye
uğraşırken,
karnera,.. oyuncuların
karşısında
adeta
çiviyle
sabitlerımiş gibi dururdu. Buna ilişkin şöyle der Moussinac: " Bu
filmde kameranın tek bir sahnedeymiş gibi düşünülmemesi
özellikle önernJi ve ders vericidir. Kamera sürekli konumunu
değiştirir. Salıne, ayrınblar, oyuncuların yüz ifadeleri en etkili
açılardan çekilmiştir. Örneğin, Fransız ve Amerikan filmlerin
deki gibi bir kaç kişinin aynı anda yüzleri kameraya dönük ola
rak aynadıklan görülmez. Jannings'in sırtı, yüzü kadar anlamlı
dır. Böylece bir özgünlüğün aynmına vanyarsak eğer, bu öz
günlüğün amacına hizmet ettiği kabul edilmelidir. Bu en önemli
ve en temel anlahm aracının belli film sanatçılarınca anlaşıldı
ğını kanıtlar: çekimi en etkili açıdan yapmak. Olayın geçtiği
53
RUDOLF ARNHElM
odanın dördüncü duvarının filmde dışarıda bıralalmadığını bili
yoruz; kamera da odada bulunur ve öyküye katılır."
Film yönetmenlerinin bu araçları etkili kullanma noktasına
çok yavaş eriştiklerini anlamak çok kolay. Sinemanın ilkin,
gerçek olayları mekanik olarak kaydetme arzusundan doğduğu
nu yukarıda belirtmiştik. İ lgi, konudan biçimlerin özelliklerine
kayana değin, sinema bir sanat olmamıştı. Ş imdiye kadar belli
gerçek olayları, yalnızca kaydetmeye götüren şey, şimdi nesne
leri filme özgü özel araçlarla gösterme amacına dönüştü. Bu
araçlar istenen nesnenin yeniden üretiminden daha fazlasını
yapabilirler; onu geliştirir, ona bir biçim kazandırır, nesnenin
özel niteliklerini açıklar, onu canlı ve süslü hale sokarlar. Me
kanik yeniden üretimin bittiği, anlatım koşullarının nesneyi
biçimlendirrneye hizmet ettiği yerde sanat başlar. izleyici, yal
nızca içeriğe dikkat etmekle yelindiğinde tam anlamı yakala
yamaz: bu bir lokomotifin görüntüsü. bu iki sevgilinin ve bu da
öfkesi burnunda bir garsonun. izleyici dikkatini biçime yönlen
dirmeye hazırlanmalı ve lokomotifin, sevgiiiierin ve garsonun
nasıl anlatı ldığını değerlendirebilmelidir.
Azalan Derinliğin Sanatsal Kullanımı
Filmde yeniden üretilen her nesne katı ve aynı zamanda
düz göıünür. Bu gerçek, daha önce sözü edil en başanlı
çekiınlerle sağlanan etkil eyici sonuçlara fazlasıyla katkıda
bulunur. Bir insan ı n alttan görünüşünde doğal biçim b ü
y ük ölçüde bozulmuş olarak görülür; çünkü derinlik etkisi
azalmıştır. Ayn ı görüntüye stereoskopta bakıl dığında b i
ç i m i daha a z bozulmuş görünür. Çok oylumlu gövde i l e
orantısız küçüklüktc kafa arasındaki karşıtlık kısaltıma
bağlıymış gibi algıland ığında daha az etkilidir. Ancak,
uzam çok az duyumsanıyorsa ve göıüntülenen nesnenin
üçboyutlu oylumu düzleştiri lmişse, çok büyük bir beden
ve çok k üçük bir kafa görü lür
.
54
SANAT OLARAK SiNEMA
Sinemanın biçimsel nitelikleri, derinlik algısının olmama
sından kaynaklanır. Her iyi fi l m çekimi, çizgisel bir kompozis
yon olarak biçimsel anlamda tatmin edicidir. Çizgiler, kenarlara
olduğu kadar birbirlerine de bağlantı lı olarak, uyumlu bir bi
çimde yerleştirilmiştir. Işık dağıl ım ı ve gölgeler çekimde doğru
dengelenmiştir. izleyicinin dikkati, yalnızca uzamsal izienim
zayıf olduğunda, çizgilerin ikiboyutlu yapısına ve gölge küme
lerine yönelir. Bununla birlikte, bunlar gerçekte üçboyutlu nes
nelerin içerdiği öğelerdir ve sadece bir düzleme yansıtıldıkları
için yüzeysel kompozisyonun öğeleri olmuşlardır. Yukanda bir
dansçının eteğinin, cam bir tabakadan nasıl bir çiçeğin açılıp
·kapanan taçyaprakları gibi göründüğünden söz etmiştik. Cansız
bir nesne olarak etcğin normal ve karakteristik bir özelliği ol
madığından, bu tamamen işlevi olmayan bir ctkidir. Eteğin ke
narlarının ilgi çekici bir şekilde genişlemesi ve daralması, yal
nızca belirli bir bakış açısından bakıldığında ve sonra düz bir
yüzeye yansıtı ldığında ortaya çıkar. Bu stereoskopik fi lmde
daha az fark edilecektir. Sadece derinlik azaldığında, eteğin a
şağı-yukarı hareketi, içeri-dışan bir hareket izlenimi verir. Ye
niden üretilen her nesnenin aynı anda birbirinden tamamen
farklı iki farklı biçimde görünmesi -yani, ikiboyutlu ve üçbo
yutlu olarak- ve aynı nesnenin iki koşulda iki farklı işlevi yeri
ne getirmesi sinemanın en önemli biçimsel özelliklerinden biri
dir.
Derinliğin azalması, nesnelerin üst üste birnnelerinin pers
pektife bağlı olarak vurgulanmasını sağlar. Stereoskopik bir
görüntüde, çeşitli nesnelerin birbiriyle ilişkili olarak yerleşti
rilmesi, gerçek yaşamda olduğundan daha etkileyici olmaz. Çe
şitli nesnelerin belirli kısımlarının önüne gelen diğer nesnelerce
kapatılması rastlantısal ve önemsizmiş gibi görünür. Doğrusu,
stereoskopik bir görüntüde kameranın konumu pek önemsen
mez, çünkü bir başka görüş açısından kolayca görülebilecek
55
RUDOLF ARNHElM
üçboyutlu bir uzam olduğu açıkça görülür. Ancak derinlik izie
nimi yoksa. perspektif dikkat çekici ve etkileyicidir. Neyin g�
riindüğü, neyin gizlendiği yalnızca amaca yönelik olarak dü
zenlendiğinde ilgi çeker; kişi, nesnelerin niye bir başka şekilde
değil de bu şekilde yerleştirildiğini anlamak için düşünmeye
zorlanır. Nesneler arasında boşluk yoktur; birbirlerine yapışık
yüzeyler gibidirler ve neredeyse aynı düzlemdeymiş gibi görü
nürler.
Böylelikle derinliğin olmaması, film görüntüsüne boşa gi
den bir gerçek dışılık unsuru katar. Nesnelerin kompozisyonel
ve çağrışımsal bir biçimde üst üste bindirilmesi gibi biçimsel
nitelikler izleyicinin dikkatini çekmeyi başarır.
Uzam izlenimi
güçlü olsaydı, yukanda anlattığımız kızın yüzünün yarısının,
adamın kafasının karanlık siluetiyle kapatıldığı çekim, bu kadar
etkileyici olmazdı. Çarpıcı etkiyi sağlamak için yüzdeki bö
lünmenin tesadüfi olmadığının, bir amaca yönelik olduğunun
anlaşılması zorunludur.
İki
yüz hemen hemen aynı düzlem
deymiş gibi görünmelidir ve aralannda, kolayca farklı bir ko
numda da yerleştirilebileceklerini gösterecek bir boşluk kal
mamalıdır.
Derinlik algısının olmamasının, psikologların biçim ve �
hatta "değişmezlik" olarak adlandırdıklan olgunun geçerliliğini
neredeyse tamamen yitirmcsiııe de yol açtığına önceden değin
miştik. Yönetmen dikkat çekici etkiler yaratmak için bu du
rumdan yararlanır. Herkes bir filmdc karşıdan hızla gelen bir
tren görmüştür. Tren, izleyicinin üzerine doğru geliyormuş gibi
görünür. Etki çok canlıdır; çünkü lokomotifle hiçbir temel iliş
kisi olmayan ama izleyicinin konumuna -daha doğrusu- kame
ranın konumuna bağlı olan bir başka devimsel kaynak tarafın
dan hızla öne gitme hareketinin devimsel gücü arttınlmıştır.
Lokomotif yakıniaştıkça daha büyük görünür, perdedeki karan
lık kütle çok büyük bir hızla her yöne yayılır (perdenin kenarla-
56
SANAT OLARAK SiNEMA
nna doğru devimseI bir genişleme). Lokomotifın gerçek nesnel
hareketi bu genişlemeyle güçlendirilir. Böylece, gerçekte aynı
ebatta kalan nesnenin büyümesi, onun gerçekteki aktivitesini
çoğaltır ve yönetmenin bu aktivitenin yarattığı etkiyi görsel ola
rak yorumlamasına yardım eder.
Cari Dreyer'ın The Passion of Joan of Are adlı filminde bir
keşişin heyecanla koltuğundan öne doğru fırlayışıru, kamerayı
oyuncunun önüne, çok yakma yerleştirerek vurgulamasında da
aynı ilke uygulanır. Böylece, öne doğru hareket sayesinde figür
çok büyür ve tüm perdeyi kaplar. Burada da gerçek devimsel
gücün etkisi tamamen kameraya bağlı olarak şiddetlendirilmiş
tir: Yansılılan düz görüntü birden büyümüştür. Eğer kamera
keşişten bir kaç metre uzağa yerleştirilmiş olsaydı, öne doğru
harekete bağlı olarak büyüklüğün artmasının hiç bir etkisi ol
mazdı.
The End of St. Petersburg adlı filminde Pudovkin, perspektif
nedeniyle büyüklüğün değişmesini mükemmel kullanır. Aç
kalmış iki köylü iş bulmak için büyük kente gelirler. Kentin
büyüklüğü bu iki figürle karşılaştırılır; köylülerin kendilerinin
ve isteklerinin önemsizliği aşağıdaki çekimde çarpıcı bir biçim
de gösterilmiştir: Ön planda elini buyurgan bir şekilde kaldır
mış çarın büyük ve karanl ık atlı heykeli vardır; arka planda,
karınca gibi görünen iki köylünün yürüdüğü boş meydan. Eğer
çekimdeki derinlik etkisi büyük olsaydı, başka bir deyişle, hey
kel ve iki köylü arasındaki uzaklık algılanabilir olsaydı, önce
likle büyüklükteki farklılık bu kadar dikkat çekici olmazdı ve
uzaklığın doğal bir sonucu gibi görünürdü; ikincisi, iki insan ve
heykel arasında böyle açık bir ilişki kurolamazdı ve bu nedenle
birbirleriyle karşılaştınlamazlardı. Farldı düzlemlerde bulun
duklan açıkça anlaşılırdı. Pudovkin'in çekiminde, izleyici geç
miş deneyimleriyle yorumlayabileceği uzamsal bir durum gö
rür. Buna rağmen bu uzam sal durum alışılmış derinlik etkisi
57
RUDOLF ARNHElM
olmaksızın sunulur. Böylece iki karınca heykele doğru sürünü
yormuş gibi görünür. Karıncaların ve heykelin birbirleriyle bir
tür ilişki i çinde olduklan açıktır; çünkü aynı düzlemde görü
nürler.
Gerçekte iki köylü heykclden bu kadar küçük değildir. Çe
kim kolayca tam tersinden yapılabilirdi ve iki köylü ön planda
çok büyük, çarın cüce heykeli arka planda basit bir aksesuar
olabilirdi. Ama Pudovkin'in sahnesinin sembolik önemi iki
köylüyü acınacak, çaresiz, korkmuş, kentin büyüklüğü, katı
merhametsizliği ve enginliği karşısında dehşete düşmüş bir hal
de göstermesindedir. Yönetmen, büyüklüğü değiştirebilme gü
cünü düşüncesini somutlaştırmak için zekice kul lanrnıştir. Bu
gerçek nesnelerin biçimi bozulmadan, Mısırlılar'ın rölyeflerinde
galip bir kralı çok büyük, düşmanlarını minicik figürler olarak
betimlemelerine benzer biçimde yapılmıştır.
Tlıe General Line adlı filminde Eisenstein benzer bir yolla,
doğal oranları sembolik olarak yeniden düzenlemiştir. Bir sah
nede gereksiz resmi işlemlerin, işlerin gerektiği gibi yürütülme
sini engellediği bir devlet dairesi düzenini anlatmak Ister. Ste
nografa dikte ettiren bir memur görülür. Makin_anın çok büyük
görünebilmesi için kamera hemen daktilonun önüne yerleşti
ri lmiştir. Daktilonun şaryosu çok büyük bir silindir gibi perde
den geçer; daktilocunun ve dikte eden adamın kafaları arkada
çok küçük görünür. Sonra bir defterdar görünür: defter koca
man, kendisi çok küçüktür. Her şeyden önce soyut bir eşitsizlik.
görsel bir eş= csizl ikle somutlaştırılmıştır.
King Vidor'un
The Crowd adlı filminde aşağıdaki etki leyici
sahne yer alır: Küçük bir çocuk arkadaşlarıyla kaldırırnda o
turmaktadır. "Babam her zaman der ki . . . " diye söz başlarken,
evinin önün le toplanmış bir kalabalık, bir ambulans ve eve ta
şınan bir seaye görür. Sonra endişeyle evine koşar. Ve sıradaki
çekim gösterilir: Kamera ikinci katın sahanlığına, aşağıya dö58
SANAT OLARAK SİNEMA
nük olarak yerleştirilmiştir. Giriş kapısı aşağıda, çok küçük
görülmektedir ve bel irgin bir perspektif etkisiyle kapıdan yuka
rıya doğru genişleyerek çıkan basamaklar vardır. Kaza haberini
duyan insanlar alt kattaki kapıdan b inaya doluşur. İ nsanlar ka
rıncalar gibi içeriye akın ederler. Birden küçük çocuk kalabal ı
ğın arasından kendine yol açar. Yavaşça, korkuyla ve ne oldu
ğunu öğrenmenin endişesiyle merdivenleri ç ıkar. i lkin çok kü
çüktür, sonra daha büyür, basamaklar genişler, kalabalık aşağı
dadır. Daha yakma gel ir, o kameraya yaklaştıkça büyüyen boş
merdiven çocuğun etrafında daha fazla boş alan gösterir. Yukarı
çıkar; korkunç derecede yalnız, perişan, babasından yoksun
kalmış bir çocuk.
Bu etkinin gücü, kullanılan araçların yal ınlığında ve doğallı
ğında yatar. Uzaklık azaldıkça merdivcn basamaklarının geniş
lemesinden daha doğal hiçbir şey yoktur; ama sıradan bir ger
çek, burada derinlikli, etkili. güzel halk şarkılanndaki gibi
sembolik bir anlam yaratır.
Belirtrnek gerek ki böyle bir etkinin başarılması kamerama
nın ustalığına bağl ıdır. Yönetmen ve senaryo yazarı hayranlık
uyandıracak bir çekim planlamış olabilir; ama eğer kameraman
kamera için doğnı bir konum seçmezsc, onu altı santim yukarı
ya da aşağı yerleştirirse, iki adım sola koymak yerine tam orta
ya koyarsa, uygun odaksal uzunluktaki merceği seçmezse, çe
kimde perspektifin gücü ortaya ç ıkmaz ve düşünce yavanlaşır.
Aynca, ışıklar doğru yerleştirilmelidir; geri planın biraz fazla
aydınlatılmış olması, ön planın ortasına çok yakın bir spot larn
hası çekimi kökten değiştirebilir ve amaçlanan etkiyi yok ede
bilir.
S inemanın ilk zamanlarında yönetmen, her hangi bir oyun
cunun ellerini ya da ayaklannı orantlsız büyüklükte görünecek
şekilde kameraya çok yaklaştırmamasına dikkat ederdi. Bü-
59
RUDOLF ARNHElM
yüklükteki dikkat çekici değişimierin sanatsal elki yaratmak
için kullanılabileceği, ancak sinema bir sanat olarak kabul edil
dikten sonra anlaşıldı.
Azalan derinliğin sanatsal kapasitesi anlaşılırsa, mühendisle
rin üçboyutlu filmi yaratmak için gösterdikleri çaba karmaşık
duygularla izlenecektir. Derinlik yanılsamasının güçlü olduğu
bir fılmde büyüklükteki perspektife bağlı değişimlerin, gerçek
yaşamdakinden daha fazla bir etkisi yoktur. Bu durum da onlann
sanatsal bir araç olarak faydaları uygulamada önemsiz olacaktır.
Elbette ikiboyutlu ilişkiler zayıf olacak ve uzarnda bir nesnenin
diğerinin arkasında göıiinmesi öyle belli olacak ki, temel sem
bolik il işkiler olduğu kadar yansıtma da (projective) kendini
kesinlikle duyumsatamayacaktır. Mühendisler sanatçı değildir
ler. Bu nedenle çabalarını sanatçıya daha etkili araçlar sağlama
ya değil, film görünlüsünün doğall ığını arttırmaya yöneltirlcr.
Filmin stereoskopik nitelikten böyle yoksun olması mühendisi
kızdıru. Onun gayesi gerçek yaşamı olduğu gibi taklit etmektir.
Filmin renklerden ve seslerden yoksun olması onu kışk.ırtır; bu
nedenle kendini renkli fotoğraf ve sesli film çalışmalarına adar.
Sıradan, sanatsal eğitimi olmayan halk da onun gibi hisseder. Bir
izleyici filmlerden gerçeğe mümkün olduğunca benzemesini
bekler ve bu yüzden üçboyutlu filmi ikiboyutluya, renkliyi si
yah-beyaza, sesliyi sessize tercih eder. Filmi gerçek yaşama
yakınlaştıran her adım büyük bir sansasyon yaratır. Her yeni
sansasyon dolu salonlar demektir. Dolayısıyla film endüstrisinin
çıkan bu tekno�ojik gelişmelere bağlıdır.
Renklerin Yokluğunun ve lşıklandırmanın Sanatsal Kullanımı
Renk konusu da derinlik konusuna benzer. Yönetmen siyah
ve beyaza bağlı kalmak zorunda olduğunda, özellikle canlı ve
etkileyici sonuçlar yaratabilir.
60
SANAT OLARAK SİNEMA
Renkleri -renkli filmin yaptığı gibi- doğadan hazır almayıp
paleti üzerinde onları yeniden yaratan ressam, sanatsal olarak
amaçlarlığını anlatması için gerekliyse, uygun ton seçimini,
renk kümelerinin dağılımını vb. kullanarak doğadan uzaklaşa
bilir. Şu ana kadar gördüklerimizden yola çıkarak, bir renkli
filmdeki renkler olsa olsa doğaldır. Ve eğer kusurlu teknik
dolayısıyla henüz öyle değilseler, doğallığın eksik olması sa
natçıya potansiyel açıdan faydalı anlatım araçları sağlamaz.
Renkli filmin sanatsal olanaklan hala belirsizlik içindey
ken, siyah-beyaz film uzun yıllardır bilinmelde olan çok etkili
bir ·araçtır. Var olan renklerin (saf beyazdan koyu· siyaha ka
dar) grinin tanianna indirgenmesi, ışık ve gölge aracılığıyla
anlamlı ve süslü görüntüler yaratınayı olanaklı kılan, boşa
giden bir doğadan uzaklaşmadır.
Yönetmen (önemi nadiren anlaşılan kameramanların yar
dımıyla), sinema salonunda gösterildiğinde görüntüiediği nes
nelerin hangi siyah-beyaz değerlere sahip olacağına k&:ar
verme gücüne sahiptir. Işıklan nasıl yerleştirdiğine, gölgelerin
nereye düşeceğini ayarlamasına, açık hava çalışmalarında
güneşi dikkate alarak kamerasım nasıl yerleştirdiğine, süz
geçlerinin ışığı nasıl aldığına ve yansıttığına göre, aynı nesne
yi çok parlak ışıkta ya da çok koyu gölgede gösterebilir, açık
renk bir şeyi eşit derecede açık bir ortama yerleştirebilir ya da
koyu renk arka planla kontrası yaparak göze çarpmasına izin
verebilir. Bu, sinemanın en önemli estetik olanaklarından biri
dir. Aydınlığa karşılık karanlığın, beyaz saflığa karşılık siyah
kötülüğün, kasvet ve parlaklık arasındaki karşıtlığın ilkel ama
daima etkileyici olan sembolik anlamlan tükenmez.
Örneğin Stemberg'in The Dock 's of New York filminde,
fılmin iki baş rol oyuncusu bu yolla karakterize edilmiştir.
61
RUDOLF ARNHElM
Kızın beyaz yüzü, beyaz giysisi, beyaz saçları, gemi ateşçi s i
nin karanl ı k figürüyle görsel b i r karşıtlık içindedir. Böylece
yerinde ve sanatsal açıdan uygun olarak, iki insanın zihinle
rinin dramatik etki leşimi, görsel algının temel öğeleri (per
dede hareket eden siyah-beyaz yamalar) aracılığıyla açık
lanmıştır. Aynı etkinin renkli film i le başanlamayacağı açık
tır. Yine aynı yol la, Granowsky'nin
Song of Life adlı fi lminde
amel iyathanedeki etki leyici doğum sahnesinin öl ümcül ses
sizliği ve acı l ı ğı; uzun beyaz ameliyat giysileri, beyaz steri l
çarşaflar, beyaz pamuk ve karanl ık aletleriyle b ir likte dok
torların koyu lastik eldivcnleri arasındaki resimsel karşı tlıkla
başarı l mıştır. Eğer bu karş ı t l ı k kameraman tarafından bu
kadar iyi ortaya ç ıkarıl maın ı ş olsaydı, sahnenin tüm etk isi
kaybol urdu.
B i r film çekiminde sarı şın bir kadının yüzünü düş ü
n ü n : saçların ve teni n birb i ri ne yakın donuk beyaz rengi
(mavi gözler bile beyazımsı d ır), kadi femsi, koyu renk
dudaklar ve kalemle çizilmiş, keskin, koyu renk kaşlarla
bir karş ı t l ı k yaratır. Böyle bir yüz öyle garip, genele
aykırı o lduğu için i fadesi öyle güçlüd ür ki yüz ve i fade
daha fazla i l g i çeker. Kapkara saç örgü l eriy le çerçeve
lenmiş beyaz yüzün güzel ve uygun ol up o l m ad ı ğ ı k e
y i fl e incelen ir. Fi lmlerdeki çoğu yüzün n e kadar gerçek
dışı, ne kadar doğaüstü göründüğün ün, -makyaj sanat ı
nı n
önemli ölçüde katk ıda bulunduğu- sanatsal bir yaratı
olarak nasıl doğal bir görüngü olmadığı izlen im i ni ve r
diğinin farkına varan bir kimse, fi lmdeki iyi bir yüzden,
i y i b ir taşbaskıdan ve tahta baskıdan aldığı ze vki al a
caktır.
Filmierin
prömiyerlerine
gitme
alışkanlığında
olan bir ki mse, oyunc u l ar gösterimden sonra selama
çıktıklarında,
yüzleri nin
gerçek
62
)!.aŞamda
nasıl
SANAT OLARAK SİNEMA
acıklı ve pembe göründüğünü bilir. Perdedeki biçimlendirilmiş,
anlamlı ve kocaman maskeler, etten-kemikten varlıklara ben
zemez; onlar görsel materyaller, sanatın yaratıldığı maddeler
dir.
Film görüntülerinin kompozisyonu kolay anlaşılır ve
cezbedicidir; çünkü hammadde yalnızca siyah, beyaz ve gri
renk kümelerinden, beyaz üzerine siyah çizgilerden ya da siyah
üzerine beyaz çizgilerden oluşur. Anlaşılır ifadelerin belirli ses
perdelerinin gamlarda düzenlenmesiyle sağlandığı ve koınpo
zisyonda yalnızca bu seslerin kullanıldığı müzik ile bir karşı
laştırma yapılabilir. Bu ses değerlerinin birbirini ne kadar iyi
izlediğinin duyulması zevk alınmasını sağlar: Müziğin sabit ses
tonları ve entervaller olmaksızın olanaklı olmaması gibi, her
hangi bir grafik sanatı da -tanımlayıcı ve betimleyici işlevinden
ayrı olarak- yapıtın yaratıldığı araç, şekil, parlaklık ve büyüklü
ğün net bir tanırnma olanak tanıdığı sürece biçimsel bir değere
sahip olabilir. �iyah-beyaz söz konusu olduğunda bu durum en
üst noktadır. Birinci sınıf bir film, özellikle iyi Rus ve Ameri
kan filmleri, -karaktersiz ve belirsiz tonlar değil- öyle belirgin
siyah-beyaz değerler sunar ki biçimsel nitelikleri hemen kendi
ni gösterir.
Dış mekanın etkisi neredeyse tamamen ışıklandınnaya bağ
lıdır. Walter Ruttnıann'ın büyük kentin senfonisi, Berlin adlı
filminde Berlin'in kuzeyindeki boş bir caddenin güneş doğar
ken gösterildiği, ünlü bir çekim vardır. Bu çekime cazibesini
kazandıran, sabah gökyüzünün ilginç bir biçimde puslu olması
ve binaların cephelerinin gizemli karanlığıdır; başka bir deyişle
grinin değerlerinin paylaştırılmasıdır. Aynı cadde ve aynı ka
mera açısı, bütünüyle zayıf ve etkisiz bir görüntü de doğurabi
lirdi. Elbette bu farklılıklar, ışıkların kameramanın denetimi
altında olduğu stüdyoda daha belirgin olurdu. Sonra boş cadde
den aşağı doğru yürüyen bir kaç adam görünür; fabrikaya giden
63
RUDOLF ARNHElM
işçilerdir bunlar. Gri gökyüzüne karşı siyah dış hatları görün
mektedir. Biraz daha aydınlanmış caddedeki bu figürler gün
doğumunun gizemini, aydınlık ve karanlık arasındaki garip anı
vurgulamaya yardım eder.
Fihnlerde, karanlık bir odada birden ortaya çıkan, eşyaların
üzerinde gezen ve belki gizlenen bir figürü aydınlatan bir el
fenerinin ışığının yarattığı etkiler bilinir. Büyük bir iç rahatla
masıyla aydınlanan bir yüzün duygulu beyazlığının, ayın önün
den geçen bulutların hareketinin, yerde hareket eden yaprakla
rın
gölgelerinin, aniden parlayan farların, suda titreşen yansı
malann, beyaz ten üzerinde siyah kan lekesinin göze çarpması
nın, Pudovkin'in
The End of St. Petesburg adlı filminde karan
lık gökyüzüne bir nak.ışçının iğnesiyle işlenmiş gibi görünen
beyaz telgraf tellerinin kavrayışlı bir göze verebileceği büyük
zevk bilinir. Ne var ki bunlar yalnızca siyah beyaz filmıle tadı
labilecek zevklerdir.
Eğer ışık doğru kullanılırsa gösterilen şeyin şeklini netleş
tirmeye de yardım eder. - Bu konuda sadece, Baranovskaya'nın
yüzünü Pudovkin yönetimindeki bir Rus fılmindekiyle ve örneğin
Poison of Gas ya da Life's Lik.e That gibi- yabancı bir
stüdyoda çekilmiş bir filmdekiyle karşılaştırmak yeterlid
u/Rus
İli' ve
filmlerinde çok net, neredeyse kemikli yüz hatlarına, etk
ışık-gölge kontrastlarıyla canlandırılmış bir yüze sahip olduğu
ayırt edilir. Aynı yüz Alman filmlerinde düz, belirsiz, gri ve
ifadesiz görünür. Her şey ışıklandırmaya ve çekimin ustalıkla
yapılmasına bağlıdır. Ya da Greta Garbo'yu bir Alman filmi
The Joyless Street'te ve Amerikan filmlerinden birinde düşü
nün. Alman filminin Amerikan filminden daha eski olduğunu
ve Alman filmi çekilirken makyaj sanatının fazla i lerlememiş
olduğunu bir yana bırak.ırsak, bu şahane kadının yüzü güçlükle
tanınacaktır. Alman filminde yüzü fazla beyaz ve maske gibi,
cildi belirsiz ve gri, gözleri ifadesiz, saçları tozlu gibi görünür.
64
SANAT OLARAK SiNEMA
Herhangi bir Amerikan fi lm inde teni saten gibi bir parlaklığa
sahiptir, duru ve sakin gözleri olağanüstü delicidir ve yumuşak,
ipeksi saçları gizemli bir ışıkla parlar. İyi bir ışıklandırmarun
yardımıyla düzensiz yüz hatlan uyumlu, bir yüz bitkin veya
canlı, genç ya da yaşlı gösterilebilir. İç mekanlarda ve dış me
kanlarda da aynısı geçerlidir. lşıklandırmaya bağlı olarak, bir
oda sıcak ve rahat ya da soğuk ve çıplak, büyük veya küçük,
temiz veya kirli görünebil ir; ilk bakışta etkileyici ya da tama
men sıradan ve önemsiz olabilir. Karanlık bir yere düşen güneş
ışınlannın etkisi, renkli filmde aynı başanya ulaşamaz. Şim
şekler çakan bir kır manzarasının çekiciliği, koyu renk bir per
deden içeri süzülen solgtın ışık, bir dağ sırasının karanlı k gök
yüzündeki silueti, bir endüstri sahasının kirl i griliği, dalgalarran
mısır tarlası, gün ışığında ağaç dallarının gölgeleri arasında
dans eden damlacıklar; tüm bunlar bir aniatı filminde istenen
�
ruh hallerinin tamamen doğal bir biçimde anlatılınasına yarayan
. siyah-beyaz etkilerd ir. Fritz Lang'in
The Nibelunge11 Sızga fi l
mindeki, S iegfricd'ın büyülü bir ormandan atla geçtiği ünlü ilk
salıneyi hatırlamak yeterl i olacaktır..
Sıradan maddelerin özyapısının duyumsanmasının verdiği
özel zevk (ağır demir, parlak tencke, pürüzsüz kürk, bir hayva
n ın kıllı postu, yumuşak ten gibi), fılmin ve fotoğrafın renksiz
olmasıyla arttırılır. Tcrborch tarafından yapılan ünlü ipek re
simlcrini del il olarak gösterirsek, şüphesiz özyapı renklerle do
ğaya daha sadık olarak üretilir. Eğer gerçek nesnelerin yan ı l sa
masını verme sanatı resimde bile büyük bir hayranlık uyandırı
yorsa, renklerin yardımı olmadan, yalnızca siyah \'e beyazla
sağlandığında etki daha olağanüstü ve heyecan verici olur. B i r
fotoğrafçı görünen nitel ikleri olağanüstü b i r bağlılıkla kaydet
mek gibi çok zor bir sanatı ve dolayısıyla konusunun gerçekçi
görüntiisünü yaratmayı bazen başarır. D iğer yandan. hazırlan
mış bir yemek masasının fi lmde ne kadar garip göründüğü ge-
65
RUDOLF ARNHElM
nellikle fark edilir: insanlar ne garip siyah şeyler yiyorlar, kü
çük lekeler, sümük gibi kaygan, parlak topaklar ve her çeşit
yavan şey. Onlan keserler ve neşeyle ağızianna götürürler; ama
ne yedikleri anlaşılmaz.
Işığın süsleme ve çağrıştırma maksadına hizmet ettiği, til
min diğer donanımlarında olduğu gibi, ancak film bir sanat ol
duğunda kabul edildi. İlk zamanlarda, perspektife bağlı büyük
lük değişimlerinden ve nesnelerin üst üste bindirilmesinden ka
çınıldığı gibi, dikkat çekici her ışık etkisinden de kaçınılırdı.
Eğer ışıklandırma etkisi görüntüde çok açık göze çarpıyorsa,
bunun profesyonel bir hata o lduğu düşünülürdü. Amerikalı yö
netmen Cecil B. de Mille bu etki üzerine ders verici bir öykü
anlatır:
"Sahne çalışmalarına alışkındım ve tiyatroda kullandığım
gibi özel bir ışık etkisini, çekmekte olduğum bir filmde kullan
mak istedim. Söz konusu sahnede bir casus perdenin arkasından
sessizce çıkmaktad ır. Etkiyi daha gizemli yapmak için, casusun
yüzünün yalnızca yarısını aydmlatmaya, gerisini karanlıkta bı
rakmaya karar verdim. Ekrandan sonucu izledim ve olağanüstü
etkileyici buldum. Film boyunca kullandığım bu ışık oyunun
dan çok memnun kaldım; yani spot lambalarını bir yanda ya da
diğer yanda kullandım -şimdi özgürce uygulanan bir yöntem.
Filmi dağıturl bürosuna gönderdikten sonra, müdürden beni
oldukça şaşırtan bir telgraf aldım. Şöyleydi : "Sen delirdin mi?
B ir adamın yarısını gösterdiğin bir filmi tam ücretine satabile
ceğimizi mi sanıyorsun?"
Mill e, büyük Avrupa lı bir sanatçı ya gönderme yaparak
müşterilerine blöf yapana dek film reddedilmiş. Şöyle bir telg
raf çekmiş: "Eğer siz Rembrandt
•
clıiaroscuro'sunu gördüğü
nüzde tanımayacak kadar aptal adamlarsanız suç bende değil."
*
Işık ve gölge zıtlığıyla resme derinlik kazandınna.
66
SANAT OLARAK SThffiMA
Amacına ulaşnnş. Dağıtımcı, ası l fiyatın iki katını teklif ederek
filmi almış ve şu sloganla gösterime sunmuş : "Rembrandt üslu
buyla ış ı k land ın lrnış ilk film" .
Bu öykü, son birkaç yılda bakış açımızın ne ölçüde d e
ğiştiğini gösterir. Günümüzde sıradan halk bile, MiHe'nin
o zaman denediği gibi ışık etkilerine alıştı. Ancak o gün
lerde film doğal nesnelerin yeniden üretilmesi anlamına
geliyordu ve herhangi bir biçimsel zorlamanın doğanın
gerçekliğine, başka bir deyişle tilmin temel nesnesine gö 1 g e düşürdüğü düşünülüyordu. Yarısı görünen b i r adam
yanm bir adamdı . Gerçek yaşamda insanlar kesinlikle y a
rım değildir, öyleyse Bay de Mille'nin filmi iyi değildir.
Basit bir denklem. Işık her nesnenin her ayrıntısı görüle
cek biçimde yerleştiri lmeliydi; "rahatsız edici" gölgeler
değil, net bir genel görünüş isteniyordu. Işığı sanatın yara
rına kullanmanın öğrenilmesi daha sonra oldu.
Görüntünün Sınırlılığının ve Nesneye Olan Uzaklığın
Sanatsal Kullanımı
Gözlerimiz özgürce her yöne doğru hareket edebildiği
için, görüş alanımız pratikte sınırsızdır. Diğer yandan, bir..
film görüntüsü mutlaka kenarlarla sınırlanmı ştır. Yalnızca
bu sınırlar içinde meydana gelen şeyler görünürdür ve bu
nedenle yönetmen gerçek yaşamın sınırsızlığından seç
meler yapmak zorundadır (olanağına sahiptir de denilebi
lir). Başka bir deyişle, "motif' seçebilir. Görüntünün s ı
nırlılığı da perspektif gibi biçimsel bir araçtır. Çünkü özel
ayrıntıların açığa çıkan lmasına ve önem kazanmasına ya
da önemsiz şeylerin dışarıda bırakılmasına, çekime ansızın
sürpriz katılmasına, örtülü gerçekleşen şeylerin görünür
kıl ınınasma olanak tanır.
Dahası, bir görüntünün süsleyici nitelikleri gösterilecekse
çerçeve mutlak bir zorunluluktur. Resimsel bir tasarnn açısın
dan çatı görevi gören belli sınırlar varsa, yalnızca tuvalin doldu_
67
RUDOLF ARNHElM
rulması, mekanın bölümlenmesi vb. düşünülür. Görüntü çerçe
vesi iki dikey, iki yatay çizgi içerir. Dolayısıyla çekirnde yer
alan her dikey ve yatay çizgi bu sınırlada pekiştirilecektir. E
ğimli çizgiler eğimli görünür; çünkü görüntünün kenarları düz,
başka bir deyişle dikey ve yataydır. Her sapma, neden saptığını
gösterecek bir karşılaştınna standardı gerektirir.
İyi bir film görüntüsünde, tüm çizgiler ve diğer yönelimler,
birbirleriyle ve kenarlada dengeli bir ilişki içinde olurlar. Bir
birlerini paralel ya da karşıt olarak pekiştirirler; durgun ya da
hareketli, karmaşık ya da basit örüntüler kurarlar. Aydınlığın ve
karanlığın dağılımında da durum aynıdır. Eğer perde sınırsız
büyüklüktc olsaydı, iyi bir düzenleme yapmak gibi bir sorun
olmayacaktı ; çünkü bunu yapmak için düzenlenecek sınırlı bir
alan olması gerekir. B elki seri bir yeknesaklığın bulunduğu ve
elbette filme güçlükle uygulanabilecek duvar kağıdı tasarımları
hariç, sınırsızlıkta uyum yoktur.
Görüntünün büyükl üğü ve oranına il işkin sorun bu
günlerde ç ok günceldir. Abel Gance, Napolyon ile ilgili
filminde bazı sahneleri üç bölmeli perde için çekmişti .
Gösterimde aynı anda üç projektör çalıştı ve bu nedenle
ancak oldukça uzaktan incelenebilecek, bir tür panoramik
şerit ortaya çıktı . Amerika'da da büyütülmüş perdeyle i lgili
çeşitli denemeler gerçekleştirilmiştir. Ama gösterimin y ü
zeyi büyüdükçe görüntüyü anlam l ı bir biçimde düzenl e
mek daha güçtür. Perdenin boyutunu büyütme eği limi,
renkli, stereoskopik ve sesli fi l me duyulan hevesle başa
baştır. Bu, sanatsal etkinin aracın sınırlı l ığına bağl ı old u
ğunu bilmeyen ve nitel ikten çok niceliğe önem veren i n
sanların istediği bir şeydir. Onlar doğaya yaklaşmaya d e
vam etmek i sterler ve böylelikle tilmin bir sanat olmasının
gittikçe güçleştiğini anl amazlar.
Çeşitli boyutlardaki perdeleric ilgi li denemeler, bir kez daha
standart dikdörtgen şeklin sanatsal açıdan ne kadar tatmin edici
olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Büyük ustalarca hangi
68
SANAT OLARAK SiNEMA
şekillerin tercih edildiğini anlamak için istatiksel araştırmalar
yapılmıştır. Rus yönetmen Eisenstein, Hollywood'ta kaldığı
dönemde, farkl ı biçimde masklar kullanılarak her oranda dikey
ve yatay dikdörtgenlerin biçimlendirilebileceği kare perdeyi
savunan bir konferans verdi. "Ne dikey ne de yatay şekil tek
başına idealdir", dedi ve şöyle devam etti, "Film görünrusünün
dikey ve yatay olması yönündeki eğilimler aynı anda nasıl tat
min edilebilir? Böyle bir çatışma için uzlaşma alanı kolayca
bulunur, bu alan karedir. Yanlardaki ya da yukarıdaki ve aşağı
daki bölümler maskelendiğinde, kare mümkün olan her dik
dörtgeni üretebilecek tek şekildir. Ayrıca seyirciye karenin
kozmik mutlaklığını kabul ertirmek için kare perde olduğu gibi
de kullanılabilir. Perdenin ortasındaki küçücük kare giderek
tüm perdeyi kaplayan bir kareye dönüştürülerek, başka bir de
yişle farklı boyuttaki karelerio devimsel sekansıyla bu mutlak
lık özellikle vurgulanır. "
Fotoğrafçılığın ve dolayısıyla film sanatının başlangıcında
her şeyi kapsayan, farklı bir deyişle temsil edilecek olayın ya da
nesnenin bütününü içeren görüntüler çekilirdi. Omuz çekimleri
(bir çift el, bir yüzün yarısı) o zaman da çekilebilirdi, ama çe
kilmedi. Teknik açıdan olanaklı olan şeyler, onlar aracılığıyla
faydalı ve değerli sonuçlar elde edilebileceği ve bu sonuçlarm
yavan ya da derme çatma olmayacağı anlaşıldıktan sonra kulla
nılmaya başlandı. Bir adamın çekimi yapılmak istendiğinde,
fıgürün tarnamının ya da en azından üst kısmının bütünüyle gö
rünmesi zorunluydu. Perdenin kenarlarına olwnsuz bakılırdı;
hiçbir şeyi kesmemel iydiler. İlgi tamamen çekimi yapılacak
şeye yoğunlaşmıştı, çekimin ne tarzda yapıldığına değil. Bö
lümlerin ve izole edilmiş ayrıntıların yaratıcı bir biçimde kulla
nılması bir devrimdi; filrnin bir sanat olabilmesi için film aracı
nın tüm özellikleri için aynı devrimin gerçekleşmesi gerekti.
Aynı Cecil B . de Mille'nin müşteri lerinin kısmen aydınlatılmış
yüzlerio olduğu görüntüleri almak istememesi gibi, doğal bir
69
RUDOLF ARNHElM
nesnenin görüntünün kenarlarıyla b ilerek kesilmesi absürd bu
lundu. Yalmzca bir kaç yıl geçtiği halde günümüzde, zaman
zaman tclemetrenin çıldırmasına izin vermek sıradan yönet
menler arasında bile çok rağbet görmektedir.
The Cameraman adlı
filmde Buster Keaton basın fotoğrafları
acentesinde çalışan bir kıza aşıktır. Şöyle bir sahne yer alır: Sa
bahın erken saatleri. Ofis açılır, çalışanlar gelir. Müşterilerin
kabul edildiği masayla birlikte bekleme odası gösterilir. B urası
girer,
kızın çalıştığı yerdir. Kız içeri
paltasunu çıkarır, rahatça
oturur. Birden karnera birazcık yön değiştirir; şimdi bekleme
odasının şu ana dek görünmeyen köşesi görüntüye girer; Buster
Keaton aptalca önüne bakarak orada oturmaktadır. Kızı görmek
için bütün gece orada oturmuştur. Bu, bir genel çekimin bile bir
bak.Jma ayrıntı çekimi olabileceğini gösterir. "Genel çekim" ke
sinlikle görcceli ve kesinliği olmayan bir terimdir. "Genel çe
kim, belirli bir durumla ilgili olan her şeyin bütününü içerir."
denmedikçe tanımlanamayacak bir terimdir . Ofisin tümü göste
rilseydi (bu durumda olduğu gibi), uygulamada buna genel çe
kim denird i. Ne var ki, Buster Keaton'ın bulunduğu can alıcı
köşe görüntüye girmez ve çekimin tüm etkisi buna bağlıdır. Ay
nı olay şu şekilde de gösterilebil irdi: Kız merdivenleri çıkar, ofi
sin kapısını açar ve köşede oturan Buster Keaton'ı görür. Ama
absürd ve abartılı etkinin tümü izleyicinin görülecek ne varsa
gördüğüne inanmasından kaynaklanır (sıradan insanların çalıştı
ğı sıradan bir ofis) ve birden sanki gökten düşmüş gibi, komik,
deli gibi aşık adam ortaya çıkar. Sıra dışı hiçbir şeyin beklene
meyeceği ciddi bir ofısin ortasında bilinmeyen bir zamandan
Jeri bekliyormuş gibidir. İzleyiciye verilen psikoloj ik şok ku
mmsal olarak şu şekilde açıklanabilir: bütünün tamamı gösteri
lir, izleyici sahte bir güvenceyle yatıştırılır; b irden bu bütünün
tüm yapısı, daha önce olanlarla bağdaşmayan önemsiz bir dö
oüşle değiştirilir. Smart Peop le da Charlie Chaplin frakla ve ka
'
fasında şapkasıyla görüldüğünde benzer bir etki başarı lmıştır.
70
SANAT OLARAK SiNEMA
Ancak vücudunun yalnızca üst kısmı gösterilir ve b irden panto
lonunun olmadığı ve donuyla durduğu keşfedilir. Burada da
gösterilen kısım (vücudun üst kısmı) bütün bir görüntüdür. Açı
ğa çıkarma, görülen şeyi tamamen farklı bir görünüşte gösterir
ve onu bir karikatüre dönüştürür.
S temberg'in
The Docks of New York unda, tamamen farklı
'
bir örnek olan tekneden atlayarak intihar etme sahnesi vardır.
Teknenin ve ayakta durup sonra tekneden atiayan kadının yan
sımasının düştüğü titreşen su yüzeyinden başka hiçbir şey gö
rünmez. Kadın dalaylı olarak yansımasıyla gösterilmiştir. Sonra
kadının kendisi yansımasının düştüğü noktaya düşerken göste
rilir: Vansıma görüntünün üzerine gerçek görüntünün düşmesi
çok etkileyicidir. Etki neyin gösterileceğinin çok dikkatli se
çilmesi sayesinde gerçekleştirilmiştir. Kamera öyle yerleştiril
miştir ki, çekimin en önemli kısmı, nesnenin sıradan temsilinde
tamamen absürd olacak bir durum, bordasında kadının durduğu
tekne görüntüye kesinl ikle g irmez. Görüntüde, çekimin yapıl
masının asıl nedeni olan olayın önemli bölümünün yalnızca
yansıması görünür. Ama olayın direkt çekimini geçici bir il
giyle izieyecek olan izleyici, bu sunumun sıra dışılığıyla kavra
nır ve heyecanlandırılır.
Benzer sanatsal "numaralar" çok sık kullanılır. Kötü ada
mın açık renk bir duvarın önünde koyu görünmesi gibi, nere
deyse gelenek halini almıştır. Aslında bir gölge sık sık bir ha
berci görevi üstlenir: Sahibi sahneye girmeden gölge görünür
ve bu sayede seyircinin ilgisini ve dikkatini yaklaşmakta olan
şeye çevirir.
Sınırlı görüntünün gerçek değeri omuz çekiminde anlaşılır.
Ayrıntı küçüldükçe görüntüde daha büyük görünür. Omuz çe
kimi, sanatçının, birinin yaşlarla dolu gözleri ya da odanın bir
köşesindeki fare gibi, genel çekimde küçük bir aynntı olacağı
için fark edilmeyecek şeyleri büyütmesine yardımcı olmakla
71
RUDOLF ARNHElM
kalmaz, aynca bütünün karakteristik özelliğini de ortaya çıka
rır. Çoğu zaman yönetmen yeni bir durum u izleyicisine bu ay
rıntılar sayesinde sunar. B ir duvar saatinin sarkacı gösterilebi
lir; sonra bütün saat, sonra kamera uzaklaşarak geriye gider ve
odada oturmuş endişeyle saate bakan insanlar görünür. Saat
sahnenin can alıcı noktası olduğu için ilk önce gösterilir.
Pabst'ın The
Diary of a Lost Gir! filminde bir ıslahevi şu şekil
de sunulmuştur: İlk önce, saçlarını gergince geriye doğru top
lamış bir öğretmenin acımasız, aksi yüzü gösterilir; sonra da
ritmik hareketlerle bir gonga vurduğu. Kamera geriye doğru
hareket eder ve öğretmenin kızların yemek yediği bir masanın
başında durduğu ve kızların kaşığı gongun vuruşlarına göre a
ğızlanna soktukları görülür. Aynı zamanda durumu örnekleyen
bir ayrıntı olan, aniatılmak istenen ana şey izleyicinin ilgisini
doğru çizgide yönlendirecek ve bir sürpriz unsuru sağlayacak
biçimde ayrılmıştır. Bir ayrıntıdan başlayarak yavaşça açığa
çıkarma daha heyecan verici olduğu için, bütün sahnenin bir
anda görülmesinden daha fazla ilgi çeker.
Bir ayrıntıdan bütün bir görüntüye doğru -ilerleyen salınele
rin sekansı çeşitli yollarla gösterilebilir. Bütün ve ayrıntılar ayn
ayrı çekilip, bitmiş şeritte birbirine eklenebilir; bu durumda çe
kiınler birinden diğerine atlamalarla geçer. Ya da çekim devam
ederken kamera geriye doğru hareket ettirilir, böylece perdede
görünen şey gittikçe daha küçük ve daha kapsamlı görünür; ilk
başta büyük olan ayrıntı yavaş yavaş küçülür ve sahnede kendi
yerini bulur. Ya da üçüncü olarak, operatör hareketli masklar
kullanırken kamera aynı konwnunda bırakılır. Böylece başta
görüntünün büyük bir kısmı karanlıkta kalır ve sahnenin bir
ayrıntısı -diyelim ki bir kafa- küçük bir daire içinde, sanki per
denin üzerindeki bir delikten görünüyormuş gibi görünür. Son
ra bu delikten başlayarak bütün çekim açılır.
72
SANAT OLARAK SİNEMA
Omuz çekimini kullanmanın başka yolları da vardır ve bun
ları herhangi belli bir plana yerleştinnek daha zordur. The
Docks of New York' da bir denizci i le fahişe arasında geçen bir
aşk sahnesi vardır. Oturmuş içmektellider ve pek fazla aşk i�a
reti yoktur. Sonra araya bir omuz çekimi girer, gizemli ve seksi
bir ayrıntı: adam kadını eğlendinnek için kaslarını oynatırken,
kadın adarnın yakışıksız bir dövmeyle kaplı çıplak kolunu is
tekle okşamaktadır. Aynı sahne genel çekirole çekilseydi bu
kadar etkileyici olmazdı. Adamın bütünü yerine yalnızca güçlü,
çıplak, uyarıcı biçimde süslenmiş kolu görünür. Pars pro toto
kuralının başarılı bir uygulamasıdır: Bu kadın adamın gücün
den, çıplaklığından ve kaslarından başka bir şey gönnez.
Adımların sesini görsel olarak belirtmek için merdiven çıkan
bir adamın ayaklarının ya da iki sevgilinin bacaklarının göste
ri lmesine benzer örnekler her filmde bulunabilir. Peyder'in Les
Nouveaux Messieurs adlı filminde, bir işçi kolonisinde bir kaç
yeni binanın törenle açılmasını anlatan bir sahne vardır. Başkan
telaş içindedir ve bütün alay aynı hizaya geçene dek kontrolle
rini gittikçe hızlandırır. Arkasından, alayın içinde yüzünü ü
züntüyle asmış, herhangi biri olan şişman bir adamın omuz çe
kimi gösterilir. Bu adam tüm dert ortaklarının bir temsilcisi ola
rak seçilmiştir. Pudovkin'in Motlıer adlı filminde mahkeme sa
lonlarında geçen salınelerin öncesinde, binanın gri taşlarının
hızlıca birbirini izleyen omuz çekimleri, bir keresinde de nöbet
tutan askerlerden birinin çizmelerinin çok büyük görüntüsü
gösterilmiştir. Bundan sonraki sahneterin ruh haline ilişkin mü
kemmel bir giriş olan çizmeler, karanlık ve esrarengiz bir ha
yalet gibidir. Doğrusu Ruslar omuz çekimleri için tamamen ye
ni teknikler geliştinnişlerdir.
Böylelikle görüntünün alanını ve nesneye olan uzaklığı de
ğiştirme olanağı yönetmene herhangi bir sahnenin bütününü
gerçeklikle çatışmadan kolayca bölme olanağını sağlar. Parça73
RUDOLF ARNHElM
lar bütünü temsi l edebilirler; önemli ya da dikkate değer olan
bir şey görüntünün dışında bırakılarak geciktirim yaratılabilir.
Belli bölümler, izleyicinin onlann görüntüsünde sembolik an
lamlar aramasına neden olacak şekilde vurgulanabilir. Dikkat
önemli aynntılara yoğunlaştırılabilir.
Her şeye karşın omuz çekiminin ciddi bir sakıncası vardır.
Nesnenin içinde bulunduğu ortam ya da nesnenin üstlendiği rol
açısından izleyiciyi kolayca karanlıkta bırakabilir. Bu durum
özell ikle omuz çekimi çok fazla olan, neredeyse hiç genel çe
kim olmayan, Dreyer'in The Passian of Joan of A rc'ı ve bir kaç
Rus filmi gibi filmlerde geçerlidir. Omuz çekimi bir adamın
kafasını gösterir; ama ona bakarak adamın nerede olduğunu,
kafanın kime ait olduğunu, adamın içeride mi dışarıda mı oldu
ğunu, diğer insanlara göre nasıl konumlandığını, onlara uzak nu
yakın mı olduğunu, yüzünün onlara dönük olup olmadığını,
onlarla aynı odada mı yoksa başka bir yerde mi olduğunu söy
leyemeyiz. Omuz çekimlerinin çok fazla olması izleyicinin sı
kıcı bir belirsizlik ve konumsuzluk duygusuna kapılmasına yol
açar kolayca. Bu nedenle yönetmen, omuz çekimlerini yalnız
kullanmaması gerektiğini, genel duruma ilişkin gerekli bilgiyi
verecek olan genel çekimlerle bir arada kullanmak zorunda ol
duğumı anlayacaktır.
Diğer yandan, yönetmen her şeye rağmen tiyatronun yoksun
olduğu, konusuna olan uzaklığını seçme gücü sayesinde değerli
bir anlatım aracına sahiptir. Tiyatroda izleyici oyunun geçtiği
yere hep aynı uzaklıkta kalır ve dolayısıyla olaylar ve nesneler
ancak belli bir büyüklükte gösterilebilir. Örneğin, yüz ifadesi
nin inceliklerini izleyicilerin sahneye yakın oturmayan bölümü
göremez. Çok keskin gözlere veya - aslında görüntüyü tahrif
ettiği için uygunsuz olan- opera gözlüklerine sahip olmadıkça,
ilk balkondaki seyirci bile sahnede gösterilen şeyin ancak çok
küçük bir parçasını görebilecektir.
74
SANAT O LARAK SiNEMA
Bununla birlikte sözü edilen yalnızca görsel netliğe ilişkin
teknik sorunlar değildir. izleyicinin sahneye sabit uzaklıkta
olması, sahnedeki hareketlerin ve dekorların, estetik açıdan
çok önemli olan "büyüklüğün" sabit değerlendirilmesine ne
den olur. Bir görme noktasından oyuncuların hareketleri,
kostümleri, dekor ancak ayrımsamanın e n alt sınırında etkili
dir. Film bu geçerlilik alanı.nı büyütebi lir ve daha önemlisi
onun yönünü değiştirebilir. izleyici bütün bir odaya bakıyor
ken, kamera aynı yerde i lginin merkezini tamamen farklı şey
lerin belirlediği, tamamen farklı şeylerin büyük ve önemli ol
duğu ve muhtemelen bir saniye önce genel çekimde önem li
olan şeylerin dışarıda bırakıldığı, tamamen farklı bir sahne
üretir. İki kişinin bulunduğu bir odadan bir masan ın yalnızca
yarım metre karelik bölümünün göründüğü bir omuz çekimine
geçilir; masanın üzerinde muhtemelen önceki görüntüde kü
çük bir yer kapladığı için dikkat çekmemiş olan bir çiçek var
dır. Şimdi odak olan çiçeğe aynı büyüklükte, eşit derecede
önemli, daha önce çok küçük, önemsiz olan ·:e önemli b,ir rol
oynamayan bir el yaklaşır.
Bu nedenle sinemanın çalışma alanı tiyatroyla karşılaştırıl
dığında çok büyüktür. Şunu da eklemek gerekir ki tiyatroda
cansız bir nesneyi vurgulamak teknik açıdan olanaklı olsaydı
bile bu pek uygun olmazdı. Tiyatro konuşulan sözlere dayanır.
İçinde hayvanlar ya da çiçekler gibi oyuna yalnızca görüntüle
riyle ya da seslerin eşlik ettiği veya etmediği devinimleriyle
katılan dilsiz nesneler barındıran sahileler ilc anlamları diya
loglarda yatan sıradan dramatik sahneler bağdaşık bir etkiyle
birleştirilemezler. Buna benzer bir şey tiyatroda çok nadiren
olanaklıdır. Temelde diyaloglara dayanan sesli bir filmde oldu
ğu gibi inemli n•ktalarda böyle salınelerin sunulması, rahatsız
edici ve tutarsız bir etki yaratır.
75
RUDOLF ARNHElM
Oyuncular sürekli konuştuklan için tiyatronun bütünüyle
nasıl doğaya aykın, nasıl stilize edilmiş olduğu belki de hiç a
çıkça dikkat çekmedi. Bunun tiyatroya giden çok az insanın
aklına gelmesi önemli bir konudur. Sözler her eylemin üzerini
örter ve etkisini azaltır. İlk taslakta bile sahneler öyle planlanır
ki, olaylar dizisi aralıksız konuşmalarla açıklanır. Aslında ey
lemin tek başına sözlere üstün olması bir kusur olarak görülür.
Sözler, tiyatronun en önemli ayıncı özelliği, sanatın binlerce
yıllık evrimi boyunca radikal bir anlatım aracına dönüştü. An
cak bu sunuş yönteminin akış ile bir ilgisinin olmadığı, ancak
iyi bir sessiz filmde sözcükler hiçbir şekilde kullanılmaksızın
olaylar dizisinin nasıl kolayca ileriediği görüldükten sonra tam
olarak anlaşılacaktır.
Film, cansız nesnelerin kendilerine dikkat çekmelerini ola
naklı kılar. Tiyotrada belli bir sahnede masanın üzerinde bir
çiçeğin bulunduğunu varsayalım. Bu çiçek oyuncuların yardımı
olmaksızın seyircilerin dikkatini asla çekemez. Tiyatro yönet
meni ya da oyun yazarı, oyun sırasında bu küçük aynntının ay
rımıila varması olasılığına güvenemez; çünkü seyircilerin dik
katinin sürekli oyunun asıl konusuna yönlendirilmesi gerekir.
Film yönetmeni izleyicisinin dikkatini mümkün olan en iyi
şekilde kontrol edebilir.
Çünkü kamerayı dilediği yere yerleşti
rerek o anda en önemli olan şeyi ekrana taşır ve çiçeğin "Şimdi
bana bakın. " diye bağırmasına gerek kalmadan ona gerekli ö
nemi kazandırabilir. izleyicinin ilgisi kaçınılmaz olarak ona
yönelir; çünkü yönetmen o anda başka hiçbir şey göstennez.
Aynı şekilde, yerde yürüyen bir sinek, sigaranın dumanı gibi
tiyatro sahnesinde dikkati kendilerine çekecek kadar vurgulu
olamayacak diğer ayrıntılara filrnde gerekli vurgu kiı.zandınlır.
Bir filrnde, bu küçük olaylar, aksesuarlann üstlendiği roller,
"makroskopik" olanlarla, oyunculann oynadıklanyla aynı tür
dendir kesinlikle. Dolayısıyla fazlasıyla yeterli bir bağdaşıklık
çıkar ortaya.
76
SANAT OLARAK SİNEMA
Nesneye olan uzaklığı hızlıca değiştirme olanağı, doğal ola
rak büyüklük standartlarının göreceli olmasına yol açar. izleyici
gördüğü şeyi değerlendirmek konusunda deneyimlerini kulla
namazsa; örneğin bir sineğİn gerçekten küçük, bir dağın ise bü
yük olduğunu b ilmiyorsa, gösterilen şeyin nesnel büyüklüğünü
değerlendirme konusunda hiçbir dayanağı yoktur. Kameranın
nesneden ne kadar uzaklıkta durduğunu bilmesinin bir yolu
yoktur. Mimarlığa il işkin bir serginin haber filminde bir arazide
inşa edilmiş evlerin bir kaç çekimi, hemen arkasından da Roma
şehrinin küçük alçı modelinin çekimleri gösterilir. İlk görüntü
lerdeki evler olağan boyutlardadır ve gereken uzaklıktan çekil
miştir; sonrakilerdekiler ancak bir kaç parmak yüksekliğinde ve
yakı ndan çekilmiş olmalarına karşın, izleyiciye her iki ev kü
mesi de eşit büyüklükte görünür. Burada deneyimin evlerin gö
receli büyüklüklerini değerlendirmede izleyiciye hiçbir yararı
yoktur.
Görecelilik, bir yandan tamamen farklı büyüklükteki şeyle
rin
aynı
büyüklükte
gösteri lmesi
ve
böylece
birbirleriyle
il işkilendirilmeleri olanaklarını doğurur. Almanya'daki üniver
site yaşamma ilişkin bir filmde. kanepede borlayan bir öğrenci
nin yuvartık karnı bir manzara çekimine zincirlenir: Heidelberg
yakınlarmdaki aynı biçimde yuvarlak bir tepe. Gerçekte tama
men farklı büyüklükte olan bu iki şey, karnın yakından. tepeni n
uzaktan çekilmesiyle basitçe v e kolayca birleştiri lmiştir. Böy
lelikle ikisi arasında keyifli bir karşılaştı rma yapma olanağı ve
rilmiştir.
Diğer taraftan, belli etkiler izleyicinin gösterilen şeyin ger
çek büyüklüğü konusunda kandırılmasını sağlayabilir. Bir kere
sinde bir eleştim1en, film sanatının diline ilişkin standart bir
örnek diye Ibsen'in
A Doll's House'unun film uyarlamasındaki
bir sahneye gönderme yapmıştı. B ir oda gösteri lir ve birden
içine kocaman bir el girer. Böylelikle odanın çok küçük olduğu
ve bebek bir evinin parçası olduğu açıklanır. Görüntüde olağa-
77
RUDOLF ARNHElM
nüstü bir şey olduğunu gösterecek -bir bebek gibi- bir şey ol
madığı için ilk bakışta oda normal büyüklükte saruhr. Ani deği
şikliğe neden olan tamamen doğal araç -normal büyüklükte bir
insan eli- sahnenin sembolikliğini izleyiciye en iyi yolla aktarır.
Burada insanların yaşadığı evle bebek evinin kavramsal tammı
nın gerçekte ne olduğu gösterilir. Böylelikle bir kez daha sine
manın bir "dezavantajı" -kesin büyüklük standardım gösterme
olanaksızlığı- bir avantaja dönüştürülmüş ve sanatsal etki için
kullanılmıştır.
Zaman-U zam Sürekliliğinin Olmamasının Sanatsal
Olarak Kullanılması
Gerçek yaşamın tersine, film zamanda ve uzarnda s ıçramala
ra olanak tanır. Montaj , farklı yerlerde ve zamanlarda gerçekle
şen durumların çekimlerinin b irbirine bağlanması demektir.
Kurarncılar ve özellikle Rus kuramcılar, şimdiye kadar montaj ı
film sanatının her hangi bir dalından daha yoğun incelemişler
dir.
Montajın sanatsal potansiyellerini ilk anlayanlar ve ilk kez
montaj i lkelerini sisteml i bir biçimde tanımlama girişiminde
bulunanlar Ruslar'dı . Aynı zamanda montaja ilişkin coşkularını
sık sık ileri götürmüşlerdir. Montaj ın sanatsal tilmin tek önemli
özelliği olduğunu düşünmüşlerdir; onu sık sık abartılı bir bi
çimde kullanmalan bunu kanıtlar. Doğrusu bazen, kurgulanmış
bir film daha az doğalmış gibi, tilmin kesilmemiş bir şeridinin
gerçeğin bir parçası olduğunu düşündükleri izlenimine kapılı
nz. Pudovkin Film Tekniği adlı kitabına, montajın sinema sa
natının temeli olduğu iddiasıyla başlar. Şimdiye dek, tek bir
çekimin bile hiçbir şekilde doğanın basit bir yeniden üretimi
olmadığını, doğa ve film görüntüsü arasında çok önemli ay
rımların bulunduğunu, sanatsal biçim verme sürecinin çok ciddi
ele alınması gerektiğini göstermeye çalıştık.
78
SANAT OLARAK SiNEMA
Yine de, montajın neden film sanatına giden en önemli yol
olarak düşünüldüğü kolayca anlaşılabilir. Her şeye rağmen bir
görüntü, insan tarafından kontrol edilen ama yine de yüzeysel
olarak doğayı yeniden üretmekten başka bir şey yapmadığı dü
şünülen bir kaydetme işleminden doğar. Ama sıra montaja ge
lince insan işleme müdahale eder: Zaman parçalanır, zaman ve
uzam açısından ilişkisiz olan şeyler birbirine bağlanır. Bu daha
çok somut bir biçimde yaratıcı ve biçimsel bir işlem gibi görü
nür.
Pudovkin film sanatının ilk dönemlerini şöyle anlatır: "Ka
meramanın işinde sanata yer yoktu. O, oyuncuların sanatım gö
rüntülerdi. Elbette sinema oyunculuğunun her hangi özer bir sa
natı, fılmin her hangi özel bir niteliği ya da yönetmen açısından
bir yaklaşım yöntemi söz konusu değildi. O günlerde yönetme
nin işi neydi acaba? Sözlerin olmarnası dışında, tamamen tiyatro
için yazılmış bir oyuna benzeyen bir senaryoya sahipti . Sözlerin
yerini hareketlerle ve genellikle uzun alt yazılarla doldurmak
için girişimde bulunulurdu. Yönetmen salıneyi sanki tiyatroda
bir salıneymiş gibi ele alırdı; girişleri ve çıkışları, geçişleri ve
oyuncuların diğer hareketlerini düzenlerdi. Kameraman sahneyi
kendi bütünlüğü içinde kaydederken, yönetmen böyle bir sahne
nin tam olarak canlandırılınasını sağlardı. Kamera yalnızca ken
di içinde tamamlanmış sahneleri takip ederdi." Montaj ancak
fılmin bir sanat olarak gelişmesiyle ortaya çıktı.
Zaman ve uzam açısından tutarlı olayiann montaj ını, bir"l!ıi
rinden ayrı o layların çapraz kurgusundan ayırmak gerekir. Ta
rihi olarak montaj ın başlaması çapraz kurguyla oldu; çünkü bu
devrim gerektiren bir yöntem değildi. Tiyatroda birden çok ola
yın art arda canlandırılması gibi, farklı çekinıler birbirine bağ
landı. Zaman ve yer açısından ilişkisi olmayan sahneleri birbiri
ardına göstermek, tiyatroda yüzyıllardan beri bir gelenek ol
muştu. Sonra, gelişimi süren dururn ların parça parça gösterildi-
79
RUDOLF ARNHElM
ği bir dönem geldi: Olaylar parçalandı ve çeşitli parçalar birbi
rine karıştırıldı; şöyle ki, olay birden yarıda kesildi, tamamen
farklı bir sahne oynandı, arkasından bu da bölündü ve birincisi
devam etti, arkasından yine ikinci, vb. Bu yöntemin başlangıcı
na geleneksel tiyatroda rastlanabilir; örneğin, Shakespeare'in
savaş sahnelerinde olaylar dizisi genellikle iki taraf arasında
dönüşümlü olarak ilerler. Filmde bu yöntemi kullanmak daha
kolay oldu; çünkü salıneyi kaldığı yerden devarn etmesi için her
defasında yeniden ayarlamak yerine, filmde bir sahne bir son
rakini düzgün ve hızlı bir sekansta izler.
Bütün bir olaya müdahale etmek daha cesurca bir girişimdi;
bir olayı bölmek, akışın ortasında kameranın konumunu değiş
tirmek, daha yakma taşımak, daha uzağa götürmek, gösterilen
konuyu değiştirmek gibi. Bu güne kadar kameranın özgürleş
mesine doğru atılan en etkin ve belirleyici adıındı bu.
Yönetmen montajda, anlattığı durumları vurgulamasına ve
onlara daha fazla anlam yüklemesine yardım eden, biçimsel
açıdan birinci sınıf bir araca sahiptir. Olayın akışınd9n yalnızca
kendisini ilgilendiren bölümleri alır; aym uzarnda yer alan nes
nelerden ve olaylardan yalnızca ilgiti olanları seçer. Bazı ayrın
tıları vurgular, bazılarını atar. Bunların örneklerini daha önce
zaten vermiştik.
Bazen de çekimler, bağlantısı gerçekçi değiL kavramsal ya
da şiirsel olan montajla birleştirilir. "Sevinci fi lm yoluyla an
latmak istedim. Yalnızca sevinçli bir yüzü göstcmıek, tamamen
etkisiz olacaktı. Bu nedenle elierin hareketini ve yüzün alt yarı
sının, gülümseyen ağzın omuz çekimini gösterdim. Bu çekimi
çeşitli materyallerle kestim ; örneğin: baharda hızla akan ve
suya yansıyan güneş ışınlarının dans ettiği bir ım1ağın çekimi;
bir köy göletinde aynaşan kuşlar; son olarak gülen bir çocuk.
Böylece 'mahkum un sevincini' anlatabildiğimi düşündi.im. "
Böyle bir sekansın sanatsal açıdan uygunluğu tartışmaya açık80
SANAT OLARAK SiNEMA
tır. Bu sahne Pudovkin'in
Mother adlı filmindendir. Ruslar'da
bu tutuma yalnızca teoride rastlandığı, uygularnada hiç rast
lanmadığı halde, Pudovkin'in kesilmemiş görüntüyü, hammad
deyi küçük görmesi çok karakteristiktir. Ruslar malzemelerini
nasıl seçeceklerini çok iyi bilirler. Aynca gülümsemenin, ırma
ğın, güneş ışınlannın, "sevinçli mahlrumun" ve "gülen çocu
ğun" görsel açıdan uyumlu olup olmadıklan çok tartışmalıdır.
Bu, şiirde binlerce kez tekrarlanmı şhr. Ne var k.i bağlantısız
temalar dilde kolayca bağlanabilir; çünkü sözcüklere bağlanan
zihinsel imgeler daha belirsiz, daha soyuttur ve bu nedenle daha
kolayca uyuşurlar. Var olan görüntüleri yan yana koymak, ö
zellikle katı gerçekçi filmlerde, sık sık zorlama gibi görünür.
Olayın bütünlüğü, sevinçten uçan mahlrumun öyküsü birden
tamamen farklı bir şeyle bölünür. lrma.k ve güneş ışınlan gibi
benzetmeler ve çağnşımlara soyut anlamda hafifçe değinilmez,
somut doğa parçaları olarak sunulurlar; dolayısıyla dikkati da
ğıtırlar.
Bu tek örneğin başarılı olup olmadığı bir yana, böyle bir
montaj olanağırun var olduğu gerçeği değişmez. B irbirini izle
yen çekimierin zaman-uzam ilişkisine değil, bir öze sahip ol
ması bu montajın ayıncı özelliklerinden biridir. Irmağın yüzün
gülümsemesinden sonra mı aktığını ya da suda oynayan kuşla
nn gülen çocuktan ne kadar uzakta olduğunu sormak çok an
lamsız olacaktır. Malzemesini izleyicilerin doğru tutumla yak
laşmasını sağlayacak biçimde sunmak sanatçının görevidir; iz
leyici zaman- uzam ilişkisi ararnarnalıdır. Diğer yandan, sık sık
yer birliğinin amaçlandığı ama beceriksiz kurguya bağlı olarak
birlik etkisinin kaybolduğu görülür. Bir adam, arkasından ikinci
bir adam görülür; ama bu iki insanın aynı yerde olduğunu dü
şündürecek hiçbir şey yoktur.
Sanki sahne başka bir yere geç
miş gibi görünür ve bu iki figür arasında nasıl bir bağlantı ol
duğunu anJarnak olanaksızdır. Montaj uzamsal sürekliliği olan
81
RUDOLF ARNHElM
şeyleri ayırdığı ve esasında zaman-uzam sürekliliğ i olmayan
şeyleri birleştirdİğİ için işlernin başarılı olamaması ve bütünün
izleyici tarafından sanatçının planladığı gibi birleştirilemeyece
ği parçalara bölünmesi tehlikesi doğar.
Pudovkin beş tane montaj ilkesi ortaya atmıştır. Ancak diz
ge mantıksal açıdan bütünüyle yeterli değildir; çünkü sınıflama
kısmen kesme yöntemine, kısmen konuya ilişkindir ve bu iki
faktör bir birinden aynlmaz.
l ) Karşa/ık
"Örneğin, çok yoksul bir adamın sefil durumu gösterilecek.
Eğer adamın durumu aşın zengin birinin durumuyla karşılaştı
rılırsa, aniatı çok daha büyük bir etki yaratır." (Yine kesilmemiş
filme duyulan garip güvensizlik.) Bu açıklama kurgu yöntemi
ne ilişkin hiçbir ipucu vemıez: Acaba iki sahne birer bütün ola
rak birbirini mi izlemelidir, yoksa parça parça birbirine mi ka
nştırı lmalıdır.
2) Paralellik
"Yöntem, karşıtlık yöntemiyle aynıdır, ama daha i leri gi
der." İki farklı olay, tek tek çekirnl�rle s·ırayla birbirini izler.
Mantıksal koordinasyon tamamen yanlıştır. Karşıtlık yöntemi
konuya ilişkindi; paralellik yöntemi kurgu tekniğiyle ilgilidir.
3) Benzerlik
"Eisenstein'ın
Strike filminin sonunda işçiler vurulup öldü
rülmektcdir ve bu sahne mezbahada bir öküzün kesilmesi sah
nesiyle kcsilir." Bu kategori de içeriğe ilişkindir. ilke olarak bir
birine geçmiş montaj ın mı, tam sahneterin sekansının mı kulla
m ldığı fark etmez. Birinci yöntemin, usul olarak büyük olası
lıkla daha etkileyici olacağı açıktır.
4) Eşüremlilik (Eş/ilik)
Aynı zamanda gerçekleşlikleri için bir biriyle ilişkili iki pa
ralel durum. Örneğin: Bir insan darağacına götürülen arkadaşıru
82
SANAT OLARAK SİNEMA
kurtannak için aceleyle eve gitmektedir. İlgi, uzamsal rastlantı
nın zamanında gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinde yoğunlaşır.
Burada daha önce hiç değinilmemiş üçüncü bir ilke sunulmuş
tur. Önceki başlıkların biç b irinin altında birbirini kesen salıne
lerin zaman ilişkisine dair biçbir şey söylenmedi.
5) Yinelenen tema (Leitmotiv)
"Senaryo yazan eğer senaryosunun altında yatan ana temayı
vurgulamak isterse, yineleme yönteminin ona büyük yardımı
olacaktır . " Belli bir sahne, bir çeşit "nakarat" gibi aynı formda
bir kaç kez yinelenir. Bir kez daha neredeyse tamamen içeriğe
değinilir.
.
.
Yukarıdaki gerçekten kötü bir sınıflamadır. Timoshenko da
montaj ın on beş ilkesini şöyle ortaya koyar:
I ) Yerin değişmesi
2) Kameranın konunmnun değişmesi
3) Görüntü alnının değişmesi
4) Ayrıntıların vurgulanması
5 ) Analitik montaj
6) Geçmişe dönme
7) Geleceği tabınin etme
8) Paralel olaylar
9) Karşıtlık
1 0)_ Çağrışı m
1 1 ) Y oğunlaşma
12) Büyütme
1 3) Monodramatik montaj
1 4) Yineleme
15) Montaj
Bu sınıflama da pek yeterli olmadığından burada daha fazla
ele alınmayacaktır. Bazılarının bir biriyle uyumlu değil, bir bi83
RUOOLF ARNHElM
rine bağlı olması gereken faktörlerin, eksik ve sistemsiz olarak
alt alta sayılmasından başka bir şey değildir.
MONTAJ İLKELERi
I.
Kesme İlkeleri
A. Kesilen bölümlerin uzunluğu
1) Uzun şeritler. (Bir birine bağlanan çekimierin tümü göre
celi olarak uzundur. Yavaş ritm.)
2) Kısa şeritler. (Kısa şeritlerin hepsi göreceli olarak kısadır.
Genellikle çekimierin kendileri hızlı eylemlerle dolu olduğu
durum larda kullanılır. Hızlı ritm.)
3) Kısa ve uzunun kombinasyonu: uzun şeritlerin içine bir
den bir ya da daha çok kısa şerit. Ya da tam tersi. Uyumlu ritm.
4) Düzensiz: çeşitli uzunluktaki şeritlerin serisi, ne kesin kı
sa ne kesin uzun. Uzunluk içeriğe bağlı. Ritmik etki yok.
B. Bütünlüklü salınelerin montajı
l) Ardışık. (Bir eylem sonuna kadar gerçekleş�. Sonraki o
na bağlanır, vb.)
2) Bir birine geçmiş. (Sahneler küçük parçalara ayrılır ve bu
parçalar bir biri arasına sıkıştınlır. Sahnelerin bir biri ardına
dönüşümlü olarak sürmesi. Çapraz kurgu.)
3) Araya sokma. (Süren bir olayın, sahnelerle ya da tek ka
relerle kesilmesi.)
C. Tek bir sahnede montaj
1 ) Genel çekimierin ve omuz çekimlerinin kombinasyonu.
(Göreceli bir terim olan genel çekimle omuz çekiminin konu
sunu daha geniş bir bağlama yerleştiren çekim anlaşılmalıdır.)
a) Önce bir genel çekim, arkasından omuz çekimleriyle onun ayrıntılarından biri ya da daha fazlası. (Timoshenko'nun
"yoğunlaşma"sı.)
b) Bir (ya da bir kaç) aynntıdan, bu aynntıyı içeren bir genel
84
SANAT OLARAK SİNEMA
çekime geçmek. (Timoshenko'nun "büyütme"si.) Mesela
Pabst'ın The Diary of a Lost Girfünden verilen örnek: önce öğ
retmenin kafası, sonra yemek odasının bütünü.
c) Genel çekimierin ve omuz çekimierin bir birini düzensiz
olarak izlemesi.
2) Ayrıntı çekimlerinin bir birini izlemesi (hiçbiri diğerinin
konusunu içermez). (Tiınoshenko'nun "analitik montaj"ı.) Kü
çük parçalardan oluşan bütün bir olay ya da süren bir durum.
I.B.'dek.i bütün salınelerin bağlanması gibi, tek sahnelerde de
montaj art arda gösterme, çapraz kurgu ya da ekleme için kul
lanılabilir.
ll. Zaman ilişkileri
A . Eşüremlilik
I ) Eşüremli bir kaç bütürf sahne (Timoshenko'nun "paralel
olaylar"ı; Pudovkin'in "eşüremlilik"i) art arda ya da çapraz kur
guyla bağlanır. Art arda gelen sahneler ara yazılarla bağlamr:
"X'de şu olurken, Y'de ... ")
2) Olayın geçtiği yerin aynı anda görülen ayrıntılaruun
eşüremliliği. (Aynı yerde aynı anda olan olayların art arda gös
terilmesi. Adam burada, kadın orada, vb.) (Timoshenko'nun
"analitik montaj"ı.) Kullanışsız.
B. Önce, sonra
l ) Bir birini zamanında izleyen bütün sahneler. Ama ayrıca,
geçmişte olmuş olan ("anı") ya da gelecekte olacak olan şeyle
rin ("geleceği görme") sahneleri eklenir. Tirnoshenko'nun
"geçmişe dönme" ve "geleceği tahmin etme"si.)
2) Bir sahne içinde art arda gösterme. Bütün eylem sırasın
da, zaman içinde bir birini izleyen ayrıntıların art arda gelmesi.
Örneğin: birinci çekim - adam tabaneayı kavrar; ikinci çekim kadın kaçar.
85
R UOOLF ARNHElM
C. Nötr
I)
içerik olarak
İş ç i lerin asker
Zaman açısından ilişkili olmayan, yalnızca
ilişkili olan tamamlanmış eylemler. Eisenstein:
ler tarafından vurulması, mezbahada kesilen bir öküz çekimiyle
bölünür. Önce? Sonra?
2) Zaman ilişkisi olmayan
tek çekimler.
Aniatı filmlerinde
seyrektir; ama örneğin, Vertav'un belgeselleri.
3) Tek çekimierin tamamlanmış bir sahneye katılması. Ör
neği n Pudovkin'in sembolik montaj ı : "mahkumun sevinc i " .
Olayla zaman bağlantı sı olamayan çekimierin araya sokulması .
,
Uzam İlişkileri
A . Aynı yer (farklı zaman)
1 ) B ütünl üklü sahnelerde.
lll.
Birisi yirmi yıl sonra aynı yere
geri döner. Bir birini i zl eye n iki sah ne ya da çapraz ku rgu
.
2) Tek sahne içinde. "Sıkıştırılmış zaman" . Zamanda ileri ye
doğru bir sıçrama olur. Böylece belli bir zaman geçti kten sonra
ayn ı yerde ne olduğu kesintisiz ve art arda göriilür. B. Yer değişikliği
1) Bütünlüklü sahneler. Farklı yerlerde meydana gelen
o
layları n bir birine geçmesi ya da art arda gelmesi.
2)
Bir sahne içinde. Olayın geçtiği yerin farklı ve parça par-
3)
Nötr
ça görüntüleri.
Il. C.( 1 -3)'de olduğu gibi.
IV. Konu Bağlantıları
A. Benzerlik
1 ) Şekil benzerliği
a)
Nesnelerin şekil benzerliği. (Bir öğrencinin yuvarlak gö
beğini, yuvarlak bir tepe takip eder.)
b) Hareketlerin şeki l b enzerliği .
86
( Bir
saatin sallanan sarka-
SANAT OLARAK SiNEMA
cım, Çocuk bahçesinde hareket hal indeki bir salıncak izler.)
2) Anlam benzerliği
a) Tek bir nesne. (Pudovkin'in montaj ı : gülen mahkum. ırmak, suda oynayan kuşlar, mutlu çocuk.)
b) Bütün sahne. (Eisenstein: işçiler vurulur, öküz kesilir.)
B. Karşıtlık
1 ) Şekillerin karşıtlığı
a) Nesnelerin şekillerinin karşıtlığı.
(Önce çok şişman bir a
dam. sonra zayıf bir adam.)
b) Hareketlerin şekillerinin karşıtlığı. ( Hızlı bir hareketi iz
leyen yavaş bir hareket.)
2) Anlam karşıtlığı
a) Tek bir nesne.- (işsiz aç bir adam; Iezzetli yiyeceklerle
dolu bir vitrin.)
b)
Bütün sahne. (Zengin adamın evinde; yoksul adamın e
vinde.)
C. Benzerlik ve karşıtlığın kombinasyonu
l ) Şekil benzerliği , anlam karşıtlığı. (Timoshenko: Hücrede
zincire vurulmuş bir mahkumun ayakları ve bir tiyatroda dans
ç ı ların ayakları. Ya da: koltukta zengin bir adam, elektrikli san
dalyede bir isyancı.)
2) Anlam benzerliği, biçim karşıtlığı. (Bu tür bir şey Busıer
Keatorı as Slıerlock Holmes Jwıior'da vardır. Adam perdede
öpüşcn bir çiftin kocaman göıüntüsünü göıür ve projeksiyon
odasında kız arkadaşını öper.)
Bu planın geniş kapsamlı olması amaçlanmamıştır ve kesin
l i kle geniş kapsamlı değildir. Bu yalnızca genel bir fikir vermek
için oluşturulmuş bir iskelettir.
IV'deki ilkeler şu sözlerle açı l abilirdi: eğer film şeritleri bir
birine bağlanırsa. özellikle gerçekten iyi montajlarda, genellikle
87
RUOOLF ARNHElM
şeritlerin yalnızca bir birinin yanına "eklenmiş" gibi durmadık
lan, bu yan yana koyma sonucunda farlc.lı ince anlamlar kazan
dıklan görülür. Böylece, Eisenstein'ın daha önce değindiğimiz,
işçilerin vurulması sahnesi, mezbaha sahnesiyle birleştirildiği
için çok ince bir anlam kazanır.
Aynı şekilde, bir görüntü biçimsel olarak montajdan genel
likle büyük ölçüde etkilenir. Eğer uzun boylu bir adam figürü,
çok kısa boylu bir adamın hemen arkasından gösterilirse, izle
yici uzun boylu adama yalnız gösterilmesinden çok farklı
yak
laşır: Karşıtlık sayesinde adamın boyu özellikle vurgulanır. Bu
etki bazen, bir birine eklenmiş çekimierin sürekliym.iş gibi gö
rünmesine neden olacak kadar ileriye gider. Böylece, örneğin,
iki ayrı çekim (önce kısa boylu bir adamın, ardından uzun
boylu bir adamın çekimi) görüldüğü hissi tamamen yok olabilir
ve bunun yerine kısa adamın bir sıçramayla uzadığı, yukarı
doğru fişkırdığı sanılabilir. Şişman ve yuvarlak bir yüzden he
men sonra uzun ve dar bir yüz görülürse, ilk yüzün yukardan
çekildiği için uzayıp ineeldiği izlenimi verilir. Deneysel psiko-·
loj ide de benzer sonuçlar elde edilmiştir.
Max. Wertheimer "ya
nıltıcı hareket" araştırması sırasında şöyle bir deney yapmıştır:
karanlık bir odada bir birine çok az uzaklıkta bulunan aydınla
tılmış iki delik, bir insanın gözleri önünde bir birini talciben
hızlıca aydınlatılıp karatılır. Eğer uzaklık ve ışıklama süresi
doğru seçilmişse, kişi, sırayla aydınlatılan yanyana iki delik
olmadığı, solda görünen deliğin sağa geçtiği ve orada karartıl
dığı izlenimine kapılır.
Nesnel
olarak
ayrı
uyancılann
tek
bir
izlenirnde
stroboskopik kaynaşması, montaj sayesinde filmde de meydana
gelir. Aslında sinemanın tüm varlığı temelde bu presibe bağlı
dır. Çünkü gerçekte hareketsiz görüntülerin, hareket evrelerinin
selüloit şeritte bir birini takip etmesinden başka bir şey olma
ma k 1dır. Görüntüler bir birini çok hızlıca izlediği ve bir birleri-
88
SANAT OLARAK SİNEMA
ne tam olarak uyduklan için sürekli hareket izlenimi edinilir. Bu
nedenle, esasında film tek tek karelerin montajıdır -aynmsanamaz
montaj. Bu prensibin, deyim yerindeyse, makroskopik olana uygu
lanması yukanda bahsettiğimiz etkileri doğurur. Bir yüz ilk çe
kimde profilden, ikincisinde önden gösterili rse, izleyici yüzün
kendisine doğru döndüğü izlenimine kapılabilir.
Bu görüngü zaten pek çok yerde sanatsal amaçlar için kulla
nılmıştır. Eisenstein'm The Batıfeship Potemkin filminde taştan
bir aslanın ayağa kalkıp kürediği ünlü bir sahne vardır. Sahne
üç farklı aslan heykelinin çekimlerinden oluşturulmuştur. Bi
rinci heykel yatan bir aslan, ikinci heykel ayağa kalkan bir as
lan, üçüncü heykel çenesi kükremek için açılmış bir aslandır.
Taşın kurgu yardımıyla hayat kazanması çok dikkate değerdir.
Karl Junghans'm Life's Like That filminde aynı etki denen
miştir. Birinci çdkim: kollarını kavuşturmuş bir aziz heykeli.
İkinci çekim: aynı heykel kollarını yukarı, cennete doğru uzat
mış. Sembolik olarak, azizin canlı olduğu ve bir işaret verdiği
etkisi verilir.
Bu ilke montaj hilelerine yol açar. Zaman ve uzam açısından
ilişkisiz çekimierin bir birine göre ayarlanması söz konusu de
ğilse
ve
eylemin
bütünlüğü
montaj
kullanıldığı
ayrımsanamayacak kadar güçlüyse, ortaya çıkan görüngü ger
çekmiş gibi algılanır. Yürüyen bir adamı gösteren bir sahneden
bir kaç kare çıkarılırsa, izleyici aniden şimşek hızıyla adamın
yürüyüşünün durdurolduğu ve adamın öne doğru itildiği izle
nimine kapılır. Bu etkinin yalnızca kopuk görüntülerin bir biri
ne bağlanmasıyla başarıldığının farkına varılmaz.
Bu yöntem montaj olarak adlandınlamasa da, daha önce
bahsettiğimiz yöntemlerden tamamen farklı bir yöntemin vur
gulanması söz konusu olduğundan öyle adlandınlmıştır. Gerçek
anlarnda montaj, izleyicinin bir birine bağlanan çekimler ara
sındaki ayrımlan gözlemleyebilmesini gerektirir; gerçek dilim89
RUDOLF ARNHElM
lerinin eksiksiz bir bütünde gruplandırılması amaçlanmıştır.
Oysa az önce sözünü ettiğimiz yöntem kesilmiş şeyleri birleş
tirmez, süren bir eylemin doğasını değiştirir.
Gerçek anlamda montaj görüntülenen materyalin gerçekliği
ni bozmazken, şu anda söz konusu olan yöntem onun gerçekli
ğini bozar, farklı görünmesine neden olur. Gerçek olaylar de
ğiştirilir, yeni gerçeklikler yaratılır. İnsanlar birden ortaya çıkıp
birden ortalıktan kaybolabilir (Bu hile Chaplin tarafından uy
:ulanmıştır; Rene Clair gibi Fransız sürrealistler de kullanmış
lardır -bir adam elindeki asayı ileri uzatır ve çevresindeki in
�-anlar yok olur.) Ayrıca bir çeşit hızlandırılmış hareket elde
�dilebilir; örneğin, Wilfried Basse'nin yönettiği
lin
Market in Ber
'de bir sahne tezgahların boş alana nasıl kurulduğunu göste
rir. Yarım saatte bir yapılan çekimierin birbirine bağlanmasıyla,
tezgahların farklı yerlerde birden türediği izlenirni yaratılmıştır.
Tezgahlar bir kaç saniye içinde daha da sıkiaşarak pazar ta
mamlanıncaya kadar büyülü bir şekilde tüm alanı kaplar.
" Ayrımsanamaz montaj" yöntemi, böyle doğaüstü bir izienim
vermeyen sahnelerde de kullan-ılabilir. Bir insanın yüzünün ani
dönüşünün, uçma hareketiniri ya da berizer bir şeyin şeritten bir
kaç karenin çıkarılıp devinimde bir sıçrama yaratılmasıyla daha
etkiley ici olacağı düşünülebilir. Cansız şeylere bir dereceye
kadar hareket kazandırılabileceği yukarıda taş aslanlar örneğin
de açıklanmıştı.
Görülmey e n Duyum Deneyimleı-inin Olmamasının
Sanatsal K ullan ımı
Hareketli bir resme ve gerçeğe bakmak arasındaki ayrımı
belirleyen
etmenlerden
biri
denge
duyusunun
ve
diğer
kinestetik deneyimlerin olmamasıdır. Günlük yaşantımızda kar
şıya mı, yukarı mı, aşağı mı baktığımızı; bedenimizin hareket
siz mi, hareket halinde mi olduğunu ve ne tür bir hareket' içinde
90
SANAT OLARAK SiNEMA
bulunduğunu daima biliriz. Ne var ki, daha öncede belirttiğimiz
gibi, izleyici bir film çekiminin hangi açıdan yapıldığını söyle
yemez. Dolayısıyla, konu ona tersini söylemedikçe, kameranın
hareketsiz olduğunu ve tam karşıyı çektiğini sanır. Çekimde
hareket eden bir nesne görünürse, izleyicinin ilk sanısı kamera
nın duran bir nesnenin önünden geçtiği değil, nesnenin gerçek
ten hareket halinde olduğu olacaktır. Ve uzam koordinatları göz
önünde tutulduğunda, perdenin üst kısmında bir nesne belirdi
ğinde izleyici ilk olarak kameranın belirli bir açıyla eğilmiş o
labileceğini değil, o nesnenin görüntülenen uzarnda da yukarıda
durduğunu düşünecektir.
Hareketin göreceliğinden fayda sağlanır;· örneğin, Dr.
Mabuse filminde esrarengiz bir adamın gücü vurgulanmak için,
yüzü karanlık bir fonun önünde küçücük gösterilir, yüz gittikçe
büyüyerek. tüm perdeyi kaplayana kadar hızlıca öne doğru sü
zülür. Oysa çekim yapılırken, tahminen yüz kameraya doğru
değil, karnera orta doğru ilerlemiştir. Rus filmi The Shanghai
Document' da bir at yarışının çekimleri görülür. Atlar ve jo
keyleri pistte dört nala giderken gösterilir ve zaman zaman ko
şan bir atla binicisinin taşıdığı dalgalanan bir bayrağın etkileyi
ci çekimleri araya girilir. Bayrağın dalgalanması atın hareket
ettiği izlenimini yaratır. Bayrak (omuz çekiminde) tüm perdeyi
kapladığı ve böylece bayrağın ve atın gerçekte hareketsiz oldu
ğu görülmediği için. sanki at koşuyonnuş ve kanıcra da onunla
b irlikte hareket ediyormuş gibi görünür. İnce bir zeka ürünü (ve
ayrıca çok etkileyici) bir numara -yanılsamanın yanılsaması.
Kamera gerçekten hareket eden bir nesneyi aynı hızla takip e
diyormuş gibi görünen duraklama yanılsaması, aslında hareket
siz olan bir nesnenin zekice yapılan çekimiyle taklit edilmiştir.
Düşüncenin güzelliği, görünüşe göre hareketsiz olan bir nesne
nin aslında göreceli olarak öyle olduğunu, aslında gerçekten
hareket ediyor olabileceğini izleyiciyc duyumsatan hilenin ras91
RUDOLF ARNHElM
gele gösterilmemiş olmasında, dalgalanan bayrak sayesinde en
doğal yoldan gerçekleştirilmiş olmasında yatar.
Mumau'nun The Four Devi/s adlı filminde bir sirk sahnesi
vardır: Beyaz bir at arenanın çevresinde sürekli tıns gider. Ka
mera onu takip eder ve bu nedenle at perdenin ortasında nere
deyse sabit duruyormuş gibi görünür; çünkü hacakları değil
yalnızca gövdesi görünmektedir. Fakat salonun tüm oturma
yerleri, arka plandan panoramik bir biçimde kayarak geçmekte
dir.
Çekimde kameranın devinimine bağlı olarak görünen hare
ket, Pabst'ın The Beggar's Opera filminde, fılmin fantastik ve
gerçekdışı niteliğini vurgulamak için çok iyi kullanılmıştır.
Yerççkimi etkisinin hiç duyumsanamaması alttan görüşü
çok ilginç yapar. Örneğin, bir insan aşağıdan görüntülendiğin
de, kameranın yukarıya doğru yöntendirildiği elbette açıktır;
fakat bu; algıyla tam olarak ayrımsanamaz: izleyici görüntü yü
zeyi düzlemsel olduğu:için figürün eğik olduğunu duyumsar.
Figür geriye doğru eğimli gibi görünür; figürün düşey ekseni
dik değil, önden arkaya doğru yatık görünür. 1 .Diyagram du
rumun gerçek koşullanın gösterir; I .figürde insan figürü (AB)
diktir, kameraya (CD) bir açıyla eğim verilmiştir. Fakat kame
ranın yatık olduğunun gösterecek hiçbir şey yoktur; 2.figürde
izleyici CD'nin dik olduğunu var sayar ve bu nedenle AB'yi
eğimli görür. Bu etki yatık görünüşün gerçek yaşamdakinden
çok daha çarpıcı hale gelmesine katkıda bulunur.
Uzamsal çalının (spatial fraınework) görecili olmasından
2.Diyagramda gösterildiği gibi yararlanılabilir. 1 .figürde dik
duran bir insan (AB) normal ve yatay olarak yöneltilmiş bir
kamerayla (CD) çekilir; şimdi bu görüntüye 2.figürdeki gibi
boylu boyunca uzanmış bir insan figürü zincirlenir. Perdede iki
çekimin de yönü 3.fıgürdekiyle aynı görünecektir. İkinci ada
mın gerçekte yerde yattığı konudan ortaya çıksa da, adam dik
92
SANAT OLARAK SİNEMA
ve kafası perdenin üst tarafında görünecektir. Eğer olay örgü
sünde bunu kullanmak için iyi bir neden varsa çok. etkileyici
olacaktır; örneğin, nöbet tutan bir askerin çekimi yerde yatan
ölü bir adamın çekimine açılabilir. Böylelikle, fotografık yön
temin bir "kusur"u -bir görüntüden doğru uzamsal koordinatla
rın tam olarak anlaşılamaması- sanatsal etki yaratmak için kul
lanılacaktır.
Sinema sanatından hiçbir şey anlamayan insanlar, sessizliği
onun en önemli dezavantajlanndan biri olarak gösterirlerdi . Bu
insanlar sesin ortaya çıkmasına bir ilerleme ya da sessiz sine
manın sonunun gelmesi gözüyle baktılar. Bu düşünce, üçbo
yutlu yağlı boya resimlerin, resim sanatının bugüne dek bilinen
ilkelerinde bir ilerleme gibi karşılanması kadar anlamsız ola
caktır.
Sinema, üstün sanatsal etkiler başanna güdüsünü olduğu ka
dar gücünü de mutlak sessizliğinden almıştır. Charles Chaplin
bir yerde, hiçbir filminde konuştuğu, yani dudaklarını oynattığı
·
1
tek bir sahne bile olmadığını yazmıştır. Onun filmlerinde insan
ilişkilerine dair yüzlerce farklı durum gösterilir, ama yine de
konuşmak gibi çok sıradan bir yetiyi kullanma ihtiyacı hisset
memiştir. Ve hiç kimse bunun aynmına varmamıştır. Chaplin'in
filmlerinde sözlerin yerini her zaman pantomim alır. Bir kaç
hoş kızın kendisini ziyarete gelmesine sevindiğini
söylemez,
çatallara saplanmış iki ekmek topağını masanın üzerinde dans
eden ayaklar gibi hareket ettirdiği sessiz bir dans gösterisi sunar
(The Gold Rush). Tartışmaz, kavga eder. Sevgisini gülümseye
rek, omuzlarını saliayarak ve şapkasını kımıldatarak gösterir.
Kilisede sözlerle vaaz vermez, Davut ve Golyat'ın öyküsünü
canlandırır
(The Pilgrim). Yoksul bir kız için üzüldüğünde
çantasını parayla doldurur. Terk ettiğini yalnızca arkasını dö
nüp yürüyerek gösterir
(The Circus'un son sahnesi). Chaplin'in
sanatının büyük bölümünü her bir sahnesinin inanılmaz görsel
93
RUOOLF ARNHElM
somutluğu oluşturur; Chaplin'in filmlerinin gerçekten "fılmsel"
olmadığı, çünkü kamerasının yalnızca bir kayıt makinası işlevi
gördüğü söylendiğinde bu nokta unutulmamalıdır (bu sık sık
söylenir ve elbette asılsız değildir).
Stemberg'in
,
The Docks of New York fi lminde, tabanca pat
lamasının bir kuş sürüsünün havalanmasıyla gösterildiği sahne
den daha önce bahsetmiştik. Böylesi bir etki, izleyiciye bir s ila
bm patladığını açıklamak için dotaylı görsel bir yöntem kulla
nılması, yönetmeninin sadece sessizliğin şerrini yenmek için
baş vurduğu bir çare değildir. Tam aksine bu şekilde ifade ede
rek olumlu sanatsal bir etki sağlanır. Bir olayın kendisine ya
bancı bir materyalle dotaylı olarak temsil etmek ya da eylemin
kendisini değil yalnızca sonuçlarını göstermek, tüm sanat dalla
rında kullanılan gözde bir yöntemdir. Rasgele bir örnek vere
li:n: Francesca da Rimini birlikte kitap okumak alışkanlığında
olduğu adama nasıl aşık olduğunu anlatırken, yalnızca
"O gün
artık kitap okumadık" der. Dante, ikisinin o gün öpüştüğüne
yalnızca sonucu vererek, dolaylı yoldan işaret eder. I;:lu dolayiı
iık çarpıcı biçimde etkileyicidir
Kuşların havalanışı da aynı nedenle özellikle etkileyicidir;
büyük olasılıkla gerçek ateşleme sesinin duyulmasından çok
daha etkileyicidir . Öyleyse başka bir etmen rol oynar: izleyici
yalnızca bir silahın ateşlendiğini
ten gürültü niteliğinde bir şey
çıkarsamakla kalmaz, gerçek
görür. Kuşların havalanışının
beklenmedikliği ve birdcnbireliği silah sesinin akustik niteliğini
görsel olarak verir. Jacques Feyder'in
Les Nouveaux Messieurs
fi lminde politik bir toplantı iyice ateşlenir; artan heyecanı ya
tıştırmak için Suzanne mekanik piyanoya bozuk para atar . Sa
lon hemen yüzlerce ampulle aydıntanır ve şimdi ateşli konuş
maya karşılık müzik ahenkle çalmaktadır. Müzik duyulmaz: bu
sessiz bir filmdir . Ancak Fcyder heyecanla konuşmacıyı dinle
yen kalabalığı gösterir; birden yüzler yumuşar ve rahatlar; tüm
94
SANAT OLARAK SİNEMA
kafalar müziğe uygun olarak sallanmaya başlar. Müziğin ritmi
gittikçe belirginleşir, ta ki dans hevesi hepsini sarana dek; sanki
duyulmayan b ir emir verilmiş gibi vücutlarını bir yandan bir
yana yumuşakça sallamaya başlarlar. Konuşmacı müziğe teslim
olmak zorundadır. Hoşnutsuz insanları bir anda birleştiren, hep
sini keyifli bir ruh haline sokan müziğin gücünü, bu anlatım
müzik sesinin gerçekten duyulmasından daha açıkça gösterir.
Ayrıca müziğin karakterine, salınırnma ve ritmine, işaret eder.
Böyle bir sahnede özellikle dikkate değer olan sadece yönet
menin görsel olmayan bir şeyi kolayca ve zekice görünür yap
ması değil, böyle yaparak onun etkisini gerçekten güçlendirmiş
olmasıdır. Eğer müzik gerçekten duyulsaydı, · izleyici yalnızca
müziğin çaldığının farkına varırdı; ama bu dotaylı yöntemle
önemli nokta, müziğin önemli işlevi -ritmi, insanları birleştirme
ve "hareket ettinne" gücü- dikkat çekici bir biçimde ortaya çı
kar. Yalnızca müziğin bu özel vasıtlan verilmiştir ve müziğin
kendisiymiş gibi duyumsanmıştır. Aynı şekilde bir silah sesinin
ani, şiddetli, irki ltici olması, görsel olanla yer değiştirdiğinde
iki kat etkileyici olur; çünkii patlama sesinin kendisi değil, yal
nızca bu özel vasıfları ortaya konmuştur. Demek ki sessiz film
belli sanatsal potansiyel lerini sessizliğinden almaktadır. İşitile
bilir bir olayda özellikle vurgulanmak istenen şeyin yerine gö
rülebilir bir şey koyar; olayın "kendisi"ni vermek yerine, yal
nızca onun anlamlı karakteristiklerinden bazı larını vererek onu
biçimlendirir ve yorumlar.
Gerçekdışılığı sessiz fi l min sessiz pantomim olduğu etkisini
kesinlikle yaratmaz. Eğer öykü yerine hiçbir şey geçirilemeye
cek, dolayısıyla eksikliği hissedilecek akustik bir şeyle doruğa
ulaşmıyorsa ya da kişi sesli filme alışmamışsa sessiz tilmin ses
sizliğinin farkına varılmaz, Sesli film yüzünden, gelecekte bir
konuşmayı sessiz olarak göstermek ancak büyük güçlüklerle
mümkün olacaktır. Yine de bu en etkili sanatsal yöntemdir.
95
RUDOLF ARNHEIM
Çünkü bir insanın konuşması duyulduğunda, adamın jestleri ve
yüz ifadeleri yalnızca, söylediği şeylerin anlaıruru vurgulamak
için eşlik eden şeylermiş gibi görünür. Fakat ne söylendiği du
yulmazsa, anlam dolaylı yoldan açıklanır ve yüz, kol ve beden
adaleleriyle sanatsal olarak yorumlamr. Konuşmanın duygusal
niteliği açıklıkla ve kesinlikle görünür kılınır ki bunu gerçek
konuşma aracıyla yapmak neredeyse olanaksızdır. Aynca, ger
çeklik ve sessiz bir gösteri arasındaki ayrılık oyuncuya ve yö
netmene sanatsal buluşlar için bol alan yaratır. (Sanatçının ya
ratıcı gücü yalmzca gerçeklik ve temsil etme aracı kesişmedi
ğinde ortaya çıkabilir.)
·
Sessiz fi lmdeki diyalog, günlük yaşamda yapılan bir ikili
konuşmanın görünen kısmı değildir yalnızca. Eğer gerçek bir
diyalog sessiz olarak gösterilirse, izleyici genellikle onun ne
hakkında olduğunu kavrayamaz; yüz ifadelerini ve j estleri an
lamsız bulur. Sessiz fılmde rludaklar sözcük üreten fiziksel or
ganlar olmaktan çıkmış, görsel bir anlatım araçlan olmuşlardır.
Heyecanlı bir ağzın çarpıtılması ya da dudakla� hızlı hızlı a
çılıp kapanması bir konuşmanın yan ürünleri değil, kendilerine
özgü ile.tişim araçlandır. Sessiz bir kahkaba gerçekten duyulan
bir kahkabadan daha etkilidir. Ağzın açılması, "gülme" olgusu
na canlı, son derece sanatsal bir yorum katar. Oysa ses duyulur
sa, ağzın açılması olağan göıiinür ve bir anlatım aracı olarak
değeri neredeyse tümüyle yok olur. Sessiz filmin yarattığı bu
olanak bir zamanlar Ruslar tarafından çok sıra dışı ve etkileyici
tarzda kullanılmıştı. Savaş sırasında aklını oynatmış ve tama
men açık ağzıyla korkunç bir şekilde gülen bir askerin çeki
miyle, zehirli gaz nedeniyle ölmüş ve ağzı ölürken korkunç,
katı bir sırıtışla kapanmı ş bir askerin çekimi birleştirilir.
Konuşmanın yokluğu, izleyicinin dikkatini davranışın gö
rülebilir özelliklerine daha çok yoğunlaştınr ve böylece bütün
olay özel ilgiyi kendi üzerine çeker. Bu nedenle çok sıradan
96
SANAT OLARAK SİNEMA
çekimler sessiz filmde fazlasıyla etkileyici olur; örneğin, malla
rını tanıtmak için abartılı jestlerle bağıran bir seyyar satıcırun
belgesel çekiminde olduğu gibi. Eğer sözleri duyulabilseydi,
jestlerinin etkisi yarısı kadar bile olmazdı ve bütün epizot çok
az ilgi çekerdi. Oysa sözler dışarıda bırakıhrsa, izleyici tama
men j estterin anlatım gücüne teslim olur. Böylece, gerçek olay
yalnızca bir şeyden -sesten- yoksun bırakılarak, bu tür bir
epizotun çekiciliği arttırılır.
Seyyar satıcı gibi jestlerini çok kullanan bir figürü bir yana
bırakırsak, gerçek yaşamdan olduğu gibi çekilen bir diyalog
sessiz filmde nadiren bir şey aktarır. Böyle bir şeritten her di
yalogda bulunabilecek, koraylıkla ayırt edilebilecel< küçük par
çalar alınabilir, ancak bu seçme yöntemi bile ancak rastlantısal
bir başanya ulaşır. Pek çok tiyatro oyuncusunun kendilerini
sessiz film tekniğine adapte etmekte çektikleri güçlük bundan
kaynaklanır; ayrıca oyuncuların film çalışmasında elde ettikıcri
bazı teknikler de sahne üzerinde sıkıcı görünür.
Film Tekniğinin Diğer Kapasiteleri
1 ) Hareketli Kamera
Şimdiye kadar en çok sabit kamerayı ele aldık. Ancak kame
ranın rayın üstüne yerleştirilebilcceği ya da bir kablo boyunca
kaydınlabileceği veya bir yana yatırılıp "çcvrinmc" için döndü
rülebileceği de bilinir. Kamera yaklaştığı zaman çekimin hede
finin büyüklüğü artar, aynı zamanda alan crimi azalır. Bu
montaja gerek kalmaksızın, genel çekimden omuz çekimine
kesintisiz geçişe veya tam tersinin yapılmasına olanak sağlar.
Olay, oyuncuların girip çıl<tığı sabit bir dekarda geçmiyorsa,
ortam değişirken oyuncular bir anlamda sabit dekoriarsa, hare
ketli kamera özellikle kullanışlıdır. Kamera kahramana evin
tüm odalarında, alt katta, cadde boyunca eşlik edebilir; çevre
sürekli değişen bir panorama gibi geçerken insan figürü hep
97
RUDOLF ARNHElM
aynı kalabilir. Böylelikle film yönetmeni, tiyatro yönetmeni
için yapılması mümkün olmayan bir şeyi yapabilir; dünyayı tek
bir insan açısından gösterir, adamı kendi evreninin merkezinde
çekebitir -yani, çok öznel bir deneyimi herkesin paylaşmasını
sağlayabilir. )
Daha da öznel bir doğaya sahip deneyimler bu yolla anlatı
labilir. Her şeyin birinin çevresinde dönüyormuş gibi görünme
si, baş dönmesi, sarhoşluk, düşme, yükselme duyguları
bunlar kameranın uygun hareketleriyle kolayca üretilebilir.
-
tüm
·
2) Tersine Hareket
Gerçeğe bağlı bir aniatı filminde böyle sinema tekniklerinin
kullanımı bir avantaj sağlamıyorsa bunların kullanımında hala
deneysel aşamada olduğumuz içindir; ancak doğadan kökten
ayrılan bu teknikler, gerçeği tam bir bağlılıkla kopyalama arzu
sunda olmayan sanatçılar için büyük olanaklar yaratabilir. Şim
diye dek biçimsel teknikler olarak ele aldığımız, kamera açısı
nın seçiminden
montaja kadar, neredeyse her şey, sanatsal ola
rak seçilmiş ve biçimlendirilmiş olsa da izleyiciye bildiği dün
yanın görünrusünü vermek için kulUmılır .veya kullanılabilir.
Şimdi, onlar aracılığıyla gerçekliğin yorumlanabileceği ama
yüzeysel olarak gerçekçi görüntüler yaratmayan belli yöntemle
ri ele alacağız. Dönen bir kamerayla izleyiciye eğer sarhoş ol
saydı, dünyayı böyle salianıyormuş gibi göreceği hissettirilebi
lir. Ancak insanlar otomobillerin ve her şeyin tersine hareket
ettiği bir çekim görürse, tüm gerçeklik yanılsamalarını yitirehi
lirler. Günümüzde, genel olarak konuşursak, yönetmenin bi
çimsel düşüncelerini, sıradan izleyiciyi "gerçek" olaylar izlediği
düşüncesinden alıkoyacak noktadan öteye taşımasına izin ve
rilmez; gerçeğe uyum sağlamayan hoş kamera hileleri kulla
nılmaz.
98
SANAT OLARAK SİNEMA
Haber filmierindeki kısa gülünç epizotlar dışında, tersine ha
reket çok az yerde kullanılır. Potansiyelleri neredeyse hiç de
nenmemiştir. Örneğin, bir odaya giren adamın kendine özgü
üslubunu betimlemek için, yönetmen odadan geri geri çıkan
adamın tersine hareket çekimini yapabilirdi -bu yolla geri geri
yürüyüşünü geriye sararak onu öne doğru yürütebilirdi. Böyle
ce akıldan çıkmayacak kadar garip bir etki doğar. Dahası, yer
çekimi kuvvetiyle de oyun oynanabi lir. Bir akrabatın paraşütün
ucunda yukarı doğru süzüldüğü bir sahne gördüğümü hatırlıyo
rum. Paraşüt kendisini yukarı gittikçe küçük ve sıkı bir bohça
gibi katlarnış, adam bir sarkaç gibi sallanarak uçağa geri dön
müştü. Kırılmamış bir vazo oluşturmak için geri toplanan kınk
parçalar; tersine gösterilen yüz ifadeleri çeşitlerneleri -tüm bu
şeyler bir şaka olarak denenmiştir, ama henüz sanatçılar tara
fından ciddi olarak kullanılmamıştır. Eğer bu olasılıkları gözü
müzün önüne getirmeye çalışırsak, daha yolun ne kadar başında
olduğumuza ve ekonomik ya da diğer gerekçelerle sinemanın
evrimi daha fazla engellenirse ne kadar çok şey yitireceğimize
dair küçük ,bir fikir edinebiliriz.
Sanatsal tilmin (yani, sıradan halk göz ardı edilerek üretilen
film), küçücük bile olsa popüler hale gelme şansı olmayan ta
mamen seçkin filmler yaratıldığında bir yere gelebileceğini an
lamak gereklidir. Her zaman bolca doğalcı film olacaktır; fakat
buna ek olarak -eğer işadamları izin verirlerse- bir sanat aracı
nın potansiyelleri onları kullanma ihtiyacı yaratacaktır ve kar
şılaştınldığında yirmilerin en çılgın fütürizıninin yanında zarar
sız süslemeler gibi görüneceği garip ve şaşırtıcı yapımlar ortaya
çıkacaktır.
3) Hızlandırılmış Hareket
Eğer negatif film şeridi kamerada, perdeye yansıtılmasından
daha yavaş bir hızda pozlandırılırsa, gösteri sırasında zaman
sıkıştırılmış ve hareketler hızlandırılmış görünür. Bu hızlandır99
RUOOLF ARNHElM
ma etkisi, örneğin, modem trafiğin hızını anlatmak için kulla
nılmıştır -arabalar caddelerde şimşek gibi gider, insanlar bir
birlerinin aras ından inanılmaz bir çeviklik ve düzgünlüktc yılan
gibi sıraların içine girip çıkarlar, ağaçların yaprakları telaşla
çırpırup dururlar. Bu numara sanatçılar tarafından ara sıra kul
lanılmıştır. Örneğin Eisenstein The
General Line filminde işle
rin çok yavaş ileriediği bir devlet dairesi gösterir. Sonra birden
birisi yumruğunu masaya indirir ve Kabil'i uyandırır, aynı anda
her şey şimşek hızıyla ilerlemeye başlar. Evrak memurları o
daların arasında uçmaya başlar, kağıtlar sanki büyü yapılmış
gibi imzalanır ve mühürlenir ve her şey göz açıp kapayıncaya
kadar tamamlanır.
Hıziandırma ayrıca tamamen farklı amaçlar için de kullanı
labilir. I.
G. Farben'in bitki lerin hızlandırılmış görüntülerinden
Miraele of Flowers filmi gelmiş geç
başka bir şey içermeyen
miş en fantastik, en nefes kesici ve en güzel fı lmdir. Bu filmin
çekimlerinde çiçeklerin anlamlı jestlere sahip olduğu gösteril
mişti; biz bunları göremeyiz, çünkü bizim bi lincimiz için çok
yavaştırlar, ama hızlandırılmış görüntüde görülebilir olurlar.
Yaprakların sal ianma ve ritmik soluklanma hareketleri, çiçeğirı
çevresindeki yaprakların . heyecanlı dansı, çiçeğin açarken ki
şehvctli teslimiyeti; bitkilerin hepsi o anda canlanır ve bizim
insanlarda ve hayvanlarda görmeye alıştığımız türden anlamlı
jestler kullandıklarını gösterirler. Bir sarmaşığın el yordamıyla
kaygılı tınnanışını, sülüklcri bir kafese dalanırken kararsızca
tutunacak bir yer arayışını ya da solan bir kaktüs çiçeğinin se
lam verir gibi eğilişini ve son nefesini vererek yıkılışını izle
mek, hayatta olduğunu elbette her zaman kabul ettiğimiz ama
asla hareket halinde görmediğimiz bir alanda yaşayan yeni bir
dünyanın esrarengiz keşfiydi. Bitkiler birden ve belirgin bir bi
çimde canlı varlıklar sınıfına kaydedildi . Aynı kuralların, aynı
davranış kodlarının, aynı güçlüklerin, aynı arzuların her şeyde
geçerli olduğu g? rüldü.
1 00
SANAT OLARAK SİNEMA
Bu kesinlikle şanslı bir buluştu ve bu işte daha fazlası bek
lenmerneli. Yine de, inorganik maddelerin davranışlarını konu
alan eşit derecede heyecan verici gösteriler gerçekleşebilir. Bu
türden buluşlar zaten her zaman tek tük yapılmıştır; örneğin,
kristallerin oluşumuna ya da pencere canımdaki buz şekillerine
ilişkin hızlandınlrnış çok ilginç filmlerde olduğu gibi.
Bu tür bir yöntem sanatçı için doğal olarak çok yararlıdır.
Ruslar -ani bir ışık parıltısı veya açıklanamaz, konu dışı bir
çişenti gibi- tamamiyle soyut çekimierin bile çok doğalcı aniatı
filmlerinde kullanılabileceğini göstermişlerdir. Bu ilginç çe
kimler en azından montaj malzemesi olarak kullanılabilirler.
Peki neden, bir anlati filminin ortasında da cilsa, bir çiçek bir
den yapraklarını hızla sallamasın ya da çiçek açmasın? (Jean
Renoir'in
The Little Match Girl filmi, özel bir gerekçesi olmasa
da, açan güllerin hızlandırılmış görünrusünü içerir. )
4) Yavaşlatılmış Göntntü
Eğer negatif film kamerada gösterimde perdeye yansıtılma
sından dal� hızlı pozlanırsa, saniyede yüzlerce kare pozlamak
amacıyla devinim doğal hızın küçük bir bölümüne indirilir.
Şimdiye dek bu yalnızca eğitici filmlerde, çok hızlı hareketlerin
tek tek evrelerini gösterrnek için kullanılmıştır. Bu yolla bir
boksöıiin ya da bir kemanemın tekniği, bir bombanın patlayışı,
bir köpeğin zıplayışı kolayca analiz edilebilir. Çok yarar sağla
yacak olmasına rağmen yavaşlatılmış harekete sanatsal amaçlar
için hiç baş vurulmarnıştır. Örneğin, doğal hareketlerin grotesk
bir biçimde yavaşlatılrnasında kullarulabilirdi. Ayrıca doğal
hareketlerin yavaşlatılmışları gibi görünmeyen, kendi süzül
rne,yüzrne karakterleri olan yeni hareketler yaratabilir. Yavaş
latılmış hareket düşleri ve hayaletleri gösterrnek için şahane bir
araç olacaktır.
İnsan yüzünün ve bedeninin anlatımlannın yavaşlatıldığında
nasıl göründüğünü ve sonuçta iyi bir montaj malzernesi olup
101
RUOOLF ARNHElM
olmayacağını anlamak için , hızlandırmada olduğu gibi yavaşla
tılmış çekimle de deneyler yapılabilir. Dehşet ya da neşe içinde
bir yüzün yavaşlatılmış görüntüsü neye benzer? Yine bunda da
izleyicinin gerçekte daha hızlı hareketlerin yavaşlatılmış versi
yonlan olarak değil, "orj inal" hareketler olarak kabul edeceği
etkiler elde edilebilir. (Herhalde sanatçılar yavaşlatılmış hare
ketin kullanımıyla ilgili denemeler yapıyorlar. Ve bir kez daha
öncü Pudovkin. B ir gazete haberine göre yeni filmi
ls Beautifufda,
The World
bir çocuğun gülümsemesinin omuz çekiminde
yavaşça ortaya çıkmasını sağlamak için yavaşlatılmış hareket
kuUaruyormuş.)
Sürrealist bir film olan Entr'acte'de cenaze alayından uzak
laşan bir cenaze arabası gösterilir. Cenaze arabası caddelerde
hızla ilerlerken yas tutanlar onun arkasından yavaşlatılmış ha
reketle koşarlar. Bacaklan sanki yere yapışmışlar gibi çok ya
vaşça kalkar ve kolları öne arkaya inanılmaz bir yavaşlıkta sal
lanır. Burada da çok komik bir etki yaratılmıştır; çünkü normal
koşmanm yavaşlatılmışının görüldüğü değil, stilize edilmiş bii
sıçrama hareketinin görüldüğü düşünülür.
5) Dondum/muş görüniii
Sıradan fotoğrafçılık esas olarak sinemadan düşünüldüğü
kadar uzak değildir. Resimli dergilerin ve sinema salonlarının
camekanlannın yanı sıra, hareketsiz fotoğraflar başka amaçlar
için de kullanılabilir. Filmin ortasında girilen hareketsiz bir fo
toğraf çok garip bir his uyandırır; özellikle hareket eden çe
kimlerin zaman karakteri hareketsiz fotoğrafla sürdürülür ve bu
nedenle tuhaf bir biçimde dondurulmuş gibi görünür. Sıradan
bir fotoğraf katı bir durgunluk izlenimi vermez; çünkü hareke
tin boyutu buna elverişli değildir ve ona bakmak için harcanan
zaman, görüntüde gösterilen olay olurken geçen zaman olarak
düşünülınez. Ama bir filmde araya girilen hareketsiz bir gö
rüntü Lut'un karısının üzerindeki lanet gibi olacaktır.
102
People on
SANAT OLARAK SİNEMA
Sundays (Film Studio 1 929) adlı filmde bir plaj fotoğrafçı sı ça
lışırken gösterilir. Fotoğraflarını çektiği çeşitli insanlar yarım
ve filmde ilk önce hareket ederken görünür; arkasından "portre"
olarak gösterilir. Gülümseyen, doğal hareket eden bir insan si
hirli bir değnekle dokunulmuşçasına dondurulur ve saniyeler
boyunca garip ve hareketsiz kalır.
Hareketsiz bir görüntünün araya girilmesiyle üretilen özel
etki, bir harekette duran ve onu koruyan bir oyuncu tarafından
yapılamaz. Birincisi, hareketin böyle isteğe bağlı durdurulma
sıyla hareketsiz görüntünün mutlak katılığı arasında şaşırtıcı bir
farklılık vardır; ikincisi, bir oyuncu hareketsiz bir görüntüyle
yakalanan absürd anlık evreleri koruyamaz, bu dürum oyuncu
nun iradesiyle ve fiziksel hareket kurallarıyla ilgili değildir.
6) Açılma, Kapanma, Zincirleme
Bazen birden ortaya çıkmasından kaçınmak için, bir görün
tünün karanlığın içinden yavaşça büyümesine ya da aynı yolla
yok olmasına izin verilir. Açılma ve kapanma insanların öznel
algılamalahnı göstermek için kullanılabilir; örneğin, bir insan
uyanırken veya uykuya dalarken. Fakat her şeyden önce, bir
salıneyi diğerinden ayn tutmak için iyi bir araçtır; çünkü hemen
birbirini izleyen çekimler genellikle kesintisiz bir zaman sekan
sının bölümleri gibi görünür. Bir epizotun sona erdiğini ve olay
yerinin değiştiğini göstermek çoğunlukla zordur. Oysa sahne
karartılırsa, izleyici perde indirilmiş gibi bir ara olduğunu rlu
yumsar ve bir şey açılırken yeni bir sahne beklenir.
Zincirleme, bir çekimin gittikçe bir başkasına dönüşmesi
demektir. İki çekim sıradan montajla basitçe yan yana bağlan
maz, birinci çekim gittikçe belirsizleşirken, ikincisi bulanık gö
rünmeye başlar ve birinciyi görüntüden çıkarana kadar derece
derece netleşir. Açılma ve kapanma gibi zincirleme de iki sahne
arasındaki arayı belirtmeye yarar. Kesintisiz zaman akışı ve
sabit uzam yanılsamasını yok eder; çünkü zamanların ve yerle103
RUDOLF ARNHElM
gözle görülür üst üste bindinnesini gösterir ve ancak ayrı
ayrı şeyler birbirinin üstüne bindirilebilir, zamanda birbirini
izleyen şeyler ya da uzarnda yan yana olan şeyler değil. Zincir
leme zaman (ve uzam) koordinatlarının görülebilir ve göreceli
olarak değiştirilmesidir, bu nedenle de zaman ve uzam bütünlü
ğü kesintisiz olan sahnelerde olanaksızdır._
rin
Basitçe ve kolayca bir çekim diğerine gömüldüğü için, zin
cirleme genellikle montajda karşıtlık ve benzerlik etkilerini art
tırmaya yardım eder. İki çekim arasındaki konu bağlantısı (ben
zerlik ya da karşıtlık) birden fark edilirse daha çarpıcı olur ve
bağlantı daha güçlü vurgulanır. Benzerlik ilkesinde birleşen iki
çekim; ikisinde ortak olan şeyi soyut olarak gösterilecek şekil
de, belirsiz, bulamk, nötr alanda birbirine zincirlenebilir; örne
ğin, bir sarkacın ve salıncağın "sallanma"sı.
7) Üst Üste Bindirme, Eşzamaıılı Montaj
Zincirlemeden, bir kaç çekinli eşzamanlı göstermeye yalnız
ca bir aşama vardır. Bu da aynı etkiye sahiptir ama_ aynı plak iki
kez pozlandırıldığı için bir derece daha fazla etkilidir. Düzen
sizlik ve kaosu anlatmanın iyi bir" yoludur. Çeşitli çekimler üst
üste gösterilerek, caddelerdeki trafiğin hızını ve karmaşasını
hissettinnek için girişimlerde bulunulmuştur.
Oysa bu yöntemle çok farklı etkiler başanlabilir. Feyder'in
daha önce sözü edilen Les Nouveaux Messieurs filminin bir
sahnesinde bir konuşmacı ile mekanik piyano arasındaki etkile
şim gösterilmiştir. Feyder, gürültünün geldiği yöne doğru u
mutsuzca el-kol hareketleri yapan konuşmacının omuz çekimi
ni, mekanik piyanonun içindeki mekanizmanın omuz çekiminin
üstüne bindirir. Tokmağın inip kalktığı görülür ve çift görüntü
de tokmak yalnızca davula değil, konuşmacının kafasına da vu
rur. Böylece akustik ve aniatı türünden bir çatışma görsel alana
taşınır. Ve bu gerçekte aynı yerde geçen ama gerekli bağiantıyı
anlatacak görsel çağrışımı yapamayacak iki epizotun yapay ola104
SANAT OLARAK SiNEMA
rak üst üste bindirilerek yapılmıştır. "Yapay" sözcüğü yönteme
estetik açıdan bir karşı çıkış içerir.
Aynca bir baladaki karmaşa da dansçıların ve bandanun üst
üste bindirilmesiyle gösterilmiştir. Eğer bu çekimler s ıradan
montajda yalnızca yan yana koyulsalardı, seyirci üzerinde yö
netmenin yalnızca burada bir banda, burada dans eden insanlar
olduğunu göstermek istediğinden başka bir izienim bırakmazdı.
Fakat bindinne tüm bu salınelerin soyut özünü, başka bir de
yişle salt olaylardan çok anlamı ve ruh halini göstermenin basit
bir yoludur.
Bu yöntem kullanışlı ama biraz yapaydır. Daha önce sözü e�
di len kamera açısının seçiminin etkileriyle karşılaştırıldığında
bu açıkça görülür. Optik bitiştirmeler ve bindinneler sayesinde
gerçekle çatışmadan, nesneler ve olaylar arasındaki özel il işki
lerin yalnızca söz konusu nesnelerin türü ve konumu doğru be
lirlenerek, sonra sahnedeki gerçek uzamsal ilişkileri yapay bir
biçimde değiştirilmeden veya tamamen yok edilmeden istenen
bağlantlyı anlaşılır kılacak bir kamera açısı seçilerek yaratıla
bileceği gösterilmişti. Örneğin, malıkurnun ve hapishane par
maklıklarının perspektife bağlı olarak üst üste bindirilmesi.
Doğalcı bir aniatı filminde, çift pazlamayla üst üste bindirme
nin, geriye kalan salınelerin biçemiyle çelişen yabancı bir cisirn
izlenimi yaratabi leceğini kabul etmek gerekir. Ayrıca, materyal
bozulmadan yoruınlanır ve biçimlendirilirse sahnenin sanatsal
etkisi daha büyük olacaktır. Böylesi daha çarpıcı ve daha zarif
tir. Sanatçının görsel araçların iyi düşünülmüş adaptasyonuyla
yapıtma kattığı soyut anlam yüzeysel ve rasgele sunulmuş bir
şey gibi görünmez, ama yalnızca eldeki materyal in doğru
gruplandırılması ve doğru görünümüyle başanlmışsa çok daha
etkileyici olur. Çok çevrim, sanatçının yarattığı etkiyi çok ucu
za ve çok yüzeysel bir biçimde başardığı hissini uyandırır.
lOS
RUDOLF ARNHElM
Üst üste bindirrne gibi kullanılan ve onun gibi değerlendiri
len başka bir şey de, bir görüntü içinde bitiştirilen salınelerin
montajı anlamına gelen eşzamanl ı montajdır. Bunun ilk kul l a
nımı, anıların ve önsezilerin gösterildiği sanatsal açıdan tartışı
labilir bir yöntemde olmuştu: Kahraman düşüneeye dalmıştır ve
birden ne düşündüğü perdenin üst köşesinde daire içinde belirir.
Bu yöntem verimsizdir; çünkü fikirden görsel biçime giden yol
çok doğrudandır. "Bir adam karısını düşünüyor", bu esasında
soyut bir temadır ve bir şekilde somutlaştınlmazsa görselleş
tirmek güçtür. Başka bir yöntem seçilerek -mesela adam karısı
nın resmine bakabilir- durum açıklanır. Böyle bir yöntem özgün
değildir ama soyut olan şey bu yolla yeterince somutlaştınlıi.
Eşzamanlı montajın kurnazlığı seyirciyi zorlamadan sahnenin
soyut kısmını açıklayacak elle tutulur bir durum bulma çaba
sından kurtulmasıdır. Kavramsal olarak ilişkili iki şey yalnızca
yan yana koyulup temanın anlaşılabilir görsel bir temsili elde
edilmiştir; fakat sanatsız ve yapay bir yolla. Eşzamanlı montajla
yapılmış
denemelerin
çoğunun
böyle
bir
niteliği
vardır.
Eisenstein'ın dev gibi damızlık bir boğanın. birden ineklerin
üstünde belirdiği
The General Line filminde -doğalcı biçim sı
nırları içindeki diğer buluşlarıyla karşılaştırıldığında- sanatçının
kolaya kaçtığı ve soruna yaklaşırken temayı çok fazla görüntü
yü ise çok az önemsediği hissedilir. Yine de söz konusu çekim
kesinlikle sembolik olduğu için, onu diğer çekimierin biçimiyle
uyuşturmaya pek gerek olmadığı da doğrudur.
Eşzamanlı montaj yalnızca içerik açısından değil, biçimsel
açıdan da anlamlı olduğunda daha etkileyicidir. Vertov bazen
bu yolla aynı sahnenin üç görünrusünü üst üste göstermiştir örneğin aynı makina perdede üç tane görünür- ve bundan etki
leyici ve simetrik bir tasarım ortaya çıkmıştır.
Şimdiye kadar ele aldığımız örneklerde, eşzamanlı montaj
öyle kullanılmıştı ki izleyici tarafından hemen arılaşılmış ve bu
1 06
SANAT OLARAK SThffiMA
nedenle görüntünün etkisi yalnızca bileşik olmasıyla sınırlandı
rılmıştı. Oysa bu tür bileşmeler var olmayan bir gerçeklik ya
nılsaması yaratmak için kullanılabilir. Aynı nesne iki tane gös
terilebilir; bir adam kendisiyle konuşabilir. Bu amaçla iki ayrı
çekim yapı lır ve sonra öyle ustalıkla yan yana koyulurlar ki
eklemenin fark edilmesi olanaksızdır. Bu yöntem yıldız oyun
cuların aynı anda iki rolde parlamasını olanaklı kılmıştır. Kaba
hizmetçi Henny Porten, zarif hanımefendi Henny Porten'la ko
nuştuğunda büyük sansasyon olmuştu - (inanılmaz! Rollerden
yalnızca birini oynamıyor, ikisini aynı anda oynayabiliyor!)
Ölürken bedenden ayrılan ruh, Conrad Veidt'in
The Stıtdenı of
Prague ve Friedrich Ennler'ın -The Fragment of an Empire
filmlerinde sanatsal olarak kullanılmıştır. İkinci filmde sembo
lik bir savaş sahnesi vardır: bir Alman askeriyle bir Rus askeri
birbirlerine süngüyle saldırırlar. Ani bir omuz çekimiyle ikisi
nin de aynı yüze sahip olduğu görülür (ikisi de aynı oyuncu ta
rafından canlandırılm ıştır) . Birlerini tanırlar ve süngülerini dü
-şürürier. Alınan ve Rus karargahiarındaki generaller çok öfke
lenirler
fe
dövüşlin baştan alınmasını eınrederler; ancak tekrar
emir verdikleri subaylar da askerler gibi aynı yüze sahiptirler.
"İnsan"ı farklı ünifonnalar içinde kendine karşı çeviren savaşın
budalalığı -bu paradoks daha önce neredeyse hiç bu kadar etki
leyici bir biçimde ortaya konulmamıştı. "Tüm insanlık ortak bir
şeye, tartışılmaz bir bağa sahiptir" - soyut düşünce bu ortak ba
ğın görülebilir yapıldığı yapay bir gerçeklik yaratılarak somut
laştırılmıştır. Tüm insanlar aynı yüze sahiptir ve şaşırtıcı bir
biçimde açıklanan gerçekle karşılaştırıldığında üniformalarının
farklı olması anlamsız ve absürd görünür.
8) Özel Mercekler
Aynı nesnenin çoğaltılması montajdan ayrı olarak, doğrudan
çekim yapılırken özel kesimli merceklerlc, prizmaların ilave
edilmesiyle ve başka araçlarla başarılabilir. Yine de bu araçla-
107
RUDOLF ARNHElM
nn potansıyelleri çok geniş değil gibi görünür. Aynı yüz, yüz
kez çoğaltılabilir, biçimi bozulabilir -ancak bunlar çok az çe
şitleme olanağı veren, bu nedenle de kısa sürede s ıradan ve ha
yat gelecek çok özel ve katı etkilerdir. Granowsky bu yolla
Song of Life filminde şampanya bardaklarını, küçük çocukları
ve kuru kafaları sembolik bir biçimde çoğaltır. Bu numara
basmakalıp ve mekanik görünür, aynca kolayca saçmalaşabilir.
Charlie Chaplin
The Circus filmindeki ayna labirenti sahne
sinde montaj ya da özel lenslcrden yararlanmadan bir adamı
çoğaltarak şaşırtıcı ve eğlenceli etkiler yaratmayı başardı.
9) Odağın Kullanılması
Eski günlerde odak dışı her hangi bir görüntü yalnızca bir
hata olarak kabul edilirdi. Dezavantaj olduğu varsayılan diğer
pek çok şeyde olduğu gibi fotoğrafçılık bunu da özel amaçlar
için kullanmayı öğrendi . Başta bu yöntem, açılma ve kapanma
gibi, b ir görüntünün yavaş yavaş ortaya çıkmasını ya da yok
olmasını sağlamak için kullanıldı. Bazen bulanık bir_ görüntüyü
belirsizliği ve anlaşılamamazlığı çekic.i yapar; ne geldiğini kes
tirrnek olanaksızdır, her türlü spekülasyona açıktır ve sonra bir
den
görüntü
Eisenstein'ın
belirginleşmeye
başlar,
her
şey
berraklaşır.
The General Line filminde olay örgüsünün çevre
sinde döndüğü esrarengiz makinanın -santrüfiijlü süt ayrıştırıcı
sı mn- ilk görüntüsü, mucizeyi ilk kez açıkça gösteren ilk gö
rüntünün yavaş yavaş odağa girmeye başlamasıyla, öyküyle
uyumlu bir biçimde özellikle heyecan verici yapılmıştır. Gö
rüntü netleşirken, görülen ışık pırıltılannın makinamn alümin
yum yüzeyindeki parlak noktalar olduğu anlaşılır ve sonra
makina sanki sisierin içinden çıkıyormuş gibi birden odağa gi
rer.
Bulanıklık ayrıca öznel bulanık görüş izlenimleri vermeye
yarar: sarhoş bir adamın ya da anesteziden ayılan birinin bula
nık görüşü gibi. Hatta görüntü çok derinlere uzaruyorsa omuz
108
SANAT OLARAK SiNEMA
çekimi gibi ayrıntıları ortaya çıkannak için de kullanılabilir:
kameranın odak alanı sınırlı olduğu için, ön plan ve arka plan
odak değiştirilerek sırayla gösteri lebilir. Bu yolla, örneğin, biri
önde ve yakında, diğeri uzakta ve arkada iki kişi arasındaki
diyalog bel irginleştirilir. Seyirci, yönetmenin isteğine bağlı
olarak, önce birine, sonra diğerine bakmak zorunda bırakılır .
10) Yansıma Görüntüler
Son olarak, nesnenin kendisi yerine, yansıtıcı bir materyal ü
zerindeki görüntüsü görüntülenebilir. izleyici başta numaranın
bilincinde olmaz ve kendini gerçek nesneyi gösteren normal bir
görüntüye bakıyor zannederse, bu özellikle etkileyici olur. Ör
neğin, bir adamın tamamen durgun bir su yüzeyindeki yansıma
sı görüntülcncbilir; izleyici ne karnemnın yukarıya çevrilmiş
olduğunu ne de gerçek yerine bir yansımaya bakıyor olduğunu
söyleyemeyeceği için normal bir görüntüye baktığına inanabilir.
Sonra su birden karıştırılır ve görüntü titrer, biçimi bozulur ve
anlaşılmaz olur . Filmde h iç suya i lişkin bir şey olmasa bile,
böyle bir sahne yalnızca etten-kcmikten bir adamı titrek bir
karikatüre dönüştürmek ya da halüsinasyonu anlatmak için
kullanılabilir (bak . Granowsky'nin Song of Life filminde düş
görüntüleri) .
Nesrle bir aynadan da görüntülenebilir. izleyici gerçek nes
neler gördüğünü düşünür, izlemeye devam ederken, görüntüye
bir taş atılır, aynanın camı kırı l ı r; gerçeklik -izleyici açısından
paramparça olur . Bu çok güçlü bir görsel şok yaratacaktır.
Aynı amaç için biçim bozan aynaların her çeşidi kullanılabi
lir. Eğer araç ustaca kullanılırsa, izleyici yalnızca bir aynanın
görüntülendiğinin farkına varmayacak ve bu nedenle biçimi
·
bozulmuş nesneyi gerçek bir nesne olarak kabul edecektir .
Kameranın ve Film Şeridinin
Biçimsel Araçlarının Özeti
Sinemadan hoşlanmayan insanların gözde iddiaları ( fi lm do
ğanın mekanik yeniden üretiminden başka bir şey değildir, do-
109
RUDOLF ARNHElM
layısıyla da sanat değildir) ile kışkırtılarak filmsel temsilin çe
şitli özelliklerini detaylı olarak ineeledik ve en temel düzeyde
bile insan gözünün gördüğü görüntü ile kameranın gerçeklikten
yarattığı görüntü arasında önemli ayrılıklar olduğunu keşfettik.
Ayrıca bu ayrılıkların, gerçekliği sanatsal olarak biçimlendir
mek için kullanılabileceğini keşfettik. Başka bir deyişle, sinema
tekniğinin "dezavantajları" olarak adlandınlabilecek (ve mü
hendislerin üstesinden gelmek için ellerinden geleni yaptıkları)
şeyler gerçekte yaratıcı sanatçının araçlandır.
Konuyu vurgulamak ve iyice açıklamak için film arac ı
nın karakteristiklerinin ve bunların uygulamalarının kısa
bir özeti ni ekledik.
1. HER NESNE BİR TEK GÖRÜŞ AÇlSINDAN
GÖRÜNTÜLENMELİDİR.
Uygulamaları :
a) Nesnenin şeklini en karakteristik olarak gösteren görüş.
b) Nesneye ilişkin özel bir kavramını aktaran görüş (örn. a
ğırlık ve otoriteye işaret eden alttan görüş).
c) Sıradışı olmasıyla izleyicinin dikkatini çeken göiiiş .
d ) Arkası dönük olanın görünmemesinden doğan sürpriz et
kisi (Chaplin ağlıyor. Hayır! Kokteyl karıştırıyor!)
2. NESNELER PERSPEKTiFLE YAN YANA VEYA
ARKA ARKAYA KOYULUR.
Uygulamalan :
a) Önemsiz nesneler tamamen ya da kısmen örtülcrck gizle
nir; böylelikle önemli nesneler vurgulanır.
b) Başka bir şeyle örtülen şeyin birden açığa çıkarılmasıyla
sürpriz etkisi.
c) Optik yok etme -bir nesne diğerinin önüne gelir ve onu
yok eder.
d) Perspektif sayesinde ilişkiler vurgutanır (mahkum ve de
mir pannaklıklar).
e) Süslü yüzey şekilleri.
1 10
SANAT OLARAK SİNEMA
3. GÖRÜNEN EBAT. ÖNE DOGRU OLAN NESNELER
ARKADAKiLER KÜÇÜK.
BÜYÜK,
Uygulamaları :
a) Bir nesnenin tek tek bölümlerini vurgulama (kameraya
doğru uzatılan ayak büyük görünür).
b) Ebatın göreceli etkiyi vurgulamak için büyütülmesi ve
küçültülmesi.
4. IŞIK VE GÖLGENİN DÜZENİ. RENKLERiN YOK
LUGU.
Uygulamaları:
a) Nesnenin hacmini ve kabartılarını ışık ve gölgeyi ayarla
yarak istcğe göre biçimlendinne.
b) Işık ve gölge düzeniyle vurgu lama, gruplandırma, tecrit
etme, gizleme.
5. GÖRüNTüNÜN SINIRLI OLMASI.
Uygulamaları:
a) Görüntü temasının seçilmesi.
b) Bütünü ya da bir kısmını gösterme.
c) Sürpriz etkisi. Hep orada olan ama çerçeveyle kesilen
nesne birden çerçeve dışından görüntüye girer.
d) �jeciktirimin artırılması; ilginin merkezi görüntünün dışındadır (örneğin, yalnızca bir insan üzerindeki etkisi görülür).
6. NESNEYE OLAN UZAKLIK DEGİŞEBİLİR.
Uygulamalan :
a) Nesneler küçük ya da büyük yapılabilir.
b) En uygun uzaklığın seçilmesi (bir iğne, bir dağ).
c) Boyutların görelileştirilmesi (bebek evi-insan evi) .
7. ZAMAN-UZAM SÜREKLiLiGİNİN YOKLUGU.
Uygulamaları :
a) Ayrı zamanlı epizotları yan yana (ve arada) gösterme.
lll
RUDOLF ARNHElM
b) Gerçekte farklı olan uzamların birleştirilmesi.
c) Bir olayın seçilen bölümlerini göstererek karakteristik
yönlerini sunma.
d) Zaman ve uzam bağlantısı değil, anlam bağlantısı olan
şeylerin kombinasyonunu gösterme.
e) Aynınsanamaz montaj . Değiştirilen gerçeğin (fantastik)
yanılsaması (birden görünme ve kaybolmalar vb.).
f) "Kısa" ya da "uzun" montaj la çekim sekanslarının ritmi.
8. UZAMSAL YÖN DUYGUSUNUN YOKLUGU.
Uygulamaları :
a) Hareketin göreceliliği: durgun şeyler hareketli, hareketli
şeyler durgun.
b) Uzamsal koordinatların göreceliliği (dikey, yatay vb.)
9. DERİNLİK ALGISINTN AZALMASI.
Uygulamaları :
a) Boyutların perspektif değişimleri daha ilginç kılınır.
b) Düzlemsel projeksiyanda perspektif ilişkileri daha ilginç
kılınır.
1 0. SESİN YOKLUGU.
Uygulamaları :
a) Görünür olana daha güçlü vurgu; örneğin, yüz ifadelerine
ve jestlere.
b) Duyulmayan seslerin nitelikleri ve etkileri görünür alana
aktarılarak özel olarak ortaya çıkarılır (tabanca patlamasının
birdcnbireliği-havalanan kuşlar).
1 I . KAMERA HAREKETLİDİR.
Uygulamaları :
a) Düşme, yükselme, sallanma, sendeleme, baş dönmesi gibi
öznel durumların sunulması.
b) Kişinin daima sahnenin (olaylar dizisinin) merkezi olması
gibi öznel tutumların gösterilmesi.
112
SANAT OLARAK SİNEMA
ı 2. FiLM GERiYE ÇEVRiLEBİLİR.
Uygulamaları :
a) Hareket yönlerinin tersine çevrilmesi.
b) Olayiann tersine çevrilmesi (kınk parçalar bütün bir nesne yapmak için birleşir).
ı 3. HIZLANDIRMA.
Uygulamaları :
a) Bir hareketin ya da olayın hızlandınlması; (kargaşayı
sembolize etmek için) devimsel karakterde değişiklik.
b) Zamanın sıkıştınlması (çiçeklerin kıpırdanışı).
1 4. YAVAŞLA�ILMIŞ HAREKET.
Uygulamaları :
a) Bir hareketin ya da bir olayın yavaşlatılması; devimsel
karakterde değişiklik (tembellik, süzülme).
b) Zaman sürecinin uzatılınası (çok hızlı geçen olayları daha
açık gösterme).
1 5 . DONDURULMUŞ GÖRÜNTÜLERİN ARAYA GİRİLMESİ.
Uygulamaları :
Hareketin aniden durması; felç (Lut'un karısı).
1 6. KAPANMA VE AÇlLMA, ZiNCi RLEME.
Uygulamaları :
a) Öykü�eki değişikiileri belirtmek.
b) Öznel izlenimler: uyanma, uykuya daima.
c) Zincirlemeyle iki görüntü arasında daha güçlü ilişki ve
tutarlı lık.
1 7 . ÜST ÜSTE BİNDİRME (ÇOK ÇEVRiM)
Uygulamaları :
a) Kaos, karmaşa.
b) Yan yana koyma ve bindirme sayesinde ilişkileri belir
ginleştirme.
113
RUDOLF ARNHElM
c) Sembolik benzerlikleri belirginleştinne.
d) Gerçekliğin değiştirilmesi (ölürken ortaya çıkan hayaletler).
18. Ö ZEL MERCEKLER.
Uygulamaları :
Çoğaltma, biçim bozumu.
1 9. ODAGIN DEGİŞTİRİLMESİ.
Uygulamaları :
a) Öznel izlenimler: uyanma, uykuya daima.
b) Yavaş yavaş açunlama sayesinde geciktirim ("yavaş yavaş ortaya çıkar").
c) izleyicinin bakışını ileriye ya da öne yönlendirme.
20. YANSIMA G ÖR Ü NTÜLER.
Uygulamaları :
Bir nesnenin (ya da "dünyanın") biçiminin bozulması, yok
edilmesi.
Kameranın ne görüntüiediği -yani. hangi nesn�leıin, ne tür
olaylar ve yerlerin seçildiği, oyunculann nasıl olduğu vb.- ko
nusuna girmeden, film aracının donanımlarının doğayı değiş
tirmek ve biçimlendirmek için ne kadar sınırsız olanaklar içer
diğini gördük. Yönetmen görüntülemek istediği belli bir sahne
seçer. Bu sahne içinde nesneleri dışarıda bırakabilir, gizleyebi
lir, dikkat çekici yapabilir ve her şeye rağmen gerçeklikle ça
lişmayabilir. Şeylerin büyüklüklerini azaltabilir veya çoğaltabi
lir, küçük nesneleri büyük nesnelerden daha büyük ya da t am
tersini yapabilir.
Uzam ve zamanda tamamen ayrı yerlerde olan şeyleri bir bi
rinin yanına, arkasına, arasına koyabilir. Küçük olsa ve göze
çarprnasa bile önemli olanı seçebilir ve böylece bir parçanın
bütünü temsil etmesini sağlayabilir. Dik olanı yatınp, boylu
boyunca yatan şeyi dikellebilir ve hareketsiz duran şeyleri ha1 14
SANAT OLARAK SİNEMA
reket ettirip, hareketli şeyleri dondurabilir. Duyumsal algının
bütün alanlarını dışarıda bırakır ve böylelikle diğerlerini usta
lıkla eksik olanların yerine geçirerek daha dikkat çekici kılar.
Sessiz konuşmayı kullanabilir ve bu yolla ses alanını yorumlar.
Dünyayı yalnızca nesnel olarak göründüğü gibi değil, aynca
öznel olarak da gösterebilir. İçinde nesnelerin çoğaltılabileceği
yeni gerçeklikler yaratır, hareketlerini ve eylemlerini geriye
çevirir, biçimlerini bozar, hızlandım ve yavaşlatır. Yerçekim i
etkisinin yok olduğu, esrarengiz güçlerin cansız nesneleri hare
ket ettirdiği, kırık şeylerin bütünlendiği büyülü dünyalar var
edebilir. Gerçeklikle hiçbir bağlantısı olmayan nesnelerin ve
olayların arasına sembolik anlamı olan köprüler· kurar. Somut
bedenlerden ve uzamlardaq. titrek ve parçalanmış hayaletler ya
parak doğal yapıyı değiştirir. Nesnelerin ve dünyanın hareketini
dondurur ve onları taşa dönüştürür. Taşa hayat verir ve onu ha
reket ettirir. Kaotik ve sınırsız alanlardan biçimsel olarak güzel
ve derin anlamlı, resim kadar öznel ve kompleks görüntüler
yaratır.
Çoğu film yönetmeninin emrindeki sanatsal araçları o kadar
özgün bir biçimde kullanmadığını da eklemek gerekir. Onlar
sanat yapıtları üretmez, sadece insanlara öyküler anlatırlar. Yö
netmenler,onların patronları ve seyirciler b içimle değil içerikle
ilgilenirlcrj. Yine de sinemanın daha iyisini yapabileceğini gös
terecek bolca örnek vardır; çok sayıda birinci sınıf, eksiksiz,
tutarlı ve kusursuz sanat yapıtı olmasa da -ki bunun için sinema
sanatı çok yeni ve hala daha çok deneysel aşamadadır- tek sah
nelerle, tek tek · buluşlarla, tek bir oyuncunun çabalarıyla neler
yapılabileceğini, hala nelerin gizli ve kullanılmamış olduğunu
gösterecek yeterince film her şeye rağmen vardır. Ayrıca sa
natta kötü olan büyük nicelikler yerine iyi olan küçük şeylere
tutunmamıza engel olacak hiçbir şey yoktur.
llS
RUDOLF ARNHElM
3
FİLMİN İÇERİGİ
B eden A racılığıyla Düşünce
Sinemanın temsillerinde kullanabileceği ham maddeler yal
nızca maddesel nesneler ve fiziksel olaylardan ibarettir. Fakat
zihinsel süreç bunlar aracılığıyla ifade edilebilir. Hepsinden
önemlisi yüz mimikleri ve vücut hareketleridir; bunlar aracılı
ğıyla insanın düşüncesi ve duygulan en doğrudan ve bildik yol
dan ifade edilir. Yine de içsel olayları dışarıdan görünür kılma
nın tek yolu bunlar değildir ve olasılıkla en iyi ve en etkili yolu
da değildirler.
Çoğu insan günlük yaşan1da diğer insanların hareketlerinin
canlı ve anlamlı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gözlemlerne
alışkanlığında olmadığı için, film oyuncularının hareketlerinin
genellikle ne kadar doğallıktan uzak ve abartılı olduğunun nadi
ren farkına varır. Günlük yaşamdaki "doğal oyunculuk" garip
tir. Çok belirsiz, kuşkulu, anlaşılmaz ve bireyseldir. Çoğu insan
"doğal oyunculuğunu" çok ekonomik kullanır ve çok az sayıda
adalenin kullanımına hapsolduğu için kullanımı tekdüzedir. Bir
insanın yüz ifadesi genellikle sıradan bir gözlemciye onun zi
hinsel durumu hakkında en küçük bir fikir vermez. Bazı insan
lar ağlarken gülüyormuş gibi görünür ve bazı insanların gülüm- sernesi çok ekşidir. Hepsinden önemlisi günlük yaşamda gör
düğümüz bir çok yüz ifadesi bir anlamı layıkıyla iletmeyi başa
ramaz; etkileyici değildir, kişi onu nasıl yorumlayacağını bile
mez, teslimiyet, kuşku, sersemlik ya da ihtiyatlılık anlamlarına
gelebilir. Yüz buruşturulur ve kırışıklıklarla doludur, ama etki
nin bütünü uyumlu değildir, bağdaşık bir mesaj iletmez. Yüz
ifadeleri çoklukla bir durumun parçası olduklannda anlaşılabilir
olurlar; çürıkü konuşma ve başka çeşitli göstergeler kişinin ne
hissettiğini açığa vururlar. Yüz çizgilerinin düzensiz hareketi
nin sıkıntı, h ı rs ya da hoşnutl uk anlamına geldiği ancak bu yolla
anlaşı labilir.
116
SANAT OLARAK SİNEMA
Y etiştirilişimizden kaynaklanan nedenlerle anlamak bizim i
çin güç olsa da, hayvanların ve ilkel insanların ifadeleri doğası
gereği çok daha anlaşılırdır. Uygar insanda bunun bozulmuş
olması çeşitli sebeplere bağlıdır. Toplumsal göreneklerirnizin
hepsi dış ifadelerimizi yoksullaştınna eğilimindedir; çünkü in
san ilişkilerinde kişisel arzuları ve duyguları denetsiz olarak
açığa vunna nın yakışıksız olduğu düşünülür. Çocuklu bir anne
gözlernlenirse, çocuğun
yüz ve
el-kol hareketlerine sürekli mü
dahale ettiği fark edilir ("Gözlerini beyefendinin üzerine öyle
dikme! - "Doğru dur! "). Yine, modern insanın düşünceleri ve
duyguları ilkel insanlarda ve hayvanlarda olduğu kadar doğru
dan değildir. Güdül erinin çeşitliliği, düşünmesindeki çeviklik
ve esneklik, küçücük dürtülerin şimşek hızıyla çakışması ve
baskılar; tüm bunlar yüz mirniklerinde ve beden hareketlerinde
doğal yansımalarını gösterirler. Böyle bir birine karışan şeyle
rin çeşitliliği nedeniyle açık seçik bir bütün oluşmaz.
Oysa iyi bir sanat yapıtında her şey açık olmalıdır. B elirsiz
bir şey gösterilecekse. belirsizliği de açık olmalıdır. Dolayısıyla
perdede görülen insan ifadeleri sade olmalı ve yanlış anlamaya
yer bırakmarnalıdır.
Bu yüzden bir sinema oyuncusu "an " ifade yaratabilecek
kapasiteye sahip olmak zorundadır. Örneğin, yüzü öyle biçim
�
lendirilm ş olmalıdır
ki
istenen ifade en küçük ayrıntısına kadar
ortaya çıkmalıdır. Bir oyuncunun bu işten yüzünün akıyla çı
kamaması, genellikle yüzündeki her bir adaleyi gerekli ifadeye
uyduramamasından ileri gelir. Kararlılığı anlatması beklendi
ğinde yüzün geri kalanıyla birlikt� sertleşmeyi reddeden belgi
siz ve zayıf bir ağza sahip olabilir; ya da yüzünün dingin bir
mutluluğu ifade etmesi gerektiğinde bir türlü gevşetemediği
çatık kaşları olabilir.
Gerçek yaşarnda ifadesi az ya da çok belirsiz olan insanlara
alışrnış olan seyirciye filmlerdeki "arı" oyunculuk neden yapay
117
RUDOLF ARNHElM
gelmez? Dediğim gibi çoğu insanın bu konuda algısı pek keskin
değildir. Gerçek yaşamda olsun, filmlerde olsun gördükleri in
sanların yüz mimiklerini yakından gözlemlerne alışkanlığında
değildirler. Gördükleri şeyin anlamını kavramak onlara yeter.
Dolayısıyla, aslında sinema oyuncularının abartılı -bazen de
basmakalıp ve yapay- ifadelerini fazlasıyla doğal olan her hangi
bir ifadeden daha kolay anlarlar. Aynca sanatseverler düşünül
düğünde, onlar fılmlere doğa gözüyle değil, sanat gözüyle ba
karlar. Sanatsal temsilin tasvir edilen nesneyi daima açıkladığı
nı, çoğalttığını ve anlaşılır kıldığını bil irler. Gerçek yaşamda
tam anlaşılamayan, yalnızca ima edilen ve karıştırılan şeyler bir
sanat yapıtında eksiksiz, bütün ve konu dışı noktalardan arındı
rılmış olarak açıkça görünür. Bu ayrıca sinema oyunculuğu için
de geçerlidir.
Buna rağmen, oyunculuğun biçimlenmesi kesin sınırlar
i
çinde olmalıdır. Bir aniatı filminde, yani "doğalcı" bir filmde,
i fadenin biçimlendirilişinin acemice bir yapaylığa dönüşmesi
çok kolaydır. Görülür olana bu kadar bağımlı olan pir aracın özellikle sessiz film söz konusu olduğlında- oyuncunun ve yö
netmenin yüz ifadelerini ve jestleri fazla vurgularnalanna yol
açması elbette anlaşılabilirdir. Böyle abartı lı yüz ve el-kol ha
reketlerinin bir fi lme ne kadar çok yakıştığını kaba güldürülcr
bilhassa açıkça gösterir. Fakat "doğalcı" bir filmde buna dikkat
edilmesi gerekir. Her sanatsal araç sanatçıyı doğal olanı boz
maya yönlendirir; diğer yandan aracının koşullarına boyun eğ
mek sanatçıya uysa bile, doğaya sadakatsiz olmak konusunda
aslında kendisine engel olmalıdır.
S ıradan bir sinema oyuncusu tam anlamıyla "filmsel" oldu
ğu için izleyicinin kolayca alıştığı bir ifade tekniği geliştinniş
tir. Yine de bunun sanatsız olduğu için reddedilmesi gerekir;
özellikle arzulanan zihinsel süreci görsel açıdan basmakalıp bir
dille göstermeye yarayan ucuz bir numara olduğu için de red-
1 18
SANAT OLARAK SİNEMA
dedilmelidir. Oyuncunun göğsü görünür şekilde inip kalktığın
da, sıkıntının aniatılmak istendiği herkes için açıktır. Bu inip
kalkma hareketi resimsel açıdan çok yeterli ve etkileyicidir;
fakat doğaya karşı çıkış böyle bir yorumun "doğal" kabul edil
mesine çok acımasız tepki gösterir. ifade yalnızca nahoş bir
biçimde vurgulanmamış, ayrıca insanın düşündüğü ve hissettiği
şeylerin tümünün hiçbir biçimde onun yüzünden ve hareketle
rinden aniaşılamayacağı gerçeğini hesaba katmaksızın düşün
celer ve duygular basitçe görünür yapılmıştır. "Erwin bu habere
çok üzüldü." şeklindeki bir ara yazı kadar anlamsız bir işaret
dili geliştirilmiştir. Şüphesiz sesli film, konuşmaların duyula
bilmesiyle · birlikte oyunculuğun bu i şlevini yararlı bir biçimde
azaltmıştır.
Bu arada iyi oyuncular ve iyi yönetmenler en iyi etkilerin
neredeyse her zaman mihnkün olduğunca az "oyunculuk"la ba
şarıldığını göstermiı?lerdir. Büyük oyuncular çok az adali enerj i
harcayarak çalışırlar, onlar yalnızca görünüşleriyle doyurucu
bir etki yaratmayı başarırlar. Tiyatronun yetersiz görsel ola
naklanndan dolayı her şeyi abartılı bir şekilde oynamak zorun
da olan tiyatro oyuncuları ise abartılmış etkilere alışkındırlar.
Ancak bu tekniği sinemada kullanmanın uygunsuz ve gereksiz
olduğu kısa sürede kanıtlandı; çünkü perdeye yansıtılırkcn gö
rüntünün çok büyütülmesine bağlı olarak en önemsiz hareket
bile çok a�k bir şekilde görüleb il ir. Özellikle Rus etkisi altın
daki geliş_ıne yüz mimiklerinin çok fazla kısıllanması, oyuncu
nun tipikliği nedeniyle seçilmesi ve doğru bağlaında sunulma
sıyla etkisini yalnızca görünüşüyle yaratmasına izin verilen bir
"dekor" gibi kullanılması doğrultusunda olmuştur. Bunun için
elbette iyi düzenlenmiş bir senaryo gereklidir. Eğer oyuncu
"oynamayacak" ise, zihinsel durumu çevresinde olup bitenlerle
-kendisi öylece etrafa bakmaktan başka bir şey yapmasa bile
her an tam olarak anlaşılır kılınmalıdır. Bu gelişme muhtemelen
oyuncu sayısının azalmasına. -Rus sinemasında zaten olduğu
1 19
RUDOLF ARNHElM
gibi- doğru tip olması gereken rastlantısal fıgüranlann sayısının
artmasına yol açabilir. Eğer sinema (senaxyodaki) anlamı foto
jenik anlatım aracılığıyla ifade ederek oyunculuğun katkısını
azaltan bir biçem geliştirmeye devam ederse, insan gittikçe bir
çok donatımlıktan biri olacaktır ve ona bir köpek ya da çaydan
lık gibi pek donatmak için değil de görünüşü ve varlığı için ge
reksinim duyulacaktır. Bu amaç için "gerçek" tipler rol yapan
lardan daha uygundur; gerçek bir sigortacı, polis, ayakkabıcı,
hamal, onların yerine geçirilecek fıgüranJardan hiç kuşkusuz
daha iyidir. Oyuncu yalnızca "oyunculuk"a ihtiyaç duyuldu
ğunda gereklidir; bundan dolayı amatörler, gerçek tipler tiyat
ronun işine yaramaz.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi "oyunculuk" bir fılınde zi
hinsel durumları ifade etmenin tek yolu değildir. (Burada ko
nuşmanın ifadeci değerinin göz ardı edilmesi önerilir, çünkü bu
konuda söylenebilecek her şey yalnızca sözlü filmi değil, tiyat
royu da kapsar.) Aynca şu da var ki, eğer sinema insan uğraşla
rını ifade etmek için sadece oyunculuğa bağımlı ol�aydı, beden
sel ifadeler kısa sürede bir alet gibi .körleşirdi; hala anlaşılır o
lurlardı, ama artık seyirci bunlarla etkilenemezdi. Elindeki ola
naklar çok ilkel olduğu için (konuşmanın açıklayıcılığı olmak
sızın yalnızca jestler ve mimikler) bir oyuncunun tiyatrodaki
sanatsal derinliği sessiz fılmde yakalayamayacağını öne sürmek
mantıklı olabilir. Bir oyuncu Shakespeare'nin ünlü tiratlarından
birini okuması gerektiğinde, bunu sanatsal bir başanya dönüş
türmek için tek başına her türlü olanağa sahiptir. Fakat sessiz
bir oyunculuktan başka bir şey kullanmasına izin vermeksizin
aynı doruklara çıkmasını beklemek haksızlık olurdu. Bir sessiz
film bir Shakespeare oyunu kadar derinlikli olabilir; ne var ki
bir oyuncunun "dilsiz eylemi" asla bir Hamlet tiradı kadar de
rinlikli ol amaz.
Sessiz filme değil, geleneksel anlamda sessiz "oyunculuk"a
fazla bel bağlayan filme karşı çıktığım anlaşılacaktır. O halde
120
SANAT OLARAK SİNEMA
zihinsel durumları temsil etmekte kullanılan diğer araçlar ne
lerdir? İşte basit bir örnek: Çileli palyaço herkesçe bilinen göz
de bir temadu; örneğin Sjöström'ün
He Who Gets Slapped fil
Yüzü
minde güç duruma düşen bir bilim adamı palyaço olur.
beyaz bir yılgıya boyanmıştır. Bu maskenin altında oyuncunun
yüzü hiç görünmez, ama izleyici yine de zavallının acısını kuv
vetle hisseder; çünkü adamın önceki halini bilmektedir, dolayı
sıyla şu anda ne hissettiğini de. Oyuncunun hiçbir katkısı o l
maksızın, canlandırdığı
figürün düşünce durumu böylece her
kes tarafından anlaşılu; çünkü filmin olaylar dizisi öyle düzen
lenmiştir ki bu sahnenin psikolojisi yanlış anlaşılmaz. Benzer
bir başka örnek The
Blue Angefdeki Profesör Unrath'dır.
Bu yolla oyuncunun rolü yalnızca görünmesine indirgenebi
lir. Oyuncu "ifadeci" oyunculuğu bir kenara bırakmasına rağ
men, zihinsel duruml;ırı yaptığı şeylerle de ifade edebilir. De
Mille'nin
Chicago
filmi sansasyonel bir davanın görüldüğü bir
mahkeme salonunda halkın oturduğu sualann çekimlerini içe
rir. Faltaşı gibi açılmış gözleriyle dalmış bir halde davayı izle
yen bir sıra dolusu kızın omuz çekimi görülür; kızlar aynı za
manda sakız çiğDemektedirler ve ağızlan bir makina gibi ça
lışmaktadır. Sonra davada heyecanlı bir an gelir ve kızlar omuz
çekimiyle tekrar gösterilir, zihinsel durumlarını -heyecanlarını
gösterir bir biçimde sanki emredilmiş gibi hepsi bir anda sakız
çiğnerneyi bırakırlar, nefeslerini tutarlar. Heyecan yalnızca yüz
ifadesiyle de gösterilebilirdi, ancak zihinsel durumun böyle öz
gün bir aksiyon öğesiyle gösterilmesi daha caziptir. B ir noktaya
dikilmiş gözler ve inip kalkan göğüsler yüzlerce defa görül
müştür ve artıK izleyicinin "heyecan"ı gerçekten anlamasını
sağlayamazlar. Fakat bu dolaylı yöntem öyle yenidir ki zihinsel
sürecin çok açık olmasına yardmı eder. Etkileyicidir; çünkü
görülen olay ile görülemeyen duygu arasındaki bağlantı yalnız
ca kavramsal ve temasal olmakla kalmaz, aynca ikisi arasındaki
uı
RUDOLF ARNHElM
yapısal bir benzerlikten yararlanır. Görsel olay -düzenli ritmik
bir hareketin birden durması- zihinsel sürecin en belirgin ka
rakteristik özelliğini taşır: kızların mahkemeyi izlerken ki sakin
ilgilerinin birden bölünmesi. Aynca bu durum görsel alana çok
akıllıca taşınmıştır.
Böylece oyuncunun zihinsel durumunu yansıtan dışsal bir
olay, küçücük bir eylem keşfedilmiştir. The Wonıan in the
Moon filminde Willy Fritsch'in telefon ederken masasındaki
vazoda duran çiçeklerin başlarını kesmesi ne kadar sıkıntılı ol
duğunu yüz ifadesinden daha açık gösterir. Ayrıca bu (basit
olınasına rağmen) gerçek bir sinema malzemesidir; çünkü bu
eylem, görülebilen bir eylemdir. Feyder'in Les Nouveaux
Messieurs filminde yaşlı kontun dansçı arkadaşına Bakan
Gaillac'ın yabancı bir ülkedeki bir göreve atandığını söylediği
bir sahne vardır. Gaillac Suzanne'nin gizli sevgilisidir. Bu yüz
den habere çok üzülür ama kendisini tutmalı ve hiçbir şey belli
etmemelidir. Böyle b ir şey nasıl yapılır? Suzanne v e Kont çay
içmektedirler. Kont haberi kıza tam çay doldururken söyler.
Kız hiç istifıni bozmadan, kibarca, "Öyle mi?_", der. Ama elleri
titrer ve çayı tabağa döker. Suzanne'nin duygularını yüzüyle
ifade etmenin hiçbir yolu yoktur, çünkü sahnenin anlamı duy
gularını bastırmak zorunda olıhasında yatar. Öyle olsa da, güç
lüğün " fılmsel" bir yolla üstesinden gelmeyi beceremeyecek
daha az yetenekli bir yönetmen, kızın yaşadığı şoku belli etme
sine izin vermekten çckinmczdi: Kız irkilir, başka yöne döner,
ürkek ürkek etrafa bakar ve hiçbir şey anlamamış gibi davranan
kontu öylece bırakıp giderdi. Buna karşılık Jacques Feyder i
nandırıcılığı bozmadan kendisine Suzanne'nin bastırmaya ça
lıştığı tepkilerini ve aynı zamanda gerçek duygularını göstenne
olanağı veren küçük bir epizot sunar. Böyle örnekler iyi bir film
çalışmasının nasıl olması gerektiğini en iyi şekilde gösterir.
Bu konuda Greta Garbo'nun ünlü aşk sahnesi, Flesh and
122
SANAT OLARAK SİNEMA
Devi/ tilmindeki sigara sahnesi de anılabilir. Greta Garbo bir
partide genç subay John G ilbcrt'le tanışmıştır. Kendilerinden
geçmiş bir halde birbirlerinin gözlerinin içine bakarak dans et
mektedirler; ama dışarıdan her şey çok normal görünmektedir,
birbirine karşı kayıtsız olmayan iki insan da aynısını yapar. He
nüz hiçbir şey bildirilmemiştir, yalnızca neler olabileceğini
gösteren küçük bir pırıltı vardır. . . Bahçeye çıkarlar, kız dudak
larının arasına bir sigara ahr, adam bir kibrit yakar, ama kadın
sigarasını yakacağı yerde belli belirsiz bir geriye çekilme hare
keti yapar, alev ikisinin de yüzlerini aydınlatır, birbirlerine ba
karlar. Bu sosyal ritüelin birden keyfi bir kesintiye uğraması
tutumlarındaki değişikliği, duyguların açık bir davranışla göste
rilmesinden daha iyi gösterir; bu yeterl idir. Ş imdi farklı bir şey
olacaktır.
Sinemada
cansız nesneler ruhsal dunımları göstennekte
oyuncular kadar faydalıdır. Kırık bir pencere camı titreyen
bir ağız kadar, bir sigara izmariti yığını parmakların sinirli
sinirli masaya vurulması kadar anlamlı olabilir. Bir kez daha
-sinemanın karakteristik özelliği olan- insanın bir sürü nesne
den biri olarak sınıflandırılması sade bir şekilde açıklanır. İ nsan
uğraşlarının izleri cansız nesneler üzerinde de vücudun kendi
sinde olduğu kadar görülebilirdir.
Anlam ve Buluş
Sessiz tilmin hiçbir düşünce iletmediği, zaten aslında ilct
mesinin olanaklı olmadığı çünkü dilin çok küçük bir rol oyna
dığı sık sık söylenir. Eğer düşünce i le soyut anlarnda düşünceyi
kast ediyorsak, doğrusu film onları sağlayamaz. Ancak bu tür
zihinsel içerik edebiyatta bile çok büyük rol oynamaz -söz sa
/
natları bu konuda üstün değildir. Edebiyatta dil genellikle yal
nızca somut olayları betiınlemek için kullanılır. Ö yküdeki ka
rakterlerin ne düşündüğünü ve ne yaptığını, çevrenin neye ben-
123
RUDOLF ARNHElM
zediğini betimlemek için kullanılır; eğer insanlar konuşuyorlar
sa, konuşmalan genel olarak somut meselelerin çevresinde dö
ner. Dilin soyut düşünceler, anlatımlar için değil betimlemeler
için kullanıldığı edebiyat kötü edebiyat değildir. Öyleyse bu
konuda edebiyat ve sinema arasında temel bir ayrım yoktur.
Edebiyat betimlemek için sözleri, sinema görüntüleri kullanır.
İki araçta da yol gösterici düşünceler soyut biçimde değil, so
mut epizotlarla kaplanarak verilir.
Sinemanın derinliksiz olmasının gerekınediği bir çok başya
pıtla kanıtlanmıştır. Chaplin'in The Gold Rush filmi unutulmaz
örnekler içerir. Charlie'nin aç kalmış bir maden arayıcısı olarak
pis ve yağlı botlarını pişirip yediği bir sahne vardır. Zarifçe ve
mükemmel bir sofra adabıyla sıra dışı yemeğini dilimler -üst
kısmı kaldırır, böylece üzerinde kalan çivilerle birlikte taban eti
/
sıyrılmış bir balık kılçığı gibi kalır; çivileri sanki tavuk kemi
ğiynıişler gibi dikkatlice emer ve bağcıkları çatala spagetti gibi
dolar.
Bu sahnede zengin ve fakir arasındaki fark öz�n. dikkat
çekici ve çarpıcı bir tarzda eşsiz bir biçimde sembolize edil
miştir. Sık sık yapıldığı gibi, yoksul bir adamın fakir yemeğiy
le, zengin bir adamın bol yiyecekleri yan yana gösterilerek ayru
karşıtlık yaratılabilirdi. Ne var ki, bunun gibi doğrudan soyut
olandan alınan bir etki sıradandır, özgün değildir ve bu nedenle
çekiciliğini kaybeder ve sanatsal olarak değersizdir.
Eğer The Gold Rush fılınindeki sahne pişmiş botu kurt gibi
yiyen aç bir adamdan başka bir şey göstermeseydi, bu sahne
yoksulluğun grotesk bir karİkatüründen fazla bir şey olmazdı.
S ahnenin üstünlüğü ve etkisi, sefaleti anlatırken aynı anda zen
ginliği de bu yemeğin zengin bir adarnın yemeğine olan özgün
ve görsel açıdan dikkat çekici benzerliğiyle aniatmasına bağlı
dır.
124
SANAT OLARAK SİNEMA
Bot artıklan
=
balık artıklan
Çiviler = tavuk kemik.leri
Bağcıklar
=
spagetti
Chaplin, nesnel olarak farklı şeylerin biçimsel benzerliğini
göstererek karşıtlığı izleyicinin gözleri için tamamen netleştir
miştir. Ayrıca buluşun sanatsallığı, "iyi yaşama karşı açlık" gibi
doğal ve son derece insani bir temanın gerçekten filmsel olan
nesnel araçlarla resim gibi sunulmuş olmasında yatar. Nesnele
rin şekillerinin böyle çağnştınlmasından daha görsel başka hiç
bir şey düşünülemez.
Berbat yemeği sanki seçme bir balıkmış gibi düşünerek, ye
rinde ve zarif bir tavırla ylyerek Chaplin yalnızca· yoksulluğu
göstermez, (deyim yerindeyse) yoksulluğu zenginliğin bir alt
derecesi ve iyi yaşamın çarpıtılması olarak gösterir. Ve bu iliş
kiyi kurarak sefaletin daha sefil görünmesini sağlar -çünkü kü
çük, büyük yüzünden küçük; siyah, beyaz yüzünden siyahtır.
Genel olarak, Charlie Chaplin'i ayıran yalnızca perişan bir
serseri olmaması, zenginlik bakış açısından gösterilen yokstı 1
bir insan olmasıdır. Şık melon şapkası, smokini andıran ceketi,
iki dirhem bir çekirdek hastonu ve bıyığı ile yoksulluğu servet
sizlik olarak tanımlar. Bu alakasız "perişanlık"tan çok daha
dikkat çekicidir.
The Go/d Rush filminde bot yemeğiyle aynı prensipten yola
çıkılarak bulunmuş olan bir başka sahne de iriyarı altın maden
cisinin, açlıktan yarı çıldırarak, arkadaşı Charlie'yi bir tavuk
olarak
gördüğü
ve
yakalayıp
yemeye
çalıştığı
sahnedir.
Charlie'nin çaresiz el-kol hareketleri kanat çırpmasına dönüşür
ve ocağa eğildiğinde tavuk su içmeye eğilmiş gibi görünür.
Yemeğe duyulan şiddetli arzunun doruk noktası, insanın insana
vahşi elini sürdüğü, arkadaşın vücudunun yenebilir bir ete dö
nüştüğü an -insanın zihninin derinlerinde yatan düşünce- bu kez
arkadaşın ve besili bir tavuğun görünüşlerindeki umulmadık
125
RUDOLF ARNHEfM
benzerlikle resim gibi gösterilir. Dramatik çelişkiyi anlatan,
aslında yine karşıt şeylerin görsel benzerliğidir.
The Gold Rush fi lminden bir örnek daha: Charlie arzularının
doruğuna ulaşmıştır -taptığı kızla dans etmektedir. Ama panto
lonu düşmektedir, bir ip yakalar ve beline bağlar. İpin diğer
ucunda bir köpek bağlıdır ve dansa o da katılmak zorun kalır.
Böylece, mutluluğu ve başarıyı yakaladığında bile kötü talihin
safrasının her zaman ona bağlı olduğu anlatılır.
Chaplin'in
A Woman of Paris filminden iki örnek: Bir kız
diğerine heyecan verici bir haber götürür, sevgilisi kıza sadık
değildir. Arkadaş masaj yaptırmaktadır ve iki kız heyecanla
konuyu tartışırken masörün duygusuz ve etkilenmemiş bir bi
çimde işini sürdürdüğü görülür; bir saatin sarkacı kadar sakin,
elleriyle aynı anda öne arkaya sallanır; hiçbir ilgi göstermeden
tamamen mekanik bir şekilde tartışan kızlardan önce birine
sonra diğerine bakıp durur. Yalnızca yüz i fadesiyle değil, so
ğukkanlı öne arkaya hareketiyle de anlatılan bu robot gibi ka
yıtsızlık iki ana figürün alt üst olmuşluğunu daha çok vurgular.
Bazı kişiler ümitsi z olsa bile dünyanın .sessiz ve engellcnemez
dönüşü, bu olayla çok dikkat çekici bir biçimde sembolize e
dilmiştir.
Farkl ı anlatılmış olsa da benzer bir tema Pudovkin'in
En.d
The
of St. Petersburg filminde de vardır. İki köylü kente git
mektedir. Bu onların son ümididir -yiyecek hiçbir şeyleri kal
mamıştır. Sessiz bir çaresizlik içinde rüzgara karşı mücadele
ederek tarlalardan geçerler. Sonra bir yel değirmeni gösterilir,
kanatları sakin ve kayıtsız bir biçimde dönmektedir. Pudovkin
köylüleri gösterirken bu görüntüyü bir kaç kez aniden gösterir
yel değirmeni durmaksızın d
qn en dünyayı
t_
sembolize eder ve
bir karşıtlık örneği olarak dramati_ eyleme hizmet eder.
A Woman of Paris filminin son sahnesi: Adam ve kadın,
Adolphe Menjou ve Edna Purvianee, aynlmıştır. Kadın şimdi
126
SANAT OLARAK SiNEMA
bir köyde yaşamaktadır. Bir gün yolda, eski sevgilisi iyi bir a
rabanın içinde karşı yönden gelirken, o içinde öğrencilerinin
o lduğu bir at arabasını sürmektedir. Sürücüleri birbirini tanı
maksızın araçlar geçer, otomobil uzaklaşarak gözden kaybolur -
bu tilmin sonudur. Burada da soyut gerçek, gerçekl iği bozma
dan somut biçimle yer değiştirmiştir: iki yaşamın ç izgi leri kesi
şir ve ayrılır. Ama bunu göstermek için seçilen somut epizot
sıradan ya da klişe değildir, çok özgündür; yerinde iki şeyin üst
üste bindirilmesi -yaşam çizgisi ve köy yolu- dalıice ve etkile
yicidir.
Eğer Chaplin'in gelişimi incelenirse onun gülünç buluşların
daki insani niteliğİn gittikçe derinleştiği görülür. Aynı - dönem
sanatçıların yapıtlarından güçlükle ayırt edilebilecek ilk iki
makaraları yalnızca çok az ciddi temeli olan ya da hiç olmayan
katıksız şakalar içerir. Onlar da dalıice ve şaşırtıcıdır, ama derin
üzüntüyü gösteren jestlerin gözleri sulandırdığı
The Go/d Rush
gib i filmlerle kıyaslanamaz.
İlk kısa filmlerde bile buluşlar çok farklı nesneler arasında
yaratı lan şaşırtıcı çağrışınılara dayanır. Charlie bir tefeci çırağı
olarak bir müşterinin getirdiği çalar saati sanki bir doktor hasta
sını muayene ediyormuş gibi inceler. Kulaklarına bir stetoskop
takar ve saatin tik-taklarını dinler (kalp atışı-saat mekanizması),
sonra çok dik kat l i ve cidd i bir yüzle saate bir çekiçle vurur, bir
konservc açacağıyla arkasını
çıkarır (konserve-çalar saat),
çarkları bir cımbızla dışarı çıkarır ve sonuçta ufak tefek parça
lardan oluşan yığını, saatin işine yaramayacağını söyleyerek
üzgün sahibinin şapkasının içine fırlatır. Bu sahne çok komik
tir, ama temelde aydınlatıcı değildir; tabii bir eleştirmenin yap
tığı gibi, psikanaliz açısından şaşırtıcı paralellikler bulunduğu
nu iddia etmezsck. Biçim ya da işievin şaşırtıcı benzerliği kul
lanılmıştır, ama bağlanan şeyler arasında özünde hiçbir bağlantı
yoktur -bir konserve ile çalar saati, kalp atışı ile bir saatin tik127
RUDOLF ARNHElM
taklannı eşit sayma fikrinde hiçbir derin anlam yoktur. Nesnel
olarak birbirinden bu kadar uzakta olan şeylerin bu kadar ustaca
bir araya getirilmesi, bu "gülüt"ün bütün anlaırudır.
Nesnel olarak tamamen bağlanbsız olan şeylerin şaşırtıcı bi
çimsel benzerliklerini gösterme ilkesi diğer sanat dallarında da
sıkça kullanılır. Uyağın ve aliterasyonun estetik çekiciliği, an
lamları aynı olmayan sözcüklerin biçimsel benzerliklerine ya
pılan vurguya bağlıdır. (Böyle bir açıklamayla uyak ve aliteras
yonu aynı estetik prensipten elde etmek mümkün olabilir.) Ro
mancılar aynı yöntemi anlamlı epizotlar bularak kullanırlar.
M üzikte de benzer bir şey olduğuna şüphe yoktur. Bu bağlan
tı ları daha yakından incelemek ilginç olurdu.
Diğer yandan bu, yaratıcı düşünmeyle de bağlantılıdır. Bir
nesnenin ya da epizotun işievindeki ani değişikliklere komik
filmlerde olduğu kadar düşünce süreçlerinde de rastlanır ve
bun lar da şakalar kadar sıktır. Örneğin: Charlie Chaplin bir po
listir. İri yarı bir gangster küçük adamı korkutmak için bir fene
ri sanki tel parçasıymış gibi büker. Charlie feneri kavrar ve cam
muhafaza gangsterin kafasına geçene dek aşağı iter -gaz muha
fazanın içine dökülür ve gangster "güçlü" gaz sayesinde alt e
dil ir. Gaz fenerinin işlevi · böylece yeniden şekillendirilmiştir.
Başta psikolojik olarak karakter yalnızca sağlam bir direğin
psikolojik karakteridir, birinin gücünü kanıtlamak için büküle
bilen bir şey. Yalnızca lamba gömleği için bir koruma olan mu
hafaza birden ve şaşırtıcı bir biçimde kafa için bir kutuya dö
nüştürülür. Şimdiye dek aydınlatma için kullanılan gaz birden
bir silaha dönüştürülür ve temelde bir güç denemesinin sonu
cundan başka bir şey olmayan bükülmüş fener direği bir ada
mın gazla anestezisinin tıbbi prosedüründe baş vurulması gere
ken bir nesne olur.
Birinin aklına iyi bir fikir geldiğinde veya birden bir şeyi
anlarlığında sık sık aynı süreç gerçekleşir. Psikolog Köhler bu128
SANAT OL ARAK SİNEMA
nu hayvan psikolojisine ilişkin deneyleriyle göstermiştir: Örne
ğin, şempanzeler kafeslerinde yerde duran tahta sandıkJarın,
kafesin tepesinde asılı duran meyveye ulaşmaianna yardım e
decek bir yapı dikmek için kullanılabileceğini birden anlarlar.
Burada da bir nesne işlevini beklenmedik bir biçimde değiştirir.
(bak. Max Wertheimer'in üretken düşünme üzerine çalışması.)
Son olarak aldatılan kocanın yatak odası dolabında bulduğu
çıplak adam orada ne aradığına il işkin soruyu ünlü sözlerle ce
vaplar: "Bana inanmayacaksınız ama otobüs bekliyorum! " : Bir
epizot ("bir adam beklemektedir") birden ve umulmadık bir bi
çimde yeniden şekillendirilir. B ir şakada, komik fi lmlerde ol
duğu gibi, özellikle yüzeysel olarak ·benzer iki durum arasında
anlamlı bir bağlantı olmadığı için etkinin eğlendirici olması b ir
yana, "iyi fikir"de (maymunların fikri gibi) yeniden şekillen
dirme başarı ve bilgi lenmeye yol açar.
Chaplin buluşlan tamamen "filmsel"dir ama yalnızca filmde
kullanılmaz. Örneğin, palyaço Grock'un müzikholdeki gösteri
sinde, bir Chaplin filminde de uygunsuz kaçmayacak görüntü
ler vardır. Bunlar, Grock'un bir piyanonun yukarı kaldırdığı
kapağını bir kaydırak olarak kul lanmasında olduğu gibi tama
men optik ilkelere dayanır. Burada da açıkça bir yeniden şekil
lendim1e söz konusu: Kuyruklu piyanonun üzerinde eğik duran
kapaktan küçük bir yokuş yapılır -aslında bir parçanın lüzum
suzluğunun ortadan kaldırılmasından başka bir şey yapılmaz.
Kapağın tamamen rastlantısal ve işlevsiz eğik pozisyonu yararlı
bir nitelik kazanır. Chaplin'in pantomin1 numaraları yalnızca
filme değil ayrıca tiyatro sahnesine de uygundur (Chaplin'in
kariyeri müzikbol sahnelerinde başlamıştır); çünkü eski Ameri
kan komedi filmleri, kameranın ve montaj ın "keşfi"nden önceki
film stillerini temsil eder. Bu eski filmlerde, kamera ve montaj
yalnızca teknik kayıt araçları olarak hizmet ederler ve bu ne
denle ikincildirler.
129
RUDOLF ARNiffiiM
Eisenstein'ın
The General Line filminde bir traktör bir arazi
yi çok sayıda küçük parçalan ayıran çitlere çarpıp yıkarken gö
rülür. Bu sahnede modern tarımın simgesi olan traktörün ortak
lığı zorunlu kıldığını sembolik olarak göstermek amaçlanmıştır.
Oysa bu fikir yüksek derecede sanatsal değildir; çünkü gösteri
len epizot gerçekleşmesinin olanaklı olup olmadığına bakmak
sızın, soyut bir düşünceden somut bir sahne yaratmaktadır.
"Doğalcı" bir filmde sembolik bir sahne öyle planlanmalıdır ki
yalnızca ima edilen anlamı anlaşılır bir tarzda görülebilir yap
makla kalmamalı, aynca olaylar dizisine ve filmde anlatılan
dünyaya da muntazam bir biçimde uymalıdır. Çünkü şaşırtıcı
ve dikkat çekici etki en başta birbirinden bağımsız ve kendine
özgü anlamlarla yüklü iki temanın benzerlikleri açığa çıkarıla
rak üreti lir. Eisenstein'm örneğinde iki temadan biri (somut o
lan) diğerine (sembolize edilen düşünceye) feda edilir ve ben
zerlik yapay olarak başarılır. Çitleri yıkmak için traktörün kul
lanılmasında uyduruk bir şey vardır. Bu sahne Errrıler'in The
Fragment of an Empire filimini anımsatır: Bir tank dehşete
düşmüş bir askerin bağlı olduğu çarmıhın hızla üstüne gider.
Bu sahne gerçekmiş rolüne soyunmadığı için, yüzeysel olduğu
gerekçesiyle eleştirilemez.
Diğer yandan, aynı Eiserıstein filminde bürokratik bir Sov
yet memuru mürekkep hokkasını süsleyen porselen Lenin başı
nın üzerinde dolma kalemini temizlerken yaratılan etki mü
kemmeldir. Burada altta yatan düşünce -"bürokratlar devrim
idealini lekeler"- olayların doğal akışıyla çatışmadan somutlaş
tınlmıştır. Devrimin en bilinen sembolü -Lenin- memurla, uy
duruk olmayan bir tarzda aynı görüntüye ve olaya taşınır ve
lekcleme somut olayda doğal olarak nedenlenmiştir.
.. A
Woman of Paris'te buna karşıt bir sahne vardır : Düzenli
evlilik yaşamının ve çocukların özlemini duyduğu için bir kız
sevgilisine kendisiyle evlenmesi için yalvarmaktadır. Sevgili bu
130
SANAT OLARAK SİNEMA
sıkıcı tartışmaya bir nokta koymak için pencereye doğru gider
ve dışarıya bakar. Yaramaz çocuklan tarafından kızdınlmış ve
bitkin düşürülmüş şişman bir kadın görür; gülümseyerek kızı
pencereye doğru çeker ve dışardaki grubu gösterir. Eğlendinci
olsa da bu ustaca bir buluş değildir; çünkü somutlaştırılarak
sahneye taşınması gereken soyut düşünce ("evliliğin sakıncala
n")
fazla açıkça. ortaya sürülmüştür. Şişman kadının olay örgü
süyle hiç bir ilişkisi yoktur, ortaya çıkışı tamamen semboliktir
ve esasında nedeni olmayan bir rastlantıdır yalnızca. Böyle
rastlantılann sanat yapıtında yeri yoktur.
Buluşlar yalnızca soyut düşünceleri filmde ifade etmek için
kullanılmazlar. Genellikle ustaca araçlatın yalnızca anlatının
gerçekiere dayanan bölümünü yerinde ve etkileyici bir biçimde
göstermesi amaçlanır. Örneğin: B ir kız yok etmek istediği bir
bebeğe sahiptir. Görüntü anneyi önce bir evin ön kapısının ö
nünde dururken gösterir (böylece kapı az ya da çok gizlenir);
kapı açılır; şişman bir kadın ziyaretçiyi içeri alır; kapı kapanın
ca bir isim levhası görülür: "Bayan Jones. Ebe." Bu çok parlak
bir buluş değildir; fakat yalnızca gösterilen epizottan anlaşıla
mayacak şeylerin anlaşılır yapılması yöntemine ilişkin bir fikir
verir. Kızın görmeye gittiği kadın kimdir? İsim levhası bunu
anlatının akışı sırasında doğal bir yolla ortaya koyar. Epizot
sona erip kapı yeniden kapanana dek açıklamanın verilmesin
den doğan gerilim zekicedir.
Son olarak, film sahnesinin salt anlatının ötesine geçen an
la mının , her zaman soyut olarak biçimlendirilebilir bir düşünce
olması gerekmez.
The General Line
filminde köylü kadın şiş
man zengin köylüye gelir ve dileklerini sunar. Zengin köylü
sedirinde doğrulur, bir kepçeyi yukarı kaldım, kocaman kase
sinden dolu bir kepçe panç alır, onu içer, sonra konuşur, ricayı
redderler ve yeniden tembelce minderine gömülür. O geriye
yaslanırken, benzer kaykılma hareketiyle kaseye geri inen kep-
131
RUDOLF ARNHElM
çenin omuz çekimi gösterilir. Burada çizilen paralellik soyut bir
düşünce sunmaz. Deyim yerindeyse- ana eylemin görsel özü,
farklı bir materyalle bir çeşit mecazi yankı gibi tekrarlanır ve
böylec� ö.ze\1 i� le dikkat çekici yapılır.
4
KUSURSUZ FiLM
Sinemanın teknik açıdan gelişimi, çok geçmeden doğanın
mekanik yeniden üretimini en uç noktaya taşıyacaktır. Filme
sesin eklenmesi bu yönde açıkça atılan ilk adımdı. Sesli filmin
ortaya çıkması, en iyi sinema sanatçılarının izledikleri yolda yer
almayan teknik bir yeniliğin dayatılması olarak görülmelidir.
Onlar, anlaşılır ve katıksız bir sessiz film biçemi bulmaya ça
Jışmakla ıncşguldüler; onun kısıtlayıcı özelliklerini, bir kutudan
görü lı:n k üçiik resimleri (peep show) sanata dönüştürmek için
kullandı br. Sesli fılmin ortaya çıkışı, yönetmenlerin, mümkün
olan en üst derecede (kelimenin en yüzeysel anlamıyla) "doğal
lık" yönündeki sanatla ilgisi olmayan talebi karşılamak için
kÜllandıkları pek çok formu paramparça etti. Sesl i film yalnızca
yıkıcı değildir, tamamen şans eseri kendine -Özgü sanatsal ola
naklar da sunar. Sanat severlerin büyük bölümü sadece bu
rastlantı sebebiyle yapımcıların gittikleri yoldaki çukurları hala
fark etmezler. Sinemanın da, balmumu müzesindeki kusursuz
modellerin yaratıcı sanata karşı kazandığı zafere doğru gittiğini
anlamazlar.
Tam iyi ürünler verıneye başlamışken sessiz tilmin gelişimi
belki sonsuza dek durduruldu; yine de geride bir kaç tane olgun
film kaldı. Kuşkusuz, gelecekte "ilerleme" daha h ızlı olacaktır.
Renkli filmler ve stereoskopik filmler ortaya çıkacak; sesli fıl
ınin sanatsal olanakları gelişiminin çok erken bir aşamasında
bastırılacaktır.
Teknik açıdan mükeınmelliğc ulaştığında renkli tilmin su
nacak neyi vardır? Siyah-beyaz filmi terk ederek sanatsal açıdan
132
SANAT OLARAK SİNEMA
ne kaybedeceğimizi biliyoruz. Renkli film aynı kompozisyonal ke
sinliği, aynı şekilde "gerçeklik"ten bağımsız kalmayı başarmarmza
olanak verecek mi?
Resmin başyapıtları rengin siyah-beyazdan daha geniş ola
naklar sağladığını; aynı zamanda çok incelikli ve özgün bi
çemlere fırsat verdiğini kanıtlar. Fakat resim ve renkli film kı
yaslanabilir mi? Ressamın eli doğayı betimlerken biçim ve
renkle tamamen özgürken, film fızi.ksel gerçeklikteki renk ton
lannı mekanik olarak kaydetmek zorundadır. Akromatik fotoğ
rafçılıkta her şeyin grinin taniarına indirgenmesi, doğadan ye
terince bağımsız ve ondan ayrılan bir sanat aracı ortaya çıkardı.
Renkli filmde, gerçeklikteki renklerin yerine ·niteliksel olarak
farklı renklerin geçirilmesi pek olası değildir. Kuşkusuz, tek tek
renkler dışarıda bırakılabilir; örneğin, tüm maviler çıkarılabilir
ya da tam tersi yapılarak mavi dışındaki tüm renkler çıkarılabi
lir. Ayrıca bir ya da daha çok renk tonunu niteliksel olarak de
ğiştirmek (örneğin, tüm kırmızılan oranjın taniarına dönüştür
mek ya da tüm sanları yeşilimsi yapmak) ya da tüm renklerin
yerini bir başkasıyla değiştirmek (tüm kırmızıları maviye, tüm
mavileri kırmızıya dönüştürmek) de mümkündür. Ancak tüm
bunlar sadece gerçekliğin değiştirilmesi, biçimsel bir araç ola
rak yararlılığı kuşkulu mekanik değişimlerdir. Dolayısıyla geri
ye sadece görüntülenecek şeyi ustaca seçerek renklere egemen
olma olanağı kalır. Özellikle renkli görüntülerin montajında her
türlü prosedür akla uygundur. Ancak, sinemanın karakteristik
bir özelliği olan kameranın biçimleyici niteliklerinin bu yolla
daha da kısıtlanacağını ve yapıtın sanatsal yanının kameranın
önüne ne koyulduğuna ya da önünde ne canlandırıldığına yo
ğunlaşacağını gözden kaçırmamak gerekir. Böylece karnera
gittikçe salt mekanik bir kayıt aracı yerine koyulur.
Hepsi bir yana, üçboyutlu film ve büyük perdenin bizlere
sunulmak üzere olduğunu düşünürsek, renkli fılmin sanatsal
133
RUDOLF ARNHElM
potansiyelleri üzerine spekülasyon yapmak pek gerçekçi değil
dir. Üçboyutlu film ve büyük perde yönündeki çabalar sür
mektedir. Bunlar sayesinde gerçeklik yanılsaması o derece artı
nimıştır ki, teknik olarak uygulanabilir olsalar bile, izleyici sa
natlı renk etkilerini değerlendiremeyecektir. Perdede renklerin
sanatlı ve uyumlu bir şekilde sunulmasının, nesnelerin dikkatli
seçilmesi ve düzenlenmesi sayesinde mümkün olması akla uy
gundur. Ancak eğer film görüntüsü stereostopik olursa artık
perdenin sınırlan içinde düzlemsel bir yüzey olmaz ve dolayı
sıyla bu yüzeyin kompozisyonu olamaz; geriye yalnızca tiyatro
sahnesinde de olanaklı olan etkiler kalacaktır. Boyutları büyü
tülmüş perde ikiboyutlu veya üçboyutlu her hangi bir kompo
zisyonu daha az ilginç kılacaktır. Ayrıca gerçeklik yanılsaması
böylesine güçlendirilirse, montaj ve değişen kamera açılan gibi
biçimleyici yöntemler kullanılmaz olacaktır. Gerçeklik yanıl
saması çok güçlüyse, montaj ın farklı zaman ve mekanların yı
ğılması gibi görüneceği açıktır. O zaman kameranın konumun
daki bir değişikliğin görüntü alanındaki gerçek bir yer değiş
tirme gibi duyumsanacağı da açıktır. Kamera hareketsiz bir ka
yıt makinası olmak zorunda kalacak, film şeridinde yapılan her
kesme gerçekliğin bozulması olacaktır. Olaylar sabit kamerayla
tam uzunluklarında çekilmek ve olduklan gibi gösterilmek zo
runda kalacaklardır. Sinemanın sanatsal olanaklan tiyatronun
kilerle aynı olacaktır. Sinema artık ayn bir sanat dalı olarak ka
bul edilemeyecektir. İ lk ortaya çıkışının da gerisine atılacaktır;
çünkü sinema sabit kamera ve kesilmemiş şeritle işe başlamıştı.
Tek fark, o zaman beklentiler varken, şimdi dört gözle beklene
cek bir şey kalmayacak olmasıdır.
Bu merak uyandıncı gelişme bir dereceye kadar, şimdiye
dek görsel sanatiann tüm tarihine nüfuz etmiş olan doğaya ben
zeme çabalannın doruk noktasını belirtir. İnsanlan doğaya sa
dık görüntüler yaratmaya iten çaba, nesneleri yeniden yaratarak
134
SANAT OLARAK SİNEMA
onlan denetim altına alma ilkel arzusundan kaynaklanır. Taklit
etme, insanlara özel deneyimlerle başa çıkma fırsatı verir; kur
tuluş sağlar ve dünyayla kendisi arasında bir çeşit karşılıklılık
yaratır. İnsan eliyle olağanüstü derecede gerçek nesneye benze
yen bir görüntü yaratılmış olduğu için, doğaya bağlı bir yeniden
üretim aynı zamanda büyük heyecan yaratır. Yine de çeşitli
karşı eğilimler -bunlann bazılar tamamen algısaldır- mekanik
bir biçimde gerçeğe sadık taklitlerin yüzlerce yıl önce başarıl
masını engellemiştir. Çok seyrek rastlanan istisnaları bir yana
bırakırsak, bu tehlikeli amaca ulaşmakta yalnızca bizim modem
çağunız başarılı olmuştur. Gerçekte, sadece kopyalamakla ye
tinmeyip, yaratmak, yorumlamak, biçimlendirmek yönündeki
sanatsal dürtü her zaman olmuştur. Oysa estetik kuramın bu tür
etkinlikleri çoğunlukla onaylarnarlığını söyleyebiliriz. Leonarda
da Vinci gibi sanatçılar için bile teoride doğaya mümkün oldu
ğunca sadık olma isteği doğaldı; Plato'nun sanatçılan fiziksel
nesnelerin yeniden üretimlerinden başka hiçbir şey yapma
makla suçlaması ise genel tutumdan uzaktır.
Günümüzde bazı sanatçılar bu öğretiyi bağırlarına basarlar
ve sıradan halk bunu daha da ileriye götürür. Yaratıcısının yal
nızca uygulamada değil zihinsel olarak da bu ilkeden ayrıldığı
nı gösteren yapıtlar, resim ve heykelde ancak son yıllarda orta
ya çıkmıştır. Bir kişi sanatçının doğayı taklit etmesi gerektiğini
düşünüyorsa, Van Gogh gibi resim yapar, kesinlikle Paul Klee
gibi değil. Modern sanatın güçlü ve yaygın bir biçimde reddinin
tamamen doğaya sadık olmadığı iddiasıyla desteklendiğini bili
yoruz. Sinemanın gelişimi bu idealin bala ne kadar güçlü oldu
ğunu açıkça gösterir.
Fotoğrafçılık ve ondan doğan sinema, doğaya öylesine yakın
sanat araçlarıdır ki sıradan halk onların, çizme ve boyama gibi
eski moda ve kusurlu taklit etme tekniklerine üstün olduklarını
düşünür. Ekonomik nedenlerle sinema sıradan halka başka bir
135
RUDOLF ARNHElM
sanat dalından daha fazla bağımlıdır; halkın "sanatsal" tercihleri
daima üstün gelir. Arada bazı iyi nitelikli yapıtlar kaçınlabilir
ama bu sinema sanatının temel kusurlarını telafi etmez. Kusur
suz film, tam yanılsama konusundaki asırlık çabalamanın ama
cına ulaşmasıdır. İkiboyutlu görüntüyü mümkün olduğunca
maddi modeline benzetme girişimi başarıya ulaşır; orjinal ve
kopya neredeyse ayırt edilemez olur. Böylece, model ve kopya
arasındaki farka dayanan biçimleyici olanaklann tümü hertaraf
edilir; özel form adına sanata sadece orij inal olanın doğasında
bulunan şey bırakılır.
H. Baer Kurısb/att'daki dikkat çekici kısa makalesinde,
renkli tilmin grafik sanatlarda zaten bulunan eğilimlerin başa
rılmasını temsil ettiğini belirtir:
"Fotoğrafçılığın da bir dalı olduğu grafik sanatlar her zaman
rengin peşinden gitmiştir. En eski ağaç baskılar, blok kitaplar
elde boyanarak tamamlandı. Daha sonra, s iyah-beyaza ikinci
bir renkli levha eklendi -Dürer'in 'Ulrich Vambühler'in portre
sinde olduğu gibi. Burgmair tarafından yapılmış, siyah, gümüş
ve altın renklerinde zırhı içinde görkeml-i bir şövalye resmi var
dır. On sekizinci yüzyılda asitic oyulmuş çok renkli resimler
üretildi. On dokuzuncu yüzyılda Daumier ve Gavarni'nin taş
baskıları seri olarak renklendirildi . . . Renk göz açısından çekici
liği arttırarak grafik sanatlan istila etti . Uygarlaşmamış insan
kesinlikle siyah-beyazla tatmin olmadı. Çocuklar, köylüler ve
ilkel insanlar en üst derecede parlak renkler talep ettiler. Sine
ma perdesinin önünde toplananlar büyük kentlerde yaşayarı il
kellerdir. Bu nedenle sinema parlak renkleri yardıma çağırır.
Bu yeni bir uyancıdır. "
Sessiz film, sesli film ve renkli sesli fılmin onunla birlikte
var olmasına olanak tanınırsa, "kusursuz" tilmin bir felaket ol
ması gerekmez aslında. Tiyatroya bir alternatif olduğu için "ku
sursuz" filme karşı çıkılmaz; iyi yapıtların, ayrıca operalann,
136
SANAT OLARAK SİNEMA
müzikal komedilerin, balelerin, dansların aslına uygun gösteri
lerini uzak yerlere taşımaya yardımcı olabilir. Aynca, onun
varlığının diğer -gerçek- film formlarının üzerinde, onlan kendi
çizgilerinde gel işmeye zorlayacağı için büyük olasılıkla mü
kemmel bir etkisi olacaktır. Örneğin, sessiz film ara yazılarla
diyaloglar üreUneyecektir; çünkü o zaman konuşmanın yoklu
ğunun yapay ve rahatsız edici olduğu hissedilecektir. Sesli
filmde de, onunla tiyatro arasında kalan belirsiz formlardan ka
çını lacaktır. Aynı şekilde tiyatro sinemanın kesin varlığıyla
kendi karakteristik özelliğini -dramatik konuşmanın baskınlığı
nı- vurgulamaya zorlandığını hissedecektir. Böylece "mükem
mel" film hakiki film formlarına kendi yerlerini bulduracaktır.
Her şeye rağmen gerçek şu ki, estetik olarak sinemanın bu
kategorileri mekanik açıdan mükenunel yeniden üretimlerle
birlikte varlıklarını sürdürebilseler de, doğayı taklit etme kapa
sitesi açısından ondan aşağıdadırlar. Bu nedenle "kusursuz"
filmin kesinlikle eski film formlanndan üstün olduğu düşünülür
ve hepsini alt edecektir.
137
1933
GÖRÜNTÜYÜ HAREKET ETTİREN DÜŞÜNCELER
Bugün bildiğimiz filmi temelde iki teknik özellik karakterize
eder: İkiboyutlu yüzey üzerindeki mekanik işlem aracılığıyla
çok sadık bir biçimde dünyamızdaki nesneleri fotoğrafık olarak
yeniden üretir; nesnelerin şekline gösterdiği titizlikle hareketle
ri ve olayları da yeniden üretir.
İnsanın eskiden kalma çevresinin benzerlerini yaratma arzu
su, insanoğlu hareketleri yeniden ilietebilecek düzeye geldiğin
de yeni doyurnlara ulaştı. Benzerleri yaratma dileğinin psikolo
jik sebepleri her neyse, burada olayların görüntülerini yaratma
nın nesneleri durgun şekilleriyle ve renkleriyle betimlemekten
daha önemli olduğunu, çünkü en temel biyoloj ik reaksiyonun
seyredilen nesnelere tepkirnek değil olaylara tepkirnek olduğu
nu açıklamaya yeterlidir. Bunun yanında, sanat başından beri
hareket halindeki şeylerle ilgilenmiştir: av sahneleri, savaş, za
fer alay ları, cenazeler, danslar ve ziyafetler.
138
SANAT OLARAK SİNEMA
Böyle resimsel betimlemeler bize canlı görünseler de, olay
Iann ayıncı özelliğinden, yani zaman geçerken değişrnekten
yoksundurlar. Resim ve heyket durgun sanatlardır: Bir eylemin
karakteristik temasını yakalar ve onu kaydederler, ama zaman
sal açıinnını gösteremezler.
Görsel temsil, konusunu ya mekanik doğrulukla yeniden ü
retmelidir ya da -terimin estetik anlamıyla- onun ayrılmaz ö
zelliklerini sadık bir biçimde icra etmelidir. Ek olarak, temsil
korunabilmesi ve her hangi bir zamanda yeniden bakılabilmesi
için görüntüyü tespit etmelidir (fix.ate). Oyuncular bir oyun su
narken ya da ilkel insanlar bir avcıyı ve avını tasvir ederken
tespit etmenin temel özelliğinden yoksundurlar. İnsan sağlam
ama hareketsiz resimler yapmakta başından beri mükemmel
leşmiştir. Günümüze kadar devirumi devinirole sunmayı, bu
yolla sadık ve kolayca elde edilebilir yeniden üretimler sağla
mayı başaramamıştır. Sinema bile bu ayrıcalığı yakalayamaz:
Devinimi devinimle sunmaz, hareketsiz görünrolerin art arda
gösterilmesi sayesinde bunun yanılsamasını yaratır. Bu gözle
rimizin işleyişinden ötürü olanaklı olan bir prosedür, görkemli
bir vekildir, ancak temelde devinimi devinimle sunmaktan ay
rılan bir şeydir.
Öyleyse neden gerçek olmayan deviniine baş vurmak zo
rundayız? Neden kuramsal olarak çok açık olan çözüm hiç
kullanılmaz? ilke olarak bir engel yoktur, nedenler asıl olarak
tekniktir. İnsan bedenini hareket ettinne yeteneğine sahiptir,
aynca gerekli eylemleri arzulanan sıkhkta ve hemen hemen
aynı şekilde yapacak olan mekanizmaları hizmetine sunmuştur.
Üretimde kullanılan makinalar en kanşık hareketleri yaparlar.
Ne var ki doğal olayları mekanik olarak taklit etmek için, işe
yarar çok az mekanizma geliştirilmiştir. Kuklalar ve gölge fi
gürler eylemde bulunurlar, ama mekanik olarak değil insan e
liyle idare edildikleri için temelde tiyatroya benzerler. Kabul
etmeliyiz ki elektrikli ya da otomatik robotlar da vardır; şapka139
RUDOLF ARNHElM
sını çıkararak selam veren veya vitrinlerdeki mallara işaret eden
tahta figürler de. İçinde yüzlerce küçük işçinin ve makinanın
hani harıl çalışırken gösterildiği fabrikaların ve madenierin
canlı modelleri müzelerde sergilenir. Bu tür aygıtların tümü,
devinimin mekanik olarak tespit edilmesi ve insan idaresine
ihtiyaç duyulmaksızın her hangi bir zamanda yeniden üretile
bilmesi koşullarını yerine getirirler; ancak şimdiye kadar oyun
caklardan başka hiçbir şey, -korku filmlerinde çeşitli canavarlar
olsa da- sanatsal olarak ku llanılabilecek hiçbir şey yaratılmadı.
Kısacası, devinimin temsilleri ya insan eylemleriyle idare e
dil irler ve devinimi mekanik olarak kaydetmezler ya da meka
nik ama çok ilkeldirler. Doğal hareket eden insan figürleri, rüz
garda kımıldayan yapraklar, kayalardan aşağı akan sular, gök
yüzünden geçen bulutlar gösteren tatminkar yeniden üretimleri
ikiboyutlu veya üçboyutlu olarak üretmek teorik olarak akla
yakındır; tüm bunlar gerçek devinim içindedirler, bir takım me
kanizmalarla idare edilirler. Böyle canlandırma bir sahne belki
bir yüzey üzerinde, mekanik olarak kumanda edilen mıknatıslar
aracı lığıyla arkadan koı ıtrol edilen demir talaşlanyla da üretile
bilir.
Tiyatro makinistleri bulutlan arka perdeye yansıtarak hare
ket ettinnekte güçlük çekmezler. Burada gereken devinim basit
ve düzdür. Genel olarak günümüzde bu tür yöntemlerle yeniden
üretilen hareketlerin ya kendileri basit ve düzdür ya da karma
şık olmayan devinimlerle idare edilirler.
Fotoğrafçılık beklentilerimizi arttınnıştır: Yeniden üretimie
rin yalnızca nesneye sadık olmasını değil, ayrıca yeniden üreti
len nesnenin kendisinin mekanik göstergeleri olarak sadakatle
rini garantilernelerini bekleriz. Görüntülenen nesneler hassas
emülsiyon üzerinde kendi görüntülerini mekanik olarak bozar
lar. Bu durumun üstesinden gelen yeniden üretimler var mıdır?
Kopyası daha sonra yeniden üretim için kullanıldığında,
orj inal olanın tüm doğal ayrıntılarını sunan çok sadık bir temsil
140
SANAT OLARAK SİNEMA
ortaya koyacak şekilde kendi devinimini mekanik olarak tespit
eden, dikkate değer bir fiziksel yöntem örneği elbette vardır.
Yeterince açık olduğu gibi bu örnek görülebilir şeylerin dünya
sından değildir: ses kaydetme yöntemidir. Psikoloj ik açıdan
karmaşık olsalar da her tür müzik, sesler ve diğer gürültüler
fiziksel olarak titreşimierin genişlik, sıklık ve şekilleri arac ı l ı
ğıyla tüm işitsel niteliklerin hakkını veren bir titreşim hareketi
ne indirgenebilirler. Ses kayıt cihaziarı ses titreşimlerinin kendi
izlerini ya mekanik olarak petrol mumunun, gomalağın veya
plastiğin üzerine ya da ışık ışınıyla fotoelektriksel olarak fılmin
üzerine bırakmalarını sağlar. Yeniden üretimde bu şekilde elde
edilmiş olan izler bir nevi ray yerine geçer ve böylece orij inali
nin aynısı olan bir hareket yaratmaya yardımcı olur. Bu tek
nikieric sunulan sesler çok kannaşık olsalar da, yöntemde kul
Janılan şekillerin görsel olarak bir boyutlu çizgilerden başka bir
şey olmadığını ya da çok basit olduklarını fark ederiz.
Sineman ı n önceBeri arasında, ilkel bir biçimde de olsa devi
nimin devinim üretınesini sağlayan bazı garip aygıtlar vardır.
Devinirole devinim üretmek ya resimlerin kendilerini hareket
ettirerek, ya yansıtılmış görüntülerini optik olarak hareket etti
rerek ya da devingen bir aracın üzerine yansıtarak yapılırdı. On
yedinci yüzyı lda matematikçi Millet de Chales tarafından ya
pılan Latema Magica yandan gösterilen cam slaytlar kullandı.
Bu teknik yalnızca bir kaç resim sekansını aynı slayt üzerinde
art arda göstenneye değil, aynı zamanda araba penceresinden
bakarken edinilen izieniınİ taklit ederek bir sahnenin görsel a
landan sürekli bir devinim içinde kaydınlmasına da olanak ta
·
nıdı . Aynı ilke Savoy'lu çocukların kullandığı Vues Optiques
olarak bilinen aygıtta da geçerliydi. İzleyiciler burada optik bir
sistem aracılığıyla boyanmış ya da basılmış manzaralar seyre
derlerdi. Bunlar genellikle bir makaraya sarılır ve bir kol aracı*
Savoy: Londra'da halk türü operaların temsil edildiği tiyatro.
141
RUDOLF ARNHElM
lığıyla kutudan yanal olarak geçirilirdi. Burada gerçek hareket
tarafından yeniden yaratılan hareketin sanal bir hareket olması
dikkate değer; tıpkı bir pencere önünden akıp giden dünyayı
seyretmenin sübjektif deneyimi gibi. Fiziksel gerçeklikte tüm
ortamın böylesine ilkel bir biçimde basitçe yer değiştirmesi söz
konusu değildir.
Derme çatma da olsa tüm görüntünün yer değiştirmesi, ö
zellikle devinimi üreten mekanizma gizlenmiş olduğu için tern
silin canlandırılmasına (animate) önemli ölçüde yardım eder.
Bu durumda konu seçiminin ve onu sunma yolunun kayıt ciha
zının doğasına ne kadar bağlı olduğu daha sonra yararlı bir şe
kilde kanıtlandı. Gerçek film kamerası kullanıma girdiğinde,
dış rnekaniann kaydırmalı çekimleri hiç açık değildi; gerçekte
aynı etki yüzyıllardır biliniyor olmasına rağmen yeni baştan
keşfedilmesi gerekti. I 896'da yeni Lumiere aparatıyla kamerd
man ve makinist olarak Avrupa'yı gezen Bay M. A. Promio
şöyle yazar: " İtalya'da ilk kez kaydırmalı çekimler yapmak ak
lıma geldi. Venedik'e vardıktan sonra istasyondan otelime git
mek için bir sandal kiraladım. Canale Grande'nin yanıdan geçen
binaları görünce, kendisi hareketsiz dururken hareket eden
şeylerin görüntülerini çekebilen film kamerasının muhtemelen
kendisi hareket ederken hareket etmeyen şeyleri de çekebilece
ği fikri aklıma geldi. Örnek bir film çektim ve Bay Louis
Lumiere'e göndererek düşüncesini sordum. Tepkisi olumluy
du." Bay Promio'nun fikri hakiki bir buluşun tüm özelliklerine
sahiptir, bulduğu şey tarihsel olarak yeni olmasa bile. Eski etki
ye, yani devinen dış mekan etkisine, tamamen yeni bir çıkış
noktasından varılır ve bu süreçte etkinin temelini oluşturan gö
recelilik ilkesi kesin ve açık olarak belirtilir: Filmlerde devinim
mutlak değildir, daima kameranın durduğu noktaya bağlıdır. O
halde bir öncü, kayıt tekniğinin niteliklerini daha sonra sinema
nın sanat olma yolunda gelişmesine önderlik eden bir yakla-
142
SANAT OLARAK SiNEMA
şımla değerlendinniştir. Kameranın yalnızca mercek.lerin önün
de devinen şeyleri kaydeden edilgin bir alıcı olmadığı, kendisi
devinerek etken bir rol üstlenebileceği düşüncesi ilerleme yö
nündeki ilk adJmdı. Kameranın hareket ettirilmesi, gözetierne
kutusunda (peep show box) görüntülerin hareket ettirilmesi ka
dar bell i olmuyordu.
Vues Optiques'de görüntü bütünüyle devinirdi. Bu yüzden,
bu teknikle insan figürlerini hareketsiz bir arka planın önünde
hareket ettirmek olanaklı değildi. Ancak, arka plan tamamen
dışanda bırakılarak, tüm alan hareket ediyormuş izlenirni veril
meksizin devinen bir figür gösterilebilirdi. Latema Magica'nın
öne ya da arkaya doğru hareket ettirilmesiyle yansıtılnuŞ figür
lerin büyüyormuş ya da küçülüyormuş gibi göründüğü sihir
bazlık gösterilerinde de bu türden bazı yöntemler kullanılmış
olabilir. Mercck.lerin ve içbükey aynaların kullanımını içeren
bu tür numaralann, Antik dönemde bile bilindiğini öne süren
söylentiler vardır. Coissac, Damasius'un İskenderiye'deki bir
tapınağın duvarında "bir ışık kütlesi "nin nası l göründüğünü
anlattığını aktarır. İlk önce çok uzaktaymış gibi görünmüş, son
ra yaklaşınca bir kişinin doğaüstü görüntüsü sanılan bir şeye
dönüşmüştür. Bu heyecan verici etki muhtemelen gösterime
odaklanmamış olarak başlayıp, kişinin görüntüsü net bir biçim
de görünene dek mcrccği kımıldatarak üretilmiştir. Daha kar
maşık bir sistem Fransız Devrimi sırasında, ölülerin görüntüle
rini
hayrete
düşmüş
seyircilere
gösteren
sihirbaz
E.G.
Robertson tarafından kullanıldı. O da Işık kaynağının (lantem)
hareketini merceğin konumunu değiştirerek telafi etti ve böyle
ce gittikçe büyüyen ve değişimin sonunda tam odaklanmış ola
rak kalan bir figür gösterebildi . Yaklaşan bir figürün ilginç et
kisini bu yolla sağladı; günümüzde çeşitli büyütüm mercekle
riyle (yani, zum mercekleriyle) rahatça meydana getirilen bir
etkidir bu. Robertson'ın biçimlerini bozmak ve hareket kazan-
143
RUDOLF ARNHElM
malarını sağlamak için görüntüleri duman üzerine yansıtmış
olması da mümkündür. Bu numaranın da uzun bir geçmişi var
mış gibi görünüyor -örneğin, Benvenuto Cellini'nin anlattığı
Colesseum'da görünen hayaletleri düşünün.
Tüm bu prosedürlerde ortak olan, devinimin yeniden üreti
len nesnelerin kendilerinden elde edilmemiş, görüntüye dışarı
dan empoze edilmiş olmasıdır. Bu şekilde elde edilen etkiler yani yana doğru yer değiştirme, gerçek büyüklüğün değişimi ya
da kuralsız biçim bozumu- rastlantı sonucu ya da o ldukça ilkel
bir biçimde olmadıkça karakteristik benzerlik üretmeyecektir.
Deviniınİ devinirole sunma girişimleri çok başarılı olmadığı
için, mucitlerin ilgisini devinim yanılsaması çekti . Hareketsiz
resimleri bir birine bağlayarak devinim izlenimi yaratab ilecek
lerinin aynınma vardılar. Burada kuramsal açıdan i lginç bir so
ru ortaya çıkar: değişen şeyleri tespit etmeye uğraşmakta doğal
bir tutarsızlık var mıdır? Peşinde olduğumuz kalıcı bir kayıt
olduğunda, az önce başka bir evreyi kaydettiğİrniz �ere başka
bir hareket evresini daimi olarak nasıl lçaydedebiliriz?
Bu noktada, sinemanın üstesinden geldiği ·iki iş arasındaki
farkı göstem1ek gereklidir: · mm bir devinimin (bir koşucunun,
bir dansçının ya da bir biçicinin deviniınİ gibi) görüntüsünü
sunar ve ayrıca olayların art arda gerçekleşen evrelerini sunar.
ilkesel olarak iki işlev arasında kesin bir ayrı lık yoktur; çünkü
ikisi de zaman boyutunda meydana gelen değişimleri kaydetme
kapasitesinden kaynaklanır. Yine de uygulamada fark açıktır ve
çok önemlidir, öyle ki görsel sanatlarda iki aktivite tamamen
farklı yollarla temsil edilir.
Tüm sanat dallarında, anlık devinim her zaman insanın kol
ları ve hacakları aktif durumda gösterilerek temsil edilmiştir:
koşan bacaklar, dövüşen kollar, kederi gösteren hareketler, dans
figürleri . Diğer yandan, bir eylemin zamaıt içindeki ilerleyişi
bir tek görüntüyle temsil edilemez, daima seri halinde olması
144
SANAT OLARAK SiNEMA
gerekir. Bu konuda, İsa'nın ıstırabını gösteren on dört resmi
(stations of the cross) ya da azizierin yaşam öykülerini düşün
mek yeterli olur. Zamansal sekans uzamsal sekansa dönüştürü
lür, öykünün sürekliliği evretere bölünür ve aynı figür bir kaç
temsilde karşımıza çıkar (ayrı ayn bir kaç resimde ya da aynı
resimde bir kaç kez olabilir), böylece özdeşliği parçalanır.
Bir birini izleyen evrelerin bir resim serisine dağıtılması ve
buna bağlı olarak özdeşiiğİn parçalanması -yani, resim ve hey
kclde öykünün sadece belli devrelerini anlatmak amacıyla kul
lanılan teknik- sinemada canlı, anlık deviniınİ tasvir etmek için
en iyi yöntem oldu. Elbette önemli bir ayrım vardı: sinemada,
tek tek resimleri sekansı sadece teknik olarak vardır, seyirciler
tarafından duyumsanmaz. izleyicinin gözü gördüğü sürece ev
relerin sentezi değil, bölünmez bir süreklilik vardır. Filmlerde
sentez ilkesi, ancak ayrı ayrı çekilen sahneler montaj sırasında
zamanın ve uzarnın devarnsızlığı hissedilecek şekilde birbirine
eklendiğinde tekrar ortaya çıkar.
Daha önce de dediğim gibi, devingen olanı devingen olma
yan aracılığıyla tespit etmek çelişkiliymiş gibi gelir. Bu soru
nun temelde ne gibi çözümleri vardır?
I ) Eğer kameranın önünde duran ve yerinden kımıldamadan
yüz ifadesini değiştiren bir kişinin fotografik zaman çevrimini
(photographic time exposure) yapmak İstersek, bulanık bir gö
rüntü ortaya çıkacaktır; çünkü yüz ifadesinin bir birini izleyen
evreleri birbirinin üzerine kaydedilmiş olacaktır. Demek istedi
ğim şu ki, zaman boyuru öylece göz ardı edilemez; bunun için
bir karşılık bulunması zorunludur. Periyodik olayların kayde
dilmesi her iki tarafa da girebilecek bir durum oluştunır: örne
ğin, sallanan bir sarkacın fotoğrafı en azından her iki yandaki uç
konumun net bir görtintüsünü üretecektir. Bu ol anak 1 865'te
canlılar üzerinde yapılan deneylerde, çalışmakta olan bir kalbin
hareketini görüntüleyen Onimus ve Martin tarafından kullanıl
mıştır. (Bu girişimler, ilk öncüsü fizyolojist Etienne Jules Marey
145
RUDOLF ARNHElM
olan kronofotografın (chronophotography) ortaya çıkışını temsil
eder.) Kalbin devinirni bir tür durakl amaya uğradığı ve genişle
me ve büzülme anlarında yön değiştirdiği için, iki uçtaki evre
fotoğraf camına (photographic plate) net bir biçimde kaydedil
mişti. Kesin olarak söylemek gerekirse bu prosedür sadece de
vinim bir duraklamaya uğradığında ve kaydedilecek evreler fo
toğraf cam ı üzerinde rastlantısal olarak farklı yerlere düştüğünde
uygulanabilir. Tamamen hareketsizmiş izlenimi verebilnıcsi sa
yesinde periyodik hareketin özel karakteri özellikle açığa çıkar.
Gözlemlemek için, devinimin her bir periyodundaki anlık evre
lerden sadece biri ve her zaman aynısı seçilirse, bu durum ger
çekleşir. Makinalarda devirin düzenli olup olmadığını denetle
rnek için stroboskop kullanılır. Eğer stroboskobun aralıkları de
vir sıklığında pozlanırsa, her seferinde devinimin aynı evresi
göıüliir ve mal<ina hareketsiz duruyormuş gibi görünür.
O
halde
bu durumda. üst üste bindirilen evreler aynı olduğu için, aynı
yerin art arda pazlanması net bir görüntü üretir.
2) Görüntülenecek olan nesne hareket ederken fotoğraf camı
üzerindeki konumunu değiştiriyorsa, zaman içinde birbirini iz
leyen evreler uzarnda yan yana gösterilebilir. Örneğin, bir nes
ne görüş alamnın bir tarafından öbür tarafına doğru hareket e
diyorsa, hareketin yörüngesi doğrulukla kaydedilecektir. Bu
ilkeye
en
ıyı
örnek,
yıldızlı
bir
gökyüzünün
zaman
pozlamasıdır. Her yıldız parlak ve dairesel bir çizgi şeklinde
göıünür. Görüntülenecek olan nesneler parlak noktalardan baş
ka bir şey olmadığı ve arka plan düz siyah olduğu için, bu pro
sedür uygulanabilir. Fotoğraf camı üzerinde yer değiştirerek
bulanıklaşacak şekiller yoktur.
Yine de Marey'e göre kronofotografın iki görevi vardır: de
vinimin yörüngesini ve ayrıca nesnenin çeşitli devrelerdeki ko
numunu kaydetmelidir. İkinci görevin bu prosedürde yerine
getirilemediği açıktır; çünkü çeşitli evreler birbirinin görünru
sünü silecek şekilde üst üste gelir.
146
SANAT OLARAK SThffiMA
3) O halde bir sonraki gereklilik, sürekliliği ayn ayrı net gö
rüntüiere ayırrnaktır. Devinimin kaydedilirken işlemin periyo
dik olarak kesilmesi ve ortaya çıkan pazların net görüntüler
sağlayacak kısalıkta olması gereklidir. Doğal olarak, bunun için
yeterince hassas bir fotografık emülsiyon ya da yeterince güçlü
bir ışık kaynağı da gereklidir. Yüksek hızdaki modem metotlar
pazlama süresini saniyenin onbinde birinden daha kısa bir sü
reye indirrniştir. Daguerre bir görüntü çekebilmek için mer
ceklerini bir kaç dakika açık tutmak zorundaydı. Ancak
Eadweard Muybridge 1 870'te saniyenin altıbinde birinde
enstantene fotoğraflar çekti ve eğer kamerası imkan verseydi,
kullandığı emülsiyon daha bile kısa süreli pazlamalar yapması
na olanak sağlardı.
Net görüntüler yaratabilmek için, nesne ne kadar hızlı hare
ket ederse, pazlama süresinin o kadar kısa olmak zorunda oldu
ğu açıktır. Ayrıca, eylemin tüm temel evreleri kaydedilecekse
devinim hızlandıkca, (diğer faktörler aynıyken) bir birini izle
yen görüntüler arasındaki zaman aralığı da kısalmalıdır. Örne
ğin, Marey'in saniyede yirmi görüntü çeken "fotografık tüfek"i
kuşların uçuş evrelerini kaydetmeye yetecek hıza sahip değildi.
Pazlama hangi yollarla kesildi? Daguerre merceğin kapağını
çıkarıp yeterli bir süre geçene dek elinde tutmuş olabilir.
Onomar Anschütz seri fotoğrafları için, I 874'te Jules Janssen
tarafından bulunmuş olan, bugün her fotokamerada bulunan bir
tür örtücü kullandı. Kameranın bir kaç resmi hızlı bir sekansta
çekmesi beklendiğinde bu mekanizma da elverişsizdir. Bu ne
denle, Janssen "fotoğrafık silahı"nın sırayla kırk sekiz resim
çekmesini olanaklı kılan, dönen bir örtücü disk yaptı. Dönen
diskin üzerine, duyarkatın istenen aralarla pozlanmasına olanak
veren delikler açılmıştı. Işık kaynağı periyodik olarak kesilerek
de aynı etki sağlanabilir. Bu, günümüzde bilimsel hızlı fotoğ
rafçılıkta kullanılan metotlardan biridir; fakat I 887'de Anschütz
bir dizi slaytı "clektroskop"unun diskine monte etmiş ve onlan
147
RUOOLF ARNHElM
aralıklarla aniden parlayan radyo Jambalarıyla gösterim için
pozlamıştı.
Işıklamanın periyodik olarak kesilmesi, devinimin kayde
dilmesini statik fotoğrafların çekilmesine dönüştürür. Eğer ı
şıklama süresi yeterince kısa ise, nesnenin devinimi neredeyse
aynı olur ve ortaya net bir görüntü çıkar. Kaydedilen eylem
şimdi ayrı ayn evrelerden oluşur; bununla beraber, tarihsel ola
rak sentezden çok analizden söz etmek daha uygun olur, çünkü
orj inal olarak bütünlüklü devinim kısmi görüntülere ayrılır.
Marey'in kronofotografında sekansların hareketsiz negatifler
üzerine tespit edilmesi, sadece bilimsel fizyolojik araştırmalar
da kullanıldı. Devinimin analiz edilmesi gerekliydi, gösterimde
yeniden üretilmesi deği l . Öyle bile olsa, ilk aşaması eylemin
ayrıştırılması olan sinemaya doğru gelişmede, k.ronofotograf
önemli bir hazırlık evresi olmuştur.
Marey'in tekniği yalnızca görüntü düzlemine paralel hareket
eden nesnelere uygulanabilirdi; Marey'in yaptığı deneylerde
yerine getirebiirliği bir koşuldu bu. Ayrıca bütün riegatifı her
seferinde ışığa açtığı için, erken pozlama ile bozulmamasına
dikkat etmek zorundaydı. Bir kır manzarasının önünde koşan
bir kişinin bu şekilde görüntülendiğini düşünelim; yeni bir ev
reyi kaydetmek için negatif her defasında ı şıklanacaktır, ayrıca
bütün kır manzarası da kaydedilecektir, bu demektir ki fotoğraf
camı adamın görünrusüne olan duyarlılığını yitirecektir. Bu
yüzden M arey görüntülerini siyah bir arka planın önünde çek
mek zorundaydı -tekn iğin daha kapsamlı bir iş için kullanıldığı
düşünüldüğünde, bu da önemli başka bir kısıtlamadır. Son ola
rak devinimin karnaranın hareketsiz görüş alanı içinde gerçek
leşmesi zorunluydu. Eğer kaydedilen devinim önemli ölçüde
büyük bir alanı içine almak zorundaysa, devinim oldukça bü
yük bir uzaklıktan görüntülenmek zorundaydı -bu da böyle elde
edilen görüntünün ister i stemez küçük olması demekti. Ayrıca,
nesnenin kameraya doğru olan yönü, negatifın yer değiştirmesi
148
SANAT OLARAK SiNEMA
sırasında değişirdi, yani nesnenin görünüşü perspektif açıdan
sabit kalmazdı.
4) Bir sonraki aşamada her bir resim için farklı bir negatif
parçası ayrılır. Fotoğraf camı hala hareketsizdir ve bu nedenle
mümkün olan yalnızca iki tane çözüm vardır: ya mercek fotoğ
raf camının önünde hareket ettirilir ya da yan yana sıralanmış
kameralar tek bir görüntü çekmek için kullanılır. İlk prosedüıün
örneği tarihte yok gibi; ikincisi Muybridge'nin ( 1 877) ve
Afuıschütz'ün ( 1 885) seri fotoğraflarında kullanılır.
B ir grup kamera hareket eden bir nesneyi sırayla görüntüle
diğinde, bir dizi evre kaydedilir. Ancak bir kaç kamera aynı
yere yerleştirilemeyeceği için, sabit nokta sürekli değişir. Eğer
sırayla yerleştirilmişlerse gösterimde ortaya çıkan sonuç kay
dırmalı çekim gibi olacaktır. Bazen, örneğin nesne kamera sırası
boyunca hareket ettiğinde, uygun bir etkidir bu. Farklı koşullar
altında, uzaklık açısı can sıkıcı bir sorun doğurabilir; Augustin
le Prince'nin aparatının kanıdadığı gibi. Agustin le Prince, nes
nenin fotoğrafını dönüşümlü o larak iki farklı film şeridinin üze
rine çekecek biçimde, belli sayıdaki mercekleri iki dairesel dü
zende yerleştirmiştir. Joseph Mason bu düzenin verimliğini
göıüntüleri yansıtarak deneysel olarak kanıtlamaya giriştiğinde,
figürleri siyah bir arka planın önünde görüntülemek, film şerit
lerini tek resimler halinde kesrnek ve farklı görsel açılardan
çekilmiş figürler görsel alanın aynı noktasında görünecek şekil
de yer değişikliklerini düzcltmek zorunda kaldı. Aynı nesnenin
aynı anda çekilen bir kaç görüntüsünün, belirli renkli film sis
temlerinde yapıldığı gibi bağlanması gerektiğinde, uzaklık açı
sına bağlı yer değişikliği özellikle rahatsız edicidir. Bu uzamsal
bir uzaklık açısı yaratır, oysa devinen nesnelerin görüntüleri
aynı yerden, ama sırayla çekildiğinde -eşit derecede sakıncalı
zamansal uzaklık açısı ortaya çıkar. Diğer yandan, stereoskopik
film, çok az farklı görüş açılarından çekilmiş iki görüntüyü
izleyicinin zihninde birleştirerek uzaklık açısından yararlanır;
149
RU DOLF ARNHElM
böylece bir insanın iki gözünün gördüğüyle aynı üçboyutlu
etkiyi elde eder.
O halde Muybridge ve Anschütz'ün seri fotoğraflarında, ha
reket yörüngesindek.i her bir evre için farklı kamera kul lanılarak
kamera ve devinen nesne arasındaki ilişki sabit tutulmuştur.
Böylece, yarış atları, keçiler ve deve kuşları, tam kameranın
merceklerinin görüş alarundan geçtikleri anda koşan bacakla
rıyla her bir kamerada ayrıldılar (released). Bu metot aracılı
ğıyla, ayınna mekanizması (releasing mechanism) nesnenin
devinimine bağlı kılındı. Sonuçta, sadece nesne rastlantı sonucu
sabit bir hızda hareket ettiğinde, görüntüler sabit aralarla çeki
lebildi. Ama en azından şimdi seri evreleri tek tek pozlanan seri
negatiflerin üzerine kaydetmek mümkündü. Tek tek resimlerin
bir birinden bağımsız olması, kesinlikle ve tamamen başarıl mış
oldu .
. _.. , .
5 ) Şimdiye kadar anlattığımız metotların hiç biri bugün bil
diğimiz "sinema" değildi. Neredeyse her yeni bu luşun, eski
metodun bazı yeni özel liklerle biraz değiştirilmesi ya da daha
ayrıntılı hale getiri lmesiyle çözüme ulaşılmasını sağlayan bir ön
aşamadan geçtiğini insan yaratıcılığının tarihi. kanıtlar. İlk mo
torlu taşıtların içine motor yerleştirilmiş olmasına rağmen atla
çekilen
taşıtlara benzemesinde olduğu
gibi,
devinimin
ilk
fotoğrafik kayıtları da sıradan hareketsiz kameraya dayanıyor
du: bu kayıtlar ya bir tek kamerayla bir tek negatifin üzerine ya
da bir kaç kameranın birleşimiyle yapılırdı .
Kesin sonuca ulaştıran buluş devinen nesnenin her yeni ev
resi için yeni bir negatif parçasının kullanılmasına dayanır. Bu
noktaya kadar negatif hareketsizdi. Bu nedenle görüntülenen
her evrenin fotoğraf camında farklı bir alana düşmesini sağlaya
cak şekilde hareket ederek işbirliği sağlamak nesneye bağlıydı.
Negatifin hareket ettiri lmesiyle, nesne aynı yerde durabiiirdi ve
buna rağmen aynı noktadan seri fotoğraflar çek.ilebilirdi.
150
SANAT OLARAK SiNEMA
İlk aygıtların bazılannda bir kaç parça negatif hareketli bir
taşıyıcıya monte edildi. Marey'in fotoğrafik tüfeği, kenarlarına
yirmi parça negatif takılını ş dönen, küçük bir cam diske sahipti.
Diğerlerinde, büyük bir negatif kameranın içinde dönerken ye
terli sayıda pozlanırdı. Janssen'in sayesinde 9 Aralık I 874'te
Venüs gezegeninin güneşin önünden geçisini görüntüiediği
fotografik silahında, negatifin kenarlarına kırk sekiz resim çe
kilmişti. Tek bir negatif kullanma yöntemi banyo ve baskı göz
önünde tutulduğunda daha uygundu ve bu yüzden bu yöntem
üstün gelmişti. Günümüzün sinema tekniği bir tek negatif kul
lanır: Bölüm bölüm pozlanan film şeridi.
İlk kameralarda resimler dairesel olarak yerleştirilirdi. Tah
minen bu esnek olmayan· negatif camlarında uygulanabilecek
en verimli metottu. Selüloit, devinimin hareketli negatifler üze
rine kaydedilmesinden, dolayısıyla dönen negatif camlarından
daha sonra keşfedildi.
Negatifleri bir silindir üzerine spiral biçimde yerleştirerek,
dönme ve doğrusal yer değiştirmeyi bir arada ilk kez Edison'un
kullandığı söylenir. Bunun yine kendisine ait olan fonograf si
lindirler ilkesinden doğmuş bir fikir olduğu açıktır. Spiral disk
üzerindeki daireden daha az yer kaplar, ama sonuçta selüloit
taban ikisine de üstün geldi. Yine de, W. Friese-Greene'nin
I 885'te disk üzerinde spiral düzeni kullanmasına ve ayrıca altı
tane resmin her birinin zikzak çizen bir devinim içinde bir fo
toğraf camının üzerine görüntülcndiği bir deneye değinmek ge
rekir. Modern televizyon tekniğini anımsatan ikinci ilkeye kameraman Guido Secber, eğer mikroskopik küçüklüktc nega
titler yapılabilirse bunun tekrar yarar sağlayacağını açıklamış
olsa da- sinema alanında şimdiye kadar baş vunılmadı. Projek
siyon tekniğinin tarihinden bilinen diğer bazı ilkeler, resim
çekmekte hiç kullanılmamış gibidir: Bir davulun dışına ya da
pedallı bir tekerleğin pannaklarına yapılan düzenlernelerin ya
nında, Linnett'in l 865'te yaptığı kineografında (kineograph) ve
Casler'in I 894'ıeki mutoskopunda (mutoscope) kullandığı bro
şür tipi düzenlemeler vardır.
151
RUDOLF ARNHElM
Esnek tabanın benimsenmesi ile birlikte, eski fotoğraf camı
na olan son benzerlik de geçmişte kaldı. Kullanılan ilk malze
me selüloit değildi. Friese-Greene yağlı kağıdı denedi. 1 889'da
kağıt içermeyen ilk rulo film piyasaya sürütıneden önce
Eastman da kağıdı denedi. Orange'daki Edison Photographic
Works, rulo fılmin ilk müşterileri içindeydi.
Tabanın hareket etmesi sorunu çözmeye yetmedi; çünkü
nesneler durmaksızın hareket eden bir cama yada filme kayde
dildiğinde bulanık bir görüntü ortaya çıkıyordu. Nesnenin ken
disinin hareket etmesi bulanıklığın diğer bir nedeniydi. Her gö
rüntü için pozlama süresini, negatifın hareketini olduğu kadar
nesnenin hareketini de neredeyse sıfıra indirecek kadar kısa
tutmak kuramsal açıdan en basit çözümdü. Fakat pozlama süre
si bu kadar kısa olursa en güçlü ışık kaynağı bile oldukça ka
ranlık görüntüler üretecekti. Bu nedenle, bu teknik yalnızca sa
niyede 250 ya da daha fazla resim gerektiren yavaş çekimler
için kullanıldı; ayrıca bu teknikte kamerada ve filmde kesik ke
sik hareketin normal modem prosedürünü uygulamak çok güç
olacaktı. Bu tür yüksek hızda fotoğrafçılık bilimsel amaçlar için
kullanıldığında, genellikle hareket eden nesnelerin karanlık
taslak görüntüleriyle yetinilir.
·
Oysa, normal ve iyi aydınlatılmış resimler isteniyorsa, gü- nümüzde bu tür çekimlerde kullanılan negatifl erin daha uzun
süre ışıklanması gerekir. Optik dengeleme olarak bilinen teknik
daha karmaşık bir çözüm sundu. Bu tekniktc negatif taşıyıcının
hareketi aynı şekilde süreklidir; ama dönen cam levhalardan
oluşturulan optik bir sistem, mercek görünlüsünün pozlama sü
resini oldukça arttıracak şekilde yeterince uzun süre hareketli
negatife eşlik etmesini sağlar. Bu, negatifin merceğe karşı yer
değiştirmesini dengelemek amacıyla yeni bir devinim sunulma
sı demektir. Bu ilke de sadece yüksek hızdaki çalışmalarda
kullanıldı.
152
SANAT OLARAK SThmMA
Günümüzde çoğunlukla uygulanan metotta, sürekli hareket
eden taban kullanılmaz: Negatif, her pazlama sırasında durdu
rulur. Bu, hareketli taban ilkesini uygulayarak durgun fotoğraf
çılıktan kurtulan tilmin -daha gelişmiş bir teknikle de olsa
enstantane fotoğrağrafçılığa geri döndüğü anlamına gelir. Fo
toğraf yine hareketsiz negatifin üzerine çekilir, ancak her bir
pazlamadan sonra negatif hızlı bir mekanizmayla yenilenir. Sü
rekli hareketin aralıklı harekete dönüştürülmesi, film şeridinin
deliklerine geçerek negatifi kare kare aşağı çeken tırnak ya da
filmi aralıklı döndüren Malta haçı sayesinde başanlır. Malta
haçı daha önce ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, aralıklı dö
nen bir diskten çizgi film gösterimi yapan Molteni tarafından
kullanılmıştı. Janssen aynı yöntemi fotografik silahında kullan
dı, oysa Lumiere'nin ünlü Cirıematographe'sinde pençe meka
nizması çekim, baskı ve gösterim için kullanıldı. Günümüzde.
Malta haçı çoğunlukla projektörlcrde, pençe kameralarda kulla
nılır.
Son olarak, devinimi üreten enerji kaynağı hakkında bir
şeyler söylemek gereklidir. Janssen ve Marey dönen disklerini
modem elektiriğin ve yaylı motorların (spring motor) öncüsü
olan saat makinalarıyla hareket ettirdiler. Elbette eski film ka
mcraları çevirme koluyla çalıştırıldılar, ama o zaman bile hare
kete geçirme devinimi sürekliydi. Yalnızca animasyon çalışma
sında her kare ayrı bir hareketle pozlanır. Bu teknik özellik,
filmin tek tek görüntülerin sentetik olarak bir araya toplanması
olmadığını, görüntülenen nesnenin hareketi kadar sürekli ve
bütünlüklü bir kayıt yöntemine dayandığını göstermeye yardım
edebilir. Devinimin tek tek "kareler"e ayrılması (sonradan gös
terimde birleştirilmeleri gibi), prosedürün doğasını etkilemeyen
teknik bir detaydan başka bir şey değildir. O halde, görsel devi
nimin kaydı ilc fotoğraftaki, resimdeki ve heyketdeki hareketsiz
görüntüler arasında temelde bir ayrım vardır. Sinema,
çoğaltımla elde edilen hareketsiz görüntünün bir çeşidi olmak
tan daha fazla şey ifade eder; özünde yeni ve farklıdır.
153
1934
DEViNiM
Film olayları sunmak konusunda uzmandır. Zam_an içinde
dcğişi
k:t'ik.ler gösterir.
Bu aracın doğasıyla. açıklanır. Film başlı
başına bir olaydır: her an farkl ı görünür, oysa resim ve heykel
de böyle zamansal bir i lerleme yoktur. Devinim en önemli ö
zelliklerinden biri olduğu için, estetik kural lar gereği sinema
deviniini kullanır ve yorumlar.
Bununla beniher sinemalografik yöntemin teknik olarak ka
rakteristik devininıi, sinemanın yararlandığı anlatım araçları
arasında sayılmamalıdır. Film şeridinin kamerada ve proj ektör
de hareket etmesi seyirci tarafından açıkça duyumsanmaz. Bu,
sadece perdede devinim yanılsaması yaratmak için kullanılan
mekanik bir yöntemdir; ayrıca, film şeridinin kameradaki hızı
gösterimin hızıyla karşılaştırıldığında dolaylı olarak izleyici
tarafından görülen devinim hızını belirler. Ancak kameradaki
ve projeksiyondaki aralıklı devinimin temposu görüntünün rit
mini etkilemez.
1 54
SANAT OLARAK SThffiMA
Seyirci tarafından gerçekte göriilen devinim şu etmeniere
bağlıdır: ( l ) Kamera tarafından göriintülenen -canlı ya da can
sız- nesnelerin deviniminc; (2) perspektif etkisine ve kameranın
nesneye olan uzaklığının yarattığı etkiye; (3) devinen kamera
nın etkisine; (4) bütün devinim kompozisyonunda tek tek sah
neterin montajla sentezinin yapılmasına; (5) montajla birleşti
rilen hareketlerin birbiriyle etkileşirnine.
Devinim sadece öyküyü meydana getiren olaylar hakkında
seyirciyi bilgilendinneye yaramaz. Ayrıca son derece ifadeci
dir. Çocuğunu yatağına yatıran bir anneyi izlerken sadece ne
olup bittiğini anlamakla kalmaz, ayrıca annerun sakin ya da te
taşlı, yumuşak ya da özensiz, enejik ya da yorgun, kararlı ya da
ikircikli hareketlerinden onun ne tür bir insan olduğunu. tam o
anda ne hissettiğini ve çocuğuyla nasıl bir i lişkisi olduğunu da
öğreruriz. Bebeğin bilinçsiz çırpınışları ile annenin denetinıli
tavırları arasındaki karşıtlık, görsel devinimde, en azından an
nenin ve çocuğwı nasıl göriindüğü, eylemin nasıl bir ortamda
gerçekleştiği gibi statik etmenler kadar etkileyici bir biçimde
sahnenin anlamını bel irleyen bir konturpuan üretir.
Devinirrun ifadeci niteliklerini vurgulamak; bu yolla bir tek
sahnenin ve çekimin olduğu kadar tüm filrrun karakterini belir
lemek oyuncunun ve yönetmenin görevidir. Aynı yolla çeşitli
karakterler benzerlikleri ve karşıtlıklarıyla görsel olarak tanım
lanacaktır. Bu yöntemle tiyatroda da devinimden sanatsal ola
rak yararlanılır; ancak her şeyin daha yakından. daha açık gö
ründüğü ve her hareketin yönünün ve hızının görüntünün smırlı
dörtgen çerçevesinde açıkça gösterildiği sinemada bu durum
daha geçerlidir. Eğer belli bir karakter ya da belli bir sahne mü
ziksel bir uyuma ve etkileyiciliğe sahip bir devinim teması ile
temsil edilirse, görüntünün kazancı iki katına çıkacaktır: içerik
görsel olarak yorumlanacak ve hareketli nesnelerin görüntüsü
sanatsal bir biçim kazanacaktır.
Büyük bir oyuncu, sinemada olduğu kadar tiyatroda da, ta
mamen kendisine ait bir hareketin yalın ve karakteristik melo
disiyle ayrılır. Bu, devimsel temanın müzik terimlerinin has155
RUDOLF ARNHElM
saslığı ile açıklanabileceği, Chaplin ya da Keaton gibi uç du
rumlarda çok kolayca görünür. (Burada, örneğin, onların akranı
olan, büyük bir sanatçı olmadığından kendine özgü bu tür bir
hareket melodisi olmayan komedyen Harold Lloyd'u karşılaştı
rm.) Filmin gerçekçi biçemiyle uyumlu olmayacağı için sıradan
bir aniatı filmi vücut hareketlerinin ve yürüyüşün biçimsel ni
teliklerini aynı ölçüde vurgul ayamaz; ancak orada bile iyi bir
oyuncu h areketleriyle gücü zayıflıktan, dürüstlüğü lrumazlık
tan, güzelliği çirkinlikten açıkça ayıracaktır. Grand Hotel'de
Greta Garbo lobide esnek ve dinamik bir şekilde yürürken, sa
dece fılmin en güzel anını yaratmakla kalmaz, oynadığı dansçı
yı en etkili biçimde karaktcrize eder. Sinema tarihinde en çok
canlandırılan yüze haksızlık etmeyi göze alarak, Greta Garbo'nun
duruma bağlı olarak muzaffer, enerjik, yüce ya da yorgun, ümit
siz, kaygılı ve kırılgan yürüyüşünün ritmiyle insan ruhuna aynı
güçlü ifadeyi verdiği söylenebilir.
İlk zamaniann filmleri daha az gerçekçiydi ve bu nedenle çe
şitli dramatik tipleri grafik yalınlıktaki devinirnle ifade ederlerdi.
Dougla-; Fairbanks'ın zarif sıçramalarında ve Paul Wegener'in
Golem'inin ayağıru şiddetiice yere vuruşunda müziksel bir sadelik
ve güzel lik vardı. Kuşkusuz sonraki biçemin çok "canlı gibi"
olması sinema oyunculuğunu melodik biçiminden önemli ölçü
de yoksun bıraktı. Eski patıtomimlerde çok filmsel olan ve son
suza dek bir kenara bırakılmaması gereken dansa benzer bir
nitelik vardı .
Devinim oyuncuyla sınırlı değildir. Filmde, insan her zaman
içinde buhınduğu çevrenin ayrılmaz bir parçasıdır. Oyunculukta
çevrenin de payı vardır ve insan bedeninin üretebileceğinden
daha etkileyici olabilecek hareketler üretebilir. Güçlü bir ada
mm fırtınaya karşı inatçı direnişi, aynı zamanda rüzgardan eği
len ağaçlar da gösterildiğinde etkileyici bir biçimde vurgulanır.
Don IGşot tarafından durdurolamayacağı gibi onu yeryüzünden
si lerek yenecek yeldeğirmeninin amansız dönüşü, karşısında
insan başkaldırısının anlamsız kaldığı dünyanın değiştiri lemez
dönüşünü sembolize eder. Shanglıai Express adlı fi lmde
156
SANAT OLARAK SİNEMA
Çinliler'e ait bir tren istasyonwıda kaynaşan kalabalık, bir aşk
sahnesinin sessiz keskinliğine bir karşılaştırma örneği olarak
hizmet eder. Bulutların sürüklenişi, buğday tarlasında rüzgarın
neden olduğu dalgalanmalar, bir şelalenin çağiayarak akması,
bir sarkacın sallanması, pistonların kalkıp inişi bir çok
film
sahnesine oyuncuların hareketlerine daha çok etki kazandır
mıştır. inorganik dünyadaki eylemler, insan zihninin karmaşık
aletinde karşılığı kolayca bulunarnayan görkemli bir basitliğe
sahip olduğu için bu durum şaşırtıcı değildir.
Her hangi bir hareketin ifadeci niteliği onun hızına bağlıdır
ve doğal hareketlerin hızını değiştirerek film onwı karakterleri
ni de biraz değiştirir. Dar sınırlar içinde kamerasım kolu çevire
rek çalıştıran eski ekolün kameramaiu yönetmenin isteğine göre
hızlandırarak ya da yavaşlatarak hareketleri tam olarak düzel
tirdi. Telaşlı bir beden hareketi daha yumuşak, hızlı bir eylem
daha net gösterilebilirdi; ayrıca yavaş bir hamleye eneıj i katıla
bilirdi. Kamera hızının esnekliği, sesli fi lm saniyede ne kadar
kare pazlanacağını standardize edince ortadan kalktı; o zaman
dan beri devinimin biçimini düzeltme olanağı yüz üstü bırakti
mıştır. Yavaşlatılmış ve hızlandırılmış hareket için kullanılan
özel yöntemler aracılığıyla, elbette, daha esaslı değişiklikler
başarıldı.
Gerçekte doğal görünen bir hareket, perdede çok hızlı gö
rünme eğilimindedir; tahminen film çoğu hareketi nispeten da
ha yakından gösterdiği için böyledir. Harekete ne kadar yakınsak,
hareket görsel alanımızın ne kadar büyük bir bölümünü kaplarsa, o
kadar daha hızlı görünür. Deneyimli oyuncular stüdyoda yapay bir
biçimde yavaş hareket ederler; özellikle omuz çekimleri yavaşla
tılmış hızda oynarımalıdır. Bu psikolojik gereklilik ilk zaman
larda anlaşılmamıştı: her şey teatral b ir hızda olurdu ve beden
hareketlerinin ivediliği şimdi bize komik görünür. Uzaklığın
algılanan hareket üzerindeki etkisi sinema salonlannın ön sıra
larında da hissedilebilir: perde görüş alanımızın büyük bir bö
lümünü kapladığı zaman, hareketler daha geniş mesafelere ya
yılır ve bu nedenle hızlı görünür.
157
RUDOLF ARNHElM
Ritim devinirole yakından ilişkilidir. Ö rneğin tekrar, doğada
olduğu gibi filmlerde de hareketin büyüsünü güçlendirir; uygun
adımda topluca yürüyen askerleri, çalışan insanlan, makinaları
ya da bacaklarını öne savurarak dans eden kabare kızlarını
gösteren sahneterin görsel keskinliği bunu kanıtlar. Fakat sade
ce nesnelerin hareketlerinden söz etmek yeterli değildir. Bu ha
reketlerin perdede görünüş biçimleri, nasıl kaydedildiklerinden
ve nasıl birleştirildiklerinden önemli ölçüde etkilenir. Kamera
nın nesneyi çektiği açı hareketi etkileyecektir; yalnızca hareke
tin hızı kameranın uzaklığına bağlı olduğu için değil, aynca
perspektif kısaltım hareketin yörüngesini daraltacağı, yani gör
sel hızı arttıracağı için. Bu yüzden eğimli çekimler, genellikle
hız dinamiklerini eğik konumun dinamiklerine ekleyerek hare
keti keskinleştirirler.
Bunun yanında kameranın herhangi bir şekilde yer değiştir
mesi de hareket üretir ve hareketi değiştirir. Kaydırmalı çe
kimler nesneleri yanılsama bir devinim içinde gösterir, mantı
ğımız bize onların hareketsiz oldukların söylese bile. Ö rneğin
hareket halindeki bir trenden görüntüleri çekildiğinde bir birin
den farklı uzaklıktaki nesneler bir birleriyle yer değiştiriyormuş
gibi görünür; �yrıca kameranın yönüne ya da· hızına bağlı ola
rak nesneler daha hızlı, daha yavaş hareket ediyormuş gibi ya
da hareketsizmiş gibi görünecektir.
Bir sahne çekildikten sonra, içerdiği devinimler kurgu oda
sında biraz daha değişikliğe uğrar. B ir hareketin oıjinal bağla
mından kesilmiş bir bölümü niteliğini değiştirebilir, aynca ha
reketlerin montajda birleştirilmeleri birbirleriyle karşılıklı ola
rak çatışmaianna neden olur. Birbirine zıt ve birbirini dengele
yen hareketler genellikle bir arada gösterilir: ilk sahnede soldan
sağa doğru giden bir tren, ikinci sahnede sağdan sola doğru ka
panan bir kapı. Ya da iki hareketin paralel yönleri iki sahne ara
sında bir karşılaştırma sunmak için kullanılır. Yine bir hareket
yandan gelen daha luzlı bir hareket tarafından kesildiğinde ya
vaşlamış gibi görünür. Aşırı karşıtlık sürekliliği bozabilir. İyi
kurgu hareketlerin hızı, yönü ve konumunda yeterince çeşitlilik
158
S �NAT OLARAK SThrnMA
üretecektir, ama aynı zamanda gerekli bütünlüğü de koruya
caktır. Her sekans belirgin hareket modeline sahip olmalıdır, bu
birbirini izleyen sahneterin artan hızının birbiriyle kreşendo
yapması ya da hızlı ve yavaş bölümlerin belli bir ritim yaratma
sı şeklinde olabilir.
Montaj, pozlama süresi daha kısayken devinim daha hızlı
görünecek şekilde hızı etkiler. Kısa parçalar birbirini hızlı bir
şekilde izlediğinde, dramatik bir epizota uygun olabilecek ama
aksi takdirde zincirlemeyle yumuşatılması gerekebilecek keskin
dinamikler ortaya çıkar.
Görsel devinim zaman içinde gerçekleşen bir eylem olduğu
için müzikle bir yakınlığı vardır ve ondan etkilenir. Müzik per
dedeki hareketin devimsel karakterini çok etkileyici bir biçimde vur
gulayabilir; çizgi filmierin ıslıklannda, işaretlerinde ve gümbürtille
rinde olduğu gibi. Ayrıca müzik devinimin kanalianmasını sağlar ve
böylece sinema doğal olanı tüm özellikleriyle taklit etmeye
başladığında yitirilen dansımsı biçimiernenin birazının geri ka
zanılmasına yardım edebilir.
159
1935
BİR TELEViZYON RAPORU
İnsanın merak alanı duyularının erişebileceğinden öteye ge
çer. Bu tutarsızlığı azaltmaya hizmet eden teknik buluşlar için
de televizyon en sonuncusu ve belki de en önemlisidir. Yeni
aygıt büyülü ve gizemli görünür. Merak uyandınr: Nasıl çalı
şır? Yaşantımızı nasıl etkihiyecek? Kuşkusuz televizyonlar do
ğum günü masalarında ve Noel ağaçlarının altında belirmeye
başladığında merak azalacaktır. Gizem ancak yeni olduğu süre
ce açıklama bekler. Şimdi bundan yararlanmanın tam zamanı.
Her şeyden önce tclevizyona ilişkin temel sorun nedir?
Gözler ve kulaklar tamamen farklı işlevlere sahiptirler, buna
bağlı olarak da farklı yapı lmışlardır. Göz ışığa gösterdikleri re
aksiyonlara göre üçboyutlu uzamdaki nesnelerin biçimi, rengi,
yüzeysel nitelikleri ve devinimleri hakkında bilgi verir. Kulak
bu anlamda nesneler hakkında çok az şey aktanr; yalnızca nes
nelerin ses dalgalan üreten aktiviteleri hakkında bilgi verir. Işık
ışınlarının ağtabaka üzerine düşmesine neden olan ışık kayna
ğının niteliği, yeri ve durumu gözleri genellikle ilgilendirmez.
160
SANAT OLARAK SİNEMA
Kulak sesin kaynağıyla ilgilenir; kaynaktan gelen iletinin oldu
ğu gibi korunması için ses dalgalarının kulak zarına ulaşırken
mümkün olduğunca az değişmesini ister. Ses bir nesne tarafın
dan üretilir ama bize o nesnenin biçimi konusunda çok az şey
söyler, oysa göz görevini yerine getirebilmek için üçboyutlu bir
nesnenin en azından ikiboyutlu bir benzerini görmelidir. Üçbo
yutlu bir nesnenin ikiboyutlu bir düzleme yansıtılması tek ta
raflı ama çoğunlukla aydınlatıcı bir görüntü sağlayacaktır. Nes
ne tekboyutlu hale getirildiğinde -uzamsal olarak bir kağıt üze
rindeki çizgiye ya da zamansal olarak bir anda gerçekleşen de
ğişikliklerin sekansına dönüştürüldüğünde- hiçbir biçimde ye
terli bilgi sağlanamazdı .
H e r hangi bir duyıl organı bir anda yalnızca bir uyancıyı al
gılayabilir, bu nedenle iki boyutlu bir görüntü elde edebilmek
için göz yan yana çalışan çok sayıda alıcıya sahip olmak zorun
dadır. Alıcıların ortak çalışması sonucunda ortaya çıkan bu mo
zaik, üçboyutlu uzamı ve oylumu mümkün olan en iyi şekilde
rcsmcder. Ayrıca kullanılabilir olan zaman boyutu, uyarıının
değişınesin i deviniınİ ve eylemi her bir alıcıya kaydetmek için
kullanır.
İşitmede farkl ı bir duruma rast lanır. İşitsel alanda her hangi
bir zamanda oluşan sesler ayrı ayrı duyumsanınaz, tck bir zarın
-kulak zan- kaldırabileceği az ya da çok karmaşık bir titreşim
olarak birleşirler. Bu birleşik titreşimi bir diyapazonun basit
sesi, heyecanlı bir kalabalığın karmaşık gürül tüsü ya da bir sen
foni orkestrası üretebilir. Kulak bu karmaşık titreşimi bölümle
rine ayırmakta bir dereceye kadar başarılı ol ur, ama farklı ses
kaynaklarının yerleri hakkında yetersiz bilgi sunar. Kulak da
göz gibi bir alıcı takımıyla çalışır ve onlar da ikiboyutlu bir yü
zeye yerleştirilmiştir. Ku lak salyangozumın alıcı ları paralel
tellerdir; bir harpı n telleri gibi farklı uzunluklarda ve farklı ger
ginliktcdirler ve açıkça aynı amaç için böyledirler. Salyangozun
tellerinin uygun frekansların titreşimleri kendilerine çarptığı
zaman oluşan tını ile harekete geçtiği düşünülür. Bu kulağın
alıcı alanını ses perdelerini ayırt etmek için kullandığı anlamına
161
RUDOLF ARNHElM
gelir, göz ise kendisininkini uzamsal mevkileri ayırt etmek için
kullanır.
işitme duyumuzun uzam ve sesin geldiği yön hakkında bize
söylediği şeyler kesin değildir. Radyo ve fonograf uzam hak
kında bilgi veren tınılan genelde dışarıda bırakır ve sesin geldi
ği yön hakkında değil, yalnızca ses kaynağının mikrofona olan
uzaklığı hakkında bilgi verir. Mekanik aygıtlarla nakledilen bu
işitsel alan ne sağı ve solu, ne de aşağıyı ve yukarıyı bilir. Yal
nızca uzağı ve yakını ayırt edebilir, buna rağmen biz tam ya da
en azından yeterli bir izienim ediniriz. Nakledilen uzamsal ni
telikler, sesin uzarnda yolculuk ederken geçirdiği değişiklikler
den elde edilir: Uzaktaki ses anlaşılmazdır, nispeten daha zn
yıftır vs.
Sesin geldiği yönü bi lmeden de yapabiliyorsak, kulağın yal
nızca üç tür veriye gereksinimi vardır: Ses yüksekliğini üreten
titreşim genişliği, ses perdelerini üreten titreşim hızı ve ses ren
gini üreten titreşim şekli (flüt, zil, bir soprano ve köpek havla
ması arasındaki fark). Belli bir anda oluşan tüm sesler bir tek
bileşik titreşimde kaynaştığı için sesin fiziksel olarak kayı k
dilmesi v e nakledilmesi için yalnızca bir alıcıya ·gereksini i l ·
vardır. Diğer yandan göz görsel alanı meydana getiren milyon
larca nokta büyüklüğündeki uyarıcı ilc ilgileİımek zorundadır.
Bu nedenle uzamı, oylumu ve şekli görmek için sayısız göze
ihtiyaç vardır -böceklcrde her gözde ayrı ayrı merceklere sa
hipkcn insanın duyu organında tek bir mercek hepsinin işin i
görür. Bu gözlerden oluşan duyarlı yüzey üçboyutlu uzamı ·
görünrusünü yeniden üretir.
Bunlar, modem çağda görüntüleri, müziği ve konuşmalaı ;
uzam yoluyla göndermek için kullandığımız yöntemleri belirle
yen koşuilardır. Işık ve ses kendilerini naklederlerken, uzaklı
ğın n ispeten küçük olmasma, gözlerimize ve kulaklarımıza me
kanik alıcı cihazlarla takviye yapılmış olmasına rağmen ortay<
çıkan sonuç kusursuz değildir. Onları taşıyan titreşimler uzam
dan geçerken renkler soluklaşır, biçimler belirsizleşir, sesleı
anlaşılmaz olur. Görmede retinal görüntünün büyüklüğü, ılımlı
162
SANAT OLARAK SİNEMA
uzaklıklarda bile nesnelerin tanınamayacak kadar küçülmesine
neden olabilecek görüş açısına bağlıdır. Bu yüzden ses ve ışık
iletilerinin niteliklerini elektrik dalgalarının niteliklerine dö
nüştürmek mümkün olur olmaz belirli bir ilerleme kaydedildi.
Çünkü bu dalgalar açık uzarndan ve tellerden hiçbir değişikliğe
uğramadan geçerler; yeryüzünün eğriliğine uyum sağlarlar ve
neredeyse sonsuz bir hıza sahip oldukları için emisyon ve (ışığı
ve sesi) alma hemen hemen eş zamanlıdır. Böylece zaman ve
uzam farkı yok edilir.
Görüntüterin telefonla gönderilebilmesi ve radyoda görün
tüler görmemiz esrarengiz geldiği için bizi hala etkiler. Böyle
diyoruz, çünkü önce sesin elektrikle iletilmesi bulundu. Birinde
diğerinden olduğundan daha gizemli bir şey yoktur. Elektrik
dalgaları titreşimierin şekline, sıklığına ve genişliğine karşılık
gelen nitelikleri nakleder, başka bir deyişle söz konusu görün
günün tüm esas özelliklerini nakleder. Televizyonun en belirgin
sorunu, elbette görüntüterin ikiboyutlu olmasıdır. Eğer analiz
edilecek olurlarsa görüntüler, çok sayıda parlaklık ve renk de
ğerlerine ayrıştırılır; belli bir anda bir vericiyle bunların sadeec
bir tanesi nakledilebilir. Gözün ağtabakasının bir görüntüyü
üretebilmek için bir anlamda yüz elli milyon tane alıcı kullan
dığını düşünürsek, yalnızca bir tane görüntüyü iletmek için bile
milyonlarca telefon ve radyo istasyonuna gerek varmış gibi gö
rünür. İ yi ki gözlerimiz bir görüntüyü kısa ama belirli bir za
man süresi için alıkoyar, öyle olmasa görüntüyü oluşturan tüm
uyarıcılar saniyenin kısacık bir bölümünde gösterilir ve hepsi
bir anda görünürdü her halde. Bu zaman aralıklarının kısa ol
ması gerekse de, elektrik açısından nokta büyüklüğündeki uya
rıcıları bir verici üzerinden sırayla göndennek için yeterli u
zunluktadır. Bir başka deyişle sorun (bir görüntüdeki) uzamsal
bağlantıları zamansal bağlantılara dönüştürerek çözülmüştür,
yani ikiboyutlu göri.ingüyü tek boyutlu görüngüye dönüştüre
rek.
Nakletme hızı, aynca görsel nesneler değiştiği ve hareket
ettiği için de önemlidir. Film bize düzgün bir devinim sağlamak
163
RUDOLF ARNHElM
için saniyede minimum on altı-yirmi dört arası göıüntünün ge
rekli olduğunu öğretmiştir. Bu nedenle katot ışınları her hangi
bir görüntüyü her saniyede yeterince görüntünün üstesinden
gelmesine yetecek hızda taramalıdır. Tarama aygıtı birinci, i
kinci ve dördüncü boyutların neredeyse hepsini aynı anda dik
kate almalıdır.
Televizyon belgesel haber konusunda radyonun kapasitesini
çok büyük ölçüde arttırır. Dinleyicinin duyabileceği işitsel dün
ya, belgesel nitelikler açısından yoksuldur. İşitim, konuşmaları
ve müziği, yani görülmeyen i.iıiinleri nakletmekte mükemmel
dir; fiziksel dünyanın çok küçük bir bölümünü sunar. Bir yo
rumcunun ya da muhabirin katkısı olmadan, radyonun hava ü
zerinden göndermeye çalıştığı dalgalar, bölük pörçük v e· anlam
sız kalır. Bazen bir kentin caddelcrindc yürüyen bir kalabalığın
tasvirine düzgün adım yürüyen ayakların ritmik sesleri, bando
müziğinin sesi ve konuşmalar eklenebilir. Fakat eninde sonun
da böyle bir olayın somutlaşması radyonun hoparlöründen ge
len sese değil dinleyicinin hayal gücünün sınırlarına bağlıdır.
Kulak bir uslamlarna aracıdır; insan tarafından önceden biçim
lendirilmiş materyalleri algılamak konusunda çok iyi vasıflan
dırılmıştır -oysa görme dolaysız bir deneyim, duyumsal ham
maddenin devşiri lmesidir.
Televizyon sayesinde radyo belgesel bir araç hal ine gel ir.
Radyo yalnızca göze hitap ettiği zaman bizleri anında tüm dün
yada ne olup bittiğinden haberdar etme görevini yerine getirir;
bu onun tek ve en önemli görevi değildir elbette. Komşu kasa
banın insanlarının bir alanda bir araya geldiklerini, yabancı bir
ülkenin başbakanının konuşmasını, okyanusun öte yanında
dünya şarnpiyonluğu için dövüşen iki boksörü, İngiliz dans
handolarının gösteri sini, bir İtalyan kolaratür sopranoyu, bir
Alman profesörü, bir tren enkazının için için yanan kalıntıları
nı, karnavalda maskeli kalabalıkJan, bir uçaktan bulutların ara
sından görünen karla kaplı A l p dağlarını, bir denizaltının pen
ceresinden tropikal bir balığı, kutuplarda buzlarla mücadele
eden bir keşif gemisini görürüz. Vezüv dağında parlayan güneşi
164
SANAT OLARAK SiNEMA
gördükten bir saniye sonra, aynı anda Broadway'i aydınlatan
neon ışıklarını göriirüz. Sözcüklerle anlatmanın dalaylı yolu
gereksiz hale gelir, yabancı dil engeli önemini yitirir. Tüm dün
ya odalarımıza girer.
Televizyon otomobilin ve uçağın akrabasıdır: B ir kültürel
ulaşım aracıdır. Kuşkusuz, radyo ve sinemanın aksine, gerçek
liğin sanatsal olarak yorumlanmasında yen i bir şey sunmayan
bir naki l aracıdır sadece. Geçtiğimiz yüzyılın hediycsi olan ula
şım araçları gibi televizyon da gerçekliğe olan tutumumuzu de
ğiştirir: dünyayı daha iyi tanımamızı sağlar ve özellikle farklı
yerlerde aynı anda olan şeylerin çeşitliliği hakkında bir fikir
verir. İnsanın anlamak için verdiği mücadelenin tarihinde ilk
kez, eşzamanlılık zaman içinde bir sekansa dönüştürülmeden
bu şekilde yaşanıyor. Çoğunluğun içinde biri olarak bulundu
ğumuz yeri anlamaya başlıyoruz: daha alçakgönüllü, daha az
ben merkezci oluyoruz.
Her şeye rağmen televizyon denen teknik aygıt bu yararlı
değişikliklere tek başına neden olmaz. O yalnızca insanların
değerlendirmesi gereken olanaklar sunar. Zaman ve uzama kar
şı kazanılan bu yeni zafer algılanabilir dünyanın zenginleşme
sini temsil etse de, çağımızın kültürel anlamda karakteristik
yaklaşımı olan duyumsal uyarıma inancı onaylar. Buluşları
mızia (fotoğrafçılık, fonograf, sinema, radyo) gurur duyarak
birebir deneyimi överiz. Seyahat etmenin gerekli olduğunu dü
şünürüz ve okullarda resimler ve filmler gösteririz. Ancak insa
nın yaşadığı dünyaya i l işkin imgelemini geçmişte olduğundan
daha tam ve kesin yaparken , aynı zamanda söylenen ve yazılan
sözcüklerin alemini, dolayısıyla düşünce alemini daraltınz.
Doğrudan deneyim sağlayan araçlarımız mükemmelleştikçe,
algılarnakla bi lmeyi ve anlamayı bir tutma tehlikeli yanılsama
sına daha kolayca düşeriz.
Televizyon aklımız için yeni ve zorlu bir sınavdır. Eğer yeni
araca hükmetmeyi becerirsek bizi zenginleştirecektir. Ancak
aklımızı uyutabilir de. Eskiden bir deneyimin doğrudan ulaştı
rılamaması ve onu başkalarına aklannanın dilin kullanılmasını
165
RUDOLF ARNHElM
zorunlu kılması sayesinde insan zihninin fikirler geliştirmeye
zorlandığını unutmamalıyız. Bir şeyleri anlatmak için özelden
genele gidilmesi gerekir; seçmek, karşılaştırmak, düşünmek
gerekir. Oysa parmakla göstererek iletişim kurulabildiğinde,
rludaklar suskunlaşır, yazan eller durur ve zihin daralır.
İyi bir belgesel ya da eğitici film ham bir deneyim değildir.
Materyal akıl süzgecinden geçmiş, ayıklanmış ve yorumlan
mıştır. Televizyonda şeylerin doğrudan nakledilmesi materyalin
böyle biçimlendirilmesine pek olanak tanımaz. Öyle de olsa,
nasıl gözlemleyeceğini ve gördüğü şeyden nasıl bir sonuç çıka
racağını bilen insanlar çok şey kazanırlar. Diğerleri ekrandaki
görüntüyle aldatılacaklar ve görülen şeylerin farklılıkları karşı
sında kafaları karışacaktır. Bir süre sonra kafalannın karışması
na da son verebilirler: Anlamayı ve üzerinde düşünmeyi bir ya
na bırakarak ve her şeyi görme haklarından gurur duyarak bü
yük bir mutluluk duyabilirler; tıpkı bir dünya turundan sonra
kendi memleketlerinin tren istasyonuna, aynlırkenki kafalarıyla
dönen gözü pek ve geçkin İngiliz kızları gibi.
Katkıları abartılmadığı zaman duyular faydalıdır.. Yaşadığı
mız kültürde bize nispeten çok az şey öğretirler. Yüzyılımızın
dünyası bir soytarıdır: Yalnızca boyalı yüzünü gösterir, ama
gerçek yüzü ne gözlere ne de kulaklara doğrudan açıktır. Haber
filmleri bize çok az şey anlatır; bu yalnızca materyalin kötü se
çilmiş olmasından ya da nasıl değerlendireceğimizi bilmemiz
den kaynaklanmaz. Böyledir, çünkü dünyanın var olan duru
ınunun ya da politik olayların ya da devletin bir davranışının iç
yüzü sunulan göstergelerde, bir adaının kişiliğinin yüzünde ifa
de bulması kadar açıkça ifade edilmez. Belirtiler onları yorum
layacak bir hekim yoksa bir şey ifade etmez. Yaşadığımız za
manı anlamak için halkla, sanayicilerle konuşmalıyız ya da
diplomatların anılarını okumalıyız. Eğer televizyon salt göster
mekten çok dünyayı anlamamızı sağlayacaksa, en azından gö
rüntülere bir yorumcunun sesini, müzik ve başka sesler ekle
melidir; çünkü biz özel olanı görürken sözler genel olanı anla
tabilir ve biz sonuçlarla karşı karşıyaykcn sebeplerden söz ede
bi lir.
166
SANAT OLARAK SiNEMA
Televizyona radyodan geçen sosyal özelliklere ne demeli?
Şunu kabul etmeliyiz ki büyük insan kitleleri aynı programı
izlediğinde dünya görüşünde bir birlik ortaya çıkacaktır. Aynca
programiann değiş tokuş edilmesi uluslar arasında bir uzlaşma
sağlayabilir. Devlet bildirileri, parlamento toplantıları, törenler
ya da duruşmalar yayınlandığında, yurttaşlar ülkesinin duru
muyla daha yakından ilgilenmek isteyebilir. Toplumsal yaşa
mın merkezi güçlerinin, bireye sayısız aracılarla ulaşmasına
neden olan dolaylı devletin karmaşık sisteminin eksiklerine,
devlet işlerine herkesin "telsiz katılımı" eklenir.
Fakat bir şeyleri aynı anda yapmakla, birlikte yapmak pek
aynı sayılmaz. Radyo ve televizyon toplumsal yaşama sıcak bir
aile havası kazandınrlar; ama aynı zamanda bireyi diğer insan
larla bir araya gelmekten alıkoyarlar. Artık bir şeyi kutlamak,
yas tutmak, öğrenmek, zevk almak, desteklemek ya da protesto
etmek için insanlarla birlikte olmaya gerek duyulmaz. Konser
salonlarımızın ve tiyatrolarımızın pek öyle birlik duygusu ya
ratmadığı doğru. Koltuklarda yabancılar oturur, herkes kendi
başına dinler ve izler, üstelik diğerlerinin varlığı faydalı ol
maktan çok rahatsız edici olur. Ancak seyirci gülerek, bağıra
rak, cevap vererek, alkışlayarak ve yuhalayarak kendisini ola
yın bir parçası yaptığında, aktif ve pasif katılımcılar arasındaki
uzaklık ortadan kalktığında, seyirciyc, seçmene, öğrencilere ve
cemaate olduğu kadar oyuncuya, konuşmacıya, öğretmene ve
vaize de elektroniğin yerini dolduramayacağı bir şey olur.
Televizyon var olan fiziksel varlığı radyodan daha mükem
mel sunacaktır. Birey kendi köşesinde daha da tecrit edilecek
ve ticaret dengesi buna bağlı olarak istikrarsızlaşacaktır: Zen
ginliklere aşırı bir akın. karşılığında hizmet olmaksızın tüketim.
Odasında kaykılmış, gördüğü manzaradan millerce uzakta, acı
nacak bir münzevi, saçmalarlığını hissetmeksizin gülerneyen ya
da alkışlayamayan bir "seyirci" asırlar boyu süren gelişmenin
son ürünüdür; kamp atcşlerinden, pazar yerlerinden ve arena
lardan günümüzün tuhaf manzaraları karşısında yalnızlıktan içi
sıkılmış tüketicisine götüren bir ilerleme.
167
1 938
YENİ BİR LAOKOON: SANATSAL BiLEŞiMLER ve
SÖZLÜ FiLM
Aşağıdald incelemeye, her sözlü tilmin bu metnin yazarında
uyandırdığı ve yeni aracı (medium) gittikçe daha çok tanıman ın
yatıştıramadığı rahatsızlık yol açmıştır. Orada yolunda gitme
yen bir şeyler olduğuna dair bir duygu bu: ilkenin esasındaki
çelişkiler nedeniyle varlığı özgün olamayan yapımlarla karşı
karşıya kalıyoruz. Bu rahatsızlık galiba izleyicinin dikkatinin
ikiye bölünmüş olmasından kaynaklanıyor. Seyircinin dikkatini
çekme girişimleri sırasında işbirliği yapmak yerine iki araç (ses
ve görüntü) birbiriyle mücadele ediyor. İki araç da aynı konuyu
ayrı ayrı yöntemlerle ifade etmeye çalıştığı için sedaları bek
lenmedik bir biçimde karşılaşıyor; birinin anlatmak istediği şe
yin yarısından fazlasını anlatmasını diğeri engelliyor.
Bu fiili durum, ihlal edilmeleri sözlü filmin böylesine ku
surlu olmasına yol açan estetik kanunlarının kuramsal açıdan
incelenmesini gerektirdi. Konu tartışıl ırken çoğunlukla değini
len ilkelerin yanlış olduğundan ya da en azından yanlı ş ele a-
1 68
SANAT OLARAK SiNEMA
lındığından kuşkulanmaya başlayınca böyle bir girişim daha
zaruri göründü. Yeni aracın doğasının yorumlanmasına çaba
landığı ama varlığının kabul edilebilir olup olmadığına ilişkin
daha temel sorunun sorulmasından vazgeçildiği bir noktaya ge
linmişti. Aslında şimdiye dek bu sonunın sorulmasının saldır
ganlık, bozgunculuk ve gericilik olduğu düşünüldü. Buna rağ
men bu sorunu aydınlatmanın gerekli olduğu düşüncesindeyim.
Bu amaçla, tamamen genel anlamda, bir sanat yapıtının bir
den fazla araca (konuşma, devinen görüntü, müzik sesi gibi)
dayandınlmasının koşullarını ve böyle yapıtların alanının, do
� asının ve değerinin ne olabileceğini araştırmaya koyuldum.
Ister istemez eksik kalan bu araştırmanın sonucu sözlü filme
uygulandı .
·
Tiyatro görüntüyü ve konuşmayı başarılı bir şekilde bir/eşti
rir. - Filmin aralarındaki rekabette uzlaşma sağlayamadığı iki
öğe elbette görüntü ve konuşmadır. Günlük yaşamda konuşma
nın görmemizi, görmenin dinlememizi engellemediğini düşü
nürsek bu şaşırtıcı bir rekabettir. Ancak beyaz perdenin karşısı
na oturur oturmaz bu tür sıkıntıların farkına varırız. Belki de
tutarsız davranıyoruz; çünkü sanat yapıtının konuyu ve onun
niteliklerini -duyumsal veri ler aracılığıyla- kesin ve ifadeci bir
yolla sunduğu türden biçimsel kesinliğe gerçek dünyanın gö
rüntülerinde rastlamaya alışkın değiliz. Nonnalde bizi çevrele
yen dünyadan çevreye uyum sağlamamıza yetecek belirsiz i
puçlarından birazcık daha fazlasını toplanz. Fiziksel gerçeklik
şeyleri ve olayları saf hallerine yakın olarak biçimlendirir ve
birleştirir, hakiki "düşünceler" görgül dünyanın en altındadır.
Y alnızca pratik amaçlar için baktığımızda bir rengin belirsizli
ği, çizgilerden oluşan bir kompozisyonun uyumsuzluğu bizi
pek rahatsız etmez; bir cümlenin yazınsal anlamda karışık ol
ması onun anlamını kavramarnıza engel olmaz. Bu nedenle,
günlük yaşarnda görsel ve işitsel öğelerin birleşirnlerinin den
gesiz olmasının rahatsızlığa neden olmaması bizi şaşırtmaz.
Buna karşılık sanat söz konusu olduğunda bir nesnenin belirsiz
ifadesi, bir hareketin uyumsuzluğu, yersiz bir söz yapıtla iletil169
RUDOLF ARNHElM
rnek istenen etkiyi, anlamı, güzel l iği bozacaktır. Uyumlu olma
yan araçların birleşiminin katlan ılmaz olması bundan ileri gelir.
Sözlü filmierin yarattığı rahatsızlığın devinen bir görüntüy
le, konuşmanın birleşmesinden kaynaklanması olanaksız gibi
görünür; çünkü iki aracın birleşmesi kuşkusuz kadim ve çok
verimli bir sanat olan tiyatro tarafından onaylanmış gibi görü
nür. Belki de yanlışlık sözlü ti lmin eskiliğinden dolayı mutebcr
birleşimi kullanış tarzında yatmaktadır. Aslında tiyatro da za
man zaman esasında bir melez olmakla suçlanmıştır. Bazı eleş
tirmenler tiyatronun tarihi boyunca, tüm yapımı ya sahnedeki
görsel temsile ya da işitsel temsile emanet eden iki uç prosedür
arasmda gidip geldiğini açıklamışlardır. Dolayısıyla tiyatro hiç
bir zaman çözülemeyen bir iç çatışmayı, ikisinin karışımından
meydana geldiği iki i fade biçiminden katıksız olan bir tanesine
ağırlık vererek çözmeye çabalamış olabilir: Salt devinen gö
rüntü -dansta gördüğümüz gibi- ya da günümüzde belli radyo
oyunlarında mükemmel bir biçimde kullanılan salt sözlü ifade.
Kuşkusuz tiyatronun katıksız ve uç biçimlere ağırlık vermesi,
bunların karışırnlarının kesinlikle kabul edilemez. olduğunu
göstermez. En temel sanatsal düTtülerden biri, insu:ıın doğanın
çeşitliliğinden kaçma arzusundan ve o yüzden bu sersemletici
gerçekliği en yalın yollarla aniatma arayışından i leri gelir. Bu
nedenle kendi kaynaklarıyla kusursuz yapıtlar üretebilen bir
anlatım aracı, başka bir araçla birleşmcye karşı direncini sonsu
za kadar koruyacaktır. O halde tiyatroda tek ve daha yalın bir
araca doğru olan eğilim anlaşılırdır -daha basit ve tam anla
mıyla katıksız görsel temsille ya da katıksız diyalogla daha
doğrudan cezbeden etkiye doğru bir eğilim. Bunun yanında,
tiyatro yönetmeni daha somut ve nispeten daha basit olan görsel
aracı, daha soyut ve karmaşık sözlü araçla birleştirerek, insan
yaşamını daha mükemmel yansıtan daha zengin yapıtlar ürete
bileceğinin de farkındadır. Bu nedenle bir anlamda kendisini
feda eder -tiyatroya gerçekten inanan bir insan için kesinlikle
çok güç olacak bir fedakarlık: Y orumlamayı, zenginleştirmeyi,
daha elle tutulur yapmayı kabul ederek oyun yazannın yapıtma
170
SANAT OLARAK SİNEMA
hizmet etme arzusunu tiyatroya dair içgüdüsüne zorla kabul
ettirir. Başanlı olabilmek için "halis" tiyatro, yani tamamen
sahne temsili olan bir gösteri yönündeki coşkun isteğini yenmek
zorundadır. Sırası gelmişken, böyle pantomimler de her denen
diğinde verimsiz kalmışlardır ve bir dans gibi biçimlenmedikçe
ya d a görsel açıdan bir film gibi zenginleştirilmedikçe de öyle
kalmak zonındadırlar.
Tam ve ayrılmış temsilierin paralelliği. - Bir sanatta bir kaç
aracın işbirliğinden doğabilecek zenginlik ve uyum, "gerçek"
dünyayı tecrübe ederken, bizim için tipik bir durum olan her
türlü duyusal algılamanın kaynaşmasıyla özdeş değildir. Çünkü
sanatta çeşitli algısal araçlar arasındaki farklılık onların bir bi
rinden ayrılmalarını gerektirir -bu ayrılıkların üstesinden kusur
suz birlik gelebilir.
Açıkça anlaşılacağı gibi görsel ve işitsel öğeleri bir cümlenin
diğerine, bir devinimin sonraki devinime bağlanması gibi bir
leştirmeye çalışmak anlamsız ve anlaşı lmaz olacaktır. Örneğin,
bir insanın vücuduyla sesi arasında gerçek yaşamda var olan
birlik, bir sanat yapıtında ancak iki öğe arasında biyolojik ola
rak birbirlerine mensup olmalarından daha esaslı bir bağ varsa
mümkün olacaktır. Sanatçı kendi dünya imgelemini -renkler,
şekil ler, sesler, hareketler gibi- doğrudan algı lanabilir duyumsal
nitelikler aracılığıyla kavrar ve geliştirir. Algılanan şeylerin
ifadeci özellikleri konumın karakterini ve anlamuu yorumlama
ya yarar. Konunun özü doğrudan görülen şeylerde açık olmalı
dır. Duyumsal görüngünün bu (daha alt) düzeyinde görsel ve
işitsel görüngü arasında sanatsal bir bağ kurmak mümkün de
ğildir. (Bir resme ses koyulamaz !) Böyle bir bağ ancak ikinci,
daha yüksek bir düzeyde, yan i ifadeci nitelikler düzeyinde ku
rulabilir. Koyu kım1ızı şarap kemanın gizemli sesiyle aynı ifa
deye sahip olabilir, ama kırmızıyla ses arasında algısal bir gö
rüngü olarak biçimsel bir bağ kurulan1az. O halde farklı duyum
sal alemlerden doğan öğelerin birleşimi sanatsal açıdan ikinci
düzeyde mümkün olur.
171
RUDOLF ARNHElM
Bununla birlikte bu tür birleşmeler daha alt düzeyde sapta
nan ayniıkiara saygı göstermelidir. Bu aslında, kapalı ve bü
tünlüklü bir yapıya ait olan her bir duyumsal alanın bu alt düz
lemde kurulmasını gerektirir -bu yapı kendi yöntemiyle ve tek
başına sanat yapıtının konusunu bütünüyle sunmalıdır. İkinci
düzeyde tamamen maddesel olan engel kalktığında, farklı alan
Iardan (örneğin görsel ve işitsel) doğan öğeler yine de bir önce
ki düzeyde bel irlenmiş gruplaşmalan ve ayniıldan muhafaza
etmelidir. Diğer yandan, anlatıma bağlı olarak birbirlerine ben
zeyen ya da karşıt olan yönlerinden yararlanıp karşılıklı ilişki
yaratabilirler. Örneğin, bir dans grubunun tüm fi gürleri bir bü
tün oluştururlar, ama hepsi birden eşlik eden müzikten ayrılırlar.
Fakat iki duyumsal alanın örüntüleriyle iletilen ifadeler arasın
daki benzerlik bunları tek bir sanat yapıtında birleştinneyi ola
naklı kılar. Örneğin, dansçılardan birinin yaptığı bir hareket
eşlik eden müzik cümlesine ifade ve anlam açısından benzeye
bilir. . . Tıpkı bir oyuncunun yaptığı hareketin söylediği cümleye
uyması gibi.
Bir sanat yapıtında bir kaç anlatım aracının birleŞimi, tam ve
kapalı ve alt (ya da ilk) düzeyde bir birinden )cesinlikle ayrı lmış
örüntüler arasında, ikinci yapısal düzeyde bir ilişki kurulmasıyla
değerlenen biçimsel bir araç sağlar. Bu iki düzeye ek olarak
başka, daha üst düzeyierin de olabileceğine değinmiştim, ama
bunlar pek önemli değildir. Bunlardan bir tanesi, bir sanat yapı
tında temsil edilen nesnelerin gerçek dünyamıza ait olduklannı
göz önünde bulundurarak onların karakteristik özellikleriyle
ilgilenir; örneğin, insan bedeni ve sesi arasındaki fiili ve somut
bağlantılar. Bu düzey günlük yaşama daha yakındır ve bu dü
zeyde kurulan ilişkiler dolayısıyla bizim sağduyumuz açısından
daha açıktır. Ancak bu düzeyde farklı algısal alanlardan doğan
örüntüler arasında kurulan bu tür bağlantılar onları bağdaşık,
kaynaşık ya da değiştirilebilir kılmaya yeunez. İlk düzeydeki
farklılıkları bir engeldir. Çünkü ilk düzeyde olan şeyler yapıtın
bütünü için bağlayıcıdır.
172
SANAT OLARAK SiNEMA
(Fiziksel dünyaya ait öğelerin i l işkilerinin zamansal ve u
zamsal bir rastlantı olmaktan öteye gidebileceği anlaşılacaktır.
Ö rneğin bir insanın bedeni ve scsi, aksi takdirde ortak bir bağ
ları olmayan rastlantısal komşular değillerdir. Daha doğrusu,
aynı organizrnaya bağlı oldukları için ifadeleri sürdüğü sürece
yakından ilişkilidirler; bu, beden ve ses arasındaki fiziksel
bağiantıyı daha anlamlı kılan bir benzerliktir. Ancak ne sanatta
ne de gerçekte, anlam yakınlığı her zaman görgül bir yakınlığa
eşlik eder; ne de anlam yakınlığı yalnızca görgül olarak birbiri
ne bağlı şeylerde bulunur. )
Edebiyatın tüm duyuları -görme, işitme, koklama, dokunma,
tat alma- serbestçe karıştırarak ve gerçek yaşamda olduğu gibi
ayrılmaz surette kayriaştırarak kullandığına dair bir karşı çıkış
olabi l ir. Oysa böyle bir karşı çıkış ancak yazarın sözcüklerinin,
yazarın üretemeyeceği doğrudan algısal duygu lanımların yerine
geçecek belleksel imgeleri, okuyucunun zihninde canlandırma
aracından başka bir şey olmadığına inanan kişi ler için geçerli
olabi l i r. (Nitekim Schopenl1auer şöyle der: "Sözcükler aracılı
ğıyla hayal gücünü harekete geçirme sanatı tanımı bana şiirin
en yalın ve en doğru tanımıymış gib i geliyor. ") Ancak .::debi
dilin, örneğin bir senaryo yazarının çekilecek olan bir tilmin
sahnelerini anlatmak isterken baş vurmak zorunda olduğu bir
tür çareden daha fazla bir şey olmadığı doğnı mu? Sözcükler
yalnızca bir geçiş mi yoksa edebi yaratının en son biçimi mi?
Edebiyatın özel doğası, her nesneyi türünün ortak adıyla adlan
dıran bu yüzden nesnenin öznel somutluğundaki aslına ulaşma
dan onu yalnızca genel olarak tanımlayan dilin soyutluğunu
barındınnaz ını? Edebiyat en karakteristik ve en güçlü elkilerini
bu özellikten sağlar. Şiirsel sözcükler doğrudan şeylerin anla
mına, karakterine, yapısına gönderme yapar; nesnenin imgesi
nin soyut nite l iklerine bu yolla gönderme yapar. Y azar belli bir
mekanın fiziksel somutluğuyla kısıtlanmaz; bu nedenle ger
çekte uzarnda ve zamanda komşu o lamayacak olsalar da bir
nesneyi diğerine bağlamakta özgürdür. Ayrıca materyal olarak,
gerçekte algılanabilir şeyleri değil de yalnızca onların adlarını
173
RUDOLF ARNHElM
kullandığı için imgelerini farklı duyumsal kaynaklardan alınmış
öğelerden oluşturabilir. Yarattığı birleşimlerin fiziksel dünyada
olanaklı, hatta hayal edilebilir olup olmadığını dert etmek zo
runda değildir. Goethe, ş iirlerinden birinde meşe ağacını sisten
elbise giymiş kule gibi bir dev olarak tanımlad.ığında, "kule"yi
yalnızca yükseklik, "dev"i heybetlilik anlamlarında, "elbise"yi
de örtülmek sözcüğünün yerine kullanır -hiçbir ressamın yapa
mayacağı bir şey. Yazar ikinci (ya da bir üst) olarak adlarıdırdı
ğım, görsel ve işitsel sanatların da aralarında bağ kurduktan
düzeyde çalışır. Yazarın rüzgarın hışırtısını, bulutların ağır ağır
gidişini, çürüyen yaprakların kokusunu, yağmur damlalarının
tene dokunuşunu gerçek bir bütünde nasıl birleştirdiğini şimdi
anlıyoruz.
Yazarın doğrudan somutluk düzeyine de eriştiği ve böylece
onun da bu düzeyin canlarıdırma özelliklerinden yararlanabildi
ği bir bakıma doğnıdur. Çağrıştırdığı şeyleri gönnemizi, işit
memizi, koklaınamızı ya da onlara dokunmamamızı sağlaya
maz, ama onları adlandırmak için kullandığı sözcükler sestir,
yarıi işitsel bir materyaldir. ifadenin aktanldığı sesli ve sessiz
harflerin sekansı, vurgu ritimleri, legatolar ve durgular aynı
zamanda kavramlarla anlattığı şeyleri, farklı ve daha somut o
lan ses aracıyla da anlatmasını olanaklı kılar. Bu anlamda edebi
bir yapıt da kendi içinde bir bileşimdir ve bu nedenle inceledi
ğimiz kurallara uymalıdır.
Sanatsal araçlarm bir/eşiminde gerekli olan koşullar. - Sa
natsal araçlar, daha önce öne sürdüğüm gibi ayrı ve bütünlüklü
yapısal formlar olarak bir araya gelirler. Örneğin, şarkıyla ifade
edilmek istenen bir tema, bir metnin sözleriyle ve müzik sesle
riyle sunulur. İki öğe bütünün uyumunu sağlayacak biçimde
birbirleriyle uyumludur, ama yine de ayrılıkları açıktır. Birle
şimleri başarılı bir evliliğe benzer, benzerlik ve adaptasyonun
uyumu sağladığı ama iki eşin de kişiliklerinin değişınediği bir
evlilik. Böyle bir evlilikten doğan, iki öğenin kendisinde ayn
Iamayacak bir şekilde karıştığı bir çocuğa ise kesinlikle benze
mez.
174
SANAT OLARAK SİNEMA
Aynı şekilde, bir tiyatro gösterisinde görsel temsil ve diya
log bütün konuyu ayrı ayrı sunmalıdır. Eğer öğelerden birinde
bir boşluk varsa, bu diğeri tarafından kapatılamaz. Renk, şekil
ve devinimleriyle, oyuncuların görünüşleri ve hareketleriyle,
dekorun ve bu dekorda hareket eden insanların uzamsal organi
zasyonuyla diyalogun içeriğini seyircinin gözleri için yorum
lamak yönetmenin görevidir. Boşluk, sınırlı bir ara, yani oyunu
bozmayan, onun bir parçası olan bir durgu görevi görmedikçe
görsel gösteri bölünemez. Diyalogun çıkarı için görsel eylemin
ifadesiz ya da boş olmasına kesinlikle izin verilmemelidir; çün
kü en özlü cümleler bile böyle bir eksikliği telafi edemezler,
görsel bir boşluğu kapatamazlar. Aynı şekilde diyalogdaki bir
bölünme de ancak bir ara biçiminde olabilir; işitsel temsilden
görsel temsile zamansal bir geçiş olarak haklı çıkarılamaz. El
bette diyalogdaki karşılıklı ateşli cevaplara karşılık pantomim
de bir duraklama ya da bir anlık sessizliğe karşılık anlamlı bir
pantomimin kontrpuansal karşıtlığı olabilir; ama yalnızca a
henkli bir müzik parçası çalarken sık sık çeşitli seslerin ve ens
trümaniarın girip çıkması gibi.
Diyalog tam olmalıdır. -Dramatik gelişiıne ara sıra küçük
bir d iyalog ekleyerek, öyküyü neredeyse tamamen perdedeki
görsel temsille sürükleyen bazı "entelektüel" film yönetmenle
rinin revaçtaki alışkanlıklarının çok az haklılık payı olduğunu
netleştirecek yeterince şey söylendi. Böylesi bir prosedür iki
tam öğe arasında bir paralellik yaratmaz, yani çok yoğun görsel
bölüm ve çok "gözenekli" işitsel bölüm arasında: Diyalog aralı
olacağına, bağlantı kurulamayacak aralarla ayrılmış konuşma
lardan ibarettir. Bu yönetmenlerin beyan ettikleri amaçları, ko
nuşmayı belirli doruk noktalarda, acil olduğunda, bir anlamda
görsel görüntüyü güçlendirmek için kullanmaktır. Araçların
farklılığı tamamen göz ardı edilir; sonuçta konuşma kınntıları,
demir atmadan yüzdüklcri boş işitsel alanda, güliinç bir şaşırtı
cılıkla sipsivri ortaya çıkarlar. Abartılı uzunluktaki sessizlik.leri,
uygun gürültülerle ya da müzikle deldurarak bu kusur gideri
lemez; çünkü şarkı örneği işitsel sanat aleminde bile müzik ve
175
RUDOLF ARNHElM
konuşmanın, ancak iki tam ve ayrı öğe -şiir ve melodi- arasında
paralellik sağlandığında birleştirilebileceğini zaten öğretti. Eğer
diyalog parçalara dağıtılmamış her biri kapalı ve sürekli yapılar
olan büyük bileşimlerde toplanmış olsalardı, en azından Beet
hoven'in Dokuzuncu Se1�(oni'sindeki önemli örneğe ya da
Malıler'in daha sonraki girişimine gönderme yapılabil irdi.
Malıler'in yapıtında enstrümantal müzik kompozisyonunun do
ruk noktasına insan sesi girilmiştir ve o andan itibaren yapıt
daha geniş, daha heybetli bir temelden yükselir. Oysa sözlü
fılmde bu yöntem bile işe yaramaz. çünkü görsel biçimde sessiz
sahneler ve diyalogla tamamlanmış sahneler arasındaki ayrım
hala bir engel oluşturur.
Perdedeki göıiintü kendisini sürekli engeller ve bu · nedenle
diyalog "üste ç ıkmaya" çabalarsa, sinema salonlarında yaşanan
deneyim, söz ve görüntünün gerçekten kaynaşmasının mümkün
olmadığını herkese gösterecektir. Görsel temsi l -sanatsal olarak
olmasa da en azından teknik olarak- her zaman tamdır. D iyalo
gtın ara sıra eşlik ettiği tam görsel temsil kısmen bir paralelliği
temsil eder, birleşmeyi değil . Diyalogun doğası gereği kesik
kesik olması temel bir kusurdur. (Kuşkusuz bir diyalogun ke
silmesi, perdedeki görüntünün birden . ortadan kaybolmasının
yaratacağı türden psikolojik bir şok ·yanitmaz .. Psikoloj ik olarak
bunun nedeni diyalogun kesilmesinin işitsel temsilin kesilmesi
olarak algılanmamasıdır, perdedeki görüntünün yok olması ise
görsel temsili kesccektir. Sessizlik seslerin dünyasının ortadan
kaldırılması olarak değil. daha çok etkisiz bir karşılaştırma ör
neği olarak duyumsanır, bir portredeki düz arka planın resmin
bir parçası olması gibi boş ama "pozitif''tir. Bir görüngü bizi
psikolojik anlamda rahatsız etmese de sanatsal açıdan karşı ç ı
kılabilir.)
Y apımcıların ve dağıtırncı ların diyalog taleplerini karşıla
mak zorunda kalan yönetmenin yetkisini sadece asgari düzeyde
temsil ettikleri için, bu konuşma parçaları kuramsal açıdan çok
az öneme sahiptirler. Çünkü bu durumda yönetmen yapıtını,
dayatılan (sözlü fi lmi sanatçıya zorla benimseten) bir ilkeyle
1 76
SANAT OLARAK SİNEMA
saflığı bozulmuş bir sessiz film, yani kelimenin gerçek anla
mıyla bir film olarak düşünür. Oysa konuşma miktannı azalta
rak ve böylece tiyatro tarzından uzaklaşarak yeni ve özerk bir
sanat formuna, yani "sözlü filme" ulaştığına inanıyorsa, bu o
nun profesyonel duyarlılıktan yoksun olduğunu gösterir. Daha
az sözcük kullanıldıkça ve öykünün yükü daha kaçınılmaz bi
çimde perdedeki görüntü tarafından taşındıkça, konuşma kırın
tıları daha rahatsız edici, yabancı ve saçma görünecektir; kulla
nılan şeyin sessiz filmin geleneksel tarzı olduğu daha da belir
ginleşecektir; ancak anlığı bozulmuş olara)<.
Karşılaştırıldığında, film stüdyolarında film endüstrisinin
hizmetinde çalışan daha alçakgönüllü zanaatçılar sanatsal açı
dan daha aklı başındadırlar. Araçlarıyla sık ilişki kurmaları sa
yesinde onun gereksinimlerine ilişkin sezgisel bir anlayışa e
rişmişler ve bu nedenle -ya da kısmen bu nedenle- "yüzde l 00
diyaloglu" filme yönelmişlerdir. Bu yapımlarda, konuşma süre
si boyunca filme eşlik eder, hiç boşluk vermeden; bu yolla a
raçların birleştirilmesinde temel koşullardan birini, yani para
lelliği yerine getirirler. Ek olarak, bu tür sıradan bir filmde, ses
siz film sürecinde geliştirilen görsel ifade araçlarının radikal bir
biçimde azaltıldığı görülür. Daha sonra göstereceğim gibi, bu
eğilim sözlü fılmin yarattığı estetik koşullardan ileri gelir. Öyle
olsa da, bu prosedür sayesinde görüntü ve konuşma arasındaki
dengesizlikten kaçınılamadı ve sanatsal açıdan geçerli sesli
filmler üretilemedi. Bunun yerine, stüdyo uygulamaları sine
manın yeni tılsımiarından vazgeçmeye razı olmaksızın gelenek
sel tiyatro tarzına doğru gider.
Her durumda, konuşmanın filmde kullanılmasında tam di
yalog - sanatsal olarak tam ve kapanık bir sözcük örüntüsü- e
sas koşul olacaktır. Şimdi, bu koşulun tiyatro tekniğinden pren
sipte farklı olacak bir teknikle yerine getirilip getirilemeyeceği
ni incelememiz gerekir.
Görüntü ve söz tiyatronun üslubımdan farklı bir üslupla
birleştirilebilir mi? -Temsilin görsel bölümü göz önüne alınır
sa, böyle yeni bir sanatın uzmanlığı, tiyatro aksiyonu ve film
177
RUDOLF ARNHElM
aksiyonu arasındaki bazı temel ayrımiara dayandırılabilir. Ço
ğunlukla böyle bir ayrımın bulunduğu kabul edilir ve uygula
mayla kanıtlanır. Bununla beraber tiyatronun sinemanın ayıncı
özelliklerinden yoksun bırak ı lması için hiçbir asli neden yoktur.
Canlı bir oyuncunun yerini onun fotografik görüntüsü alsa bile,
kuşkusuz bir sanat formu olarak tiyatro özünde aynı kalır; tele
vizyonda yayınlanan tiyatro temsilleri bunu kanıtlıyor. Ayrıca
tiyatro da doğal renklerin yerine siyah-beyazı geçirebilir - zaten
tekrenkl ilik fılmin değişmez karakteristik özelliği değildir. Si
nemadaki kaydırmalı çekimlerde olduğu gibi bütün görüntünün
yer değiştinncsi, dönen sahnelerle ve benzer yöntemlerle son
zamanlarda -daha gösterişsiz bir biçimde de olsa- tiyatroda da
sağlanır; fakat kuşkusuz bir farklılık varsa ne ölçüde olduğu
prensipte bir şey deği ştim1ez. Ayrıca, modem tiyatroda gerçek
film gösterimieri -örneğin fon olarak- kullanılır. Kabul edelim
ki şimdiki biçimiyle tiyatro görüş uzaklığını ve açısını değişti
remez; sinemanın montaj la yaptığı gibi bir yerden bir yere de
atlayamaz. Bugünkü haliyle tiyatro için teknik açıdan imkansız
olan şeyin yarın sıradan olabileceğini anlamak için televizyonu
göz önüne almamız yetecektir.
Bu hususta, şunu da anlaınalıyız ki sinema bir -sanattır ama
tamamen yeni ve ayrı bir sanat değildir. D�vinen görüntünün
sanatı, res i m ve heykcldeki gibi durgun görüntü sanatından
ayrıdır. Fakat bu yalnızca sinemayı deği l , dans ve pantomimi
de kapsar; sinemanın mekanik kayıt tekniğinden aldığı özel
lik lerin, dansla, pantomimle, dolayısıyla tiyatroyla ortak olan
diğer özell iklerinden daha önemli olup olmadığı konusu en
azından sorgulanabil ir. Kesin olan bir şey var ki, sinemanın
diğer araç larla ortak olan özellikleri göz ardı edi lmeye çalışı
lırsa -fılmlerin ad majorem g lo riam ' ında yapıldığı gibi- sinema
sanatının doğru değerlendirilmesi beklenemez. Devinen gö
rüntü sanatı diğer sanatlar kadar eskiye dayanır, insanlığın
kendisi kadar esk idir; sinema da onun en son emaresinden baş
ka bir şey değildir. Dahası, sinemanın diğer sanalların seviye
sine, ancak kendisini fotografik yeniden üretimin bağlarından
178
SANAT OLARAK SiNEMA
kurtardığı ve -çizgi film ve resim gibi- katıksız insan yapısı
olduğu zaman erişebileceğini düşünmeye de cesaret edebi lirim.
O halde tiyatronun görsel aksiyonu ile sinemanın devinen
görüntüsü arasında prensipte hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla
tiyatroda "zenginleştirilmiş görüntü" ile yapılan deneyler sözlü
filme doğrudan uygulanabilir. Nedir bu deneyler? Bunlar bize,
"zenginleştinne" girişimlerinin kolayca ciddi sahne sanatından
sapmalara dönüştüğünü gösterir. Tasanıncı göz kamaştırıcı dü
zenlemelere yöneldiğinde ve yönetmen salıneyi hareketle dol
durduğunda. görsel temsil oyun yazarının sözlerini yorumla
maktan çok dikkati tamamen kendi üzerine çeker.
Elbette bu tartışma, tiyatro temsilinin görüntüye sadece i
kincil ve destekleyici bir işlev yüklerken, diyaloga ön planda
uygun bir pozisyon sağlamayı amaçladığını varsayar. Ş imdi, bu
varsayıma dayanmadan da yapabilecek diğer sanatsal fonnların
olanaklarını incelememiz gerekir.
Diyalogun ifade edi l mesi ne kadar basit olursa, seyircinin
dramatik konuşmayı dikkatlice takip etmesi o kadar az engelle
nir. Bu durumda bir dramatik edebiyat yapıtı, başka bir sanat
yapıtı gibi, herhangi bir derecede yoğunluğa sahip olabilir: Bizi
hikayeden alıkoyacak görsel her hangi bir şey olmadığında b ile
(örneğin radyo temsillerinde olduğu gibi) duyularımıza nere
deyse açıklanamaz işler sunan Shakespeare'in karmaşık ve ağır
fıkirlerinden, çok basit somut bir durumu anlatan gevşek dizele
re kadar. Daha basit diyalog forıniarı -ki bunların edebi olarak
daha az değerli olması gerekmez- daha zengin görsel temsilleri
bundan zarar görmeden taşıyabi lir. Muhtemelen edebiyat tarihi
bu tür basit diyaloga çok az örnek sunar; ama oyun yazarı ya
pıtlarının daha zengin salıne aksiyonlarıyla zenginleştirildiğini
göm1e fikrine alışırsa bu durum belki değişebi lir. Aslında,
muhtemelen yazar kendisi her iki araçla da çalışma, yani iki
misli "bütün" eser yaratma işini üstlenebilir. Bunun gerçekleşti
ğini ve terazinin giderek görsel aksiyonunun lehine eğildiğini
farz edelim: Bu durumda önce işitilebilir ve görülebilir olanın
dengeli olduğu yapıtlara; sonunda da diyaloğun, günümüde ti179
RUDOLF ARNHElM
yatroda pantomimsel aksiyona verilen atıl işlevi kabul ettiği,
göriintünün ağırlıklı olduğu yapıtiara ulaşırız.
Bu ikinci türün yapıtları yeni ve eski sanat türlerine ait olur
mu? Bileşenler arasındaki salt niceliksel bir değişiklik yeni bir
sanat formu doğurabilir mi? Kalabalık bir dans grubunun göste
risine bir flütten başka b ir şey eşlik ebneyebilir, ya da tam ter
sine bir dansçının solosuna bütün bir senfoni orkestrası eşlik
edebilir ...yeni bir sanat formundan mı söz ediyoruz? Eğer sade
ce öğelerin sözü edilen değişikliği bize yaşantımızı temsil et
menin yeni yollarını, şimdiye kadar hiç ifade edilmemiş şeyler
söylemenin yeni yollarını verecekse, tiyatro sanatının salt bir
çeşitlernesi olmaktan çok kendine özgü özel bir formla karşı
karşıya olup olmadığımıza karar vermekte hiç acele edilmeye
cektir. Şimdi her şey şu ana kadar teoride ortaya koyduğumuz
prosedürün uygulamaya geçiri lip geçirilemeyeceğine karar
venneye bağlıdır.
Çeşitli sanatsal araçlarm özel karakteristikleri. - Örneğin,
devinen görüntü ve konuşma gibi farklı araçların birleştirilme
sinin, günlük yaşamda görsel ve işitsel öğelerin yakın ilişkili
olmasıyla, aslında ayrı lmaz bir biçimde kaynaşımş . olmasıyla
kolayca mazur gösterilemeyeceğini daha önce açıkladun. Böyle
bir birleşme için sanatsal nedenler olması gerekir: Bu birleşme
araçlardan yalnızca biriyle anlatılamayacak bir şeyi ifade ebne
ye yaramalıdır. Bileşik bir sanat yapıtının, sadece araçlar tara
fından üretilen eksiksiz yapılar paralel bir formda bütünleşti
ğinde mümkün olduğunu anladık. Doğal olarak, böyle bir "çift
hat" sadece bileşen öğeler aynı şeyi anlatmadığında anlamlı
olacaktır. Aynı konuya farklı şekilde değinerek birbirlerini ta
mamlarnaları gerekir. Her bir araç konuyu kendi tarzında ele
almalıdır ve ortaya çıkan farklılıklar araçlar arasında var olan
farklılıklara uygun olmalıdır.
Lessing'in
LAokoön 'unda çeşitli araçların karakter açısından
farklı oldukları görsel sanatlar ve edebiyat örnekleriyle gösteri
lir. Örneğin, temsili ve temsili olmayan araçları birbirinden ayı
nrken, resmin ya da dansın -müzikle karşılaştınldığında- temel
180
SANAT OLARAK SİNEMA
teşkil eden temalan daha dalaylı ve örtük bir üslupla aktarabi
leceği kolayca anlaşılır. Temsil elle tutulur somut nesnelere
bağlıdır ama tamamen bu nedenle pratik deneyimlere daha uy
gundur. Müzik böyle fıkirleri daha doğrudan, daha sade ve
güçlüce aktanr; ancak somut nesneler ve olaylar yığınını dışa
rıda bıraktığı için, nesneleri tanımlamaya ihtiyacı olmayan yo
rumu aynı zamanda daha soyut ve geneldir. Müziğin dansı ve
sessiz filmi bu kadar mükemmel bir biçimde tamamlamasının
nedeni budur: Duygulan, ruh hallerini ve ayrıca görsel temsilin
tasvir etmek isteycceği ama somut nesnelerin kullanılması ne
deniyle sadece kaçınılmaz olarak bölümlere ayırarak ve belir
sizce aktarabileceği hareketlerin özündeki ritmi etkin bir biçim
de aktarır.
Farklı araçların birbirlerine göre değerlerini karşılaştırmanın
bir anlamı yoktur. Kişisel tercihler vardır, ama her araç doruk
Iara kendi yöntemiyle ulaşır. Eğer edebiyatın hepsinden daha
kusursuz (complete) b ir araç olduğunu söylersek, şunu da u
nutmamalıyız ki bu evrensellik diğer araçların özel bir daya
nıklılık gösterdiği zayı flıklara da yol açar. Ancak içerik düşü
nüldüğünde sözcükler diğer araçların alanlannın hepsine birden
sahiptir: Dünyamızdaki şeyleri durağan ya da sürekli bir deği
şim içinde tasvir edeb ilir; eşsiz bir rahatlıkla bir yerden diğeri
ne, bir andan sonraki ana atlayabilir; sadece dış duyulanınız ia
algıladığımız dünyayı değil, ruh, hayal gücü, duygu ve arzu
alemini de sunabilir. Sözcükler bu içsel ve dışsal gerçekleri sa
dece kendi içlerinde barındırmakla kalmazlar, ayrıca insan zih
ninin onlar arasında kurduğu mantıksal ve sezgisel ilişkileri de
içerirler. Nesneleri -kendi bireysel somutluklarından yoğunluğu
azaltılmış genelliğe kadar- herhangi bir soyutluk derecesinde
sunabilirlcr. Algı ve anlayış arasında gidip gelebilir ve böylece
en ruhi talepleri olduğu kadar en dünyevi talepleri de karşılaya
bilirler. Ve özellikle, şairlerin çalıştığı, görüngü ve düşüncenin
karşılaştığı cezbedici alanda çok rahattırlar.
Dramatik diyaloğun yararlı bir tamamlayıcısı olarak görsel
aksiyon.- Öyle olsa bile, terazinin algıdan anlayışa götüren u181
RUDOLF ARNHElM
cunda, dil varsayımın belli bir derecesinden öteye geçemez.
Nesneleri, b ize onların maddesel doğalarını sunacak kadar so
mutlaştıramaz. "Renk" diyebilir, ama bize rengi gösteremez.
Diyalogları sahne aksiyonuyla, öyküleri resimlerle tamamlama
uygulamaları bu yüzdendir. Aynı zamanda böyle bir tamamla
manın zorunlu olmadığını da anlanz. Yazar herhangi bir nesne
yi sanatsal amacının gerektirdiği kesinlik derecesinde tasvir
edebilir.
Bu nedenle, bir oyunun sahnelenmeye gereksinimi yoktur;
sadece buna imkan verir. Buna bağlı olarak, oyuncuların hare
ketleri olduğu kadar dekorlar da, dikkati tek başına da tam olan
dramat ik yapıta çekmelidir. Sahne yapımı ancak şair yapıtını
tamamladıktan sonra özgürce ve tesir altında kalmadan var o
lur. Sahne aksiyonu şair tarafından aktarılan imgelemi somut
laştırır. Renkler, biçimler ve gürültüler seyirciye hoş gelen ve
şairin kendisinin de sözcüklerinin ritmi ve sesiyle saygı göster
diği daha basit ve daha temel duyu deneyimlerine hizmet eder.
Ses ve görüntü, doğaya sözcüklerle icra etmekten daha yakın.
temel sanatlardır. Müzik, resim, heykel , mimari, dans ve sine
ma insan zihninin daha ilkel olan yanına hitap eder. Konuşma
sayesinde aydınlanmış olmasına rağmen ilısan, bu arkaik araç
ları ve onların etkili yorumunu yeğler.
Daha somut ve biyolojik olarak daha eski olan görüntü daha
güçlü etkiler üretebilir; resim ve özel likle de devinen görüntü
ortaya çıktığında sözcüğün tehlikeye girmesi bu nedenledir. İyi
bir salme yapıtı görsel aksiyonu seyirciden belli bir uzak lıkta
tutarak ve sahnedek i eylem miktarını sınıriayarak onun doğal
üstünlüğünü yumuşatır.
Görsel aksiyon oyunun ayrılmaz bir parçası haline gelemez
m i ?- O halde tiyatroda görsel aksiyon diyalogun hizmetindedir.
Diğer yandan, görsel aksiyon oyun yazarının söylediği ya da
söylemiş olabileceği şeyleri tekrar etmekle kalmaz. Konuyu
edebiyatta elverişli olmayan özel bir yöntemle sunarak, görsel
aksiyon araçların birleşmesinde gerekl i olan koşullardan birini
yerine getirir. Böyleyken, oyun yazarı için dilin belli durumlar182
SANAT OLARAK SiNEMA
da yetersiz bir araçmış gibi göıilnmesi akla yatkın değil midir?
Sözcüklerlc ifade edemeyeceği, sadeec sahne aksiyonu sayesin
de ifade edebileceği şeyler yok mudur? Bu nedenle iki aracı da
kullanmayı gerekli görmüş olabilir mi?
Oyun yazarları oyunlarında dış sahne aksiyonuna çeşitli öl
çülerde göndermelere de yer verirler. Bir tarafta tamamen iç
aksiyona konsantre olan şair türü vardır. Onun tek dileği diya
logun sözcüklerinde ifade edilen fiziksel güçlerin çatışmasını
sunmaktır. Radyo oyunları bu doğrultuda ileriesc de, bu uç du
ruma gösteri lecek çok az ömek vardır her halde. Zıt kutupta ise
dış aksiyondan başka bir şey içerm ey en -oyun yazarını panto
mim anlatıcısına dönüştüren- oyun tüıilnü buluruz.
Yazarın oyuna dış aksiyon için gerekli gönderıncieri
koyahileceği iki yol vardır. Büyük oyun yazarlarının ki a
sik yöntemi bunları diyalogun içine dahil etmektir. Buna
ek olarak. dekanı ve sahne üzeri nde ne olduğunu tasvir
eden sahne tariflerine de gen e l l i kle rastlarız. Sahne tari fl e
ri klasik oyunlarda o lduğu gibi seyrek ve kısa olab i l irler
ya da -bazı modem oyunlarda olduğu gibi- romanlarda
rastlanan tipte çok uzun tariflere dönüşebi l irler. Ancak
bunların i l le de ik i nc i bir araç olarak düşünülmesi gere k
mez. Burada görsel aksiyenun oyun yazarlığını isti l as ı rr
dan değil, daha çok kurgusal edebiyat tekni klerin beni m
senmesinden söz ediyoruz. Görsel aksiyonun edebi o larak
tasvir ed i lmesi i l e görsel olarak üreti lmiş bir şeyin sö z
cüklerle anlatılması arasında önem li bir ayrım vardır. Film
senaryosu yazarlarının tekniğinden b ildiğimiz gibi, ikinci
durumda sözcükler salt bir çare olarak kul lanıl ır. Bir şair
bir resmi tasv ir ettiğinde, ortaya çıkan bir resim değildir ve
olması da amaçlaıımamışt ır. Diğer yandan, sadece ka y
detmek için kullanılabilecek başka bir araç olmadı ğından
bir parça görsel aksiyonu sözcüklerle tespit etme girişimi,
tasv ir yetenekli b ir yazar tarafından yapılmış olsa bile e
debi açıdan kolayca anlaınsızlaşabilir ve okuyucunun h a
yal gücünden aşırı bir beklenti i çine girebilir. HamJet' in
babasının hayaletini gördüğü sahnede Garrick'in yorumu ..:'
nu sözcüklerle m uhafaza etmeye çalışmış, on sekizinci
183
RUDOLF ARNHEl M
yüzyıl yazarı G . Ch. Lichtenberg'e ait bir parçayı örnek
olarak çevireceğim: "Garrick birden döner ve aynı anda
dizleri birbirinden ayrı bir halde iki ya da üç adım geriler;
şapkası yere düşer; her iki kolu, ama özellikle sol kolu
yükselir, sol eli başının hizasında, sağ kolu daha kıvrık,
sağ eli daha aşağıda, pannakları aynlmış ve ağzı açıktır;
sanki felç olmuş gibi öylece durur, �eniş ama aşın olm a
yan bir adımın ortasında onun düşebıleceğinden korkan ve
hayalete daha aşina olan dostları tarafından desteklenir;
yüzünde, korku öyle bir tarzda ifade edilmişti ki kon u ş
maya başlamasından önce bile ürperdim."
O halde, görsel bir konunun edebi tasviri ile edebi olmayan.
görsel bir araca ait şeylerin kaydedilmesi arasında gerçek bir
fark varsa, bir yazarın dramatik diyalogunu özel bir tür görsel
salınelemenin tamamlamasını - ona eşlik etmesini değil- gerekli
bulması mümkün değil midir? Yapıtının sonraki "göstcrisi"nden
çok "diğer yarısı"nı temsil ettiği için, yazarın kendisinin de
görsel yapıının ayrıntılarına dikkat etmek zorunda olmasıyla
kanıtlandığı gibi, bu gerçekten yeni bir sanat türü olurdu.
Şinıd�ye kadar sanatçılar tek bir aracı tercih etmişlerdir.
Çalışmaları sanki estetik kanunlarının uygulamada ortaya çıkı
şını temsil eden büyük sanatçılar, buraya kadar böyle bir imkanı
kullanmaya çok az eğilim göstermişlerdir. Shakespeare tiyatro
dünyasıyla sürekli ilişki içinde yaşamıştır, ama yine de Goethe
onun bir tiyatro yazarı ol madığını ve yazarken tiyatroyu dü
şünmediğini söyleyebilir. Aslında onun mümkün olan tüm sah
ne etkilerini ve dolayısıyla bizim anladığımız anlamda bir sahne
gösterisinin mümkün olmadığını görmesinden daha radikal bir
yol yoktur. Aynı şekilde, Moliere'in, Gocthe'nin, Schiller'in,
Goldoni'nin -tüm tiyatro adamlarının- oyunları kağıt üzerinde
bile tamdır ve ayn ı şey Yunan klasikleri için de geçerlidir. Yer
ve zaman, karakterler ve olaylar dizisi anlatımlarının büyük bir
bölümünü oluşturan belli oyunlar -örneğin, Bahar Noktası ya
da Kleİst'in Penthesilea'sı- gerçekte sahnelenemez gibi görünür;
çünkü ş airlerin sözcükleri o kadar güçlü, o kadar fantastik im
geler yaratır ki onları sahne yapıtında birleştirmeye ya da geliş
tinneye çalışmanın gülünç olacağı düşünebilir.
1 84
SANAT OLARAK SİNEMA
Bütün kayıtlı sanat tarihi boyunca, bir aracın diğerine yar
dımcı bir ilave olmasını değil de, bir ölçüye kadar iki aracın
ortak çabasını içeren sadece bir tane önemli örneğe rastlarız:
opera. Yine de incelersek bileşenlerden birinin, müziksel ola
nın, kesinlikle üstün olduğunu görürüz. Aslında, libretto salt
müziğin amacına hizmet eden bir vasıtadır. Genellikle tam an
lamıyla bestecinin ihtiyaçlarına göre uydurulur ve edebi değeri
çok azdır. Operanın gerçek özü için vazgeçilmez değildir; esa
sen olaylar dizisini açıklamaya ve sahne yapımını olanaklı kıl
maya yarar. (Richard Wagner'in yapıtı müzik ve libretto arasın
da dengeye yaklaşır, ama bu yapıt o kadar tartışmalıdır ve teo
riden o kadar ctkilenmiştir ki tek başına geçerli bir �arşı iddiayı
temsil etmez.) Aslında tarihsel olarak, operanın ortaya çıkması
pek de müzik ve edebiyatın b irleşmesini değil, dramatik öğe
nin, aksi takdirde lirik bir biçemle sınıriandırılan müziğe üstün
gelmesini temsil eder. On beşinci yüzyılda müzik sayesinde
Yunan tragcdyaları tarzındaki tragedyaların dramatik ve gör
kemli niteliklerini arttırmak için yapı lan girişimlerden doğan
opera, hareket içindeki insanın çabalarını, duygularını ve top
lumsal ilişkilerin yol açtığı çatışma ya da uyum durumlarını
müzikle ifade etme isteğini gerçekten karşılar. Diyalog, oyun
cunun en doğal yoldan duyulmasını sağlamak ve olaylar dizisi
ni pantomimin devinen görüntüsüne ek olarak, sadece müzikle
anlaşılabilir kıl ınabilecek bu basit temaların ötesine taşırnak
için teknik ve ikincil bir araç olarak kullanılır. Başka bir deyişle
opera neredeyse tamamen müzikal bir formdur ve diyalogun
görevi az çok sessiz filmlerdeki "yazıların" göreviyle sınırlıdır.
Burada şunu da hatırlamak gerekir ki büyük oyuncular, do
ğaçlama yaparak çalışmalarına ve böylece temsi l i esas olarak
beden anlatımiarına ve sese saklamalarına olanak tanıyan vasat
oyunları çoğunlukla tercih ederler; diğer yandan onların bu ye
tenekleri dramatik edebiyatın büyük yapıtları için tehlike oluş
film yönetmen leri
turur. Aynı şekilde, iyi dansçılar ve sessiz
birinci sınıf olamayacak basit ve düz müzikleri seçerler.
185
RUDOLF ARNHEl M
B ir araya getirilen bütün bu gerçekler şunu gösterir ki ş i m
diye kadar sanatçılar gerçekten birden fazla araca dayanan ya
pıtlar üretmeye çok az yetenek veya eğilim göstermişlerdir.
Kuşkusuz, verilen tüm örneklerde gerçekten birden fazla araç
kullanılır, ama her bir araca farklı bir kişi bakar ve araçlardan
biri liderliği üstlenir: Üstün olan araç yardımcı araç tarafından
daha basitçe desteklenen temadan zengin bir yapı geliştirir.
Yardımcı araç asla ucuz olacak kadar ihmal edilmemeli ya da
kendini gösteremeyccek kadar bastırılmamalıdır. S anat görev
hiyerarşisin i kabul eder, ama bir kez dahil edildikten sonra bile
şenlerden herhangi birinin niteliksel ya da niceliksel olarak kö
relmesini hoş karşılamaz.
Sanat yapıtında araçların hiyerarşisi. - Bileşik yapıtlarda,
onlara bakan sanatçılar gibi farklı araçlar da hiyerarşiler kuru
yormuş gibi görünür. Antik dönemin dramatik yapıtları bunu en
iyi şekilde gösterirler. Onlarda şairin sözleri üstündür, ama ge
nellikle dramatik olayların taslağını çizen sahne aksiyonu ve
ayrıca miizikle tamamlanırlar. Başka bir örneğe, mimari yapı
nın resim ve heykelle zenginleştirildiği ortaçağ katedrallerinde
rastlanır. Buna tiyatro seyircisini ve dini cemaati de eklediğİ
nizde ve sanat uygarlığın son aşamasında dönüşmeye başladığı
tecrit edilmiş bir nesneden çok her şeyi saran bir ritiiel olarak
karşınızdadır. Bu hiyerarşik ürün ler, daha önce de belirttiğimiz
gibi, bir kişinin çleğil bir kaç kişinin yapıtlarıdır ve böyle bir
işbirliğinde başarılı olmak için nıhsal bir beraberl ik gerekir,
yani daha geniş anlamıyla ortak bir inancın varlığı gerekir. D i
ğer yandan, tck bir sanaıçı dünyayı sadece bir tek araçla açık
lamak eğilimindedir.
Bir kaç sanatç ı n ın işbirliği, farklı algısal araçlar arasındaki
karşıtlığın üstesinden gel meye yardım eder. Her bir sanatçı
kendini bir tek duyusal cvrenle sınırlayabilir. Tabii ki sonunda
bütün yapıt tutarsız olabi lir; özellikle hiçbir araç liderliği ele
almadığında ve bunun yerine ikisi ya da daha fazlası hemen
hemen dengede olduğunda. Bu, örneğin, belli şarkı larda mey
dana gelir. Opera gibi şarkı da müzikal bir formdur. Ama bes186
SANAT OLARAK SİNEMA
telenen şiir önemli ölçüde dikkat çekmeyi başardığında müzik
ve şiir arasındaki denge değişir gibi olur. Araçlar arasındaki
böyle bir rekabet dinleyicinin yapıtta gerçek bir i lişki kurmasını
engeller: benzer ama yine de heterojen olan b ilcşenlcrin uyu
mundan ileri gelen biçimsel cazibeden zevk almanın ötesine
geçemez.
Film diyalogunun muhtemel avantaj/an- Ş imdi sözlü fi l mi
değerlendirmede faydalı olabilecek bazı temel kavramları in
celedik. Söylediklerimden, her şeyden önce üstün bir araç ol
ması gerektiği anlaşılır. Sözün üstünlüğü tiyatroya götürchile
ceği için bu görev devinen göıüntüye düşecektir. Öyleyse sorun
sessiz film olarak geliştirilmiş olan canlandın lmış göıüntü sa
natının, opcrada dramatik aksiycinun iskeletini oluşturan bir tür
l ibretto ku l l anıp kul lanamayacağıdır.
Burada her şeyden önce şunu tekrarlamalıyız ki opera, l ib
rettosu sayesinde (kilise müziklerinin öncellerinde olduğu gibi)
geniş ve yeni bir alem fethetti, yani dramatik müzik ya da mü
zikal drama alemini. Sinema söz konusu olduğunda diyalog
yeni bir yapıt türline geçit vem1ez. En fazla var olanı gel işti rir.
Şunu unutmamalıyız ki sessiz fı l mde başlıklar halinde verilen
diyalog hiçbir şekilde sinemanın doğduğu yapıtın çıkış noktası
ya da temeli değildi. Onlar, göıüntülerle oluşturulan ve anlaşı
lan yapıtlara. yardımcı olarak ve açıklama amacıyla eklenen
kolay çarelerdi sadece. Sesli diyalog belki de bu mütevazı işlevi
bile yerine getirmeyi beceremez. Opera için faydal ı olan şey,
sinema için zararlı olabilir.
Bir sanatçı, yani kullandığı araca karşı tam bir duyarlıl ığın
rehberlik ettiği bir kişi, göıüntülerle yaratmak yerine, diyalog
için görüntü "besteleıneye" sevk edildiğini h issedebi tir mi? Onu
cezbeden şey görüntüler olduğu için, sahnelerinin anlamını
keskinleştirebilecek, olaylar dizisini açıklamak için gerekli olan
dolambaçlı yollardan kurtaracak ve daha geniş bir konu alanı
sunacak olan teknik bir araç o larak konuşma tarafından teşvik
edilebilir. Aslında diyalog dış aksiyonun fazlasıyla gelişmesini
ve özellikle iç aksiyonu da olanaklı kılar. Gerçekten karmaşık
1 87
RUDOLF ARNHElM
bir olay ya da zihin durumu yalnızca göıiintülerle aktarılamaz.
B u nedenle diyalogun ilave edilmesi hikaye anlatımını daha
kolaylaştırdı. Bu bakımdan, film diyaloğu bazı eleştirmenler
tarafından zaman, uzam ve yaratıcılık tasarrufu olarak tanım
lanmıştır (filrnin mevcut uzunluğunu ve yönetmenin yaratıcı
gücünü yapıtın gerçekten uygun içeriği için s aklayan bir tasar
ruf). Yine de geriye romanda ve oyunda rastladığımız türden
bir aksiyonun filmde hakl ılığı olup olmadığını görmek kal ır.
Kalabalık bir film seyircisinin konuşmanın ortaya çıkışını
neden alkışladığını kolayca anlayabiliriz. Seyircinin istediğ!,.
heyecan verici olaylara mümkün olduğunca eksiksiz olarak ka
tılmaktır. Bunu tam anlamıyla başarmanın en iyi yolu görsel
aksiyon ile diyaloğun karıştırılmasıdır: dış olaylar göze somi.ıt
olarak gösterilir ve aynı zamanda karakterlerin düşünceleri, ni
yetleri ve duyguları sözcükler sayesinde en doğrudan ve doğal
yolla aktarılır. Dahası konuşmalarta ve diğer seslerle olayların
görülen varlığı zenginleştirilir. Seyirci sadece, diyalog aksiyonu
açıklamayacak kadar kısaltılırsa ya da tam aksine çok çok az
dış aksiyon varsa ve konuşmanın tamamı sıkıca olursa_ itirazda
bulunur. Kabaca söylersck, �özlü filme yapılan bu i tirazlar uz
manların itirazlanyla aynıdır.
Diyalog sinemanın dünyasmı dara/tır.- Opera örneği
diyaloğun kullanımını haklı çıkam1ak ve tavsiye etmek gibi
oldu. Ancak ihtiyatlı davranmadan ses sanatıyla görüntü sanatı
nı konuşmayla olan il işkileri açısından karşılaştıramayız. Dra
matik diyaloğun başlıca özelliklerinden biri aksiyonu oyun
cuyla sınırlandırmasıdır. Bu müziğe tam olarak uyar, çünkü
dediğimiz gibi kesinlikle insanları müzikal olarak dramatik ak
siyon içinde göstermek için yaratılmıştır. Görüntünün insanı
sunmak için diyaloga elbette ihtiyacı yoktur, ama insan görsel
dünyada sahnede sahip olduğu baş rolden hoşlanmaz. Kabul
edelim ki bel li resimlerde. insan figürleri ön planda kocaman
yer tutarlar; ancak genellikle resim, insanı ona anlam katan ve
onun anlam kattığı çevresinin bir parçası olarak gösterir. İnsan,
ancak zorla ayrılabileceği alemin bir parçası olarak görünür.
188
SANAT OLARAK SİNEMA
Sinema başından beri dünyasını süsleyen insandan çok insan
tarafından canlandınlan dünyayla ilgilendi. Bu nedenle, diyalog
nedeniyle insanların gösterileriyle sınırlandınlrnış olmak daya
nılmaz olmaya rnecburdur.
İnsanın doğal çevresinin sunulması, tiyatrodan sonra filmie
rin varlığını haklı gösteren başarılardan biri oldu. Doğal olarak
sessiz film de oyunculan sık sık omuz çekimiyle gösterdi. Ama
daha önemlisi sessiz insan ve sessiz nesneler arasında, yakında
ki (duyulabilir) insan ve uzak mesafedeki (duyularnayan) insan
arasırıda yarattığı gibi bir birleşme yarattı. Görüntünün evrensel
sessizliğinde, kınk bir vazonun parçaları bir karakterin yarun
dakiyle konuştuğu gibi "konuşabilirdi", ayrıca bir yolda yak
laşmakta olan ve ufukta sadece küçücük bir nokta gibi görünen
bir insan omuz çekiminde oynayan biri kadar "konuştu". Tiyat
roya tamamen yabancı ama resim için bildik olan bu homojen
lik sözlü film tarafından yok edildi: oyuncuya konuşmayı bah
şetti ve buna sadece o sahip olduğu için diğer her şey geri plana
i til di.
Şimdi, özellikle görüntü diyaloga eşlik etmek zorundaysa,
görsel aksiyonda insan figüründeıı kaynaklanan bir sınırlama
vardır. Katıksız pantornirn bu s ınırlamanın üstesinden gelmenin
üç yolunu bilir. Olaylar dizisini anlatmaktan vazgeçebilir ve
bunun yerine "mutlak" beden devinimini sunabilir, yani dans.
Burada, müziğin (kuramsal olarak) doğal gürültülerden meyda
na gelen bir sanata üstün olması gibi, insan bedeni salt panto
rn i rne üstün olan rnelodik ve arrnonik forınJar için bir enstrü
rnan olur. İkinci olarak, pantornirn sessiz tilmin çözümünü be
nimseyebilir, yani devinim içindeki daha zengin bir evrenin
parçası olabilir. Ve son o larak, tiyatroda yaptığı gibi dramatik
konuşmaya boyun eğebilir. Ancak sözlü filmdeki pantornim
için bu çözümlerin üçü de erişilrnezdir: dans olamaz çünkü
dansın konuşmaya ihtiyacı yoktur ve belki de tahammülü bile
yoktur; insan figürüne bağlı olması yüzünden sessiz filrnin mu
azzam
orbis
pictus'una dalarnaz; ve kendisinden vazgeçmeden
konuşmanın hizmetine giremez.
189
RUDOLF ARNHElM
Diyalog_, görsel aksiyon u fe/ce uğratır.- Konuşma sinemayı
yalnlzca dramatik poruelerin sanatı olmakla sınırlamaz, ayrıca
görüntünün anlatımıyla da çatısır. Sessiz film ne kadar iyiyse
insanları konuşurken göstennekıen o kadar titizlikle kaçınırdı :
Her ne kadar konuşma gerçek yaşamda önemli olsa b ile . Oyun
cular kendilerini duruşlarıyla ve yüz i fadeleriyle ifade ederlerdi.
Ek anlam figürün ışıklandınna ile görüntüde gösteriliş tarzın
dan ve özellikle sekansa ve olaylar dizisine anlam kazandıran
şartların bütününden ileri gelird i . Konuşmarun görünen karşılı
ğı, yani ağzın monoton hareketleri çok az şey katar ve aslında
bedenin anlamlı devinimine engel olurdu. Konuşma eyleminin
oyuncuyu görsel olarak monoton, anlamsız ve genellikle gülünç
davranışlara zorladığını ağız hareketleri ikna edici biçimde ka
nıtlar.
Konuşmanın hareketsiz görüntüye (resim, foloğraf) eklcne
ıneyeceği açıktır; ama ifade araçları resminkilere benzeyen ses
siz filme de eşit derece uygunsuzdur. Sessiz fi lınin, dramatik
durumu yoğunlaştım1aya muktcdir kendi biçemini geliştimlesi
ni sağlayan tamamen konuşmanın yokluğuydu. Ayrılmak ya da
kavuşmak, kazanmak ya da teslim olmak, dost ya da düşınan
olmak -tüm bu teınalar, başın ya da bir kolun havaya Kalkması
veya bir kişinin diğerini başını eğerek sclainlama.s ı gibi, bir kaç
basit davranışla düzgünce gös.terilirdi. Bu dunım basit olaylarla
dolu olan ve sözlü fılmin ortaya çıkmasıyla yerini dış aksiyon
yönünden zayıf ama psikolojik olarak iyi geliştirilmiş tiyatro
tipi bir oyunun aldığı, çok sinejenik bir öykü türünü (species of
tale) doğurdu. Bu hareket halindeki insanın görsel açıdan ve
rim li görünrusünün yerini konuşan insanın verimsiz görünlüsü
nün alması demekti.
Opera söz konusu olduğunda, aksiyonu insanın çevresinde
toplayan diyaloga ya da oyuncunun görsel olarak felç olmasına
hiç itiraz yoktur. Daha önce dediğimiz gibi operanın amaçladığı
şey hareket içindeki insanın müzikal anlatımıdır. Sahne üzerin
deki canlandırılmış görüntünün ifadeci özelliklerini çok çok az
kullanır; bunlar yardımcı, tamamlayıcı ve açıklayıcı olarak ka190
SANAT OLARAK SİNEMA
lırlar. Opera yönetmeni, uzun aryal ar için sahne aksiyonunu
durdunnakta tereddüt etmez. Bu, diyaloga bolca zaman verir,
aslında çok fazla zaman verir: cümleler U7..atılmalı ve müziğe
uyması için tekrarlanmalıdır. Sonuçta sinemaya zarar veren şey
operaya zarar vennez.
Sözlü tilmin yolunda bulunan kuramsal güçlükleri tartıştık
tan sonra sinema yapıtlarının uygularnada tatmin edici çözüm
yolları bulup bulmarlığını görmek için çevremize bakarsak, teş
hisimizin kuvvetlcndiğini görürüz. Günümüzde sıradan bir
sözlü film, diyalogla dolu görsel açıdan zayı f sahneler ile zen
gin ve sessiz aksiyonun tamamen farklı geleneksel biçemini
birleştinneye gayret eder. Sessiz film devriyle karşılaştırıldı
ğında, sanatsal seçkinlikte de dokunaklı bir çöküş vardır; zirve
deki yapımiarda olduğu gibi sıradan filmlerde de görülür. Ta
mamen sürekli artan endüstrileşmeye bağlı olamayacak bir eği
limdir bu.
Mevcut olan daha saf formlarla karşılaştırıldığında, insanlı
ğın bu kadar radikal bir sanatsal fakirleşmeyi temsil eden bir
ilkeye dayanan çok sayıda yapıt üretecek olması şaşırtıcı görü
nebilir. Bir çok insanın diğer bakımlardan da gerçek dışı bir
yaşam sürdüğü ve insanın gerçek doğasına ve onun uygun teza
hürlerine ulaşmakta başarısız olduğu bir zamanda böyle bir çe
l işki gerçekten şaşırtıcı mıdır acaba? Eğer fi lmlerde tam tersi
olsaydı, böyle hoş bir tutarsızl ık daha da şaşırtıcı olmaz mıydı?
Bununla beraber, melez fonnların çok değişken olmasının
verdiği bir teselli vardır. Geçmişe dönmek anlamına gelse bile
kendi gerçekdışı formlarından daha saf fonnalara dönüşme eği
lim indedirler. Yaptığımız gafların ötesinde, uzun vadede hata
nın ve kusurun üstesinden gelen ve insan eylemini iyiligin ve
doğruluğun saflığına yönlendiren doğal güçler vardır.
191
Bu kitap hala okunuyor olmasıyla, biçimlerinde Içeriklerinde
ve Işlevlerinde gerçekleşen tüm değişikliklere rağmen filmierin
görsel <ıracın remel özelll�lerı� bağlı k<\ldıklarında gerçekten
etkileyici olduklan rezini kanıtlıyor gibi Elbette değişimler dikkate
.
.
değerdir. Sanat olarak sinema ve eğlence olMak ,.sinema arasındaki
ayrım, fllml yapanların ve Izleyenierin kafasını artık meşgul ermiyor
gibi. Belli yapıtları incelediklerinde sanattan bahseden sinema
,.
eleştirmenleri ya -da kurarncılan hala var mı? Bugi.ın yazılarda
sinema üzerine oldukça iyi içerlk.<malizleri . film dilinin anatomisi
ve hatta felsefe vardır: fakat yazarlar aynı öz.eni seyrek rastlanan
baş yapıtlar kadar ticari ve hafif filmiere de harcamak
eğillmındedlrler. Yüksek estetik kalite ve gişe ba§<ırısı arasındaki
ayrım bulanıklaştı: tıpkı saygıdeğer gazetelerin, bu listelerin ne
tur ayrımlardan dolayı yayınianeiığını belirtmek.sızin haftalık. en
çok satan kitap listeleri yayınlamaları gibi. Bu nedenle kltabımın
adı. ne olduğuna deği
l . ne olabileceği ya da ne olması gerektiğine
atıfta bulunur.
Rudolf Arnhelm
..