Heidegger’in Sanat Felsefesi Üzerine
Alkım Saygın
Martin Heidegger’e göre Felsefe’nin çözüme bağlaması gereken en temel sorunlardan
biri, “dünyânın vâroluşu sorunu”dur ve Heidegger, Batı metafiziğinde olanın aksine,
“yeryüzü” ve “dünyâ”yı birbirinden ayırarak insanı, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı bir
kendilik içinde inceler. Nitekim insanı, canlıların ya da bilincin yeryüzündeki gelişiminin en
üst basamağı olarak görmek yerine, kendi varlığının anlamını sorgulayan tek varlık olarak
ele alır ve belirli bir dünyâsallık içinde konumlandırır. Hakîkat, bu dünyâsallığın açılmasıdır
ve Batı metafiziğinde kabûl edilenin aksine, “doğru bilgi” ya da “nesnesine uygun bilgi”
değildir; ayrıca, sistem aracılığıyla da dile getirilemez ve temellendirilemez. Batı metafiziği,
şimdiye kadar hep bunu yapmaya çalışmış; hâl böyle olunca, hakîkatin Varlıkla bağını
koparmış ve Varlığın unutulmasına yol açmıştır. Bu nedenle, tam bir yozlaşma hâlindedir ve
çöküş dönemine girmiştir. Bu yozlaşma ilk olarak, Greklerin hakîkat anlayışından
uzaklaşmayla başlamıştır. Varlığın hakîkati olarak aletheia, Latinceye veritas şeklinde
çevrilmiştir. Oysa veritas, mantıksal doğruluk; belirli türden bir “uygunluk” demektir.
Greklerin “metafizik hakîkat”inin yerine, “mantıksal doğruluk” geçmiş ve Varlıkla bağı
koparılmıştır.1
Felsefe, kendi kökenini Varlıkta bulacaktır. Yeryüzüne fırlatılan ve yalnız bırakılan
insanın geçmişi ve geleceği, birtakım belirsizliklerle doludur; ne yapacağını, nasıl
yaşayacağını bilemez. Bunlara karar verebilmesi için insan, Varlıkla bağını yeniden
kurmalıdır. Bu ise insanın kendi varlığı üzerinde yeniden düşünmesi; Varlıkla olan ilişkisinde
Kendi’sini açığa çıkartması demektir. Bu bağı yeniden kurduğu ölçüde, kendisine belirli
türden bir dünyâ inşâ edecek ve dünyâsallaşacaktır. Bu dünyâ, kendi dünyâsıdır ve bunu
belirleyen Kendi’si olduğu için, eylemlerine ölçü olarak kabûl edeceği de yine Kendi’sidir.
Kendi’nin açığa çıkabilmesi, Varlığın aydınlığında kendi varlığını aydınlatmasına bağlıdır.
Bu gerçekleştiğinde Varlığın hakîkati, aynı zamanda da hakîkatin Varlığı olarak açığa
çıkacaktır. Dünyâ, insanın karşısına alabileceği bir nesne değildir. Dünyânın bir parçası olan
insan, Varlıkla ilişkisi içinde dünyâsallaşır. Bu ilişki kaybolunca, yeryüzünün parçası hâline
gelir ve sıradan bir vârolan olarak yaşamını sürdürür. Dünyâyı kuran insanın bu çabası,
Varlığın olagelmesidir de. Bu olagelme, hakîkatinin sonsuz ışıldaması; kendi hakîkatini
ortaya koymasıdır ki, bu da olanaklı vâroluş yaşantıları (kaygı, korku, iç sıkıntısı, vb.) içinde
ortaya çıkar. Dünyâsallaşmadan bahsedilen yerde aslında, vâroluş yaşantılarından bahsedilir.
Kendi dünyâsallığını bu vâroluş yaşantıları içinde duyumsayan insan, yaşamla olan bağı
içinde kendi dünyâsını kurar.
Dünyânın vâroluşu, bitimsiz bir süreçtir ve bu süreç, her defâsında yeni tasarımlara
açıktır. Bu tasarımlardan her biri, zamânın ufkunda belirir ve bunun içindir ki zaman,
Varlığın gerçekleştiği yer ya da ontolojik anlamıdır. Dünyânın vâroluşunu aydınlatan bu
tasarımlardan her biri, Varlığın aydınlığına onu taşır. İnsan vâroluşu, zamânın ufkunda
bitimsiz bir süreçtir ve bu süreçte insan, hiçbir zaman özdeş bir tasarıma sâhip olamaz; kendi
vâroluşunu, sürekli olarak yeniler. Varlığın hakîkati konusunda yalnızca “varlığın
gerçekliği”ne saplanıp kalan Batı metafiziği, bu gerçekliği belirli birtakım tasarımlara
indirgeyerek bunların doğruluğunu (veritas) ispatlamanın peşine düşmüştür. Hâlbuki,
Varlığın hakîkati olagelmesidir ve bu olagelme içinde açılması, ışıldaması; vâroluş
yaşantıları içinde insanın kendi dünyâsını kurmasıdır. Hakîkat (aletheia), gizli olanın
1
https://academia.edu, 10.05.2017
Martin Heidegger, Varlık Ve Zaman, syf: 16-25
2
gizlendiği yerden çıkmasıdır ve gizlendiği yerde, her defâsında yeniden ve kendi başkalığı
içinde belirecektir. Hem, kendini ortaya koyduğu her yerde gizlenir de. Açığa çıkmak,
bitimsiz bir süreçtir ve bu, açığa çıkanın kendi açıklığında kendini gizlemesinden gelir.
Hakîkat, açığa çıkma ve kendini gizleme arasında bitimsiz bir çatışmaya işâret eder. Batı
metafiziğinde, yaygın hakîkat görüşünde olduğu kadar, sanat alanında da benzer bir yozlaşma
görülmektedir. Varlığın unutulmuşluğu, dolayımsız olarak sanata da yansımış ve sanatın da
Varlıkla bağı koparılmıştır. Sanatta genel eğilim, güzellik ve hakîkati bir ve aynı tutmak,
hakîkati belirli bir noktaya bağlayarak eserin güzelliğini bunun içine sığdırmak şeklinde
açığa çıkmıştır. Bu hakîkat de “doğruluk” anlamında anlaşılmış ve eserin güzelliği, belirli bir
uygunluk ölçütüyle ölçülmek istenmiştir. Oysa güzellik, hakîkatin yalnızca bir
görünümüdür.2
İmdi, güzellik ve hakîkat, bir ve aynı tutulamaz ve belirli bir şeye uygun olup
olmamaya göre ölçülemez. Sanat eserlerinde de hakîkat, belirli bir olagelmedir; bu olagelme
içinde Varlığın duyumsanması, kendi Kendi’sini eserde açmasıdır. Güzellik de Varlığın sanat
eserinde açılmasıyla belirir; fakat, Varlığın açığa çıktığı tek yer sanat değildir. Örneğin din,
siyâset, vb. alanlarda da bu olagelme devâm eder. Ne içsel bir duygu, ne de belirli türden bir
durum olan güzellik, bir gerçekleşme hâlidir ve kaynağını, Varlığın hakîkatinden alır.
Güzelliğin âit olduğu yer biçimdir. Güzellik kaynağını, vârolan olarak varlığını borçlu olduğu
Varlıktan alır ve Varlık, her defâsında belirli bir form içinde ışıldar. Nesneyle ilgili olmak
yerine belirli bir gerçekleşme hâli olan güzellik, eserde formun açığa çıkması; bu açıklıkta
Varlığın ışıldamasıdır. Batı metafiziğinde ise sanatın Varlıkla bağı koparılmış ve bu bağ
unutulmuştur. “Mantıksal doğruluk” anlamındaki hakîkat düşüncesi, sanat eserine belirli
birtakım uygunluk anlayışları çerçevesinde yaklaşılmasına neden olmuş ve Varlığın
hakîkatine ulaşılmaya çalışılmamıştır. Metafizik hakîkat, insan ve Varlık arasında köprü
kurulmasını sağlayacaktır. Güzellik de Varlığın aydınlığa çıkması olmak bakımından insan
varlığının aydınlatılmasıdır ve bu aydınlatma, hiçbir şeye uygun olmak zorunda değildir.
Felsefe, sanat ve insan varlığı, kaynağını Varlığın olagelmesinde bulur.3
Bu olagelme içinde, olduğu gibi olan; neyse o olan bir Varlık tasarımı aramak, boş ve
yanıltıcıdır. Batı metafiziğinin elinde sanat eserinin varlığı ve kökeni sorunu, bir bilmece
olarak kalmıştır. Bu bilmeceyi çözme iddiâsında olan filozoflar ise bu soruna ilişkin belirli
birtakım ayrımlar yaparken, işlerin daha da karışmasına yol açmışlardır. Heidegger ise bu
bilmeceyi, “estetik gözlem”den hareketle çözmeyi deneyecektir. Sanat eserinin kökeni
sorusu, sanatın kökeni sorusuna geri götürülebilir. Bu da sanatın özünün ne olduğuna
bakmayı gerektirir; bir şeyin kökeni, onun özünde içerilmiştir. Sanatın işlevine; toplumsal,
siyasî, psikolojik, vb. boyutlarına bakmanın ise bir anlamı yoktur, doğrudan doğruya özüne
odaklanılması gerekir. Bu öz, sanatçı ve eseri arasındaki özel bağda bulunur; her ikisi de
birbirini gerekser ve kendi varlıklarını sanata borçludurlar. Sanatın varlığını nereden aldığı
ise henüz belirsizdir. Heidegger bu belirsizliği, sanatın vâroluşunu inceleyerek gidermek
ister; bu vâroluş, sanatın özüdür ve Batı metafiziğinin sanat hakkında çözümsüz bıraktığı
sorunların çözümü de buradadır. Bu özün ya da vâroluşun ortaya konulması için “seçilmiş
birtakım eserler”den hareket etmenin; başka birtakım ürünler ve bunları karşılaştırmanın da
bir anlamı yoktur. Bu yolla bu öz, aslâ açığa çıkartılamaz.4
Bunu ortaya koymak için Heidegger, sanat içinde beliren üç vârolan hâline; nesne,
araç ve esere bakar. Nesne, sanatın belirli bir nesneyi gereksemesi durumuna işâret eder; tüm
sanat türleri, en az bir nesneyle iş görür. Söz gelişi resim, tuvalin üzerine yapılır ve bir tüfek
2
A.g.e. syf: 316-28
Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, syf: 45-9
4
A.g.e. syf: 7-10
3
3
gibi duvara asılır. Bu özelliğiyle, herhangi bir nesneden farksızdır; onu sanat eseri hâline
getirecek olan, eserden alınacak olanaklı duygulanımlarla ona sanat eseri olarak
yaklaşılmasıdır. Sanat eseri, içerdiği nesnesellik durumundan başka bir şeydir; onu sanat
eseri hâline getiren, bu olanaklı yönelim tarzı içinde sanat eserinin vâroluşsal özellikleridir.
Bu özellikler nesneye, kendinin ötesine geçme olanağı sunar. Öteye geçme ise varlığının
aydınlanması demektir. Nesne, Varlığın aydınlığında açılır, ışıldar; vâroluş yaşantıları içinde
bir yer edinir ve anlamlı hâle gelir. Yalnız başına ele alındığında karanlıktır; hiçbir anlama
sâhip değildir. Nesneyi anlamlı hâle getiren, Varlığın aydınlığında kendi varlığını
aydınlatmasıdır. Nesneye bu yeri, ne sâdece sanatçı kazandırır, ne de eseri alımlayan. Bu yer,
Varlığın aydınlığı içinde nesnenin kendi hakîkatine açılmasıyla ortaya çıkar; bu belirme ve
ortaya çıkma ise nesneye allegorinin katılmasıdır. Nesne olmak bakımından o, neyse odur;
ama, sanatçının elinde allegorik hâle gelerek sanatçı ve alımlayanın bu başka olanla
karşılaşmasını sağlar. Allegoriyle nesne, yeryüzüne âit olmaktan kurtularak dünyâsallaşır;
sanatçıyı ve alımlayanı, dünyânın içine taşır. Sanat eserinin nesneselliği, başka olanla
karşılaşmamızı; vâroluş yaşantıları içinde başka olanı duyumsamamızı sağlayan bir geçiş
olanağıdır. Bu nesneselliğe salt şimdi ve burada olan olarak yaklaşmak ve temsil ettiği şeyle
uygun olup olmadığına bakmak, bu olanağı ortadan kaldırır ve geleneksel felsefede olduğu
gibi sanat eseri, diğer nesneler arasında bir nesne hâline gelir. Sanat ve Varlık arasındaki bağ
koparılınca, nesnenin nesneselliği hakkında konuşurken de belirli birtakım yanlışlıklara
düşülmesi, kaçınılmaz hâle gelir ki, bunlardan önde gelenleri üç tânedir.
İlki, nesneyi belirli birtakım özelliklerin taşıyıcısı olarak görmek ve bu özelliklerin
dolayımında ele almaktır. Ama, bunların ardına bakılmaz. İkincisi ise nesneyi, yol açtığı
olanaklı duygulanımların birliği olarak ele almaktır. Bunda ise bu duygulanımların vâroluş
yaşantılarıyla ilişkisine bakılmaz. Üçüncüsü ise nesneyi, biçimlenmiş malzeme olarak
tanımlamaktır. Sanat içinde beliren ikinci vârolan hâli ise araçtır. Nitekim araç, sanatın belirli
bir aracı gereksemesi durumuna işâret eder; her defâsında belirli bir araç olarak kullanılan
varlıklara göndermede bulunur. Bu araçlardan her birinin, belirli bir amacı vardır ve
amaçsallık, aslında araçsallıkta içerilmiştir; yâni, araçsallık katıldığı anda nesne, araç hâline
gelir.5 Kendi başına düşünüldüğünde bir ayakkabı, belirli bir nesnedir ve herhangi bir kaya
parçası gibi varlık kazanmamıştır. Sanat eseri ise hiçbir biçimde amaçsallık-araçsallık
taşımaz; araç olarak üretilmez, böyle görülemez, bu şekilde değerlendirilemez. Bu yönüyle,
bir kaya parçasına benzer; kendiliğinden oluşmuş gibidir. Tarlada çalışan çiftçi kadının
ayakkabıları, bir sanat eseri değildir. Van Gogh’un Bir Çift Köylü Ayakkabısı isimli tablosu
ise sanat eseridir ve işlenmiş bir ayakkabının kendi hakîkatini gösterir; bu hakîkati, Varlığın
aydınlığında dile getirir.6
Araçsallık, dâimâ belirli türden bir tamamlanmışlık bildirir ve üretim amacı, kullanım
amacında içerilmiştir. Bu içerim, kendi üzerine kapanmıştır. Nesnenin kendi üzerine
kapanmasına neden olan araçsallık, bu nesnenin güvenirliliğini doğurur; her defâsında
nesneye, aynı araçsallıkla yaklaşılır. Aksi takdirde, araçsallığın her defâsında yeni baştan
tanımlanması gerekir ki, bu da araçsallığı ortadan kaldırır. Araçsallık bakımından yeryüzüne
âit olan nesne, şimdi ve burada olandır; araçsallıktan kurtulup belirli bir sanat eseri hâline
geldiğinde ise yeryüzüne âit olmaktan çıkıp dünyâya âit olmaya ve dünyâya geçiş olanağı
sunmaya başlar; bir dünyânın taşıyıcısı hâline gelir ve dünyâ kadar şey taşımaya başlar.7
Sanat içinde beliren üçüncü vârolan hâli olarak eser, nesnenin kendi hakîkatinin sanat
aracılığıyla ortaya konulmasıdır. Van Gogh’un tuvalinde ayakkabı, Varlığın hakîkati
tarafından aydınlığa taşınır. Olanaklı tüm yönleriyle vâroluşun hakîkatinin işe koyulması
5
A.g.e. syf: 12-5
A.g.e. syf: 18-9
7
A.g.e. syf: 22-5
6
4
olan eser, nesnenin nesneselliğinin ve araçsallığının ötesinde duranı görmeyi sağlar. Bu ötede
duran, kendi hakîkatini nesneye her defâsında yeni baştan koyar. Hakîkat kendini nesnede
gerçekleştirdiği için sanatın özü ya da hakîkati, estetik değerlerle değil, Varlığın hakîkatiyle
kavranılabilir. Heidegger, sanat eserinin dünyâ kurduğuna; her defâsında dünyâyı yeni baştan
kurduğuna inanır; hattâ, yeryüzünü üretenin de bu olduğunu savunur.8
Eser, her defâsında yeryüzünde yeni bir dünyâ kurar, yeryüzünü yansıtmaz ve
yeryüzü için hiçbir nesnesellik, araçsallık, taklit amacı oluşturmaz; yeryüzünü her defâsında
yeni baştan üretir, aydınlatır, açığa çıkartır; kendi hakîkatinin eşliğinde Varlığın hakîkatiyle
yeryüzünü dünyâ hâline getirir. Eserin kurduğu dünyâ da dünyâsaldır; kendini açan ve kendi
hakîkatini ortaya koyandır. Dünyâ, bir nesne değildir ve nesneleştirilemez; bu total görünüme
ya da çerçeveye de indirgenemez. Dünyânın nesneleştirilememesi, kendi hakîkatinin özü
gereğidir; bu öz de vâroluş yaşantılarında açığa çıktığı için, bu yaşantıların
nesneleştirilememesi nedeniyle dünyânın nesneleştirilmesi mümkün değildir. Bunun içindir
ki, yalnızca insanın dünyâsı vardır; diğer canlıların ise doğal çevreleri. İnsan da kendi
vâroluşunun açıklığında dünyâsallaşır; dünyânın bir parçası hâline gelir. Nesnelerin
kendilerini açması, dünyâsallaşma içinde gerçekleşir. Bu süreçte nesne, hiçbir zaman kendini
ortadan kaldırmaz; hakîkatini ortaya koyduğu her yerde, yine gizlenecektir de. Hakîkatin özü
ya da özün hakîkati nedeniyle, nesneye ilişkin hiçbir zaman mutlak bir hakîkat ortaya
konulamaz. Araçsallık nesneyi her defâsında yeryüzüne biraz daha çekse de nesne, kendi
hakîkatini bu dünyâsallık içinde yine ortaya koyacaktır.9
Bu hakîkat, her defâsında yeniden doğar ve hakîkat ortaya çıktıkça, nesne de
aydınlanır. Nesnenin güzelliğinden bahsedilebilmesi, bu aydınlanmayla mümkündür.
Nesnesellikten ya da araçsallıktan kurtulamamış bir nesnenin güzelliğinden bahsetmek
anlamsızdır; nesne, bu konumunda henüz karanlıktadır. Dünyâya âit olma ve yeryüzüne âit
olma, iki farklı durumdur ve bunlar, sürekli olarak birbiriyle çatışır. Kendi nesneselliğinden
ve araçsallığından kurtulduğu oranda dünyâsallaşan nesne, hakîkatinin ortaya konduğu yerde
kendini gizleyerek yeniden karanlığa düştüğü oranda yeryüzüne âit hâle gelir. Bu çatışma
bitimsizdir ve bu da hakîkatin özü gereğidir ki bu, eserde de hissedilir. Sürekli bir çatışma
hâlinde olan nesne, bir taraftan yeryüzüne âitken, diğer taraftan da dünyâsallaşır. Bu
çatışmanın sürdüğü oranda, her defâsında yeni baştan dünyâsallaşır. Hem bu çatışma,
yalnızca sanat eserinde yoktur, bütün varlıklar için geçerlidir. Varlığın hakîkati, vârolanların
hakîkatinde; onların bu çatışma hâllerinde içerilmiştir. İnsan da bir yönüyle yeryüzüne
bağlıdır; kökleri yeryüzündedir. Ancak, yeryüzüne bağımlı olmaktan çıkıp Varlığın
hakîkatiyle onun aydınlığında yükselir; dünyâsallaşarak belirli bir dünyâ kurar. Başka deyişle
hakîkat, dünyâ ve yeryüzü arasındaki bir çatışmanın gerçekleşmesi; vâroluş yaşantıları içinde
kendini adım adım bilince sunmasıdır ki bu hakîkat, sanatın ve sanat eserlerinin kökenidir.
Sanat, sanat aracılığıyla Varlığın ışıldaması, ortaya çıkan aydınlığında yeryüzünün dünyâ
hâline gelmesi ve güzelleşmesi, insan vâroluşunda anlam kazanması, vâroluşun hakîkatinin
açığa çıkmasıdır. Sanat eserlerinde hakîkatin ortaya çıkmasının farklı yolları vardır ve bu
yollardan her biri, değişik sanat türlerini oluşturur. Örneğin müzik, resim, plâstik sanatlar,
vb. bu türler arasındadır.10
Tüm sanat türleri arasında poesinin yeri ise daha önemlidir. Poesi, sıradan bir
kimsenin içinde beliren sıradan birtakım duygu ve düşüncelerden ibâret değildir, hakîkatin
sanat eserlerinde açılmasının en yüksek biçimidir. Varlığın gizlendiği yerden çıkıp şiir
yoluyla “yeni olan”da dile getirilmesini ve etkin kılınmasını ifâde eden poesideki açıklık,
8
A.g.e. syf: 33-5
A.g.e. syf: 36-45
10
A.g.e. syf: 50-3
9
5
tüm diğer sanat türlerinden daha yoğundur. Poeside her şey, bambaşka bir biçimde görünür;
poesi, olduğundan başka türlü olabilenlerin görülmesini en açık biçimde sağlar. Bunların
poesiye geri götürülmesi ve poesiden türetilmesi ise gerekli olmadığı gibi, bunları yapmak
da mümkün değildir. Poesi, Varlığın aydınlığa çıktığı belirli bir sanat türüdür; ama, bunun
değişik biçimleri de vardır. Poeside kullanılan dil, Varlığın evidir ve diğer sanat türleri
karşısında ona üstünlük kazandıran temel özellik budur. Diğer sanat türleri, Varlığın
aydınlığa çıkması için yeteri kadar gelişkin değildir. Bu farklılık nedeniyledir ki, tüm sanat
türlerinin poesiden türetilmesi ya da poesiye geri götürülebilmesi mümkün değildir. Dil,
insanın sâhip olduğu “araçlar”dan biri değildir, insanın insan olmasını olanaklı kılan ve kendi
varlığının aydınlığını Varlığın aydınlığı içinde duyumsamasını sağlayan en temel yetisidir.
İnsanın insan olmaklığını dil, Varlığın hakîkati içinde ona bağışlar. Dil ve dünyâ, bu noktada
birleşir; dili olan bir varlığın dünyâsı olur. Hayvanların ve bitkilerin, dili olmadığı için
dünyâları da yoktur. Her sanat eseri de sanatçısının imzâsını taşır; onun bir ürünüdür. Eser,
yaratıcısına bağlıdır; yaratıcı da eserine bağlıdır ve onun koruyucusudur. Eserinde hakîkatin
ortaya çıkması için onu korur. Gerek sanatçının, gerekse de eserin kökeni aynıdır; her ikisi
de sanatın içinden çıkar. Sanatçının kendi varlığında var kılınan eser, onun varlığından izler
taşır; eserde nesnenin hakîkatinin ortaya çıkması söz konusu olduğunda ise Varlığın
aydınlığında bu izler silinir.11
Eser ve Varlık burada, dolayımsız bir ilişki içine girer ve sanatçının kim olduğunun
da bir önemi kalmaz. Varlığın aydınlığında hakîkat, alışılmış ve sıradan olanın, belirlenmiş
ve sınırlanmış olanın içinden çıkmaz, Varlığın kendi Kendi’sinden fışkırır. Bu bakımdan,
sanat eserinde seçilen nesnenin ya da aracın ne olduğunun veya onu üreten sanatçının
kimliğinin de hiçbir önemi yoktur. Sanatçı, eserinin koruyucusu olmak bakımından
alımlayanlara onun ulaştırılmasını; alımlayıcı tarafından hakîkatin görülmesini sağlar;
“aradan çekildiğinde” eser, alımlayanla karşı karşıya gelir.12 Bu karşılaşmayla alımlayan,
Varlığın aydınlığında kendi varlığını aydınlatır. Poeside sanatçı, eserinin kurulumunu şâirâne
bir biçimde tamamlar; eserine şâirâne bir görünüm kazandırır. Bu görünüm içinde eser,
şimdiye kadar sâhip olduklarımızı unutturacak bir kapı aralar; alışkanlıklarımızın, genel
düşünme biçimlerimizin, vb. ötesine geçme olanağı sunar. Aynı şekilde, bu olanakların
gerçekleşmesi için bizim de kendimizi esere açmamız gerekir. Biz de esere kendimizi
açtığımız oranda, Varlığın aydınlığı içinde kendimizi aydınlatabiliriz. Eserde kullanılan dil,
Varlığı yeniden doğurur. Sanat eserinin ve sanatın kökeni, insan ve dildir; filozoflar ve şâirler
de dilin bekçileridir. İnsan, dil aracılığıyla tasarımlar ve Varlığın aydınlığa çıkmasını olanaklı
kılar; eser ise insan varlığının dünyâda oluşunu; dünyâsallığını gösterir. Dilin gelişimi ve
insan varlığının târihsel gelişimi, birbiriyle çakışır ve bunun içindir ki poesi, insan varlığının
kendi târihselliği içinde ulaşabileceği en yüksek formları hem bu târihsel vâroluş içinde, hem
de dilde açığa çıkartır. Kelimeler, adlandırmalar, vb. her defâsında Varlığın aydınlığa
ulaşmasını sağlar ve insan varlığı, kendi Kendi’sinin varlığını duyumsar.13
Poesinin yorumlanmasında da bu böyledir. Her yorumlama, insan varlığının kendi
Kendi’sini düşünsemesidir. Bu öz-düşünseme yoluyla insan, kendi varlığının hakîkatine
ulaşır. Yorumlama, hakîkatin açığa çıkmasıdır; insan varlığının kendi Kendi’sinin bilincine
varmasıdır. Hakîkati “mantıksal doğruluk” olarak düşünmek ve belirli bir noktaya
sâbitlemek, yanıltıcı ve yanlışa sürükleyicidir. Hakîkat, sanat eserlerinde bitimsiz bir sürece
işâret eder; insan varlığının kendi târihsel sürecidir bu. Hakîkat sorununa ilişkin olarak
Varlığın unutulmasından bahsederken Heidegger, bu “metafiziksel yön”ün unutulmasına
11
A.g.e. syf: 62-3
A.g.e. syf: 55-61
13
A.g.e. syf: 62-3
12
6
dikkat çeker; aletheianın yerine veritas geçtiği içindir ki insan, Varlıkla bağını yitirmiştir.14
Bu bağ, Felsefe ve sanatta en iyi şekilde kurulur. Bu iki etkinlik, doğrudan doğruya dile
dayanır ve Varlığın kendi Kendi’sini dile getirmesine en geniş olanakları tanır. Bu olanaklar
gerçekleştiği oranda nesneselleşme ve araçsallık aşılacak, insan varlığı Varlığın hakîkatiyle
aydınlanacak ve insanın dışdünyâdaki nesneler arasında sıradan bir nesne gibi ele alınması;
nesneselleşmesi ve araçsallaşması önlenecektir. Bu ise insanın önünde sınırsız bir özgürlük
olanağının açılmasıdır. Felsefe ve sanatın olanaklı en geniş ufkunu da yine Varlığın hakîkati
belirler. Sanatın özü bu hakîkatin, kişinin Kendi hakîkati olarak ortaya konulmasıdır ve sanat,
kişiyi Kendi hakîkatinin olanaklı ufkunda Kendi’siyle yüz yüze getirir.15
Kaynaklar
Bozkurt, Nejat, (2000). Sanat Ve Estetik Kuramları, Bursa: Âsâ Kitabevi.
Çüçen, Kadir, (2000). Heidegger’de Varlık Ve Zaman, Bursa: Âsâ Kitabevi.
Heidegger, Martin, (1991). Metafizik Nedir?, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
Heidegger, Martin, (1997). Hölderlin Ve Şiirin Özü, Hölderlin: Seçme Şiirler,
İstanbul: İz Yayıncılık.
Heidegger, Martin, (2003). Sanat Eserinin Kökeni, İstanbul: Bâbil Yayınları.
Heidegger, Martin, (2004). Varlık Ve Zaman, İstanbul: İdea Yayınevi.
Heidegger, Martin, (2013). Hümanizm Üzerine, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
Hühnerfeld, Paul, (2006). Heidegger: Bir Filozof, Bir Alman, İstanbul: İnkılâp
Kitabevi.
Pöggeler, Otto / Alleman, Beda, (2001). Heidegger Üzerine İki Yazı, İstanbul:
Paradigma Yayınları.
Saygın, Alkım, (2015). Schelling Ve Heidegger’de Sanat Ve Hakîkat İlişkisi Üzerine,
Academia.edu, 8 Kasım.
Timuçin, Afşar, (1998). Estetik, İstanbul: İnsancıl Yayınları.
Towarnicki, Frederic, (2002). Martin Heidegger, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
14
15
A.g.e. syf: 64
A.g.e. syf: 64-5