Gelenek, Bildung ve Muhafazakârlık:
Bir Kavramsal Analiz Denemesi
Birey mevzuu Türkiye’de sağ ve sol geleneğin üzerinde zımni ittifak içinde olduğu nadir
meselelerden. Bireycilik, özellikle de liberal burjuva varyantı, sağda cemaat ve gelenek namına,
solda örgüt ve komün namına sıklıkla yerden yere vurulur (Akademimizde de metodolojik
bireyciliğin pek tutunabildiğini söyleyemeyiz). Bu eleştiriler bazen burjuva bireyciliğini kendi
kriterleri çerçevesinde eleştirerek isminin cismine müsemma olmayışını vurgular, bazen direk
kategorik olarak reddeder, çoğu zaman da her iki koldan vurur. 90 sonrası hızlı liberalleşme
pazar merkezli bir bireyciliği fişeklese de bunun doktriner bir savunusunu bulmak zordur. Dahası
bu serpilme, beraberinde tüketim toplumunun çıkmazlarına ve “birey”in içinin boşluğuna
yönelik mebzul miktarda yeni eleştiriler de doğurdu. Kişi kendinden bilir işi; benim de yirmili
yaşlarımda kaleme aldığım entel hayatımın ilk yazısı, Adorno’dan hareketle, kültürel tüketim ve
öz dışavurum odaklı çağdaş bireyciliği içi boş bir kavram olmakla itham ettiğim bir yazıydı. Bu
yazıyı milliyetçi-mukaddesatçı arkadaşlarla beraber tek sayı çıkarabildiğimiz bir dergi için
yazmış olmam da ayrıca ironik. Şimdi dönüp bakınca o yazının gelenekle benim aramdaki aslen
müspet gerilime verdiğim menfi bir tepki olduğunu görüyorum. Bir yandan geleneği kendimin
kılmaya çabalarken, bir yandan da benliğimi gelenek içinde fenâ bulmaya zorluyordum.
Şimdiden dönüp bakınca komik, ama o zaman için işlevsel bir gerilim. Hepimiz o süreçlerden
geçtik ve farklı limanlara yol açtık. Lakin geleneğin hayaleti ve heyûlâsı hâlen bizimle, hatta
kendi çağımızda hiç görmediğimiz bir ağırlıkla tepemizde dikili duruyor.
Birikim’in Ocak 2019 nüshasında tam da bu gerilimi konu alan ve çok keyifle okuduğum bir yazı
yayımlandı: Ömer Çağatay Balkaya’nın Alman düşüncesindeki Bildung kavramına içkin bireysel
erginleşme süreci ile Osmanlı-Türk modernleşmesinde muhafazakâr ekole içkin gelenek
kavramını kıyaslayarak bazı çıkarımlarda bulunduğu bir denemesi. Balkaya’nın müdahalesini
gayet yerinde ve isabetli bulmakla beraber, meselenin daha derinlemesine ele alınması gerektiği
düşünüyorum. Balkaya Alman romantizmindeki Bildung kavramını gayet güzel bir şekilde
tartışsa da sıra Türk muhafazakarlığındaki “gelenek” kavramına geldiğinde “kavramın tarihsel
serencamına” bakmaktansa, modernliğini verili kabul etmekle yetiniyor. “Şuur”, “bilinç”,
“idrak” gibi kavramların mebzul miktarda kullanımına dikkatle gelenek’in aslında bir özbilinç
meselesi oluşu takdire şayan bir gözlem olsa da gelenek kavramını Bildung ile kıyaslarken salt
Bildung’a içkin olup gelenek’te olmayan özelliklere odaklandığından negatif bir gelenek tanımı
yapıyor. Belki de bu yüzden muhafazakâr gelenekçilik eleştirisine dair, maddi-manevi, ahlakteknik yahut medeniyet-kültür gibi artık ezberden sayar hale geldiğimiz ikiliklerin yarattığı
problemlerden başka pek bir şey göremiyoruz.
Dahası Bildung kavramını yüceltici bir ton seziliyor Balkaya’nın seriminde. Burdan da yine
Balkaya’nın Alman romantizmindeki Bildung kavramının ve bizdeki romantik ve yerelci
hareketlerin hem tarihsel koşullar hem de vardıkları yer açısından paralelliklerini ihmal ettiği
anlaşılıyor. Aynı romantik akımın 19. yüzyılda Almanya’da da “evrensel medeniyete” karşı
1
“yerel kültürün” vurgulandığı tikelci bir harekete yol açtığını ve dahası Nazi Almanya’sında
teknik ve ahlakın çarpık bir izdivacına1 da (ki Fırat Mollaer’in tekno-muhafazakarlık olarak
adlandırdığı günümüz faşizan kalkınmacılığına benzerliği tesadüfi değildir) zemin hazırladığını
unutmamalıyız.
Oysa kavramların salt bir dönemdeki tezahürlerini alarak bir kıyas yapmaktansa, Balkaya’nın da
ilham aldığı Koselleck’in takım çantasını (Begriffsgeschichte) yanımıza alıp Osmanlı-Türk
yazınında bir seyahate çıksak, gelenek kavramına dair çok daha nüanslı gözlemlerde
bulunmamız mümkün. Bu eleştirilerim aslında Balkaya’nın gayet kısa bir deneme kapsamında
yürüttüğü tartışmaya bir nevi haksızlık. Dediğim gibi yazıyı keyifle okudum ve birçok noktada
haklı olduğunu düşünüyorum. O yüzden de Balkaya’nın yazısını bir tür orta olarak göğüsleyip,
gole çevirme niyetinde olduğumu söyleyeyim. Dahası uzunca bir süredir demlenmekte olan
Bildung kavramı üzerine notlarımı ve gelenek kavramı üzerine tezimde de işlediğim bazı
meseleleri sonunda yazıya çevirme ilhamı ve bu vesileyle tartışmaya bir katkıda bulunma fırsatı
verdiği için kendisine teşekkür ediyorum.
Bu bağlamda önce “bizde” Bildung kavramının “yokluğu” üzerine edebiyat üzerinden birkaç şey
söyledikten sonra, 19’uncu yüzyıldan günümüze gelenek kavramının doğuşu ve dönüşümü
üzerine kendi araştırmalarımdan devşirdiğim bazı tespitleri paylaşacağım.
Bildungsroman ve Türkiye’de Bildung-Bilemedung
Bizde Bildung’un varlığını veya yokluğunu tartışacaksak buna edebiyattan başlamak ve
Türkçe’de Bildungsroman örnekleri üzerine düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Daha doğrusu
bir kavram yahut süreç olarak Bildung’un varlığını veya yokluğunu binary terimlerle
tartışmaktansa “bizde” bireyin erginleşme sürecinin nasıl hikâye edildiğine bakmayı öneriyorum.
Bilindiği gibi Bildungsroman ekseriyetle genç (ve nerdeyse hep erkek) bireyin toplumla ve
toplumun çelişkileriyle karşılaşmasını ve bu karşılaşmadan ergin bir birey olarak zuhur edişini,
hasılı diyalektik bir olgunlaşma sürecini konu edinir. Bazen de bu başkalaşım süreci bir ailenin
kuşakları arasındaki çatışmalar olarak hikâye edilir. Hâliyle Bildungsroman Alman
romantizminin Bildung kavramına yüklediği anlamdan daha fazlasını kapsayan görece evrensel
bir tür. Yine de türün Türkçe edebiyattaki türevleri üzerine düşünmek aydınlatıcı olacak.
Yirmili yaşlarımda kendi olgunlaş(ama)ma sürecim içerisinde denk gelerek okuduğum Batılı
birkaç Bildungsroman2 örneğinin damağımda bıraktığı tatla acaba Türkçe’de Bildungsroman
örneği var mı diye acemice bir soruşturmaya girişmiştim. Literatürde buna dair pek bir tartışma
göremeyip3 edebiyat tarihçisi arkadaşlarıma danıştığımda birisi Pamuk’un Cevdet Bey ve
Oğulları’na işaret etmişti. Gerçekten de Cevdet Bey ve Oğulları, daha önce de altı çizildiği gibi
Thomas Mann’ın Buddenbrooks romanından ilhamla yazılmış, “burjuva” Işıkçı ailesinin
1
Bkz. Jeffrey Herf, Reactionary Modernism: Technology, Culture, and Politics in Weimar and the Third Reich
(Cambridge University Press, 1986)
2
Meraklı okuyucu için şahsi favorilerim arasında Jack London’ın Martine Eden’ını, Thomas Mann’ın Büyülü
Dağ’ını, William Goldin’in Free Fall’unu ve aslında bir kadının hikayesi olsa da bağrında Tolstoy’un bir nevi
otobiyografisini (Levin) barındıran Anna Karenina’sını sayabilirim.
3
Pek etraflı ve derin bir araştırma yaptığımı söyleyemem. Eminim bir yerlede direk yahut dolaylı olarak bu konuda
yapılmış detaylı çalışmalar mevcuttur.
2
Osmanlı’nın çöküşünden 1970’lere kadar beş kuşağını hikâye eden bir roman. Lakin tek bir
bireyin mücadelesini değil, Işıkçı ailesinin bireylerinin her kuşakta hem sülaleleri ile hem de
hızla dönüşmekte olan Türkiye toplumuyla yüzleşmelerini ve bocalamalarını anlatır. Romanda
bu süreci başarıyla aşmış ve kendini kendinden mülhem kavramlarla bir birey olarak tanımlamış
kimse bulmak zordur. Işıkçı ailesinin fertleri ya kişisel ilişkiler içerisinde kaybolur ya
ideolojilere sığınır yahut da inzivaya çekilirler. Bu öykünün kahramanları ne gelenekle
barışabilir ne de geleceğe metin bir sima ile bakabilir.
Bunlar üzerine yine acemice düşünürken aslında “bizde” de Bildungsromanvari bireysel
öykülerin mebzul miktarda bulunduğunu fark ettim. Ama biz onlara Bildungsroman değil
hidayet romanları diyorduk ve sorum(uz)un cevabı aslında tam da bu isimlendirmede yatıyordu.
Dindar-muhafazakâr yazında öncülüğünü Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ile yaptığı bu
türün en tipik örneğini Ahmet Günbay Yıldız’ın seri üretimle yazdığı romanlar oluşturuyor.
Farklı toplumsal arkaplanlardan gelen karikatürize denebilecek kadar tek boyutlu karakterlerin
“imana gelişini” çok lineer süreçler olarak öyküler Yıldız. Raif Cilasun’un sinemaya da
uyarlanan Oğlum Osman’ı, Halit Ertuğrul’un yüzlerce baskı yapan Kendini Arayan Adam’ı da
yine tipik örnekler arasında sayılabilir. Tabii tüm bu hikayelerde ironik olanın kendini arayan
adamın kendini değil dini, imanı, geleneği buluşu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Yer yer
aileyle, yer yer sınıfla, yer yer de toplumun çelişkileriyle boğuşa(maya)n kişi, ekseri anlık bir
aydınlanma (epiphany) sonucu yanlış bir hayatı yaşamakta olduğunu fark eder.4 Tabii ki burada
söz konusu olan bir erginleşme, olgunlaşma, çelişkileri kavrayarak aşma (Aufhebung) süreci
değil, basit bir “ihtida” olayıdır. Toplumsal çatışmaların üstüne çıkış değil, saf değiştirme
gerçekleşir. Harbiye’den Fatih’e hicret yahut bazen de avdet edilir. Bireyin aslında bu süreçte
pek bir rolü yoktur; tek meziyeti arayış içinde olmasıdır. Ama bu arayış gerçek bir çaba da
içermez; çoğunlukla bir tatminsizlik bir huzursuzluk hali olarak tezahür eder. İman ve kurtuluş
ise “rahmet-i ilahi” olarak bir anda gökten zembille iner ve bir daha da ne sorgulanır ne
kaybedilir. Zaten hidayete erme sahnesi genelde öykünün zirveye çıktığı katarsis anı
olduğundan, bireyin kazandığı o istikameti nasıl koruyacağı meselesi göz ardı edilir, bilahare
karşılaşacağı imtihanları zikretmeye dahi gerek görülmez. Nasıl olsa tüm soruların cevapları
gelenekte mevcuttur.
Okuma fırsatım olmasa da “laik” ve sol literatürde de benzer “ihtida” hikâyelerinin olduğundan
pek şüphem yok. Sol kulvarda da çalkantılar içindeki birey kurtuluşu, komünizm davasında,
örgütte, partide veya benzer başka kurum ve geleneklerde bulacaktır.5
Hidayet romanının farklı kulvarlardaki örneklerinde ortak olan izleklerden biri de romantik aşkın
dönüştürücü etkisidir. Aşk farkındalık ve arayış sürecinin önemli bir parçasıdır ama çoğu zaman
sürdürülemez; ya hidayet sürecinde, bir uzay mekiğinin yakıt tankını bırakışı misali arkada
bırakılır ya da geleneksel ilişki biçimlerine (pembe panjurlu evdeki mutlu ve mazbut aile) evrilir.
Bunun alabildiğine komik ama aynı zamanda en tipik bir örneği İbrahim Tatlıses’in 1985 tarihli Sevmek filmidir.
Tatlıses’in canlandırdığı karakter, sevdiği kadını tartaklarken ezan sesini duyarak bir anda kendine gelir. Bir sonraki
sahnede ise camide namaz kılarken görürüz.
5
Yazıyı okuduktan sonra Tanıl Bora tipik bir örnek olarak Yılmaz Güney’in Arkadaş filmini önerdi. Bu ince asist
için kendisine teşekkür ediyorum.
4
3
Tabii ki erginleşme öykülerini sadece bu lineer ihtida hikâyelerine indirgemek haksızlık olur.
Türkçe edebiyatın bazı en müstesna örnekleri bu arayış ve erginleş(eme)me sürecini lineer
olmayan bir şekilde tüm karmaşasıyla işlerler. Oğuz Atay’ın (imlasız kısmı bir türlü geçip
bitiremediğim) Tutunamayanlar’ını bu bağlamda düşünebiliriz sanırım. Çelişkilerden ve
tutarsızlıklardan bir türlü çıkış yolu bulamayan ve hazır-kolay cevapları da kabullenemeyen
birey tutunamaz ve nihayetinde intihar eder yahut inzivaya çekilir. Ama inziva hali de Amerikan
edebiyatında örneği çok görülen dönüştürücü bir toplumdan çekilme (withdrawal) ve geri dönme
süreci değil nihayetsiz bir küskünlük hali olarak tezahür eder.6 Topluma bir türlü dahil olamayan
karakter genellikle taşrada mekanik bir sürgün hayatını tercih eder.
Sözü fazla uzatmadan bağlamak gerekirse: Türkçe edebiyatta bir Bildung arayışı yok değildir.
Ama bu arayış süreci hep ya inkıta‘a uğrar veya geleneke dönüşle sonuçlanır. Bu yüzden de ya
kapana kısılmışlık hissi yaratır ya da ezeli bir döngüselliği perçinleyen dairevi bir harekettir.
Bireyin “rabbani” bir figür olarak ortaya çıkmasıyla değil, geleneğin tahkim ve tahakkümü ile
biter bizde arayış romanları. Bu sebeple de Batıdaki klasik örneklerin aksine romanın bitişi,
aslında hikayenin yeni başladığı hissini değil, yorganın gidip kavganın bittiği intibaını bırakır
dimağda. Bu “olmamışlığın” nedenleri yine tabii ki düşüncenin iç dinamiklerinde değil siyasal
ve toplumsal bağlamda aranmalıdır. Erginleşme çabası içindeki bireyin bu gayretini taşıyacak
toplumsal yapıların, en başta da adil bir kamusal alanın yokluğu ilk akla gelen ve muhtemelen de
en önemli neden. Sittlichkeit macerasında aileden çıkan ergen, sivil bir toplum bulamadığında,
erginleşemeden cemaate, kolektife veya devlete, yani geleneğin ve hiyerarşinin kaim kıldığı
yapılara döner, sığınır.
Osmanlı’da Geleneğin Soykütüğü
Peki bu dönülen gelenek nasıl bir şeydir? Günümüz muhafazakâr lügatinde yekpâre, durağan ve
tek işlevi hudutlar çizmek, sınırlar koymak olan bir şey gibi görünse de bu hep böyle miydi? Bu
sorulara cevap bâbında yine mevzuyu Balkaya’nın bıraktığı yerden alıp, Osmanlı modernleşmesi
sürecinde geleneğe dair farklı tavır alışların kısa bir haritasını çıkarmak ve yerine göre geleneğin
sınır koymaktan öte uzlaştırıcı, tam da Balkaya’nın kadim toplumlardaki rolüne atıfla işaret ettiği
gibi “üreten bir ruh” rolü de olabileceğini göstermek istiyorum. Böylece mevcut kavramın nasıl
olup da diğer alternatiflerden sıyrılıp muhkem hâle geldiğini anlamaya yönelik bir tür soykütüğü
girişimine soyunuyorum. Burada roman merkezli bireysel hikâyelerden bürokratik devlet
hafızasına biraz ani bir geçiş yapacağım, ama sonuçta toparlamak kaydıyla.
Balkaya’nın da not düştüğü gibi “geleneğin toplumsal bilinçte ezelden ebede var olan bir
‘tasavvur’ anlamında kullanılması modern bir olgu.” Lakin değişimin motoru olmak ve
“kendinden öncekine ruhsat tanımak”tan, kristalize olmuş “ezeli bir tasavvur”a geçiş
düşündüğümüz kadar ani olmamıştır. Dahası bu şekilde kristalize olmuş bir gelenek kavrayışı
modern dönemde görebileceğimiz tek gelenek kavramı da değildir. Aslına bakılırsa 19. yüzyılın
sonlarına kadar bugünkü anlamıyla “gelenek”in semantik yükünü tek başına taşıyacak tek bir
Thoreau’nun Walden’ı emsal olarak gösterilebilir. Bu dönüştürücü inziva üzerine gayet geniş bir literatür mevcut
olsa da merhum sosyolog Robert Bellah’nın klasikleşmiş Habits of the Heart çalışması Amerikan toplumundaki
bireycilik ve ahlak arayışına dair güzel bir başlangıç okuması.
6
4
kelime yoktur Osmanlı lügatinde. Bu Osmanlı’ya has bir durum da değildir; Stephen Prickett 18.
yüzyıl İngilizce yazında tradition kelimesinin manidar yokluğuna dikkat çeker mesela.7 Osmanlı
Türkçesi’nde de örf, âdet, kadim, nakl gibi kelimeler varsa da bunların hiçbiri aşkın ve soyut bir
belleğe ve hafızaya işaret etmezler; belli yazın türlerine has kullanımları vardır. Bunlar arasında
“gelenek”e en yakın olanı kadim kelimesidir, zira sıklıkla hâdis, muhaddes, bid‘a gibi yeniliğe
işaret eden ve olumsuz anlam taşıyan kelimelerin tam karşıtı olarak kullanılır.
Tabii yine de bu, modernite öncesi Osmanlı’da yer yer kadim kavramında kristalleşme
temayülleri olmadığı anlamına gelmez. Mesela 16’ıncı yüzyıl sonundan 17’inci yüzyıl ortalarına
kadar bürokratik dilde kanun-ı kadim kavramının, Osmanlı mülkünün içinden geçtiği kriz ve
özellikle de hızlı sınıfsal değişime bir tepki olarak kristalleştiğini görürüz.8 19’uncu yüzyılın
şafağına geldiğimizde ise gelenek ve yenilenme tartışmaları farklı bir renk almıştır. Osmanlı
statükosunu altüst edecek ıslahat programının ne derece ve nereye kadar meşru olduğu
tartışmaları kadim ve cedid arasındaki gerilim ekseninde yürür.9 Burada teferruatına girmeyecek
olsam da bu tartışmaların gayet yaratıcı ve verimli olduğunu, dahası modernleşme sancısı
içindeki devletin ihtiyaçlarına cevap verecek bir gelenek yorumunun “başarıyla” üretildiğini not
düşmekle yetineyim. Ayrıca hala somut bir gelenek kavramı oluşmamış olsa da manevi-sûrî,
usul-tavır gibi ikilikler üzerinden daha bu dönemde geleneğin ilk kristalleşme evrelerine şahit
oluruz.
Modernleşme süreci boyunca devam edecek ve günümüzde de cari olan geleneğe ve
yenilenmeye bakışlarda farklılaşmanın ilk ve en net örneğini Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilan
edildiği sıralarda görürüz. Bu dönemden, bir iki yıllık bir arayla yazılmış ve çarpıcı bir tezat
teşkil eden iki metni tartışarak mevzuyu örneklendirmek istiyorum: birincisi, Gülhane Hattı’nın
yazımında da bizzat rol almış Sadık Rıfat Paşa’nın Avrupa Ahvaline Dair Risale’si10, diğeri ise
orta seviye bir bürokrat olan Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risalesi11.
7
Bkz. Stephen Prickett, Modernity and Reinvention of Tradition: Backing into the Future (Cambridge University
Press, 2013). Gelenek ve yenilenmeye dair tavır alışlarda İngiltere ve Osmanlı arasındaki parallellikler bununla
sınırlı değildir. Muhtemelen toplumsal yapı ve hukukun işleyişindeki benzerlikler nedeniyle, toplumsal dönüşüme
tepkiler iki gelenekte de benzer tepkiler doğurmuştur.
8
Yine tam aynı dönemde İngiliz siyasi yazınında bir ancient constitution tartışması gerçekleşir. Bkz. Glynn
Burgess, The Politics of the Ancient Constitution: An Inroduction to English Political Thought, 1603-1642 (Penn
State University Press, 1993). Kavramın Osmanlı’daki serencamını detaylı bir şekile tartıştığım tezimin birinci
bölümüne de müracaat edilebilir: Alp Eren Topal, “From Decline to Progress: Ottoman Concepts of Reform 16001876” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2017).
9
Yine bir paralellik örneği olarak İngiltere’de de aynı dönemde kamusal reform tartışmaları innovation-renovation
ekseninde yürür. Bkz. Joanna Innes, “‘Reform’ in English public life: fortunes of a word,” Rethingking the Age of
Reform: Britain 1780-1850 içinde. Haz. Arthur Burns ve Joanna Innes (Cambridge UP, 2003): 71-97. Nizam-ı
Cedid dönemi tartışmalarını tecdîd kavramı ekseninde değerlendirdiğim, doktora tezimin ikinic bölümüne de
bakılabilir: Topal, “From Decline to Progress.”
10
Bkz. Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Sadık Rıfat Paşa ve Avrupa Ahvaline Dir Risalesi,” Liberal Düşünce, 3 (Yaz
1996): 115-124.
11
Fatih Andı haz., Bir Osmanlı Bürokratının Avrupa Izlenimleri: Mustafa Sâmi Efendi ve Avrupa Risâlesi (Istanbul:
Kitabevi, 1996). Buradaki kısa tartışmanın ayrıca daha detaylı bir hâli tezimin Tanzimat’a dair üçüncü bölümünde
bulunabilir.
5
Bir vesileyle Avrupa’da uzun süre seyahat etmiş Mustafa Sami Efendi, uzun uzun ve
hayranlığını gizlemeye gerek görmeden Avrupa’nın teknik başarılarını, şehir hayatını, sosyal
düzenini vs. delilerin tedavisinde kullanılan yöntemlere kadar tasvir ettikten sonra risalenin
sonucunda asıl mevzuya gelir: Avrupa’yı böyle kalkınmış kılan nedir? Cevap çok nettir, Sami
Efendi’ye göre Avrupa’yı üstün kılan ne dinleri ne mezhepleri ne coğrafya ne de iklimdir; tek
neden Avrupalıların bilime verdikleri kıymettir. Ki zaten Avrupalılar bu kadar kıymet verdikleri
bilgiyi Araplardan tercüme yoluyla miras almışlardır; Osmanlı da bu kendi bağrından kopmuş
bilgiyi geri aldığında aynı derecede kalkınacaktır, hatta bunu on yıl gibi kısa bir sürede yapmaya
da muktedirdir.12 Böylece Sami Efendi, iki “gelenek”in arasına açık ve net sınırlar çizer ama bir
yandan da bilgi ithalatını kurnaz bir şekilde meşrulaştırır.
Buraya kadarı çok alışık olduğumuz bir şey: Gustave von Grünebaum’un vaktiyle biyoloji
terminolojisinden mülhem orthogenesis olarak adlandırdığı, “kültür”e yabancı unsurların ortak
bir kökene dayandırılarak kabul edilir kılınması. 13 Ama Metternich’in yanında iki sene kadar
Osmanlı elçisi sıfatıyla bulunmuş Sadık Rıfat Paşa’nın risalesine geldiğimizde bambaşka bir
tavır alış ile karşı karşıya kalıyoruz. Dönemin literatüründen gayet farklı bir şekilde Rıfat
Paşa’nın Avrupa’ya dair bu kısacık risalesinde teknoloji ve bilime dair kıyaslamalar değil, siyasi,
içtimaî ve ahlaki veçhelerden mukayeseler hakimdir. Rıfat Paşa Avrupa medeniyetinde14 savaşın
maddi zararlarının farkına varılıp kalıcı barışın (sulh-i mütemâdî) hakim olmasından başlayarak,
sosyal refaha vurgu, hukukun üstünlüğü, insanca muamele, işkencenin ve angaryanın yokluğu,
ve bürokratik atama yükseltmede kifayetin ön planda olması gibi düzinelerce madde sayar. Tabii
ki buradaki gayet idealize edilmiş bir Avrupa ile karşı karşıyayız; Avrupa’da işler bu kadar
muntazam yürüyor değildi o dönemde. Yine de bu idealleştirme hem Osmanlı mülkündeki
çürümüşlüğe nispeten anlamlıdır hem de Rıfat Paşa’nın Osmanlı ıslahatının istikametine dair
emellerine işaret eder; o Osmanlı’da görmek istediği siyasi ahlakı Avrupa’ya yansıtmaktadır.
Yine ilginç olan diğer nokta ise Rıfat Paşa’nın bu mülahazaları arasında Sami Efendi’ninkine
benzer en ufak bir meşrulaştırma veya tanıdık kılma gayretine şahit olunmamasıdır; ne ortak
köken ne zaruret ne de başka bir argüman sunmaz. Maddi-manevi veya kültür-medeniyet gibi,
yahut bunları andıran herhangi bir kavramsal ikilik de yoktur onun lügatinde. Şark ve Garb,
Avrupa ve Osmanlı aynı ahlaki kurallara tabi siyasi teşekküllerdir. Rıfat Paşa’nın tek bir ölçütü
vardır: insan tabiatına, fıtrata uygunluk. Avrupalılar bu tabiata uygun bir ahlaki düzen içinde
yaşamaktadırlar, Osmanlı ise ahlaken çürümüştür, çünkü İslam’ın vaz ettiği insan tabiatına
uygun ahlakı terk etmiştir (Rıfat Paşa bunu açıktan ifade etmez ama sonuç ortadadır). Dahası
Rıfat Paşa’nın dile getirdiği şikayetlerin birçoğunun nüvesi 17 ve 18. yüzyıl Osmanlı çöküş
edebiyatında ve Nizam-ı Cedid dönemi tartışmalarında bulunabilir.
Sami Efendi’nin eseri, artık klişeleşmiş bu argümanın Osmanlı literatüründeki ilk örneği olabilir. Tahtavi de Sami
Efendi’den on sene kadar önce yazdığı Paris hatıratında benzer şeyler söyler. Lakin Osmanlı Türkçesiyle yazılmış
eserlerde bu argümana başka yerde rastlamadım.
13
Bkz. Gustave von Grünebaum, Modern Islam: The Search for Cultural Identity (1962). Chritoph Neumann da
Cevdet Paşa’nın meşrulaştırma çabalarını aynı kavramla açıklar: bkz. Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç
Tanzimat: Tarih-i Cevdet'in Siyasi Anlamı (Istanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), 148.
14
Rıfat Paşa aynı zamanda muhtemelen medeniyet kelimesini civilization karşılığı olarak kullanan ilk Osmanlı
bürokratıdır.
12
6
Bu tabii ki Rıfat Paşa’nın çok yenilikçi bir devlet adamı olduğu anlamına gelmez. Şerif Mardin
hariç, literatürde Rıfat Paşa bu tarz fikirlerine atıfla liberal bir siyasetçi olarak resmedilir.
Özellikle de başka bir risalesinin girişinde zikrettiği “Hükümetler halk için mevzu olup, yoksa
halk hükümetler için mahlûk değildir” cümlesine nazaran Osmanlı liberalizminin hatta
cumhuriyetçiliğinin ilk temsilcilerinden biri olarak sunulur.15 Lakin Rıfat Paşa, ekürisi Mustafa
Reşid Paşa’ya göre çok daha muhafazakâr hatta birçok anlamda geleneksel bir Osmanlı
bürokratıdır; Avrupa dillerinden hiçbirini bilmez. Siyaset ve ahlak üzerine kaleme aldığı
risalelerinde klasik Osmanlı literatürünün mührü bariz bir şekilde görülür.16 Aforizmatik ve sade
üslubu, ve ilk kez olarak sadece sultanı değil her seviyeden devlet memurlarını muhatap alması
onu emsallerinden ayırsa da yaptığı, klasik ahlak ve siyaset düşüncesini (mesela Kınalızade’yi)
yeni bir kalıpta sunmaktan ibarettir. Mesela hükümet-halk ilişkisine dair alıntıladığım sözü Sadi
Şirazî’nin Gülistan’ından meşhur bir kıtanın bir nevi tercümesidir, ki Yeni Osmanlılar da tekrar
tekrar bu kıtaya açıktan atıf yapacaklardır. 17 Tabii ki 13. yüzyıl ile 19. yüzyılın bağlamı çok
farklıdır, ama demem o ki Rıfat Paşa’nın nezdinde söz konusu olan kristalleşen bir gelenek
kavramı değil, bilakis dönemin (modernleşme çabasındaki devletin) ihtiyaçlarına göre yeniden
üretilmiş, biçim ve içeriğine müdahale edilmiş ve yeni bir ruh kazandırılmış bir vakıa olarak
gelenektir. Sami Efendi’deki bariz hudut koyma ve ithalatı meşrulaştırma çabasına hiç
rastlamayız Rıfat Paşa’nın düşüncesinde.
Tanzimat Aydını ve Gelenek: Eski-Yeni Osmanlılar
Bu ikiliden 30 sene kadar sonra Yeni Osmanlılar ve Cevdet Paşa arasında yine geleneğe
yaklaşımda bir çatallaşmaya rastlarız.18 Yeni Osmanlılar Babıali’nin bürokratik “aydın”
despotizmine karşı muhalefetlerinde ve adına usul-ı meşveret dedikleri meşruti bir monarşinin
savunusunda İslam geleneğini yeniden üretmekle kalmayıp, İslam ve Osmanlı tarihini de bu
yeniden üretim ışığında tekrar yorumlar ve Osmanlı’nın tedennî sürecine yeni açıklamalar
getirirler. Bey‘at, meşveret, şura, hürriyet, hamiyet, adalet, zulüm, vatan, medeniyet, müsâvât,
istibdâd gibi Osmanlı lügatinde zaten mevcut kavramların semantik içeriğini Avrupa tecrübesini
de ihâtâ edecek şekilde genişletirler. Burada Avrupa liberal düşüncesinden etkilenme açık ve
nettir ama bu etkilenme basit bir ithalat veya tercüme sürecine indirgenemez. Zira çağdaş
Avrupa, çağdaş Osmanlı ve ümmetin geçmişi bu süreçte birbirini tamamlayan ve tahkim eden
yorumlarla mezcedilir. Yani gelenek esaslı bir şekilde yeniden üretilir. Namık Kemal sık sık akıl
ve naklin bir tezat içinde olmadığını, bilakis birbirlerini tasdik ettiklerini savunur. Yine
Bunun son örneği 2017’de yayımlanan Banu Turnaoğlu’nun The Formation of Turkish Republicanism kitabı.
Turnaoğlu Paşa’yı Osmanlı anayasacılığının ilk temsilcisi olarak sunar. Turnaoğlu’nun eserine dair kapsamlı
tartışmam için bkz. Alp Eren Topal, Review of Banu Turnaoğlu, The Formation of Turkish Republicanism. H-Ideas,
H-Net Reviews. Haziran, 2018. https://www.h-net.org/reviews/showpdf.php?id=51556
16
Özellikle de henüz edisyonu yapılmamış olan Zeyl-i Risale-i Ahlak ve İdare-i Hükümetin Bazı Kavâid-i
Esasiyesini Mütezammın kaleme aldığı risaleye bakılmalı.
17
Padişah dervişler [fakirler] için vardır / Gerçi nimet onun devletinden, servetindendir / Ama koyunlar çobanın
değildir / Çoban onlara hizmet için vardır. Namık Kemal’in bu kıtayı şerhi için bkz. Namık Kemal, “Küllüküm
râ‘in ve küllüküm mes’ûlün an ra‘iyyetihi,” Hürriyet 13, 21 Eylül 1868 veya Alp Eren Topal haz. Sürgünde
Muhalefet: Namık Kemal’in Hürriyet Gazetesi 1868-1870 Cilt 1 (İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları, 2018): 6467.
18
Bu meselenin detayları da yine doktora tezimin dördüncü bölümünde bulunabilir. Bkz. Topal, “Form Decline to
Progress.”
15
7
unutmadan not düşmeliyiz ki kadim, nakl, âdât gibi kavramların anlamı bu süreçte bir derece
genişlese de hâlen kristalize olmuş bir geleneğe işaret edecek bir kelime mevcut değildir.
Maalesef, Yeni Osmanlı düşüncesi mevcut literatürde ekseriyetle yukarda Sami Efendi nezdinde
serdettiğimiz “meşrulaştırma” ve geleneği “araçsallaştırma” çabasına referansla izah edilir.
Halbuki ikisi arasında nitelik bakımından çok ciddi bir fark vardır. “Gelenekler” arası aktarımı
“meşrulaştırma” ve “araçsallaştırma,” zaten ayrılmış yekpâre ve durağan geleneklerin
mevcudiyetini varsayar. Halbuki henüz böyle bir ayrım netleşmemiştir. Kemal sık sık “Şark” ve
“Garb”dan dem vursa da derdi bunları totaliter ve özcü bir tavırla ayırmak değil, tam da bu tür
çabalara itiraz etmektir. Burada Avrupa’nın özcü yaklaşımlarına proto-Saidian bir eleştiri dahi
söz konusudur. “Avrupa Şark’ı Bilmez” makalesi ve Renan Müdafaanamesi gibi eserlerinde
Kemal ısrarla buna vurgu yapar.
Cevdet Paşa örneğinde ise biz yine Sami Efendi’ninki kadar sathi olmasa da benzer bir geleneğe
sınır koyma çabası görürüz. Bunun bence en bariz örneği Mecelle’dir. Mecelle bir yandan fıkıh
geleneğini güncelleme ve uyarlama çabası iken, bir yandan da o teamüle dayalı geleneği,
kodifiye sürecinde donuklaştırır.19 Mecelle’nin fıkıh usulünden süzme meşhur küllî kaideleri 100
adet aforizmatik prensipten ibarettir ve bu prensiplerin birçoğu birbiriyle zahiren tezat teşkil
ederler. Mesela “Bir şeyin bulunduğu hâl üzere kalması asıldır”, “Kadim kıdemi üzere terk
olunur”, “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur”, “Âdet muhakkemdir”, “Örfen maruf olan şey
şart kılınmış gibidir” vb. kaidelerle örfün ve kadimin otoritesi vurgulanırken “Ezmânın
tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr edilemez”, “Zaruretler memnû olan şeyleri mubah kılar”,
“Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur” gibi kaidelerle değişime ve istisna hâllerine kapı aralanır. 20
Burada Mecelle’nin aralarında herhangi bir hiyerarşi tesis edilmemiş bu ilkelerinin, fıkhın görece
dar alanına ait teknik prensipler olduğu ve ancak uzmanlarınca içtihat esnasında anlamını
bulacağı söylenebilir. Ama bu prensiplerin bir ya da birkaçının sadece o dönemde değil,
günümüzde dahi birçok tartışmalı siyasi ve içtimai mevzuyu karara bağlamak adına bağlayıcı
argümanlar olarak öne sürüldüğüne şahit oluruz. Cevdet Paşa bir yandan fıkhı muasır kılmaya
çabalarken bir yandan da onun tabutuna çakılacak çivileri hazırlamıştır. Kodifiye edilirken
sistematik bir çerçeveye oturtulmamış olan Mecelle, kaidelerin parçalı ve anarşik yapısı
nedeniyle kendi kristalleşme sürecinin motoru olur. Bu tabii ki Mecelle’nin işe yaramaz bir şey
olduğu anlamına gelmez, ki zaten ben de İslam hukukunun dönüşüm ve uygulamasına dair söz
söyleyecek ilme sahip değilim. Basitçe siyasi ve toplumsal çağrışımlara referansla Mecelle’ye
içkin çelişkileri ve bunların geleneğin kristalleşmesine etkisini vurgulamaya çalışıyorum.
Balkaya, Tanzimat aydını romantizmine dikkat çekiyor ama bu romantizminin “asla bir Bildung
romantizmi ve bireycilik temelinde” gelişmediğini vurguluyor. Dahası “Bildung’un evrensellik
iddiasından farklı olarak gelenek, kendini milli bir duyuş olarak sabitlemişti” diye de ekliyor.
Yeni Osmanlılar’ın tarihe ve topluma romantik bir bakışları olduğu su götürmese de21 bunun
evrensellik iddiasından yoksun olduğunu söylemek, sürece içkin yaratıcı gayreti göz ardı eden
Şerif Mardin bu gerilimi çok güzel tartışır, bkz. “Some Explanatory Notes on the Origins of the Mecelle,” The
Muslim World 43 (1961): 189-96, 274-79.
20
Külli kaideler için bkz. Mustafa Yıldırım, Mecelle’nin Külli Kaideleri (Izmir: Tibyan Yay, 2008).
21
Bu mevzuyu Doğan Gürpınar da Osmanlı’dan Türkiye’ye ulus kavramının teşekkülüne dair
19
8
bir peşin hükümden öteye geçemez. Burada yine tekrar etmeliyim ki, bu Balkaya’ya has bir hata
değil; mevcut literatürde de bu hüküm genel geçer bir kabul görmekte. Tanzimat ve Meşrutiyet
aydınının gelenekle kurduğu yaratıcı ilişki hep bir meşrulaştırma ve sınır çizme çabasına
indirgenmekte ve Batı düşüncesi ile kurulan ilişki de ya başarılı yahut başarısız gibi sathi ve
binary değerlendirmelere sıkıştırılmakta. Alımlama sürecinin gelenek üzerindeki yaratıcı etkisi
nerdeyse hep göz ardı ediliyor.
Dahası bu tür yaklaşımlar, ardında sorgulanmayan ama alabildiğine sorunlu varsayımlar
barındırıyor. Mesela, İsmail Kara gibi İslam düşüncesinin tarihsel seyrine gayet aşina bir üstad
dahi son dönem İslamcılarını İslami kavramları haddinden fazla yoruma açmak ve İslam’ı
siyasallaştırmakla itham edebiliyor.22 Böyle bir ithamın altını kazdığımızda, İslam’ın belli
kavramlarının modern döneme kadar hiç değişmemiş olduğu ve İslam’ın yine bu dönemden önce
siyasallaşmamış olduğu gibi varsayımlar çıkıyor karşımıza ki bunlar savunulmaları ne kadar abes
olsa da Osmanlı-Türk düşünce tarihine yaklaşımımızın iliklerine kadar işlemiş varsayımlar.
Dahası, tam da sonradan teşekkül etmiş kristalize bir gelenek kavramına istinaden
muhayyilemize çakılmış postülalar.
Sonuç yerine
Tanzimat aydını için yukarda öne sürdüğüm tartışmanın bir benzeri Meşrutiyet dönemi aydınları
için de yapılabilir. Her ne kadar dönem aydınlarını İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık gibi
güncelliklerini bir türlü kaybetmedikleri için tanımları sürekli değişen ve nedenle henüz daha altı
doldurulup tarifleri hakkıyla yapılamayan kavramlar çerçevesinde tasnif ediyor olsak da aslında
dönemin tartışmalarının yine geleneğin sınırları ve yeniliğin tecvizi etrafında dönen gayet
yaratıcı tartışmalar olduğuna dair yeterince delil mevcuttur. Mesela ısrarla Durkheim’a referansla
anla(ma)yageldiğimiz Gökalp, Batı’dan apardığı kelimelerin altını kaşla göz arasında gayet
yaratıcı bir şekilde uyarladığı İslam geleneğinin kavramları ile doldurur.23 Abdullah Cevdet gibi
en ayrıksı bir figürün İslam üzerine cilt cilt yazıları mevcuttur ve dergisinin adını İctihâd koyuşu
üzerine düşünülmelidir. Yine Mehmet Akif gibi bir İslamcı’nın “Kuran’dan alarak ilhamı, Asrın
idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerinin günümüz gelenekçilerinde yarattığı huzursuzluğu
düşünelim (ki Afgani hayranlığı dahi onun ocak dışı kalmasına yeterlidir). Bu isimlerin ve
fikirlerinin İslam geleneği içindeki yerini tayin etmek adına çizdiğimiz makbûliyet sınırlarının,
günümüzde cari ve hâkim “İslam geleneği” kavramına nasıl da denk düştüğü üzerine kafa
yormamız gerekiyor. Abdullah Cevdet’in imanını sorgularken aslında gayet ortodoks bir İslam
anlayışını zımnen kabul ve tasdik ediyoruz.24
Başa dönelim ve mevzuyu toparlayalım. Yukarda zikrettiğimiz son dönem Osmanlı
düşünürlerinin gelenekleriyle girdikleri yaratıcı ilişkide, her ne kadar başka kaygılarla (ümmetin
Ismail Kara, Islamcıların Siyasi Görüşleri, 2nci Baskı (Istanbul: Dergah, 2001), 11.
Gökalp’in İslam geleneği ile söyleşimsel ilişkisini detaylarıyla tartıştığım makale için bkz. Alp Eren Topal,
“Against Influence: Ziya Gökalp in Context and Tradition,” Journal of Islamic Studies 28:3 (2017).
24
Paralel bir eleştiriyi genel olarak İslam çalışmaları disiplinine gayet başarıyla uygulayan merhum Shahab
Ahmed’i de hatırlayalım. Ahmed, İslam’ın tarihsel çeşitliliğini ihata etmeye çalışan, Müslüman olsun ya da olmasın,
bütün araştırmacıların nasıl gayet selefi ve köktenci bir İslam’ı temel aldıklarını tüm inceliğiyle gözler önüne serer.
Bkz. Shahab Ahmed, What is Islam? The Importance of Being Islamic (Princeton University Press, 2015)
22
23
9
kaderi, devletin bekası) sınırlanmış olsa da bir tür Bildung sürecinden geçtiklerini söyleyebiliriz.
Ama bunu diyebilmemiz için geleneğin çok boyutluluğunu kabul ve itinasız bir şekilde
yapıştırıverdiğimiz “araçsallaştırma”, “meşrulaştırma”, “etkilenme” gibi ithamların ardında yatan
incelikten yoksun yargıları terk etmemiz gerekir. Böylece bir vakıa olarak geleneğin
akışkanlığını varsayım haline getirdikten sonra bir kavram olarak geleneğin kristalleşme süreci
ve soykütüğü daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır kanaatindeyim. Dahası bu tür kristalize bir
gelenek kavramını en çok sahiplenenlerin bile aslında ne derece “kendi elleriyle yazdıklarına”
gelenek dedikleri de görünür hale gelecektir.
Türkçe edebiyatta Bildung anlatılarının eksikliği meselesine gelince: belki de yukarda
tartıştığımız şekliyle anlatıların yokluğunun yahut ancak çarpık ve eksik biçimlerde varlığının,
sürecin yokluğu anlamına gelmediğini düşünmeliyiz. Ve Bildung’un yokluğunu tartışmaktan
ziyade mevcut anlatıların karakterini bir semptom olarak ele almalı ve bunun üzerine
tartışmalıyız. Bunu diyerek aslında Balkaya’nın geldiği noktadan çok da uzaklaşmadığımın
farkındayım. Ama tartışmayı derinleştirmek bizi özcü yaklaşımlardan kurtaracak, daha üretken
tartışmalara yol açacak ve iki asırlık “modernleşme” tarihimizi tüm olumsallıklarıyla görmemize
yardımcı olacaktır kanaatindeyim.
Geleneği bir vakıa olarak kavramaktan bahsederken de aslında yeni bir şey söylemiyorum. İsmi
ezberimizde olan birçok düşünür ve sosyal bilimcinin bu tür müdahaleleri olmuştur:
Wittgenstein’in “dil oyunları”, Bahtin’in metinlere “söyleşimsel” yaklaşımı, Gadamer’in gelenek
kavramı, John Shotter’ın onlardan ilhamla geleneği dünyayı yoklamamıza izin veren bir protez
olarak tanımlayışı, MacIntyre’ın geleneğin merkezi işlevine yaptığı vurgu, Talal Asad’in İslam’ı
bir “söylem geleneği” (discursive tradition) olarak tarifi vs.25 Hülasası, geleneği gelenekçiler
gibi tek bir şey söyleyen bir seda değil, yerine göre birbirinin tam zıddı argümanların bile
eşzamanlı dile getirilmesine müsaade eden ve buna imkân tanıyan bir hazne olarak
kavradığımızda yeni ve daha verimli tartışmalara yelken açarız. Hatta bu şekliyle “gelenek”
tarihi bir derinlik de barındırdığı için, her an özcülüğe kapı açmaya teşne “kültür” kavramından
çok daha kullanışlı olabilir.
Bkz. Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar (Metis, 2007), Mikhail Bakhtin, The Dialogic Imagination:
Four Essays (University of Texas Press, 1982); Alasdair MacIntyre, Three Rival Versions of Moral Inquiry:
Encyclopedia, Genealogy, Tradition (University of Notre Dame Press, 1994); John Shotter, Cultural Politics of
Everyday Life: Social Constructionism, Rhetoric and Knowing of the Third Kind (Open University Press, 1993);
Talal Asad, The Idea of an Anthropology of Islam (Washington, DC: Center for Contemporary Arab Studies,
Georgetown University, 1986)
25
10