Uluslararası Politikanın
Pandemi Dönemeci
Doç. Dr. Burak Akçapar
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Büyükelçi, Doç. Dr. Burak Akçapar
Büyükelçi Burak Akçapar, T.C. Dışişleri Bakanlığı’nda Dış Politika, Analiz ve Eşgüdüm Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır. Ülkemizi Hindistan’da Büyükelçi;
ABD ve Katar’da Misyon Şefi Yardımcısı; Almanya’da Muavin Konsolos olarak temsil
etmiş; NATO Savunma Planlaması ve Harekâtlar Bölümü’nde Uluslararası Memur
olarak çalışmıştır. Aynı zamanda bir akademisyen olan Doç. Dr. Burak Akçapar’ın
Oxford University Press dâhil saygın uluslararası yayınevlerince yayınlanmış üç
kitabı ve birçok kitap bölümü ve makalesi bulunmaktadır. Doktorasını Uluslararası
Hukuk alanında Hamburg Üniversitesi’nde kazanmış olan Dr. Akçapar, çeşitli
üniversitelerde ders ve kurslar vermiştir. Büyükelçi Akçapar, diplomasi mesleğine
katkılarından dolayı Hindistan’da Onursal Doktora unvanına, bölgesel iş birliğini
geliştirmeye yönelik çabalardaki rolü dolayısıyla NATO Mükemmellik Nişanı’na
layık görülmüş, Sunday Standard ve New Indian Express gazetelerinde köşe yazarlığı yapmıştır.
Ambassador, Assoc. Prof. Burak Akçapar
Ambassador Burak Akçapar is the Director General for Foreign Policy, Analysis and
Coordination at the Ministry of Foreign Affairs of Turkey. Ambassador Akçapar
was Turkey’s Ambassador to India; Deputy Chief of Mission in Washington and
Doha; and Vice Consul in Hamburg, and a member of NATO’s Defense Planning
and Operations Division. As Associate Professor of international relations he has
published three books, most recently with the Oxford University Press, as well as
several book chapters and articles. He received Ph.D. in international law from
Universitat Hamburg. Ambassador Akçapar was awarded also with Doctorate in
International Relations Honoris Causa in India for his contributions to diplomacy,
as well as Award for Excellence at NATO for his role in efforts to develop regional
cooperation. He was a columnist for Sunday Standard and New Indian Express
newspapers.
320
Burak Akçapar
Uluslararası Politikanın Pandemi Dönemeci
Doç. Dr. Burak Akçapar1
Özet
COVID-19 küresel salgını uluslararası politika üzerinde etkili olan özellikle
beş yönelimi güçlendirmiştir. Buna göre, bölgeselleşme ile küreselleşme arasındaki rekabet artmakta; dijital çağa uyum ve dönüşüm hızlanmakta; popülizm güç kaybederken etkin yönetişim siyaset üzerinde etkili olma imkânını
yakalamakta; devletlerin kırılganlığı olgusu özellikle çevremizdeki havzalarda
artmakta; başta ABD-Çin olmak üzere büyük güç mücadeleleri yoğunluk kazanmaktadır. Bu yönelimlerin etkisinde oluşan uluslararası siyasi ortam Türkiye bakımından sınamalar ve fırsatlar içermektedir.
Anahtar Kelimeler
uluslararası politika, uluslararası güvenlik, COVID-19,
küresel salgın ve güvenlik ilişkisi, Türk Dış Politikası
The Pandemic Turn of International Politics
Abstract
The COVID-19 pandemic has reinforced particularly five trends that were already exerting influence on international politics. Accordingly, globalization is
facing greater competition from regionalization and decoupling; digital transformation is gathering pace and pervasiveness; effective governance is regaining strength against populism; state fragilities are becoming worse particularly in Turkey’s broad neighborhood; and finally great power competitions
including US-China rivalry are intensifying. The international political scene
defined by these trends present challenges and opportunities for Turkey.
Keywords
international politics, international security, COVID-19,
the relationship between pandemic and security, Turkish Foreign Policy
1
Büyukelçi ve Dışişleri Bakanlığı Dış Politika, Analiz ve Eşgüdüm Genel Müdürü Doç. Dr. Burak Akçapar’ın makalesinde ifade
edilen görüşleri bütünüyle yazara ait olup, hiçbir şekilde T.C. Dışişleri Bakanlığı’nı bağlamamaktadır.
321
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Giriş
Dünya küresel dijital çağın ilk toplu provasını COVID-19 salgını ile yaptı.
Bu süre zarfında yaşananları uzun süre irdeleyeceğiz. Esasen iş gücünün giderek evden çalıştığı, iletişimin ağırlığının dijital ortamda cereyan edeceği,
üretimin tek bir ürünü yapan uzmanlaşmış birimlerden her şeyi üreten makinalara kaymakta olduğunu biliyorduk. Bir pandemi yani küresel salgını er
ya da geç yaşayacağımız da bilinmekteydi. COVID-19 pandemisinin geleceğe
tuttuğu emsalsiz ayna sayesinde dijital çağla uyumlu ve uyumsuz yönlerimizi
görme fırsatını bulduk. Çok acı çekildi ve özellikle ekonomik anlamda çekilmeye devam edilecek ama dijital hayata uyum konusunda ciddi mesafe de kat
edildi. Yine de dünya sathında dijital çağa geçiş noktasında tam olarak hazır
olmadığımız ortaya çıktı. Örneğin, dijital ekonomiye henüz katılamamış çok
fazla işletme ve insan gücünün mevcut olduğu bu süreçte deneyimlendi. Bu
çerçevede, insanoğlu yeni çağa intibak için sistematik bir çalışma ve dönüşüme
ihtiyaç duyacak ve geçiş çalkantılı olacaktır.
Salgın sonrası nasıl bir dünyanın bizi beklediği konusu ülkemizde ve dünyada çok yaygın şekilde tartışılmaktadır. Dış dünyadan görüşlere baktığımızda,
mevcut kurumların başarılı olamayacağını öngören Kissinger, salgından sonra
dünyanın aynı kalmayacağını savunanlar arasında yer almış, salgınla mücadele ederken kriz sonrası geleceği “aydınlanma değerleri” ve liberal dünya
düzeni ilkeleri üzerine inşa edecek adımlar atılmasını savunmuştur (Kissinger,
2020). Nye, salgının ABD’yi birinci güç olmaktan indirmeyeceğini, buna karşın
ABD’nin G20 içerisinde liderlik sergileyerek gelişmekte olan ülkelere yardım
sağlanmasında öncü rol oynaması gerektiğini savunmuştur (Nye, 2020). ABD
liderliğinin salgın öncesinde zayıflamaya başlamış olduğunu hatırlatan Haass,
küresel işbirliğinin yerine büyük güç mücadeleleri gibi temel eğilimlerin salgından sonra daha belirgin şekilde yaşanacağını öngörmüştür (Haass, 2020).
Rodrik, salgının kriz öncesi eğilimleri değiştirmeyeceği, neoliberalizmin yavaş
ölümünün devam edeceği, popülist otokratik liderlerin daha da otoriter ol322
Burak Akçapar
maları için zemin bulacakları, hiper-küreselleşme zayıflarken ulus devletlerin
güçleneceği görüşündedir (Rodrik, 2020). Wang, salgının küreselleşmeyi değiştireceğini, Çin ile Türkiye dâhil Kuşak ve Yol ülkelerinin sermaye yerine
insanın merkezde olduğu yeni küreselleşme için sağlam temel oluşturduklarını, kapsayıcı ve etkili küresel yönetişim sistemine ihtiyaç olduğunu, kapitalizm ve ABD hegemonyası düşüşe geçmişken Çin’in imalat, makineler arası
internet, yapay zekâ, inovasyon kapasitesinin ivme kazandığını kaydetmiştir
(Wang, 2020). Hosoya, ABD ve Çin merkezli kutupların uluslararası toplumda nüfuzlarını artırmaya çalışacaklarını ancak her ikisinin de salgın sonrasında zemin kaybetmesinin muhtemel olduğunu, salgın sonrası ekonomisini en
hızlı şekilde yeniden ayağa kaldırabilenlerin dünyayı da şekillendirmesinin
mümkün olduğunu, bu meyanda Japonya’nın uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesine liderlik edebileceğini savunmuştur (Hosoya, 2020). Mohan, ABD
ile Çin arasında çok taraflı kurumları yönlendirme bağlamında Soğuk Savaş
dönemindekinden daha sert bir rekabet yaşandığını, Çin’in Batı’da boşluklar
bulup manivela oluşturma bakımından Rusya’ya nazaran daha başarılı olduğun, sözü edilen rekabetin diğer devletler üzerinde baskı oluşturmakla beraber, çok taraflı kurumları etkileme konusunda salgın sonrasında orta boyuttaki
güçlere kapı açabileceğini dile getirmiştir (Mohan, 2020). Elmi ve Hersi ise
salgının Afrika’da ekonomiyi, düzensiz göçü ve mevcut büyük güç rekabetinin
kıtaya getirdiği sınamaları daha da arttıracağını, buna karşın kıtadaki iş birliği
ve entegrasyonu, sağlık sektörünün gelişimini ve demokratikleşme süreçlerini olumlu etkilemesinin de muhtemel olduğunu yazmışlardır (Elmi & Hersi,
2020). Tocci, kurallar temelli çok taraflı uluslararası sistemin korunması için
Avrupa’nın liderlik göstermesi için bir fırsat doğduğunu ve çevresindeki kırılganlıkların giderilmesi için de çalışması gerektiğini vurgulamaktadır (Tocci,
2020). Nihayet Kortunov, Rusya’nın salgın ile mücadele konusundaki başarı
düzeyinin ülkesinin karşılaştığı tehdit ve sınamalar karşısındaki ve uluslararası
konumunu etkileyeceğini kaydetmekte, ayrıca Ortadoğu, Afrika, Güney Asya
ve eski Sovyetler Birliği coğrafyasında güç boşlukları oluşabileceği ve Rus dış
politikası bakımından fırsatlar çıkabileceğini belirtmektedir (Kortunov, 2020).
Yukarıdaki örneklemden de görüleceği üzere, küresel salgını uluslararası ilişkilerde bir dönemeç ve hatta fırsat olarak görenler gibi görmeyenler de mevcut olup, hemen her gözlemci mevcut uluslararası sistemin esasen çeşitli sınamalarla karşı karşıya olduğu noktasında buluşmaktadır.
Bu çerçevede, COVID-19’un uluslararası politika ve uluslararası sistem üzerindeki olası etkilerini incelerken, sistemik değişimlerin uzun dönemli karmaşık
ekonomik, toplumsal, düşünsel, askeri, siyasi süreçlerin olgunlaştığı ve spesifik
olaylarda büyük yıkımların gerçekleştiği noktalarda meydana geldiğini baştan tespit etmek gerekmektedir. Salgınlar, savaşlar ve devrimler gibi büyük yıkım yaratabilme kapasitesine sahip olsa da COVID-19 salgınının kendi başına
dünya savaşı ölçeğine yaklaşabilen bir yıkım yaratmayacağını artık biliyoruz.
Konuya sadece sistemi şekillendirebilecek veya dönüştürebilecek devletlerin
gücü gibi ölçümü tartışmalı olan bir optikten bakmanın da eksik hatta yanıltıcı
olacağını esasen teslim etmek gerekmektedir. Hâlihazırda sisteme dair eleştiriler ve sistemin fragmanlara ayrılması süreci devam etse de mevcuttan sonra
323
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
gelecek çağa dair ne bir oydaşma vardır ne de oydaşmanın yerine kendi tercihi olan sistemi empoze edecek bir güç mevcuttur. Hazır olmadığımız ve yıkımın da mutlak olmayacağı tespitleri doğruysa, pandemi vesilesiyle meydana
gelecek değişimin parametreleri de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eskiye
yakın ama aynı olmayan bir yere geri döneceğiz. Aynı zamanda, salgın öncesinde harekete geçmiş bazı dinamik ve yönelimlerin daha da hızlanacağını
öngörebiliyoruz.
Bu makalede pandemi sonrası hızlanan dinamiklerin bir analizi sunulacaktır.
Öncelikle, uluslararası politikada değişimin ölçülmesine dair teorik bazı tartışmalar hatırlanacak ve kuramsal bir değişim çerçevesi çizilecektir. Ardından
pandeminin de etkisiyle hızlanan ancak zaten harekete geçmiş olan dinamiklerden beş tanesi öne çıkarılarak, bunlar üzerinden salgın sonrası uluslararası
ilişkilerin doğası ve temel mücadele eksenlerine dair öngörüler öne sürülecektir. Son bölümde bulgular özetlenerek, ilave araştırma gerektirecek hususlara
dikkat çekilecektir.
Değişimin Kavramsallaştırılması
Uluslararası sistem küresel salgın öncesi güçlü yıpranma ve değişim sinyalleri
vermekteydi. Özellikle beş etmenden değişimin kaçınılmazlığı gözlenmekteydi. Her şeyden önce algılar, hızlı değişim hissi, değişimin doğurduğu belirsizlik vurgusu uluslararası ilişkileri uygulayan, inceleyen ve gözleyen çevrelerin
neredeyse ortak hissiyatı ve söylemi haline gelmişti. İkincisi, dijital, robotik
teknolojilerdeki gelişim bir sınai devrim niteliğindeydi ve üretim modellerinden çalışma usullerine kadar iş dünyasını dönüştürmekteydi. Üçüncüsü devletlerarasındaki güç dengeleri 19 ve 20. yüzyılın başat aktörlerinin aleyhine
değişim halindeydi. Dördüncüsü, bazı firmalar belirli sayıda ulus devletten
daha müreffeh ve daha fazla nüfus sahibi olmakla kalmıyor aradaki farkı da
açıyorlardı. Nihayet beşincisi, sistemin en güçlü oyuncusu ABD’nin kendi iç
siyasi sisteminin idealize edilmiş, uyarlanmış küresel bir sürümü olan mevcut
uluslararası sistemin ideolojik temelleri zayıflamaktaydı. Yerine başka bir ideolojinin talip olamaması sonucu, ideolojisiz, ahenksiz, daha ziyade karşıtlıkta
birleşen bir değişim isteği güç kazanmaktaydı. Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un,
ABD’nin neoliberal düzen ideolojisinin kazandığını söyleyen Fukuyama’ya
atıfla, 2007 yılında John Stuart Mill’in kavramını ödünç alarak yaptığı açıklama aslında durumu iyi özetlemekteydi: “özellikle değerler sistemi ve ekonomik kalkınma modellerine ilişkin olarak fikirler piyasasında gerçek bir rekabetçi ortam doğmuştur.” Salgın vurduğunda dünyada hızlı ekonomik büyüme
dönemi sona ermiş, çatışmalar yeniden artmaya başlamış, İkinci Dünya Savaşı
sonrasının en büyük göç hareketi başlamış, çok taraflı girişimler yeniden etkisini kaybetmiş, büyük güçler arası ticaret savaşları başlamıştı. Salgın istikrarlı
bir küresel politik ortama değil, çözülme işaretleri veren yaşlanmış bir dünya
düzeni içerisinde doğmuştur.
Değişim hayatın temel bir kuralıdır ve bu uluslararası yaşam bakımından da
böyledir. Uluslararası sistemdeki değişimi tanımlamak ve ölçmek ayrı bir makale konusu olabilecektir. Ancak Hosti’nin 1998 yılındaki tespiti bugün de ge324
Burak Akçapar
çerlidir ve buna göre değişimi veya dönüşümü tanımlamak, haritalandırmak
ve ölçmek Uluslararası İlişkiler dâhil sosyal ve siyasal bilimlerin çok başarılı
olduğu bir alan değildir (Holsti, 1998). Tabiatıyla, Organski “herhangi bir an
itibarıyla yerküredeki en güçlü ulus, ikincil öneme sahip diğer bazı büyük güçlerin ve bazı küçük uluslar ve müstemlekelerin de dâhil olduğu bir uluslararası
düzenin başını çeker” diyerek uluslararası ilişkileri farklı güç kapasitelerine
sahip devletlerarasındaki hiyerarşik bir ortamda dinamik bir gelişme, düzen
ve mücadele süreci olarak kavramsallaştırmıştır (Organski, 1968). Fakat güç
kavramının tanımı ve ölçümü için sayısız çalışma olsa dahi optimal bir noktaya
gelinememiştir. Örneğin, mevcut modeller kalabalık nüfusa sahip ülkelerin
yeteneklerini sistematik şekilde fazla göstermektedir (Beckley, 2018). Ancak
Gilpin “dünyanın bildiği her uluslararası sistem hegemonik mücadeleleri izleyen toprak, ekonomik ve diplomatik yeniden hizalanmaların sonucudur” derken (Gilpin, 1981) uluslararası sistemde başat aktörün güç, ilgi ve dolayısıyla
nüfuz kaybına uğradığı dönemlerde, söz konusu “hegemonik mücadelelerin”
yoğunlaşacağını da öngörmüştü. Bölgesel sistemlerin de kendi içerisinde mücadeleler içerdiği ve bunlara büyük güçlerin müdahil olduğunu (Lemke, 2002;
Yeşilada & Tanrıkulu, 2016) düşünürsek uluslararası sistemdeki çalkantının
ve salgından ötürü köklü bir değişim yaşanması beklentisinin tarihin gelgitleri
içerisinde yerli yerine oturduğunu görürüz.
Buna karşın, içinde bulunduğumuz dönemdeki değişim beklentisi ve hatta talebinin yoğunluğu tarihsel olarak enderdir. Ikenberry’nin “eski düzenin savaş
yoluyla yıkıldığı ve yeni güçlü devletlerin temel düzenleyici kural ve tertipleri yeniden tesis etmek istedikleri, uluslararası sistemdeki belirgin kargaşa ve
değişim anı” (Ikenberry, 2001) sözleriyle betimlediği bir kırılma noktasında
olduğumuzu söylemek abartılı olur. İstanbul’u fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun çökertildiği 1453, Vestfalya güçler dengesini sisteminin doğduğu 1648, Napolyon’un Avrupa sistemini yıkma çabasının yenilgiye uğratıldığı
1815, Hindistan’ın kolonizasyon sürecinin kanlı şekilde tamamlandığı 1857,
küresel ilk savaşın sona erdiği 1919, emperyalist yayılmanın Mustafa Kemal
Atatürk önderliğinde ilk kez durdurularak geri çevrildiği 1923, küresel sıcak
savaşların ABD lehine bittiği 1945 ve Varşova Paktı’nın içten çökmesiyle karşıt tek askeri blokla rekabetin ABD lehine bittiği 1991 yeni bir politik düzen
oluşturma ve yeni kurallar ve ilkelerle uluslararası ilişkilere yön verme imkânının doğduğu dönemeçlere örnektir. Bu dönemeçler bazen derhal bazen de
zaman içerisinde sistemik etki doğurmuşlardır. ABD’ye karşı 11 Eylül 2001
yılında gerçekleştirilen terör saldırılarının da sistemik etki doğuracağı çokça
ileri sürülmüştü. Bununla birlikte, ABD’nin bugüne kadar sürecek bir Irak ve
ardından Suriye konuşlanması, insansız hava araçlarının inovasyonunun terörle mücadele ihtiyaçlarının sonucu olması gibi etkilerin sistemik etki yarattığını
söylemek zordur. Diğer bir ifadeyle, her önemli gelişme uluslararası sistemin
bütünü üzerinde dönüştürücü etki yaratmamaktadır.
Koronavirüs salgını öncesinde uluslararası düzen kurum ve kurallarıyla sınama
altında ancak hala ayaktaydı ancak koronavirüs salgını uluslararası sistemi çökertmeye yetmedi. Esasen sistemi veya Kissinger’ın tabiriyle ABD’nin “dünya
325
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
düzenini” en baş rakip haline gelen Çin değil, düzeni kurmakta öncülük eden
ABD sorgulamaktadır ki bu sorgulamanın da sınırları olacağı aşikârdır. Dünyada hiçbir şey değişmezse mevcut trendler ABD’nin en nüfuzlu ülke konumunu Çin’e bırakmasını gerektirecektir ki buna izin vermemek için hamleler
yapması kaçınılmazdır. Esasen yükselen güç kadar ve hatta daha çok zirvedeki
gücün ne yapacağı önemlidir. ABD dünyanın en büyük ekonomisi konumuna
1897 yılında İngiltere’yi geçerek gelmiştir. Hâlbuki en büyük siyasi güç olması
için Avrupa’nın geleneksel büyük güç devletlerinin birbirlerini artarda iki dünya savaşında yerle yeksan etmeleri gerekmiştir.
Bu makalenin yazarı yıllardır eski düzen ile yeni düzenin tarih boyunca aynı
anda var olduklarını savunmuştur (Akçapar, 2009). 2009 yılında finans krizi nedeniyle küresel düzenin “artık bittiği” tezi çok yaygındı. Oysa ABD’nin
G20’yi devreye sokmasıyla sistem kendisini toparladı ve aslında liberal ekonomiler de neo-liberal politikalarda bazı düzeltmelerle gelişmeye devam ettiler.
Aynı zamanda ileride sistemi iyice zorlayacak önemli bazı dinamikler de güçlenmeyi sürdürdüler. Esasen, eski düzenin aktörleri, kurumları ve kurallarıyla
yerini yeni düzene bırakması için koşulların olgunlaşması ve büyük yıkımlar
yaşanması gerekmektedir. Bu dönemeçler genellikle büyük savaşlar ve devrimler sonrasında ortaya çıkmaktadır. Yeni bir sistem kurulmasının önkoşulu
eskisinin neredeyse tamamen yıkılmasıdır. Eskisi yıkılıncaya kadar yeni düşünce ve kurumlar tedricen güçlenmekte ama eski düzen de devam etmektedir.
En son peş peşe iki dünya savaşı yeni bir dünya düzenini ve Birleşmiş Milletler
sistemini ortaya çıkardı. Fakat aslında uluslararası kurumlaşmayı sağlayan hareketler ve kurumlar 19. yüzyılda gelişmeye başlamış ve BM’den önce Milletler Cemiyeti de denenmiş idi. Şimdi BM Güvenlik Konseyi tek dişi kalmış bir
kurumsal dinozor olarak devrededir ancak dünya ekonomisinin %80’ini temsil
eden G20 de doğmuş durumdadır.
Sistemik istikrarsızlığın öngörülebilir gelecekte devam edeceğini tahmin etmek zor değildir. Çünkü yaşlanan mevcut sistem artık günümüzün uluslararası
güç ilişkilerini ve gelişen ekonomik dinamikleri tanımlayabilecek, yönlendirebilecek ve sınırlandırabilecek vasıflarını kaybetmektedir. Yeni bir sistemin
tahta geçmesi çok sancılı bir sürecin sonunda mümkün olabilecektir.
Kissinger dünya düzenini başat aktörün kendi değer ve menfaat sistemine uygun şekilde kurduğunu anlatmaktadır (Kissinger, 2016). Bu eksik bir tanımlamadır. Aktörler de karmaşık bir dizi etkenin ve sürecin ürünü olarak başat
hale gelmektedir. Ayrıca, münhasıran devlet düzeyinde ve güç ölçütünde irdelemeler eksik kalmaktadır. Devletlerin zamanın ruhunu şekillendirdiği doğru
olsa da daha ziyade zamanın ruhu devletlerin performansını ve uluslararası
güç dengelerini şekillendirmektedir. Tabiatıyla tarihin akışında devamsızlık
yaratan belirli önemli olayların etkisini küçümseyemeyiz. Salgınlar gibi belirli
bir liderin iktidar dönemi, önemli sosyal ve teknolojik buluşlar ve tabi trendler
(yönelimler) bu çerçevede önem taşımıştır. Dolayısıyla, COVID-19 küresel salgınının zaten mevcut olan özellikle hangi yönelimlerin daha da hızlanmasına
yol açacağına dair bir topografi çıkarmak yol gösterici olabilecektir. Çünkü
326
Burak Akçapar
bunlar hem hegemonik güç mücadelelerinin seyrini, hem devletlere, toplumlara, ekonomilere, uluslararası ilişkilere ve politikaya da yön verecek gündemdeki devam eden ve kırılan dinamikleri anlamamıza katkı sağlayacaktır. Yine
eski ile yeninin birlikte yaşadıkları hatırlanırsa, aşağıdaki mevcut yönelimler
arasından bazıları bir sonraki uluslararası sisteminin temelini oluşturacak değişkenler olacaklardır. Bu anlamda salgın sonrasında hızlanan yönelimlerin iyi
analiz edilmesi gerekmektedir.
Bölgeselleşme, Küreselleşme ile Rekabetini Artırmaktadır
21. yüzyıla girerken küreselleşmenin uluslararası sistemin kendisi olduğu, kalıcı ve tek yönlü gelişen bir vasfa sahip olduğu düşünülmekteydi. Bu yaklaşıma
göre ekonomik dönüşümün ulaştığı boyutlar yeni bir küresel siyaset ortaya
çıkarmıştır. Buna göre, iletişim teknolojileri dünyanın bir bölgesini diğer bölgeleriyle gerçek zamanlı, canlı olarak bağlamaktadır. Sosyal gruplar artık siber
ortamda gelişmektedir. Küresel bir kültür, farklılıkları özellikle şehirlerde eritmekte, küresel düşünen ve yerel hareket eden bir kozmopolit anlayış yerleşmektedir. İnsanlığı tehdit eden çevre kirliliği, salgınlar gibi küresel tehditler
ulus devletlerin kapasitelerini aşmaktadır. Ulus devletler birbirleriyle bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde bağlı olan ve kendi ekonomilerini sevk ve idare
edemeyen birimlerdir. Uluslar aşırı sosyal ve siyasi hareketler küresel bir yönetişim ortaya çıkarmaktadır (Baylis, Smith, & Owens, 2011). 1970’lerden farklı
olarak 1980’lerden itibaren ABD ve AB’nin yanısıra, Çin, Hindistan, ASEAN
ve Doğu Asya ülkeleri dâhil dünyanın tamamına yakınında siyasi iktidar ve
ekonomi elitleri, küreselleşmenin genelde olumlu sonuçlar doğurduğunu düşünmekteydi. Bazıları diğerlerinden daha fazla kazansa da hemen her ülkede
hemen her kesim bir kazanım sağlamaktaydı.
Bu çerçevede, serbest ticaret, malların ve sermayenin serbest dolaşımı, küresel tedarik zincirleri ve deniz aşırı yatırımlar olumlu bir gözle görülmekteydi.
Dönemin ruhunu en iyi yakalayan çalışmalardan birinde Thomas Friedmann
esasen ulus devletlerin egemenliklerinden küresel sermaye piyasalarına ve
çok uluslu firmalara taviz vererek belirli davranış kalıplarını benimsediklerini, “altın deli gömleği” şeklinde adlandırdığı bu durumun ulus devletler için
ülkelerine yatırım çekmek ve halklarının refahını arttırmak açısından gerekli
olduğunu anlatıyordu. Küreselleşme, uluslararası ilişkilerde kurallar temelli
uluslararası liberal düzenden besleniyordu. Bu düzen de esasen İkinci Dünya
Savaşı sonunda ABD öncülüğünde kurulan küresel sistemdi ve Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya
Sağlık Örgütü gibi çok taraflı yapılara ancak aynı zamanda ABD’nin askeri,
siyasi ve ekonomik gücüne dayanıyordu. Çin bu düzeni reddetmiyor aksine bu
düzen içerisinde otuz yıl gibi kısa bir sürede 850 milyon vatandaşını fakirlik
sınırından alıp orta sınıfa yükseltirken, aynı zamanda bir dünya gücüne dönüşüyordu.
Hal böyleyken, dünyanın dengeleri değişime uğramaya başladı. Her şeyden
önce sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, en gelişmiş ülkelerde de, en tepedeki gelir grubu ile gerisi arasındaki gelir uçurumu arttı. Bunun verdiği
327
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
rahatsızlık gelişmiş demokrasilerde dahi iç siyaseti zorlayan fırtınalar koparmaya başladı. Küresel bir popülizm ve anti-elit dalga baş gösterdi, aşırı sağ ve
yabancı düşmanlığı güçlendi. Demokrasi bu çevreleri iktidara dahi taşırken
siyasi merkezi ayakta tutan temeller iyice sarsılmaya başladı. İkincisi, gelişmekte olan ülkelerin bazıları aradan sıyırılıp bu kez İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren oluşturulan ve o dönemdeki güç dengelerini yansıtan yapıları değişime
zorlamaya başladır. Çin önceleri ABD’nin inovasyonunu üretime döndüren
fabrika iken kendisi de inovasyon kapasitesi geliştirmeye başladı ve teknoloji yarışına ortak oldu. Büyük ve büyümüş ülkeler arasındaki rekabet, ticaret
savaşları, deniz aşırı yatırımların yeniden ülkeye dönüşünün teşvik edilmesi
hatta zorlanması, vekâlet savaşları uluslararası politika gündemine şekil vermeye başladı. Brexit ve ABD’de Donald J. Trump’ın başkanlığa seçilmesi birer
sembol olarak gösterilse de çok daha yaygın bir olgudan bahsedilebilecektir.
2019 yılının sonunda küresel salgın ortamına böyle bir siyasi tabloyla girildi.
Salgın bu tabloyu ve altında yatan dinamikleri pekiştirmiştir.
Nitekim günümüzde küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık değil, küreselleşmenin geri çevrilmesi (deglobalization) ve Çin’den ekonomik ayrışma (decoupling)
kavramları öne çıkmaktadır. Küreselleşme yaşamın her boyutunda artık mutlak doğru ve kaçınılmaz bir yönelim olarak görülmemektedir. Tedarik zincirlerinin daha bölgesel ve hatta yerel düşünülmesi yönündeki eğilim destek
bulmaktadır. Öne çıkan “Üç Boyutlu Yazıcı” teknolojileri, bazı üretim yapı
ve zincirlerini kökten dönüştürmeye zaten adaydır. Dijital ekonomiden 5G ve
bulut sistemlerine kadar geniş bir spektrumda artık temel eğilim küreselleşme
değil kamplaşmadır. Sınırları olmayan, herkesin tek bir düzlemde hareket ettiği sembolizmi artık geçerli değildir. ABD ve Çin birbirlerinin dijital piyasalarına girişlerine engel koymaktadırlar. Teknoloji sayesinde üretimin yapıldığı
yerin coğrafi konumu önemini kaybetti tezinin aksine üretimin yakında olması
tercihe şayan hale gelmiştir. Bu küresel tedarik zincirlerinin kaybolacağı anlamına gelmemektedir. Tüketici de esasında aynı mal için yerel üretim olsun
diye çok daha fazla para ödemek de istemeyecektir. Küresel zincirler ile yerel
zincirler birlikte sadece siyasi değil ekonomik mantık içerisinde yaşayacaktır.
Çünkü ekonomik mantığı olmayan siyasetin sürdürülebilirliği yoktur.
Küreselleşmenin değerler sistemini oluşturan çok-taraflılık, liberal ekonomik
düzen ile serbest ticaret de artık mutlak kabul görmemekte, güçlü bir çekim
alanı oluşturmamaktadır. Çin, ABD’yi ekonomik büyüklükte geçtiğinde, dünyanın en büyük ekonomisi liberal demokratik bir serbest piyasa ekonomisi değil, hibrit ama komünist ve otoriter bir devlet olacaktır. Bunun rejimleri tam
oturmamış ülkeler üzerinde bir seçenek yaratmayacağını düşünmek zordur.
Sonuç itibarıyla küresellik, tarihin uzun akışında gelişmiş ve birçok açıdan kaçınılmaz bir temel dinamik olarak güçlü bir varlık sergilemeye devam edecektir. Ancak bir sonraki dönemece kadar, artık pandemi sırasında güçlenen bir
bölgeselleşme ve yerelleşmeyle, siyasi sistemler de birbirleriyle rekabet halinde
yaşayacaktır. En azından bir yorumcu bu tabloda Büyük Güçlerin nüfuz alanlarını bölüşecekleri bir düzen tahmini gündeme taşımıştır (Allison, 2020).
328
Burak Akçapar
Dijital Dönüşüm Hızlanmaktadır
Dünyanın en büyük şirketleri hala ne silah ne de imalat sektöründendir.
Dünya ekonomisinin çok uluslu firmalarının güç merdiveninin en tepesinde
(ABD’nin perakende zinciri Walmart dışında) enerji şirketleri yer almaktadır.
Enerjiden kasıt da esas itibarıyla petrol ve doğal gazdır. Petrol 20. yüzyılın temel enerji kaynağıdır. Ayrıca siyasi, jeopolitik mücadele, rekabet ve hatta savaş
nedenidir. Türkiye petrol çağının başlangıcına öncül devlet Osmanlı İmparatorluğu’nun zafiyet döneminde yakalanmıştır. 1912 yılında Abadan’da rafineri
kuran Birleşik Krallık, Osmanlı İmparatorluğu ile dünyanın ilk petrol savaşını
da yapacaktır. Ticaret çağında da tek bir güç (veya ittifak) kontrolünde olduğu
zamanlarda istikrar bulan Ortadoğu bölgesi (Ediger, Devlen, & McDonald,
Bahar 2012), Osmanlı’nın yerini zamanla alan ABD denetimindeki petrol çağında önemini korumuş ancak Türkiye bu kaynaklardan yararlanamamıştır.
Buna karşın, Soğuk Savaş’ın sonunda stratejik adımları ABD ile işbirliği halinde atarak birden fazla kaynak havzadan çeşitlendirilen petrol boru hatlarının
Türkiye toprakları üzerinden geçmesini sağlayacak bir diplomasi yürüten ülkemiz, ikinci raundun kazanan ülkesi olmuştur. Tabiatıyla, önümüzdeki otuz
yılda küresel GSMH’ya 98 trilyon ABD doları katkı yapması beklenen yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüşümün (Guterres, 2020) daha da hızlanacağını bilmeliyiz. Yine de petrol çağı devam etmektedir ve Ortadoğu bölgesi bu
kez Doğu Akdeniz’i de içine alacak şekilde jeopolitik ve petropolitik mücadelelerin içerisinde olmaya devam edecektir.
Öte yandan, dijital ekonominin önde gelen firmaları artık birer dünya devidir
ve veri teknolojileri ekonomi gibi askerlik, siyaset ve sosyal dinamiklerin de
merkezine oturmaktadır. Veri derken dijital altyapı, donanım, yazılım, iletişim, robotik gibi büyük veri ve yapay zekadan beslenen ilintili alanları da hesaba katmak gerekmektedir. Tabiatıyla ne veri yeni keşfedilen temel bir kaynaktır, ne siyasete yön vermesi yenidir, ne de veri patlaması ilk kez yaşanmaktadır.
Tarih boyunca yaşamın her boyutunda bireyler, işletmeler, askerler ve yönetimler veri toplamış ve değişmiş, hatta saklamış ve saptırmışlardır. Matbaanın
bulunması değişilebilen veri hacim ve süratini muazzam arttırmış, buna süratle
uyum sağlayamayan toplumlar geri kalmıştır. Bugün de veri toplama, saklama, işleme ve değişim teknolojilerinde bir devrim yaşanmaktadır. Bu devrime
uyum sağlayamayan yine geri kalacak hatta beka sorunlarıyla boğuşacaktır.
Çünkü büyük veri ve bunun işlenmesini sağlayan yapay zekâ da artık petrol
gibi temel bir kaynak olarak ekonomik, siyasi ve askeri gücü, hatta güçler arası
dengeleri şekillendirmektedir. Şimdiden devletler 3 milyara yakın kişiyi birbirine bağlayan, 75 milyar makinayı da konuşturabilen dijital ağlar ortamında
mücadele etmektedirler.
Bu meyanda örneğin siber savaşlar ve casusluk operasyonları yaşanmaktadır.
28 ülkenin siber operasyonlara başvurduğu hesaplanmaktadır (CFR, 2020).
Siber yeteneklerle mücadele ABD’nin İran’ın nükleer programını sekteye uğratmak için 2010 yılında kullandığı Stuxnet virüsünden önce de tanıştığımız
bir alandır. Buna karşın, Rusya’nın 2016 ABD seçimlerine müdahale etmesi
iddiasıyla yepyeni bir boyut kazanmıştır. Siber çatışma alanının gerek nitelik
329
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
gerek nicelik ve etki bakımından gelişmeye devam edeceği muhakkaktır. Her
halükarda, savaş olgusu da büyük veri ve yapay zekâyla beslenen yetenekleri
gerektirmektedir. Kurgu bilim filmlerinde görülen robot orduların, yani otonom silah sistemlerinin, günümüzde artık adı konulacak kadar gerçek hale
geldikleri görülmektedir. Keza, Büyük Veri depolama merkezlerinin adı “bulut” olsa da yeryüzünde devasa, binlerce bilgisayarın birbirine bağlı olduğu
binalardır. E-postalarımızdan fotoğraflarımıza kadar her türlü kişisel verilerimizin saklandığı bu binaların yerleri dijital çağın en önemli konularından biri
haline gelmektedir. Hâlihazırda bu alanın devleri Amazon, Microsoft, Google,
Alibaba iken merkezler en fazla ABD ve Çin, bölge olarak da en fazla Asya Pasifik ve Amerika’dadır. Bu merkezlerin kuruluşunda büyük teknoloji firmaları
bakımından, istikrarlı siyasi koşullara ve güçlü insan haklarını koruma mevzuat ve kurumlarına sahip olan ülkelerin ideal ortam sundukları söylenmektedir
(Smith & Browne, 2019). ABD’de Edward Snowden’in 2013’teki ifşaatı internet kablolarının fiziksel güvenliğinin de veri güvenliği bakımından önemli
olduğunu ortaya koymuştur. Bunlar farklı terminoloji ve farklı bazı aktörleri
içerse de uluslararası işbirliği ve rekabet bağlamında tanıdık temalardır. Aynı
aşinalık doğrudan dış yatırımlar, dış ekonomik ilişkiler bakımından da not
edilmelidir. Yani iyi dış ekonomik yönetişimin koşulları, katma değeri yükseltecek yabancı doğrudan sermaye yatırımlarının çekilmesi ihtiyacı ve kuralları
esasen büyük ölçüde aynı kalmaktadır.
Küresel yönetişimin geleceği bakımından veri güvenliği konusunun önem taşıdığı görülmektedir. Verinin aktığı platformu oluşturan internetin tabi olacağı
düzenlemeler konusunda iki temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır. ABD öncülüğündeki grup, internetin özgür, açık, küresel olmasını savunmaktadır. Çin’in
modeli ise belirli verilerin akışının devletler tarafından sınırlandırılmasını
öngörmektedir. AB ise kendi içinde dijital tek pazarı oluştururken kendisini
ABD ve Çin’e karşı korumaya çalışmaktadır. AB, dev ABD internet firmalarını
bu çerçevede rekabet cezalarıyla dizginlemeye çalışırken, Çin firmalarını aynı
derecede tehdit addetmemektedir. Bununla birlikte Çin’in de ileri teknoloji geliştiren ve kullanan Avrupa firmalarını satın almasına engeller çıkarmak
istemektedir. Sözü edilen üç aktörün anlaşamaması küresel bir dijital piyasa
oluşmasına mani olmaktadır.
Teknoloji artık insanların izlenmesi ve edinilen verilerin irdelenmesi için insana ihtiyaç duymamaktadır. Herkesin her zaman izlenebilmesi için bir kaynak
kısıtlaması yoktur. Zaten kol saatlerimizden, sokaktaki kameralara kadar sadece nereye gittiğimizi, ne yaptığımızı ve ne konuştuğumuzu değil, nasıl hissettiğimizi, kalbimizin hangi ritimde attığını da gösteren kişisel verilerimizi sürekli
olarak gönüllü şekilde paylaşmakta ve bunun karşılığında belirli kolaylıklar
sağlamaktaydık. Salgın bu yöndeki teknolojileri yaygınlaştırmıştır. Kimlerle
temas edildiğini ortaya koyan filyasyon programları buna örnektir. Özel durumlarda alınan tedbirlerin acil durum geçtikten sonra da devam edebildiğine
dair uyarılarda bulunulmaktadır.
Pandemi sırasında uluslararası toplum veri paylaşımı konusunda hem olumlu
hem olumsuz örnekler sergilemiştir. Ancak bilinen bir husus büyük ölçekte
330
Burak Akçapar
toplanan, depolanan, işlenen, paylaşılan verilerin, buna dayalı ekonominin niş
bir alandan çıkıp her endüstriyi etkileyen temel bir kaynak olarak siyasi mücadelelerin odağında olacağıdır. Bu çağa uymamak bir devlet için intihardır.
Teknoloji firmaları da uluslararası politika ve uluslararası güvenlik konularında verinin öneminin farkına varmaktadırlar. İstihza etmek mazur görülürse,
Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in Şubat 2020’de Münih Güvenlik
Konferansı’na ceket kravat gelmesi boşuna olmasa gerektir. Artık veri ile politika ayrı düşünülemeyecektir.
Etkin Yönetişim Talebi Siyaseti Belirler Hale Gelmektedir
Dünya salgın ortamına liberal demokrasilerin 2008-9 finans krizi sonrasında
ağır bir itibar kaybına uğramakta oldukları bir ortamda girmiştir. Tarihçi Yuval Harari bunun salgın öncesinde güçlenen bir eğilim olduğunu, 21. yüzyılın
ikinci on yılına neoliberalizmin inanılırlığını sorgulayarak girildiğini, liberal
demokrasinin orta sınıfı kollamadığını, siyasetin daha kabileci hale geldiğini, teknolojinin demokrasileri güçlendirdiği anlayışının değişmekte olduğunu, yapay zekânın bu değişimi hızlandıracağını söylemekteydi (Harari, 2018).
Stiglitz, Rodrik gibi ekonomistler neoliberal politikalara güçlü eleştiriler yöneltiyordu. Bu eleştiri tabiatıyla öncelikle ekonomi temelindeydi ve eşitsizliğin
artmasından güç buluyordu. Nitekim Piketty, anaparadan elde edilen karın
ekonomik büyüme hızını aşması haline servetin belirli bir kesimin elinde giderek toplanacağını, vergi sistemiyle bu engellenmezse toplumda eşitsizliğin
büyüyeceğini savundu (Piketty, 2018). Siyasi ve ekonomik kurumları hesaba
katmadan eşitsizliğin formülünü ortaya koymak tartışmalı olsa da (Acemoğlu
& Robinson, 2019), eşitsizliğin büyüdüğü açıktı ve bunun fırsat eşitsizliğini de
getirmesi yaraya tuz basıyordu.
Yasama ve yönetişim performansları düşen liberal demokrasilerin, popülizme karşı da otoriter rejimler kadar savunmasız oldukları, siyasi merkezi koruyamadıklarına dair eleştiriler, Avrupa Birliği ülkelerinden ABD’ye kadar pek
çok örnekten beslenmekteydi. Bu ortamda liberal demokratik dünyanın ABD,
İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya gibi önde gelen ülkelerinin pandemi karşısındaki performansı da genelde sorunlu olmuştur. Buna karşın, ne liberal demokrasilerin tümü başarısız olmuştur, ne de otoriter rejimlerin tamamı başarılı olmuştur. Salgınla mücadelede farklı rejim tipleri değil devlet kapasitesinin
belirleyici olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlara rejimin halk indindeki meşruiyeti
ve önceki SARS salgınından çıkarılan dersler de eklenebilir (Kleinfeld, 2020).
Burada kaybeden popülizmdir, çünkü lafla yönetişim gemisi yürümemektedir.
Popülizm ile etkin yönetişim ebedi bir güreş halindedir. Bürokrasisi ve siyasi
kurumları yıpranmış olan, kendi düşünürleri tarafından uzunca bir süreden
beri kurumsal çürüme ile tenkit edilen ABD, bunun ağır sonuçlarını salgın
sırasında görmüştür. Bu salgınla bilimsellik temelindeki etkin yönetimin değerini toplumlar yeniden takdir etmiş olmalıdırlar. Uzman, bilgili, deneyimli
kadroların ne kadar değerli olduklarını ülkemiz de göstermiştir. Türkiye’deki
köklü tıp eğitimi modeli ve bu zenginlik ile iletişim içerisinde hareket eden siyasi irade salgın karşısındaki başarımızın kilidini oluşturmuştur. Ne dijital çağ,
ne salgın etkin yönetişimin değişmez formülünü değiştirmemiş aksine pekiş331
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
tirmiştir. Etkin devlet, iyi eğitim almış, özenle seçilerek intisap etmiş, on yıllar
boyunca deneyim kazanmış, uzman, sabit kadrolarla ve bu kadroları yönetebilen, yönlendiren ve denetleyen yine yetkin siyasi liderlikle mümkündür. Etkin
devlet olmadan etkin yönetişim olamaz.
Öte yandan, devletlerin aldıkları ve uyguladıkları karantina dâhil zorlayıcı tedbirler, yasaklar ve dijital teknolojilerin yardımıyla bireyleri izleyen, kaydeden
uygulamalar, pandeminin kontrol altına alınmasında en temel yöntemi oluşturmuştur. Devletin kısıtlayıcı tedbirlerine alışkın olan toplumlar gibi bunlara
normalde imkân vermeyen toplumların da bu salgın sırasında beklenen fayda
ve mücbir sebep temelinde ortak bir zeminde buluştukları görülmüştür. Aynı
zamanda, etkinlik adına alınan kısıtlayıcı, gözetleyici önlemlerin özgürlük-güvenlik dengesi bağlamında tartışmaya yol açmakta olduğu da görülmektedir.
Amerikalı yazar Robert Kaplan, yeni bir baskıcı devlet çağının açıldığını ileri
sürerken, Amnesty International Başkanı Kenneth Roth, kamuoyları teyakkuzda oldukları sürece devletin yetkilerinin kişisel özgürlük karşısında geri
dönülmez şekilde genişlemesinin kaçınılmaz olmadığını savunmuştur. James
Crabtree, baskın devlet döneminin geldiğini kabul etmekte ve bu modelin Batı’da değil Asya’dan örnekleneceği görüşünü ortaya koymaktadır (Crabtree,
vd., 2020).
Rejimlerin niteliği tartışmaları sadece iç politika değil uluslararası politikada
da etki doğuran ve kamplaşmalara da temel oluşturabilen bir özellik taşımaktadır. Örneğin, Batı kavramı kendisine ilişkin tanımlamasında liberal demokrasiyi ortak temellerden biri olarak kabul etmekte, kurallar temelli liberal uluslararası düzen söylemini benimsemekte, AB ve hatta NATO da demokratik
değerlerinin esas olduğuna dair vurgu yapmaya özen göstermektedir.
Çevremizdeki Kırılganlık Artmaktadır
Kırılganlık Türkiye’nin çevresindeki belki de bir numaralı sorundur. Kırılganlığın literatürde üzerinde uzlaşılmış tek bir tanımı bulunmamaktadır. Toplumsal, ekonomik, siyasi kırılganlık farklı göstergelerle ölçülebilmektedir. Bu
çerçevede, OECD’nin tanımına göre ulus devletlerin kırılganlığı; fakirliğin
azaltılması, kalkınma ve nüfusun güvenlik ve insan haklarının korunması için
siyasi irade ve/veya kapasitelerinin olmamasıdır. Bunu kırılgan veya değil gibi
iki seçenekli bir tartı yerine, farklı dereceleri olan bir kırılganlık yelpazesinde
düşünmek gerekmektedir. Yani başarısız devlet olmaya kadar giden geniş bir
yelpaze söz konusudur. Bu durum ülkemizi kuşatan farklı havzalarda bulunan
çok sayıda ülke için de özellikle geçerlidir.
Doğrusu şu ki, çevremizde çok fazla hidrokarbon mevcuttur ve bu kaynakların
çoğu kendisini iyi yönetemeyen devletlerin elindedir. Bölge ekonomileri ya
hidrokarbon zenginliğine dayanmakta veya gelişememektedir. Her halükarda, siyasi meşruiyet ve sosyal uyum gibi devletin temelini sağlamlaştıran unsurlar sorunludur. Bölge sadece kendisi için değil çevresi için de istikrarsızlık ve
şiddet üretmektedir. Terör örgütleri bunun göz önündeki açık göstergesidir.
Bölge dış müdahalelere yukarıdaki nedenlerden ötürü çok açık bir kapı bırak332
Burak Akçapar
maktadır. Mutsuz, huzursuz, yönsüz, ülküsüz, lidersiz birkaç bölgenin hemen
yanı başındayız. Başka bir vesileyle vurguladığımız gibi “Türkiye istikrarsız olduğu kadar stratejik de olan bir dizi havzanın kesiştiği bir coğrafyada yer almakta ve çoklu risklerin arasından yol almak zorunda kalmaktadır” (Akçapar,
2016). Bölgemizin önemli bir kısmı İslam İşbirliği Teşkilatı üyesidir. Çatışmaların ve kırılganlıkların hepsi İİT ülkelerinde değildir. Yine de dünyadaki çatışmaların yüzde 60’ı da İİT coğrafyasında cereyan etmektedir (SESRIC,
2019). İslam dünyası bir iç savaş yaşamaktadır. Kırılganlık Müslüman dünyayla
sınırlı değildir. Geniş bölgemizde Moldova, Ukrayna, Gürcistan, Irak, Suriye,
Filistin, Libya, Yemen ve Afganistan dahil fazla sayıda ülkenin kendi topraklarının tamamı üzerinde hâkimiyet sağlayamadıklarını görüyoruz.
Salgın sonrası döneme ilişkin olarak komşu olduğumuz havzalar dizisinde kırılganlıkların devam edeceğini tahmin etmek zor değildir. COVID-19 küresel
salgını da Libya, Suriye, Yemen, Gazze, Somali, Güney Sudan, Myanmar gibi
çok sayıda yerlerinden edilmiş insanın bulunduğu, sağlık altyapılarının, gıda
kaynaklarının yetersiz olduğu çatışma sahalarını daha da kırılgan hale getirmiştir. Körfez ülkelerindeki ekonomik daralma, bu ülkeleri vurmakla kalmamakta, buralarda çalışan milyonlarca göçmen işçinin dövizlerine muhtaç durumdaki alt-kıta ülkelerini ve Filipinler ile Endonezya’yı sarsmaktadır. Dünya
Bankasına göre, düşük ve orta gelir seviyesindeki ülkelere her yıl akan işçi
dövizlerinin 529 milyar ABD doları civarı olduğu düşünüldüğünde işin boyutu
ortaya çıkmaktadır. Salgınla birlikte Ürdün, Mısır, Tunus, Fas gibi Ortadoğu
ülkeleri de turizm başta olmak üzere hizmet sektörü gelirlerinden büyük ölçüde mahrum durumdadırlar. Çevremizdeki kırılganlık İran gibi köklü bir devlette olduğu gibi Yunanistan gibi bir AB üyesinde de farklı nitelik ve ölçülerde
mevcuttur. Irak yakın çevremizdeki en önemli ülkelerden ve Türkiye’nin de
zamanında en büyük ekonomik ortaklarından biridir. Türkiye’nin Hint Okyanusu’na çıkışı bakımından da her zaman bir potansiyel yoldur. Buna karşın,
mevcut durumu ürkütebilmektedir.
Çevremizdeki sokak hareketleri salgın öncesi Ortadoğu’dan Fransa’ya kadar
etki yaratmaktaydı. Ekonomilerin krize girmesi beklenen salgın sonrası ortamda bu istikrarsızlık ve hatta şiddet sarmallarının yakından takip edilmesi
gerekmektedir. Yani doğal ulaştırma hatlarımız ve pazarlarımız tehdit altındadır. Boru hatlarımız ise enerji güvenliği adına nispeten güven vermektedir.
Her halükarda ekonomik güvenlik milli güvenliktir. Ekonomik karşılığı olmayan bir jeopolitik tasavvurun sürdürülebilirliği yoktur. Marifet bu bağlantıları
strateji ve siyasa düzeylerinde birleştirebilmek, sevk ve idare edebilmektir.
Çevremizdeki kırılganlığın azalması ancak bölgede köklü bir düşünce ve hesap
değişikliği ile mümkün olacaktır. Bölgesel mücadelelerin hiçbir zaman bölgesel kalmadığı bilinmektedir. Türkiye merkezli bir bölgesel istikrar ve refah
rejimine herkesin ihtiyacı bulunmakta ancak bu olgu ne ülkemizde ne de bölgemizde tam anlamıyla incelenememektedir. Bu konuda yabancı kaynaklarla
yetinmeyen, özgün yerli bilimsel çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
333
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Güç Mücadeleleri Yoğunlaşmakta ve Karmaşıklaşmaktadır
Büyük, orta ve küçük güçler arasındaki güç mücadeleleri hem küresel hem
bölgesel zeminlerde, kimi vekâlet savaşlarını da içerecek şekilde devam etmektedir. Pandeminin bunları azaltacağına dair bir emare görülmediği gibi
özellikle ABD ile Çin arasındaki mücadelenin artacağına dair emareler salgın
vesilesiyle öne çıkmaktadır.
Bu yazıyı okuyan herkesin içerisine doğduğu bir küresel düzen içerisinde ilk
kez ABD’nin lider rolüne soyunmadığı bir buhran yaşanmaktadır. ABD, en son
2008-2009 finans krizinde gösterdiği liderliği bu sefer üstlenemedi. Hâlbuki
2009’da ABD yine ağır bir yük altındaydı. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük ekonomik buhran karşısında ABD öncülüğünde
uluslararası finans kuruluşları, merkez bankaları krizden çıkışta bir iş birliği
sergileyebilmişlerdi. Diğer bir ifadeyle, “sistem çalışmıştı” (Drezner, 2014).
Küresel yönetişimin önemli aktörlerinden olan G-20, ABD’nin girişimiyle
2008 finans krizinde Maliye Bakanları arasındaki bir iletişim ağından çıkartılıp, yeni küresel dengelerin ağırlık merkezini oluşturan bir yönetişim aracı haline dönüştürülmüştü. Ancak, ardından G20’nin aynı ölçüde etkin performans
gösteremediğini, Türkiye’nin dönem başkanlığı sırasında ortaya koyduğu dinamizmi diğer çoğu başkanlığın tekrarlayamadığını belirtmek gerekir. Herhâlükârda, artık güç dağılımını yansıtmayan bir BM Güvenlik Konseyi veya G7
dâhil diğer formatlara nazaran, G20’nin potansiyelinin daha fazla olduğunu
ve mevcut sistemin ölümünden sonra G20’ya benzer bir yapının bunların yerine sistemin ana unsurları arasında yer alacağını tahmin etmek mümkündür.
ABD’nin COVID-19 salgınıyla mücadelede dünyaya liderlik etmek bir yana
kendisi en fazla zarar görenlerden biri olması, Soğuk Savaş sonrasında yerleştirdiği “vazgeçilmez ulus” teorisine de darbe indirmiştir. 1998 yılında zamanın
ABD Dışişleri Bakanı Albright, anılan kavramı NBC televizyonunda şu şekilde
tanımlamıştı: “Güç kullanacaksak bunun nedeni bizim Amerika olmamızdır;
biz vazgeçilmez ulusuz. Dik dururuz ve diğer ülkelerden daha uzak geleceği
ve hepimiz için mevcut tehlikeyi görürüz.” Zamanın ABD Başkanı Obama ise
28 Mayıs 2014 tarihinde West Point Askeri Akademisi’nin mezuniyet töreni
konuşmasında bu yaklaşımı şu sözlerle teyit etmiştir: “Filipinleri kasırga vurduğunda veya Nijerya’da okullu kızlar kaçırıldığında veya Ukrayna’da bir binayı maskeli adamlar işgal ettiğinde dünya yardım için Amerika’ya döner. Bu
nedenle ABD vazgeçilmez ulustur ve öyle kalacaktır.” Bu şekilde yerleşen ABD
düşünce ve söylemi salgın sırasındaki ABD yaklaşımıyla taban tabana zıttır.
Mevcut uluslararası düzenin merkezi unsuru ABD, kendi kurduğu sistem hakkında tereddütler yaşamaktadır. ABD içindeki bu tartışma salgın sonrası uluslararası politikanın tonunu belirleyecek temel değişkenlerden ve dolayısıyla
belirsizlik unsurlarından birini oluşturmaktadır. ABD odaklı mevcut uluslararası sistem “kurallar temelli liberal düzen” adıyla anılmakta ve temelinde bir
dizi tamamlayıcı unsurdan oluşmaktadır. Merkezlerine ABD’nin ev sahipliği
yaptığı BM, Dünya Bankası, IMF gibi çok taraflı kuruluşlar ve ABD donanmasının denetlediği açık denizlerdeki seyrüsefer güvenliği ve yine ABD’nin
yerleştirdiği bir serbest ticaret rejimi ve büyük ölçüde ABD doları zemininde
oluşan finansal mimari, uluslararası sistemin özünü oluşturmaktadır. Bunlara
334
Burak Akçapar
yine ABD’nin her bölgeye müdahale etme kapasitesi sağlayan askeri yetenekleri, kurduğu ittifakları ve sağladığı güvenlik garantilerini de eklemek lazımdır. 70 civarında ülkede yaklaşık 800 üs ve tesise yılda 200 milyar dolayında
harcama yapıldığı yazılmaktadır (Vine, 2015). Bu konuşlanma görüleceği gibi
ABD’yi merkezi konuma oturtmakta ancak aynı zamanda da önemli bir mali
yük bindirmektedir. Bu yük ABD merkez bankasının dolar basması sayesinde
karşılanabilse de sonuçta 24 trilyon dolar civarında ağır bir kamu borcu ortaya
çıkmaktadır. 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrası dönemdeki “terörle savaş”
gündemi bu tartışmayı geciktirmiş ancak sorgulama devam etmiştir. Sonuçta
bu sistem, ABD’ye de Çin’e de yaramıştır. Fakat mevcut algıya göre Çin’e daha
fazla yaramış görünmektedir.
Esasen, dış politika konusunda deneyimli ve yakından ilgili son başkan Soğuk Savaş’ın bitimine nezaret eden ve 1990-91 Irak savaşıyla ABD’nin tek kutup olarak
kalmasını temin eden George Herbert Walker Bush’tur. Bush ikinci tur için aday
olduğunda ABD halkı ekonomik durgunluk döneminde dış politika uzmanı bir
başkan yerine ekonomiye ağırlık vereceğini söyleyen Bill Clinton’u seçmiştir.
Bununla birlikte Clinton, dış politikada cesur adımlar atmak zorunda kalmıştır.
Ardından seçilen George W. Bush da ABD’ye dış politikada yine daha geri bir
çizgiyi vadetmiş, lakin 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ertesinde tam aksi yöne
savrularak ABD’yi etkileri bugüne kadar sürecek olan bir hataya sokmuştur. Afganistan ve özellikle Irak’taki başarısızlık, ABD halkında artmakta olan dünyanın polisliği rolüne ilişkin tereddütleri arttırmış, Obama seçim kampanyasında
buralardaki savaşları bitirmeyi vadetmiş, ancak başaramamıştır. Trump kararlı
şekilde uluslararası kuruluşlar ve müttefik ülkeler ile ilişkilerin ABD lehine yeniden tanzimini sağlamak, Çin ve İran’ı ise doğrudan bir hasım olarak konumlandırmak stratejisini izlemeye başlamıştır. Trump’ın Ortadoğu’daki savaşlardan
çekilme hedefini de izlediği ancak bunda istediği hızda ilerleyemediği görülmektedir. ABD kendi içinde farklı stratejileri savunan kesimler arasında bir yol
bulmaya çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Başkan Trump’ın, salgın öncesinde ticaret savaşlarıyla başlayarak, salgın sırasında perçinlenen temel bir politika kulvarının doğumuna nezaret ettiğini söylemek mümkündür. Bu doğruysa
Trump dönemi, Başkan’ın kendisine özgü üslubu dışında, bir anomali değil bir
kırılma noktası olabilecektir. Buna göre ABD, Çin ile arasında yeni bir denge ve
ilişki düzeni geliştirmeye çalışacaktır. Bu süreç salgın sonrasının temel uluslararası dinamiklerinden biri olarak belirginleşmiştir.
Öte yandan, Morgan Stanley finans kuruluşunun önemli isimlerinden Ruchir Sharma aslen literatürde daha az rastlanan farklı bir perspektif sunmaktadır. Sharma, hesapların ABD’nin gerilemesi üzerine kurulduğunu, buna
karşın ABD’nin dönemsel olarak zemin kaybedip, sonra yeniden ve daha
da güçlü şekilde dönme döngüsünde olan bir devlet olduğunu kaydetmekte ve son on yılda ABD’nin nispeten genç nüfusu, göçmenlere açık kapısı,
Silikon Vadisi’ne akan yatırımlar sayesinde bir finans imparatorluğu olarak
konumunu pekiştirdiğine dikkat çekmektedir. Borç stoku gibi ciddi yapısal
sorunlar yaşayan sadece ABD değil aynı zamanda rakibi Çin ekonomisidir.
ABD bugüne kadar 12 durgunluk yönetmiş, buna kıyasla kırk yıldır büyüyen
335
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Çin bu dönemde herhangi bir durgunluk tecrübesi edinmemiştir. ABD’nin
mevcut büyüme hızını koruması ancak Çin’in sadece bir puan yavaşlaması
bile iki ekonominin nominal olarak eşitlenmesini yıllarca ileri atabilecektir.
Bu gibi veriler ABD’nin düşme çıkma döngüsü içerisinde mevcut konumunu
koruyacağını söylemektedir (Sharma, 2020). Sharma, ABD’nin 1950’lerin
sonunda ve 1970’lerde SSCB’ne, 1980’lerde ise Japonya’ya geçilme kaygısıyla
yoğrulduğunu, sonuçta göçle beslenen genç nüfus, yüksek verimlilik ikilisinin
bu öngörüleri haksız çıkardığını da hatırlatmaktadır. ABD’nin daha uzun süre
uluslararası politikaların göbeğinde, kendi tayin edeceği kapsam ve derinlikte
yer alacağına her halükarda şüphe yoktur.
Bu durum ABD’nin amaç ve yöntemlerine dair kafa karışıklığı ile birleştiğinde özellikle Türkiye’nin çevresinde soruna dönüşmektedir. Walt’a göre,
ABD dış politika çevreleri farklı perspektiflere kapalı ve savundukları politikaların doğurduğu sonuçlardan kendilerini korumuş bir elit konumundadır
(Walt, 2018). Bu grup ve aslında ABD kurumları bir fikir ve zamana uyum
krizi yaşamaktadırlar. Zaten Savunma Bakanlığı’nın etkisinin aşırı büyümesi
dış politikada dengesizliğe ve sorunlara yol açmaktadır (Brooks, 2016). Her
şeyin Trump Başkanlığı ile bozulduğu gibi bir algı şimdilik ciddi bir yüzleşmeyi engellemektedir. ABD içerisindeki tartışmaların 2020 seçim sonucunda
bağımsız olarak devam edeceği, yeni bir çerçeve strateji arayışının da buna
paralel süreceği, bunun pandemi öncesinde olduğu gibi salgın sonrasında da
uluslararası politikada her bölgede ve her küresel konuda temel bir belirsizlik
kaynağı oluşturacağı görülmektedir. ABD’nin ittifaklar sisteminin dayanıklılığı ve dönüşümü küresel politika ve Türkiye’nin seçenekleri üzerinde belirleyici etkiler yaratabilecektir (Buhari-Gülmez, 2020). Küresel salgın sonrasında
Türkiye dâhil diğer aktörlerin bu değişkenlik ve belirsizlik ortamında kendi
menfaatlerini korumak için dinamik bir analiz ve hareket alışkanlığı geliştirerek yol almaları gerekeceğini söylemek mümkündür.
ABD yanında üç büyük oyuncuya daha bakmakta yarar vardır. Bunlar AB,
Rusya ve tabiatıyla Çin’dir. Liste güncel gelişmeler ve gelecek projeksiyonları
çerçevesinde uzatılabilir. Örneğin Hindistan’ın bunların arasına girmesi doğal
olmakla birlikte güç ve enerjisini iç politikasında attığı adımlar ve dış politikada ise tek ülkeyle gereksiz husumete odaklanmasıyla henüz potansiyelinin
gerisinde seyretmektedir.
Salgın AB’yi kurulduğu tarihten bu yana en ciddi sınamalarla boğuştuğu bir
dönemde vurmuştur. ABD yakalayıp geçinceye kadar da en fazla ölümü İtalya,
İspanya ve Fransa gibi AB’nin ve esasen gelişmiş dünyanın en önlerindeki ülkeler yaşamıştır. Salgın baş gösterdiğinde Birleşik Krallık, AB’den çıkışta nihai
aşamaya ulaşmıştı. Birçok AB ülkesinde siyasi merkez zayıflamış ve göçmen,
yabancı karşıtı aşırı sağ partiler ivme yakalamıştı. AB ortak değerlerinin bazı
üye ülkelerde ciddi şekilde aşındığı, Avrupa demokrasisi sözünün bir marka
olmaktan çıkmakta olduğu söylenebiliyordu. Rusya olmasa da bu kez Çin, AB
ülkeleri içerisinde önemli bir ekonomik nüfuz imkânı elde etmekteydi. ABD ile
ittifak AB ülkelerini ticaret savaşlarında hedef haline gelmekten korumuyordu.
336
Burak Akçapar
Dış politikada AB diye bir güç odağı yoktu, yeni seçilen Komisyon, AB’nin güç
lisanını öğrenmesi gerektiğini savunuyor ancak bunu nasıl gerçekleştireceğini
bilemiyordu. Libya örneğinde olduğu gibi çevresindeki yangınlara bazı AB ülkeleri körükle giderek, birbirleriyle de mücadeleye tutuşuyor, Suriye’de PKK
terör örgütünün Suriye uzantısı PYD/YPG ile ABD’nin himayesinde ve yine
ABD gibi bölgede tutunma saikiyle ilişki kuruyor, ancak Türkiye-ABD-Rusya
üçgenindeki diplomaside masa dışında kalıyordu. AB ancak Türkiye söz konusu olduğunda ortak bir söylem geliştirebiliyorsa da bunlar Ankara nezdinde
etki yaratmıyordu. Başkan Trump’ın NATO’yu eleştiren söylemi bugüne kadar İngiltere ve Türkiye’nin de iki kanattan verdiği etkin destekle ABD koruması altında yeşeren AB refah alanının devamında mezkûr mutluluk formülünün aynen geçerli olmayacağını düşündürtmekteydi. Ortaya çıkan stratejik
otonomi söylemi ise bunun mali külfetinin kaldırılamayacağının aşikâr olduğu
bir ortamda arkası getirilemeyecek bir heves olarak duruyordu. Pandemi sırasındaki zafiyetler ve dayanışma eksikliği, ortak kurumların etkisizliği bu menfi
tabloyu pekiştirmiştir. Salgın sonrasında AB’yi zor bir gündemin beklediği ortadadır. İngiltere’nin ABD ile yakınlaşmasının parametrelerini lehine belirleyip belirleyemeyeceği, AB ve ABD ile nasıl bir ticaret anlaşması imzalanacağı
soruları henüz yanıtsız durumdadır. AB içindeki itici güç olan Fransa-Almanya
işbirliğinin yeniden tesisi konusunda çalışmalar olacaktır. Almanya’nın liderlik
değişimi dönemecinde ekonomisinin dönüşümü için zor kararlar alması gerekmektedir. Şimdiden Asya’dan yetişmiş işgücü avına çıkmış durumda olmasına karşın, sosyolojisinin bu demografik uyuma nasıl tepki vereceği belirsizdir. Fransa jeopolitik bir aktör olma rüyaları görmeye yeniden başlamış olup,
bunun AB içinde de sorun yaratması muhtemeldir. Ancak ABD gibi AB de
geçmişlerinde zorlukların tavında dövülerek direnç kazanmış bir topluluktur.
Avrupa Birleşik Devletlerini kurma hedefi öngörülebilir geleceğe kadar ertelenmiştir. Buna karşın AB, ABD ve Çin ile birlikte dünyanın üç ekonomik merkezinden biridir. Çin, Hindistan ve ASEAN bölgesi ile kıtasal bağlantı halinde
olması AB’nin dünyanın zirvesindeki güç odaklarından biri olarak kalmasını
mümkün kılmaktadır. Böyle bir potansiyel içerisinde olmak yerine ne kendi
başına bocalamak isteyecek ne de kendi başına bir kutup olabileceğini düşünecektir. Kaldı ki AB’nin dağılması ve hatta zayıflaması kan ve demirle yoğrulan,
ortaklıklarına değil ayrılıklarına vurgu yapma alışkanlığındaki birçok milletin sıkıştığı dar bir coğrafi alandaki mücadeleleri yeniden hortlatabilecektir.
Yani salgın sonrası dönemde AB, belirli dersler çıkarmış, belirli düzenlemeler
yapmış, sorunları devam eden ancak temel bir menfaat çatışması belirmediği
sürece üyelerinin yine birlikte kalmaya çalışacakları dev bir ekonomik-siyasi
alan olarak kalacaktır. Bu durumda Türkiye’nin pandemi sonrasında AB ile
başta ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmek yönünde bir jeostrateji izlemesi normal karşılanmalıdır. Zaten değer zincirlerindeki bölgeselleşme eğilimi,
AB’yi gerek fırsatlar gerekse risk ve rekabet noktalarında Türkiye bakımından
daha da önemli kılmaktadır. AB içerisinde yaşayan Türk nüfus her hâlükârda
yollarımızın kesişme noktalarında vazgeçilmez bir unsur olarak konumlanmıştır. AB’nin dışında olmamız ise en azından Yunanistan’ın iflah olmayan, başkalarının gücünü kullanarak siyaset yapma siyasi kültürünün ve diğer bazı güç
oyunlarının can sıkıcı etkisine maruz bırakmaktadır.
337
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Ekonomisini çeşitlendiremeyen, esas itibarıyla bir enerji devi olan Rusya,
her hâlükârda güçlü bir jeopolitik aktör olarak ciddiye alınmalıdır. Nükleer
silahları ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliği Rusya’ya küresel aktör olma
imkânı tanımakta ancak ekonomisi bu konuda sınırlayıcı olmaktadır. Rusya
günümüzün yüksek katma değerini doğuran örneğin siber teknolojilere sahip
bulunmakta ama bunlardan ticari kapasite üretecek ekonomik yapıya sahip
bulunmamaktadır. Bu manada Soğuk Savaş sırasında sahip olduğu zafiyetler
bu kez Rusya Federasyonu’nda devam etmektedir. ABD’de Rusya karşıtlığı on
yılların kalıntısı olarak derin ve güçlüdür. 2016 Başkanlık seçimlerinde Rusya’nın dijital imkânlarla seçime müdahil olduğu ve hatta sonucu etkilediği iddiaları, öncesinde Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’daki askeri müdahaleleri
de bu çerçevede Rusya kaynaklı tehdit algılamasını yeniden güçlendirmiştir.
Başta Baltık ülkeleri ve Polonya olmak üzere doğu Avrupa’nın NATO üyesi
ülkeleri de bu tehdit algılamasını canlı tutmaktadırlar. Rusya, Çin bakımından
kritik önemde bir ortaktır. Soğuk Savaş’ın sonucunu etkileyen manevralardan
birinin Nixon-Kissinger ikilisinin Çin’i SSCB’den ayırmak olduğu hatırlanmalıdır. Çin’in Kuşak ve Yol projesinin (KYP) kara yani “kuşak” kısmı, Rusya’nın
denetiminde olmasa dahi baskısı altındadır. Rusya’nın Çin ile adı konulmamış
ittifakını bozmanın ABD bakımından diplomatik bir hedef olacağını varsaymak lazımdır. Daha fazla ABD’nin daha az Rusya anlamına geldiği bir coğrafyada iki ülke arasındaki ilişkilerin seyri her aktör bakımından ilgi konusudur.
Son tahlilde NATO, Rusya’ya karşı iki kulvarlı bir strateji benimsemiş ve böylece farklı görüşleri bir potada birleştirebilmiştir. Bu stratejinin ve altındaki karşıtlık ve rekabetin uzun soluklu olduğunu, öte yandan ABD ve Rusya arasında
mücadele kadar potansiyel uzlaşı noktalarının da var olduğunu, her ikisinin
de Türkiye’nin yakın çevresinde önemli sonuçlar doğurabileceğini görmek gerekmektedir.
ABD’den başladığımız analizi, AB, Rusya ile devam ettirdikten sonra nihayet Çin’e özel vurgu yapmak gerekecektir. Çin nükleer, uzay ve siber alanda
güç sahibi bir devlet olup, ABD ile doğrudan bir savaş ihtimali öngörülebilir
gelecekte çok düşüktür. Buna karşın, uzun vadeli ve silah kullanımı dışında
hemen her enstrümanın kullanıldığı bir yıpratma mücadelesine girileceğinin
sinyalleri açıktır. 2014 yılında Başkan Xi Jinping tarafından açıklanan Kuşak
ve Yol Projesi 125 ülkeyi kapsayan, Çin’in 1 trilyon ABD doları yatırmayı vadettiği, toplamda tüm kaynaklardan 8 trilyon ABD doları kalkınma yatırımına sahne olması ümit edilen, önümüzdeki on yılların ekonomik büyümesinin
odağında yer alacağı öne sürülen, bir deniz ve karasal bağlantı ile limanlar
dâhil altyapılar ağı projesidir. 2017 yılında Çin Komunist Partisi’nin tüzüğüne
de dâhil edilmiş ve Çin’in dış politikasının kalıcı bir unsuru haline gelmiştir.
Çin’i kalkınma yörüngesine oturtan önceki başkan Deng Xiaoping tarafından
geliştirilen “gücünü gizle, zamanını kolla” stratejisi artık bitmiş, Çin jeopolitik
bir oyuncu olarak sahneye çıkmıştır. Karşı dinamikler de devrede olup, Çin’i
denizden çevreleyecek bir dost limanlar ağı ABD öncülüğünde belirmektedir.
Dünyanın ekonomisi, jeopolitik fay hattı gibi hızla Çin ve Doğu Asya’ya doğru
kaymaktadır. Buna karşın, dünyanın en büyük üç ekonomisinden ikisini birbirine bağlayan Türk dünyasının da bulunduğu ara bölgenin fay hattında ol338
Burak Akçapar
duğunu görmek gerekmektedir. Nitekim, Çin’in ihtiyaç duyduğu hidrokarbon
kaynakları da bu ara bölgededir.
KYP hakkında abartılı şekilde başarı ve başarısızlık senaryoları yazılmaktadır.
Ancak önemli olan husus, içinde bulunduğumuz dönemde bu azim düzeyinde
başka bir projenin mevcut olmamasıdır. ABD ve AB ile Japonya dâhil ortakları
çeşitli fikirlerle ortaya çıksalar da henüz aynı etkiyi yaratamamakta ve aralarında
bir ortaklık henüz kurulamamaktadır. Buna karşın, bölge ülkelerinin Çin
karşısında ağır şekilde borçlanarak egemenliklerini risk altına sokmaya karşı
bir çaba içerisinde oldukları, aynı zamanda Çin halkının da yurtdışı yatırımlara
büyük paralar harcanmasına karşı direnç geliştirebileceğine dikkat çeken yorumlar vardır (Gordon, Tong, & Anderson, 2020). Okyanuslara doğrudan
çıkışı olmayan Türkiye’nin kendi jeopolitiği bakımından KYP’nin sağlama
vaadinde bulunduğu karasal bağlantının değeri vardır.
ABD, Çin karşısında göreceli gerilemesini, Çin de ilerleyişine ABD’nin set
çekme çabasını artık bir tehdit olarak görmektedir. ABD öncelikle Çin’i Çin
yapan hususlara ilişkin tespiti neyse onu hedefleyecektir. Çin, ABD’nin üretim merkezi olarak büyümüş, ABD donanmasının uluslararası sulardaki tüm
ticareti güvenlik garantisi altına alması sayesinde serpilmiştir. ABD tasarımlı,
teknolojili, markalı ürünlerin ucuz Çin fabrikalarında üretilerek bu güvenli
ulaşım hatlarından dünya pazarlarına dağılması bu mucizenin temelindedir.
Buna karşın 5G, yapay zekâ noktalarında da görüldüğü gibi Çin artık kendi
teknolojisini üretir, ihracata bağımlılığı azalır hale gelmiştir. Küresel tedarik
zincirlerinin Çin odaklı olmaktan çıkması için çaba gösterileceğini görebiliyoruz. Öte yandan, 1,5 milyar insanı bir arada uyum halinde tutmak kolay
değildir. Stanford Üniversitesi profesörü Rowan 1996 yılındaki bir yazısında,
Çin’in 2015 yılında bir demokrasi olacağını savunuyordu. Çünkü teori gelişen
orta sınıfın özgürlükler isteyeceği ve Komünist Partisi ile yetinmeyeceğini söylüyordu. Bu teori şimdilik düşüncede kalmıştır.
Büyük güçler, rekabetlerinde yerel ortaklar kullanma eğilimindedir. Orta ve küçük güçler, hatta silahlı gruplar, teröristler, jeopolitik boşluklarda alan bulmakta
ve çoğunlukla büyük güçlerle kurdukları ittifaklardan destek alarak vekâlet savaş ve mücadelelerini yürütmektedirler. Bu husus yüzyıldır dengesini bulamamış olan Ortadoğu bölgesi ve Arap dünyasında da geçerlidir. Özellikle yönetim
elitleri ülkelerinin sorunlarını çözmeye çalışmak yerine kazanacakları hiçbir şey
olmamasına rağmen jeopolitik oyunlar oynamaya çalışmaktadırlar. Bu bahis de
konuyu dönüp dolaşıp yine çevremizdeki kırılganlıklara getirmektedir.
Her hâlükârda, ABD-AB-Rusya-Çin arasındaki mücadelelerin özellikle Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde Türkiye’ye ve Türk
dünyasına kaçınılmaz yansımaları olacaktır. Küresel yönetişimin geleceği de
bu mücadelelerin sonucunda belirlenecektir. Örneğin, nükleer silahsızlanma
anlaşmalarının ABD ile Rusya arasında yapılmasının yetmeyeceği ve bir şekilde Çin ve diğer nükleer silah sahibi ülkeleri içermesi konusunun, Avrupa güvenlik sisteminin yeniden tesis edilmesinin bu mücadelelerden etkilenmemesi
mümkün değildir.
339
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Sonuç
Bu makalenin amacı küresel salgın sonrasında hangi dinamiklerin hız kazanmış olabileceğine dair özet bir tahlil sunmaktır. Bu çerçevede, küreselleşme
olgusunun devam etmekle birlikte tedarik zincirlerinin bölgesel ve yerelleştirilmesi için çabaların devam edeceği; iletişimden çalışma düzenine, askeri
yeteneklerden ekonomik artı değere kadar yaşamın her alanında dijital dönüşüme, büyük veri ve yapay zeka kullanımına dönüşümün hız kazanacağı,
buna uyamayanların zafiyete düşecekleri; siyasette popülizme karşı tepkinin
büyümekte olduğu ve deneyimli uzman bürokrasi, etkin yönetim sergileyen
siyasi kadrolara dünyada teveccühün artabileceği; çevremizde kendisini etkin
şekilde yönetemeyen ülkelerin ekonomiden güvenliğe kadar geniş bir yelpazede göç yükü dahil sorunlar çıkarmaya artarak devam edeceği; başta ABD-ÇinRusya olmak üzere büyük güç mücadelelerinin kırılgan olan çevremiz dahil
dünya sathında artacağı, bölgemizde de bu mücadelelerin doğrudan etkisinin
hissedileceği temel eğilimler olarak teşhis edilmiştir. ABD çerçeve stratejisinin
ne yöne evirileceği sorusunun ise kısa zamanda netleşmeyeceği ancak kararlı
davrandığı durumlarda dengeleri kendi lehine çevirme kapasitesi olan aktör
konumunu uzun süre koruyacağı varsayımı öne sürülmüştür. Terör örgütlerinin bu tablodan nasıl etkileneceği, kurumların ne yöne evirileceği gibi önemli
mülahazalar ise kapsam dışında kalmıştır.
Her durum muhakemesinin tabiatıyla siyasa üzerinde etkisi olacaktır. Ülkemizin yukarıdaki tablo karşısında hangi siyasaları izlemesinin doğru olacağına
dair telkinde bulunmak bu makalenin maksadını aşacaktır. Şu gerçektir ki 9
Ocak 2017’da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından açıklanan Girişimci ve
İnsani dış politika konsepti, yukarıda özetlenen akışkan tabloda Türkiye’ye,
Yurtta Barış, Dünyada Barış ilkesiyle bölgesindeki tehditleri farklı güç unsurlarıyla bertaraf etmek ve kırılganlık koşullarını da sahada ve masada adımlarla
onarmak amacıyla gerekli manevra kabiliyetini ve ileri konumlanma anlayışını
kazandırmıştır. Aynı yıl Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kürsüsünde sözkonusu konsepte şu sözlerle şekil
vermiştir: “Dünya barışı için yeni bir bakış açısının geliştirilmesine ihtiyaç var.
Hiçbir kriz ve tehdit kendi haline bırakılarak çözülemez. Daha güvenli ve müreffeh bir dünya için hepimizin elini taşın altına koyması gerekiyor. Türkiye,
işte bu anlayışla, girişimci ve insani bir dış politika yürütüyor.”
Yukarıdaki tablonun sınamalarla birlikte, ülkemiz vasıflarındaki bir devlet bakımından fırsatları da içerdiği, köklü bir demokrasi olarak değerler sistemi
belli olan Türkiye’nin seçeneklerinin “menfaat” ve “sürdürülebilirlik” ölçütünden ince tartılması gerekeceği, herhalükarda durağan değil girişimci bir anlayışla dış politikaların tanımlanması ve yürütülmesine ihtiyaç duyulacağı söylenebilecektir. Bu açıdan bakıldığında bu makalede kesin kanaatler, tahmin
ve öngörüler değil bir araştırma gündemi sunulmuş olduğu düşünülmektedir.
Kaynakça
340
Burak Akçapar
Acemoğlu, D., & Robinson, J. A. (2019). The Narrow Corridor: States, Societies and the Fate of Liberty.
New York: Penguin.
Akçapar, B. (2019). An Enterprising and Humanitarian Foreign Policy. B. B. ed. içinde, The Road
Ahead: The 21st Century World Order in the Eyes of Policy Planners (s. 19-52). Brasilia: FUNAG.
Akçapar, B. (2016). Geopolitical challenges in the Middle East and Eurasia: Turkey’s Role. Speech
at Indian National Defence College: Erişim: http://yenidelhi.be.mfa.gov.tr/Mission/ShowSpeech/8972 (ET: 20.05.2020)
Akçapar, B. (2009). The Mutual Existence of Nascent and Senescent World Orders. Portland: Portland
State University.
Allison, G. (2020). The New Spheres of Influence: Sharing the Globe with Other Great Powers.
Foreign Affairs. Erişim: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-02-10/
new-spheres-influence (ET: 01.06.2020)
Baylis, J., Smith, S., & Owens, P. (2011). The Globalization of World Politics: An Introduction to Inernational Relations. New York: Oxford University Press.
Beckley, M. (2018). The Power of Nations: Measuring What Matters. International Security, 43(2),
7-44. DOI: 10.1162/isec_a_00328
Brooks, R. (2016). How Everything Became War and the Military Became Everything: Tales from the
Pentagon. New York: Simon & Schuster.
Buhari-Gülmez, D. (2020). The resilience of the US–Turkey alliance: divergent threat perceptions
and worldviews. Contemporary Politics. DOI:10.1080/13569775.2020.1777038
CFR. (2020). Cyber Operations Tracker. Erişim: https://www.cfr.org/interactive/cyber-operations
(ET: 20.05.2020)
Crabtree, J., Kaplan, R., & vd. (2020). How the Coronavirus Pandemic Wlll Permanently Expand
Government Powers. Foreign Policy. Erişim: https://foreignpolicy.com/2020/05/16/future-government-powers-coronavirus-pandemic/ (ET: 01.06.2020)
Drezner, D. W. (2014). The System Worked: How the World Stopped Another Great Depression. New
York, NY: Oxford University Press.
Ediger, V. Ş., Devlen, B., & McDonald, D. B. (2012). Levant’ta Büyük Oyun: Doğu Akdeniz’in
Enerji Jeopolitiği. Uluslararası İlişkiler, 73-92.
Elmi, A. A., & Hersi, A. M. (2020). Post Covid-10 Africa Outlook. Future of the Global System in the
Post-Covid-19 Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Gilpin, R. (1981). War and Change in World Politics. Cambridge: Cambridge University Politics.
Gordon, D. F., Tong, H., & Anderson, T. (2020). Beyond the Myths: Towards a Realistic Assessment of
China’s Belt and Road Initiative. IISS.
Guterres, A. (2020). A Time to Save the Sick and Rescue the Planet. New York Times. Erişim: https://www.nytimes.com/2020/04/28/opinion/coronavirus-climate-antonio-guterres.html (ET:
20.05.2020)
Haass, R. (2020). The Pandemic Will Accelerate History Rather Than Reshape It. Foreign Affairs.
Erişim: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-04-07/pandemic-will-accelerate-history-rather-reshape-it (ET: 20.05.2020
Harari, Y. N. (2018). Why Technology Favors Tyranny. The Atlantic. Erişim: https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2018/10/yuval-noah-harari-technology-tyranny/568330/ (ET:
20.05.2020)
Holsti, K. J. (1998). The Problem of Change in International Relations Theory. Institute of International
Relations, The University of British Columbia Working Paper, No.26.
Hosoya, Y. (2020). The Post-Covid-19 World Order and Japan’s Foreign Policy: The Emerging
“Three Worlds”. Future of the Global System in the Post-Covid-19 Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Ikenberry, J. G. (2001). After Victory: Institutions, Strategic Restraint, and the Rebuilding of Order After.
New Jersey: Princeton University Press.
341
Küresel Salgının Anatomisi: İnsan ve Toplumun Geleceği
Kissinger, H. A. (2016). Dünya Düzeni. İstanbul: Boyner Yayınları.
Kissinger, H. A. (2020). The Coronavirus Pandemic Will Forever Alter the World Order. Wall Street Journal. Erişim: https://www.wsj.com/articles/the-coronavirus-pandemic-will-forever-alter-the-world-order-11585953005 (ET: 20.05.2020)
Kleinfeld, R. (2020). Do Authoritarian or Democratic Countries Handle Pandemics Better? Carnegie Endowment for International Peace. Erişim: https://carnegieendowment.org/2020/03/31/
do-authoritarian-or-democratic-countries-handle-pandemics-better-pub-81404
(ET:
20.05.2020)
Kortunov, A. (2020). Covid-19 and the Russian Foreign Policy. Future of the Global System in the
Post-Covid-19 Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Lemke, D. (2002). Regions of War and Peace. Cambridge: Cambridge University Press.
Mohan, C. R. (2020). Towards Competitive Multilateralism. Future of the Global System in the Post-Covid-19 Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Nye, J. S. (2020). No, the Coronavirus Will Not Change the Global Order. Foreign Policy. Erişim: https://foreignpolicy.com/2020/04/16/coronavirus-pandemic-china-united-states-power-competition/ (ET: 20.05.2020)
Organski, A. F. (1968). World Politics. New York: Alfred Knopf.
Piketty, T. (2018). Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital. İstanbul: İş Bankası.
Rodrik, D. (2020). Will COVID-19 Remake the World? Project Syndicate: Erişim: https://www.project-syndicate.org/commentary/will-covid19-remake-the-world-by-dani-rodrik-2020-04 (ET:
20.05.2020)
SESRIC. (2019). Achieving Peace and Security in a World of Turmoil: An Arduous Challenge for the OIC.
OIC SESRIC.
Sharma, R. (2020). The Comeback Nation. Foreign Affairs, 70-81. Erişim: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-03-31/comeback-nation (ET: 25.05.2020)
Smith, B., & Browne, C. A. (2019). Tools and Weapons: The Promise and The Peril of the Digital Age.
London: Hodder & Stoughton.
Tocci, N. (2020). Europe’s Global Role Post Covid-19. Future of the Global System in the Post-Covid-19
Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi, TC Dışişleri Bakanlığı.
Vine, D. (2015). Base Nation: How U.S. Military Bases Abroad Harm America and the World. New York:
Metropolitan.
Walt, S. (2018). The Hell of Good Intentions: American Foreign Policy Elite and the Decline of U.S. Primacy. New York: Farrar, Straus and Giroux.
Wang, Y. (2020). Future of the Global System in the Post-Covid-19 Era. Future of the Global System
in the Post-Covid-19 Era. Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Yeşilada, B. A., & Tanrıkulu, O. G. (2016). Regional Power Transition and the Future of Turkey.
Uluslararası İlişkiler, 13(52), 23-46.
342