HECE
ORHAN OKAY’LA TANPINAR ÜZERİNE
Söyleşi: Elif Türkislamoğlu
— Siz hem öğrencisi hem de ona ilişkin çalışmalar ortaya koyan bir akademisyen ve edebiyat adamı olarak Tanpınar’ı düşünce dünyanızda nasıl konumlandırıyorsunuz? Konumlandırdığınız nokta zaman içinde değişiklik arz etti mi?
— Zaman zaman Tanpınar hakkında az çok değişen kanaatlerim olduysa da hiçbir vakit onu tek bir düşüncenin, bir düşünce sisteminin, bir ideolojinin insanı olarak kabul etmedim. Tabii şahsi hayatı ve davranışları ile
bana çok aykırı gelen bazı yazılarındaki değer yargıları dışında fikirlerini,
milletimiz hakkındaki değerlendirmelerini, güzel sanatlar ve edebiyat karşısındaki tutumunu kendi dünya görüşüme, zevklerime uzak bulmadım ve
çok defa benimsedim. Hakkında yazdığım kitap ve makalelerimde de onun
müktesebatının, kültür birikiminin zenginliği ve çok defa isabetli yorumları
karşısında şüphesiz duygularımın da karışmış olabileceği takdirlerimi hep
belirttim. Öğrencilik yıllarımdan başlayarak kendisiyle ve eserleriyle ilgili
intibalarım farklı kademelerden geçti. Fakültede Tanpınar’ı kürsüde ilk gördüğüm sırada şair olarak zihnimde lise yıllarımdan bildiğim ve sevdiğim
sadece “Bursa’da Zaman” vardı. Yine o yıllardan Yapı Kredi Bankası’nın
çıkardığı çok güzel bir Bursa kitabında bu şiirle beraber “Bursa’nın Daveti”
yazısını da severek okumuştum. O sırada takip ettiğim Aile mecmuasındaki
“Acıbadem’deki Köşk” hikâyesi de çok hoşuma gitmişti. Hâlâ da en sevdiğim hikâyelerindendir. Huzur’un tefrika edilmiş ve kitap olarak da çıkmış
olduğunu biliyordum ama pek ilgimi çekmemişti. Fakülteye Tanpınar
hakkında bu birikimle gelmiştim. Dersleri belli bir programa bağlı kalmasa
da geniş kültürü ve çekici üslubuyla zevkle dinlediğim bir hocaydı. Ama
“Bursa’da Zaman” dışındaki şiirleri pek zevkimi okşamıyordu. Yahya
Kemal’in ve Necip Fazıl’ın karizmasının üzerimizde saltanatını sürdürdüğü
yıllardı. Huzur’u ilk defa o zaman okudum ve beğendim. Abdullah Efendi’nin
Rüyaları’ndan ise bir şey anlamadığımı ve hoşuma da gitmediğini itiraf
edeyim. Beş Şehir ise harikulâdeydi. Ders kitabı olarak elimizden düşmeyen
Edebiyat Tarihi’nin benzerlerinden ayrı olduğunu fark ettimse de Köprülü ve
onu takip eden edebiyat tarihlerine alışkanlığım dolayısıyla üslûbunu pek
de ciddi bulmadığımı hatırlıyorum. Bir edebiyat tarihi, Beş Şehir üslûbuyla
mı yazılmalı diye düşünmüş olmalıyım. Başka makalelerini de, şiirlerini
de okumadım herhalde. Veya okudumsa da şu anda zihnimde böyle bir
hatıram yok. Mezuniyetimden sonra Cumhuriyet gazetesinde çıkan bazı
200
HECE
yazılarını okuyordum. Ama 27 Mayıs üzerine yazdığı iki makaleye çok canımın sıkıldığını iyi biliyorum. Şunu da itiraf edeyim ki öğrencilik yıllarımdan
sonra Tanpınar benim dünyamda bu kadarıyla herhangi bir edebiyatçı ve
hocalarımdan biri olarak kalabilirdi. Böylece ona olan ilgimin birçoklarında
olduğu gibi ölümünden sonra makalelerinin, denemelerinin, romanlarının,
mektuplarının yayımlanmasını takip ederek başladığını söylemek istiyorum.
Bu konuda iki yazının ufkumu açtığını söyleyebilirim. Biri ilk defa Mehmet
Kaplan’ın ortaya çıkarıp “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adıyla yayımladığı
ünlü yazısı, diğeri de yine Kaplan’ın “Bir Şairin Romanı: Huzur” adlı uzun
makalesi. İlki beni sanki tam tanıyamamış olduğum bir Tanpınar’la karşılaştırdı. Benim için Tanpınar’ın dünyasını açan adeta bir anahtar oldu ve
pek çok yazımın da, hakkında yazdığım son monografinin de önemli bir
kaynağını oluşturdu. Ondan sonra Tanpınar’dan okuduklarımı hep Antalya
Mektubu’nun ışığında değerlendirdim desem yanlış olmaz. İkinci yazı,
Huzur’a yeniden dönüşümü, tekrar tekrar okuyuşumu ve Kaplan’ın işaret
ettikleriyle beraber daha önce dikkatimi çekmemiş birçok önemli noktaya
eğilmemi gerektirdi. Bugün Tanpınar benim için edebiyatımızda da, fikir
hayatımızda da ihmal edilmemesi gereken önemli bir şahsiyettir.
— Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yapılan çalışmalarda, onun düşünce hayatımızın ve edebiyatımızın “araf”taki isimlerinden biri olduğu kaydedilir. Siz katılır
mısınız bu tespite? Eğer öyle ise bu durum sadece bir “arada kalma” hâli midir?
Onun düşünce dünyasında ve eserlerinde bir terkip bulma imkânına sahip miyiz?
— Bazı kavramlar bana kaypak görünüyor. Aralarında az veya çok nüans
olan kelimeler arasındaki mana farkları hemen birinden ötekine kayacak gibi.
Asıl manası dışında günlük hayatta kullandığımız manasıyla arafta olmak veya
terkip yahut armoni hatta eklektizm de birbirine yakın kavramlar. Bunlardan
bazısı olumsuz manada, bazısı olumlu bir değer olarak düşünülse de neticede
aynı kapıya çıkıyor. Tanpınar hakkında buna benzer, şimdi düşündüğüm
zaman epey riskli bulduğum bir kanaatimi bir yazımda ifade etmiştim. “Yaz
Yağmuru” hikâyesinden hareket ederek. Orada Sabri, ailesine ihanetinin vicdan azabı içinde iradesinin ve zaafının muhasebesini yaparken şunları söyler:
“Bu mübarek 1944 yazında tam kendi seviyesinde bir insanın yaşaması lazım
geldiği gibi yaşıyor, düşünmesi lazım geldiği şeyleri düşünüyordu: ‘Bu muydu
benim meselem?’ Fakat kendisi istememişti ki, her şey kendiliğinden olmuştu.
Dünya kan içinde yahu! diye kendi içinden devam etti. Fakat hayır, bunu düşünemezdi. O, hayatında kurulan acayip tahterevallide, kâh bir taraf kâh öbür taraf ağır
basarak yaşayacaktı”.
Ben o zaman Tanpınar’ın Sabri hakkında düşündüğü bu tahterevalli benzetmesini kendisi için yorumlamış, kendi ifadelerinden hareket ederek bunu,
201
HECE
içinde gizli bir yerde duran talihinin
ona hazırladığı, zamanın ne içinde
ne dışında, ne Şark’ta ne Garp’ta,
ne tam manasıyla Osmanlı’da ne
Cumhuriyet’te, ne siyahta ne beyazda,
hasılı “olup olmamanın eşiklerinde”
bir tahterevalli diye tefsir etmiştim.
Bunu sadece sağlığında yayımladığı
yazılarından değil, biraz da mektuplarından, günlüklerinden çıkararak
söyledim. Yani özel hayatından. Bu
özel yazılarında tarihî olaylar, bizzat
yaşadığı günlük olaylar ve insanlar
üzerine çelişkileri olduğu muhakkak.
Bugün o hükmümde biraz da haksızlık ettiğimi anlıyorum. Aslında bütün
bu ikilemlerin özeti, kaynağı, bizim Doğulu olarak Batı’ya yönelişimizdir.
Tanzimat’tan, belki daha öncesinden beri hepimiz, istisnasız hepimiz bu terkibin peşindeyiz. Birbirimizden farkımız bu terkibin elemanları ve dozu. Yani
sizin sorunuzdan hareket edersek hepimiz “araf”tayız diyeceğim. Bana şimdi
Tanpınar’ınki fazla sağlıksız gibi gelmiyor. Burada birtakım çelişkileri olabilir,
fakat netice itibarıyla benimsenebilecek bir terkiptir.
— 1932’de divan edebiyatının liselerin müfredatından çıkarılmasını isteyecek
kadar “cezri bir Garpçı” Ahmet Hamdi var. 1940’larda ise Beş Şehir, Huzur gibi
bu toprakların, Doğu’nun kültürüyle hemhâl, onu anlatma derdinde bir Tanpınar
görüyoruz. 1950’lerde yazdığı günlük metinlerinde ise “Birkaç musiki eserimiz ve
Süleymaniye dışında Batı medeniyeti karşısında gösterilecek neyimiz var ki?” diye
not düşen biri çıkıyor karşımıza. Düşünce dünyasındaki bu dönüşümler, kırılmalar
“araf”taki ruh hâlinin ürünü müdür? Bu kırılmalarda söz konusu dönemlerdeki
Türkiye’nin siyasi ve sosyal iklimindeki geçişlerin etkisi var mıdır?
— Tanpınar hayatı boyunca aynı adam değil. Bu konuda bana Yahya
Kemal’in onun üzerinde önemli tesiri var gibi geliyor. Kendisi de bunu çok
defa itiraf eder, reddettiği de olur. Bir defa fakülte öğrenciliğinde Yahya
Kemal etrafında Doğu ve Batı arasında daha dengeli bir tutumu olduğu,
memleket değerlerine daha bağlı olduğu anlaşılıyor. Mezuniyetinden sonra
bu ilişki kopuyor. Aşağı yukarı on yıl onun hayatında Yahya Kemal yok
gibi. Bu yoklukla beraber Erzurum’da ve Konya’da bu tesir nisbî bir şekilde
devam ediyor. Yine de Batı ile ilişkisi hiçbir zaman eksilmiyor. Bu on yıllık
dönemin 1927-1932 arasındaki beş yılında Ankara’dadır. Şehirleşme yolundaki bu Orta Anadolu kasabasının yeni hükümete başkent olması, bunun
202
HECE
gerektirdiği kuruluşlar, mimarî yapılaşmalar ve her türlü yenilikler arasında
Tanpınar’ın çevresi de şehirde yeni teşekkül etmeye başlayan küçük burjuva ve çoğu şehirli, İstanbullu, bazıları Avrupa görmüş entelektüellerden
ibaret. Yahya Kemal gibi onu Doğu değerlerine de yaklaştıracak tek isim
yok. Üstelik bir süre sonra ders verdiği Gazi Terbiye Enstitüsü binasındaki
Musiki Muallim Mektebi’nde müzik olarak sadece Batı müziği vardır. Onu
cezrî bir Garpçı yapan işte bu çevre olur. Divan edebiyatına karşı menfi tutumu da aynı çevrenin eseridir. 1932’de İstanbul’a gelir, bu defa da yine sadece Batı plastik sanatlarının eğitim merkezi olan Güzel Sanatlar Akademisi
çevresindedir. Ertesi yıl Yahya Kemal’in Avrupa’dan dönüşüyle beraber
kendisini onun dizi dibinde bulur. Türk musikisiyle ilk gerçek karşılaşması
da onun sayesinde olur. Böylece bundan sonraki dünya görüşü Doğu ile
Batı arasında, hem Doğu’nun hem Batı’nın kültür değerlerine inanmış, az
çok istikrarlı ve dengeli bir yön bulmuştur. Gelelim günlüğünden alıntı yaptığınız cümleye… Bu 1950’lerde değil, 1962’de ve ölümünden 13 gün önce
yazdığı son günlüğüdür. Adeta bir hayat muhasebesi yaptığı ve Günlükler’in
bütün olarak yayımlanmasından çok önce Mehmet Kaplan’ın yayımladığı
önemli bir metin. Bence “Antalya Mektubu” kadar önemli. Orada kendisini
belki hayat boyunca huzursuz kılan âmilleri hesaba çekiyor. Ama sadece bu
cümleyi almak bizi yanıltır. Şüphesiz bu metinde, kendi kendisiyle olduğu
kadar önceki yazılarıyla da çelişkili duyguları var. Naklettiğiniz değer yargısını da bir fikir bocalamasının arkasından söylüyor. Politika da bu bocalamaların arasında, belki başında. Politika insanı sersem ediyor, diyor, bazılarını
belli fikirlerin adamı yaparmış, bazılarına ihtiras aşılar, bazılarını da dağıtıp
avare kılarmış. Aslında bu anlattıklarının üçü de çeşitli dönemlerinde kendisi. Tanpınar’ı bir başka açıdan anlamak için o metnin de bütünü üzerinde
dikkatle durmalı. Kendisi üzerinde sadece Yahya Kemal’in tesiri olduğunu
da orada söyler ve yine kendisi hakkında da çok önemli sıfatlar kullanır:
Ortadadır, tezattadır, maruz müşahittir (pasif gözlemci), onda asıl olan hissî
hayattır gibi. Özellikle bu sonuncusunu dikkate alarak onun sadece bir fikir
adamı değil, hatta daha çok his adamı, şair ve sanatkâr olduğunu hatırlamak
gerekir. “Bir iki musiki eserimiz” diye başlayan cümlesinin hemen öncesinde
görmezlikten gelemeyeceğimiz “kendi kendimle aşikâr tezattayım” itirafını da
unutmayalım. Bakın, bunun adeta simetrisi olan başka bir cümlesine bakalım: Yine günlüklerinin başka bir yerinde “Hakikat şu ki Beethoven’den başka
sevdiğim musikişinas yok”. Şimdi bu hüküm Tanpınar için doğru mudur?
Bence onu asıl değerlendireceğimiz malzeme kitaplarında ve yazılarındadır.
Günlükler, mektuplar vs hayatını ve çelişkilerini görmek için gerekmiştir.
Tabii bütün bu bocalamalarda dediğiniz gibi memleketimizdeki siyasi geçişlerin de karmaşık rolü vardır.
203
HECE
— Bir Hülya Adamının Romanı çalışmanızda 27 Mayıs Darbesi’ne sevinen,
Meclise girmeye çalışan Tanpınar’ın eski hâliyle ve eserleriyle tahayyülümüzde kalmasını diliyorsunuz. Bütün o eserleri - Huzur, Beş Şehir, On Dokuzuncu Asır Türk
Edebiyatı Tarihi ve “yakut damlası” otuz yedi şiiri- çıkaran bu karmaşık, gel-gitler
yaşayan, zaaflar içindeki ruh hâlinin ürünü olarak göremez miyiz?
— O zaman Tanpınar’ı çok hafife indirgemiş oluruz. Onu olduğundan
farklı gösteren ve eserinin belki binde birini bile oluşturmayan bu birkaç yazıyı ben istisna kabul ediyorum ve ağırlıkla bunların dışında kalan büyük fikir
ve sanat birikimine bakıyorum. Orada Doğu ile Batı’nın terkibi, armonisi var,
tereddüdü değil. Araf’tan bahsediyoruz ya? Bu benzetmeyi olumsuz manada
kullanmak istemediğimi belirtmiştim. Hayat ve günlükler, hatta mektupların
çoğu ise bir sanatkârın eseri değil, sadece biyografisi için malzemedir.
— Tanpınar, günlüklerinde sükûtun suikastına uğramaktan yakınır. Son yıllarda ise ona karşı yoğun bir ilgi olduğunu, Tanpınar üzerine çok sayıda çalışma
yapıldığını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Tanpınar’a duyulan ilginin Türkiye’nin siyasi ve toplumsal ortamında muhafazakârlık tartışmalarının artmasıyla bir ilgisi var mıdır?
— Şüphesiz öyledir. Ben de kendimi o akıntı içinde bulduğumu söylemiştim. Sağlığındaki sükût suikastı ölümünden sonra da bir süre devam
etmiştir. Eğer aile yakınlarına kalsaydı belki ilgi görmesi daha da uzun bir
zaman alabilirdi. Bence Yahya Kemal için Nihat Sami Banarlı ne ise, Tanpınar
için de Mehmet Kaplan bu açıdan vefalı, ileri görüşlü bir dost olmuştur.
Ölümünden hemen sonra, onun eserlerini yayımlamak işini üzerine almak
için ailesini zorlamış sonra da asistanlarına onun makalelerini, mektuplarını
toplatıp yayımlatmıştır. Memleketimizin en önemli yazarlarından biri olduğu halde ihmal edildiğini, gelecek yıllarda değerinin anlaşılacağını belirtmiş,
daha sonra da onun pek çok eseri hakkında en çok yazıyı da o yazmıştır.
Abdullah Uçman ve Handan İnci’nin bibliyografik derlemesinden hareket
ederek bir tespitim var. Vefatı yılında Tanpınar hakkında yazılanlar elli
kadarken giderek bu sayı düşüyor ve 1970 ve 1971 yıllarında birer yazıdan
ibaret kalıyor. 1972’den itibaren ise bu grafik yükselerek o yıl 8’e, takip eden
yılların her birinde ortalama 20-30’a, bazı yıllar 40’a, 60’a kadar çıkıyor. 1970
sonrası Türkiye büyük siyasi ve sosyal çalkantılara sahne olmuştur. O yıllara
kadar Cumhuriyet’in değişmez temel ilkeleri olarak bilinen değerler üzerinde
çeşitli açılardan tenkitler ve münakaşalar cereyan ediyor. Bu münakaşaların
bir kısmı da Tanpınar üzerinden oluyor. Özellikle Selahattin Hilav ve Hilmi
Yavuz arasında. Bunları sadece muhafazakârlık tartışması olarak açıklamak
yeterli değil. Tanpınar da kendisinin muhafazakâr olarak değerlendirilmesini
istemiyor. Bir mülâkatında “Bu toprağın macerasını ve kendi maceramızı bilmek,
204
HECE
onun içinden tabii şekilde yetişmek ve Garplı anlayışla, Garplı ustaları severek eser
vermek”ten bahsediyor. Burada sadece sanat ve edebiyat alanını kastediyor
gibi görünüyorsa da başka yazılarından hareket ederek bunu sosyal alanlara
da teşmil etmek yanlış olmaz. Benim de Tanpınar’da gördüğüm terkip budur.
— Enis Batur 1995 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Sükût Suikastı”
başlıklı makalesinde Türkiye’de farklı siyasi cenahlardan görüşlerin Tanpınar’a atıfta bulunmasını faydacı bir yaklaşım olarak görür. Batur, Tanpınar’a ihale edilmiş bir
perspektifle onu gereği gibi deşifre edemeden kendi görüşlerine dayanak olarak gösterdiklerini ileri sürer. Gerçekten de Ahmet Hamdi’nin ölümünden sonra birbirinden
farklı siyasi ve fikrî görüşlere sahip olan insanların ona göndermede bulunduğunu,
ona ilişkin değerlendirmeler yaptığını görüyoruz. Tanpınar’a olan bu alaka ile ilgili
olarak Batur’u haklı bulur musunuz? Yoksa ne kadar farklı görüşlerde olursa olsun
Tanpınar ve eserleri herkesin bir şeyler bulabileceği bir kaynak mıdır gerçekten?
— Bu konu bizi çalışmalarımızda ne dereceye kadar objektif olabileceğimiz meselesine götürüyor. Ben mutlak bir tarafsızlığı düşünemiyorum. En
objektif hüküm, bir tahlil makinesinin kan tahlilinden vereceği rapordadır.
İnsan ise sübjektif bir varlık, konusu da bir başka sübjektif varlık yani başka
bir insan ve eseri olursa tabiatıyla sempatilerimiz, antipatilerimiz rol oynar.
Gerçekte biz başka bir insanı anlatırken biraz da kendimizi anlatırız. Bu
bakımdan sorunuzun sonunda işaret ettiğiniz gibi her okuyucu, Tanpınar’ın
zengin kültür birikiminde ve bundan kaynaklanan değer yargılarında kendisini ifade edecek bir taraf bulabiliyor. Ne var ki kasdî olarak bazı tarafları
abartılmasın veya bazı tarafları gözden uzak tutulmasın.
— Tanpınar, şiir yazmanın kendisi için diğer edebî türleri kaleme almaktan daha
önemli olduğundan bahseder. Günlüklerinde yer alan “Şiirin ne olduğunu biliyorum
fakat yapamadım.” yorumu ne kadar doğrudur? Şairliğini nasıl değerlendirirsiniz?
— Nesirlerine kıyasla çok az şiir yazmış olan Tanpınar da kendisini her
şeyden önce şair olarak tanıtmak istiyor. “Antalya Mektubu”nda, mektuplarında, günlüklerinde ve bunların dışında kalan dağınık defter ve müsveddelerinde de daha çok şiirle, mısralarla didiştiği görülüyor. Kendi şiir anlayışı için
ileri sürdüğü düşüncelerinin roman anlayışında da aynı olduğunu söyler ki
gayet yerindedir. Hatta bana göre buna hikâyelerini, denemelerini, Edebiyat
Tarihi’ni bile eklemeliyiz. Şiir dili ve estetiğinin temeli olarak kabul ettiği
“rüyanın nizamı” nesir yazılarının pek çoğuna da hâkimdir. Bahsettiğiniz
sözü, şiir yazmadaki titizliğiyle açıklayabiliriz. Bu açıdan dil ve mısra mükemmeliyeti arayan hocası Yahya Kemal’in izindedir diyebiliriz. Ama şiirde
onun etkisi bu kadardır. Yoksa Haşim’e biraz daha yakındır. Şiirdeki titizliği
hiçbiriyle kıyas edilmez. Düşünelim ki hepsi 37 şiirden ibaret tek şiir kitabını
58 yaşında, tamamlandı diye editörüne teslim ediyor, bir taraftan da düzelte
205
HECE
düzelte, süreyi uzata uzata ancak iki yıldan sonraki bir tarihte basımına izin
veriyor. “Yapamadım” deyişi kendi titiz şair karakterinden, kafasındakiyle
elindeki malzemenin uyuşmamasından geliyor. Ama o da Cyrano gibi bunu
başkalarından işitmekten hoşlanmıyor. “Yapamadım” deyişine mukabil Türk
şiirine getirdikleriyle hiç değilse on şairden biri arasında olması gerektiğini,
hatta Yahya Kemal’den sonra Türk şiirinden en mühim şeyi yaptığını da yine
günlüklerinde dile getiriyor. Sonuncu hüküm değilse de on şairin arasında
olması bana göre de haksız değil. Bu arada bir şey daha söyleyeyim: Tanpınar
hakkında yazılan yüzlerce kitap ve yazı arasında pek azı şiiri üzerine.
— Siz, Ahmet Hamdi’de rüya konusunun, üzerine doktora tezi yazılacak kadar
önemli olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Şiirlerinde, hikâyelerinde ve anılarında sık
rastladığımız bir unsur olan rüya, onun için uykuyla ilgili bir olgu olmanın ötesindedir. Soyutlamaya yardımcı bir kaynak, aynı zamanda Freudien bir düşünce
dünyasının yansıması gibi görünüyor. Bu tespitten yola çıkarak Tanpınar’ın gerçeklikle bağının zayıf olduğu ileri sürülebilir mi? Nitekim Cemil Meriç, Tanpınar
için “Muhtemelen kendi içine kaçtı” yorumunu yapar. Rüya bu anlamda bir sığınma
alanı olarak görülebilir mi?
— Cemil Meriç gibi Tanpınar hakkında dikkate değer önemli tespitlerde
bulunan Mehmet Kaplan’ın hatta araştırıcıların çoğunun ortak kanaati de
buna yakındır. Ben rüya kelimesini yahut kavramını tek başına düşünmüyorum. Aralarında nüans olsa da birbirine yakın ve benzer kategoriye girebilecek hülya, hayal, tılsım, büyü, sihir gibi kelime ve kavramları Tanpınar’ın o
kadar sıklıkla kullanması, mizacının çok önemli bir tarafını işaret ediyor. Şiiri
ve sanatı henüz tanımadığı çok genç yaşlarda, hatta buna üç dört yaşında iken
Ergani Madeni’ne ait müphem hatırasını da ekleyelim, bir hülya adamı olduğunu kendisi söyler. Gerçek hayatında da rüyalarını önemsediğini, yorumladığını günlüklerinden biliyoruz. Sonraki yıllarda sanat anlayışı şekillenirken
Valéry’nin estetik-rüya ilişkilerini benimsemesi bu mizacın tabii yönelişiyle
olur. Rüya, onun estetiğinin önemli bir parçasıdır. Yazılarında birkaç defa tekrar ettiği “rüyalara refakat eden duygu”nun peşindedir. Yani bu arayış bilinçlidir, iradîdir. Buna rüyayı yalnız görmek değil, gerçek hayatta yahut sanat
hayatında bilinçli olarak adeta yeniden yaratmak diyebiliriz. Buna gerçeklikle
bağının zayıf olduğu manasını vermeyelim. Rüyaların Freudien açılmasıyla
ilgili olarak benim bir tespitim var. Tanpınar’ın Freud’a ve psikanalizme eğildiği yıllarda yazdığı “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” hikâyesinde bu teorinin
etkisi açıktır. Ama ondan yıllar sonra yazdığı “Rüyalar” hikâyesinde biraz
da metapsişik ve spritüel hatta ispritizmacılığa varan bir yoruma açılır. Bu
bakımdan bütün yazı ve romanlarındaki rüya motiflerinde sadece Freud’a
bağlanmayan bir rüya anlayışı görülüyor.
206
HECE
— Çalışmanızda Tanpınar’da din konusunun mistik bir öge olduğunu ifade
ediyorsunuz. Birçok çalışmada da dinin, onun için kültürel bir unsur olduğu söylenir. Sizce Tanpınar için din, ideolojik ya da ontolojik bir boyuta sahip değil midir?
— Tanpınar gibi komplike şahsiyetler hakkında, inanç ve din konusunda
hüküm vermek risklidir. Kitabımda bu meseleyi onun daha yoğun olarak
yazdığı, belki yaşadığı Huzur romanı etrafında değerlendirmeyi tercih ettim.
Yine de hayat ve eseri birbirinden tamamen ayrı düşünmek istemiyorum.
Allah inancının “insan kafasının zarureti” olduğuna inanan Tanpınar bunu
sistematik ve kategorik bir din anlayışından ayrı tutar. Hiçbir zaman bir
ilmihal müslümanı olmamakla beraber günlüğünün o son satırlarında ifade
ettiği “anamın, babamın dininde ölmek isterim” cümlesi bu inancının sadece felsefî manada veya kültür unsuru olarak kalmadığını gösteriyor. Sonuç
olarak Tanpınar’da dinin ideolojik bir boyutu yoktur ama birçok ifadesinden
metafizik, dinî azap ve endişeleri yaşamış olduğuna inanıyorum. Bu konu da
yeteri kadar ele alınmış değildir.
— Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde
Hıristiyanlık’ta olduğu gibi İslam dininde günah çıkarmanın olmamasının ferdin
kendi içine eğilmesini engellediğini, bunun da edebiyatımızda nesir türünün, özellikle de romanın gelişmesini engellediğini söyler. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu
tespiti? Tanpınar, kendi romanlarında içe eğilmeyi gerçekleştirmiş midir?
— Edebiyat Tarihi’nde değil, Makaleler’inin arasında, “Romana ve
Romancıya Dair Notlar” adlı bir dizi yazısının içinde. Tam da böyle bir
cümle değil. Bana göre kontekstten bu kadar sert bir değer yargısında bulunduğu manasını çıkaramayız. Batı romanının bir çeşit psikolojik iç gözleme
dayandığını ifade ettikten sonra aynen şöyle diyor: “Yanlış anlaşılmasın,
Garp romanının Hristiyanlıktaki günah çıkarmadan geldiğini iddia etmiyorum. Sadece Hristiyan dünyasında, kendi kendisini ister istemez her an
yoklama, derinleştirme terbiyesinin bulunduğunu hatırlatıyorum”. Yine de
sonuçta bu faktörün modern Batı romanının oluşmasında yardımı olduğunu belirtiyor. Batı romanı için bu teşhis yanlış değildir. Ama bizde bunun
mukabili olmamasını böyle bir günah çıkarma ameliyesinin olmamasına
bağlamak da doğru değildir. Bizde roman yoktu ki onu yapan şu veya bu
şu unsurları arayalım. Romanı yapan itiraflar değildir, olsa olsa romandaki
psikolojik tahlillerin gelişmesinde günahların itirafı faktörlerden biri olabilir.
Bir şey daha var. Tanpınar bu sözü 1936’da söylüyor. Bu tarihten on küsur
yıl sonra, hem de bir edebiyat profesörü sorumluluğu ile hazırladığı Edebiyat
Tarihi böyle bir koyu ele almak için çok daha uygun bir zemindir. Orada
buna benzer bir değer yargısı yok. Kendi romanlarına gelince… Kendisinden
önceki romancıların, özellikle Halit Ziya ve Peyami Safa’nın psikolojik tahlil
denemelerini başarıyla devam ettirmiştir diyeceğim.
207
HECE
— Tanpınar 1925’te Avrupa’ya gitseydi başka türlü bir adam olacağına inanmış. Siz buna katılır mısınız? Hemingway, Picasso, Chagall’ın yaşadığı yıllarda
Paris’te olsaydı tutunabilir ve istediği sanat çevrelerine girebilir miydi?
— Herkesin kendi kaderi kendi şartları altındadır. Yahya Kemal’den
uzak kalmış, üstelik henüz Batı musikisine ve resmine yabancı, Türk musikisine ve sanatlarına iyice yabancı genç bir Cumhuriyet öğretmeninin 1925
Fransa’sında ne yapabileceğini tahmin edemem. Bence zamanında gitmiştir,
yoksa bugünkü Tanpınar’ı bulamayabilirdik.
— Bir Hülya Adamının Romanı çalışmanızın Ön Söz’ünde Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın kültür ve sanat birikimine ilişkin olarak “Gelecek yılların zekâlarına
emanet ettiği epey malzeme bulunmaktadır” kaydını düşmüşsünüz. Bu malzemelerin neler olduğunu ana hatlarıyla anlatabilir misiniz? Son olarak dönem okuru ve
yazarı onun eserlerinden nasıl bir yol haritası çıkarmalıdır kendine?
— Onun hakkında yazılmış bunca makale ve kitap, bazılarının düşündüğü gibi sadece bir Tanpınar modasına katılmakla açıklanamaz. Eserlerinde
gördüğümüz zengin kültür birikimi araştırıcılar için yeni ve orijinal konulara
yol açmaktadır. Benim söylemek istediğim, hakkındaki bunca kitap ve makaleye rağmen Tanpınar birçok konuda araştırıcılar için hâlâ davetkâr. Hem de
kitap olacak çapta araştırmalar. Rüya ve bu kategoriye girebilecek kavramlar
etrafında yapılabilecek bir çalışmadan daha önce bahsettim. Tanpınar’da insanın kaderi yahut kader karşısından insan da çok önemli bir konu. Tanpınar’ın
dili ve üslûbu, bu dilin oluşmasında kullandığı metafor ve imaj dünyası da
bir çalışma konusudur. Rahatça kullandığı yahut kullanmak zorunda kaldığı
Fransızca kelimeler vokabüleri de belki aynı çalışma içinde bir bahis olabilir.
Türkçe sözlüklere girmiş ve sıkça kullanılanları kastetmiyorum, bunların dışında tamamen kendisine ait tasarrufları. Onu bu tasarrufa iten âmil nedir? Bir
dil alışkanlığı mı yoksa bilinçli olarak bir seçim mi? Benim önem verdiğim çok
önemli iki konu var: Biri resim sanatı üzerine yazıları. Gerek Batı resmi, gerekse
çağının Türk resim sanatı. İkincisi de Türk ve Batı müziği üzerine yazdıkları.
Gerçi bunlardan müzik konusunda birkaç kitap, resim için de oldukça ayrıntılı
bir çalışma yayımlandı. Ama bütün bu değerlendirmeler sadece edebiyatçıların
veya edebiyata yakınlığı bilinen kişilerin gayretleri. Bu çalışmalar büyük bir
emekle fakat sadece bu bahislerin dökümünden ve bunlar etrafındaki ansiklopedik seviyede bilgilerden ibaret. Benim beklediğim, konservatuar, güzel
sanatlar eğitimi görmüş akademisyen müzikolog ve resim hocalarının bu
konulara ilgisi. Tanpınar’ın Batı resmi, Batı musikisi ve Türk musikisi eserleri
üzerine dikkate değer yargıları var. Bunları ancak belirttiğim tenkitçiler doğru
olarak yorumlayabilir. Bugüne kadar bu çevreden bir ses çıkmayışı tuhaftır.
208