ANSİKLOPEDİK
KATKILAR
Deniz Karakurt
2024
Deniz Karakurt tarafIndan internet ansiklopedilerine verilen bilgiler.
Bu kitap benim vermiş olduğum bilgilerle hazırlanarak internet ansiklopedilerine eklenen
sayfalar/maddeler veya iç bölümlere eklenen başlıklar ve içeriklerinden oluşmaktadır. Bahsi
geçen ansiklopedilere gerekli olduğu durumlarda kaynakçalar ve dipçeler iletilmiştir ve
sayfaların uygun formattaki PDF örnekleri alınmış olup saklanmaktadır. Birden fazla kişinin
katkı sunduğu veya değişiklik yapabildiği kaynaklarda bana ait olmayan kısımlara burada yer
verilmemiştir.
Bu bilgilerin tamamı ilgili ansiklopedilerde bana ait olduğuna dair kaynak belirtilmesine gerek
olmaksızın veya benden herhangi bir izin alınmaksızın kısmen veya tamamen istenilen
uzunlukta alıntı yapılarak kullanılabilir, yeniden paylaşılabilir.
Bu sayfaların/maddelerin veya bölümlerin bazıları İngilizce başta olmak üzere yine benim
tarafımadan verilen bilgilerle yabancı dillere aktarılmıştır. Ancak yabancı dildeki içerikler
buraya alınmamıştır.
Bu kitabın amacı verdiğim bilgilerin yedeğinin alınması ve benim tarafımdan yapılan katkıların
bir araya getirilmesidir.
Deniz Karakurt
ŞAHRUH KÖPRÜSÜ – KULUNÇ TAŞI
Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesine bağlı Karaözü köyü yakınlarındadır. Köprünün sol taraftaki üst
korkuluk taşlarının arasında genişçe ortası oyuk bir taş vardır. Bu oyuk yaklaşık olarak bir insan
sırtını içine alacak genişliktedir. "Kulunç Taşı" denilen bu yere insanlar sırtlarını dayarlar ve yeli
(sancıyı, ağrıyı, sızıyı) aldığına inanırlar. Oturarak kuluncunu bu taşa dayayanlar sırtlarını sağa
sola oynatarak tedavi olduklarını söylerler. Ayrıca buraya sırt verilerek dilek tutulması da
yaygındır (niyet taşı amacıyla). Bu taş tam kıbleye karşı durmaktadır ve geçmişte mihrap olarak
kullanıldığı da bilinmektedir. Göçebe topluluklar ve köprüden ya da yakınlardan geçen diğer
yolcular namazlarını toplu halde burada kılarlarmış. Özellikle Cuma günleri gelip geçenler ve
bitişiğindeki handa konaklayan yolcular, bu taşın karşısına geçip namaz için saf tutarlarmış.
Köprünün beratlı (imtiyazlı, özel niteliği bulunan) olduğuna inanılır. (Şeyh İbrahim adına
yapılmış olan Zaviye zamanla yıkılınca taşlarından bir han inşa edilmiş ancak daha sonra o da
yıkılmış.)
İLK ÖĞRETMEN
Yüzyıllar boyunca göçebe bir yaşam tarzını benimseyen, yerleşik hayatı köylerde sürdüren
Kırgızlar, Bolşevik Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği'ne katılarak yeni bir düzen kurmaya
çalışırlar. Bunun için hayallerini gerçekleştirmeye uğraşan insanlar kimi zaman toplumdaki
direnci kurmak zorunda kalırlar. Düyşen adlı genç Sovyet devriminin ideallerine içtenlikle
inanmış birisidir. Edindiği eğitim onu değiştirmiş, ufkunu genişletmiştir. Öğretmen olduğu
köyde çocukların eğitim görebilmeleri için uğraşır ve bir okul yapmak için elinden geleni yapar.
Hem köyün, hem de kendisinin yazgısını değiştirecek olan bu çaba acıklı bir öykünün de
başlamasına neden olacaktır. Ailesi tarafından istemediği biriyle zorla evlendirilen Altınay adlı
bir genç kızın okuyabilmesi için mücadele edecektir.
Film: Öykü, 1965 yılında filme alınmıştır. O dönem Kırgızistan, Sovyetler Birliği içerisinde yer
aldığı için, Rusça "Первый учитель / Pervyy uchitel" (İngilizce: The First Teacher) adıyla Sovyet
filmi olarak Kırgız oyuncularla çekilmiştir. Kitap ile yaklaşık olarak aynı konu akışına sahip olarak
ilerlemektedir. 1920'lerde Kızıl Ordu'dan terhis olan bir asker, Komünist Parti tarafından
insanları eğitmek üzere Kırgızistan'ın uzak bir köyüne gönderilir. Ancak idealist öğretmen,
yüzyıllardır süregelen yerel geleneklerle yüzleşmeye başlayacaktır, geleneklerin en azından
bazılarının doğru işlemediğini görecektir
İLK ÖĞRETMEN (FİLM)
İlk Öğretmen (Kırgızca: "Биринчи мугалим" / Birinçi Mugalim, Rusça: "Первый учитель" /
Pervyy uchitel) Andrey Konçalovski'nin yönettiği 1965 tarihli dram filmidir. Başrollerde Bolot
Beyşenaliyev ve Natalya Arinbasarova oynamıştır. Cengiz Aytmatov'un aynı adlı kitabından
uyarlanmıştır. Bir Sovyet filmi olarak Kırgız oyuncularla çekilmiştir. Bolşevik Devrimi'nden
sonra 1920'li yıllarda ordudan terhis olan bir asker, yeni kurulmuş olan sosyalist devlet
tarafından öğretmen olarak Kırgızistan'ın uzak bir köyüne gönderilir. Ancak idealist öğretmen
geleneklerin en azından bazılarının doğru işlemediğini görecektir ve yüzyıllardır süregelen
yerel geleneklere bağlı olan köy halkı ile sorunlar yaşamaya başlayacaktır. Ailesi tarafından
istemediği biriyle zorla evlendirilen Altınay adlı bir genç kızın okuyabilmesi için mücadele
edecektir.
İLBEYLİ YÖRESİ
İlbeyli yöresi (ya da yöredeki diğer adlarıyla Elbeyli, Elbeğli), Sivas il merkezi ile Şarkışla ilçesi
arasında kalan kendine özgü kültürel bir bütünlüğe sahip olan bir bölgedir. Halk inanışları
açısından oldukça zengin bir birikime sahiptir. Bölgedeki köylerin önemli bir kısmı coğrafi
konum olarak Şarkışla'ya daha yakın olsa da idari olarak Sivas merkeze bağlıdırlar. İlbeyli Yöresi
kavramı Sivas'ta yaygın olarak bilinen bir bölgeyi tanımlamaktadır. Her ne kadar bölge halkının
kökeni eski İlbeyli aşiretine dayansa da, kastedilen bu toplulukların Türkiye'deki yayılım alanı
değildir. Belirgin coğrafi unsurlarla konumu kesinleşmiş bir alanı ifade etmektedir. (Yozgat'taki
İlbeyli köyünün ahalisi 1827'de Sivas'tan göçmüşlerdir.)
Sınırları: İlbeyli kökenli toplulukların yaşadığı alan Sivas ili içerisinde oldukça belirgindir. SivasŞarkışla karayolu üzerinde Koyuncu yokuşu belirgin bir coğrafi sınır olarak yöreyi aslında Sivas
merkez ilçeden ayırır. Sivas ile Şarkışla arasında İlbeyli alanı içerisinde 42 köy mevcuttur. İlbeyli
yöresi halk arasında bilinen bir ifadeyle “Üst başı Kavlak, alt başı Yanalak” şeklinde açıklanan
Sivas’ın güney batısındaki alanda iskân edilmiş ahaliden oluşmaktadır. Ayrıca bunlardan başka
yöreye yakın konumda Yıldızeli ilçesine bağlı iki köy daha vardır.
Köyler: Akçainiş, Akkuzulu, Aylı, Bedirli, Bostancık, Çallı, Çaypınar, Çongar, Damılı, Damlacık,
Durdulu, Eskiapardı, Eskiköy, Gazibey, Gözmen, Güney, Hanlı, Haydarlı, Hayırbey, Herekli,
Kabasakal, Kâhyalı, Karalar, Karalı, Kartalca, Kavlak, Kayadibi, Keçili, Kızılova, Kızılöz, Koyuncu,
Menşurlu, Sarıdemir, Savcun, Sorguncuk, Söğütçük, Tatlıcak, Yanalak, Yaramış, Yeniapardı.
Etnik köken: Oğuzların Alkaevli (Alkarevli, Alkırevli) boyundan Sivas, Kilis, Maraş ve Suriye
(Halep) yörelerinde yaşayan yerleşik Türkmenlerdir. Alevi ya da Hanefi Sünnidirler. Yaklaşık
beş asırlık konar göçer hayatından sonra 18. asırda yerleşik düzene geçmişlerdir.
Tarihçe: İlbeylilerin Sivas yakınlarında meskun oldukları bölgede aynı isimle kaza teşkilatı
oluşturulmuş; İlbeyli kazası bu statüsünü iki asra yakın korumuştur. Osmanlı'nın son
döneminde nahiye hâline getirilmiştir. Nahiye merkezi Kayadibi köyüdür. İlbeyli, daha sonra
bu konumunu da kaybetmiştir. Kayadibi ile birlikte Çallı, Hanlı ve Aylı köyleri de bir dönem
nahiye olmuşsa da sonradan bu nitelikleri kaldırılmıştır.
Kültür: Aşıklık geleneği yakın zamanlara kadar varlığını sürdürmüş olup yetkin halk şiiri
örneklerine rastlanır. Hitabi, İsmeti, Noksani, Perişani yöreden çıkmış en önemli halk
ozanlarıdır. Derlenmiş olan özgün nitelikte çok sayıda efsane ve masal bulunmaktadır. Hızır
inanışına yörede yaygın olarak rastlanır ve pek çok masalsı söylenti anlatılır. Örneğin bir
söylenceye göre, koyun sürüleri olan cimri bir adam kırktığı yünleri bir yere yığmış. Hızır
Peygamber dilenci kılığında yaklaşmış. Dilenciyi gören zengin adam para istemesin diye yün
yığının içine saklanmış. Dilenci kılığındaki Hızır bunun üzerine yaklaşarak korkutucu bir sesle
adama kalkmasını söyleyince yün yığınından dışarı çıkmış. Ama çıktığında ayı suretine
bürünmüş olduğu görülmüş.
İKİNGUT (Uluslararası literatürde "Ikíngut")
İzlanda ve Danimarka ortak yapımı olan 2000 yılında gösterime girmiş bir filmdir. Sözcük yerli
dilinde "Arkadaş" anlamına gelir ve aynı zamanda çocuklara verilen bir isimdir.
Konusu: Filmde sıradışı bir dostluk öyküsü anlatılmaktadır. Orta çağda, Grönland adasında
yaşayan küçük bir Eskimo çocuğu kırılan bir buzdağının üzerinde İzlanda'daki uzak bir köye
kadar ulaşır. Köydeki bir aileden olan Buas adındaki küçük bir çocuğu tesadüfen görerek düşen
çığdan kurtarır ve arkadaş olurlar. Batıl inançlara sahip olan ahali, uzaktan gördükleri bu
canlının dış görünüşüne bakarak onun kötü bir ruh olduğuna kanaat getirirler. Bu yüzden
hapsedilmesini ve hatta daha ileri giderek öldürülmesini isteyenlere karşı Buas arkadaşı için
mücadele etmek zorunda kalır.
İBRAHİM ASLANOĞLU
İbrahim Niyazi Aslanoğlu (d. 1920 Tokat - ö. 14.03.1995 İstanbul) derlemeci, halk kültürü
araştırmacısı, yayıncı, yazar ve öğretmendir. 1970'li ve 1980'li yıllarda Sivas Folkloru ve Türk
Folkloru gibi dergileri çıkarmış ve makaleleri yayınlanmıştır.
Hayatı: Annesinin adı Emine, babasının adı Osman’dır. İlkokulu ve ortaokulu Tokat’ta okumuş
ve ardından da Sivas Öğretmen Okulu’na gitmiştir. Buradan 1944 yılında mezun olmuştur.
Öğretmenlik görevine ilk olarak Siirt’te başlamıştır. Selimiye’de topçu teğmen olarak askerlik
hizmetini tamamladıktan sonra 1948 yılında Sivas'ın Divriği ilçesindeki Cumhuriyet İlkokulu'na
atanmıştır. Sivas'ta değişik okullarda görev yaptıktan sonra 1975 yılında emekli olmuştur.
Halk kültürü araştırmaları: Gençliğinde Tokat'lı bir şair olan Abdullah Azmi’nin etkisiyle halk
edebiyatı araştırmalarına yönelir. Daha sonraları (Divriği'de görev yaptığı yıllarda)
çalışmalarının kapsamını genişleterek halk kültürünün tamamını incelemeye başlar.
09/11/1950 tarihinde "Sivas İli Şairlerinden Notlar" başlığı altında "Ülke Gazetesi"nde ilk
yazıları yayınlanır. Farklı Sivas gazetelerinde 1970 yılına kadar 800'den fazla makale yazar.
Ayrıca ulusal ve uluslararası kongrelerin tebliğlerinde ve çeşitli dergilerde Türk halk edebiyatı
ve folkloru üzerine 170 kadar makalesi ve bildirisi bulunmaktadır. 1973 yılında ise Sivas
Folkloru dergisini çıkarmaya başlamıştır. Toplam 78 sayısı çıkan bu derginin yayınlanmasını
1979 yılında sona erdirmiştir. Daha sonra İstanbul’da ulusal bir yayın olan Türk Folkloru
dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu dergi de 1999 Mart ayına kadar toplam 96 sayı olarak
yayınlanmıştır. Her iki dergide Emin Kuzucular, Doğan Kaya, Müjgan Üçer, Sabri Koz, Hayrettin
İvgin gibi önemli isimler pek çok yazı yazmışlardır. Böylece bu dergiler bahsi geçen isimlerin
yazılarını topluma ulaştırmalarına ve tanınmalarına da vesile olmuştur.
Yrd.Doç.Dr. Doğan Kaya kendisi ile yapılan bir görüşmede: "Bir İbrahim Aslanoğlu bir daha
çıkmaz. Zamanını harcayacak, parasını harcayacak, ömrü heder olacak. Ya sonunda belki 12
sayı ciltleyip rafa koyduğu zaman mutlu olmuştur. Hepsinde ayrı ayrı hatıraları, sıkıntıları,
acıları var. Bu acılarını gidermiş midir? Bir kere o gün de gün 24 saatti. Ve o dergiyi aylık, hem
de çizgi üstü bir dergiyi nasıl çıkarttı bilmiyorum" demiştir.
ÖZTÜRKÇE
Öz Türkçe, bir kavram olarak kullanımdaki dil içerisinden yabancı kökenli kelimelerin atılarak
yerine Türkçe kökenli kelimelerin kullanıma sokulmasını amaçlayan bir yaklaşımdır.
Tartışmalar: Hangi kelimelerin yabancı kökenli sayılacağı veya yabancı her kelimenin
atılmasının doğru olup olmayacağı bir tartışma konusudur. Bundan da öte dile müdahale edilip
edilemeyeceği veya bunun ne derece halk dili tarafından kabul görüp görmeyeceği ya da böyle
bir müdahalenin ne derece doğru olacağı spekülasyonlara açık bir alandır. Fakat burada her iki
yönde de örnekler olduğu kesindir. İlk olarak belirtilmesi gereken husus sonradan türetilmiş
olan pek çok kelimenin bugün kabul gördüğüdür. Örneğin: Olasılık, Olanak, Bağımsızlık, İvme
gibi kelimeler... Fakat öteki taraftan halk kulağına ve söyleyişine uymayan sözcüklerin kabul
görmediği de bir gerçektir. Örneğin: "Yazın" sözcüğü Edebiyat anlamında kullanılmak istense
de çok fazla rağbet görmemiştir. Yine de ilginç bir biçimde "Yazınsal" kelimesi Edebi anlamına
gelir ve biraz daha fazla uygulama alanı bulmuştur. Bunun dışında ani ve hızlı bir değişim hiçbir
zaman genel kabul görmemiş ve kulağa yabancı gelmiştir. Bunun en güzel örneklerinden birisi
Mustafa Kemal Atatürk'ün bizzat sonradan vazgeçtiği mutlaka öz Türkçe kullanımı amaçlayan
uygulamasıdır. Konuğu olan İsveç Prensine hitaben yaptığı şu konuşma bu durumu özetler
niteliktedir.
"Altes Ruayâl,
Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü
bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta,
yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız. İsveç-Türk uluslarının kazanmış
oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü
sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar
erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular,
gerçekten daha az özence değer değildir. Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten
uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş
bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.
Altes Ruayâl,
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile
çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır. Ünlü babanız, yüksek kralınız
beşinci Güstav’ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruayâl,
prenses Louise, sevimli kızınız Altes Prenses İngrid’in esenliğine, tüzün İsveç ulusunun
gönencine içiyorum."
Böylesine hızlı ve yoğun bir değişimin kabul görmeyeceğini anlayan Mustafa Kemal Atatürk
değişimin zamana yayılmasını öngörerek daha esnek bir yaklaşım sergilemiştir. 1935 yılında
görüşlerinin bu yönde değiştiği bilinmektedir. Örneğin; 1934 ve 1937 yıllarındaki Dil Bayramı
sebebiyle Türk Dil Kurumu’na çekmiş olduğu telgraflar Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerinin
değişimini gösterir niteliktedir:
“Dil Bayramı’ndan ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu genel özeğinden, ulusal kurumlarından
birçok kutun bitikler aldım, gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu
kutlarım.” (26 Eylül 1934)
“Dil Bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumu’nun hakkımdaki duygularını bildiren
telgraflarından çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmalarınızda
muvaffakiyetlerinizin temadisini dilerim” (27 Eylül 1937)
Bu birer cümlelik yazılarda bile dikkat çeken hususlar şunlardır. İlk metindeki söz varlığını
bugün bile anlamak güçtür. Buna karşın bazı sözcüklerin (ötürü, ulusal, kurum, kıvanç) zaman
içerisinde dilin kullanımına girdiği de bir gerçektir. Yani iddia edildiği gibi türetilmiş veya
derlenmiş kelimelerin kullanıma sokulması imkansız veya şaşılacak bir şey değildir. Ancak öz
Türkçenin mutlak anlamda (töleranssız olarak) sağlanması mümkün görünmemektedir ve
yabancı dillerle alışveriş her zaman belirli bir ölçüde olacaktır ve bu kaçınılmaz bir şeydir.
İzlenmesi gereken yol, türetilmiş veya derlenmiş kelimelerin doğru seçilmesi, (söyleyiş kolaylığı
ve işitmedeki benimseyiş açısından) halk ağzına uygun olması veya bilimsel kullanımdaki terim
niteliğine sahip olması dikkate alınarak Türkçenin korunmaya çalışılmasıdır. Aksi takdirde
Bilgisayar kelimesi yerine aslında daha doğru bir tanım içeren "Bilgiişler" kelimesini kabul
ettirmeye çalışmak, Türkçe bir sözcüğün kabul görmesi yerine bir tepki ile karşılaşabilecektir.
Çünkü ikinci türetim söyleyiş açısından daha zor bir yapıya sahiptir. Kullanıma sokulacak
kelimelerin nasıl türetileceği ise daha başka bir tartışmanın içeriğini oluşturur. Bu konuda
yeterli bilgiye sahip olmayan kimseler ise çoğu zaman karşısına çıkan her yeni kelimeyi
sonradan türetilmiş sanma eğilimindedir. Örneğin: "Yunup" sözcüğü Abdest manası taşır fakat
kesinlikle sonradan türetilme olmayıp Kutadgu Bilig içerisinde geçer. Buna benzer binlerce
örnek gösterilebilir. Derleme çalışmaları ile elde edilen ve halk ağzında var olan kelimeleri
kullanıma sokmak zaman zaman izlenen bir yöntemdir.
AŞIK MEVLÜDE GÜNBULUT
Aşık Mevlüde Günbulut (d. 1921, Şarkışla, Sivas - 19 Mart 2002), Türk kadın şairdir.
Hayatı: Mevlüde Günbulut Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğmuştur. Babasının adı Ali, annesinin
adı Gülbahar'dır. İlkokul eğitimini 1933 yılında tamamlayıp ardından Talas Kolejine gitmiştir.
Fakat buradaki eğitimi çok kısa sürmüş yarım dönem okuyup sonra okuldan ayrılmıştır. 1939
yılında evlenmiş ve Fatma, Şükrü, Enver ve İhsan isimlerinde 4 çocuğu olmuştur. 19 Mart 2002
tarihinde vefat etmiştir.
Edebi Hayatı: Mevlüde Günbulut, türkülerini genellikle çevresindeki olaylar ve durumlardan
etkilenerek yazmıştır. Bundan dolayı âşık tarzı şiirlerinin yanı sıra mani olarak söylediği
ağıtlarda vardır. Âşık Mevlüde Günbulut'un oğlu Şükrü Günbulut, annesinin şiirlerini 1998
yılında N'olayıdım N'olayıdım adını verdiği bir şiir kitabında toplayıp yayımlamıştır. Âşık
Mevlüde Günbulut ayrıca Deniz Gezmiş için Zülfü Livaneli tarafından bestelenen "Deniz Gezmiş
Ağıdı" adlı şiirin de yazarıdır.
Deniz Gezmiş Ağıdı: Şiir 8'li hece ölçüsü ile yazılmıştır. "Deniz Gezmiş Ağıdı" veya "Şarkışla'ya
Düşürmesin Allah Sevdiği Kulunu" adlarıyla da tanınan eserin sözlerinin Mevlüde Günbulut'a
ait olduğu Erdoğan Alkan tarafından Papirüs dergisinde açıklanmış ve nasıl şarkı haline
getirildiğini anlatmıştır. Şarkışla'lı Antropolog Dr. Şükrü Günbulut bu ağıdı yazan kişinin annesi
olduğunu açık olarak ifade etmiştir ve Erdoğan Alkan'ın verdiği bilgiyi doğrulamıştır. Hem bu
makalede hem de annesinin kitabında yer alan aynı şiirde bestelenmiş olan ve toplum
tarafından bilinen ağıdın içinde bulunmayan fazladan dörtlükler mevcuttur. Örneğin:
Tutsun artık Türk milleti
Bu yiğitlerin yasını
Boğuldu genç yaşta hepsi
Alamadan hevesini
Mevlüde Günbulut'un şiiri ile birebir örtüşen ve daktilo ile yazıya geçirilmiş bir kağıt üzerinde
bulunan bir örnekte şiir çok küçük bir farkla "Hükümete düşürmesin..." diye başlamaktadır. Bu
değişikliğe başka hiçbir yerde rastlanmamıştır. Deniz Gezmiş için 11'li hece ölçüsü ile yazdığı
başka bir şiiri daha bulunmaktadır.
Varyantlar: Halk edebiyatı içerisinde zaman zaman rastlanmakta olan bir durum bu şiir için de
geçerli olup şiire (türküye) farklı kişiler tarafından yapılan eklemelerle versiyonlar oluştuğu
anlaşılmaktadır. Çoğu zaman bu eklemeleri veya değişiklikleri kimin yaptığının tespit edilmesi
de mümkün olamamaktadır. Ancak yine de kime ait olduğu bilinen örnekler de bulunmaktadır.
Bunlar da farklı yerlerde tekrar tekrar okunduğu için eksik veya fazla dörtlüklerle, hatta aynı
dörtlüklerin bazıları da önemsiz ya da ciddi değişikliklerle farklı kişilerin elinde
bulunabilmektedir. Çünkü okuyan (ağıdı yakan) kişi -hele de kendisi yazıya geçirmiş değilseher defasında tamamını anımsayamayabilir, başka yerlerde üzerine yeni kısımlar ekleyebilir;
ayrıca yazıya geçiren kişiler de o esnada çeşitli nedenlerle (unutma, anlayamama,
beğenmeme, siyasi kaygı gibi) bazı kısımları kaydetmemiş veya çıkarmış olabilir.
Deniz Gezmiş Ağıdı'nın tespit edilebilmiş en önemli farklılıklara sahip olan varyantı Kiraz
Gültekin tarafından yakılmıştır (okunmuştur, oluşturulmuştur) ve kayıt altına alınmıştır. Şiirde
kendine özgü dörtlükler mevcuttur. (Şarkışla: “Yusuf, Deniz İdam Olmuş / Her Tarafta
Ağlanıyor” - Efe Kerem Sözeri) Örneğin:
Yağlı zimel yağlanıyor
Dar ağacına bağlanıyor
Yusuf Deniz idam olmuş
Her tarafta ağlanıyor
DÖNGÜSEL ZAMAN ANLAYIŞI
Döngüsel Takvim ve Doğrusal Takvim Karşılaştırması: Tarihteki bazı toplumların kültürlerindeki
ve kimi kabile topluluklarındaki anlayışa göre; zaman, geçmişten geleceğe doğru düz bir çizgi
şeklinde ilerleyen bir olgu değildir. Zaman döngüsel olarak ortaya çıkmaktadır, yani çember
çizerek başa dönmektedir. Bu yaklaşıma çağdaş toplumlarda yeniden ilgi duyulan bir felsefi
düşünce olarak da belirli düzeylerde ilgi gösterilmektedir. Aslında bu anlayış günümüzde de
belirli oranlarda yeryüzündeki tüm takvimlerde varlığını sürdürmektedir, ancak asıl farklılaşma
yılların ölçülmesinde ortaya çıkmaktadır. Döngüsel anlayışa göre, sadece zamanın kendisi
değil, ayrıca ölçüm yöntemi de döngü kavramı üzerine kuruludur. Örneğin insanoğlu
tarafından zaman kavramının ilk algılanışı Güneş'in ve Ay'ın hareketlerine bakarak (tesadüfi
veya bilinçli gözlemle), bu gök cisimlerinin aynı noktadan ertesi gün bir daha geçtiklerinin
farkedilmesi ile ilişkili olarak ortaya çıkmıştır. Elbette ki Ay ve Güneş'in hareketleri arasında
dikkat çekici farklılıklar vardır. Ay’ın gökyüzündeki geçişindeki sapmalar günlük olarak belirgin
olarak gözlemlenebilir ve anlaşılabilirdir, ancak bilimsel olarak anlamlandırılabilmesi için insan
zihnini daha fazla zorladığı bir gerçektir. Zamanın araçlarla ölçülmesi ile birlikte dönüş anlayışı
da bilimsel bir temel kazanmaya başlamıştır. Güneş saatlerinde bir gölge bir eksen etrafında
dönerek ilerlemektedir. Daha sonraki devirlerde ortaya çıkan ve günümüzde de kullanılmaya
devam eden mekanik saatlerde ölçü ibreleri (akrep ve yelkovan) kadran üzerinde dönerek
başladığı yere geri ulaşırlar. Günümüzdeki dijital saatlerde bile sayaç ileriye doğru artarak
gidiyormuş gibi algılansa da aslında tekrar başa dönmektedir. Takvimlerdeki sayısal değerlerle
tanımlanan günler, haftanın günleri ve aylar da aynı şekilde yine belirli bir periyod ile geçmişte
de bulunmaktadırlar ve gelecekte de var olacaklardır. Örneğin, tesadüfi bir örnekle "3 Nisan"
gününe bir yıl sonra tekrar ulaşılacaktır. Hatta daha karmaşık gibi görünen "3 Nisan, Perşembe"
günü de daha seyrek bir periyodla da olsa yine de tekrarlayacaktır. Aylar tıpkı geçmişte olduğu
gibi gelecekte yine sürekli olarak tekrarlayarak ortaya çıkacaklardır. Bütün bunlara karşın yıllar
niye, tekrarlamak yerine belirli bir noktadan başlayıp sadece ileriye doğru gitmektedir? sorusu
kimi zaman akla gelmektedir. Yılların doğrusal (çizgisel) olarak ölçülebilmesi için elbette ki
göreceli bir başlangıç tarihi bulunmak zorundadır, örneğin; "Milat" (İsa peygamberin doğumu)
gibi… Bu sabitlenmiş nokta döngüsel ölçü birimlerinin başlangıç noktalarından farklı olarak
kendi sistemi içerisinde tekrar ulaşılamaz bir referans noktasıdır. Oysaki çevrime dayalı
takvimlerde başlangıç noktası herhangi başka bir birime kaydırılsa bile tüm noktalar gibi yine
de tekrar ulaşılacaktır. Örneğin yılbaşı "1 Ocak" değil de "15 Ağustos" olarak değiştirilse bile
takvimdeki her bir gün yine de tekrarlanabilirdir. Fakat çizgisel olarak ilerleyen bir ölçüm
yönteminde hiç bir noktaya tekrar varılamaz. Çizgisel takvim ve tarih anlayışı sonradan ortaya
çıksa da yaygınlaşarak döngüsel anlayışın önüne geçmiştir. Bütün bunlara karşın, aslında
yılların da döngüsel olarak ilerlediği takvimler yeryüzündeki kimi toplumlarda mevcuttur veya
bunlara dair ayrıntılı bilgiler korunmuştur. Çin Geleneksel Takvimi, 12 Hayvanlı Türk Takvimi
gibi... Bu takvimlerin geçmişteki kullanılma amacının günümüzdeki bakış açısı ile doğru
anlaşılamadığına sıklıkla rastlanmaktadır. Bu ve benzeri takvimler toplumsal veya bireysel
astrolojik kehanetlerde bulunabilmek amacıyla geliştirilmiş değildirler. (Daha sonradan ortaya
çıkmış olan bu tür uygulamaların olduğu bir gerçektir ancak asıl amaç bu değildir.) Çizgisel
zaman kavramının netleşmediği dönemlerde yılları ölçebilmenin bir yöntemi olmak üzere
tasarlanmışlardır. Örneğin hayvanlı takvimlerde “Maymun Yılı” olarak adlandırılan zaman
ölçüsüne 12 yıl sonra tekrar ulaşılacaktır. "23 Temmuz Cumartesi, Koyun Yılı" şeklindeki bir
doğum tarihindeki tüm birimlerin döngüsel olarak tekrarlayacağı kesindir. Bu durum evrendeki
gök cisimlerinin hareketleri ile de uyumludur. Ay kendi etrafında döner ve aynı zamanda
dünyanın etrafında dönmektedir. Dünya ise benzer bir biçimde kendi etrafında döner ve ayrıca
Güneş'in etrafında dönmektedir. Aynı şekilde kendi etrafında dönen Güneş de, bir yandan
Samanyolu galaksisinin merkezinin etrafında dönmektedir. Samanyolu da kendi etrafında
döner… Evrendeki yapılanma ve hareket eğriseldir. Gök cisimlerinin kendi şekilleri ile
yörüngeleri incelendiğinde bu gerçeklik rahatlıkla görülebilmektedir. Ekvator çizgisi üzerinde
ilerleyen bir araç dümdüz gittiğini sanmakla birlikte aslında büyük ölçekte çembersel bir
hareket yapmaktadır. Sürücünün bu durumu anlayamıyor oluşunun tek bir nedeni olacaktır;
mesafenin algılayamayacağı kadar büyük olması. Doğrusal olduğu sanılan zamanın ilerleyişi
için de aynı durumun söz konusu olması dikkate alınmalıdır. Süre yeterince uzun olduğunda
döngü olarak değil düz bir ilerleyiş olarak algılanacaktır. Özetle hayvanlı takvimlerde yıllar
ileriye doğru giden bir ölçme yöntemi ile değil tıpkı günler ve aylarda olduğu gibi dönerek
yinelenen ölçü birimi ile ele alınmıştır. Bu kültürlerin ilk biçimlerinde zaman bütünüyle
döngüsel bir olgudur.
Z TEORİSİ
Japon ekonomist William Ouchi tarafından geliştirilmiş olan bir kuramdır. Neoklasik akımlar
içerisinde oluşturulan X ve Y Kuramına alternatif olarak ortaya koyulmuştur. “Z” Teorisinin
isimi de buradan kaynaklanmaktadır.
Ortaya Çıkışı: Z Teorisi klasik görüşlerin insanı neredeyse hiç dikkate almayan örgüt odaklı
yaklaşımlarının aksine bireyin önemsendiği hatta Yönetim sürecine aktif olarak dahil edildiği
bir bakış açısı geliştirmektedir. Bu açıdan bakıldığında Neoklasik Teorilere daha yakın bir
anlayış sergilemektedir. Ancak Neoklasik yaklaşımların aksine bütüncü bir bakışla örgütün
kendisi de dikkate alınır. Neoklasik Teorilerin şekillendiği bir dönemde Douglas Mc Gregor
tarafından oluşturulan X ve Y Kuramının verilerinden de yararlanarak bir alternatif
oluşturulmuştur.
X ve Y Teorisi: Bu yaklaşımın X modeli klasik görüşlerin örgüt anlayışı içerisinde sınırlı olarak
ele alınan insana bakış açısını özetlemekte ve çalışana karşı bir tür güvensizlik sergilemektedir.
Y modeli ise Neoklasik bakış açısından çalışkan insanın varlığını esas almaktadır. Burada, X
Teorisi durağan ve çalışmaktan kaytaran bir çalışanı, Y Teorisi personelin dinamik yönünü
temsil eder. Bu açıdan bakıldığında X ve Y modelleri Tez ve Antitez olarak ortaya koyulmuştur.
Ancak burada Diyalektik mantığa göre Sentez eksiktir. Z Teorisi bu kuramın Sentez kısmını
oluşturmaktadır.
Z Teorisinin Belirleyicileri: Bu yaklaşıma göre her yerde ve zamanda geçerli bir yönetim
anlayışının var olacağını söylemek imkânsızdır. Yönetici bazen X veya Y yaklaşımlarının, bazen
de bunların birleşiminin (sentezinin) daha etkili olduğunu görebilir. Bundan hareketle X ve Y
teorilerine Z teorisi ile bir alternatif getirilmektedir. Böylece modern kuramlar içerisindeki
Durumsallık yaklaşımı ile de benzerlikler taşımaktadır. Z Teorisinde dört faktöre önem verilir:
Güdü, Kalite, Verimlilik ve Sorumluluk. Z teorisinin insan davranışları hakkındaki varsayımları
şöyledir: İnsan tembel veya çalışkan değildir; düşünme, karar verme ve azmetme
yeteneklerine sahiptir. Salt felsefi açıdan bakıldığında insan doğuştan ne iyidir, ne de kötüdür
yani şartlara göre her ikisine de yatkın olabilir. İnsanı motive eden çalıştığı ortam ve çevresel
koşullardır. Motivasyon iç veya dış zorlamayla sağlanamaz, insan ancak mantık yoluyla ve ikna
edilebilir. İnsanı iyimser veya kötümser olarak değil, tarafsız olarak değerlendirmek gerekir. Z
Teorisine esas teşkil eden Japon yönetim sisteminin özellikleri ise şunlardır:
1. Ömür Boyu İstihdam / İş Güvencesi.
2. Uzmanlaşmamış (Yarı Uzmanlaşmış) Mesleki Gelişme.
3. Yavaş Değerleme Ve Terfi.
4. Ortak Karar Verme / Katılımcılık.
5. Ortak Sorumluluk.
6. İşletme İçi Örtülü Denetim Mekanizmaları.
7. Rotasyon / İşletme İçi Yer Değiştirme.
Klasik Yönetim anlayışında Emir-Komuta Birliği ve Hiyerarşik Yapı ilkelerinin aksine Z Tipi
örgütlerde Ortak karar verme söz konusudur. Bürokrasi yaklaşımdaki formelleştirilmiş ve gayri
şahsileştirilmiş iş anlayışının büyük oranda reddedildiği Z Teorisinde çalışanların işlerini
benimsemelerine önem verilir. Bireysel sorumluluğun esas olduğu Bürokratik yönetimlerin
tam tersine Japon modelinde Ortak Sorumluluk vardır. İşin en küçük parçalarına kadar
ayrılarak yapılması anlayışı Z Teorisine göre gereklilik halinde uygulanır. Ancak çalışanın işin
bütünü hakkında bir bilgiye sahip olması her durumda önemlidir. Uzmanlaşmış mesleki
çalışmanın da Z Teorisinde kısmen de olsa terk edildiği görülür. 20. Yüzyılın ortalarında itibaren
ortaya çıkan ve “Aşırı Uzmanlaşma” olarak da bilinen problemin çözümünü Z Tipi yönetim
anlayışının kendi bünyesinde doğal olarak taşıdığı görülmektedir. Aşırı Uzmanlaşmada birey
tek bir alanda konuya derinlemesine hakimken ve tüm becerileri bu alanda gelişmişken,
bütünsel bir bakış açısından yoksundur. Hatta bağlantılı yan dallarda bile yetersiz bilgisi vardır
hatta hiç bilgiye sahip değildir. Ancak farklı alanları kapsayan rotasyona dayalı Z Tipi yönetim
bu sorunun büyük oranda üstesinden gelmiş durumdadır. Klasik anlayıştan farklı olarak Z tipi
örgütlerde örgüt mekanik bir biçimde ele alınmamakla birlikte kendine özgü bir felsefe geliştiği
için belirli bir düzeyde içe kapalılık içerir. Z Teorisi de bütünsel bir bakış açısını ve özellikle bireyi
çevresi ile birlikte değerlendirmeyi benimsemiştir, çalışanı etkileyen çevresel faktörlere önem
vermiştir. Örneğin işyeri içindeki sosyal olanaklar gibi. Böylece bireyin veriminin işletmenin
verimine yansıyacağı öngörülmüştür. Z tipi yönetim anlayışında özellikle çalışanların
sorumluluk ve karar almada etkin olmaları ise sisteme doğrudan katılımları sağlanmaktadır.
Klasik bakış açısına göre böyle bir uygulama mümkün değilken, Neoklasik bakış açısı ile paralel
bir yaklaşım söz konusudur. İşletme içine dönük bir bakış açısı ile klasik, insan odaklı olması ile
de neoklasik yaklaşımlar ile benzeşir.
COGİ BABA ÇEŞMESİ VE CEMEVİ
Birbirlerine çok yakın olan Yünören ile Avşar köyleri arasında yer alır ancak günümüzde daha
yakın olduğu Yünören köyü sınırları içerisindedir ve yanına Cemevi inşa edilmiştir. (İki köyün
arası yaklaşık 3,5 km kadardır. Birinden diğerine yürüyerek 15 dakikada ulaşmak mümkündür.)
"Coğü Baba" olarak da bilinir. İnanışa göre burada yatan eren Battal Gazi'nin askerlerinden
biridir ve türbenin yakınındaki bu çeşmeden abdest almıştır. Cogi Baba’nın türbesini ziyaret
eden insanlar çoğu zaman bu çeşmeye de uğrayıp şifa niyetiyle içerler ve şişelere doldurarak
götürürler. Anlatılanlara göre her yıl hac zamanı geldiği zaman çeşmenin suyu çekilir. Hacılar
memleketlerine dönmeye başladığı zamanda ise yeniden akmaya başlar. Çünkü yer altından
akarak hacılar susuz kalmasın diye Zemzem suyuna karıştığına inanılmaktadır. Başka bir rivayet
ise üç ayların girmesiyle kızıla dönüp kan rengini aldığı yönündedir. Çocuğu olmayan kadınlar
bu suyun birazını içer, kalanını da yıkanacağı suya katar. Ağrıyan yere bu suyun sürüldüğünde
ağrının geçtiğini söyleyenler de bulunmaktadır. (Türbe ise günümüzde Avşar köyü sınırları
içerisinde kalmaktadır. Cogi Baba’nın torunlarına, ellerindeki şecereye istinaden sancak
verildiği rivayet olunur. Ancak bahsi geçen sancağın daha sonra Şarkışla'nın Akcakışla bucağına
bağlı Alaman köyündeki Coğlü Baba Türbesi'ne götürüldüğü söylenmektedir.) Köyün eski adı
olan Cögi/Çögi sözcüğünün de bu erenin adından kaynaklanıyor olduğu anlaşılmaktadır.
Kara Cöğü gonca gülün harmanı,
Ahmet Dede okur aşkın fermanı,
Pire Dede yetmiş derdin dermanı,
Karlık Baba peyik salmış erlere.
- Kul Himmet İsmin kökeni: Cogi/Cogü/Coğü isminin nereden kaynaklandığı etimolojik olarak net değildir.
Kürtçe ve hatta Kafkas dilleri dikkate alınmalıdır. Ahmet Yesevi'nin öğrencilerinden olan Türk
Tasavvuf tarihi içerisinde adı geçen "Kasım Cogi" olduğu da öne sürülmektedir.
Cogi Baba Türbesi: "Coğ Baba" / "Coğü Baba" ya da "Cuva Baba" diye de bilinen bu eren
anlatılanlara göre Battal Gazi'nin askerlerinden biridir. Burada Ermenilerle yapılan bir savaşta
şehit olduğuna inanılmaktadır. Osmanlılar döneminde "Seyyid" olanlara (Muhammed
Peygamber'in torunu hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenlere) sancak verilmesi uygulaması
vardır. Bu sebepten ötürü Osmanlı Devleti tarafından, Cogi Baba’nın torunlarına, ellerindeki
şecereye istinaden sancak verildiği rivayet olunur. Ancak bahsi geçen sancağın daha sonra
Şarkışla'nın Akçakışla bucağına bağlı Alaman köyündeki Coğlü Baba Türbesi'ne götürüldüğü
söylenmektedir. Türbenin içerisinde duvarda asılı duran bir Kur'an bulunmaktadır. Duvarda
ayrıca 12 İmam resimleri yer alır. Dışarıda yan tarafta ise ziyaretçilerin kurban kesebileceği bir
alan ve üstü kapalı bir oturma yeri vardır. Çocuğu olmayan ya da çocuk düşüren kadınların
burayı ziyaret ederek Allah'tan bir çocuk vermesini dilediklerine sıklıkla rastlanır. Dileklerin
kabul olması için de türbenin duvarına, penceresine çaput bağlarlar. Türbenin penceresinin
demir parmaklıkları bağlanan ip ve çaputlarla doludur. Orada bulunan ağaca bir çocuğun
elbisesinden alınan bir parçayı bağladıkları da görülür. Türbenin duvarına taş yapıştırmaya
çalışanlar da vardır. Eğer taş duvara yapışırsa kadının çocuğu olacağına işarettir. Çevre
köylerde inanışa göre bir kadın bu türbeye adak adadıktan sonra çocuğu olur da adağını yerine
getirmezse, doğan çocuk bir süre sonra ölür. Bu nedenle adak hemen yerine getirilmeli ve
fakirlere dağıtılmalıdır. Ayrıca sara hastalığı olanlar ile felçliler de sıklıkla buraya getirilirler.
Ağrıyan yerlere orada bulunan yuvarlak bir taş sürülür. Evlenemeyenler de Cogi Baba’ya
gelerek dua edip adakta bulunurlar.
Cogi Baba Çeşmesi: Çeşme günümüzde Yünören köyü içerisindedir ve yanına Cemevi inşa
edilmiştir. İnanışa göre Cogi Baba bu sudan abdest almıştır. Cogi Baba’nın türbesini ziyaret
eden insanlar çoğu zaman bu çeşmeye de uğrayıp şifa niyetiyle içerler ve şişelere doldurarak
götürürler. Anlatılanlara göre her yıl hac zamanı geldiği zaman çeşmenin suyu çekilir. Hacılar
memleketlerine dönmeye başladığı zamanda ise yeniden akmaya başlar. Çünkü yer altından
akarak hacılar susuz kalmasın diye Zemzem suyuna karıştığına inanılmaktadır. Başka bir rivayet
ise üç ayların girmesiyle kızıla dönüp kan rengini aldığı yönündedir. Çocuğu olmayan kadınlar
bu suyun birazını içer, kalanını da yıkanacağı suya katar. Ağrıyan yere bu suyun sürüldüğünde
ağrının geçtiğini söyleyenler de bulunmaktadır.
YOLKAYA KÖYÜ
Sivas’ın Yıldızeli ilçesin bağlı bir köydür.
Tarihi: Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Köyün eski ismi olan
Çakraz ("Çarkaz" ya da "Çarkraz" biçiminde söylenişleri de yaygındır) kelimesinin değirmen taşı
çarkından kaynaklandığı söylenir. 1960 yılında değiştirilerek "Yolkaya" adı verilmiştir.
Kevgir Baba Türbesi: Köyün güneyindeki yaklaşık 7–8 km uzaklıktaki bir tepenin üzerinde yer
almaktadır. Eskiden kayıp olan mezarın tespiti hakkında benzer iki rivayet bulunmaktadır.
Birinci rivayette Tokat'ın Zile ilçesinden Tahsildar Mehmet Efendi isimli bir kişi rüyasında Kevgir
Baba'yı görmüştür. (Bazı kaynaklarda bu isim Mustafa Efendi olarak geçmektedir.) Bu kutlu kişi
kendisine: "Ben bataklıklar içerisindeyim. Gel beni kurtar." diye seslenir ve köyün adını söyler.
Bunun üzerine Mehmet Efendi sorarak Çakraz köyünü bulur. Rüyasında gördüğü tepeye
çıkarak orada bulunan bataklığı kazdırır. Bir elinde kılıç bulunan ve sağ gözünde ok yarası olan
sarı sakallı bir kişinin cesedini bulur. Bataklıktan yaklaşık on adım kadar yukarıda kazılan bir
mezara defneder. Sonra oradaki bataklık ıslah edilerek bir pınara dönüştürülür. İkinci
söylentiye göre ise, Tokat'ın Artova ilçesindeki bir genç kız rüya görür. Rüyada gördüğüne göre
bir bataklıkta elinde kılıcı olan birisi yatmaktadır. "Gel beni kurtar, beni suyun üzerine çıkar ve
mezarımı yaptır." diye söyler. Genç kız babası ile birlikte Çakraz köyüne gelir. Orada yanına
aldığı köylülerle beraber rüyasındaki tepeye çıkarlar. Burayı kazdıklarında elinde kılıcı olan
birisi suyun içinde yatmakta olduğunu görürler. Kılıcını almaya çalışsalar da bunu
başaramazlar, eren elindeki kılıcı bırakmaz. Sonra içlerinden birisi "Kılıcını tekrar vereceğiz"
deyince kılıcı bırakır. Daha sonra genç kız ve babası Kevgir Baba'nın mezarını yaptırırlar. Kevgir
Baba'yı Yıldızeli ve çevresindeki köyler ile Şarkışla'ya bağlı köylerden de insanların gelip ziyaret
ettiği bilinmektedir. İki odalı bir binanın içerisindeki mezar yaklaşık üç metreye iki metre
boyutlarında üzeri toprakla kapatılmış durumdadır. Odalardan birinde mezar vardır, diğerinde
ise gelenlerin oturması için minderler serilmiştir.
Süt-Oluk Efsanesi: Çakraz dağı eteklerindeki dere inanışa göre bahar aylarının başlarında süt
renginde akmaktadır. Efsaneye göre çobanın biri derenin başında aşık olduğu kızla buluşur ve
ona kaval çalarmış. Bunu duyan koyun ve keçiler de sütlerini dereye akıtırlarmış. O günlerden
beri dere bahar aylarında hep süt akmış. (Bir yoruma göre derenin rengi erezyonla suya karışan
bazı maddelerden kaynaklanmaktadır.)
YEELEN
1987 yılında gösterime girmiş bir Mali filmidir. Filmin adı olan "Yeelen" sözcüğü yerli Bambara
dilinde "Parlaklık" veya "Işık" manasına gelmektedir. Bambara ve Fula dillerinde çekilmiştir.
Konusu: Afrika'da yaşayan Bambara kabilesinin sözlü kültürü içerisinde yer alan bir efsaneden
kaynaklanmaktadır. Filmin geçtiği dönem açıkça belirtilmemiştir. Ancak olasılıkla 13. yüzyıldaki
Mali İmparatorluğu içerisinde geçtiği düşünülmektedir. Nianankoro adındaki genç adam
babasının idaresi altındaki bir kabilede yaşamaktadır. Nianankoro gizemli güçleri elde etmek
üzere gizlice yola çıkar. Bunun için amcasından yardım almayı planlamaktadır. Tehlikeli
yolculukta ilginç bir serüven yaşayacaktır. Babası Soma ise oğlunun yerini elindeki büyülü bir
nesne ile bularak izlemeye başlar. Amacı oğluna engel olmaktır. Yolculuk esnasında
Nianankoro ona kaderini söyleyen bir sırtlana rastlar. Yabancı bir kavim tarafından bir hırsız
olduğu iddiasıyla yakalanır. Ancak yetenekleri sayesinde kurtulmayı başarır. Soma, ise tanrıları
sakinleştirmek için albino bir adamı ve vahşi bir köpeği kurban eder. Film boyunca büyü gücüne
ulaşmasını engellemek isteyen babası ile delikanlı arasındaki çelişki ve güç mücadelesi
vurgulanır. Genç adam babası ile karşılaşmadan önce kutsal suda yıkanır. Seyirciye büyülü,
fantastik ve gerçeküstücü bir serüven sunulmaktadır. İnsanüstü ve doğaüstü güçler insanın
hayatında kendi iradesine eşit bir etkiye sahiptir. Geri planda uçsuz bucaksız savan ve kıraç
tepeler görülür. Yaptıkları büyülerle insanlara etki edebilen şamanlar, büyüye inanan kabile
şefleri (krallar) bulunan ve zaman zaman olabildiğince ıssızlaşan bu diyarda genç adam aşk ile
de tanışır.
YAWAR MALKU
Kondor'un Kanı (Quechua dilinde: Yawar Mallku, İspanyolca: Sangre de cóndor)
Jorge Sanjinés'in yazıp yönettiği ve Marcelino Yanahuaya'nın başrolde oynadığı 1969 Bolivya
yapımı drama filmidir.
Filme kaynak teşkil eden olaylar: Film, "Cuerpo del Progreso"dan ("İlerleme Birliği") tıbbi bakım
alan yerli bir Bolivya topluluğunun hikayesini anlatmaktadır. Barış Gücü niteliğinde olan ve ABD
destekli bu ajans yerli kadınları gizlice kısırlaştırmaktadır. Yerli halkın film yapımcısına
anlattıklarına dayanan hikaye, kamuoyunda bir öfkeye yol açmıştır. Bolivya'daki Barış Gücü
hakkında hükümetin soruşturma yaparak ajansın ülkeden sınır dışı edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Çekim süreci: Yönetmen, Hollywood'daki profesyonel oyuncuları işe alma uygulamasının
aksine amatör oyuncularla çalışmaya karar verdi. Bolivya'nın Quechua köyü Kaata'ya gitti.
Ancak Quechua çiftçileri başlangıçta oynamak istemiyorlardı çünkü hasat mevsimiydi.
Sonunda yerel törende birlikte çalıştılar. Bunun üzerine topluluk lideri Marcelino Yanahuaya
da filmde oynadı. Ancak Kallawaya kültür bölgesinde yer alan Kaata köyü, gerçek zorunlu
kısırlaştırmaların yapıldığı yer değildi ve başlangıçta planlanan olaylardaki gerçek kişileri
kullanarak yarı-belgesel nitelikte bir film olma özelliğinden vazgeçilmesi filmi (gerçek
olaylardan esinlenen) kurgusal bir öyküye dönüştürdü.
Gösterim: Filmin sinema salonlarında gösterilmesi ABD tarafından yapılan baskı nedeniyle
engellenmek istemiş ve sinema salonları devlet tarafından kapatılmıştır. Ancak halkın başlattığı
protesto eylemleri üzerine filmin oynatılmasına izin verilmiştir. 1971'de sol eğilimli General
Juan José Torres'in başkanlığında ABD'ye bağlı Bolivya Barış Gücü ülkeden gönderilmiştir.
Konusu: Yerli bir Bolivya topluluğu tıbbi bakım aldıkları ajansın kadınları gizlice kısırlaştırdığını
anlayınca yabancılara saldırır. Saldırganlar yetkililer tarafından vurulur. Filmin kahramanı,
kardeşi için umutsuzca tıbbi bakım arar, ancak uygun bakım için para eksikliği nedeniyle
kardeşi ölür.
YANCO
1961 yılında gösterime girmiş bir Meksika filmidir.
Konusu: Küçük bir çocuğun seslere karşı aşırı bir duyarlılık sergilemesi üzerine kendi müzik
yeteneğini keşfetmesi anlatılmaktadır. Bu durum onu kasabanın gürültüsünden uzaklaştırarak
ormana ve doğaya yöneltir. Ormanda kendisine bir keman yapar, daha sonra nasıl çalınacağını
öğreten yaşlı bir rahiple tanışır. Rahip gerçek bir kemana sahiptir. Ancak yaşlı adamın ölümü
üzerine ona ait olan keman bir rehin dükkanına gönderilir. Bunun üzerine çocuk her gece
gizlice kemanı çalmak için dükkana girer. Kasabalılar nereden geldiği anlaşılamayan bu sesleri
gece duyarak kaygılanmaya başlarlar ve kötü bir ruhun başıboş dolaştığı söylentileri yayılır.
Çekim tekniği: Film de yerli dili Nahuatl ve İspanyolca olmak üzere yok denebilecek miktarda
çok az konuşma vardır. Filmin geri kalanına dış çevreye ve doğaya ait sesler hakimdir. Ayrıca
sıklıkla filmdeki enstrümanlardan duyulan müzik sesleri işitilir. Bu bağlamda diyalogsuz bir film
olduğu söylenebilir. Filmi izlerken kesinlikle herhangi bir yabancı dili anlamaya veya altyazıya
gerek yoktur.
Filmin etkileri: Değeri gösterime girdiği dönemde yeterince anlaşılamamış bir başyapıttır.
Bunda filmin Meksika dışında geniş kitlelere ulaşma şansının bulunmayışının etkisi büyüktür.
Ancak yine de bazı sinema ödüllerini kazanmıştır. Diyalog olmaksızın yalnızca çevreden gelen
sesleri kullanma tekniği daha sonraki dönemlerde farklı ülkelerde birkaç filmde daha
kullanılmıştır.
WİNDWALKER
Kieth Merrill tarafından yönetilen ve Ray Goldrup tarafından yazılan 1980 yapımı bir filmdir.
Başrollerinde Trevor Howard ve Nick Ramus yer almaktadır. Filmin adı Türkçe'de yaklaşık
olarak "Rüzgar Yürüyücü" anlamına gelmektedir.
Konusu: "Windwalker" yaşlı bir Cheyenne savaşçısıdır. Gençliğinde karısı Tashina'nın
öldürülmesini ve ikiz oğullarından birinin düşman Crow kabilesine mensup savaşçılar
tarafından bir baskın sırasında kaçırılmasını çaresizlik içinde izlemek zorunda kalmıştır.
Kaçırılan oğlunu yıllarca aradıktan sonra, onu bulamamış olmanın üzüntüsü içerisinde 1797
kışında (daha sonradan Utah eyaleti olacak olan topraklarda) ölür. Onun cenazesinden sonra,
diğer oğlu ailesini yanına alarak kabilenin geri kalanına yeniden katılmak üzere yola çıkar. Yolda
Crow savaşçılarından oluşan bir grubun saldırısına uğrarlar. Onları geri püskürtür ancak ağır
yaralanır ve ailesini saklar. Yüce Ruh tarafından yeniden uyandırılan Windwalker, oğlunun
yaralarını iyileştirmek için onu kutsal bir mağaraya götürür. İki torunu ile yeni bir saldırıya karşı
hazırlık yaparak, tuzaklar hazırlatır. Bu sürecin sonunda kayıp oğluna kavuşur.
Çekimler: Wasatch Dağları da dahil olmak üzere Utah'ta çeşitli dış mekanlarda çekilmiştir.
Ayrıca geçmişe dönüş ile gösterilen genç Windwalker ile yaşlılık hali beyaz aktörler tarafından
canlandırılmıştır.
Dil: Hikayenin özgünlüğünü korumak için, konuşmalar Cheyenne ve Crow dilleri ile filme
alınmıştır. Yalnızca filmin giriş kısmındaki dış ses anlatımı İngilizce'dir. Böylece yerli diller bir
özgünlük duygusu oluşturmak için kullanılmıştır. Ancak filmde beyaz insanlarla etkileşim
içeren, hatta yerlilerin beyaz adamların varlığından haberdar olduklarına dair bilgi barındıran
herhangi bir sahne yoktur.
VE TANRILAR ÇILDIRDI (İngilizce: Crazy Safari)
Tanrılar Çıldırmış Olmalı serisinin üçüncü filmidir. Hong Kong yapımıdır.
Konu: Bir bilge ve Çinli Atasını kendi ülkesi Çin'e götürürken, 15. asırda ölen atası gittikleri
uçağın arızalanması sonucu kendileri ve atasıyla birlikte paraşütle atlayarak Nǃxau ve Afrikalı
kabilesinin yaşadığı yere düşer. Atalarını aramaya koyulurken kendilerini bir komedi
macerasının ortasında bulurlar. Nǃxau ve kabilesi karşılarına çıkan bu garip görünüşlü insanı
onlara tanrıların gönderdiğini sanır ona çok güvenir ve korumaya çalışırlar....
İngilizce versiyon: Çince (Kanton lehçesinde) çekilen filmin yalnızca ülkede değil (serinin
devamı niteliğinde olması nedeniyle) dünyanın pek çok ülkesinde ilgi göreceği beklentisi ile
dublaj (seslendirme) yapılması istenmediği için İngilizce olarak yeniden çekilmiştir. İngilizce
versiyonu dublajlı değildir, sahneler aynı oyuncular ve aynı teknik ekiple ikişer kere çekilmiştir.
Aynı sahneyi Çince olarak canlandırdıktan sonra ikinci çekimlerde oyuncular İngilizce
konuşmuşlardır. Versiyonlar arasındaki süre farkı büyük oranda sahnelerin tekrarlanışı
esnasındaki oyunculuk kaynaklı canlandırma sürelerinin birebir aynı gerçekleşmeyişinden
kaynaklıdır. Ayrıca diğer versiyonda bulunmayan bazı sekanslarda mevcuttur. Ayrıca
oyuncuların bazılarının farklı roller üstlendiği görülmektedir. Bazı kaynaklarda ikinci versiyon
"sabit dublaj" (hard-dub) olarak gösterilse de bu durum doğru değildir. Kısmen farklı
oyuncularla çekilmiş başka bir versiyondur.
VAMPİR NOSFERATU
Özgün adı Nosferatu: Phantom der Nacht (Türkçesi: Nosferatu: Gecenin Hayaleti).
1979 Batı Almanya - Fransa ortak yapımı Gotik korku filmidir. İngilizce konuşulan ülkelerde
Nosferatu the Vampyre adı ile gösterilmiştir. Filmin Türkçe adı kararlaştırılırken Almanca özgün
ismi yerine İngilizce isminin referans alındığı anlaşılmaktadır. Teknik olarak senaryosu Alman
yönetmen Werner Herzog tarafından, İrlanda'lı yazar Bram Stoker'ın 1897 tarihli romanı
Dracula'dan uyarlanmış olsa da, film yine aynı romana dayanan, F. W. Murnau'nun 1922 tarihli
sessiz Alman klasiği Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (Nosferatu, eine Symphonie des Grauens)
adlı filminin stilistik bir yeniden çevrimidir ve bu filme bir saygı duruşudur. Filmin yönetmeni
ve yapımcısı da Werner Herzog'dur. Başlıca rollerinde Klaus Kinski, Isabelle Adjani ve Bruno
Ganz oynamışlardır. Yönetmenin aktör Klaus Kinski ile birlikte gerçekleştirdikleri 5 efsanevi
filmin de ikincisidir. Filmin hem Almanca hem de İngilizce versiyonları mevcuttur.
İngilizce versiyon: Sadece Almanca konuşulan birkaç ülkede değil dünyanın pek çok ülkesinde
ilgi göreceği beklentisi ile çevrilen filme dublaj (seslendirme) yapılması istenmediği için
İngilizce olarak yeniden çekilmiştir. Biraz daha uzun olan İngilizce versiyonu dublajlı değildir,
sahneler aynı oyuncular ve aynı teknik ekiple ikişer kere çekilmiştir. Aynı sahneyi Almanca
olarak canlandırdıktan sonra ikinci çekimlerde oyuncular İngilizce konuşmuşlardır. Versiyonlar
arasındaki süre farkı büyük oranda sahnelerin tekrarlanışı esnasındaki oyunculuk kaynaklı
canlandırma sürelerinin birebir aynı gerçekleşmeyişinden kaynaklıdır.
Müzik: Filmin müziklerini ise daha önce de Herzog'un birçok filminin müziklerini yapan Alman
deneysel müzik grubu Popol Vuh hazırlamıştır.
Konu: Bir emlak satışı için Transilvanya'ya gönderilen Jonathan Harker'ın bu yeni müşterisi bir
vampirdir. İnsan kanıyla beslenen bu hortlak ölümsüzdür ve tek isteği huzura kavuşmaktır.
Ancak Harker'ın karısının fotoğrafını görünce fikrini değiştirir ve gemiyle Almanya'ya doğru
yola çıkar ama beraberinde felaketi de getirecektir.
UKAMAU
Aymara dilinde 1966 yılında Jorge Sanjinés tarafında çekilmiş siyah beyaz bir filmdir. "İşte
Budur!" (veya "İşte Böyledir!") başlığı ile de kaynaklara geçmiştir. Sözcük günümüz yazı
sisteminde Ukhamaw / Ukamaw / Ukhamawa olarak yer alır.
Çekildiği dönem: 1964'ten 1969'daki ölümüne kadar hüküm süren General René Barrientos
Ortuño'nun saltanatı sırasında çekilmiştir.
Konu: Aymara yerlisi bir kadın tecavüze uğrayınca kocası onun intikamını almak için yolculuğa
çıkarak bir takibe başlar. Western tarzı bir macera filmi atmosferine dönüşerek ilerleyen film
Latin Amerika yerlilerinin kırsal bölgelerdeki sosyal yaşamlarından kesitler sunmaktadır. Yerli
köylüler ve daha iyi sosyal koşullara sahip melezler arasındaki anlaşmazlıkları da kimi zaman
ön plana çıkararak sınıf mücadelesinin sinemaya yansıtarak örnekler. Filmin sonunun nasıl
olacağına dair bekleyiş ile kendine özgü bir gerilim oluşturur. Aymara çiftçisi ve balıkçısı Andrés
Mayta eşi Sabina ile Titicaca Gölü'ndeki "Güneş Adası" (Isla del Sol) üzerinde bir köy olan
Yumani'de yaşamaktadır. Ürünlerini daha önceleri yaptığı gibi bir aracıyla değil de, doğrudan
kendisi pazarlamak için yüklü teknesiyle yola çıkar. Bu sırada, aracı Rosendo Ramos onun
mallarından satın almak için gelir, ancak kadının yalnız olduğunu görür. Onu tuzağa düşürerek
ayartmak ister, fakat kadın kendisine yüz vermeyince tecavüz ederek onu ölümcül şekilde
yaralar. Andrés'in geri döndüğünü çaldığı flütün sesinden anlayarak kaçar. Andrés evine
girdiğinde Sabina ölmeden önce ona katilin Ramos olduğunu söyler. Andrés'in arkadaşları ona
polise gitmesini önerseler de o, devlet yetkililerinin yerli halka düşman olduğu kanaatinde
olduğu için bunu reddeder. Sonraki haftalarda Andrés katilin kimliğine dair hiçbir şey
bilmiyormuş gibi davranarak çalışmaya devam eder. Sabina'nın ölümünden bir yıl sonra
Ramos, kardeşini ziyaret etmek için bir yolculuğa çıkar. Andrés peşine düşerek ıssız bir yerde
ona yetişir ve saldırır. Teke tek dövüşte onu öldürür.
Eleştiriler: Andrés Mayta'nın neden intikam almak için bir yıl beklediği veya neden silahsız
dövüşe girdiği gibi bazı mantıksal sorunlar ileri sürülse de bunların insanın duygu durumları ve
beklentileri ile açıklanabilmesi mümkündür.
Ek bilgi: Ukhamaw, Aymaraca'da kelime tam anlamıyla "bu böyle" anlamına gelir ve genellikle
"İstifa" olarak çevrilir, ancak "sıkıntıya razı olmak" anlamına gelen bu Kastilya kelimesinin
çağrışımına sahip değildir. Ukhamaw, kişinin kendi deneyiminde doğruladığı bir şeyin teyididir,
doğal olan veya var olduğunu bildiğimiz bir şey gibi bireye dışsal bir şeyin kabulüdür. İyi ya da
kötü olabilecek bir şeyi kabul etmeyi ima eder, böylece değişiklikler tartışılmaz alemde olur ve
direnmeden kabul edilir. Alıntı – Maria Mercedes Zerda Cáceres: Factores protectores de
envejecimiento patológico en la cultura aymara – Estudio con personas mayores de la ribera
del lago Titicaca en La Paz, Bolivia, Revista Kairós-Gerontologia, 22 (1), São Paulo (Brasil) 2019,
S. 9–32
TSOTSİ
Gavin Hood tarafından yönetilen 2005 Güney Afrika yapımı film. Film, Athol Fugard tarafından
yazılan aynı isimli romandan uyarlanmıştır. Filmin çekimleri Johannesburg, Güney Afrika'da
yapılmış ve konusu da yine burada geçmektedir.
Filmin adı: Filmin başkişisinin adı (aslında lakabı) olan "Tsotsi" sözcüğü Afrikaans dilinde
"serseri" veya "kabadayı" anlamına gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda bir Güney Afrika
Cumhuriyeti'nde konuşulan bir dilin de adıdır. Tsotsi karma bir dil olup yerel Afrika dillerinden
Tswanaca'dan kaynaklanır fakat Afrikaans başta olmak üzere Avrupa kökenli dillerden de çok
sayıda sözcük hatta gramer yapısı aktarılmıştır. Kendiliğinde oluşmuş bir dildir ve ülkenin bazı
bölgelerindeki varoşlarında yaşayan siyahiler arasında yoğun olarak kullanılmaktadır.
Konusu: Johannesburg’da yaşayan ve küçük suçlar işleyen Tsotsi adındaki genç, bir gün bir
soygun işinde bir adamı vurur ve kaçmak isterken arabasını almak istediği bir kadını da vurarak
yaralar ancak arka koltukta bir bebekle karşılaşır. Bebeği de alıp kaçan Tsotsi'nin hayatı
değişecektir.
HAİNLER (Afrikaans: Verraaiers)
2013'te vizyona giren bir Güney Afrika filmidir. Boer Savaşı sırasında yaşananları anlatır. Filmin
yönetmeni Paul Eilers'dir. Başrollerde Gys de Villiers, Vilje Maritz ve Andrew Thompson
oynamıştır.
Konusu: Bir Boer subayı, savaşa devam etmek yerine ailesini korumak için eve dönmeye karar
verir. Bu karar, kendisi ve oğullarının vatana ihanetten yargılanmalarına neden olur. Ayrıca
filmde Peygamberdevesi böceği (Afrikaans: "Bidsprinkaan" / "Hotnotsgod") efsanesi de bir
kurtuluş işareti olarak kullanılmıştır. According to local beliefs, this insect brings good luck.
Yerel inanışlara göre bu böcek uğur getirir. Filmin sonu oldukça etkileyici bir biçimde
bitmektedir.
TİLAİ
Idrissa Ouddraogo tarafından yönetilen 1990 Burkina Faso filmi. Film oğlunun göz koyduğu
kızla evlenen bir babanın oğluyla çatışmasını konu edinmektedir. "Tilai" sözcüğü yerli dilinde
"Töre" (veya Kanun) anlamına gelmektedir.
Konusu: Saga adındaki yerli genç uzun bir aradan sonra köyüne döner, ancak yokluğunda öz
babasının kendi nişanlısı Nogma ile evlendiğini öğrenir. Saga kaçarak köyün yakınında
samandan bir kulübe inşa eder. Nogma ise ailesine teyzesini ziyaret edeceğini söyleyerek
Saga'nın kulübesine koşar. Birbirlerine aşık olan Saga ve Nogma kavuşurlar. Fakat bir süre
sonra ilişki ortaya çıkar. Saga'nın babası, ailenin onurunu kirlettiği için ölmesi gerektiğine karar
verir. Genç kız cenazede annesi tarafından evlatlıktan reddedilir. Saga'nın kardeşi Kougri,
Saga'yı öldürmek için görevlendirilir. Ancak o bu infazı yerine getirmeyerek kardeşi Saga'yı
öldürmüş gibi yapar ve gitmelerine izin verir. Saga ve Nogma daha sonra başka bir köye
kaçarlar. Nogma bir gün Saga'ya hamile olduğunu söyler. Bu sırada Kougri, Saga'yı öldürmediği
için pişmanlık duyar. Filmde dışlanma, cinayet, intihar, namus, onur gibi toplumsal yaşam
içinde bireysel varoluşa tüm sorunlar yalın bir biçimde ele alınmaktadır.
SVALBARD KÜRESEL TOHUM DEPOSU
Norveç'te bir depoda dünyadaki bütün bitki tohumlarını muhafaza etmeyi amaçlayan projedir.
Depo, Norveç'in Longyearbyen şehrinde yer alır. 2008 yılında açılmıştır. Kıyamet Ambarı
(Doomsday Vault) adıyla da bilinen; "Küresel Tohum Deposu" projesidir. Depoda dünyadaki
bütün bitki tohumları yer almaktadır.
Proje: Büyük oranda gerçekleştirilmiş olan ve Küresel Ürün Çeşitliliği Örgütü (GDTC) ile ayrıca
Norveç hükümeti tarafından desteklenen proje, olası bir küresel afet halinde yeryüzündeki
bitki türlerinin korunarak yeniden ekilebilmelerine olanak sağlamayı amaçlamaktadır.
Dünyadaki pek çok zengin kişinin bir dağın altında kurulan bu depoya finansman sağladıkları
basındaki haberlerde yer aldı. Faaliyete 2008 yılında geçen "Küresel Tohum Deposu" projesi
1983 yılından itibaren hazırlanmaya başlanmıştır. Nükleer patlamalara dayanıklı olarak
tasarlanan depo yaklaşık 9 milyon dolara mal olmuştur ve Norveç'in kuzeyinde yer alan
Spitsbergen adasında bulunan bir dağın altında 130 metre aşağıya inşa edilmiştir. Depoda
yaklaşık 4 milyon adet tohum korunmaktadır. Depodaki havanın sıcaklığı tohumların en uzun
süre korunabileceği sıcaklık olarak tespit edilen eksi 18 dereceye sabitlenmiştir. Proje ABD,
İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada'nın devlet fonlarından yıllık yaklaşık 125 -150 bin
dolar mali destek aktarılmaktadır.
İtirazlar: Projeye karşı sansasyonel ve hatta komplo teorisi denilebilecek itirazlar da
bulunmaktadır. Örneğin Amerikalı gazeteci F. William Engdahl 2007 yılında yayınlanan "Ölüm
Tohumları" (Seeds of Destruction) adlı kitabında Spitsbergen Adası'nın buzullarının altında
"dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme planları"nın oluşturulduğunu öne
sürmektedir.
SON VİKİNG (Danca: Den sidste viking)
1997 yılında gösterime girmiş bir Danimarka filmidir. Yönetmen Jesper W. Nielsen'dir.
Başrollerde Holger Thaarup, René Hansen ve Moa Lagercrantz oynamaktadır.
Konusu: Bir Viking çocuğu olan Harald, babası gibi bir savaşçı olmayı hayal etmektedir. Kral
Grimnir halktan toplanması için yeni vergiler koyar. Ancak Harald'ın babası olan Agne kendi
şehrinin gemilerini krala teslim etmeyi reddeder ve isyancılarla işbirliği yapar. Kralın askerleri
kısa sürede köye baskına gelirler. Köy ateşe verilir, ahalinin bazıları öldürülür ve geri kalanı
tutsak edilir ve kralın filosu için yeni bir gemi inşa etmeleri emredilir. Harald ve cüce Gunga,
şehrin içki bağımlısı olan gemi ustasının gemiyi tamamlamasını sağlamak için büyük bir uğraş
verirler.
SİYASAL KAYITSIZLIK (veya Politik İlgisizlik)
Siyasete (yalnızca siyasi çalışmalara katılma anlamında değil, tüm siyasi faaliyetlere ve bunları
takip etmeye) karşı ilgisizlik durumudur.
Belirleyiciler: Kimi zaman bu kayıtsızlık hali bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bir bireyin
seçimlere, siyasi olaylara, halka açık toplantılara ve oylamaya ilgisizliğini içerir. Siyasi ilgisizlik,
seçimlerde düşük katılım oranlarına ve durgunluğa yol açabilir. Örneğin ABD'de seçimlere
katılım oranları oldukça düşüktür. Siyasi ilgisizlik, demokrasi kaybına neden olabilir ve kişisel
siyasi etkileşim eksikliği sonucu taraflar birbirini anlamaktan uzak kalabilir. Zorunlu oy
kullanma hakkına sahip ülkelerde seçmen ilgisizliği azalır. Belçika'da siyasi katılım % 87,2 iken
Türkiye'de % 84,3'tür.
İdeolojik farksızlaşma: Siyasi kayıtsızlığa neden olan durumlardan birisi ideolojik farksızlaşma
sonucu seçmen tarafında tüm partilerin birbirinin aynısı gibi algılanmasıdır. İnsanlık tarihi
boyunca var olan siyasi saf değiştirme olgusuna kimi toplumlarda ve dönemlerde daha fazla
rastlanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi (yalnızca Türkiye’de değil) tüm
Dünya’da yaşanan ideolojik farksızlaşma ve siyasi görüşlerin bulanıklaşmasıdır. Çünkü bir
zamanlar Dünya'da siyaset sahnesi üzerinde çok önemli rol oynayan ve kesin çizgileri olan
ideolojiler, çeşitli etmenlerin ortaya çıkışıyla birlikte önemini yitirmeye başlamışlardır. Bunun
sonucunda ise siyasi akımlar ve ideolojik bakış açıları daha esnek ve geçişken bir yapıya
bürünmüşlerdir. Bu durumun toplumsal hayata olumlu yansımaları olduğu gibi olumsuz
yönleri de açıkça kendisini ortaya koymaktadır. Katı ideolojik düşünceleri terk etmek
demokrasiyi güçlendirebilmektedir. Örneğin sanki bir futbol takımını destekler gibi fanatik
(tutucu) bir yaklaşımla belirli bir ideolojinin savunucusu olmak veya bir partinin mensubiyetini
kayıtsız şartsız kabul etmek yerine eleştirel yaklaşımlar sergileyip, daha iyi hizmet edeceği
düşünülen partileri oy verme mantığı ideolojik katılığı terk etmenin en olumlu dışavurumudur.
Böylece değişik zamanlarda (hatta kısa sayılabilecek dönemler içerisinde) politik yelpazenin
farklı yerlerinden farklı partiler iktidara gelebilmektedir. Ancak diğer taraftan; sürekli olarak
iktidarda gelen hangi parti veya görüş olursa olsun ondan yana durma, böylece iktidar
değişince derhal yeni gelene tabi olma, ilkesizlik (veya belirli bir duruşu reddetme), görüş
değiştirmede hiçbir kurala sahip olmama, toplumsal yararları geri plana iterek sürekli olarak
bireysel menfaatleri önceleme gibi durumlar ise siyasi farksızlaşmanın en büyük
dezavantajlarıdır. Böylece siyasi renkler ve çeşitlilikler kaybolmaktadır. Muhalefet kavramı görüntüde var olsa bile- anlamını yitirmekte ve ciddi antitezler ortaya koyamamaktadır. Üstelik
aynı durum çelişik bir biçimde bir zamanlar iktidardayken daha sonra muhalefet konumuna
geçen partiler için de geçerli olmaktadır. Bütün bunların üzerine, birbirinin tam tersi görüşlere
sahip olduğunu iddia eden siyasi partilerden birbirlerine üye geçişleri ise hiçbir etik kritere
uyulmadan gerçekleştirilmektedir. Bunun sonucunda partilerin birbirlerinden farklı olmadığı
algısı ve hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesi nedeniyle seçmen tercih yapmaktan
uzaklaşacaktır. Ancak yine de belirtilmesi gereken bir husus ise, ideolojilerin oluşturduğu çeşitli
kavramların ve sınıflandırmaların yalnızca görüntüde bile olsa her şeye rağmen etkilerini
devam ettirmekte olduklarıdır. Yani insanlar saflara ayrılma ve gruplaşma güdülerine
sahiptirler. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde var olan iki büyük parti dönüşümlü olarak
iktidara gelmektedir. Aralarında çok önemli farklar bulunmadığı halde bu partilerin mensubu
olmak ve karşısında bir rakip bulmak, çekişme halinde olmak hem insani güdülerin tatmini hem
de demokrasi çarkının dönmesi için zaruri görülmektedir. Tüm dünyada insanlar kendilerini
belirli tanımlamalar ve kategoriler içerisinde sınıflandırma eğilimi içerisindedirler. Bu
sınıflandırmaların en kolay olanlarından biri de siyasi partilere dayalı olanıdır. Hatta siyasi
partileri daha basit ama daha bulanık olarak genelleyen bir yaklaşım vardır. Örneğin sağcı,
solcu kavramlarında olduğu gibi.
Apolitizm: Kavramlar birbirine çok benzemekle birlikte Apolitizm'de kayıtsızlık değil, bilinçli
olarak tarafsız bir duruş sergileme söz konusudur.
AŞIK VEYSEL
Ünlü halk ozanı Aşık Veysel Şatıroğlu Sivrialan'da doğmuş ve kısa süreli geziler ve görevli olarak
gittiği saz eğitmenliği dışında ömrünün tamamını burada geçirdikten sonra bu köyde ölmüştür.
Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak Köy
Enstitüleri'nde saz hocalığı yapmıştır. Köyde ünlü ozanın evinin düzenlenmesi ile oluşturulmuş
Aşık Veysel Müzesi de yer almaktadır.
Beserek bölgesi: Sivrialan Köyü’nün yaklaşık 10 km ilerisinde bulunan bir bölgedir. Buradaki bir
dağın tepesinde bir taş yığını bulunur ve yöre ahalisi burada bir yatırın olduğuna inanmaktadır.
Dağın eteğinde ise yaklaşık 20-30 metre genişliğinde bir göl çukuru bulunmaktadır. Bu göl
bahar aylarında kar suları ile beslenir. Köylüler bu gölün suyunun uyuz hastalığına iyi geldiğine
inanırlar. Uyuz olan hayvanları bu suda yıkadıklarında tedavi olduğunu söylenir. Bir rivayete
göre Veysel Karani bu bölgeden geçerken develerini kaybeder. İzlerini takip ederek onları bu
gölde bulur. Daha önce uyuz olan develerin hastalıklarından kurtulduğunu görür. Beserek
sözcüğü de besili deve anlamına gelmektedir. Gölün başındaki ardıç ağaçlarının kutsal olduğu
kabul edilir ve bunlardan bir yeşil dal bile kesenin vücuduna kurt düşeceğine inanılır. Gül Dede
ise, Beserek gölünün yanında bulunan bir ziyarettir. Tarihi eser arayıcıları tarafından Gül
Dede’nin mezarının kazılıp talan edildiği söylenmektedir. Rivayete göre Aşık Veysel gözünü
kaybettiği zaman babası Gül Dede’ye gidip bir kurban keseceğini etrafındakilere söyler. Daha
sonra da oğlu Veysel’i ve köyden bazı kimseleri de alarak Gül Dede’ye gider. Adak kurbanını
kestiği esnada yedi deveden oluşan bir kervan gelir. Sofra hazırlandığında bir de bakarlar ki
kervan falan yoktur. O zaman gelenin Hızır olduğunu anlarlar, Veysel'in gerçek gözünü değil
ama kalp gözünü açtığı ise yıllar sonra anlaşılacaktır. Uyuz hastalığına yakalanıpda buraya
gelme imakanı olmayan hastalara Beserek’ten götürülen bir miktar toprak ile gölün suyu
karıştırılarak çamur haline getirilip uyuz olan yere sürülür. Aşık Veysel'in Beserek Dağı adlı bir
türküsü de bulunmaktadır.
Michael Kaloyanides'in müzik araştırmaları: Amerikalı müzik bilimci Prof. Dr. Michael
Kaloyanides, 1970 yılında etnik müzik araştırması için Sivrialan'a gelmiş ve 6 ay süreyle
kalmıştır.
SEYFEDDİN SOYSAL
Türk heykeltıraş ve ressam (27 Temmuz 1966, Şarkışla - 4 Şubat 2012, Sivas). Hollanda ve
Şarkışla’da atölyeleri bulunmaktadır. "Şarkışla Ressamlar ve Ozanlar Derneği"nin kurucusudur.
Hayatı: Seyfeddin Soysal'ın Evi (Merkez Hüyük, Şarkışla) - Merkez Hüyük köyündeki, içinde
atölyesinin de bulunduğu evin, müze haline dönüştürülmesi planlanmaktadır. Lise eğitimini
bırakmak zorunda kaldı. Sanatın pek çok dalıyla ilgilendi. Şiirler yazdı. Bağlama, ud, keman,
gitar çalmayı öğrendi. Fotoğrafçılığa ilgi gösterdi ve bir fotoğraf arşivi oluşturdu. Resim
yapmaya daha çocukluk yıllarındayken başladı. İlkokul yıllarında çizgi romanlar okurken
onlardan aldığı esini kendi hayal gücüyle birleştirerek resim yapmaya başladı. Çizgi romanlar
içerisinde onu en çok etkileyen Sezgin Burak'ın "Tarkan" adlı yapıtı oldu. Çizgi romanlar çizme
becerisini ve resimde çizgilere olan hakimiyetini geliştirdi. Ortaokul ve lise yıllarında duvar
resimleri, portre çizimleri yaparak ve tabela yazıları hazırlayarak para kazanmaya başladı.
Askerlik görevini bitirdikten sonra Hollanda'ya gitti. 1988 yılında yerleştiği Hollanda'daki
(Kuzey Brabant) bölgesinde bulunan Veghel kasabasında resim ve heykel üzerine eğitim alarak
bu alanlarda eserler veren sanatçı, aynı zamanda "Hollanda Ressamlar Birliği"ne üye oldu.
Resim çalışmalarını da ilerletti. Ayrıca heykeltıraşlık da yapmaya başladı. İlk kişisel sergisini de
yine Hollanda'da açtı. Cumartesi günleri atölyesini de kullandığı "Pieter Bruegel Cunst" adlı
sanat eğitimi kuruluşunda heykel ve desen çalışmalarını sürdürdü. Uzun bir süre pastel boyalar
ve kara kalem kullanarak sokak ressamlığı da yaptı ve böylece geçimini sağladı. Ardından iki
kişisel sergi daha açtı. Avrupa'nın farklı ülkelerinde gezilere katılarak sanatsal gözlemler yaptı.
Hollanda'da bir galeride haftada iki gün portre tekniği üzerine ders verdi. Türk çocuklarına
resim tekniği dersleri anlattı. Türkiye'ye dönerek memleketi olan Şarkışla'ya bağlı Merkez
Hüyük köyüne yerleşti ve yılın yarısını Hollanda'da yarısını ise Türkiye'de köyünde geçirerek
atölye çalışmalarını burada sürdürdü. 2 Şubat 2012'de köydeki evindeki şömineden çıkan
karbonmonoksit gazından zehirlenerek hastaneye kaldırıldı, 4 Şubat 2012 tarihinde 46 yaşında
vefat etti. Anısına Sivas'ta bir park ve mesire alanına adı verildi. Özellikle "Kağnı" adlı eseri
Şarkışla'nın kırsal yaşamı ile özdeşleşerek sembolü haline gelmiş durumdadır. Merkez Hüyük
köyündeki, içinde atölyesinin de bulunduğu evin, müze haline dönüştürülmesi
planlanmaktadır.
Resim üzerine düşünceleri: Resim yapmanın, kendini ifade etme ve başkalarına bir şeyler
anlatabilmenin, çok farklı yelpazedeki insanlara ulaşabilmenin en güzel yollarından biri
olduğunu ifade etmiştir.
Etkinlikler: Yakın arkadaşı olan Mehmet Akdağ tarafından sanatçının anısına ölümünün birinci
yıldönümünde bir resim sergisi düzenlenmiştir. Seyfeddin Soysal'ın kendisinin çektiği, ayrıca
Mehmet Akdağ tarafından çekilen ve başka fotoğrafçılara ait olan fotoğraflar kamuya açık
olarak sergilenmiştir. Seyfeddin Soysal'a ait pek çok fotoğraf Mehmet Akdağ tarafından kişisel
arşivinde saklanmaktadır. 21 Nisan 2012 tarihinde kendi adının verildiği park alanı içerisinde
ağaçlandırma etkinliği düzenlenmiştir. Her yıl Hıdrellez'e denk gelecek şekilde geleneksel
olarak ağaç bayramı düzenlenmesi planlanmıştır. Ayrıca Aşık Veysel Meslek Yüksekokulu
içerisinde ölüm yıldönümünde anma etkinlikleri yapılmaktadır.
SETEN
Tahılın kabuğunu (kepeğini) ayırmada kullanılan taştan (nadiren betondan) yapılma eski bir
araç türü. Zeytin ezmek için de benzer bir aracın (yuğlak) kullanıldığı bilinmektedir.
Parçaları: İki temel parçası vardır. Dibek, alt kısımda bulunan içi çukur kısımdır. Eski Türkçe
Dip/Dib kökünden gelmektedir. Bazı yörelerde tavla, tabak, havt, yuğlak gibi isimlerde verilir.
Dink, üstte bulunan, dik duran ve bir eksen etrafında öküz, at, eşek, katır gibi hayvanlarca
döndürülen parçadır. Asya Türkçesi'nde Dink/Ding/Deng kökünden kaynaklanan kelime dik
durma ve dengede olma anlamlarını içermektedir. Dink genelde yuvarlak bir tane taştan ibaret
olmakla birlikte kimi zaman iki taştan oluşan dinklere de rastlanır. Teker biçimindeki seten
taşının ortasına "Mazı" adı verilen uzun bir sırık veya demir çubuk takılarak ekseni etrafında
dönmesi sağlanır. Genelde hayvan kullanılsa da nadiren de olsa bu insan gücüyle de
yapılmaktaydı. (Parçaları oluşturan Dink, Dibek sözcükleri ile yine taştan yapılan bir aracı
tanımlayan Soku kelimesi değişik yörelerde Seten kavramının yerine de kullanılmaktadır.)
Mevcut kullanım durumu: Anadolu'da 1990'lı yıllara kadar bu araçlar köylerde kullanılmaya
devam etmiş, bu tarihlerden sonra elektrik değirmenlerinin yaygınlaşması ile birlikte hızla
kullanım dışı kalmışlardır. Neredeyse her köyde bir tane bulunan setenlerin çoğu artık kötü
durumdadır. Büyük bir kısmı kaderlerine terkedilmiştir. Günümüzde içine beton döküp
doldurulan (kısmen iyi niyetli olarak), içinde lastik yakıp eritilen, ateş yakmak için kullanılan,
mangal yapmakta kullanılan, kurban keserken kullanıldığı için kandan rengi siyaha dönmüş
bulanan, sırf vandalistçe ve amaçsız tahripkarlıkla kırılıp parçalanmış olan, içinde odun kırılan,
çiçek dikilen, toprak doldurulan setenler bir hayli fazladır. Çoğunda sadece alt parça (dibek)
kalmış, üstteki dönen kısım (dink) kayıptır. Bu aletlerin tarım kültürü tarihinin bir hatırası
olduğu maalesef çoğunlukla anlaşılamamıştır.
Buğdayın hazırlanması: Bulgurluk buğday önce elenip, ayıklanır. Daha sonra kazanlarda
kaynatılır. Kaynayan buğdaya "Hedik" denir. Çul üzerine serilip kurutulur. Ardından
"Setenleme" aşamasına geçilir. Buğday, dibeğe dökülür, dink taşı döndürülerek buğdayın
kabuğu ayrılır. Bu iş yapılırken taş içindeki tahıl ise sürekli olarak tahta bir kürekle karıştırılır.
Bu işlem genellikle koşalaşarak (iki kişi birlikte yoruldukça sırayla el değiştirerek)
gerçekleştirilir. Aksi takdirde tahılın bir kısmı işlenmemiş kalır, bir kısmı ise ezilir. Setenleme
sonrası çul üzerine serilip tekrar kurutulur güneşte. Sonra savrularak kepeğinden ayrılır. En
sonunda bulgur çekimi aşamasına geçilir.
Halk kültürü araştırmacısı Emin Kuzucular 1974 yılında yazdığı “Görenekler” başlığı taşıyan iki
yazısında bulgur yapma ve bulgur çekme sürecini ayrıntılı olarak anlatmıştır. İlk yazısında
buğdayın kalburdan elenip son halini alana kadar olan bütün işlemlerini kayıt altına almıştır.
Ayrıca bu esnada söylenen türkülere de yer vermiştir. İkinci yazısında ise bulgur çekmek için
hazırlanan düzeneği anlatır ve yine okunan türküleri, manileri aktarır.
Bulgur yapımı: Seten'de kepeği ayrılan buğday tamamen kurutulduktan sonra Soku taşında
tokmakla dövülerek bulgur haline getirilir.
SERİNYAYLA KÖYÜ
Sivas’ın Altınyayla ilçesine bağlıdır.
Boz Dede Yatırı: Köyün yakınındaki Boz Dede Dağı'na adını veren bir eren olduğuna
inanılmaktadır. Ayrıca her Perşembe günü civardaki diğer kutlu kişilerin de burada toplanacağı
inanışı mevcuttur. Köy ahalisi burayı ziyaret eder, kimi zamanda kurban olarak koyun keserler.
Davullu Dede Yatırı: Köyün yakınlarındaki Davullu dağına adını vermiştir ve burada yatmakta
olduğuna inanılmaktadır ancak herhangi bir mezar yoktur. Köy halkının geçmişte topluca bu
dağın üzerindeki düzlüğe giderek büyükbaş ve küçükbaş hayvan kurban ettikleri ve adaklar
adayıp, dilekler diledikleri bilinmektedir. Davullu Dede'nin yattığı dağın zirvesi düzdür ve
burada eskiden iki dilek ağacı bulunduğu söylenmektedir.
Taşkesen Efsanesi: Efsanede bahsedilen olayın geçtiği söylenen alan Serinyayla ile Karalar
(Sivas merkeze bağlı) köyü arasındaki bir yerde bulunmaktadır. Herhangi bir mezar yoktur,
kutsal sayılan bir taş yığınından oluşmaktadır. Rivayete göre çok eski zamanlarda koyunlarını
güden bir çoban susuz kalmış ancak çevrede bulamamış. Allah’a dua etmiş ve su bulursa
kesmek için bir kara, bir de ak koç kurban adamış. Kısa bir süre sonra yakınlarda topraktan bir
su kaynamaya başlamış. Kendisi ve koyunları içerek kurtulmuşlar. Ancak kurbanları kesmek
yerine dalga geçer gibi bulduğu iki biti öldürmüş ve bunları adak yerine saymış. Sürüsü de
kendisi de orada o anda taş kesilmişler. Uzaktan bakıldığında yanındaki köpeği ve sürüsü ile
çobana benzer bir kaya yığını orada durmaktadır.
SELÇUK ANADOLU LİSESİ
Sivas ilinde Temeltepe mevkisinde bulunan bir lise. Kısaltması SAL olarak kullanılmaktadır. 4
adet İngilizce ve 1 adet Almanca şubesi bulunmaktadır. Türkiye´de birincil dil olarak Almanca
eğitim veren 7 okuldan birisidir.
Adres: Mevlana Mahallesi, Rahmi Günay Caddesi, No:42, Sivas (Temeltepe mevkisi, halk
arasında "Kabakyazısı" olarak bilinen bölge.)
Ulaşım: Sivas, şehir merkezindeki Hükümet Meydanı'ndan itibaren Kuzeydoğu yönünde
Öğretmenler Parkı yanından geçen yokuşun sonunda yürüyerek 10-15 dakika mesafededir.
Yaklaşık 1,5 kilometrelik bir mesafedir. Sivas 5. Piyade Er Eğitim Tugayı ile yan yanadır.
Yerleşke: Derslikler biri tarihi taş bina ve diğeri 1980'li yılların sonunda yapılan yeni bina olmak
üzere iki yapı içerisinde yer almaktadır. Ayrıca kantin binası ise ayrı olup daha sonradan
laboratuvar binasının yerine taşınmıştır. Okulda yatılı kalan öğrenciler için yaklaşık 100 kişilik
yatakhane binası ve içinde yemekhane ile revir yer almaktadır.
Tarihçe: Selçuk Anadolu Lisesi 1984 yılında açılmıştır. Açılış töreni 27 Ekim 1984 tarihinde
yapılmıştır. Bu tarihten itibaren ilkokul sonrası girilen merkezi sınavla öğrenci alan okulda 1 yıl
hazırlık sınıfı 3 yıl ortaokul ve 3 yıl lise olmak üzere toplam 7 yıl eğitim uygulaması yapılmıştır.
2005 yılından itibaren yeni sisteme geçilmiştir. Bu tarihe kadar uzun yıllar boyunca üç Almanca
ve üç İngilizce sınıf olacak şekilde öğrenci alınmıştır.
Taş bina: Yontma taştan iki katlı tarihi taş binanın yapımına 1914 yılında başlanmış ve 1916
yılında tamamlanmıştır. “U” şeklindedir ve genel olarak simetriktir. Her iki katın tavanları ve
bu nedenle pencereler de oldukça yüksektir. Duvarları kalındır. İlk başta “Dârulmuallimîn”
adıyla eğitim etkinliğini sürdürmüştür. 1920 sonrası "Erkek Muallim Mektebi" (erkek öğretmen
okulu) olarak hizmet vermiştir. 1973-1974 yıllarında kısa bir süre için "Öğretmen Lisesi" haline
getirilmiştir. 1974 – 1979 tarihleri arasında ise "Eğitim Enstitüsü" olarak kullanılmıştır. 1984
yılında ise Selçuk Anadolu Lisesi olarak öğretime açılmıştır.
Binanın inşa edilmesi: Yapının temelinin atılmasından 10 gün sonra Osmanlı Devleti I. Dünya
Savaşı nedeniyle seferberlik ilan etmiştir. Darulmuallimîn temel atma törenine dair bilgiler
(1880-1927 yılları arasında yayınlanmış olan) “Sivas Gazetesi”nin 23 Temmuz 1914 tarihli
(Rumi 10 Temmuz 1330) 1353. sayısında bulunmaktadır. Bu tarih aynı zamanda II.
Meşrutiyet’in ilanının altıncı yıldönümüdür ve o dönemde milli bayram (ıyd-i milli) olarak
kutlanmaktadır. Günümüzde yapının ikinci katında tam orta kısımda yer alan Atatürk resminin
yerinde binanın ilk dönemlerinde bir "hitabet balkonu" ve onun üzerinde çatı çıkıntısına yakın
kısımda "bayrak balkonu" bulunmaktaydı. Bu balkonlar ve ayrıca çatı üzerindeki çıkıntılar da
günümüzde yoktur. Okul binasının üzerinde bulunduğu tepenin altına 2018 yılında karayolu
tüneli açılmıştır. Tünelin bulunduğu alanda geçmişte bir baraj göleti bulunduğu da
bilinmektedir. 1984 yılında açılan lisenin ilk kadrosu kayıtlarda şu şekilde yer almaktadır.
Müdür (Vekaleten): Aziz Akyüz, Müdür Yardımcısı: Fikriye Töreyin, Türkçe: Ahmet Erturan,
Almanca: İsmet Çobanoğlu, Fahri Esen, İngilizce: Fatih Yazan, Figen Yazan, Hale Ulusan,
Matematik: Bahtiyar Uzunoğlu, Beden Eğitimi: Ayhan Bayhan.
Daha sonraki yıllarda Fazlı Aktaş okul müdürlüğü görevine başlamış ve okul tarihiyle
özdeşleşen simgesel bir isim olarak anılmıştır. Okulda uzun yıllar boyunca yurtdışından görevli
olarak gelen pek çok Alman öğretmen (Ute Dube, Beate Kipp, Hartmut Schmidthalz, Bernd
Rombach başta olmak üzere) görev yapmıştır. Zaman içerisinde Necati Çağlayan, Turan Torun,
Cemal Vatankulu, Adem Güçer, Seyit Karataş, Niyazi Doğan, Resul Altun, Rahmi Çandar, Selma
Acar, Bülent Arı, Sebahattin Avcı gibi önemli isimler öğretmen kadrosuna katılarak uzun yıllar
hizmet vermişlerdir.
Seçilir de gelirler,
Zor sınavlardan,
SAL’a çocuklar.
Zeki, yetenekli,
Her biri çölde su gibi,
Umut dolu, can dolu, bu inciler,
Özenle işlenirler.
Pozitif bilgi, vatan, bayrak gibi,
Nice erdemlerle.
Yetiştirilen mezunlar,
Uçarlar,
Düzen, disiplin kimlikli SAL’dan,
El ele,
Üniversitelere, aydınlık yarınlara,
Vatana, millete, hizmete.
(Fazlı Aktaş, Selçuk Anadolu Lisesi Eski Müdürü)
Pilav günleri: 2015, 2016 ve 2017 yıllarında yapılan "Pilav Günü" etkinliklerinde yalnızca Selçuk
Anadolu Lisesi mezunları değil, taş binada okumuş tüm herkes (örneğin eski Öğretmen Okulu
mezunları da) davet edilmiştir.
Taş Mektep Müzesi: Eski taş bina içerisinde "Taş Mektep Müzesi" adıyla bir oda
oluşturulmuştur. İçerisinde geçmişten günümüze yapı içerisinde kullanılmış olan eşyalar
toplanarak korunmuştur.
Logo: Logodaki temel belirleyici unsur, Selçuklu Devleti bayrağında da yer alan Çift başlı
kartal'dır. Taş Mektep 100. Yıldönümü için düzenlenen logo yarışmasında da dereceye giren
tüm tasarımlarda tek ortak motif yine bu olmuştur.
SAYAKBAY KARALAEV (Kırgızca: Саякбай Каралаев)
Kırgızistan'da yaşamış (1894-1971) ünlü bir Manasçı. Soyadı Karala veya Karalayev olarak da
söylenir. Manasçıların simgesel ismi haline gelmiştir.
Hayatı: 1894 yılında Kırgızistan'ın Isık Göl bölgesinde yer alan Akölöng ilinin Semizbel ilçesinde
doğmuştur. Ailesi ile birlikte geçim sıkıntısı nedeniyle daha iyi koşullarda yaşayabilmek için Ceti
Ögüz’e taşındılar. Babası bir tefecinin yanında çalışırken onun iyi bir atının ölümüne neden
oldu. Karşılığında dört at ödemeye zorlandı. Üç atın karşılığını ödeyebildiyse de, dördüncü atın
yerine de oğulları Tölöbay ile Sayakbay’ı azap (karın tokluğuna çalışan işçi) olarak verdi.
1912’de tekrar memleketlerine dönüş yaptılar. Bolşevik Devrimi'nden sonra 1918’den 1921
yılına kadar Kızıl Ordu’da askerlik yaptı. Orduda “destancı kızıl asker” olarak anılmaya başlandı.
Destanlara çocukluğundan itibaren ilgi duyan Sayakbay, yaşadığı köydeki ve çevredeki çeşitli
ustalardan destancılığın inceliklerini öğrendi. Ninesi Dakiş’in de manasçı olduğu
söylenmektedir. Devlet organlarının takdirlerini kazanan Sayakbay'a "Kızıl Tuu" (Kızıl Bayrak)
ve "Ardak Belgisi" (Şeref Nişanı) verilmiştir. 7 Mayıs 1971 yılında Bişkek’te vefat etmiştir. Ünlü
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov 1968 yılında Sayakbay Karalaev'i ziyaret ederek görüşmüş ve
"Yıldırım Sesli Manasçı" adlı öyküsünü kendisinden esinlenerek yazmıştır.
Destancı özelliği: Yaşarken Manas, Semetey, Seytek ve onların devamı olan Kenen, Alımsarık,
Kulansarık destanlarının tamamını bilmekteydi. Anlattığı Manas destanı boyut olarak dünyanın
en hacimli destanı sayılır ve toplam 500.553 mısradır. 1916 yılında Semizbel’den Orta Tokay’a
giderken yorulunca bir çadırın içinde uyur. Rüyasında destan kahramanı Kanıkey’i görür.
Kanıkey; Manas’ın sana vermem için emanet ettiği yemeği vereceğim, ağzını aç,” diyerek ona
yemek yedirir. Daha sonra aynı rüyanın içinde Manas'ın kendisini de görür. Destan kaharamanı
Bakay olduğunu sonradan anlayacağı yaşlı bir adam ile konuşur. Sayakbay'ın kendi anlatımıyla
bu konuşma şu şekilde gerçekleşir:
«Manas’ın yanında duran o yaşlı adam bana bağırarak diz çökerek oturmamı emretti. Sonra
atından inerek yanıma geldi ve yerden bir avuç toprak alarak onu yememi emretti. Ben sırtımı
dönerek onu dinlemedim. Bunun üzerine kızan adam gözlerimin içine bakarak onun elindeki
toprağı yemem gerektiğini söyledi. "Korkma, sen Manas’ın adını çıkaracaksın," dedi.»
Bundan sonra rüyasında söylendiği gibi altı ay sesi kaybolur. Sesi geri geldiğinde daha gür
çıkmaya başlar.
SARITTEKKE KÖYÜ
Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlıdır.
Muhtar Abdal (Sarı Abdal) tekkesi: Muhtar Abdal’ın tekkesi, bu köyde bulunmaktadır. Hayatı
hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber köyün ilk kurucusu olarak kabul edilir. Muhtar
Abdal, bölge insanı tarafından Can Abdal, Abdal Baba, Kazım Can ve Nazım Can’ın kardeşi
olarak bilinir. Ayrıca Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelen bir veli kişi olduğuna inanılır.
Sarıtekke köylülerince Muhtar Abdal’ın mezarı, ziyaret veya tekke diye anılır. Kabri, kubbelidir.
Türbenin bitişiğine cem evi yapılmış ve etrafı ihata duvarı ile çevrilmiştir. Türbe, yaklaşık 65
metre kare olup türbenin kuzeybatı tarafında giriş kapısından 16 metre karelik antreye geçilir.
Buradan da ikinci bir kapı ile sandukanın olduğu bölüme girilir. Sandukanın olduğu yerde tek
bir pencere olup zeminde kilim ve halılar serili, odanın üçte birini kaplayan sandukanın
başucunda sarık ve yeşil örtü, kenarında tespih ve duvarda on iki imam resmi, ağaçtan yapılmış
topuz, ziyaret taşı olan yuvarlak bir taş ve “küher” ismi verilen elenmiş toprak bulunmaktadır.
Türbenin restorasyonu Hasan Özdeş tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca Sarıtekke köylüleri
tarafından kutsal günlerde türbeye topluca gidilerek ziyaret edilir, türbenin bitişiğindeki odada
cem ayini yapılır.
Kaya Mezarı: Alaman - Yahyalı yolu üzerinde Sarıtekke köyü kavşağında "Taş-Dam Kaya
Mezarı" yer almaktadır. Köye çok yakın bir konumdadır. Olasılıkla Roma dönemine ait bir
mezardır. Ana kayanın işlenmesi ile elde edilen cephe formuna sahiptir. Giriş kapısından beşik
tonozlu büyük odaya geçilir. Odaya bitişik mezar odası vardır. Günümüzde korumasız
durumdadır. Yörede "Kaya Tekke" adıyla da bilinir.
Taş-Dam Efsanesi: Kaya mezarı hakkında halk kültürü içerisinde oluşmuş Taş Dam Efsanesi
derlenmiştir. Evlenmelerine izin verilmeyen genç kızla oğlan kaçarak buraya sığınırlar. Kızın
erkek kardeşleri gece karanlığında kılıçlarını çekerek içeriye girer ve gençleri öldürmeye
çalışırlar. Sabah olduğunda birbirine sarılmış gibi duran bir kaya parçasına vurmuş olduklarını
anlarlar.
SACCO VE VANZETTİ
Nicola Sacco ( 22 Nisan 1891 – 23 Ağustos 1927) ve Bartolomeo Vanzetti (11 Haziran 1888 –
23 Ağustos 1927) Amerika Massachusetts'e göçen bu iki İtalyan, bir cinayet ve gasp olayı ile
ilgili olarak suçlanmış ve 7 yıllık mahkûmiyet sonrasında 23 Ağustos 1927'de idam
edilmişlerdir. Ancak suçlulukları konusunda derin şüpheler mevcuttur ve Amerikan adalet
sisteminin ayıbı olarak hatırlanan davalardan biridir Sacco ve Vanzetti davası. Papa XI. Pius da
dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından tepki gösterilmesine, Albert Einstein, H. G.
Wells, George Bernard Shaw gibi dönemin birçok önemli isminin imzaladığı bildirgeye rağmen,
yükselişte olan İtalyan, göçmen ve anarşistlere olan antipati ve nefret, Sacco ve Vanzetti'nin
hayatına mal olmuştur. Sacco ve Vanzetti, bir ayakkabı fabrikasında muhasebe müdürü olan
Frederick Parmenter ve bu fabrikada güvenlik görevlisi olan Alessandro Berardelli'nin, 15
Nisan 1920'de 15.766,51 dolar ile birlikte ödeme yapmak için bankaya doğru yol alırken silahlı
saldırı sonucu öldürülmeleri ve soyulmaları olayından sorumlu tutulmuşlardır.
Yaşamları: Bartolomeo Venzetti ise 1908, Nicola Sacco 1909 yılında ABD'ye gelirler. Vanzetti
göçmenlik deneyimini sonradan şöyle özetler: “Göçmen ofisinde ilk sürprizle karşılaştım.
Göçmenler hayvanlar gibi ayrılıyordu. Ne bir kibar laf ne de uzun yolculuk sonrası buraya
ulaşan insanlara destek cümlesi. Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilmiyordum. Bu bizim
umudumuz olan topraklardı. Üst geçitler, arabalar ve tenler. Hızla ilerleyen bir hayat ve ben
tek başımaydım”. Sacco, Amerika’ya geldikten sonra Rosina Zambelli ile evlendi ve bu
evlilikten Ines adında bir kız çocukları doğdu. Günde on saat olmak üzere haftanın altı günü bir
ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. İşçi hakları mücadelesine katıldı. Çalışma koşullarının
iyileştirilmesi ve maaşların yükseltilmesi için yaptığı konuşmalarla tanındı. Bu
konuşmalarından dolayı 1916 yılında tutuklandı. Vanzetti Amerika'ya geldiği andan itibaren
birçok iş ile uğraştı. Plymouth şirketine karşı başlattığı kitlesel grev sebebiyle işten çıkartıldı.
Bu yüzden bir daha kimse ona iş vermeyince bir tezgahta balık satmaya başladı. İkili
Amerika’da yaşayan İtalyanların kurduğu anarşist görüşlere sahip bir toplulukta siyaset
yapmaya başladılar. Birinci Dünya savaşına asker olarak çağrılma korkusuyla bu topluluğun
tüm üyeleri Meksika'ya kaçtı. Savaş sonrası Sacco ve Vanzetti de Amerika’ya geri döndüler ve
Massachusetts şehrine yerleştiler.
Suçlama: 3 Mayıs 1920 tarihinde Andrea Salsedo isimli bir topluluk üyesi kim olduğu
bilinmeyen kişiler tarafından (polisler tarafında olduğu da iddia edilmektedir) Adalet
Bakanlığı’na ait bir binanın ondördüncü katından atılarak öldürüldü. 9 Mayıs tarihinde Sacco
ve Vanzetti, arkadaşlarını toplayarak bu olayı protesto etmeye karar verdiler ancak eylemden
hemen önce polis tarafından göz altına alındılar.
Yargılama Süreci: 24 Mayıs 1921'de ikilinin yargılanmalarına başlandı. Polis ikiliyi yakaladığında
ilk başta anarşist bildirileri bulundurmak ve silah taşımakla suçlamasına karşın bir kaç gün
sonra iddia değiştirilerek South Braintree’da yapılan bir soyguna katılmak ve bu olayda
öldürülen iki kişinin katili olmakla itham edildiler. Sacco ve Vanzetti’nin yargılandığı dava tam
yedi sene sürdü. Davaya bakan yargıç Webster Thayer onları “İki aşağılık anarşist” olarak
niteledi. Bu sırada yakalanmış bulunan Costa Rika göçmeni işçi Celestino Madeiros’un bu
ikilinin suçlandıkları cinayetle alakaları olmadığını yönündeki açık ifadesi kabul edilmedi. Sacco
ve Vanzetti’nin davası üzerinde adaletsiz bir yargılama yapıldığı söylenir. Yargıç Thayer
sanıklara yasal oturma izni olmayan göçmenler için kullanılan aşağılayıcı bir kelime ile “Wops”
diyerek seslenir. Yani “Without papers” sözcüklerinin kısaltılmış biçimi... Davanın ilerlediği
daha sonraki yıllar ise ABD'de Komünist avının başladığı dönemlere denk gelir. Konunun basına
yansıması ve kamuoyunun ilgisini çekmesi üzerine ABD'de ve dünyanın birçok yerinde ikilinin
adil yargılanmaları veya serbest bırakılmaları için çeşitli eylemler yapılır. İtalya’nın başında
bulunan faşist diktatör Benito Mussolini Boston’daki ABD büyükelçiliğine mektup yazar ve iki
İtalyan yurttaşın serbest bırakılmasını talep eder. Albert Einstein, George Bernard Shaw,
Arturo Giovannitti ve Bertrand Russell gibi pek çok aydın da adil yargılanmaları için uluslararası
bir kampanya başlatırlar.
İdam: Yedi sene süren dava sonunda 23 Ağustos 1927 tarihinde saat 00:19’da Nicola Sacco ve
Bartolomeo Venzetti yedi dakika arayla elektrikli sandalyeye oturtularak idam edilirler.
Haberin duyulmasının ardından Londra, Paris ve Berlin başta olmak üzere birçok ülkenin büyük
şehirlerinde eylemler yapılır.
İade-i İtibar: 1977 yılında (ölümlerinin üzerinden tam elli yıl geçtikten sonra) Massachusetts
valisi Michael Dukakis bu iki İtalyan göçmenin suçsuz olduğunu açıklar. Yaptığı açıklamada
şöyle denilmektedir: “Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti isimleri üzerinde olan her türlü
suçlama ve aşağılamanın sonsuza kadar kaldırıldığını açıklıyorum”.
RAMAYANA
(Hintçe: रामायण: द लीजेंड ऑफ प्रिंस राम, İngilizce: "The Legend of Prince Rama" / Prens Rama
Efsanesi)
Yapımcılığını ve yönetmenliğini Yugo Sako'nun üstlendiği ve konusunu Hint destanı
Ramayana'dan alan 1993 yapımı bir animasyon filmidir. Japonya ve Hindistan ortak yapımıdır.
Japon çizgi film endüstrisinin dünyadaki başarılı konumu nedeniyle çekim süreci burada
gerçekleştirilmiştir.
Özet: Lanka'nın efendisi iblis Ravana, Ayhodhya krallığına terör ve ıssızlık yayar. Ayhodhya
kralının oğlu Rama, kardeşi Lakshmana ile birlikte iblislerin kötü oyunlarına karşı Brahmanları
korur. Ravana çok geçmeden Rama'nın güzel karısı Sita'yı kaçırır. Bunun üzerine aralarında
büyük bir savaş çıkar. Rama aynı zamanda karısını kurtarmanın yollarını aramaktadır. Talihin
yardımıyla beklenmedik ve güçlü müttefikler bulur. Özellikle Maymun Kral Hanuman kendisine
maymunlar ordusu ile birlikte yardıma gelir.
Versiyonlar: İngilizce ve Hintçe seslendirilmiş olmak üzere iki sürümü mevcuttur. Aralarında
süre farkı da bulunmaktadır. İngilizce versiyon "The Prince of Light" (Işığın Prensi) adıyla da
bilinmektedir.
POSTACI
(Mısır Arapçası: البوسطجي/ Al-Boustaguy / El Bostagy)
1968 yapımı bir Mısır filmidir. Al-Boustagy (El Bûstacî olarak okunur) kelimesi Mısır Arapçası'na
Osmanlıca'dan geçmiştir. Arapça'da "P" harfi bulunmadığı için bu ses "B" harfi ile
karşılanmaktadır. Sonda ise Türkçe "-ci" eki vardır ve İngilizce "C" sesini veren "G" harfi ile
uluslarası literatüre geçmiştir. Arapça orijinalinde "C" (Cim) harfi ile yazılmaktadır. Dolayısıyla
"Postacı" kelimesinin bu dildeki söyleniş biçimidir.
Konusu: Film, Mısır'lı yazar Yahya Hakkı'nın bir romanından uyarlanmıştır. Mısır'ın bir
kasabasına atanan posta memurunun yaşadıkları anlatılmaktadır. Film bir trenin perona girişi
ve bunu haber veren bir çınlama sesi ile açılır. Postacı kendisine bir ev aramaya başlar ve bu
arada kasabanın zengin ileri gelenleriyle tanışır. Evine yerleşerek göreve başlar. Yeni ortamına
alışmakta ve uyum sağlamada sorunlarla karşılaşan genç çevresindeki yozlaşmaların da farkına
varmaya başlar. Yaşantısının tekdüzeliğinden sıkılan ve üzerine bir de kasaba halkının
anlayışsızlığından bunalan postacı kendisini içkiye verir. İlk başta merak ve can sıkıntısından
dolayı, sevgilisi ile yazışan bir kızın mektuplarını açarak okumaya başlar. Daha sonra da
çevresinden intikam almaya karar vererek kızın mektuplarına müdahale eder. Ancak bir
müddet sonra olaylar denetiminden çıkar ve felaketle sonlanacak bir süreci başlatır. Mektubu
açarak, Belediye Başkanı'nın kızı Cemile (Zizi Mostapha) ile komşu bir köyde yaşayan Halil (Said
Abdurrahman) arasındaki gizli bir aşk ilişkisini keşfetmiştir. Böylece kendisini hiç
ilgilendirmeyen gelişmelerin içerisinde yer alır ve onların sırlarını öğrenir, ancak onun bütün
bu olaylarda oynadığı rolü kimse anlamaz. Mektupları çaydanlığın buharına tutarak açıp
okumaya devam eder. Birgün yanlışlıkla mektuptaki harflerden birini bozar ve bu küçük
değişiklik iki aşığın geleceğini önemli ölçüde değiştirir. Önemsenmeyen müdahalelerin insan
hayatını ne düzeyde etkileyebilyeceğinin de ilginç bir örneği verilir filmde. Film şehirden gelen
postacının toplumsal algısı ile köylülerin dünya algısı arasında güçlü bir çatışmayla yaşanan
öyküyü anlatır. Postacı kendisini çevresinden soyutlar, her gün karşılaştığı insanların dayattığı
acımasız ve sıkıcı bir rutinin içine girerek kendi hayatı üzerindeki denetimini yitirir. Görsel
olarak da sinema tekniği ile bu durum, hapishane benzeri postane ofisi gibi ayrıntılarla anlatılır.
PASTORALE (Gürcüce: Pastorali / პასტორალი)
1975 yılında Gürcistan'da çekilen ve Otar Iosseliani tarafından yönetilen bir Sovyet uzun
metrajlı filmidir. O dönemki tüm Gürcü yapımları gibi, Pastorale filmi de Gürcüce çekilmiş ve
ardından diğer Sovyet cumhuriyetleri için Rusça olarak seslendirilmiştir.
Konusu: Gürcistan'da küçük bir köye dört müzisyen, bir sonraki pastoral müzik konserlerine
inzivai bir sessizlik içinde hazırlanmak için menajerleriyle birlikte otobüsle gelirler. Ev sahibinin
çocukları, iki odayı misafirlerin kullanımına açmak için evin üst katını hazırlarlar. Bu şekilde
müzisyenlerin de eve gelerek köydeki hayata katılmasıyla birlikte gündelik yaşamdan şiirsel bir
anlatımla kesitler sunulur. Müzisyenler ve köylüler ne kadar farklı yaşam biçimleri olduklarını
düşünerek birbirlerine şaşırarak bakarlar. Filmin sonunda baharda çiçek açan bir elma ağacı
köydeki hayatın değişmeden devam edeceğini gösterir.
Çekim tekniği: En önemli özelliği tüm film boyunca yaşamın içindeki seslerin ayrıntılı olarak
işitilmesidir. Kimi zaman çalan müzik tamamlayıcı unsur olarak kullanılır, hatte bazen araya
giren diyaloglar bile bu bütünlüğü bozmaz.
PALJAS (İngilizce adı: "The Clown" / Palyaço)
1997'de gösterime giren bir Güney Afrika filmidir. Chris Barnard tarafından yazılmış ve Katinka
Heyns tarafından yönetilmiştir. Aynı adlı kitaptan uyarlanmıştır. Başrollerde Marius Weyers,
Aletta Bezuidenhout ve Ian Roberts oynamıştır. Filmin adını oluşturan kelime Afrikaans dilinde
"Büyü" anlamı taşır.
Konusu: Film, Güney Afrika kırsalında yaşayan bir ailenin hayatını konu alır. Karoo bölgesindeki
Toorwater ("Büyülü-su") kasabasının istasyon şefi Hendrik McDonald'ın evi rutin bir yaşama
sahiptir. Ancak gezgin bir sirk grubunun Manuel adındaki bir palyaçoyu geride unutmasıyla bir
dizi beklenmedik durumla karşılaşırlar. Yaşananlar Hendrik ve karısı Katrien arasındaki
dışarıdan ideal ve sorunsuz görünen ama derindeki birbirine yabancılaşmış karı koca ilişkisini
ortaya çıkarır. Evin küçük bireyi Willem, konuşma sorunu olan, hiç kimseye bir tek kelime bile
söylemeyen bir çocuktur. Palyaçoyu bulunca saklar ve kimseye bu durumu bildirmez.
ORHAN AKBULUT
Türk siyasetçi ve yüksek ziraat mühendisi (d. 1934, Sivas). Sivas ili Altınyayla ilçesine bağlı
Deliilyas köyünde doğmuştur. 1977-1980 yılları arasında 16.dönem milletvekili olarak
TBMM’de görev yapmıştır. Ressam Nesrin Akbulut ile evlidir.
Hayatı: 1965 yılında kurulan Deliilyas Belediyesi'nin ilk belediye başkanı olan ve uzun yıllar bu
görevi yürüten babası İsmail Hakkı Akbulut siyasetle iç içe olan bir kişidir. Orhan Akbulut'un
gençliğinden itibaren siyasete ilgi duyan ve sonrasında aktif olarak içinde yer aldığı bir yaşam
sürmesindeki en önemli etkenlerden birisi bu durumdur. İlk ve orta öğrenimini Kayseri ve
Sivas'ta tamamlamıştır. Daha sonra Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun olmuştur.
Araştırmacı - Yazar Dr. Metehan Akbulut ile yaptığı bir röportajda basın yayın kuruluşları ile ilk
etkileşimlerini ve bir dönem yapmış olduğu gazetecilik mesleğine girişini şu şekilde anlatmıştır:
"CHP Genel Merkezi ile Ulus gazetesi Rüzgârlı Sokak’ta aynı binadaydı. Partiye gittiğimde
gazeteye de uğruyordum. Başta Bülent Bey (Ecevit) olmak üzere gazetenin birçok yazarı ile
görüşüyordum. Bu sırada gazeteciliğe ilgi duydum. Özel bir eğitim almadım, ancak Ulus
gazetesi yazar ve çalışanlarından çok şey öğrendim."
Siyasi Yaşamı: Talebe Cemiyeti Başkanlığı yapmış, Meclis Başkanı Fuat Sirmen'in basın müşaviri
olmuş, Tarım Bakanlığı Neşriyat ve Tanıtma Müdürü, Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi
Başkanı olarak görev yapmış, Ziraat Mühendisleri Odası Başkanlığı ve Köy Kooperatifleri
Danışmanlığı görevini yürütmüştür. 16. dönem Sivas milletvekili ve CHP Yüksek Disiplin Kurulu
Başkanvekilliği görevinde bulunmuştur. Siyasi çalışmalarına da yansıyan nezaketi, kültürel bilgi
birikimi ve hitabetindeki akıcılık dikkat çeken en önemli kişisel özellikleridir. 12 Eylül Askeri
Darbesi'nden sonra milletvekilliği sona ermiş ve ülkedeki pek çok siyasetçi ile birlikte kendisine
de 10 yıl süreyle siyaset yapma yasağı getirilmiştir. 1980 askeri darbesi sonrasında yaşanan
yeni parti kurma çabalarının gerçekleştiği bir dönemde, 18 kişi ile birlikte yaptıkları bir görüşme
esnasında, (CHP'nin devamı olan bir parti kurmak yerine farklı çizgide bir parti kuracağını ifade
etmesi üzerine) Bülent Ecevit'e orada Orhan Akbulut tarafından söylenen "Reddi miras mı
yapıyorsunuz efendim şimdi?" sözleri farklı gazete ve kitaplarda yer almaktadır. 1992 yılında
CHP'nin yeniden açılmasına öncülük eden ekip içerisinde aktif olarak yer aldı.
OFELAS
(Saami dilinde orijinal adı: "Ofelaš" / Kılavuz ve Norveççe: "Veiviseren" / Büyücü)
Nils Gaup tarafından yazılan ve yönetilen 1987 Norveç yapımı aksiyon-macera tarih filmidir.
Film eski bir Saami efsanesine dayanmaktadır. Saami dilindeki ilk uzun metrajlı filmdir ve
1988'de En İyi Yabancı Film Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiştir.
İsim: Filmin Norveççe adı, Saami dilindeki adıyla aynı anlama gelmez. "Ofelaš", Saami dilinde
"Kılavuz" (Yol-bulucu, İz-sürücü) manası taşır, ancak Norveççe'de "Veiviseren" kelimesi
"Büyücü" demektir.
Konusu: Yaklaşık olarak MS 1000 yılı civarında Finnmark'ta yaşayan Saami topluluklarından
birinin mensubu olan Aigin adındaki bir genç eve geldiğinde ailesini katledilmiş olarak bulur.
Sığınabileceği birilerini arar ama ailesini öldüren düşmanları tarafından kovalanır. Yaralı halde
biraz uzakta yaşayan diğer Samilerden oluşan bir topluluğa doğru yol alır. Oraya ulaştığında
yarası şaman tarafından tedavi edilir. Bundan sonra yaşanan süreçte bilgeliği ve cesareti
sayesinde Sami grubunun yeni Kılavuz'u (yol göstericisi) olmasına kadar gerçekleşen olaylar
anlatılır. Yönetmen Nils Gaup, hikayeyi geleneksel bir hikaye anlatıcısından dinlemiş olan
büyükbabasından duyduğunu açıklamıştır. Film, bölgedeki Hıristiyanlık öncesi dönemde, Sami
halkının dünya görüşünü betimleyen bir dönemde geçmektedir.
MÜZİK MİTOLOJİSİ
Müzikle ilgili mitleri araştırır. Bunlar genellikle müziğin ortaya çıkışı, müzik aletlerinin oluşumu
ve müzisyenlere gelen ilham konularında yoğunlaşır.
Kapsamı: Müziğin ortaya çıkışı genel olarak ilham veren ruhsal varlıklara bağlanmıştır.
Çalgıların ortaya çıkışı ise kozmogonik (kainatın oluşumu) kökenli anlatılara kadar uzanan kimi
efsane ve öykülerde yer almıştır. Müzisyenlere gelen ilham ise her biri kendine özgü olarak
gelişen olaylar çerçevesinde anlatılır.
Farklı kültürlerde müzik ve mitoloji ilişkisi: Müziğe dair efsanelerin daha çok Yunan mitolojisi
içerisinde ön plana çıkmış olduğu sanılsa da farklı kültürler içerisinde de müzik aletlerinin veya
müziğin icat edilmesi etrafında oluşan mitler oldukça fazladır. Bunlar eski Türk kültüründe ve
Anadolu efsaneleri arasında da varlıklarını gösterirler. İran'da 15. yüzyıla ait bir müzik mitine
göre, Safiyyüddin Abdülmümin'in müziğin kıymetli ve değerli bir bilim olduğunu göstermek için
susuz deveyi müziğiyle yönlendirmesi örneği anlatılır.
Türk halk kültüründe: Hayvanlarla iletişim kurabilme bazen çalgının kendi gücünden
kaynaklanır, bazen çalan kişinin yeteneğinden dolayıdır. "Aşık Çoban ve Karakoyun"
hikâyesinde bu konunun işlendiği görülür.
Telli çalgıların bulunuşu: Anadolu'da derlenmiş olan bir efsaneye göre Akbaba kuşu yakaladığı
tavşanı ağaçta yerken bağırsağı yanlışlıkla bir dala takılarak gerilir ve orada kurur. Çıkan sesleri
"Ilgıs" adındaki bir ruh duyarak çalmaya başlar. Bunu duyan avcılar sese gelirler ve bağırsaktan
oluşan bu teli bir çubuğa gererek çalgı haline dönüştürürler. "Ilgıs" ise avcılara çubuğun altına
bir kütük ekleyerek içini oymalarını söyler (veya ilham verir). İlk telli saz böylece oluşur.
MİNSTREL
Ortaçağ Avrupasında bir tür âşıktır. Ancak gösterici (şovmen) yönü bulunmaktadır. İlk önceleri
müzisyen, hokkabaz, akrobat, şarkıcı ya da şaklaban gibi her tür eğlenceyi icra eden kişiyi
tanımlayan terim, daha sonraları (on altıncı yüzyıldan itibaren), şarkılar söyleyen ve müzik
aletleri çalan bir gösteri uzmanı anlamında kullanılmaya başlandı.
Özellikler: Uzak diyarların, gerçek tarihi olayları veya hayali hikayeleri anlatan şarkılar
seslendirdiler. Kendi masallarını anlatsalar da, çoğu zaman başkalarının eserlerini
ezberlerlerdi. Sıklıkla kraliyet aileleri ve üst kesim tarafından eğlencelere çağrıldılar. 20.
yüzyılın başlarına kadar varlıklarını korudular. İngiltere'de, profesyonel şair, kendi şiirlerini
besteleyen ve bunları bir arp eşliğinde söyleyen bir tür besteci olarak bilinirlerdi. 13. yüzyılın
sonlarında ise Minstrel terimi, efendisini müzik ve şarkı ile eğlendiren bir sanatçıyı tanımlamak
için kullanılmaya başlandı. Bir kısmı ise daha ciddi bir eğilimle siyasi yorumlara katılmalarıyla
ve propaganda yapmaya başladılar.
METEHAN AKBULUT
Türk aktivist, sendikacı, araştırmacı, yazar ve tıp doktorudur. 1967 yılında Sivas'ta doğdu. Sivas
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. Faaliyetlerini özellikle Akdeniz Bölgesi
başta olmak üzere Türkiye'de etkin bir şekilde sürdürmektedir. İşçi hakları ve sağlık
çalışanlarının hakları gibi konularda iyileştirmeler talep etmektedir.
Görüşleri: İş kazalarına karşı yasal düzenlemelerin yapılmasını istemektedir. Bazı iş kazalarını
"cinayet" olarak tanımlamaktadır. 28 Nisan'ın "İşçi Cinayetleri İçin Yas Günü" ilan edilmesini
önermiştir. Ayrıca, tıp doktorlarının çalışma koşullarının yasal olarak güvence altına alınması
gerektiğini savunmaktadır. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunu gündeme getirerek,
doktorların uzmanlık alanlarını seçerken bile bunun etkili olduğunu iddia etmiştir. Tıp
doktorlarına sendikal bilinç kazandırılması gerektiği düşüncesindedir. Eğitim ve sağlık
hizmetlerinin ücretsiz olması gerektiğini öne sürmektedir. Çocuk işçilerin mağduriyetlerini
gündeme getirmiştir. Sağlık sektöründeki pek çok sorunu gündeme taşımaktadır. Bunlardan
başka, hava kirliliği, çevre kirliliği gibi sosyal sorumluluk ve devlet önlemleri gerektiren birçok
konuda tepki göstermektedir.
Dikkat çeken etkinlikleri: Hasar gören Antalya Devlet Hastanesi'nin yerine yeni bir bina
yapılmıyor oluşuna karşı bir protesto düzenledi. Sağlık çalışanlarına yönelik genel siyasi tutumu
protesto etmek ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep etmek için mitingler yapmıştır.
2006 yılında bir eyleminden dolayı polis tarafından gözaltına alındı.
MERKEZ SARIKAYA KÖYÜ
Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlıdır.
Resmi kaynaklarda Yıldızeli’nin kuruluş yılı 1639 olarak gösterilmektedir. Ancak bölgede tarihin
çok eski dönemlerinden itibaren yerleşimler olduğu bilinmektedir. Anadolu’da ilk uygarlıkların
kuruluşundan Makedon, Bizans, Selçuklu, beylikler ve Osmanlı dönemlerine kadar, bu yörenin
bir “geçiş bölgesi” olarak “sürekli iskana tutulduğu” görülür. Köyün kuruluş tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Ancak köy büyüklerinin beyanlarına göre, köyün 200 yıl kadar önce
kurulduğu tahmin edilmektedir. Gül (Kul) Yakup olarak bilinen, tanınmış, cemlerde deyişleri
söylenen halk aşığının 150 yıl önce köyde yaşadığı bilinmektedir. Köyün kuzey yönünde,
Merden yolu üzerindeki tarlaların ortasında tek, büyük bir kaya kütlesi bulunmaktadır. Bu
kayanın meteor mu, su çekilmesi-çözülme yoluyla ortaya çıkmış bir kaya mı olduğu hakkında
kesin bilgi yoktur. Merkez Sarıkaya, adını, köyün kuzeyinde yer alan bu tek “sarı” kayadan
almıştır. Şarkışla’ya bağlı bir köy ve Yozgat’a bağlı bir ilçenin de “Sarıkaya” adını taşıması
karışıklığa yol açtığından kaymakamlığa verilen bir dilekçeyle köyün adı “Merkez Sarıkaya”
olarak değiştirilmiştir. Köyün ilk yerleşimi, bugün “Ayınözü” denilen, köyün güneyinde bulunan
yaylanın eteklerinde, ırmak kenarı boyunca uzanan bölgededir. Köyün yaşlıları, bu bölgede
daha önce bir Ermeni köyünün kalıntısı olduğunu anlatmaktadırlar. Göç sonucu olan ilk
yerleşimde yedi hane bulunduğu söylenmektedir (“Eskiköy”). Bugünkü köy alanına göre daha
ılıman ve verimli bir bölge olan Ayınözü’nden neden yeniden göç edildiği hakkında açık bilgi
yoktur. Ancak, gerek ilk yerleşimde, gerek sonradan yapılan göçlerde, çok eski dönemlerden
bu yana Anadolu genelinde ve bölge özelinde güdülen “iskan politikaları”nın etkili olduğu
düşünülebilir.
Colü Baba Yatırı: Colü Baba (veya Coğlü Baba) bu köyde yaşamış bir kişidir. Rivayete göre her
gün atına binip köyü gören bir tepeye çıkarmış. Bu tepenin başında oturarak saatlerce
düşünürmüş (tefekküre dalarmış). Günlerden bir gün yine tepeye çıkmış, sonra da yumruk
büyüklüğündeki taşları toplayarak yığmış ve böylece mezar yerini belirlemiş, sonra da orayı
temizlemiş. Köye döndüğünde gördüğü kişilere, “Yarın ben öleceğim, beni bu tepeye gömün”
demiş. Gerçekten de o gece ölür ve ertesi gün vasiyet ettiği yere defnedilir. Yöredeki yaygın
inanışa göre ölümünden sonra da mezarını temizlemeyi sürdürmektedir ve atının ayak izleri
de her sabah mezarının çevresinde görülür. (Şarkışla'ya bağlı Alaman köyünde aynı adı taşıyan
"Colü Dede" yatırı bulunur.)
MAİNA (orijinal ad: Maïna)
2013'te gösterime giren Kanada yapımı, tarihi drama filmidir. Dominique Demers'in aynı adlı
romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini Michel Poulette üstlenmiştir. Filmin başrolünde
Roseanne Supernault yer almaktadır. Film, Inuktitut ve İnnuca dillerinde çekilmiştir. Filmin
yalnızca başlangıcında dış ses tarafından anlatılan kısım Fransızca'dır.
Konusu: 18. Yüzyılda, Avrupa'lılar henüz Kuzey Amerika Kıtası'nın yukarı bölgelerine gelmeden
önce yaşanan bir aşk ve arayış öyküsüdür. İnnu kabilesinin reisi, düşmanları tarafından
zehirlenerek öldürülür. Kızı Maïna, o gün ikinci bir acıyı daha yaşar. Çıkan savaşta sevdiği
erkeğin bir ihanet ile öldürüldüğünü de öğrenir. Bütün bunların üzerine ayrıca on bir yaşındaki
Matsii adlı çocuğun düşmanlar tarafından kaçırıldığını haber alır. Annesi ölüm döşeğindeyken
ona oğlunu her zaman koruyacağına dair söz vermiştir. Böylece onu bulmak için hayatını
değiştirecek olan yolculuğa çıkar.
MACAR MİTOLOJİSİ
Macar halkına ait efsaneleri, masalları, olağanüstü öyküleri, insanüstü varlıkları ve tanrıları
içeren bir anlatılar ve derlemeler bütünüdür. Macar mitolojisi Ural kökenli ana kaynağın
yanında, Macarların (onlarla birlikte Onogurların) Batıya doğru göçü esnasında Altay kökenli
Türk halk inanışlarından etkilenmiştir. Nihayet Avrupa’da yaklaşık olarak bugünkü Macaristan
topraklarına yerleşip çevre kültürlerle etkileşimleri sonucu Avrupa mitolojilerinden ciddi
anamda motif ve figür edinmiştir.
Dünya üç katmanlı olarak düşünülmüştür:
1. Üst-Dünya (Felső világ): Tanrılar yurdu. Gökyüzü.
2. Orta-Dünya (Középső világ): İnsanların yurdu. Yeryüzü
3. Alt-Dünya (Alsó világ): Ölüler ve Şeytanlar yurdu. Yeraltı.
Dünyanın merkezinde Yaşam Ağacı (Világfa/Életfa) bulunur. Onun dalları Gökyüzünü (ÜstDünya’yı) kaplar. Kökleri yeraltına kadar iner. Yaşam Ağacının meyvaları altın elmalardır. Altın
sözcüğü Azeri dilinde Qızıl (Kızıl) sözcüğü ile karşılanır. Türk mitolojisindeki Kızıl-Elma anlayışı
bu bağlamda Macar mitolojisi ile bağlantılıdır.
Üst-Dünya: Tanrılar ve iyi ruhlar burada yaşar. En önemli varlık Isten’dir. Bu sözcük Macar
dilinde günümüzde Tanrı demektir. Güneş ve Ay yine burada yaşarlar. Gökyüzü Yaşam
Ağacının ayakta tuttuğu büyük bir çadır olarak düşünülür. Gökyüzündeki yıldızların ise tıpkı
çadırdaki gibi ışık delikleri olduğu kanaati vardır.
Orta-Dünya: Burada insanlar ve masal kahramanları yaşar. Su, Yer ve Orman ruhları Macar halk
inanışlarında önemli bir yer tutar.
Alt-Dünya: Kötü ruhların ve ölmeden önce kötülük yapanların ruhlarının ve şeytanların
mekanıdır. Ördög burada en önemli kişilik olarak yer alır. Kötülüğe dair her şeyin yaratıcısıdır.
Yer altı aleminin yöneticisidir. Türk mitolojisindeki Erlik karakterinin birebir karşılığıdır.
Eski Macar Dini: Türklerin Tengricilik anlayışı, Zerdüştlükten etkilenen şamanist gelenek ile
Ural ve Moğol inanışları eski Macar dini üzerinde belirleyici olmuştur. Táltos şamanlara verilen
addır. Onların ruhları Dünya katmanları arasında yolculuk yapabilir: Onların hayat ağacının
dallarını tırmanabilirler, ruhlarla iletişim kurabilirler. Cinleri ve şeytanları, kötü ruhları
kovabilirler.
Isten: (İsten okunur) Dünyayı yönetir. İnsanların kaderlerine karar verir. Macar dilinde Tanrı
anlamı taşır ve her şeyin mutlak hakimidir. (Türkçe: İdi / İzi / İççi)
Ördög: Yeraltı ve Cehennem Tanrısı. Şeytan. Kötü insanların ruhlarını alır. Yaratılışın başında
İsten ile birlikte o da vardır. (Türkçe: Erlik)
Hunor ve Magor: Hunların ve Macarların atalarıdır. Kutlu geyiğin ardında denizi (veya bataklığı)
geçerek Macar topraklarını keşfetmişlerdir.
Szél-Anya: (Zel Anya okunur) Rüzgar Tanrıçası. Dünyanın sonunda bulunan büyük bir dağın
tepesindeki mağarasında yaşar. Kendisi bir rüzgara dönüşür. (Türkçe: Yel Ana)
Szél-Atya: (Zel Atya okunur) Rüzgar ve Yağmur Tanrısı. Tüm silahları gümüştendir. Szél-Király
yani Yel Kralı olarak da bilinir. (Türkçe: Yel Ata)
Arany-Anya: (Aranı Anya okunur) Altın Kraliçesi. Güzelliği simgeler. Türk kültüründeki Aran Ana
veya Aran İyesi adlı hayvanların koruyucu ruhu ile yakından alakalıdır.
Arany-Atya: (Aranı Atya okunur) Altın Kralı. Büyük selde insanları sal yaparak kurtarmıştır. Ülke
kurmak için ördekten suyun içinden toprak çıkarmasını istemiştir.
Hajnal-Anya: Şafak Ana. Tan Kraliçesi. Güneşin doğumundan sorumludur. Işığın koruyucusu
olarak bilinir.
Sárkány: (Sarkanı okunur) Ejderha. Kanatlı, uçabilen yılana benzer sürüngen. 3, 12 veya 21
başlıdır. İnsan kılığına girebilir. Zeki bir varlıktır. (Türkçe: Sarkan)
Nap-Király: (Nap Kiralı okunur) Güneş Kralı. Güneş Tanrısı. Gümüş (Ak) yeleli atını hergün
doğudan batıya sürer. Böylece Güneşin hareketine yön verir.
Turul: Efsanevi kuş. Anka kuşuna benzer. Tanrı onu Macarlara önderlik etsin ve yol göstersin
diye yeryüzüne göndermiştir. (Türkçe: Tuğrul)
Hadúr: Savaş Tanrısı. Bakır onun kutsal metali olduğu için tüm silahları bakırdandır.
Demircilerin ve madencilerin de tanrısıdır. Yeryüzü hakimiyetini simgeleyen bir kılıcı vardır.
Fene: Hastalık getiren ve yayan bir ruhtur. Şeytani varlıkların dolaştığı bir yer olarak da anılır.
"Menj a fenébe!" Macarcada cehenneme git demektir.
Guta: Tehlikeli bir ruh olarak görülür, ölümcül sonuçlar doğuran bir varlıktır. Kalp krizlerine,
felçlere ve başka ölümcül rahatsızlıklara neden olur.
Sellö: Deniz kızı. Yarı kadın yarı balık olan varlık. Şarkılar söyleyerek denizcileri kandırır ve
suyun içine çeker. Ad Ural dillerinden gelir fakat özellikleri Avrupa mitolojisine aittir.
Griff: Avrupa mitolojilerindeki adı Griffin'dir. Aslan başlı bir kuş görünümdedir. Macarlara göre
insan eti yiyen bir kuştur.
Tündér: Peri kızı. Çok güzel ve bakire soyut masal varlığı. Dilekleri yerine getirebilir.
Törpé: Yeraltında veya ormanda yaşayan cüceler.
Manó: Masal cini olarak tanımlanabilecek soyut bir varlık.
Baba: Yaşlı kadın demektir. Cadı. Slavların Baba Yaga adlı motifi ile özdeştir. Çocukları kaçırır.
Bubus vey Mumus: Mağaralarda yaşayan cüce bir varlıktır. Türkçedeki öcü kavramını karşılar.
Lidérc: Hortlak, şeytan, vampir, zombi, hayalet gibi kavramların karşılayan bir varlık.
Óriáso: (Oryaso okunur) Dev. Dağlarda yaşayan çok büyük masal yaratığı.
Garabonciás: Fırtınalar oluşturan, sihir yapabilen erkek büyücü.
Boszorkány: Zarar verici, tehlikeli dişi varlık. Cadı. Şekil değiştirebilir. Hayvanlara zarar verir.
Hastalık getirir. Geceyi ve gecenin çöküşünü yönetir.
Boldogas-Szony: Kutsal Kadın. Anatanrıça. Kadınlığın ve çocukların koruyucusu. Hz Meryem ile
özdeşleşmiştir. Macaristanın koruyucusu olarak görülür.
Szépas-Szony: Orman Kadını. Uzun saçlı, beyaz elbiseli bir şeytani bir varlıktır. Genç erkekleri
dans ederek kandırıp baştan çıkarır. Fırtınalara neden olur.
Bunların dışında Ügyek ve Emese adlı bir karı koca Macarların atası olarak kabul edilir. Emese
rahminden bir ırmak aktığını rüyasında görmüştür ve aynı rüyada Turul kuşu tarafından hamile
bırakılmıştır. Bir şaman rüyayı yorumlayarak oğlunun Macar Devletini kuracağını söylemiştir.
Doğan çocuğa Álmos adı verilmiştir. Adının anlamı Rüya veya Almış (mecazen rüyada alınan)
demektir. Macar hanedanını kurmuştur.
Mucize Geyiği: Csodaszarvas adlı bu kutsal hayvan, Türk kültüründeki Alasığın / Alageyik
kavramı ile büyük benzerlikler gösterir. Hunor ve Magor onun peşinden giderek Macar
yurdunu bulmuşlardır. Macarların yol göstericisi olarak kabul edilir.
Kutya: Macar dilinde köpek anlamına gelir ve kutsal bir hayvan olarak görülür. Köpekler
cenaze, ölüm yıldönümleri gibi zamanlarda kurban edilirdi. Yeraltına ruh taşıyan varlıklar
olarak algılanırlardı. Ayrıca Macarların atalarının köpekten türediğine de inanılırdı. Kelime
kökeninde Türkçe Kut kavramının bulunması bu bakımdan ilgi çekicidir. Türk kültüründeki
Barak Ata ve Moğollardaki Nokay Eçege kavramlarına benzer.
M - BİR ŞEHİR KATİLİNİ ARIYOR
1931 Almanya yapımı psikolojik gerilim filmidir. Özgün adı M’dir. İngilizce konuşulan ülkelerde
“Fritz Lang's M” ve “Murderers Among Us” adları ile de gösterime sunulmuştu. Filmin
yönetmeni Fritz Lang filmin senaryosunu da eşi Thea von Harbou ile birlikte yazmıştı. Filmin
başrol oyuncusu Peter Lorre 'dur. Bu film Fritz Lang 'ın ilk sesli filmidir ve kendisinin de belirttiği
gibi filmografisindeki en iyi filmidir. Filmde bir Alman kentinde polisin seri cinayetler işleyen
bir çocuk katilini yakalamakta yetersiz kalması üzerine tedirgin olan şehirdeki diğer suçluların
da insan avına katılmaları anlatılmaktadır.
Özet: 1931 yılında Almanya'nın Berlin şehri seri cinayetler bir katilin (Peter Lorre) eylemleri ile
çalkalanmaktadır. Polisin katili bir türlü yakalayamayışı halkı olduğu kadar dilencileri, çeteleri
ve diğer 'normal' suçluları da tedirgin etmiştir; çünkü olağan dışı bir şekilde artan polis baskısı
onların da işlerini aksatmaktadır. Organize suç örgütleri dilencilerin de yardımı ile katilin peşine
düşerler. Polis ve suç örgütleri arasında katili yakalamak için bir yarış başlar. Önceleri katilin
yüzü görülmez, sadece gölgesi ve sürekli ıslıkla çaldığı bir melodi duyulur. Kulağı keskin kör bir
balon satıcısının ıslığı teşhis etmesi ile insan avı başlar. Kör baloncunun haber verdiği bir başka
suçlunun avını gözden kaybetmemek için kendi eline tebeşirle bir M harfi (Almanca katil
sözcüğünün baş harfi) yazıp katilin paltosunun sırtına eliyle bastırarak onu damgalaması
sonucunda katil sıkıştırılır ve polisten daha önce suç örgütünün eline düşer. Örgütün kendi
içinde kurduğu sözde mahkemede yargılanmaya başlar.
LURA
(Lur, Lora veya Lūra, İngilizce çeviride: Luvr, Macarca: Búvár)
Nivih halkının mitolojisine göre yaratılışta suyun altından balçığı çıkararak Dünyanın
oluşumuna neden olan yaban ördeğinin adıdır. Türk mitolojisinin yaradılış öykülerine
paraleldir. Nivihler Türkler'e komşu bir kavimdir ve hattâ Kazak ve Kırgızlar'a göre akraba bir
halktır. Lura ördeğinin öyküsü Cengiz Aytmatov’un Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı
öyküsünde adı geçer:
“Oysa bir zamanlar bambaşkaydı günler. Şimdi o günlerin nasıl olduğunu söylemek çok zor.
Kimse bir şey bilmiyor. Hattâ Lura adındaki dişi ördek olmasaydı, dünyanın bambaşka olacağını
kimse aklına bile getirmiyor: O ördek olmasaydı, kara ile deniz birbirlerine karşı, birbirlerine
düşman olmayacaktı. Çünkü ta başlangıçta, başlangıçların başında, doğada kara diye bir şey
yoktu, bir evlek toprak bile yoktu. Her yer sularla kaplıydı. Su, su... Her taraf su! Dünya kendi
ekseninde dönerken su kendiliğinden ortaya çıkmıştı: Dipsiz derinliklerden, karanlık
uçurumlardan… Dalgalar birbiri ardınca uçsuz bucaksız evreni kuşatmış, dört bucağı kaplamıştı.
Dalgaların çıkıp geldiği bir yer olamadığı gibi, gidip yoğalacağı bir yer de yoktu. Ve dişi ördek
Lura, hani şu herkesin bildiği, bugün bile başımızın üzerinden gaklayarak sürüler halinde uçan
yassı gagalı ördek, yapayalnız uçup duruyordu havada. Yumurtasını bırakacağı bir kara parçası
arıyor, ama bulamıyordu. Sudan başka bir şey yoktu evrende. Yuva yapabileceği ne bir kamış,
ne ufacık bir saz vardı. Lura ördeği gaklaya gaklaya uçuyor, daha fazla dayanamamaktan,
yumurtasını dipsiz derinliklere düşürmekten korkuyordu. Nereye gitse, kanatları onu nereye
götürse, hep su, su, yine su! Ne kıyısı, ne başlangıcı, ne de sonu vardı o büyük suyun. Lura
bitkindi. Dünyada yuvasını yapabileceği hiçbir yer yoktu. Lura suların üzerine kondu,
göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine Dünyada toprak, işte bu yüzen yuvadan
oluştu. Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı ortaya. Bu yaratıklardan biri olan
insan, hepsine üstün geldi. Kayak yaparken karların üzerinde gitmeyi, kayık yaparak sularda
dolaşmayı öğrendi. Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi ve çoğaldı. Lura ördeği, sonsuz
suların ortasında meydana gelen kara parçasında hayatın öylesine zor olacağını nereden
bilecekti? Deniz, karanın meydana gelmesine çok kızdı ve o günden beri sakinleşmedi. O
günden beri denizle kara arasında savaş sürüp gidiyor. Ve insanoğlu bazen denizle kara, kara
ile deniz arasında, çok güç durumlarda kalıyor. Deniz, insanları hiç sevmez, çünkü insanoğlu
denizden çok karaya bağlı...”
Altay yaradılış destanında şu cümlelere rastlanır: “Bunun üzerine Kayra Han, kendine benzer
bir varlık yaratarak Kişi adını koydu. Kayra Han'la kişi sonsuz suyun semasında iki siyah kaz gibi
rahatça uçmaya koyuldular.” Yakut Türklerinin yaradılış efsanelerinden birinde de tanrı bir
balıkçıl ile bir yaban ördeğini çağırır, denizden toprak çıkarmalarını ister. Yaban ördeği çamuru
getirir ama balıkçıl hiçbir şey getirmez. Tanrı ona kızar ve denizde kalmasını, yeryüzüne
gelmemesini söyler. Yaban ördeğinin getirdiği çamurla da dünyayı yaratır. Ostyakların kaderi
tayin eden kaz biçimli tanrıları ile çağrışım yapar. Bu kuş dağlarda kürk ve derilerden yapılmış
bir yuva yaşamaktadır.
ATLIKARINCA (Macarca: Körhinta)
Zoltán Fábri tarafından yönetilen 1956 Macar filmi. Yönetmen filmde konuşmaları
başarabildiği en az düzeye indirir.
Konusu: Filmde anlatılan öykü Macaristan'ın kırsal bir bölgesinde geçmektedir. Birbirine aşık
olan iki genç vardır. Ancak kızın babası onu başka birisiyle evlendirmek ister. Ancak klasik bir
aşk öyküsü şaşırtıcı bir biçimde aynı zamanda geleneksel, siyasi, ekonomik tercihlerle iç içe
geçer. İki sevgilinin atlıkarıncada baş döndürücü bir biçimde döndükleri sahne sinema
tarihinde yerini almıştır. Sahneyi etkileyici kılan şey ise kameranın da onlarla birlikte
dönmesidir.
KÖKSEREK (Kazakça: Көксерек / Kökserek)
Kazak yazar Muhtar Avezov'un kaleme aldığı bir hikâyedir. Bir kurt yavrusunu bularak ona
Kökserek adını veren bir çocuğun öyküsünü anlatır. Betimlemelerle doludur. Hikâyede
doğadaki olaylar ağır basmaktadır. Kazak Türkçesi oldukça sade kullanılmıştır.
Kökserek sözcüğü: Коксерек (Kokserek) veya Көксерек (Kökserek) güçlü, dayanıklı kurtlara
verilen bir isimdir. İsim, Kazakça "Көк" ("mavi" renk ve mecazen "gökyüzü") ve "Серек"
(kulaklar için "çıkıntılı" veya "sivri", mecazi olarak "iyi işiten") kelimelerinin birleşimidir.
Konusu: Öykü Kazakistan'da bir kurt ininde başlar. Birgün insanlar gelerek yedi yavrudan beşini
öldürür, birini sakat bırakır diğerini ise alarak köye götürürler. Kurmaş adlı bir çocuk yavru
kurdun adını Kökserek koyar. Çocuk onu besler, yanında yatar, boynuna ip takarak kapıya
bağlar. Ancak hayvan büyüdükçe içgüdülerine uyarak köpek gibi davranmak yerine vahşi bir
görünümm sergiler. Köylüler kurdun evcilleşmeyeceğini, hemen öldürülerek postunun
alınması gerektiğini söylerler. Ama Kurmaş buna izin vermez. Fakat koyunlara saldıran iki
kurdun peşinden giden Kökserek kaçar. Ancak bir zaman sonra üzücü bir biçimde biten bir
sürecin sonunda yeniden karşılaşacaklardır.
Film: 1974 yılında filme alınmıştır. O dönem Kazakistan, Sovyetler Birliği içerisinde yer aldığı
için, Rusça "Лютый" (Kızgın, İngilizce: The Ferocious) adıyla Sovyet filmi olarak Kazak
oyuncularla çekilmiştir. Türkiye'de "Kurt Kanı" başlığı ile tanıtılmıştır. Kökserek (Kazakça:
Көксерек / Kökserek; Rusça başlık: "Лютый / Lyutyy", anlamı "Vahşi"), Kırgız yönetmen
Tölömüş Okeyev'e ait 1974 yapımı Sovyet dram filmidir. Türkiye'de Kurt Kanı adıyla
gösterilmiştir. Kazak yazar Muhtar Avezov'un kaleme aldığı Kökserek adlı hikâyeden
uyarlanmıştır. Filmde bir kurt yavrusunu bularak ona Kökserek adını veren bir çocuğun
başından geçenler anlatılır. İnsanın doğadaki yeri, vahşi hayvanların yaşam hakları, doğa ve
içindeki canlılara duyulan sevgi gibi konular vurgulanır.
Filmin adı: Aslında "Kökserek", özel bir ad olarak filmdeki kurt yavrusuna koyulmuş olan bir
sözcüktür. Kazakça'da Коксерек (Kokserek) veya Көксерек (Kökserek) kelimesi güçlü,
dayanıklı anlamında kurtlara verilen bir isim olarak kullanılır. "Көк" ("mavi" renk ve mecazen
"gökyüzü") ve "Серек" (kulaklar için "çıkıntılı" veya "sivri", mecazi olarak "iyi işiten")
kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır.
Konusu: Kurmaş adlı bir çocuk amcası ile birlikte ava çıkar, yolda içinde yavrular bulunan bir
kurt inine rastlarlar. Amcası yavruları acımasızca öldürür, ancak çocuğun isteği üzerine birini
alarak köye götürürler. Çocuk onun adını Kökserek koyar ve beslemeye başlar, boynuna ip
takarak kapıya bağlar. Ancak hayvan büyüdükçe içgüdülerine uyarak köpek gibi davranmak
yerine vahşi yönü ortaya çıkmaya başlar. Durumu gören köylüler kurdun asla
evcilleşmeyeceğini, bir an önce öldürülmesi gerektiğini söylerler. Ama Kurmaş buna engel olur.
Bir süre sonra Kökserek kaçar. Fakat kader onları yeniden karşılaştıracaktır.
KUSURSUZ MAVİ (veya "Mükemmel Mavi"; Japonca / Hepburn: Pāfekuto Burū)
Satoshi Kon tarafından yönetmenliği yapılan, 1997 yapım bir psikolojik gerilim türünde Japon
anime filmidir. Bir müzik grubunun eski bir üyesi olan ve kimliğini bilmediği birisi tarafından
rahatsız edilmeye başlandıktan sonra gerçeklikle bağlarını koparan bir kadının öyküsü
anlatılmaktadır.
Uyarlama: Yoshikazu Takeuchi’nin Perfect Blue: Complete Metamorphosis (Japonca: Pāfekuto
Burū – Kanzen Hentai) adlı romanından uyarlanmış olup senaryosu Sadayuki Murai tarafından
yazılmıştır.
Seslendirme: Junko Iwao, Rica Matsumoto, Shiho Niiyama, Masaaki Okura, Shinpachi Tsuji ve
Emiko Furukawa seslendirmeleri gerçekleştirmiştir.
Konusu: Oyunculuk kariyerini sürdürmek için müzik sektöründen ayrılan genç bir kadın
kimliğini bilmediği birisi tarafından rahatsız edilmeye başlanması filmin başlangıcını oluşturur.
Bir J-pop idol grubunun üyesi olan Mima Kirigoe, tam zamanlı bir oyuncu olmak için gruptan
ayrılmaya karar verir. Bu değişiklikten rahatsızlık duyan Me-Mania adlı ürkütücü ve tuhaf
görünümlü bir hayran tarafından takip edilmeye başlar. Bir hayran mektubu sayesinde Mima;
kendi bakış açısıyla yazılmış günlük kayıtlarını içeren "Mima'nın Odası" adlı halka açık bir web
sitesini keşfeder. Mima'nın oyunculuk kariyerinin başlamasının ardından sektörde çalışan
çevresindeki birkaç kişinin öldürülmesi üzerine Mima, kendisini baş şüpheli olduğuna işaret
eden kanıtlar bulur. Vahşice öldürülen fotoğrafçı Murano hakkında anımsamaları ve zihinsel
dengesizliği, kendi anılarından ve masumiyetinden şüphe duymasına sebep olur. Maruz kaldığı
takip nedeniyle taciz kurbanı haline gelen ana karakter, dehşet verici cinayetler işlendikçe
gerçeklikle bağını kaybetmeye başlar. Satoshi Kon'un diğer eserlerinin çoğunda olduğu gibi bu
filmde de kurgu ve gerçeklik arasındaki çizginin bulanıklaşması konusu işlenmektedir.
KOBZAR (Ukraynaca: кобзар)
Bandura veya Kobza adı verilen çalgıyı çalarken kendisi şarkı söyleyen gezgin Ukraynalı
ozanlara verilen addır. Türk kültüründeki Âşık anlayışına çok benzemektedir.
Etimoloji: Türkçe Kopuz/Kobuz/Komuz olarak bilinen çalgının adı ile bağlantılı bir kökten
kaynaklanmaktadır. Kobzamak fiili Asya Türk lehçelerinin bazılarında "Kopuz çalmak" (çalgı
çalmak) manasına gelmektedir. Kobzar sözcüğü tam olarak "Kobza çalan" demektir. Kobza, Ud
ailesinden Ukrayna'da kullanılan telli bir çalgıdır. Kobza adlı müzik aletinin adı Türkçe
kökenlidir ve Poltava bölgesine yerleşen oldukça büyük bir Türk topluluğunun Abhazya'dan
göçü ile 13. yüzyılda Ukrayna diline giren Kopuz/Komuz terimlerinden kaynaklandığı
sanılmaktadır.
Özellikler: Kobzarlar genellikle kör kişilerdir ve 1800'lere kadar çoğunlukla durum böyle devam
etmiştir. Kobzar geleneği, Ukrayna'da 16. yüzyılda oluşmuştur. Kobza, Bandura veya Lyra
olarak bilinen bir müzik aleti kullanılarak şarkılar söylenmiştir. Onların repertuarları, esas
olarak ayinlerde söylenen mezmurlar ve dinsel müzikten oluşuyordu ve ayrıca "Duma" olarak
bilinen benzersiz bir epik biçimi de içeriyordu.
Tarihçe: Ukrayna'da kobzarlar bölgesel loncalar veya kardeşlikler halinde örgütlendiler. Kobzar
olmak için toplum önündeki ilk sınavlara girmeden önce genellikle üç yıl süren sıkı bir çıraklık
uygulaması geliştirdiler. Ortodoks Kilisesi kobzarlara karşı çoğu zaman kuşkuluydu ve hatta
bazen düşmanca davranmaktaydı.
KELİN (Kiril: Келін, Rusça: Невестка / Nevestka)
2009 yılında gösterime girmiş Kazakistan yapımı bir filmidir. Kazakça "Kelin" sözcüğü
Türkçe'deki "Gelin" kavramının birebir karşılığı olup K/G dönüşümü ile farklı bir söyleniş
biçimidir.
Çekim tekniği: Filmde herhangi bir sesli dil kullanılmamıştır. İzlemek için altyazıya ihtiyaç
duyulmaz. Film boyunca yalnızca doğadaki sesler işitilir. İnsan sesleri de sadece bir kaç yerde
doğal bir unsur olarak yer alır (bağırma, inilti vs. gibi).
Konusu: Bir çobanla kendi isteği dışında evlendirilen isimsiz bir gelinin öyküsü anlatılmaktadır.
Gerçek aşkı Mergen'in gücü onu almaya yetmez. Mergen, sevdiği kızı geri kazanacağına dair
ant içer, ancak bu arada yeni gelin kayınvalidesi ve küçük kayınbiraderi ile yaşayacakları
kocasının yurduna göçer. Doğayla gizemli bağlara sahip yaşlı bir kadın olan kayınvalidesiyle
tanışır. Yaşlı kadının evdeki herkes üzerinde mutlak bir egemenliği vardır. Gelin zamanla kocası
ile arasındaki cinsel yaşantıdan zevk almaya başlar. Ancak bir süre sonra eski aşkı onu almak
için geri döndüğünde durum karmaşıklaşır. Çünkü gelin yeni ailesine alışmıştır. Mergen aileyi
uzaktan izleyerek fırsat kollamaya başlar. Anlatılan olay milattan sonra ikinci yüzyıl ve
dördüncü yüzyıl arasındaki bir dönemde Altay dağlarında geçmektedir. Filmde eski Türk
Kam'lığına (şamanizme) dair uygulamalar yer alır.
KARAÖZÜ KÖYÜ
Kayseri'nin Sarıoğlan ilçesine bağlı bir köydür.
Tarihçe: Köye ilk yerleşen ahaliye Hüsneliler adı verilmektedir, ancak bahar ve güz
dönemlerinde göçerlerin sürekli yaptıkları yağmalar nedeniyle bunlar 1700'lü yılların sonuna
doğru burayı topluca terketmişlerdir. Yeni gelen topluluklarla köyün yeniden kuruluş tarihi ise
1799-1800 olarak tahmin edilmektedir. 1953 yılına kadar Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı olan
Karaözü, bu tarihten sonra Sivas’ın Gemerek ilçesine, 1978 yılında ise yapılan halk oylaması ile
Kayseri'nin Sarıoğlan ilçesine bağlanmıştır.
Köyün adı: Karaözü köyünde "Tohum Pınarı" ve "Memiş Pınarı" adlarını taşıyan iki büyük
çeşme bulunmaktadır. Bunların suları aşağıdaki dereye doğru akarlarken gölgeli bir görüntü
oluştururlar. O nedenle de bu sulara "Karaca Öz" adı verilmiştir. Topraktan (karadan) çıkan su
akıntısı anlamı da mümkündür. ("Öz" kelimesi özellikle İç Anadolu'da dere, ırmak, akarsu
anlamlarında kullanılır.)
Şahruh Köprüsü: Karaözü köyünde yer alan tarihi bir köprüdür. Köprünün yapım tarihine ilişkin
yazılı bir bilgi yoktur. Fakat 1538 yılındaki onarımına ilişkin bir kitabe mevcuttur. Köprünün sol
taraftaki üst korkuluk taşlarının arasında genişçe ortası oyuk bir taş vardır. Bu oyuk yaklaşık
olarak bir insan sırtını içine alacak genişliktedir. "Kulunç Taşı" denilen bu yere insanlar sırtlarını
dayarlar ve yeli (sancıyı, ağrıyı, sızıyı) aldığına inanırlar. Oturarak kuluncunu bu taşa dayayanlar
sırtlarını sağa sola oynatarak tedavi olduklarını söylerler. Ayrıca buraya sırt verilerek dilek
tutulması da yaygındır (niyet taşı amacıyla). Bu taş tam kıbleye karşı durmaktadır ve geçmişte
mihrap olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Göçebe topluluklar ve köprüden ya da yakınlardan
geçen diğer yolcular namazlarını toplu halde burada kılarlarmış. Özellikle Cuma günleri gelip
geçenler ve bitişiğindeki handa konaklayan yolcular, bu taşın karşısına geçip namaz için saf
tutarlarmış. Köprünün beratlı (imtiyazlı, özel niteliği bulunan) olduğuna inanılır. (Şeyh İbrahim
adına yapılmış olan Zaviye zamanla yıkılınca taşlarından bir han inşa edilmiş ancak daha sonra
o da yıkılmış.)
Su değirmenleri: Karaözü köyü Kızılırmak vadisinin doğuya bakan yamacında yer almaktadır.
Hemen alt tarafından bir dere akmaktadır. Karaözü ahalisi bu dereye bir isim koymamıştır.
Genelde “Aşağı Dere” tabiri ile tanımlanmaktadır. “Yukarı Dere” ise doğal bir akarsu olmayıp
Karaözü’ndeki değirmenleri döndüren, insan eli ile yapılmış su kanalıdır. Geçmişte Aşağı
Dere’nin suyunun neredeyse tamamının gerektiğinde bu kanala aktarıldığı bilinmektedir.
Karaözü’nde bu kanalın suyuyla çalışan üç adet değirmen sosyal hayatın ve coğrafi konumların
en önemli belirleyicileri arasındadır. Bunların adları; “Yukarı Değirmen”, “Orta Değirmen”,
“Aşağı Değirmen” şeklindedir. Bunlardan başka Şahruh Köprüsü'nün kuzeybatısındaki “Tahir
Efendi Değirmeni”, Tereli’de “Kaya Değirmeni” denilen iki farklı değirmen, "Kadir Kahya’nın
Değirmeni" ile Kel Tepe eteğindeki "Kadı Halil Değirmeni" de yine geçmişteki değirmenlerin en
önemlileridir.
KARTALCA KÖYÜ
Sivas merkeze bağlı bir köydür.
Köyün adı: Dik kayalıkların çok oluşu sebebiyle yırtıcı kuşların yaşamasına elverişli bir ortam
bulunduğu için yakın tarihlere kadar kartallar ve yuvaları çok sık görüldüğü için bu ad
verilmiştir. Başka bir rivayet göre ise Kayabaşı olarak bilinen bu kayalıklarda Kartal Baba isimli
bir evliyanın mezarı bulunduğuna dairdir.
Tarihçe: Köyün tarihi eskilere dayanmakla birlikte Oğuzların, Bozok kolunun, Alkırevli boyunun,
Elbeyli Türkmen Aşiretine mensupturlar ve 12. asırda Halep üzerinden bugünkü topraklara
gelip yerleşmişlerdir.
Kartalca kalıntıları: Literatüre Kartalca Nekropolü olarak geçmiştir. ("Nekropol", yaklaşık olarak
"Kabristan" manasını karşılayan Yunanca bir sözcüktür.) Köyün 200 m kadar güneydoğusunda,
yüksek bir kayalık bir tepe üzerindedir. Kartalca Köyü ile Kartalca Nekropolü arasında Üsgülüç
Çayı akmaktadır. Nekropol kayalık tepenin neredeyse tamamını kaplamaktadır. Batı ucunda
bir tümülüs vardır. Mezar kalıntıları düzgün blok taşlardan oluşmaktadır. Tümülüs kaçak
kazılarla tahrip edilmiştir. İçerisindeki büyük taş bloklardan oluşan mezar odası açığa çıkmıştır.
Nekropolün Roma-Bizans döneminde kullanıldığı tahmin edilmektedir. Tepe üzerindeki tek
başına duran mezar ise 1950’li yıllarda vasiyeti üzerine oraya gömülen "Dikkulak" lakaplı bir
köylüye ait olup eski buluntularla bir bağlantısı yoktur.
ŞEYHHALİL KÖYÜ
Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı bir köydür.
Köyün adı: Köyde türbesi bulunan Şeyh Halil adlı bir erenin adından kaynaklanmaktadır.
Yakınlarda bir yerde yapılan bir savaşta düşmanlar tarafından kesilen kafasını eline Şeyh Halil
mezarın şimdiki bulunduğu yere kadar yürür ve orada şehit düşer. Savaştan önce tarımla
uğraşır ayrıca geyikleri tarım araçlarına koşarmış.
KAR PARSININ SOYU
(Kırgızca: Ак Илбирстин Тукуму / Ak İlbirstin Tukumu, Rusça: Потомок Белого Барса /
Potomok Belogo Barsa)
1984 yılında gösterime girmiş olan Tölömüş Okeyev tarafından yönetilmiş bir Kırgız filmidir.
35. Berlin Uluslararası Film Festivali'ne katılarak Gümüş Ayı ödülü kazandı. Filmde anlatılanlar
bir Kırgız halk masalına dayanmaktadır.
Filmin adı: "İlbirs" sözcüğü Kırgızca'da "leopar" anlamı taşımaktadır. "Тукум" (tukum) ise
"tohum" (mecazen soy) demektir.
Konusu: Çok çetin geçen bir kış mevsiminde hayatta kalabilmek için ova halkından yardım
istemek zorunda kalan yaylalarda yaşayın bir avcı topluluğunun başından geçenler
anlatılmaktadır. Gelişen olaylar yasak bir aşk öyküsünün ortaya çıkışına neden olacaktır.
Geleneksel olarak koyulmuş av yasağını ihlal etmenin felaketle sonuçlanacağına dair inanış da
anlatının içerisinde yer alır.
KALEKÖY (yörede bilinen adıyla Kalaköy / Galaköy)
Sivas ilinin Altınyayla ilçesine bağlı bir köydür. Geçmişte köy iken, önce Belediye kurularak
Belde statüsüne kavuşmuş daha sonra ilçeye bağlı bir mahalle haline getirilmiştir.
Coğrafya: Kale köyü ilçe merkezine 5 kilometre mesafede olup Sivas şehir merkezine ise
yaklaşık 60 kilometre uzaklıktadır. Şarkışla - Altınyayla yolu üzerindedir. Şarkışla'ya ise yaklaşık
32 km uzaklıkta bulunmaktadır.
Arap Dede Türbesi: Daha sonradan üzerine kulübe inşa edilerek türbe haline getirilmiştir. 1956
yılında kurulan ve halk arasında daha sonra "Radar" olarak anılmaya başlayan bölgede aslında
Şarkışla'ya bağlı olarak çalışan hava radar istasyonu 2011 yılına kadar görev yapmıştır.
Şarkışla'ya bağlı Konakyazı ve Sivas merkez ilçeye bağlı Gazibey köyleri arasında yer alan
tesisler, Altınyayla ilçesine bağlı Kale köyüne de oldukça yakın bir konumda yer almıştır. Bu
alan içerisindeki türbenin yıkılmak istendiğinde Yedi Kardeşler adı verilen kutlu kişilerin gelerek
birkaç gece üst üste çadırları taşladığı söylentileri yayılmıştır. Sonraki yıllarda ise radarın yeşile
boyalı olan yerlerinin kırmızıya boyatıldığında cihazların çalışmaz olduğu, ancak mühendislerin
radarda herhangi bir arıza olmadığını söylemeleri üzerine bir askerin teklifi ile radarın yeşile
boyatılması sonucu çalışmaya başladıkları halk arasında anlatılan bir efsane haline gelmiştir.
Kaldırılmış olan hava radar arazisi içerisindeki türbe durmaktadır.
KADIBURHANEDDİN TÜRBESİ
Kadıburhaneddin türbesi Sivas merkezde Kadıburhaneddin Mahallesi'nde bir park içerisinde
bulunmaktadır. 1965 yılında dönemin valisi olan Ahmet Vefik Kitapçıgil tarafından
yaptırılmıştır. Kesme taştan dört sütun üzerinde tek kubbesi bulunan bir yapıdır. Baldaken
tarzında inşa edilmiştir. Mahalle sakinlerince huzursuz evliliklerde eşlerin ayrılmadan önce bu
türbeye ayrı ayrı gelip (veya bir yakınlarınca getirilip) dua ettikleri anlatılmaktadır. Türbenin
dört tarafının duvarla örülerek kapalı bir mekana dönüştürüldüğü ama çeşitli belirtilerle bunun
mezardaki veli kişi tarafından istenmediğinin anlaşılması üzerine tekrar duvarların kaldırıldığı
da söylenmektedir. Bazı mahalle sakinlerinin yanından geçerken türbeye selam verdiklerine
tanık olunur. Türbenin hemen yanında yine aynı adı taşıyan Kadıburhaneddin İlköğretim Okulu
yer alır. (Bu okulun adı 2018 yılında değiştirilmiş olsa da mahallede ve hatta daha geniş bir
çevrede bu isimle bilinmektedir.) Yine aynı parkın içerisinde şebeke suyuna bağlı olmayan, bu
nedenle de Sivas ahalisi tarafından "Tatlısu" olarak adlandırılan çeşmelerden birisi
bulunmaktadır. Çeşme daha önceleri parkın bulunduğu çukurluk alanın içerisinde iken
sonradan yeri birkaç metre kadar değiştirilerek biraz yukarıya yol kenarındaki kaldırıma
taşınmıştır. Söylenenlere göre bu su kaynağı çok eski dönemlerden beri burada bir pınar
halinde mevcuttur.
İZULU LAMİ
(Zuluca: "Benim Gökyüzüm" veya "Benim Cennetim"; İngilizce başlık: "My Secret Sky" / Benim
Gizli Gökyüzüm)
2009 yapımı Güney Afrika filmidir. Yönetmenliğini Madoda Ncayiyana yapmıştır. Film Zulu
dilinde çekilmiştir; sadece birkaç cümle İngilizce konuşulmaktadır. Annelerinin ölümünün
üzerine, on yaşındaki kız çocuğu Thembi ve küçük erkek kardeşi Durban şehrine giderler, ancak
yalnız başlarına şaşkın bir durumda şehirde kaybolurlar.
Konusu: Thembi on yaşında siyahi bir kız çocuğudur ve Khwezi adında sekiz yaşındaki bir erkek
kardeşi vardır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde kırsal bir bölgedeki köylerinde yaşamaktadırlar.
Anneleri öldüğünde teyzeleri onlara bakmak için gelir. Ne yazık ki herşeyi sattıktan sonra
çocukları terk eder. Sadece annelerinin ölmeden önce yaptığı küçük bir Zulu hasırı kalır geride.
Kaderlerini kendi ellerine almaya karar veren Thembi, küçük erkek kardeşini büyük şehir
Durban'a gitmeye ikna eder. Orada, kendilerini korkunç metropolde ne yapacaklarını bilemez
bir durumda bulurlar.
İSKENDERUN
1936 Öncesindeki İsim: 1921'den itibaren Fransızlar tarafından "Otonom İskenderun Sancağı
/ Autonome Sandjak d'Alexandrette" (bugünkü tabirle yaklaşık olarak "İskenderun Özerk
Bölgesi") olarak adlandırılan bölge hızla sadece "Sancak" (Sanjak/Sandjak) olarak anılmaya
başlanmıştır. Özetle Osmanlı devletinde pek çok yerde idari bölgeleri tanımlayan "Sancak"
kelimesi özel ada dönüşmüştür.
HATAY
İsmail Müştak Mayakon 10 Ekim 1936’da Cumhuriyet gazetesinde “Tarihten Bir Yaprak”
başlıklı yazısında bölgenin tarihsel olarak ezelden beri Türk olduğunu vurgular. Yazıya göre
Orta Asya’dan gelen Türkler (Hıtay/Kıtay/Katay kavmi), tarihsel olarak kendi isimleri olan Hata
ve Ata kelimelerinden yola çıkarak o bölgeye Hatay demişlerdir. Konu Hititler (Etiler) hatta
onlardan önce Anadolu'da yaşayan Hattiler ile ilişkilendirilir. Konuya dair ikinci makale aynı
yazar tarafından 22 Ekim günü "Hata-Hatay" başlığıyla yayınlanır.
GEMEREK
Atatürk'ün ziyareti: 1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Gemerek İstasyon’unda
konaklamıştır.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanışı: Gemerek Türkiye'deki sol akımı harekâtında
bulunan Deniz Gezmiş'in de yakalandığı yerdir. 12 Mart Darbesinin ilk günlerinden sonra Yusuf
Aslan ile birlikte Sivas'a gitmekteyken motosikletleri bozuldu. Bir ihbar sonucu polislerin
gelmesi üzerine çıkan çatışmada Aslan ile birbirlerini kaybettiler. Yusuf Aslan Şarkışla'da,
Gezmiş ise 16 Mart 1971 Salı günü Gemerek'te etrafı sarılarak yakalandı ve Kayseri'ye getirildi.
"Deniz Gezmiş Ağıdı" adıyla bilinen türkünün içerisinde de bu konudan bahsedilmektedir.
Sızır Çağlayanı: Gemerek ilçesine bağlı Sızır beldesine yaklaşık 1 km mesafededir. Göksu Çayı
üzerinde yer almaktadır. Yörede en sık ziyaret edilen gezi ve dinlenme alanlarından birisidir.
Doğa yürüyüşü için uygun bir çevre alanı vardır. Çağlayanın yer aldığı alanın içerisinde çay
bahçesi ve alabalık restoranı bulunmaktadır.
Gemerek Kavunu: Kendine özgü bir lezzeti olan kavun Gemerek yöresinde özellikle İkizce,
Burhan gibi köylerde ve yakın konumda olan Şarkışla köylerinde (Saraç gibi), kumlu toprakta
susuz veya az su verilerek yetiştirilir.
Halk inanışları: Büyük Pur Dağı ve Küçük Pur Dağı üzerinde Güneş batarken bir atın şahlandığı
ve üzerindeki kişinin bu atı dağın sırtında koşturduğuna dair bir söylenti vardır. Bu dağlar
Kayseri'ye bağlı Akkışla ilçesi yakınlarındadırlar. Sivas - Kayseri otoyolu yakınlarda "Etlik" olarak
bilinen bölgede tek başına bir mezar bulunduğu ve her Cuma geceleri ateş yandığı söylenir.
Ayrıca Salı günü ile ilgili inanışlar da yaygındır. Salı günü yola çıkmanın uğursuzluk getireceğine
ve örgü örülmeyeceğine inanılırken kışlık yiyeceklerin ağzının Salı günü açıldığında bereketli
olacağı kabul edilir. Nuh peygamberin tavuğun göğüs kemiğine bakarak gemisini yaptığı
yörede anlatılmaktadır.
Halk kültürü araştırmaları: Gemerek ilçesi ve bağlı köyler oldukça zengin bir kültürel birikime
sahiptir. 1970'li yıllarda Mehmet Güner Demiray tarafından başta Sivas Folkloru ve Türk
Folkloru gibi dergiler olmak üzere pek çok süreli yayında Gemerek halk kültürü üzerine bir dizi
derleme ve araştırma yazısı yayınlanmıştır. Bu yazılarda Gemerek yöresine özgü halk kültürü
unsurlarından olan Yoğurt Bayramı, Bulgur Çekimi, Halillelle Oyunu, Yüzerlik, Firik gibi pek çok
konu anlatılmıştır. Ayrıca tamamı Gemerek ile ilgili olan Üç Türkünün Üç Doğuş Hikâyesi, Halk
Destanları, Atasözleri, Söylentiler ve Fıkralar, Batıl İtikatlar, Mahalli Deyimler ve Hikâyeler,
Ninniler, İlençler ve Kakınçlar, Cenaze Töreni, Halk Hekimliği, Ad Koyma, Yöresel Yemekler,
Maniler, Sünnet Düğünü, Masal ve Oyun Tekerlemeleri gibi derleme ve inceleme yazıları bu
dergilerde basılmıştır. "Çevre İncelemesi" başlığıyla "Gemerek ve Köyleri" yazı dizisi ise 7
bölüm halinde yine Sivas Folkloru dergisinde yer almıştır.
Gemerek'in Kuruluş Efsanesi: Geçmiş zamanlarda Gemerek'in yeni kurulduğu dönemlerde
cadıya, deve benzer bir yaratık yöredeki insanlara, sürülere musallat olur, gelip evlere girerek
insanları kaçırır. Bir gün bütün insanların bir savaşa katılmak için yurtlarını terk etmesi gerekir.
Geride yalnızca bir kadın kalır. Kadın evinde yemek pişirmiş yağ eritmektedir. O esnada kapı
çalınır. Yalnızlığın etkisiyle bir insan görmek umuduyla hiç düşünmeden, kim olduğunu
sormadan kapıyı açar. Ama açmasıyla birlikte bayılır. Kendine geldiğinde karşısında başka hiç
bir canlıya benzemeyen bir yaratık görür. Ama bu kez kendine hakim olur ve iyi davranarak
içeri buyur eder. Erittiği yağa bal katarak birlikte yiyeceklerini söyler. Sonra da kızgın yağı
getirerek dağ yaratığının üzerine döker. Bunun üzerine yaratık böğürerek kaçar ve ormana
girerek kaybolur. O günden sonra bir daha kimse ilişmez yeni kurulan bu yerdeki evlere ve
insanlara.
HIDIRNALI KÖYÜ
Sivas merkeze bağlı bir köydür.
Köyün adı: Rivayetlere göre Bir savaş esnasında düşmanlar tarafından kovalanan Hıdır Baba
adındaki bir eren, birbirine karşılıklı olarak duran iki kayanın birinden diğerine atıyla birlikte
atlamak zorunda kalır. Ancak aradaki mesafe fazla olduğu için atlamayı başaramayan atın
ancak ön ayakları kayanın bir yüzüne değer. Hıdır Baba ve atı kayadan yuvarlanarak ölürler.
Atın ayaklarının çarpması o kadar şiddetli olur ki, karşıdaki bu kayanın yüzeyine nal izleri çıkar.
Anlatılanlara göre 1990'lı yıllarda bile nal izleri görülmektedir, fakat sonradan yağmur, kar gibi
aşındırıcı etkenlerle kaybolmuşlardır. Köyün ismi bu efsaneye dayanmaktadır. Bu kayanın
üzerinde ise Hıdır Baba'nın türbesi vardır. Ayrıca burada bir de adak yeri de bulunmaktadır.
GECGERE (veya Gejgere/Gezgere/Geçgere)
İki ucunda uzun kulpları bulunan tekerleksiz ilkel sayılabilecek bir taşıma aletidir. Kimi
yörelerde bu araca Tesgere/Teskere/Tezkere adı verildiği de bilinmektedir.
Kullanımı: İki kişi ile kulplardan tutularak genellikle ahırlardaki hayvan dışkılarının dışarı
çıkarılması amacıyla kullanılır. Yeterince uzun oldukları için boşta kalan taraftaki kulplar tek kişi
tarafından da kullanılabilmesine imkan tanır, boşta kalan diğer taraftaki uçlar yerde
sürüklenerek çekilebilir. Taş, tahta, odun, çamur, toprak, kum, gübre gibi pek çok şeyin
taşımasında kullanılabilir.
GAM PENCERESİ (Azerice: Qəm pəncərəsi)
Celil Memmedguluzade'nin 1894 yılında yazdığı "Danabaş köyünün öyküleri" ve 1921'de
yazdığı "Danabaş köyünün öğretmeni" esasında yazdığı senaryoya uygun olarak çekilmiş 1986
yapımı Azerbaycan Sovyet filmidir. Celil Memmedguluzade'nin çocukluğunun olaylarını
anlatmaktadır. Filmin diğer adı "Danabaş köyünün öyküleri"dir. Filmin diğer bir özelliği de Azeri
hiciv dergisi olan Molla Nasreddin'in çizgilerini (karikatürlerini) esas almasıdır. Film bir yıl
boyunca hazırlandı ve çekimler Temmuz'dan Ekim 1985'e kadar 3,5 ay sürdü. Eser önce tiyatro
oyunu gibi oynandı. Film yapımında yaşanan zor konulardan biri çocuk seçimiydi. 5-15 yaş
arasındaki çocukların 5-15 yaş arası filmlere ihtiyacı vardı. Çocuklar Ocak ayından beri altı aydır
seçilmiştir. Çekimler için 1000'den fazla çocuk test edilmiştir. Celil Memmedguluzade'nin
yaşlılıkta kaldığı oda Cafer Cabbarlı adındaki sinema stüdyosunun köşkünde, inşa edilmiştir.
Ev, Azerbaycan Tarihi Müzesi'nden getirildi. Bu köşkte Danabaş köy okulundaki konferans
salonu da inşa edilmiştir.
Konusu: O gün hastalanmış olan Mirza Celil, Bakü sokaklarında dolaştıktan sonra evine döner.
Hayallerindeki acı verici çocukluk anıları gözünün önüne gelir. Çocukluk arkadaşı Ahmed ve
talihsiz kadın Zeynep, ayrıca doğduğu köydeki diğer insanları hatırlar. Arkadaşı Ahmed talihsiz
bir kadere doğru ilerlerken kendisi okula devam edebilmiştir. Filmdeki en önemli konulardan
birisi de kadınların hakları ve özgürlükleridir. Hudayar Bey arkadaşının eşine göz koyar ve onu
elde etmek için tuzaklar kurar. İslam hukukunu istedikleri gibi yorumlayıp çıkarlarına göre
uygulayan mollaların keyfi davranışları ve ikiyüzlülükleri anlatılır.
Kitaptaki öykü: Danabaş Köyünün Hikayeleri kitabında, Hudayar Bey şehre giderek ölmüş olan
arkadaşı Haydar’ın dul karısı Zeyneb'i (kadının kendi rızası olmadan) nikahlamak için yola çıkar.
Bunun için yozlaşmış adalet sistemindeki açıklardan yararlanmak niyetindedir. Filmde bazı
küçük farklarla aynı konu ele alınmaktadır.
EMLEK YÖRESİ
Sivas ili, Şarkışla ilçesinde bir bölge. Kendine özgü kültürel bir bütünlüğe sahip olup özellikle
de halk ozanları ve aşıklık geleneği ile tanınmaktadır. Halk inanışları açısından oldukça
zengindir. Halk ağzında yanlışlıkla Arapça kökenli "Emlak" sözcüğü ile karıştırılarak bu biçimi
ile de kullanılır; ancak etimolojik köken olarak gerçekte hiçbir bağlantısı yoktur.
Sınırları: Coğrafi olarak İç Anadolu bölgesinde Şarkışla'nın kuzeybatısında Kızılırmak vadesinde
Yıldızeli ile Akdağmadeni arasında kalan alanı ifade eder. Daha basit bir tanımla YıldızeliŞarkışla-Akdağmadeni arasında kalan bir üçgen oluşturmaktadır. Bu alan içerisinde Şarkışla'ya
bağlı yaklaşık 30 köy bulunmaktadır. Bunların en önemlileri "Emlek" adı ile başlayan köylerdir:
Emlek Hüyük, Emlek Kale, Emlek Karacaören, Emlek Kavak, Emlek Mezra.
Ayrıca Emlek bölgesinde yer alan diğer köylerin başlıcaları şunlardır: Akçakışla Köyü, Alaman
Köyü, Akçasu Köyü, Bağlararası Köyü, Başağaç Köyü, Benlihasan Köyü, Beyyurdu Köyü, Bozkurt
Köyü, Canabdal Köyü, Çamlıca Köyü, Çanakçı Köyü, Çiçekliyurt Köyü, Faraşderesi Köyü, Gazi
Köyü, Gülören Köyü, Hardal Köyü, Hocabey Köyü, İğdecik Köyü, Kümbet Köyü, Ortaköy, Otluk
Köyü, Örtülü Köyü, Saraç Köyü, Sarıtekke Köyü, Sivrialan Köyü, Yahyalı Köyü, Yalanı Köyü,
Yükselen Köyü: Basit bir sınır çizgisi olarak Sivas - Kayseri karayoluna çok yakın bir konumda
paralel olarak uzanan Turna Dağı'nın diğer tarafında kalan bölgedekiler Emlek köyleri, Şarkışla
tarafında kalanlar ise Merkez köyler olarak adlandırılır. (Başka bir açıdan, günümüzdeki
Merkez köyler ise tarihi Gedik nahiyesine bağlı olanlardır.)
Akdağmadeni (Yozgat), Gemerek (Sivas), Sarıoğlan (Kayseri), Yıldızeli (Sivas) ilçelerinin
sınırlarında kalanlar dahil edildiğinde köylerin sayısının günümüzde de 62 olduğu halk arasında
kabul görür. Şarkışla ilçe sınırları dışında kalan ama Emlek yöresi içerisinde bulunan başlıca
köyler şunlardır. Akdağmadeni'nde: Bozhüyük, Yazılıtaş; Yıldızeli'nde: Davulalan, Yuvalıçayır,
Nallı, Karaleylek, Yolkaya; Gemerek'de: Tekmen, Burhan, Dendil, Alakilise, Keklicek, Eğerci;
Sarıoğlan'da: Karaözü (Geçmişte aslında Gemerek'e bağlıdır.)
Tarihçe: 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkmenler, İç Anadolu'da Emlek
yöresini de kendilerine yurt edinmişlerdir. Bölgeyi içine alan Danişmentli devleti ve ardından
Selçuklu devletleri kurulmuştur. Dulkadirli beyliği egemenliğinde kaldıktan sonra 16. yüzyılda
Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlı idaresi altında Bozok Sancağı içinde yer almış ve
nahiye merkezlerinden biri olmuştur. Nahiye merkezinin bugünki Hardal köyü olduğu bilgisine
rastlanmaktadır. Kayıtlara göre Emlek Nahiyesi’ne 62 köy bağlanmıştır. Bunların bir kısmı
günümüzde Yıldızeli, Gemerek ve Akdağmadeni ilçelerine bağlıdırlar. 1831 nüfus sayımında
Emlak kazasının (yalnız Müslüman ve 18 yaşının üstünde erkekler) nüfusu 2919 olarak kayıtlara
geçmiştir. Bu köylerde barınan nüfus ilerleyen dönemlerde ise 12.500 civarında olmuştur.
Daha sonra Emlek idari bir birim olmaktan çıkarılarak köyleri çeşitli kazalar arasında
dağıtılmıştır. Şarkışla sınırları içerisinde kalan köylerin nahiye merkezi daha sonraki
dönemlerde Akçakışla köyü olmuştur.
Emlek adının kökeni: Emlemek fiilinin iyileştirmek, tedavi etmek, sağaltmak manaları bulunur.
Bu fiilden türemiş olma ihtimali yüksek görünen Emlek sözcüğü ise iyileştirici, sağaltıcı, tedavi
edici yer manalarına sahiptir. Şifâ veren, tedâvi eden demektir. Bu kavram eski Türk halk
kültüründe şifalı bir bölgeyi veya ilaç niteliği taşıyan bir yiyeceği tanımlar. Bedenen veyâ ruhsal
olarak şifâ bulunan bir yerleşim birimini veyâ yöreyi ifâde eder. Çoğunlukla o bölgede bulunan
evliyâ mezarları ile ilişkilendirilir. Mitolojik bir kişilik olan “Amlak” adı ile de alâkalı
görünmektedir. Bu isim de şifâ vericiliği temsil eder. Türkçe "Em/İm" kelime kökü ilaç, ağız,
aşk, istek ve işâret bildirir.
İnançlar: Emlek yöresi Alevi-Bektaşi kökenli inançların baskın olduğu bir coğrafyadır. İnanılan,
kutsal görünen unsurlar her an çağırılabilme mesafesinde, seslenildiğinde sesin
duyurulabileceği uzaklıkta olmalıdır. Başlıca inanç unsurları şu şekilde sıralanabilir:
Kutsal dağ inancı: Emlek köylerinin neredeyse hepsinde kutsal veya hakkında efsaneler
anlatılan önemli bir dağ inancına rastlamak mümkündür. Genellikle köylerin eteklerinde
bulunduğu dağ veya tepe köylülerce kutsal sayılır. Çoğunlukla evliya mekanlarının dağ
doruklarında bulunduğuna inanılır. Onuları bir keramet göstermeye yönelten ise insanlardır,
yani sadece kendileriyle ilişkiye geçildiği anda kerametlerini ya da öfkelerini gösterirler.
Çevredeki diğer dağlar kır (ağaçsız) olduğu halde ziyaret mekanının bulunduğu bu yerlerin
kutsallığı nedeniyle yeşil kalmış olduğu söylenir.
Kutsal ağaç inancı: Ziyaret yerlerinde bulunan ağaçlar da doğal olarak kendiliğinden kutsal
kabul edilmektedirler. İnanışa göre bunlara dokunulmaz, kesilmez; bir dal kesenin onması
(iflah olması) mümkün değildir, o kişinin başına mutlaka bir kötü iş gelir. Ayrıca bu
dokunulmazlık nedeniyle büyümüş ulu ağaçlara sıklıkla rastlanır. Çam, ardıç gibi yüzlerce yıllık
ağaçlar kutsal sayılır ve bunlar için en sık rastlanan dilek dileme biçimi ağacın gövdesini
kucaklayarak iki eli kavuşturma olarak uygulanır Kimi zaman da yalnız başına varlığını sürdüren
bir ağaç kutsal olarak kabul görebilmektedir. Akçakışla yöresinde yayladan çam ağacı
kesenlerin başına felaketler geldiğine inanılmaktadır.
Kutsal su inancı: Genellikle içmece veya kaplıca biçiminde yararlanılan bu suların da kutlu
oldukları için şifa verdiklerine inanılır. Bunlar da çoğu zaman yakınlardaki bir evliya mezarı ile
ilişkilendirilirler. Ayrıca akarsularla inanışlar da yörede önemli bir yer tutar. Suya saygısızlık
yapmanın veya onu kirletmenin doğaüstü / ilahi öfkeyi çekeceğine inanılır.
Kutsal kaya inancı: Büyük bir kaya, özellikle de şekli ilgi çekici ya da renkli bir taş parçası kutlu
sayılabilmektedir. Tek başına bir dağ yamacında, bir dere kenarında, bir ormanın içinde
yüzyıllardır orada duran kayalar gizemli sayılır. Bazen bu taşların erenler tarafından savaşlar
esnasında fırlatıldığı söylenir.
Kutsal kişi / mezar inancı: Pek çok köyde evliya, eren, abdal, baba, dede, yatır gibi adlarla anılan
kutlu bir kişinin köyün geçmişinde yer aldığından bahsedilir ve çoğu zaman da bu kişinin mezarı
köyün içinde veya yakın bir yerlerde mevcuttur. Bu kutlu kişinin rüyaya girme, keramet
gösterme, kendisi veya mezarı ile alay edildiğinde öfkelenme ve bu öfkesini açığa vurma, şifa
verme gibi özellikleri olduğuna inanılmaktadır.
Üç-kardeşler Dağı: Emlek’in ortalarına düşen bir alanda üç dağ yükselir. Üç kardeşin (olasılıkla
üç kutlu kişi) her biri ayrı bir dağı mesken tutmuşlar ve adlarını vermişler. Birbirini görecek
şekilde yükselen bu tepeler Kürebaba, Ağbaba, Karababa adlarını taşırlar. Kürebaba tepesi
Kümbet, İğdecik, Hocabey, Sarıtekke, Güdül, Canabdal, Yalanı köyleri arasında Bozdağlar
üzerinde bulunmaktadır. Tüm bu köylerce kutsal sayıır ve burada adaklar adanıp kurbanlar
kesilir. Yıldızeli'nin Davulalan köyünden de sıklıkla ziyarete gelenler olur (Davulalan ve
Canabdal köyleri arası 14 km kadar olup araçla yaklaşık yarım saatte Davulalan köyünden
Kürebaba yatırına ulaşmak mümkündür.) Yakınlarında "Üç ulu çam" ağacı bulunur ki, bu
ağaçlar da kutsal kabul edilir. Bir kimsenin iki kolu ile bu çamlara sarılıp ellerini
kavuşturduğunda dileğinin yerine geleceği inanışı bulunur. Yöre ahalisi Kürebaba önünde
hiçbir insanın yalan söylemeye cesaret edemeyeceğine inanırlar. Bundan dolayı bir kişinin
doğru söyleyip söylemediğini anlamak amacıyla Kürebaba'nın adı anılarak yemin edilir. Yalan
söylendiği takdirde Kürebaba’dan çıkan bir ateşin yalan söyleyen insanın yüzünü yalayarak
yaktığına inanılır. Kürebaba’da bundan başka buz gibi suyu akan bir oluk (çeşme) vardır ki adına
"Süt-oluk" denilir.
Sütoluk Efsanesi: Yalanı köyünden bir kişi tarafından anlatılan ve hemen pınarın başında
derlenmiş olan Sütoluk Efsanesi öyküsüne göre; Alosman (Ali Osman) adlı bir kişi geçmiş
dönemlerde bir savaşa gider asker olarak ve bir daha da geri dönmez. Yalnız kalan karısı ve
çocukları dağa çıkarlar ve onları geyikler sütleri ile beslerler. Kadın sağdığı sütlerin fazla kısmını
bir mağaradaki deliğe döker ve oradan toprağa karışan sütler yakınlardaki bir pınarın sularını
süte dönüştürür. İnanışa göre bu çeşmeden "Cuma Akşamı" (yani Perşembe) günlerinde su
yerine süt akarmış. Ancak kendini bilmez bir kadın kirli giysilerini bu çeşmenin başında yıkadığı
için artık oluktan süt akmaz olmuş. Hatta Perşembe günlerinde artık bulanık akmaya başlamış
olduğu yörede anlatılır.
İkiz (Ekiz) Oluk: Rivayete göre bir kadının kocası askerdedir, kimsesizlikten ve sahipsizlikten işe
güce kendisi yetişemediği için bu kadın iki çocuğunu kışın odun toplamak için yakın bir tepeye
gönderir. Ancak çocuklar farkına varmadan yavaş yavaş evden uzaklaşırlar. Bir süre sonra ıssız
bir yere varırlar ve yalnız bir ağaç bulurlar. Çocuklar bu ağacı kesmeye kalkışırlar. Ama
bilmezler ki bu kutlu bir ağaçtır (ağaçların sultanıdır). Böylesi ağaçlara balta vuranın asla iflah
olmayacağını ise hiç bilmemektedirler... Baltayı vurduklarında sarsılan ağaçtan bir meyve
düşer; onu alıp yerler. Her balta vuruşunda düşen meyveyi alırlar ve aç oldukları için yemeye
devam ederler. Zaman geçip akşam olur. Önceleri hafiften yağan kar tipiye dönüşür... Bunun
üzerine iki kardeş ağacın kovuğuna sığınırlar. Anneleri ise bu sıralarda çocuklarının
dönmediğini görünce onları aramaya başlamıştır. Yakın çevrede göremeyince, o da biraz ileriye
gider ve çocukların izlerini görerek takip eder. Nihayet uzaktan onları görür ve donmak üzere
olan çocuklarına ısınmaları için sımsıkı sarılır. O gece hepsi de işte orada donarak ölürler.
Kadının kocası bir müddet sonra askerden dönünce acı gerçeği öğrenir, onları arar ama
bulamaz. Sonunda kadın bir gece bir adamın rüyâsına girer ve ağacın yerini kendisine târif
eder. Adam yanına köyden birkaç kişiyi de alarak gider ve ağacı bulur. Ağacın dibindeki toprağı
kazmaya başlarlar, görürler ki taş kesilmiş kadının gözlerinden sanki ağlar gibi bir su
akmaktadır. Oraya bir çeşme yaparlar. Bu pınar Şarkışla-Akçakışla yolu (eski yol) üzerinde
Bozkurt köyüne varmadan 10 dakika mesafededir. Uzun yıllar yolun üst kısmında iki oluk
halinde akmıştır. Sonra yolun alt tarafına indirilmiş ancak bu arada tek oluk halinde akıtılmıştır.
Derler ki, bunun üzerine suyun tadı bozulmuş, hafiften bulanıklaşmıştır.
Kutsal Ocak Anlayışı: Bir ev veya bir aile geleneksel olarak bir hastalığın ruhsal olarak
tedavisinde adeta uzmanlaşmış sayılır ve buralara "Ocak" adı verilir: Sarılık ocağı, Al ocağı,
Şaşılık ocağı, Uyuz ocağı gibi... Hastalık iyileştiricisi kişinin mutlaka keramet sahibi, evliya bir
kimse olması gerekmez, çünkü o hastalığı iyileştirildiğine inanılan kişi değil, kişinin sahibi
olduğu ocaktır. Bazen o ocakta (şifalı mekanda) yer alan su, kuyu, toprak tedavide kullanılabilir.
Fakat asıl iyileştirici etkinin ocağın manevi gücünde ve insanların buna inanmalarında olduğu
düşünülür. Yörede bulunan Yusuf abdal, Kılınç abdal, Can abdal tekkelerinin kökeni hayli eskiye
dayanmaktadır.
Hayvan donuna girme: İnsanların başka canlıların şekline büründüğüne dair anlatılara rastlanır.
Don (kılık, şekil) değiştirip beyaz bir at olarak şafağa karşı köylerin içinde dolanarak insanları
izlediği anlatılan bir dededen bahsedilir. Ayrıca cinlerin de zaman zaman hayvan kılığında
göründüğü inanışı bulunur. Gemerek'in kuzeydoğusunda kalan Orta-Topaç köyü çevresinde
eşekle tek başına yolculuk yapanların önüne tilki kılığındaki bir cinin çıktığı anlatılır.
Hızır inanışı: Hızır kılık değiştirerek evlerin kapılarını çalar ve genellikle de yaşlı, yoksul, dilsiz
bir kişi gibi görünür. Sebepsiz yere gelerek insanların tutumlarını deneyebileceği gibi, bazen de
birisine yardım etmeden önce onları sınar. Azarlayıp kapıyı yüzüne kapatanlara, kendisini
kovanlara, karnını doyurmaktan, bir bardak suyu ya da sütü vermekten kaçınan kişilere
yardımını esirger. Bu gibi insanların evlerinin, tarlalarının, sürülerinin bereketi kaçar. Akçakışla
köyünden Bekir oğlu İzzet Karakurt'un anlattığına göre karısı Hatice ilk çocuklarını doğuracağı
zaman eve bir ebe çağırırlar. Doğumun uzaması üzerine dışarıya çıkan bir kadına sorduğunda,
durumun hiç de iyi olmadığını öğrenir, ters giden bir şeyler olduğu söyler kadın. Kadın içeri geri
girdikten sonra uzun bir süre daha geçer. Evin bahçe kapısına doğru yürürken yan komşunun
evinin bahçesinde bir adamın uzaktan kendisine eliyle işaret etmekte olduğunu görür.
Komşularının bir akrabasına benzettiği bu yaşlı, beyaz sakallı, orta boylu adamın yanına varıp
ne istediğini sorduğunda ihtiyar elinin parmaklarının uçlarını birleştirerek ağzına götürüp
dudaklarına vurur birkaç kez. Anlar ki yaşlı adam dilsizdir ve yiyecek bir şeyler istemektedir.
Sağa sola bakınır, evlerindeki misafire yemek vermelerini söylemek için komşularına seslenir
ama kimse duymaz. Eve döner fakat karısı doğum yaptığı için evde yemek yoktur. Bunun
üzerine evliğe (kilere) giderek ters çevrilmiş çökelik (çökelek peyniri) küplerinden birini alır
ağzını açar. Çökeleğin bir kısmını ekmeğin arasına koyar. Büyükçe bir mendil bularak onun da
içerisine çökelek doldurur. Adamın yanına dönerek ona verir. Sonra da eve geri döner. Çok
sürmez ki, dışarıya iyi haberi verir kadınlar. Bir oğlu olmuştur. Adamı unutur gider. Bir kaç gün
sonra komşularına sorduğunda kimse öyle bir misafirleri gelmediğini, yaşlı adamı
görmediklerini söylerler. Evine gelen misafirlere tahta kaşık ve tahta tabaklarla yemek veren
bir kişi Hızır'ın kendisini ziyaret etmiş olabileceğinden şüphelenir. Bunun üzerine tanıdığı
birisine konuyu anlatır. O da kendisine tahta tabaklarla kaşıkları sobaya atarak yakmasını
söyler. Soba söndüğünde Hızır'ın yemek yediği kaşıklarının yanmadan sapasağlam çıkmış
olduğunu görürler.
Yedikardeşler: Bölgede yedi evliyanın bulunduğuna ve bunların birbirleri ile kardeş olduklarına
inanılır. Bu kutlu kişilerin mezarlarının nerede olduğuna dair pek çok köyde farklı rivayetler
bulunur. (Bunların bazıları Şarkışla'nın merkez köylerindedir). Örneğin bir söylentiye göre Beş
kardeşin merkez Kızılcakışla köyünde "Beşkardeşler" türbesinde yattığına inanılır, diğer ikisinin
ise Karababa ve Kürebaba olduğu bunlarınsa farklı köylerde yattıkları anlatılır. Ancak yaygın
olan inanış yedi kardeşin Şarkışla'nın farklı köylerindeki türbelerde yatmakta olduğudur, ki
yöredeki yatırların sayısı çok daha fazladır. Bu nedenle hangilerinin olduğunu kesin olarak
tespit etmek çok da mümkün değildir. Fakat yaygın bir görüşe göre bunlar; Abdal Baba, Koyun
Baba, Ziraat Baba, Kara Baba, Muhtar Abdal, Can Abdal, Colü Dede olarak tespit edilmiştir.
Yöredeki başka bir inanışa göre ise bu kardeşler; Karababa, Abdal Baba, Kevgir Baba, Küre
Baba, Ağ Baba, Ali Baba ve Çeltek Baba olarak sayılmaktadır. Bir rivayete göre; Ahmet
Yesevi’nin yedi öğrencisi fetih için buraya gelirler.
Halk ozanları: Âşıkların en çok Beyyurdu, Ortaköy, Hüyük, Kümbet, Saraç ve Sivralan
köylerinden çıktığı görülür. Köy sayısının fazlalığı ve âşıklık geleneğinin yaygınlığı bu yörede
halk ozanı sayısının da çok olmasını sağlamıştır. Âşıklar içinde Kemter, Ali İzzet Özkan ve
Mihmani, Veli gibi ülke çapında ünlenmiş, hatta Âşık Veysel gibi ünü ülke dışına taşmış olanlar
vardır. Doğan Kaya bu aşıklarla ilgili kayda değer iki önemli bilgi aktarmaktadır. Ali İzzet
Özkan’ın âşıklığa yönelmesinde bir rüyanın da etkisi olmuştur. İzzeti mahlaslı ozan, yirmi beş
yaşında şiire başlamıştır. Üç gün rüyasında farklı yerler görmüş, değişik olaylara şahit olmuştur.
Üçüncü gece Hacı Bektaş evladından Ahmet Cemaleddin'in elinden lokma yemiş, uyandığında
da başkalık hissetmiştir. Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Akçakışla köyünden Aşık Halil (Soylu)
kendisi ile yapılan bir görüşmede bade içip içmediği sorulduğunda; “Ben bade filan içmedim,
beni derdim ağlattı, derdim söyletti.” diyerek âşıklığa başlayış sebebinin dert (ruhsal sıkıntı)
olduğun izah etmiştir. Dokuz kadın âşığın var olduğu da değinilmesi gereken diğer önemli bir
husustur. Bunlar; Cemile Uzundal (1932-Ağcasu), Dudu (19. yüzyıl-Kümbet), Emine (1810Beyyurdu), Fadime (19. yüzyıl-Sivralan), Fatma Hasgül (1952-Mescit), Kamer (18. yüzyılİğdecik), Gülhanım (20. yüzyıl-Saraç), Yeter (1922-Saraç) olarak kayda geçmiştir. Yörede saz
çalan âşıklar yaygın olduğu gibi saz çalamayan ama yine de geleneğin diğer gereklerini yerine
getirerek yeterince yetkin eserler çıkaran aşıklara da rastlanır. Ancak saz ile çalınan eserlerin
toplumsal bellekte korunması çok daha kolay olmaktadır. Bu nedenle "Yanamaç" adı verilen
çalgı çalmadan söyleyen ozanların eserleri hele de kendileri veya bir yakınları tarafından yazıya
geçirilmemişse istisnai durumlar dışında büyük oranda hatta bütünüyle unutulup
gitmektedirler. Bu duruma örnek vermek gerekirse yine Ali İzzet Özkan ve Halil Soylu
karşılaştırması yeterli olacaktır.
Ali İzzet Özkan: Emlek Hüyük köyünde 1902 yılında doğmuştur. Çıraklık geleneği içerisinde
Sivaslı Âşık Sabri’den ders almıştır. "İzzetî" mahlasını kullanmıştır. Saz çalarak söyler. Herhangi
bir eğitim görmemiştir ancak, kendi çabalarıyla hem eski hem de yeni yazıyı öğrenmiştir. Yirmili
yaşlarından sonra Anadolu'da köyden köye gezerek geçimini kazanmaya başlamıştır. Otuz
sekiz yaşında bazı şiirlerinin Ülkü Dergisi'nde yayımlanmasının ardından şehirlerde de
tanınmaya başlamıştır. Mecnunum Leylamı Gördüm, Şu Sazıma Düzen Ver, Mühür Gözlüm gibi
türkülerini okuduğu plaklarıyla asıl ününü sağlamıştır. Ankara Dikmen’de yaşadığı
gecekonduda 1981 yılında ölmüştür.
Sağlığımda mezarımı ben kazdım
Ölmeden kabire uzandım yeter
Kefenimi tabutumu ben dizdim
Al yeşil renge boyandığım yeter
Halil Soylu: Akçakışla'da 1902 yılında dünyaya gelmiştir. Ailesinin geçimini erken yaşta üzerine
almak zorunda kalmıştır. Okula gidememiştir. Yine de kendi çabaları ile hem Arap alfabesi hem
de Latin alfabesi ile okumayı öğrenmiştir. 1924 yılında askere gitmiş ve Elazığ'da görevini
tamamlamıştır. 1937-1938 yılları arasında ise ihtiyatlı olarak askere çağrılmıştır. Eşi Elif genç
yaşta vefat etmiş ancak kendisi tekrar evlenmemiştir. Ekonomik anlamda çok sıkıntı çekmiştir.
1927-1929 yılları arasında TCDD'de çalışmıştır, daha sonraki yıllarda ise duvar ustalığı ve
doğrama ustalığı yaparak geçimini sağlamıştır. Köyündeki pek çok evi (özellikle kerpiç evleri) o
yapmış veya duvarlarını örmüştür. Bu evlerin bir kısmında çatı tahtalarında adı ve yaptığı tarih
kazılıdır. Ayağı yıllar süren aralıklarla aynı yerden üç kez kırıldığı için hafif aksak yürümüştür.
01 Şubat 1986 tarihinde kanser nedeniyle ölmüştür. Halil Soylu türküler söyleyerek ve halk
hikâyeleri anlatarak halk edebiyatına başlamıştır. Saz çalamayan halk ozanları arasındadır.
Yazması iyi olmadığı için şiirlerini kaydedememiştir; ancak güçlü hafızası sayesinde pek çoğunu
kendisi aklında tutmuştur. Eserlerini doğaçlama (irticalen) söylemiştir. Herhangi bir ustası
olmamıştır. Yalnızca tanışma fırsatı da bulduğu Âşık Veysel Şatıroğlu'ndan çok etkilendiği
bilinmektedir. İrticaldeki başarısını Veysel'in de takdir ettiği söylenir. Şiirlerinde gündelik
hayatı konu edinir, çoğu dertlenmedir. Dörtlükler halinde söylediği şiirlerinde 11'li hece
ölçüsünü yeğlemiştir. Pek çok şiiri nakaratlıdır (kavuştak). Koşma, semai ve destan türlerini
sıklıkla kullanmıştır. Ancak şiirlerinden yalnızca üç tanesi günümüze kadar korunabilmiştir.
N’ola ben de gelmeyeydim cihana
Başa gelecek var o da bahane
Nasıl yalvarayım adil burhana
Arttı firkat aldı beni dert beni
Sardı yine keder beni gam beni
Nüfus: 1960'lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere özellikle Avrupa'ya çalışmak için
gitme bölgede sıklıkla rastlanan bir durumdur. Ancak bu nüfus üzerinde doğrudan ve önemli
bir etki yapmamış fakat yurtdışında yaşayanların ailelerini de götürmesi, orada doğan
çocukların ülkeye geri gelmemesi gibi nedenlerle dolaylı olarak etkilemiştir. 1990'lı yıllardan
başlayarak ise başta Ankara olmak üzere, Mersin, İzmir, İstanbul, Kayseri gibi şehirlere göç
artmıştır ve bölgenin nüfusun hızla düşmesine yol açmıştır. Ancak yaz aylarında geçici olarak
belirgin bir nüfus artışı köylerde yaşanmaktadır. Bu durumun sebebi ise yurtdışında ve şehir
dışında yaşayanların tatili köylerinde geçirmek istemeleridir. Fakat bu etken de gençler
arasında giderek azalmaktadır.
EMİTAİ
Ousmane Sembene tarafından yönetilen 1971 yapımı Senegal drama filmidir. Katıldığı 7.
Moskova Uluslararası Film Festivali'nde gümüş ödül kazanmıştır. Emitai, bir Diola tanrısının
adıdır. Film, Vichy hükümetinin Fransa'nın sömürgelerindeki erkekleri zorunlu askere aldığı 2.
Dünya Savaşı'nın son dönemlerinde geçmektedir. Kadınların Fransız vergisine çıkarak pirinç
mahsulünü sakladıkları Diola köyünde bir isyan patlak verir. Köydeki direniş, Metropoliten
Fransa'da sürmekte olan direniş mücadelesiyle eş zamanlı olarak gelişir. Metropoliten Fransa
özgürleştirildiğinde, Diola köyünde Charles de Gaulle'ün portreleri Vichy Mareşali Pétain'inin
posterlerinin yerini alır, ancak köydeki yaşam koşulları değişmez. Emitai, Fransızca konuşulan
Afrika ülkelerinde beş yıl boyunca sansürlenmiştir.
EMİN KUZUCULAR
Derlemeci, halk kültürü araştırmacısı, yazar ve öğretmendir. 1970'li ve 1980'li yıllarda Sivas
Folkloru ve Türk Folkloru gibi dergilerde makaleleri yayınlanmıştır. Şarkışla yöresindeki pek çok
köyde halk inanışları ve yöresel efsanelere dair ayrıca halk kültürü ile ilgili derlemeler
yapmıştır. Gözlemlerini ve yaptığı incelemeleri kayda geçirmiştir. Türkiye'de yapılan folklor
araştırmalarının tarihsel gelişim süreci içerisinde "Dergici Gelenek" olarak bilinen dönemin
devamında yer alır. Asıl mesleği öğretmenlik olan Emin Kuzucular 1931 Akçakışla doğumludur.
Pamukpınar Köy Enstitüsü'nden mezun olmuştur. Askerlik görevini 1960 yılında İzmir'de
tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde görev yapmış, ardından Şarkışla'ya bağlı Kanak (şimdiki
adıyla Konakyazı) köyünde ve 1964 - 1969 yılları arasında ise Akçakışla'da çalışmıştır. 1983
yılında Hatay'da emekli olmuş ve Dörtyol ilçesinde 1998'de ölmüştür.
Ailesi: Baba tarafı Akçakışla köyünde "Panaliler" adı verilen sülaledir. Pan Ali adındaki demirci
ustası uzun boylu, iri yarı birisidir. (Pan kelimesi Anadolu'da yavaş hareket eden kişileri
tanımlar.) Emin Kuzucular’ın dedesi olan (kendisine ismi verilen) Emin ve üç kardeşi şehit
olduklarından Sarıkamış’tan dönemezler. Seferberlik sonrasında sağ kalan askerler köylerine
dönerler. Sürülerini Kızılırmak üzerindeki köprünün yakınlarında otlatmakta olan babaları ise
oğullarının dönüşünü gözlemektedir. Ancak gelenlerden kendi oğullarının hepsinin de şehit
olduğu haberini alınca bu acıya dayanamaz ve koyunlarını Kızılırmak'a atar. Soyadı kanunu
çıktığında, kendilerini tanıyan ve bu öyküyü bilen nüfus memuru “Kuzucular” soyadını vermeyi
önerir, onlar da kabul eder. Emin Kuzucular’ın babasının adı Ali Rıza, annesinin adı ise
Emine’dir. Emine Hanım, Akçakışla'ya çok yakın Gaziköyü ahalisinden bir İstiklal Harbi şehidinin
kızıdır. Ali Rıza, askerliği bitirdikten sonra köye dönünce Emine’yi kaçırarak evlenir ve ilk erkek
çocuğuna Sarıkamış’ta şehit olan babası Emin’in adını koyar. Köylüler ona çocukluğunda "Cin
Emin" lakabını takarlar. İlkokulu köyünde bitirir, olasılıkla öğretmeninin yönlendirmesiyle,
Yıldızeli'nde bulunan Pamukpınar Köy Enstitüsüne gider. Köy Enstitüsüne başlama tarihi de
yine büyük olasılıkla 1945-1946 yıllarıdır.
Öğretmenlik görevi: 1953-1954 öğretim yılında Adıyaman Besni'de ilk kez öğretmenlik
görevine başlar. 1957 yılında Akçakışla'dan Nazlı Hanım ile evlenir. Askerlik görevini yedek
subay olarak İzmir’de yapmıştır. 1961 yılında askerliğini tamamladıktan sonra, tayini
Şarkışla’nın Kanak (şimdiki adıyla Konakyazı) köyüne çıkmış ve öğretmenliğe burada devam
etmiştir. 1964 yılında ise kendi köyü olan Akçakışla bucağına ilkokul müdürü olarak geçer. Kimi
zamanlar Nahiye Müdürlüğü görevine de bakar. Bu yıllarda avcılığa da merak salar. 1969-1970
yılında Sivas merkezde bulunan Danişment ilkokuluna atanır.
Yazarlık dönemi: 1974 (veya 1975 yılında) Sivas’taki bir mahalli gazetede ilk yazıları
yayınlanmaya başlar. Yazdığı köşenin adını “Sivas’ın İçi Benek Benek” koymuştur. Bu
dönemdeki yazıları İbrahim Aslanoğlu ile tanışmasına vesile olur. Böylece İbrahim
Aslanoğlu’nun 1973 yılından itibaren çıkarmaya başladığı Sivas Folkloru dergisinde halk kültürü
araştırmalarına dair makalelerini yazmaya başlar. Özellikle Şarkışla ilçesinin halk kültürü ve
Akçakışla ile yöresindeki köylerin folkloru üzerine derlemelerini kayda geçirir. Düğün ve evlilik
gelenekleri, efsaneler, yöresel kıyafetler, kilimler, hastalıklar ve tedavileri üzerine çok kıymetli
bilgiler içeren derlemeler yapmıştır. Âşık Veysel’in birinci ölüm yıldönümünde “Dostlar Veysel’i
Anıyor” ve ikinci ölüm yıldönümünde “Veysel ve Çiçekler” başlıklı yazıları yazmıştır. Daha sonra
bir süre de Türk Folkloru dergisinde yazmaya devam etmiştir.
Hatay yılları: 1979 yılında tayinini Hatay’a istemiştir. Buradaki ilk görev yeri Samandağ'daki bir
ilkokuldur. Bir süre sonra da Hatay Dörtyol'da başka bir ilkokula geçmiştir. 1983 yılında
öğretmenlikten emekli olur. 1998 yılında şiddetli astım krizi ile Dörtyol Devlet Hastanesi'ne
başvurur oradan İskenderun’a sevk edilir. Ancak daha Hatay'dan çıkmadan oğlunun kullandığı
şahsi aracın içinde vefat eder. Kabri Hatay’ın Dörtyol ilçesindeki Özerli mezarlığındadır.
Yazıları: Sivas Folkloru Dergisi: 36 adet makale bulunmaktadır ve Milli Kütüphane envanterinde
kayıtlıdır. Türk Folkloru Dergisi: Makaleler. Milli Kütüphane envanterinde kayıtlıdır.
Ek bilgi: "Babam, rahmetli Emin Kuzucular’a halkevleri vasıtasıyla ulaşmış ve arkadaş
olmuşlardı. İkisi birlikte çok emek vererek folklor araştırmaları yaparlardı." (Erman Aslanoğlu)
– Alıntı: Sivas Folkloru Dergisi Kapsamında Yerel Türk Halkbilimi Dergiciliği Ve Araştırmacılığı
Geleneği, Gamze KÖSE, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Türk Halkbilimi Anabilim Dalı, Ankara, 2018, Sayfa: 116
EL ÖRGÜSÜ ÇORAP
Geleneksel yöntemlerle çoğu zaman yünden veya elverişli başka malzemelerden imal edilmiş
iplerle elde örülen çoraplardır. Farklı toplumlarda, özellikle Türk kültüründe ve Anadolu'da
yünden örülen örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Anadolu’da bazı yörelerde erkeklerin de
çorap ördükleri bilinen bir durumdur.
Tanım: "El örgüsü" kavramı genel olarak pamuk, yün, tiftik veya elyaftan elde edilen ipliklerin
ilmekler halinde birbiri içerisinden geçirilmesiyle oluşturulan dokuyu ifade eder. Bunlardan en
yaygın olanı şiş ile örmedir. Sadece çorap değil eldiven, lif, bere, hırka, diz bağı, patik gibi
eşyalar da tekniği bilenler tarafından kolaylıkla üretilir. "Çorap", insanlar tarafından ayaklara
geçirilen, baldırın veya dizin farklı bölümlerine kadar da çıkabilen ve vücudun bu bölümlerini
dış etkenlerden korumak, ayrıca giysiyi tamamlamak amacıyla kullanılan örgü giyeceklerdir.
Tarihçe: Çorap örücülüğünün tarihi MÖ. 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Orta Asya’da
gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda MÖ. 7. ve 8. yüzyıllarda Hun döneminden kalma Pazırık
Kurganı'ndaki konç kısmı koçboynuzu motifleri ile süslü çoraplar bulunmuştur. Ayrıca
Anadolu’da ilk örneklerin keçe çorap olduğu tespit edilmiştir.
Kullanılan hammaddeler ve malzemeler: Genellikle yün, tiftik veya pamuk bazen de ipekten
yapılmış iplik gibi malzemelerden örülmektedir. Doğal boyalarla boyanan ya da boyanmayan
iplik türleri mevcuttur, günümüzde sentetik iplikler de kullanılabilmektedir. Özetle hayvansal
ve bitkisel lifler hammadeyi oluşturmaktadır.
Örgü tekniği: Araçsız örgü ve araçlı örgü olarak ikiye ayrılır. Araçlı örgü ise kendi içerisinde basit
aletlerle ve makine ile yapılanlar şeklinde iki yönteme sahiptir. Geleneksel örme işlemi
çoğunlukla şiş, tığ gibi basit araçlarla gerçekleştirilir. Bunun dışında iğne, mekik ve firkete
örgülerine de rastlanır.
Çorabın bölümleri: El örgüsü bir çorapda; taban, topuk, burun, bileklik ve başlık bölümleri yer
alır. Ayrıca çorabın uzunluğuna bağlı olarak konç bulunabilir.
Anadolu’da rastlanan yaygın el sanatlarından birisi olan çorap örücülüğünde ortaya çıkan
ürünler yöreden yöreye farklılıklar göstermektedir. Üzerinde yer alan desenler, örgü tekniği ve
kullanılan araçlar, kullanım amacı, renkler yöresel olarak değişebilmekte hatta çeşitlilikler
ortaya çıkmaktadır. Renklerine ve niteliklerine göre ak çoraplar, kara çoraplar, alaca çoraplar,
kınalı çoraplar, tüylü çoraplar ve nakışlı çoraplar olarak sınıflandırılabilirler. Tek şiş, iki şiş ya da
beş şişle örülen çoraplar vardır.
Motifler
Bitkisel motifler: Çiçek, yaprak, ağaç, meyve
Figürlü motifler: İnsan, hayvan veya el, ayak, göz
Nesneli motifler: Muska, kandil, küpe, ayna
Geometrik motifler: Düz, çapraz, verev, zikzak çizgiler, üçgen, kare, altıgen vb. formlar
İnanışlar: Çorabın teki kaybolmuşsa evdeki evli veya nişanlıların ayrılacağına yorulur. Çorabın
örgüsündeki olağandışı kopma ve atmalar (hele de eşlerin ikisinin de çoraplarının üzerinde
yakın veya benzer yerlerde ise) evliler arasında geçimsizlik olacağına işarettir.
EL-HAYMUN
(Arapça: الهائمون, anlamı: Gezginler, uluslarası literatürde "Al-Haimoune"; Fransızca: Les
Baliseurs du désert ve İngilizce: Wanderers of the Desert / "Çöl Gezginleri")
Tunus'lu yazar ve yönetmen Nasır Hemir'in 1984 yapımı filmidir. Başrollerde Soufiane Makni,
Noureddine Kasbaoui, Sonia Ichti, Hedi Daoud, Hassen Khalsi ile birlikte yönetmenin kendisi
de oynamıştır.
Üçleme: Nasır Hemir'in "Güvercin'in kayıp kolyesi" ve "Bab'Aziz"i de içeren "Çöl Üçlemesi"nin
ilk bölümüdür.
Özet: Bir Sufi masalı niteliğine sahip olan film, bir şiirden uyarlanmıştır. İnsanın köklerini, aşkı
ve özgürlüğü arayışı anlatılır. Genç bir öğretmen, çölün sınırında kurulmuş, çocukların hiç okula
gitmediği bir köye gelir. Köyde çocuklar dışında yaşlı erkekler, kadınlar ve gizemli ve güzel bir
genç kız yaşamaktadır. Öğretmen kumun parıldayan dünyası ve gezginlerin Endülüs melodisi
tarafından büyülenir. Film yapımcısı, özenle planlanmış, resim gibi görüntülenen çekimler ve
okunan şiirlerle Arap kültürünün görkemini yansıtır.
DÜZELTME İMİ (ˆ)
Türkçe’de yalnızca sesli harflerin üzerine gelir. Harfin uzun okunmasını sağlar. Örneğin: Hala
(babanın kızkardeşi) ve Hâlâ (henüz, sürekli). Teknik olarak Türkçe dilinde hiç bir sesli harf
incelmez. İnceltme işareti sessiz harfleri incelterek düzeltme yapar. Sesli harflerin üzerine
konularak (işaretlenerek) hece uzaması sağlanır. Alfabetik sıralamalarda kısa ünlüler önce
gelir. Örneğin alem kelimesi âlem kelimesinden önce yazılır.
Kullanıldığı harfler: Â: Türkçe’de kullanılır. Hafif uzun, ince bir a sesidir. Kural olarak bu inceliğin
tam olarak sağlanabilmesi için biraz uzatılması gerekir. Örneğin: Kâr, Hâlâ, Kâzım, Nâzım, Âlem,
Kâğıt…
Û: Türkçe’de kullanılır. Hafif uzatılarak okunan ince bir u sesidir. Doğru kullanım için kural
olarak biraz uzatılması gerekir. Örneğin: Sükûnet, Mûris, Mûzip, Sûni…
Î: Türkçe’de kullanılır. Uzatılarak okunan ince bir i sesidir. Kullanımda İ harfindeki noktanın
üzerine işâret koyulması çift noktalama gerektirdiğinden yalnızca düzeltme imi kullanılır, nokta
düşer. Örneğin: Millî, Dînî, Çîdem, Dîdem, Îzan, Mîde...
Ê: Gagavuzca'da kullanılır. Uzatılarak okunan ince bir e sesidir. Kürtçe ve Zazaca kelimeler de
yine yoğun olarak rastlanır. Türkçe’de sâdece birkaç kelimede mevcut olduğu için kullanımı
öngörülmemiştir. Ancak yine de dilimizdeki bir iki kelimenin okunuşu ile bir fikir edinmemiz
mümkündür. Örneğin: Mêmur, Poêtika, Nêyzen, Têlif...
Ô: Uzatılarak okunan ince bir o sesidir. Normal O sesinden farklıdır. Türkçe’de sâdece birkaç
kelimede mevcut olduğu için kullanımı öngörülmemiştir. Örneğin: Bôlero, Âlô, Lôkman...
(Aslında bu kelimelerin tamamındaki L harfleri dilin ucunun damağa doğru çekilmesiyle
çıkarılan ve normal L sesine göre biraz daha ince olan bir sesi gösterir: Ļâℓ̗ , Rôℓ̗ , Gôℓ̗ ...)
İnceltme işareti, sesli harfleri incelttiği gibi aslında kalın sessiz harfleri de gizli olarak inceltir.
Özellikle L harflerinde bu durum çok belirgindir. Örneğin: Ļânet, Ļaℓe, Hâℓ̗â, Hâℓ̗...
DR. CALİGARİ'NİN MUAYENEHANESİ (Almanca orijinal adı: Das Cabinet des Dr. Caligari)
Robert Wiene'nin yönettiği 1920 yapımı Alman dışavurumcu film. Sessiz sinema döneminden
çekilmesine ve siyah beyaz olmasına karşın tarihte sanatsal olarak en çok etki uyandıran
filmlerden birisidir. Cinayet işlemek için bir uyurgezeri kullanan çılgın bir hipnotizmacının
hikayesini anlatmaktadır.
Dekorlar: Filmin en ilginç özelliği dekorlardır. Sinema tarihi boyunca yapay dekorların sürrealist
denebilecek tarzda böylesine etkileyici biçimde kullanıldığı başka bir filme rastlamak çok
zordur. Keskin uçlu biçimler, eğik ve kıvrımlı çizgiler, alışılmadık açılarda eğilip bükülen yapılar
ve manzaralar ve doğrudan setlerin üzerine boyanmış gölgeler ve ışık çizgileri ile karanlık ve
çarpık bir görsel stile sahiptir.
Konusu: Dr. Caligari adında gizemli bir adam, fuarda Cesare adında bir uyurgezerin yer aldığı
bir gösteri sunmak için kasaba katibinden izin ister. Katip, Caligari ile alay eder ve azarlar, ancak
sonunda izni onaylar. O gece, katip yatağında bıçaklanarak öldürülmüş halde bulunur. Daha
sonraki gece yeni bir cinayet işlenir ve bunun üzerine ilgi çekici bir şekilde ilerleyen bir
araştırma süreci başlar.
Eleştiriler: modern film eleştirmenleri ve tarihçileri onu büyük ölçüde devrimci bir film olarak
övdüler. Film, 1958 Dünya Fuarı'nda prestijli Brüksel 12 listesinde 12 numara olarak seçildi.
Eleştirmen Roger Ebert onu tartışmasız "ilk gerçek korku filmi" olarak adlandırdı ve film
eleştirmeni Danny Peary onu sinemanın ilk kült filmi ve arthouse filmlerinin öncüsü olarak
nitelendirdi. Bir klasik olarak kabul edildiğinden, Alman sinemasının sanatsal değerine dünya
çapında dikkat çekmeye yardımcı oldu ve özellikle korku ve kara film türlerinde Amerikan
filmleri üzerinde büyük bir etkisi oldu.
DENİZ KIYISINDA KOŞAN ALA KÖPEK (FİLM)
(Rusça: Пегий пёс, бегущий краем моря / Pegiy pyos, Beguşçiy kraem morya)
Karen Gevorkyan tarafından yönetilen 1991 yılında gösterime giren Sovyetler yapımı drama
filmi.
Uyarlama: Ana madde: Cengiz Aytmatov'un aynı adlı öyküsünden uyarlanmıştır. Adını nereden
aldığı öykünün içinde anlatılır; denizden karaya yaklaşırken uzaktan görünen kayalıklar, sahilde
koşan bir köpeğe benzemektedir.
Yapım süreci: "Lenfilm" stüdyosunda üretime alındı ve sanat konseyinin kararıyla durduruldu.
Ancak ilerleyen yıllarda filmi tamamlama fırsatı tekrar verildi.
Konusu: Ohotsk Denizi kıyılarında yaşayan küçük bir kavim olan Nivih halkının hayatı
anlatılmaktadır. Film iki bölümden oluşmaktadır; ilk olarak karada çekilen kısımlar (bu
bölümün neredeyse tamamı Aytmatov'un romanında yer almaz) ve ikinci bölüm denizde geçen
serüvendir. İlk bölüm, Nivih'lerin anavatanı olan Sahalin'de çekilmiş bir belgesel niteliği taşır
ve yerli halkın hayatından kesitler sunar. Kalabalık halinde birlikte yaşanan dar evler, namus
için işlenen cinayet, ayı avcılığı ve ayı için düzenlenen törenler gibi yerel kültüre dair örnekler
verilir. Yönetmen, kabilenin gerçek hayatında nasıl yaşadığını, avlandığını, dans ettiğini,
büyüler yaptığını göstermiştir. İkinci bölüm ise Aytmatov'un hikayesine dayanmaktadır.
Dedenin ustalığı ve oğullarının yardımı ile bir tekne inşa edilir. On yaşındaki çocuk, babası,
amcası ve dedesiyle birlikte ilk kez balık ve fok avına çıkar. Ancak korkunç bir bela ile
karşılaşırlar. Denize sis çöker, fırtınanın içinde kalırlar ve kıyıyı kaybederler. İçme suları
tükenince erkekler kendilerini teker teker, her birinin sırası geldikçe suya bırakarak, kendi
canlarını feda ederek çocuğun hayatını kurtarmaya karar verirler.
DENİZ KIYISINDA KOŞAN ALA KÖPEK
(Kırgızca: Деңиз Бойлой Жорткон Ала Дөбөт / "Deniz Boyloy Jortkon Ala Döböt")
Cengiz Aytmatov tarafından 1977 yılında yazılmış olan öyküdür. Ohotsk Denizi kıyılarında
yaşayan küçük bir kavim olan Nivih halkından dört kişinin avlanmak için sandal ile denize
açılmalarının ardından yaşadıkları anlatılmaktadır. Adını nereden aldığı ise kitabın içinde
anlatılır; denizden karaya yaklaşırken uzaktan görünen kayalıklar, sahilde koşan bir köpeğe
benzemektedir. Aytmatov kitabını başlangıç kısmında, arkadaşı olan Nivih kökenli yazar
Vladimir Sangi'ye ithaf etmiştir. Sangi'nin küçükken sandalda akrabaları ile denize açıldığı ve
siste kayboldukları, kutlu saydıkları bir ördeği gördükten sonra yönlerini bulduklarını
Aytmatov'a anlattığı yönünde bilgiler mevcuttur. Hatta bu anlatılanları kullanmak için izin
isteyen yazara; "bundan öykü çıkmaz, ama istediğin gibi kullanabilirsin" dediği söylenir.
Konusu: On yaşındaki Kirisk hayatında ilk kez babası, amcası ve dedesiyle birlikte fok avına
çıkar. Ancak bir süre sonra denize sis çöker, fırtınanın içinde kalarak yönlerini yitirirler.
Umutlarını yitirdikleri ana yaklaştıklarında kendilerine bir amaç belirlerler; küçük çocuğun
kıyıya varabilme olasılığını artırmak için hayatta kalmasını sağlamak. Bunun için de gerekiyorsa
kendi yaşamlarını feda etmeye karar verirler.
Yaradılış Efsanesi: Kitabın içerisinde bir bölümde, yeryüzünü yarattığına inanılan Luwr (Türkçe
bazı çevirilerde Lura) adlı yaban ördeğinin öyküsü anlatılır.
"Lura suların üzerine kondu, göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine Dünyada
toprak, işte bu yüzen yuvadan oluştu. Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı
ortaya. Bu yaratıklardan biri olan insan, hepsine üstün geldi. Kayak yaparken karların üzerinde
gitmeyi, kayık yaparak sularda dolaşmayı öğrendi. Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi
ve çoğaldı."
DELİİLYAS
Sivas'ın Altınyayla ilçesine bağlı kasabadır.
Tarihçe: 29 Kasım 1965'te belediye statüsü alarak beldeye dönüştü. 1965 yılında kurulan
Deliilyas belediyesinin ilk belediye başkanı İsmail Hakkı Akbulut'tur. Sonradan Başören,
Serinyayla ve Yassıpınar köyleri Deliilyas'a mahalle olarak bağlandı.
Köyün adı: Yörede "Dellez" (Deli ve Ellez kelimelerinin bileşimi) olarak da bilinir. İlyas (Ellez)
adlı bir kişi tarafında kurulduğuna dair birbirine benzer üç öykü anlatılmaktadır.
Orhan Akbulut (d. 1934, Sivas): Türk siyasetçi ve yüksek ziraat mühendisi. Sivas ili Altınyayla
ilçesine bağlı Deliilyas köyünde doğmuştur. 1977-1980 yılları arasında 16.dönem milletvekili
olarak TBMM’de görev yapmıştır.
Celal Oğlan Ağıdı: Yüzden fazla dörtlükten oluşan ağıdın bazı kısımları bestelenmiş ve ulusal
çapta ilgi görmüştür. Celal Kulmaç adlı kişinin düğününe çok az bir zaman kala 1947 (kimi
kaynaklara göre 1946) yılında ölümü üzerine nişanlısı tarafından günlerce okunmuştur.
Derlenebilen kısım aslında söylenmiş olan ağıdın ancak bir bölümüdür. Ağıdın farklı biçimleri
derlenmiştir.
Dede Yatırı: Bostanbaşı denilen mevkide köyün en yüksek yeri olan bir tepenin arkasındaki bir
çukurda bulunan taş yığını şeklindeki bir mezardır. Bu taş yığını ziyarete gelenler tarafından
bırakılarak oluşmuştur. Ziyaretçi tarafından aile fertlerinin sayısı kadar taş koyulur.
DENİZ GEZMİŞ
İlkokulu Sivas'ın Yıldızeli ilçesinde, ardından Sivas merkezde o dönem Çifte Minareli
Medrese'nin eyvanının yerinde bulunan Selçuk İlkokulunda ve ortaokulu ise yine bu ilde
Atatürk Ortaokulunda okumuştur. Pek çok kaynakta yazıldığının aksine Şarkışla'da öğrenim
görmemiştir, ancak 6 yaşına kadar bu ilçede kaldığına dair bilgiler mevcuttur. İlçede ise okula
giderken hatırladığını söyleyenler tarafından kendisine benzeyen ağabeyi ile karıştırılmış olma
ihtimali yüksektir.
Gerçek dışı iddialar: Deniz Gezmiş'in özellikle Şarkışla ve Gemerek'te yaşadıklarına dair geniş
kapsamlı bir araştırma ve ayrıntılı bir kaynak taraması yaparak süreci başından sonuna kadar
incelemiş olan Metehan Akbulut edindiği bilgilere dayanarak Deniz Gezmiş'in hayatına dair
gerçek dışı söylentilerin ve kurgusal anlatıların bir hayli fazla olduğunu ortaya koyarak bunları
tespit etmeye çalışmıştır ve gerçeğe ulaşmanın her koşulda doğru olduğunu belirtmiştir.
Bunun için de öncelikle ifade ve dava tutanaklarını esas almış, diğer verilerin bunlarla uyumlu
olup olmadığını kontrol etmiştir. Bir örnek vermek gerekirse bu yazılarda tespit etmiş olduğu
Elmalı köyüne dair pek çok asılsız rivayet vardır. Deniz Gezmiş'in Şarkışla'da yaşadığı olayların
gerçekleştiği süreç içerisinde Elmalı köyü, asıl nedeni tam anlaşılamayan bir biçimde bir tür
efsaneye dönüşmüş durumdadır. Bu durum belki de birbiri ile bağlantısız ve aralarında ilişki
dahi bulunmayan bazı olayların tamamen rastlantısal olarak üst üste gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan'ın Elmalı'da bir gece
kaldıkları, Hamamcı Ali'yi sordukları (sanılanın aksine Elmalı köyünden değildir), Deniz
Gezmiş'in arkadaşı olduğu iddia edilen paraşüt şehidi Naciye Sakarya'nın gerçekten bu köylü
olmasına rağmen idamın hemen sonrasında paraşütünü kasten açmadığına dair tamamen
gerçeğe aykırı öykü (gerçekte idamdan çok önce ölmüş olması ve aslında birbirlerini tanıyor
olmaları ihtimalinin bile çok düşük olması) ve Yusuf Aslan'ın Elmalı'da Deniz Gezmiş'ten
ayrılmak zorunda kaldığına veya orada birbirlerini kaybettiklerine dair bütünüyle yanlış bilgi,
Deniz'in sınıf arkadaşının bu köyden olduğu ve onun babasının evinde kalmak için köye girdiği
söylentisi... Elmalı köyüne dair neden bu kadar çok söylenti vardır?... Bu sorunun kesin bir
cevabı yoktur. Anlatılanların bir kısmı tamamen gerçek dışıdır. Önemli bir kısmı ise bütünüyle
kuşkuludur. Bunların hepsi bir araya geldiğinde Deniz Gezmiş hakkında gerçek diye anlatılan
olayların önemli bir kısmının yarı efsanevi söylentilere dönüştüğü görülmektedir. Üstelik bu
söylentiler sadece Elmalı Köyü ve Şarkışla'da yaşananlara dair de değildir; hayatının pek çok
dönemine dair asılsız bilgiler anlatılmış hatta yazılara geçirilmiştir. Örneğin kimi kitaplarda bile
yazılı olan Gemerek belediye başkanının evini bastığı iddiasının tamamen asılsız olduğu
mantıksal gerekçeleriyle (Gemerek'in içine hiç giremeden yakalandığı) bahsi geçen
araştırmalarda açıkça ortaya koyulmuştur.
Naciye Sakarya aslında Deniz Gezmiş'in idamından çok önce, 15 Temmuz 1971 tarihinde
ölmüştür (Türk havacılık tarihçesi kayıtları içerisinde yer alan resmi bilgilerden alıntıdır: Kadın
Havacılar - son paragraf olan "İlk Kadın Hava Şehidi" başlığı altında verilen diğer kadın şehitler).
Sakarya ailesi bu nedenle, gerçeği yansıtmadığı gerekçesiyle film şirketine dava açmıştır. Ayrıca
paraşüt çekme kolunun kasten bozulduğuna dair söylentiler de farklı kişiler tarafından dile
getirilmiştir. Ancak yapılan resmi kaza soruşturmalarında bunlara yönelik bir bulgu yoktur ve
ailesi de bunları ciddiye almamıştır. Resmi olarak paraşüt şehididir. Cenazesi Türk Hava
Kurumu uçakları ile mezarlığa getirilmiştir.
Deniz Gezmiş Ağıdı" veya "Şarkışla'ya Düşürmesin Allah Sevdiği Kulunu" adlarıyla da tanınan
eserin sözlerinin kime ait olduğu Erdoğan Alkan tarafından Papirüs dergisinde açıklanmış ve
nasıl şarkı haline getirildiğini anlatmıştır. Şarkışla'lı Antropolog Dr. Şükrü Günbulut bu ağıdı
yazan kişinin annesi Mevlüde Günbulut olduğunu açık olarak ifade etmiştir ve Erdoğan Alkan'ın
verdiği bilgiyi doğrulamıştır. ("Halk Kültürümüzde Sivas'ın Yeri - Sempozyum Bildirileri", 2003,
Sayfa: 132, Aşık Veysel Kültür Derneği Yayınları, Kitap No: 3, Ankara, ISBN: 975-6765-02-X)
Ancak başka kişiler tarafında yapılan eklemelerle oluşan çeşitli varyantlar mevcuttur.
DAVULALAN
Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı bir köydür.
Kürebaba ve Sütoluk: Kürebaba tepesi Bozdağlar üzerinde yer almaktadır ve burada evliya
mezarı olduğuna inanılan bir taş yığını vardır. Davulalan ve Canabdal (Şarkışla'ya bağlı)
arasındadır. (İki köyün arası 14 km kadar olup araçla yaklaşık yarım saatte Davulalan köyünden
Kürebaba yatırına ulaşılabilir.) Yakınlarında "Üç ulu çam" ağacı bulunur ki, bu ağaçlar da kutsal
kabul edilir. Bir kimsenin iki kolu ile bu çamlara sarılıp ellerini kavuşturduğunda dileğinin yerine
geleceği inanışı bulunur. Kürebaba’da bundan başka buz gibi suyu akan bir oluk (çeşme) vardır
ki adına "Süt-oluk" denilir. İnanışa göre bu çeşmeden "Cuma Akşamı" (yani Perşembe)
günlerinde su yerine süt akarmış. Ancak kendini bilmez bir kadın kirli giysilerini bu çeşmenin
başında yıkadığı için artık oluktan süt akmaz olmuş. Hatta Perşembe günlerinde artık bulanık
akmaya başlamış olduğu yörede anlatılır. Yöre ahalisi Kürebaba önünde hiçbir insanın yalan
söylemeye cesaret edemeyeceğine inanırlar. Bundan dolayı bir kişinin doğru söyleyip
söylemediğini anlamak amacıyla Kürebaba'nın adı anılarak yemin edilir. Yalan söylendiği
takdirde Kürebaba’dan çıkan bir ateşin yalan söyleyen insanın yüzünü yalayarak yaktığına
inanılır. Geçmiş dönemlerde perşembe günleri gece yarısı bu kayalıkların üzerinde bir ışığın
yanıp söndüğü de anlatılmaktadır.
DANABAŞ KÖYÜNÜN HİKAYELERİ (Azerice: Danabaş kəndinin əhvalatları)
Azeri yazar Celil Memmedguluzade'nin 1894 yılında yazmış olduğu öykü kitabıdır. Anlatılan
öykü "Eşeğin Kaybolması" (Azerice: "Eşşəyin itməkliyi") adıyla da basılmıştır.
Konusu: Danabaş Köyü’nde yaşamakta olan Muhammed Hasan adlı yaşlı adam Kerbelâ'yı
ziyaret etmek için bir eşek alır. Köyün muhtarı olan Hudayar Bey ise eşeği ödünç alarak şehre
gider. Ölmüş olan arkadaşı Haydar’ın dul karısı Zeyneb'i (kadının kendi rızası olmadan)
nikahlamak için yola çıkar. Hudayar konakladığı handa eşeği rehin bırakarak borç para alır.
Kadı, iki kelle şeker rüşvet alarak, yalancı şahitlerle (kadın orada hazır bulunmadan, gıyabında)
nikahı kıyar. Hudayar ayrıca Zeyneb'in oğlunu da kandırır ve kendisi için karın tokluğuna
çalıştırmaya başlar. Muhammed Hasan ise polise derdini anlatamaz. Eşeğini ancak beş sene
sonra bulabilir. Dinsel kuralları istediği gibi yorumlayıp keyfi olarak işine geldiği şekilde
uygulayan mollalar, rüşvet yiyen kadılar ve cahil ama kurnaz toplum eleştirilir. Ezilen
kadınların, kandırılan fakir insanların dramatik hatta trajik yaşamlarından kesitler sunulur.
Yazar kitabın devamı niteliğinde ancak bağımsız bir öykü olarak 1921 yılında "Danabaş
Köyünün Öğretmeni" (Azerice: Danabaş kəndinin müəllimi) kitabını yazmıştır.
Film uyarlaması: Kitap "Gam Penceresi" (Azerice: Qəm pəncərəsi) adıyla Sovyetler Birliği
dönemi içerisinde Azerbaycan'da film olarak çekilmiş ve 1986 yılında gösterime girmiştir.
CHAC (veya Chac: Yağmur Tanrısı)
Rolando Klein tarafından yazılan ve yönetilen 1975 yapımı bir filmdir.
Konusu: Film, geleneksel yağmur tanrısı Chac'ı yardıma çağıran günümüz Maya
topluluklarından birinin öyküsünü anlatmaktadır. Yağmur yağmadığı için köylüler çaresiz
durumdadırlar. Köy halkı şamana olan güvenlerini kaybederler. Ve böylece dışarıdan yardım
almaya karar verirler. Bunun üzerine köyden bir grup insan, yağmur yağdıracak kişiyi bulmak
için bir yolculuğa çıkarlar. Ve bir kahin onlara yardım etmeyi kabul eder. Anlatılan olayın yakın
çağlarda geçtiğini gösteren en önemli unsur filmin olay akışı içinde görünen pilli bir el feneridir.
Çekim süreci: Yönetmen Rolando Klein, iki yıl boyunca Chiapas'ın yerli halkıyla birlikte yaşadı
ve böylece aralarında filmin çekimini mümkün kılan dostluğu geliştirdi.
Gösterim ve sonraki dönemler: Film az sayıdaki şehirlerde sinemalarda çok kısa bir süre
gösterimde kaldıktan sonra dağıtım şirketi iflas ettiği için unutuldu. Negatif rulolar ortaya
çıkarılana kadar yıllarca kayıp olarak kaldı. 2002 yılında DVD sürümü için dijital formata
aktarıldı.
BAHARÖZÜ KÖYÜ
Sivas ilinin Ulaş ilçesine bağlı olan bir köydür.
Tarihçe: Ulaş ilçesinin kuzeybatı kesiminde, ilçe merkezine 20 kilometre uzaklıkta bulunan
Baharözü köyünün eski ismi, Buğayırözü'dür. Eskiden bu bölgede ormanlık alanlar mevcut olup
Kangal, Ulaş, Şarkışla ve Tonus (Altınyayla) ilçelerine yağan yağmurun bu bölgeden başlamış
olduğu anlatılmaktadır. Yağmurun bu bölgede başlaması ve çok yoğun bir şekilde diğer ilçelere
doğru ilerlemesi nedeniyle bu bölgeye "Buğayır özü" adı verilmiştir. Buradaki ağaçların
kesilmesiyle yağmurun azaldığı tespit edildiğinden yöre halkınca buradaki ağaçların kesilmesi
de günah sayılarak yasaklanmıştır.
31 Aralık 1998 tarihinde belediye statüsü alarak beldeye dönüşen köyün belediye statüsü,
nüfusunun 2000 kişinin altına düşmesi üzerine 2013 yılında sona erdi.
Düğnük Kaya: (Döğnük Kaya) veya Dünük Kaya (Dönük Kaya) yöredeki farklı söylentilerde
bahsedilen bir yerdir. Özellikle taş kesilme efsanelerinde adı geçer. Anlatılanlara göre çobanın
biri dağda susuz kalınca Allah'tan yardım ister ve iki koyun adakta bulunur, bunun üzerine kaya
yarılarak içinden su çıkar. Ancak çoban adaklarını yerine getirmez üstelik onlara karşılık iki pire
öldürerek dalga geçer. O anda kendisi ve sürüsü taşa dönüşürler. Geçmişte bu yerde adak
kurbanlarının kesildiği ve dilek tutulduğu bilinmektedir.
Gelin Kayası: Etrafında evlenen kızların döndürülerek dilek dilemesi eskiden sık rastlanan ama
artık uygulanmayan bir gelenektir.
Topak Kaya: Efsaneye göre genç bir kız yün eğirerek halat yapıp bu kayayı sırtına alarak
bulunduğu yere getirmiştir. Burada eski bir yerleşim yeri olduğuna dair bulgular elde edilmiştir.
AŞIK VEYSEL MESLEK YÜKSEKOKULU
Sivas Cumhuriyet Üniversitesine bağlı Şarkışla ilçesindeki meslek yüksekokuludur. Şarkışla’lı
ünlü halk ozanı Âşık Veysel'in vasiyeti dikkate alınarak adının verildiği eğitim kurumu olma
niteliği taşımaktadır. Her yıl ortalama 700-800 öğrenci mevcudu ile öğrenime devam
etmektedir.
Kuruluş: Aşık Veysel Meslek Yüksekokulu, Türkiye'nin kalkınma planlarının ilke ve hedefleri
doğrultusunda çalışacak yetkin ara eleman ihtiyacının karşılanması amacıyla Yükseköğretim
Kurulu'nun kararıyla 14 Şubat 1994 tarihinde eğitime başlamıştır.
Genel bilgiler: Cumhuriyet Üniversitesine bağlı olarak 1994 yılında açılmıştır. Tek katlı idare
binası ile 13 derslik, 1 adet bilgisayar laboratuvarı, 1 adet hayvan sağlığı laboratuvarı bir
konferans salonu ve kütüphanesi bulunan 3 katlı okul binasında hizmet vermektedir. Okulun
öğretim elemanı sayısı yeterlidir. 2021 yılında kadrolu 22 öğretim görevlisi ve üç tane Dr.
Öğretim Üyesi bulunmaktadır.
Yerleşke: Yüksekokul yerleşkesi 90 dönüm araziye sahiptir. Oldukça geniş bir araziye sahip
bulunan kampüs alanı içerisinde İdare binası ve Derslik binasının yanı sıra 2002-2003 öğretim
yılında yap işlet devret modeliyle hizmete girmiş olan 200 öğrenciye hizmet verebilecek
kapasitede öğrenci sosyal tesisleri (yemekhane ve kantin) yer almaktadır. Ayrıca sosyal tesis
binası dışında sportif etkinliklere yönelik olarak voleybol, basketbol ve halı saha imkanları da
mevcuttur.
Programlar: Toplam 10 programda eğitim verilmektedir.
Adres: Yıldırım Mahallesi, Hastane Caddesi,58400 Şarkışla/Sivas
Ulaşım: Âşık Veysel Meslek Yüksekokulu, Şarkışla Devlet Hastanesi'nin tam karşısında yer
almaktadır.
Öğrenci Yurdu: Daha önce yerleşke içerisinde okul binası bitişiğinde yer alan kız ve erkek
öğrenci yurdu daha sonra yeni yerine taşınmıştır. Yurt-kur tarafından inşa edilerek 2017 yılında
hizmete giren toplam 650 öğrenci (325 kız, 325 erkek) kapasiteli yeni öğrenci yurdu dört ayrı
blokta (iki kız bloğu, iki erkek bloğu) öğrencileri barındırmaktadır. Bu yeni yurt, okul yerleşkesi
dışında olsa da okula çok yakın bir mesafede olup herhangi bir araca ihtiyaç duyulmaksızın 45 dakikalık bir yürüyüş süresi ile okula ulaşılabilmektedir.
Âşık Veysel anma etkinlikleri: Her yıl 21 Mart'ta Âşık Veysel'i anma törenlerine öğrenciler
araçlarla Sivrialan köyüne götürülmektedir. Ayrıca ölüm yıldönümünde öğrenciler tarafından
hazırlanan koroda eserleri seslendirilmektedir. Derslik binası içerisinde yer alan "Aşık Veysel"
odasında ünlü ozanın doğum günü olan 25 Ekim'de pasta keserek türküler söylenmesi bir
gelenek haline gelmiştir.
Seyfeddin Soysal anma etkinliği: Şarkışla'lı ressam Seyfeddin Soysal'ın ölüm yıldönümünde
anma etkinlikleri yapılmaktadır.
Şarkışla Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu: Kampüs alanı içerisinde kurulan Uygulamalı Bilimler
Yüksekokulu'na 2021 yılında ilk defa 40 kişilik kontenjan ile Bilişim Sistemleri ve Teknolojileri
bölümüne öğrenci alımı yapılmıştır. Âşık Veysel Meslek Yüksekokulu içerisinde bir adet sınıf
tahsis edilmiştir.
AYDOĞAN KÖYÜ
Sivas’ın İmranlı ilçesine bağlı bir köydür.
Tarihçe: Köyle ilgili ilk yazılı bilgiler 1642 tarihli Avârız defterlerinde yer almaktadır. Bu tarihte
Erzurum Eyaleti'nin Kuruçay kazasının merkez nahiyesine bağlı "Oğmayik" adıyla bir köy olarak
bahsedilmektedir. Köyün adı, 1522 yılı kayıtlarında Urnik ya da Uranik olarak geçmekte iken
1530 ve 1928 yılı kayıtlarında Örenik olarak geçmektedir. Anadolu'daki birçok köyün
isimlerinin öz Türkçeleştirilmesi uygulaması kapsamında Örenik olan adı 1960'ta Aydoğan
olarak değiştirilen köye yol 1972’de, elektrik ve telefon ise Turgut Özal'ın başbakanlığı
döneminde 1985 yılında gelmiştir. Aydoğan, ulaşım kolaylığı nedeniyle 6 Eylül 1996 tarihinde
köyde yapılan referandum sonucu Divriği'den İmranlı ilçesi Karacaören Bucağı’na bağlanmıştır.
Çengelli Dağı Söylencesi: Yakın çevredeki en yüksek dağdır. Doruğunda bir çukur
bulunmaktadır. Bahar aylarının başında biriken sularla bu çukur bir göle dönüşür. Yakın
yerleşim yerlerinde "Nuh'un Çukuru" adıyla bilinir. Yöredeki yaygın inanışa göre tufan
esnasında yeryüzünü sular kaplayıp yükselmeye başladıktan bir sonra Hz. Nuh'un gemisi bu
dağda kısa bir süre karaya oturmuştur. Geminin çengeli (çapası) takılarak kopmuş ve burada
kalmıştır. Geminin işte bu kopan çengelinden dolayı da dağa bu ad verilmiştir. Zirvesine yakın
konumdaki bir yerde ise kesilen kurbanların yüzülebilmesi için bazı kayalara çakılmış çengeller
vardır.
Çamlık Baba: Köyün yakınlarındaki yüksek bir tepenin üzerindedir. Yığılmış taşlarla yapılmış
simgesel bir mezar vardır. Hıdırellez, Yağmur duası gibi nedenlerle burada toplanılır, dilekler
dilenir. Geçmişte burada ulu çam ağaçları varmış, ancak kesilmiş. Kesildikleri gün sabaha kadar
çığlık sesleri duyulmuş.
Kul Himmet Üstadım: O zamanlar Divriği ilçesinin Karabegan bucağına bağlı olan Örenik
köyünde tahmini olarak 1779 yılında doğmuştur. Yörede "Âşık İbrahim" adıyla tanınır. İsminin
sonundaki "Üstadım" eklemesi Tokat'lı Kul Himmet'den ayırt edilmesini sağlar. (Uzunca bir
süre isimdeki karışıklık nedeniyle şiirleri diğer Kul Himmet'in zannedilmiştir.) Evinin samanlığı
içerisinde Ağca Baba adlı bir erenin mezarının bulunduğuna inanılır. Daha sonraki dönemlerde
samanlık yıkılmak istendiğinde, ev sahibinin rüyasına girerek buna engel olduğu söylenir
(günümüzde Kambergil’in samanlığı).
ALTAY MİTOLOJİSİ
Altayların inanç ve kültürlerinin mitolojik bütününü tanımlamak için kullanılan bir terim. Altay
kamlığını (şamanizm) içine alan daha geniş bir tanımlamadır.
Belirleyici özellikler: Altaylıların mitolojisinde, hem evrenin üç katmanı (göksel, yeryüzü ve
yeraltı) hem de Altay mitolojisinin sayısız karakterinin, kahramanlarının yaşadığı birçok alan
bulunur. Gökyüzü, insan ile ilişkileri bulunan ışık ve iyiliksever tanrılarla ve ruhlarla doludur.
Yeryüzü, insanlarla ve onları çevreleyen sayısız doğa tanrıları ve ruhları bulunan bir katmandır:
ateş ruhları, rüzgar ruhları, su ruhları, dağlar, ormanlar ve evlerle ilgili ruhlar... Yeraltı, insana
düşman ruhların mekanıdır. Yeraltı dünyasının hükümdarı Erlik'tir. Ülgen tüm göksel ruhların
efendisidir. İnsanların asıl yaratıcısı olan güç dokuzuncu cennette yaşar. Silahı şimşek ve ışıktır.
Aşağıda göksel ateş tanrısı Yalkın bulunur. Potanin'e göre "Altay-Hakass Kuday", üst dünyanın
başını temsil ediyordu. Şaman ruhlarla insanlar arasında bağlantıyı sağlayan kişidir. Şamanın
giysilerindeki her bir takının özel bir adı ve anlamı bulunur. Altay şamanizminde ve
mitolojisinde, ayı önemli bir hayvan olarak görülür.
Ee: Sahip anlamında kullanılan bir kelimedir ve koruyucu ruhları tanımlar. İyelik eki ile "Eezi"
(Türkçe: İyesi) biçiminde rastlanır.
Yaradılış: Tanrı Ülgen, beyaz kutsal dişi ruh olan (Ak-Ene) yardımıyla var olan her şeyin
yaratılmasını sağladı. Altay Yaradılış Destanı'nda anlatıldığına göre; bir kuşa dönüşerek
uçmakta olan Ülgen bir süre sonra Ak-Ene'nin verdiği ilhamla suya dalarak toprağı çıkarmış ve
yeryüzünün yaratılışı başlamıştır. Yaratılış altı gün sürdü. Ülgen sadece yeryüzünü, göğü,
güneşi, ayı, gökkuşağını, gök gürültüsünü, ateşi değil, aynı zamanda kemikleri sazlıktan, bedeni
kilden yapılan ilk insanı da yaratmıştır. Bir köpek (Iyt > Türkçe: İt) yarattı ve ona ilk insanı
korumasını emretti. Maydere ve Mandişire adlı kahramanları da yarattı. Selden önce, Nama'ya
bir sal inşa etmesini ve tüm hayvanları ve kuşları ona bindirmesini emretti.
Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne bir yer!
Uçsuz bucaksız sonsuz sular içreydi her yer,
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor arıyordu katı bir yer, bir bucak.
Kalgançı: Altay Türkleri bir gün dünyanın sonunun geleceğine inanmaktadırlar. Bu güne
“Kalgançı Çak” adı verilir. Bu konuda iki manzum efsane tespit edilmiştir. Bunlardan biri Teleüt
Türklerine, biri de Telengit Türklerine aittir. Teleüt Türklerine göre, o gün gelince gök demir,
yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır, uluslar birbirine kötülük eder. Katı taşlar yumuşayıp
parçalanır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek boyu kadar küçülür. Daha da küçülür bir başparmak
kadar olur. Altın ayak altına düşer de kimse eğilip almaz. Telengit Türklerine göre kıyamet
gününde kara yer od’la (ateşle) kaplandığında Tanrı kulaklarını tıkar. Tepeler çalkanır, demir
üzenginin dibi delinir. İnsan kara böcek gibi kanatlanır, gözlerine kan dolar. Kara su kanla
karışık akar. Yer uğuldar, dağlar sallanır. Gök gürler, kenarı açılır, deniz çalkanır dibi görünür.
Deniz dibinden dokuz kara taş çıkar; bunlar dokuz yerinden yarılır. Demir atlı dokuz kişi
çıkagelir. En sonunda Ülgen: “Ölüler, kalkın!” diye bağırınca bütün ölüler dirilecektir. Ölüler
yerden, denizden, ateşten, bulundukları her yerden çıkacaklardır.
Koruyucu Ruhlar
Altay eezi: Altay dağlarının koruyucu ruhu
Cord eezi: Yurdur koruyucu ruhu
Tuu eezi: Dağların koruyucu ruhu
Suu eezi: Suların koruyucu ruhu
Arjan eezi: Şifalı suların, kaplıcaların koruyucu ruhu
Calkın eezi: Şimşeğin koruyucu ruhu
ALEKSEY GRİGORİEVİÇ KALKİN
Altay'lı halk hikayesi anlatıcısı, Kayçı – destan okuyucu (3 Nisan 1925 - 18 Ağustos 1998).
Özellikle Altay kahramanlık destanı "Maaday Kara"nın anlatıcısı olarak tanınır.
Yaşamı: 3 Nisan 1925'te Oyrat Özerk Bölgesi (şimdiki Altay Cumhuriyeti) Ulagan İlçesi, Pasparta
köyünde doğdu. Çocukluğundan beri görme engelliydi. Büyükbabası ve babası da Yukarı
Altay'ın ünlü şairleri olduğu için, küçük yaşlarından itibaren halkının kahramanlık destanlarını
da içeren sözlü halk anlatım geleneğinin içinde yaşadı. 1978'de SSCB Yazarlar Birliği'ne kabul
edildi, 1995'te Dostluk Nişanı ile ödüllendirildi. Özellikle kahramanlık destanı "Maaday Kara"
olmak üzere söylediği gırtlak şarkılarıyla tanındı. 18 Ağustos 1998'de Altay Cumhuriyeti'nin
Yaboğan köyünde öldü.
Sanatı: Olağanüstü bir hafızaya sahip olan Kalkin'in repertuarında, her biri bir ila on bin dizelik
bir hacme sahip 30'dan fazla kahramanlık destanı, çok sayıda masal, mit, efsane, efsane, hikaye
ve şarkı yer almaktaydı. Kalkin, sadece eski destan icracısı olarak değil, aynı zamanda irticalen
(doğaçlama) şiir okuyan bir halk ozanı olarak da tanınır.
ALAMAN KAYA MEZARI
Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesi bölgesinde bulunan, Sivas ilinin Şarkışla ilçesine bağlı Alaman
köyü yakınlarında bulunan Roma dönemine ait bir kaya mezarıdır.
Konum: Alaman - Yahyalı yolu üzerinde köyden yaklaşık 5 km sonra Sarıtekke köyü kavşağında
yer alır. Kaldırak özü vadisinin doğu kenarındaki kaya bloğunun vadiye bakan güney yüzüne
oyulmuştur. Tarihi Emlek yöresi içerisinde bulunur.
Özellikler: Olasılıkla Roma dönemine aittir. Ana kayanın işlenmesi ile elde edilen cephe
formuna sahiptir. Batı tarafındaki giriş kapısından beşik tonozlu 7,5 x 4 m. boyutlarında ve 3
m. yükseklikte büyük odaya geçilir. Odaya bitişik mezar odası vardır. Oda duvarlarına raf
takmak amacıyla oluklar oyulmuştur ve doğu duvarındaki apsise bir ocak yeri açılmıştır, ancak
bunların daha sonraki dönemlere ait olması kuvvetle muhtemeldir. Günümüzde korumasız
durumdadır. Etrafını çevreleyen çit veya herhangi bir uyarı levhası yoktur.
2020 yılının Aralık ayında "Sit Alanı" ilan edilmiştir ve bu durumun gereği olarak verilecek her
tür zararın cezai yaptırımı bulunmaktadır. Yörede "Kaya Tekke" veya "Taş Dam" olarak bilinen
mekana yazın sıcakta küçükbaş hayvanlar da sokulmaktadır.
Taş Dam Efsanesi: Tarihi kalıntıya dair, yakın çevredeki köylerde anlatılmakta olan efsane, halk
kültürü araştırmacısı Emin Kuzucular tarafından derlenerek Sivas Folklorü dergisinde “Bir
Şarkışla Efsanesi Taş Dam” başlığı ile yayınlanmıştır. Anlatılan öykü özet olarak şu şekildedir:
Geçmiş çağlarda bir genç rüyasında bade içer ve sevgilisinin yüzünü görür. Kızın adının Sündüs
olduğu söylenir kendisine. Yemeden içmeden kesilir sonunda onu aramak için bir arkadaşını
da yanına alarak yollara düşer. Bir akşam üzeri kızı görür ve onu izlemeye başlar, ancak kız yaya
olduğu halde o kadar hızlı gitmektedir ki atlarını koşturmalarına rağmen ona yetişemezler. Kız
bir pınarın başında durunca onlar da dururlar. Sündüs şiirler okur, türküler söyler. Oğlanın
arkadaşı orada ölür. Delikanlı onun için ağlayarak bir mezar kazar ve gömer. Sündüs gece yarısı
oğlana seslenerek karşıdaki kayaları oyup bir ev yapabilirse geri geleceğini söyler. Sabah
uyanan delikanlı bunların hepsinin bir düş oyunu olduğunu anlar. Ama kayaları kazarak evi
yapmaya koyulur. Gerçek Sündüs ise rüyasında bade içer, bir güvercin kılığında gelen oğlan
silkinerek gerçek görüntüsüne bürünür ve kızla konuşur, sonra da tekrar kuşa dönüşerek uçar
gider. Aylar sonra yürüyerek dağda koyun sağmaya giden kadınların arasında kızı gören oğlan
orada şiirler okur. Kız da ona şiir okuyarak karşılık verir. Oradaki kadınlar kızın annesine, onu
oğlanla evlendirmek için izin istemeye görücü olarak giderler ama kadın karşı çıkar. Bunun
üzerine birlikte kaçan gençlerin peşine kızın erkek kardeşleri düşer. Taş Dam’da ikisini gece
vakti bulurlar, içeriye girip kılıçlarını çekerler. Sündüs onların geldiğini görünce kendilerini taşa
çevirmesi için Yaradan’a yakarır. İçeride gençlere kılıçla saldıran kızın ağabeyleri kendilerine
yine kılıçla karşılık verilmesi üzerine sabaha kadar içerde mücadele ederler. Güneş
doğduğunda ise köşede birbirine sarılmış iki insan gibi duran bir kaya çıkıntısına kılıç
vurduklarını anlarlar. Kendilerine karşılık veren de yoktur aslında, farkında olmadan kendi
aralarında vuruşmuşlardır ve birbirlerini sakat bırakmışlardır. Taş Dam neden yapılmış olabilir
sorusuna cevap olarak halk kültürünün ürettiği efsanevi bir öyküdür.
AKKOCA
Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı bir köydür. Köy adını içinde bulunan türbeden almıştır.
Akkoca Türbesi: Akkoca (veya Akçakoca) adlı efsanevi kişinin yattığına inanılan mezardır.
Muhammed Peygamber'in soyundan geldiğine dair Orhan Gazi tarafından verilmiş bir berat
bulunduğu da kayıtlara geçmiştir. Asık suratlı karısının misafirlere saygısızlık ettiği için güvercin
kılığında gelen Hacı Bektaş-ı Veli tarafından taş kesildiği anlatılır. İnanışa göre Akkoca adlı eren
Horasan'dan kardeşleri ile birlikte gelmiştir. Yöredeki inanışa göre köyde türbeden daha
yüksek yapılan evler, binalar çökermiş, bunların bazılarının enkazı ibret olsun diye
kaldırılmazmış. Türbesinin yakınında adak yeri vardır.
ADANGGAMAN
Roger Gnoan M'Bala tarafından yönetilen 2000 tarihinde gösterime girmiş olan tarihi drama
filmidir. Fildişi Sahili, Burkina Faso ve Fransa ortak yapımdır. 17. yüzyılda Afrika'daki köle
ticaretinin kıtadaki başta gelen isimlerinden birisi olan Kral Adanggaman'ın hayatı ve ayrıca
köle olarak satılan Ossei adlı bir gencin başından geçenler anlatılmaktadır.
Konusu: Batı Afrika'da "Köle Sahili" olarak bilinen bölgedeki bir köyün yaşlı reisi, oğlu Ossei'nin
zengin bir ailenin kızıyla evlenmesi için baskı yapmaktadır. Ancak sevdiği kızla birlikte olamayan
Ossei köyden ayrılır. O gece köy yakılır, insanların bir kısmı öldürülür, sağ kalanlar ise tutsak
edilir. Gözünü mal hırsı bürümüş olan içki müptelası Kral Adanggaman'ın emrindeki kadın
savaşçılar köylerdeki yerli halkı Avrupa'lı köle tacirlerine satmak için yakalamaktadır. Ossei
köyüne döndüğünde babasının, annesinin ve sevgilisinin öldürülmüş olduğunu anlar. Kendisi
de kısa bir süre sonra yakalanarak tutsaklar arasına katılır. Talihin ilginç bir oyunu olarak köle
tedarikçisi Kral Adanggaman, yine bir gün rom içip kendini kaybedecek kadar sarhoş
olduğunda yardımcıları tarafından yakalanır ve Avrupalı köle tacirlerine satılır. Kendisine
Walter Brown adı verilir. Amerika Birleşik Devletleri'nde St. Louis şehrinde ölür.
NORM
Grup üyelerinin belirli bir bağlamda nasıl davranmaları gerektiği inancı. Toplumbilimciler
normları yazılı olmayan ve toplumun davranışlarına hükmeden anlayış olarak tanımlar.
Sosyoloji'de normlar yazılı ve yazısız olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı normlar resmi normlar
olarak da bilinirler. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve kararname gibi şeyler yazılı
normlarının kapsamına girer. Yazılı normlar daha çok kamu kurumları ve özel sektörde
kullanılır. Yazılı normların yaptırım gücü yüksektir. Yazısız normlar ise resmi olmayan
normlardır. Toplum içerisindeki genel geçer kurallar bütünü olarak da bilinir. Yazısız normların
başlıca çeşitleri: töre, örf, adet, gelenek, görenek ve ahlaktır. Yazısız normlara uymayanlar
toplum tarafından dışlanma gibi yaptırımlarla karşılaşabilirler. Yazısız normlar, yazılı normların
olmadığı yerlerde onun yerine kullanılabilir. Normlardaki temel amaç sosyal kontroldür.
Toplumsal kural türleri şunlardır.
1. Din Kuralları: Kaynağının insanüstü bir güç olduğuna inanılır. Bu güç çoğu zaman Tanrı inancı
ile belirginleşir. Ayrıca pek çok dinde bu inancı tamamlayan Kutsal Kitap ve Elçi (Peygamber,
Yalvaç) inançları bulunur. Kaynağı tanrısal olduğu için bu kuralların değiştirilmesi çok zor hatta
imkansızdır. Değişik dinlerde kurallar insanları ölümden sonra diriliş, yeniden dünyaya gelme,
cennet ve cehennem gibi farklı ödül ve cezalar ile iyi birer insan olmaya yöneltmeyi amaçlar.
2. Gelenek (Örf) Kuralları: Kaynağı toplumun kendisidir. Toplum bir fayda bulduğu için nesilden
nesile aktarır. Din kuralları kadar olmasa da yine de değiştirilmeleri oldukça zordur. Toplumun
kullandığı en önemli yöntemler dışlama, kınama, dayanışma, yardımlaşma, ziyaret gibi
uygulamalardır.
Töre: Geçmiş çağlarda yazılı olmayan hukuk kuralları demektir. Çağdaş devletler (bazıları
hariç), Töre’yi hukuk olarak kabul etmez.
3. Görgü (Adap) Kuralları: Kimi kaynaklara göre Gelenek kurallarının bir türüdür. Farklı sosyal
çevrelerde ortama göre değişen basit davranış kalıplarıdır. Bu kurallar kişinin toplum içinde
nasıl davranması gerektiğini düzenler. Selamlaşma, yemek yeme kuralları, saygılı davranma
gibi. Uyulmadığında karşılaşılacak tepki hafiftir. Bu tepki çoğunlukla Ayıplama şeklindedir.
4. Ahlak Kuralları: İyiye ve doğruya yönelmiş eylemi talep eden kurallardır. Bazı davranışlara
üstün değerler yüklenerek yapılması teşvik edilir. Ahlak kuralları bireylerin davranışlarını
düzenlemeyi amaçlayan, bunu yaparken de iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış davranışın ne
olduğu sorusuna cevaplar veren kuralların tümüdür. Kaynağı kişinin kendisidir. Yani dışarıdan
bir zorlama olmadan kendiliğinden uygulanır. Fakat ahlakın nasıl edinildiği ayrı bir tartışma
konusudur.
A) Subjektif (Öznel) Ahlak: Ahlakın doğuştan edinildiği, kişinin yaratılışından kaynaklandığı öne
sürülür. Bu nedenle kişinin kendisine yaptığı telkinlerle oluşur. Vicdan önemli ve belirleyici bir
kavram olarak görülür.
Vicdan: İnsanın iyiyi veya kötüyü ayırt etmesini sağlayan, doğruyu veya yanlışı bulduran içsel
güç ve yetenektir. Mecazen içsel bir mahkemedir. Özellikle hakimlerin (yargıçların) vicdani
kanaatleriyle ve bağımsız olarak yani baskı altında kalmadan, kimseden tavsiye ve telkin
almadan karar vermeleri gerekir. Arapça’da sözcüğün kökeninde “bulmak” manası vardır.
(“Bulunç” sözcüğü Anadolu’da bazı yörelerde “Vicdan” anlamında kullanılır.)
B) Objektif (Nesnel) Ahlak: Ahlakın sonradan edinildiği, aile, okul, çevre, din gibi kurumlar
aracılığıyla toplum tarafından bireye aktarıldığı kabul edilir. Felsefedeki “Tabula Rasa” (Boş
Levha) anlayışı savunulur. Bu anlayışa göre insan zihni boş bir levha (tablo) gibidir. Doğumda
insan zihni boştur ve sonradan toplumsal etkileşimle doldurulur. Bu nedenle Objektif Ahlak
bireyin diğer insanlara nasıl davranacağını belirler.
Hukuk kurallarının diğer toplumsal kurallarla karşılaştırılması:
1. Toplumsal Kuralların hepsi de insanın doğru davranmasını sağlamayı amaçlar. (Amaç
aynıdır.)
2. Hepsinde Emir, Yasak ve İzinler vardır. (Araçlar aynıdır.)
3. Diğer kural türlerinde Manevi (Soyut) Yaptırım vardır; Hukukta ise Maddi (Somut) Yaptırım
vardır. Hapis veya Para Cezası gibi (Yöntem farklıdır.)
4. Hukuk kurallarında devlet güvencesi bulunur. Diğer toplumsal kurallarda devlet güvencesi
yoktur. Birey diğer toplumsal kurallara uymak istemezse onu hiç kimse bunlara uymaya
zorlayamaz. Oysa hukuk kurallarına uymaya devlet tarafından zorlanabilir.
5. Zannedilenin aksine hukuk kuralları neredeyse en sık değiştirilen kurallardır.
6. Diğer kurallar zamanla Hukuk Kuralına dönüşebilir. Ör: Yaşlılara yer vermek bir gelenek
kuralı iken çıkarılan bir yasa ile hukuk kuralına dönüşmüştür.
7. Toplumsal, dinsel ve ahlaki olarak kötü olan her şey hukukta cezalandırılmak zorunda
değildir. Ör: Yalan söylemek hukukta bir suç değildir. Yani her yalan söyleyene ceza verilmez.
Ancak Yalancı Şahitlik ve Sahtekarlık gibi başkasına zarar veren yalanlar suçtur ve cezası vardır.
Normların bağlayıcılığı: Aile ve çevre bazı davranış biçimlerinin uygulanmasını bireyden bekler.
Hatta yapabiliyorsa buna zorlar. Örneğin bir çocuğun bayramda dedesini ziyarete gitmeye
babası tarafından zorlanması gibi. Hukuk insanların birbirlerine “tahammül etmelerini”
(katlanmalarını) ister. Bu herkesin uyması gereken bir zorunluluktur. Daha sonra ise bireylerin
Formel Saygı gösterecek biçimde bir davranışla toplumsal ilişkilerini ve kamu hizmetlerini
yerine getirmeleri beklenir.
* Formel Saygı (Resmi / Biçimsel Saygı): Gözlemlenebilen bir davranış biçimidir. Kişinin gerçek
fikri olmayabilir. Zorlamayla ortaya çıkar. Bu zorlama bazen toplumsal bazen de hukuk kökenli
olabilir. Örneğin Devlet Memurları Kanunu memurun amirine karşı saygılı davranmasını
zorunlu kılar. (Türkçe’deki “Saygı Göstermek” deyimi bu durumu ifade eder.) Hukuk bu saygı
türü ile ilgilenir. Örneğin Devlet Memurları Kanunu, Öğrenci Disiplin Yönetmelikleri saygı ile
ilgili düzenlemeler içerir. Hukuk sistemi insanların gerçek niyeti ve düşüncesi o yönde olmasa
bile kamu görevlilerine ve onların da kendi aralarında hiyerarşik olarak birbirlerine karşı saygılı
davranmalarını ister. Kimi zaman bu davranışların bir tür aldatmaca olduğu düşünülebilir fakat
kamu düzeninin sağlıklı yürüyebilmesi için bu bir zorunluluktur. (Ancak elbette ki saygının
doğru anlaşılması, içeriğinin doğru tespit edilmesi gereklidir. Saygı beklentisi adı altında
meselenin başka yerlere kaydırılması da başka sorunlar doğuracaktır.) Örneğin 60 kişilik bir
sınıfta sadece 2 öğrenci dersi anlatan öğretmene karşı içinde saygı duymuyorsa ve -hukuk
sistemi de buna izin verdiği takdirde- gerçek fikirlerine göre davranmaya kalkarlarsa sadece bu
2 öğrencinin yüzünden bir dönem boyunca o ders işlenemez hale gelebilir. Sosyoloji’deki rol
kuramının da tespit ettiği üzere insanlardan farklı ortamlara göre farklı roller oynamaları (farklı
maskeler takmaları) beklenir ve insanlar da buna göre davranırlar.
* İnformel (Gayrıresmi / Biçimdışı Saygı): Kişinin gerçek fikrinden kaynaklanır. İçseldir. Zorlama
ile değiştirilemez. Ancak karşılıklı etkileşim ile zamanla olumlu veya olumsuz yönde
kendiliğinden değişebilir. (Türkçe’deki “Saygı Duymak” deyimi ile ifade edilir.) Hukuk bu saygı
türü ile ilgilenmez. İnformel saygıyı Türk dili içerisinde karşılayacak ayrı bir kavram olmadığı
için sıklıkla "Sevgi" kavramı ile birbirine karıştırılır. Örneğin, “ben bu siyasetçiyi çok seviyorum”
cümlesinde olduğu gibi.
Normal koşullar altında saygı davranışını sergileyen kişilerin bunu gerçekten yaptığının yoksa
hukuk düzeni öyle istediği için mi ya da korkudan, göze girme gibi kişisel beklentilerden mi
kaynaklandığını anlamaya çalışmanın gereği de yoktur, pratik bir faydası da bulunmaz. Bunun
için çaba sarfetmek gereksizdir. Ancak teorik olarak bunu anlamak mümkün müdür sorusuna
verilecek bir yanıt vardır. Kamu hizmetleri yürütülürken taraflar arasında eşitsiz bir ilişki
bulunur. Yani taraflardan birine devlet fazladan yetki vermiştir. Örneğin amir ve memur
arasında, öğrenci ve öğretmen arasında olduğu gibi. Kişiler ancak aralarındaki bu eşitsiz ilişki
sona erip eşit hale geldiklerinde gerçek düşüncelerini ortaya çıkaracaklardır. Örneğin öğrenci
mezun olduğunda, amir emekli olduğunda, memurun tayini çıktığında.
ADALET
Tarihçe: Devletin olmadığı ilkel topluluklarda bireyler kendilerine başkaları tarafından verilen
zararı insani bir içgüdüyle intikam alarak gidermeye kalkışmışlar ve aynı zararı karşı tarafa
vermeyi denemişlerdir (misliyle karşılık). Bu durumun çeşitli sakıncaları vardır. Kafasını yararak
avladığı hayvanı gasp eden başka birisinin kafasını intikam amacıyla yarmaya çalışan bir kişi
başarısız olarak yine zarar görebilir çünkü karşısındaki kişi daha güçlü, daha kurnaz ve işlediği
suça yönelik teknik becerilere sahip olabilir. Misliyle karşılık vermek isteyen kişi karşı tarafa
daha fazla zarar verebilir (orantısız mütekabiliyet). Karşılıklı kan davaları ortaya çıkabilir. Zarar
gören taraf intikamını aldıktan sonra kendisi bu kez kolaycılığa kaçarak başkalarına zarar
vermeyi bir alışkanlığa çevirip bir suçluya dönüşebilir. Devlet kurumunun ortaya çıkmış ve
yerleşmiş olduğu toplumlarda ise “Kısas” uygulaması intikamın yerini almıştır. Sayılan
sakıncaları gidermek için devlet kişinin yerine onun intikamını almayı kendi üzerine almıştır.
Ancak bu cezalandırma mutlaka devletin görevlendirdiği kişilerce yerine getirilmiştir.
İnsanların kendi intikamlarını almaya çalışmalarını yasaklamış hatta bu durumu yeni bir suç
olarak kabul etmiştir. Örneğin antik çağlarda malı gaspedilen bir tüccar başka bir ülkede bile
olsa oradaki devlete başvurmuştur. Sanıldığının aksine Kısas aşamasından tarihin
derinliklerinde pek çok toplum geçmiştir. Daha sonraları kısasın yerini hapis cezası uygulaması
almıştır.
Hukuk kuralları ve özellikleri: Hukuku diğer toplumu düzenleyici kurallar olan örf ve adetler,
gelenekler ve dinlerden ayıran özellik devlet tarafından güvenceye alınmış ve cebrî
yaptırımlara sahip olmasıdır. Hukuk kuralları insan davranışlarını düzenler ve bulunduğu
toplumun değer yargılarını taşır. Soyutluk ve genellik özelliği sayesinde benzer nitelikteki
bütün durumlarda uygulanması sağlanır.
1. Genellik: Sadece belli bir kimseye değil, aynı durumda bulunan tüm kişilere uygulanmasıdır.
Hukuk Kuralları herkes için geçerlidir. Ancak istisnalar bulunabilir. Örneğin, zihinsel yeterliliği
bulunmayanlara ceza verilmez.
2. Soyutluk: Hukuk kuralının belli ve tek bir olaya değil aynı özelliği gösteren tüm olaylara
uygulanmasıdır.
3. Süreklilik: Bir hukuk kuralının yürürlükte kaldığı süre boyunca uygulanmasıdır. (Süreklilik,
asla değiştirilemezlik anlamına gelmez. Çünkü Hukuk kuralları kanun koyucu tarafından her
zaman için değiştirilebilir, hatta kaldırılabilir.) İstisnai olarak bazı kanunların süreklilik niteliği
yoktur. Bu tür kanunlar belli bir süre için çıkartılır ve sadece o süre içinde uygulanırlar. Ör: Her
yıl çıkartılan ve 1 yıl boyunca yürürlükte kalan bütçe kanunları.
4. Bağlayıcılık: Hukuk kurallarına uyulması gerektiği anlamına gelir.
Bağlayıcılıkta kişinin kurala uyması beklenir ve zorlamaya gerek olmadan kendisi de uyabilir.
Hukuk kuralı toplumsal kabul gördükten sonra pek çok kişi zorlama olmaksızın ona uyar. Ancak
Zorlayıcılıkta ise yalnızca uymayanlar zorlanır. (Uymama şartı vardır.)
Hukuk alanında yaptırım kamu gücü ile uygulanır. Hukuka uymayı zorlama, uymayanları
cezalandırma ve uyulmadığı durumlarda ortaya çıkan zararları telafi etmek için kullanılır.
Hukuk düzenini sağlamayı ve korumayı amaçlayan yaptırımlar yine hukuk düzeninin
öngördüğü şekilde yerine getirilir.
Hukukun unsurları: Hukukun öğeleri (unsurları) üç tanedir: 1) Kural, 2) Yaptırım, 3) Devlet.
(Bunlar olmadan hukuk olamaz.)
Hukukun işlevleri: Hukuk başlıca iki işlevi yerine getirir; 1. Düzeni sağlar, 2. Adaleti tesis eder.
Adalet ve Düzen arasındaki ilişki Avustralyalı Prof. Hedley Bull tarafından kapsamlı olarak ele
alınmıştır. Adalet ve Düzen birbirinin bütünleyicisi olduğu kadar aynı zamanda ilginç bir
biçimde birbirlerine ters orantılı olarak etki eden iki kavramdır. Düzeni hızla sağlamak
kesinlikle adaletin eksik kalmasına sebebiyet verecektir. Örneğin bir cinayet davasında, geçmiş
çağlarda olduğu gibi çok kısa bir sürede karar verip, suçluyu idam etmek toplumsal düzeni hızla
sağlayacak ve hukuk caydırıcı etkisini olabildiğince çabuk bir biçimde gösterecektir. Ama belki
de yanlış bir karar verilmiş olacağı için adalet açısından geri dönülmez bir hata yapılmış
olacaktır. İsyanlar bastırılırken yargılama yapılmaksızın elinde silah olan suçlu olduğu
düşünülen herkesin infaz edilmesi yine benzeri bir örnektir. Tam aksine Adaleti mutlak
anlamda yerine getirmeye çalışmak ise, en azından yaşanan zaman kaybı açısından düzenin
bozulmasına neden olacaktır. Bu nedenledir ki, insanların hukuk sisteminin yavaşlığına ve
adaletin gecikmesine olan güven eksikliği modern hukuk sistemlerinin başlıca problemlerinden
birisidir. Örneğin; uzun yargılama süreleri adalete olan güveni sarsar. Delil yetersizliği
nedeniyle serbest kalan suçlu aynı suçu işlemeye devam edebilir. Düzen, herhangi bir sistemin
uyumlu ve amaca yönelik olarak işleyişidir. Düzen karmaşayı önler. Huzuru ve güveni sağlar.
İnsanlar arasında barış ortamı oluşur. Adalet, insanlar arasında hakların korunmasının
sağlanmasıdır. Fırsat Eşitliği, Hak Eşitliği gibi kavramların uygulanmasını gerçekleştirir. Adalet
sistemine (mahkemelere) -bireysel anlamda olsa dahi- düzen bozulduğunda ihtiyaç duyulur.
Tarihteki en ilginç örneklerden birisi olarak Cengiz Han’ın Ölüm Yasası (Büyük Yasa) pek çok
suçun cezasını ölüme bağlayarak toplumsal düzeni ve askeri disiplini hızla sağlamıştır. Ancak
cezalar adil ve orantılı değildir. Örneğin at hırsızlığının cezası ölüm olarak belirlenmiştir. Bu o
dönem için bile aşırı ve orantısız bir cezadır. Cengiz Han'ın amacı adaleti sağlamaktan çok
disiplinsiz Moğol kabilelerindeki karmaşaya neden olan temel etkenleri ortadan kaldırarak
onları hızla düzenli askeri birliklere dönüştürmektir. (Cengiz Han’a ait Büyük Yasa’nın
günümüze ulaşan parçaları Mısırlı tarihçi Makrîzî’nin kitapları ile Arap gezgin İbni Battuta
Seyahatnamesinde bulunmaktadır.)
TÜRK HALK ASTRONOMİSİ
Halk kültürü içerisinde doğrudan toplum tarafından gökcisimlerine verilen isimleri,
gökyüzünün algılanışını ve bunlarla ilgili olarak oluşturulan mitleri ve öyküleri içerir. Türk
kültürü geniş bir coğrafyaya yayılmış olduğu ve pek çok çevre kültürlerden etkilenmiş olduğu
için dışarıdan gelen unsurların tespit edilmesi oldukça güçtür. Örneğin Moğol etkilerini bazı
durumlarda belirleyebilmek son derece zordur, hatta imkânsızdır. Hatta bunların Moğollara
mı yoksa Türk halk inançlarına mı dayandığını anlamak ihtimali çoğu zaman yoktur. Buna karşın
Fars veya Budist unsurları ayırt edebilmek daha kolaydır. Ancak genel olarak komşu halklarla
etkileşimden doğan bileşenleri, tamamen uzak ve yabancı etkilerden ayırmak mümkündür.
Yine de yapılan derlemeler dünya üzerinde oldukça geniş bir alana yayılmış ve tarih içerisindeki
farklı dönemlerde tespit edilmiş bilgilerin toplamından oluşmaktadır. Ancak hepsi bir araya
geldiğinde bir bütün oluşturmakta ve anlam ifade etmektedir. Çıplak gözle görülemeyen
gökcisimlerinin adları ise eski astronomi kitaplarında yer almaktadır.
Gezegenler
1. Tilek (Dilek): Merkür, Utarit.
Eşanlam: Tilekdiz (Dilektir) – TİLEG
Özelliği: Dilek yıldızı. Ona bakılarak dilek dilenir. Çıplak gözle görülür. Teleğütlerin atası olan
Tileg Han adlı mitolojik bir karakterden ad alır.
2. Sevit (Sevüt): Venüs, Zühre.
Eşanlam: Çolpandız (Çolpantır) – ÇOLPAN
Özelliği: Moğollarda Çolpan adı verilir ve bu yüzden yanlışlıkla kelime benzerliği nedeniyle
dönüşerek “Çoban Yıldızı” denir. Çıplak gözle görülür.
3. Yertinç (Yerdinç): Dünya, Arz.
Eşanlam: Yerindiz (Yerintir) – YER
Özelliği: Yeryüzü. İnsanların yaşadığı yer. Dünya.
4. Kürüt (Kürüd): Mars, Merih.
Eşanlam: Kızandız/Kızıldız (Kızantır/Kızıltır) – KIZAN/KIZIL
Özelliği: Güçlü ve kızgın bir yiğit olarak düşünülür. Çıplak gözle görülür. Kızan sözcüğü Kızağan
adlı eski bir Türk tanrısının adıyla bağlantılıdır.
5. Ongay (Öngey): Jüpiter, Müşteri.
Eşanlam: Erendiz (Erentir) – EREN
Özelliği: Olgunluğu ve bilgeliği temsil eder. Çıplak gözle görülür.
6. Erkliğ (Erkli): Satürn, Zuhal.
Eşanlam: Sekendiz (Sekentir) – SEKEN
Özelliği: Etrafında halkaları vardır. Çıplak gözle görülür. Erkliğ Han adlı eski bir Türk tanrısının
adı verilmiştir.
7. Cetegey (Cetey): Uranüs.
Eşanlam: Yetendiz (Yedentir) – YETEN
Özelliği: Çıplak gözle görülemez. Cedey Han adlı bir Türk tanrısının adından kaynaklanır.
8. Konuşuk (Konuşu): Neptün.
Eşanlam: Altandız (Altantır) – ALTAN
Özelliği: Çıplak gözle görülemez. Altay Han adlı eski bir Türk tanrısının adı verilmiştir.
9. Yaldırık (Yıldırak): Plüton.
Eşanlam: Usandız (Usantır) – USAN
Özelliği: Bu gezegenin son yıllarda yapılan çalışmalarda aslında birbirinin etrafında dönen iki
gezegen olduğu anlaşılmıştır.
Burçlar: Eski Türk kültüründe burçlara Ükek (Ükeg) adı verilir. Moğollar ise Hükeg derler. Bu
kelime aynı zamanda kalelerdeki burçları da ifade eden bir sözcüktür. Bunlar gökyüzünü on iki
bölüme ayıran takımyıldızlardan her birisidir. Türk kültüründe göğün bir eksen etrafında
dönüşünün sonucu olarak yılın her bir ayını temsil eden takımyıldızlardır.
Od Ükekleri (Ateş Burçları); Koç, Aslan ve Yay'dır.
Toprak Ükekleri (Arz Burçları); Boğa, Başak ve Oğlak'tır.
Kalığ Ükekleri (Hava Burçları); İkizler, Terazi ve Kova'dır.
Su Ükekleri (Mai Burçları); Yengeç, Akrep ve Balık'tır.
Burç Adları: Eski astronomi kitaplarında yer alan isimlerden oluşmaktadır. Fakat bunlar (halk
kültürüne dayalı özgün birkaç tane isim hariç) büyük oranda Yunan kaynaklarından Türkçeye
yapılan çevirilerdeki isimlerdir. Burada en özgün isimler Yakut mitolojisindeki Tanrı adlarının
verilmiş olduğu Saka (Yakut) kültüründeki burç adlarıdır.
1. Saka (Seve): Aquarius.
Eşanlam: Könek (Künek), Kova (Koğa), Dolça (Dolca), Çelek (Şelek), Kürülgen
Yakutça: Tanha - Kader Tanrısı. Kişioğlunun doğumundan itibaren onun kaderine hükmeder ve
davranışlarını kayıt altına alır.
2. Koç (Koçak, Koçkar): Aries.
Eşanlam: Kuzu (Kozı, Guzu), Koy (Hoy)
Yakutça: Elbis - Kavga Tanrısı. Savaş Tanrısı olarak da algılanır. Acımasızdır ve insanlara
acımasızlığı telkin eder. Şeytani özelliklere sahiptir.
3. Güreçi (Güreşçiler): Gemini.
Eşanlam: İkizler (İğiz, Egiz, Ekizler, İgire)
Yakutça: Cöhögöy Toyon - At Tanrısı. Atların ve (şaman ve ruhlara ait) soyut atların iyesidir.
Ürkütücü bir ruhtur, kızdığı zaman insanlara verdiği atları geri alır.
4. Yengeç (Yenne): Cancer.
Eşanlam: Kısala (Kısla), Suvşayan, Paka, Arağak
Yakutça: İyehsit - Doğum tanrıçası. Güçlü gülüşleriyle doğum yapan kadına hatta doğuran ev
ve ahır hayvanlarına yardım eder.
5. Arslan (Asan, Arstan): Leo.
Eşanlam: Tonga (Tunga), Hahay
Yakutça: Ürüng Ayığ Toyon - Gökyüzü Tanrısı. İlk insanı o yaratmıştır. Dünyayı idare eder.
Yaratıcı ruhların en büyüklerindendir.
6. Başak (Maşak, Masak): Virgo.
Eşanlam: Buğday (Boday, Buğa)
Yakutça: Alahçın - Yaşam Tanrıçası. Yeryüzünü korur. Doğaya can verir. Yeşillik alanlarda rüzgar
olup gezer. Bataklık bölgelerde dolaşır.
7. Ülgü (Ülçev): Libra.
Eşanlam: Kesil, Tartı, Iyahın
Yakutça: Uluğ - Yaratıcı Tanrı. Büyük Yaratıcı gücü ifade eder. Yaratıcı gücün eril yönünü
simgeler. Soyut bir varlıktır.
8. Çayan (Çadan, Şayan, Çeyen): Scorpius.
Eşanlam: Kuyruğan
Yakutça: Hotoy - Kartal Tanrı. Güneş’in sembolüdür. Yeniden doğuşu, ebedi yaşamı,
ölümsüzlüğü, güneşin doğuşunu simgeler.
9. Yay (Cay): Sagittarius.
Eşanlam: Okçu, Oktar, Ohçut, Bökey
Yakutça: Suğorun - Şaman Tanrısı. Gelecekte kimlerin şaman/kam olacağını önceden bilir. İyi
veya kötü değildir.
10. Oğlak (Ulak, Ovlak): Capricornus.
Eşanlam: Serke, Keçi, Eçki (Öçke), Çubuku
Yakutça: Cılha - Çocuk Tanrısı. Çocuk doğduğunda kaderini belirler. Doğumu yapan kadını da
korur. Çocuğu olmayan kadınlar ondan çocuk ister.
11. Boğa (Buka, Buğa): Taurus.
Eşanlam: Ud (Ut), Öküz (Ögüz, Ügiz, Oğus)
Yakutça: Ayıhıt - Güzellik Tanrıçası. Aşkın ve güzelliğin simgesidir. Ongunu kuğudur. Kuğular bu
nedenle kutsal sayılır ve dokunulmaz.
12. Balık (Belik, Balıklar, Balıktar): Pisces.
Eşanlam: Çabak, Uçulu
Yakutça: Ağar - Canlılar Tanrısı. Yeryüzündeki tüm sürecin işleyişinden, insanlardan ve diğer
canlılardan sorumludur.
Takımyıldızlar: Türk halk kültüründe takımyıldızlara "Ürgel" adı verilir. Gökyüzünde insanların
hayalgücü ile belirli şekillere benzetilen yıldız toplulukları ve kümeleridir. Dünyadaki hemen
hemen tüm topluluklarda takımyıldızlara söylencelerle ilgili isimler verilmiştir. Türklerde
dikkati çeken pek çok Takımyıldız vardır ve bunlarla ilgili öyküler anlatılır. Örneğin Yeteğen
takımyıldızının yedi haydut (at hırsızı) olduğu söylenir. Bir obadan kaçırdıkları atlar ve
peşlerindeki kendilerini kovalayan atlılar ile göğe savrulmuşlardır. O yüzden Uğruların
(haydutların) bu yıldızlara bakarak yollarını buldukları söylenir. Türkler bazen Yedi Kağan (Yedi
Hakan) veya Yedi Uğru (Yedi Hırsız), Yedi Karakçı (Yedi Haydut), kimi zaman da Yedi Arkar (Yedi
Dağkoyunu) ya da (Yedi Kör) adı verirler. Moğollar ise aynı Takımyıldıza Yedi Bilge veya Yedi
Yaşlı derler. Başlıca takımyıldızlar şunlardır.
Ülker / Ülger: Pleiades (Süreyya)
Arıkovanı / Kovan: Praesepe (Yemlik)
Yeteğen / Yediger: Ursa Major (Büyükayı)
Kömük / Kümük: Ursa Minor (Küçükayı)
Kambar / Kempir: Leo Minor (Küçükaslan)
Karakurt / Karagurd: Cassiopeia (Kraliçe)
Tayaktah / Tayahtah: Orion (Avcı).
HALK TAKVİMİ
Resmi olmayan ve belirli bir yöreye veya bölgeye özgü olan ya da herkes tarafından bilinmeyen
(genel kabul görmeyen) takvimdir.
Özellikleri: Bir bölgede yaşayan toplulukların geleneksel kültürel miras olarak nesilden nesile
aktardığı doğa olaylarına dayalı birikimlere ve uzun süreli deneyimlere dayalı tarihsel, töresel,
dinsel, mitolojik, tarımsal simgelerin zamanın geçişini ve belirli dönemlerini anımsatma
görevini gerçekleştirdiği resmi olmayan, sözlü geleneğe dayalı zaman bölümleme aracıdır.
Halk takvimi (yerel takvim) kullanıldığı bölgede genel bir kabul görür; hatta bazen resmi
takvimden daha yaygındır. Ancak, günümüzdeki şehirleşme ve artan teknoloji halk takvimlerini
ikinci plana atmıştır ve toplumsal anlamda kullanım oranları gitgide düşmektedir. Halk takvimi,
yaygınlık kazanmış (resmi) takvimlerden daha farklı olarak yılı, ayları ve günleri başka bir
biçimde bölümlere ayırır ve farklı anlayışlarla adlandırır. Kimi zaman, kimi doğal olaylar,
tarımsal kavramlar bu adlandırmada belirleyici olur. Bazen bu takvimlerin bir kısmı veya
bütünsellik arz eden bazıları resmi takvim statüsüne ulaşabilir. Örneğin günümüzdeki Türk
takviminde yer alan bazı ay adları halk takvimlerinden alınmıştır; Ocak, Ekim...
Mevsimler: Türk Halk Takvimi, yöresel çeşitliliklerine rağmen hepsinde ortak bir anlayış olarak
gündönümü ve gündenkliği esasına göre oluşturulur. Bugünkü takvim anlayışının aksine
ortalama dokuz gün geriden gelen ay başlangıçları bulunur. Yani birinci ayın birinci günü 22
Marttır. Bu tarih Türk takviminin yılbaşı olup bir gün öncesi Nevruz bayramına denk düşer.
21 Mart: Bahar ekinoksu
21 Haziran: Yaz gündönümü
23 Eylül: Güz ekinoksu
21 Aralık: Kış gündönümü
Mevsimleri adlandırmak için kullanılan sözcükler şu şekildedir:
İlkbahar: Kök, Kökey, Köklem (Farsça: Bahar)
Yaz: Yaz, Yay, Cay
Sonbahar: Güz, Güzey, Güzlem (Farsça: Payız)
Kış: Kış, Kıs
Anadolu’da tespit edilerek derlenmiş olan ay adları şu şekildedir:
* Tarım Araçlarının Adlarıyla
1. Köten (Kotan) Ay, 2. Saban (Sapan) Ay, 3. Kosak Ay, 4. Orak Ay, 5. Diren Ay, 6. Döven Ay,
7. Tapan Ay, 8. Dibek Ay, 9. Kazan Ay, 10. Ocak Ay, 11. Kirmen (Eğirmen) Ay, 12. Külek Ay
* Tarımsal-Hayvansal Kavramlarla
1. Dikim Ay, 2. Saçım Ay, 3. Kırkım Ay, 4. Biçim Ay, 5. Derim Ay, 6. Verim Ay,
7. Ekim Ay, 8. Söküm Ay, 9. Katım Ay, 10. Sağım Ay, 11. Üsüm Ay, 12. Sürüm Ay
* İklimsel Değişikliklere Göre
1. Açan Ay, 2. Kandık Ay, 3. Isık Ay, 4. Tozaran Ay, 5. Bozaran Ay, 6. Kısık Ay,
7. Koçan Ay, 8. Balağan Ay, 9. Aralık Ay, 10. Çağan Ay, 11. Gücük Ay, 12. Tuluğan Ay
* Hava Olaylarına Göre
1. Açar Ay, 2. Kırçan Ay, 3. Uraş Ay, 4. Biçen Ay, 5. Bozar Ay, 6. Söken Ay,
7. Budan Ay, 8. Karaş Ay, 9. Kırlaş Ay, 10. Buğan Ay, 11. Akpan Ay, 12. Yelen Ay
Diğer Türk Topluluklarında bazı ay adlarının birbirlerine ve Anadolu’daki halk takvimlerinde yer
alan ay adlarına benzerliği özellikle dikkat çekicidir.
Kazaklarda
Kazak halk takvimi aynı zamanda resmi takvimlerini de oluşturmuştur.
1. Birtin Ay, 2. Kökek Ay, 3. Mamır Ay, 4. Otamalı Ay, 5. Şilde Ay, 6. Tamız Ay,
7. Kırküyek Ay, 8. Kazan Ay, 9. Karaşa Ay, 10. Caltoksan Ay, 11. Kantar Ay, 12. Akpan Ay
Hakaslarda
1. Körük Ay, 2. An Ay, 3. Pes Ay, 4. Ölen Ay, 5. Piçen (Biçen) Ay, 6. Orgak Ay,
7. Ürtün Ay, 8. Kurtuyak Ay, 9. Kırlaş Ay, 10. Kiçig (Kiçiğ) Ay, 11. Cel Ay, 12. Azıg (Azığ) Ay
Altaylarda
1. Kank (Kang) Ay, 2. Koskar Ay, 3. Silker Ay, 4. Çulug (Çuluğ) Ay, 5. Toz Ay, 6. Kisçen Ay,
7. Ürten Ay, 8. Kiçkerek Ay, 9. Soh Ay, 10. Alay Ay, 11. Kürgen Ay, 12. Pozug (Bozug) Ay
Balkarlarda
1. Toturnu Ay, 2. Hıçavban Ay, 3. Lukur Ay, 4. Yaynı Ay, 5. Kırkar Ay, 6. Kırkavuz Ay,
7. Güznü Ay, 8. Kaçnı Ay, 9. Endirevük Ay, 10. Başıl Ay, 11. Bayıça Ay, 12. Avuznu Ay
Sagaylarda
1. Körik Ay, 2. Namıs Ay, 3. Tartçan Ay, 4. Par Ay, 5. Tos Ay, 6. Ot Ay,
7. Alçan Ay, 8. Çarıs Ay, 9. Hırlas Ay, 10. Alay Ay, 11. Çil Ay, 12. Hıra Ay
Kumandılarda
1. Kerek Ay, 2. Örteng Ay, 3. Kezel Ay, 4. Olan Ay, 5. Toz Ay, 6. Çızıg Ay,
7. Tayga Ay, 8. Küçkerek Ay, 9. Sok Ay, 10. Kitig Ay, 11. Küzer Ay, 12. Argan Ay
Şorlarda
1. Koruk Ay, 2. Şın Ay, 3. Şabın Ay, 4. Odağ Ay, 5. Piçen Ay, 6. Orgak Ay,
7. Urtun (Ürtün) Ay, 8. Kus Ay, 9. Kırlaş Ay, 10. Kiçik Ay, 11. Çel Ay, 12. Çaskı Ay
Yakutlarda
1. Tutar Ay, 2. Ustar Ay, 3. Iyam Ay, 4. Ihıyah Ay, 5. Vot Ay, 6. Atırdah Ay,
7. Balağan Ay, 8. Altınnı Ay, 9. Ahsınnı Ay, 10. Bilide Ay, 11. Tohsunnu Ay, 12. Olunnu Ay
Tatarlarda
1. Yanarış Ay, 2. Saban Ay, 3. Çereşme Ay, 4. Peçen Ay, 5. Urak Ay, 6. Indır Ay,
7. Bilek Ay, 8. Karakoz Ay, 9. Kerev Ay, 10. Kırlaç Ay, 11. Akman Ay, 12. Buşay Ay
Orta Asya Hayvanlı Ay Takvimi
1. KÖKEK (Guguk Kuşu), 2. KORAN (Karaca), 3. BUĞRA (Erkek Deve), 4. KULCA (Dağ Koçu),
5. TEKE (Erkek Keçi), 6. OĞNA (Bozkır Keçisi), 7. SIĞIN (Erkek Geyik), 8. KOÇKAR (Koç),
9. ELİK (Dağ Keçisi), 10. MARAL (Dişi Geyik), 11. ARKAR (Dağ Koyunu), 12. TOYGAR (Tarla Kuşu)
Süreler: Türk kültüründe ayların süreleri, mevsimlerin toplam süreleri dikkate alınarak
hesaplanır. Dünyanın yörüngesinden dolayı İlkbahar ve Yaz mevsimleri uzun, Sonbahar ve Kış
mevsimleri ise daha kısadır. Mevsimlerin en kısası kıştır ve yaklaşık 89 gündür. En uzunu ise
yazdır ve yaklaşık 93-94 gün sürer. Bahar 92-93, Sonbahar ise 89-90 gündür. Halk anlayışında
aylara düşen gün miktarı buna göre belirlenmiştir. Küçük farklılıklarla pek çok halk takviminde
günlerin tespit edilmesi şu şekildedir.
(A) Bahar:31-31-31, Yaz:31-31-30, Güz:30-30-30, Kış:30-30-30 (Yılın son günü dört yılda bir 31
gün sürer.)
(B) Bahar:30-31-31, Yaz:31-31-31, Güz:30-30-30, Kış:30-30-30 (Yılın ilk günü dört yılda bir 31
gün sürer.)
Hafta
Anadolu’da haftanın hangi günden başlayacağına dair değişik anlayışlara bağlı olarak bu adlar
farklı yörelerde kimi zaman bir veya iki günlük kaymalarla yer değiştirebilmektedir. Hafta
yaygın olarak ya Pazartesiden veya Cumartesiden başlar. Bazı yörelerde Pazar gününün birinci
gün kabul edildiği uygulamalara da rastlanmaktadır.
Pazartesi: Geçeği, Odgün, Gürgegün
Salı: Ortağı, Orgün, İnegün
Çarşamba: Uğrağı, Yeygün, Barasgün
Perşembe: Gideği, Aragün, Tozagün,
Cuma: Toplağı, Elgün, Bayrıgün
Cumartesi: Gireği, Başgün, Giregün
Pazar: Direği, Dergün Diregün
Karaçay-Balkarlarda
Pazartesi: Başgün
Salı: Kürgegün
Çarşamba: Barasgün
Perşembe: Ortagün
Cuma: Bayrımgün
Cumartesi: Kıyavgün
Pazar: Iyıkgün
Moğollarda
Pazartesi: Gal, Guluvun ("Ateş")
Salı: Uha, Usun ("Su")
Çarşamba: Mod, Modun ("Ağaç")
Perşembe: Alt, Altan ("Altın")
Cuma: Şor, Şoron ("Toprak")
Cumartesi: Nar, Nara ("Güneş")
Pazar: Sar, Sara ("Ay")
Farslarda
Fars kültüründe ve etkilediği çevre kültürlerde (Kürt,Özbek, Türkmen vs.) kullanılır.
Pazartesi: Doşenbe, Düşembi, Duşem, Duşenbe, Düşenbe, Düyşembi
Salı: Seşenbe, Sişembi, Seşem, Sişenbe, Seyşenbe, Şeyşembi, Seysenbi
Çarşamba: Çeherşenbe, Çerşembi, Çerşem, Çerşenbe, Çarşenbe, Şarşembi, Sersenbi
Perşembe: Pençşenbe, Pencişembi, Pencşem, Penşenbe, Peyşenbe, Beyşembi
Cuma: Cuma, Cüme, Cumga, Coma, Yoma, Juma
Cumartesi: Şenbe, Şimbe, Şemi, İşembi, Senbi
Pazar: Yekşenbe, Yekşembi, Yekşem, Cekşembi, Ceksenbi
Günün bölümleri
Halk takvimi anlayışıyla bağlantılı olarak değerlendirilmesi gereken bir başka husus da halk
kültürüne göre günün bölümlere ayrılmasıdır. Bir gün, Çak (Çağ) adı verilen 12 bölüme
ayrılmıştır (1 ÇAK: 2 Saat). Her Çak ise Keh adı verilen sekiz parçadan oluşur (1 KEH: 15 Dakika).
Türk halk kültüründe zaman ölçmeye yarayan aygıta, (güneş saati kavramıyla ve gün
sözcüğüyle ilgili olarak) "Güngen" denilmiştir. Yine zamanı ölçmek anlamına gelen
"Ötçek/Ödçek" sözcüğü de saat (zaman ölçme aracı) demektir. Öt/Öd Türkçede zaman
manasına gelir. Ödemek, ödünç kelimeleri bu kökle ilgilidir. Moğolca Ötlöh (Eski Moğolca Ötel)
yaşlanmak demektir ve bu fiil zamanın geçişiyle alakalıdır. Halk anlayışında zaman ölçü
birimleri aşağıdaki gibidir. Oğ: An, Oğurçak: Salise, Oğurdak: Saniye, Oğrak: Dakika, Oğur: Saat.
Ayrıca Güneşin durumuyla bağlantılı olarak yönlere de şu adlar verilmiştir:
GÜNEY/KÜNEY: Tüştük, Könyek, Güntüştük. Tuşay, Tüşey.
TÜNEY/DÜNEY: Tündük, Tönyek, Güntündük. Kuzay, Kuzey.
DOĞU/DOĞI: Çığış, Şığıs. Künçığış, Könsığış. Gündoğusu.
BATU/BATI: Batıs, Bayış. Künbatıs, Könbayış. Günbatısı.
ANGLOSAKSON HUKUK SİSTEMİ
Common Law: 1066 yılında İngiltere'nin Normanlar tarafından istilasından sonra Normanlar
bütün ülkede geçerli olacak bir hukuk sistemi yarattılar. Ülkenin her bir tarafına gezici yargıçlar
gönderildi. Bu yargıçlar gittikleri bölgedeki örf ve adetleri de göz önünde bulundurarak hukukî
sorunları çözmeye başladılar. Bu sistemdeki amaç ülkenin tamamının yargıçlar tarafından
oluşturulan ortak bir hukuka sahip olmasıydı. Nitekim bu nedenle sistemin adı Common Law,
yani ortak hukuk adını almıştır. Common Law bu dönemde oldukça katı ve şekilciydi. Dava
açabilmek için Lord Chancellor'dan (Adalet Bakanı) "writ" (ferman) almak gerekiyordu. Üstelik
bu fermana uygun olmayan durumlarda dava açılması mümkün değildi. Bunun yanında,
Common Law sistemine göre sözleşmeye uyulmaması hâlinde mahkemenin verebileceği tek
karar, uymayan tarafın tazminat ödemesiydi, yani aynen ifa gibi bir yetkisi yoktu.
Equity Law: Common Law mahkemelerinde adaleti bulamayanlar "Tanrı aşkına ve
merhameten (for the love of God and the way of charity)" Kral'a başvurmaya başladılar. Bu
başvurularla ilgilenilmesi görevi önce Curia Legis (Kral'ın danışma meclisi) isimli kurula, sonra
da Lord Chancellor'a verildi. Böylece Chancellor Mahkemeleri kurulmuş oldu. Common Law
sisteminden farklı olarak, bu mahkemelerde dava açmak için ferman almak gerekmiyordu, bir
dilekçe yazmak yeterliydi. Bu mahkemede, Common Law sisteminden eksik kalan biçimsel
kuralları telafi edebilmek için birtakım hakkaniyet ve nesafet kuralları geliştirildi. 1474 yılı
itibarıyla bu kurallar iyice belirginleşti ve bu sisteme Equity Law, yani eşitlik hukuku adı verildi.
Bu sistem, Common Law sistemine göre daha kolay işleyen bir sürece sahip olduğu için oldukça
hızlı bir şekilde büyüdü. Öyle ki, ilerleyen süreçle birlikte Common Law sistemi ile çatışmaya
başladı. Artık hangi sistemin diğerinden daha üstün olduğu tartışılmaya başlanmıştı. Kral I.
James, çatışma hâlinde Equity Law sisteminin daha üstün olacağına karar verdi. Fakat yine de
bu çatışmalar devam etti. Nihayet, 1873 ve 1875 yıllarında çıkarılan kanunlar ile mahkemeler
istedikleri sistemi uygulayabilme yetkisi elde etti.
Statute Law: Geçmişten gelen Common Law ve Equity Law sistemleri, gelişen ve değişen hayat
şartlarına uyum sağlayamaz hâle gelince, oluşan bu soruna çare olması amacıyla Statute Law
sistemine geçildi. Bu sistem, oluşan yeni sorunların yasama faaliyetleriyle çözülmesine
dayanıyordu, bu nedenle de adı Statute Law (kanun hukuku) olmuştu. Kuralların kaynağı,
bizzat parlamento idi, hâkimler de bu kuralları aynen uygulamak mecburiyetindeydi.
Common Law terimi, dar anlamda yukarıda da anlatıldığı gibi çeşitli biçimsel ve esasa dair
özellikleri olan hukuk sistemi anlamına gelmekle birlikte, aynı zamanda geniş anlamda da bu
üç hukuk sistemini de içine alan bir kavram olarak kullanılır. Yani günümüz Anglo-Sakson hukuk
sistemi de Common Law olarak bilinir.
Özellikleri: “Common Law” (Ortak Hukuk) adı verilen sistem “Anglosakson Hukuku” olarak da
bilinir. Anglosakson sözcüğü İngiliz ırkını ifade eder. Bileşik bir kelimeden oluşan kavram
İngiltere’yi tarih içinde istila eden iki kavmin adıdır; Angluslar ve Saksonlar. Bu hukuk
sisteminde yazılı olma zorunluluğu yoktur. Örneğin İngiltere’nin bugün yazılı bir Anayasası
yoktur. Yazılı Medeni Kanunları ve Ticaret Kanunları bulunmaz. İngiliz Töresi yazılı hukuka
eşdeğer sayılır (Örfi Hukuk). Fakat yazılı kısımlarda mevcuttur (Yazılı Hukuk: Statute Law). Ör:
İngiliz Ceza Kanunu yazılıdır. Common Law'ın eksikliklerini gidermek için Hakkaniyet
Mahkemeleri (Equity Court) sistemi kurulmuştur. Buna da Equity Law (Hakkaniyet Hukuku)
denildi. İngiliz Sisteminde her yargıç davayı sonuçlandırırken daha önce görülmüş benzer
davaların kararlarını dikkate almak zorundadır. Hukuk bölümlere ayrılmamıştır, bütündür.
Mahkemeler uzmanlaşmış değildir geneldir. Kamu Hukuku - Özel Hukuk ayrımı ile Adli
Mahkeme - İdari Mahkeme ayrımı yoktur. Töre, hukukun asli kaynakları arasında yer alır.
Hakimler, bir gelenek kuralı varsa bunu uygular. Hakimlerin vicdani bağımsızlıklarına büyük
önem verilir ve güvence altına alınmıştır. Hâkimler sistemin en önemli unsurlarıdır. Hakimlere
büyük önem verilmekte ve bu sebeple de sınırlı sayıda hâkim bulunmaktadır. İngiltere’de
göreceli olarak (diğer ülkelerle kıyaslandığında) daha az sayıda yargıç bulunmakta ve tüm
sistem sorunsuz bir şekilde işlemektedir. Bunun temel sebebi, her sorunu hakimin önüne
gelmeden çözecek mekanizmaların oluşturulmuş olmasıdır (Uzlaşma ve Pazarlık sistemi).
Hakkaniyet (Equity) kavramında hukukun herkese eşit olarak uygulanıp uygulanmadığına
bakılır. Sözcüğün Türkçe tam karşılığı aslında "Eşitleyicilik" demektir. Bir şeyin şeklen hukuka
uygun olmasının onun her zaman doğru olmayabileceği anlayışı savunulur. Özünde hakların
korunulup korunmadığına bakılır. Adaleti doğru uygulamaktır.
1. Tedvin edilmemiştir: Common Law bir kanunlaştırma hareketi sonucunda değil yargıçların
örf ve adet kurallarına bakarak hukuk kurallarını oluşturmasıyla başlamıştır. Kanunlar, dağınık
haldedir. Kara Avrupası hukuk sisteminde olduğu gibi medenî kanunlar, ticaret kanunları
yoktur.
2. İçtihadî niteliktedir: Her yargıç davayı sonuçlandırırken ondan önce görülmüş benzer
davaların kararlarıyla bağlıdır.
3. Kamu Hukuku - Özel Hukuk ayrımı yoktur: Bu hukuk sisteminde, özel kişiler arasındaki
uyuşmazlıklar ile devlet ile özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda yargılama açısından hiçbir
fark yoktur.
4. Örf ve âdet, hukukun aslî kaynakları arasında yer alır: Hâkimler, bir örf ve adet kuralı varsa
bunu uygular.
5. Yargı birliği ilkesi geçerlidir: Anglo-Sakson hukuk sisteminde mahkemeler, adlî mahkemeler
ve idare mahkemeleri olarak ayrılmamıştır. Mahkemeler, değişik isimler taşıyabilir fakat tüm
mahkemeler tek ve en yüksek mahkemeye tabidir.
Genişletilmiş olarak Anglo-Amerikan Hukuku şeklindeki bir sınıflandırma da mevcuttur.
Örneğin İngiltere ve Amerika’da -her ikisinde de- mahkemelerde Jüri bulunur. Ancak Amerikan
hukukunda yazılı kısımlar daha fazladır. ABD'nin diğer ülkelerdekine kıyasla kısa da olsa bir
Anayasası vardır.
SOSYALİST HUKUK
Eski SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde ve günümüzde Küba, Kuzey Kore ve yumuşatılmış
şekilde Çin'de uygulanan Marksist-Leninist ideolojiye dayalı hukuk sistemidir. Sosyalizm
(Toplumsalcılık) bir hukuk sistemi olmanın ötesinde bir yönetim biçimi, siyasal ve ekonomik
sistem ve ideolojidir. Ancak hukuktaki yansımaları nedeniyle bir hukuk sistemi olarak da ele
alınabilir. Temel belirleyicisi devletin, üretim araçlarına (fabrikalara, tarım arazilerine, hayvan
çiftliklerine, maden ocaklarına) ve temel tamamlayıcı kurumlarına (bankalar, kooperatifler)
mutlak egemen ve sahip olmasıdır. (Kolhoz: Kolektif tarım çiftliği). Devletçi bir modeldir. Özel
teşebbüs, üretim araçlarına sahip olamaz. Ancak daha sonra tercihen gayrımenkuller de
devletleştirilebilir. Ör: SSCB’de evler de devlete aitti. Üretici gücün insan emeği ve dolayısıyla
toplum olduğu düşüncesi benimsenir. Devlet üretime hakim güç olarak ön plana çıkar.
Kişilerarası eşitlik vurgusu yapılır. Kolektif (topluluk olarak, kitle halinde) hareket etme ve buna
uygun bir biçimde örgütlenme ve çalışma planlanır. Devlet toplum adına tüm piyasayı kontrolü
altında tutar. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerli değildir. Merkezi Planlama esastır. Bir yıl içinde
tüm ülkede ne üretilip ne kadar tüketileceği önce yerel ve bölgesel olarak hesaplanır, daha
sonra tek merkezde (başkentte) eşgüdümlü olarak değerlendirilir ve düzeltmeler yapılır. İşçi
sınıfına özel bir önem verilir (en azından söylemlerde). Bankacılık sistemi etkin değildir, çünkü
ihtiyaç duyulmaz. Topluma ve dayanışmaya büyük önem verilir. Fakat toplumu oluşturan
bireyler değersizleşmiştir. Bu durumun doğal sonucu olarak özel hukukun önemi büyük ölçüde
azalmış, zayıf kalmış hatta özel hukuk yerini neredeyse tamamen kamu hukukuna bırakmıştır.
Kamu Yararı en önemli kavramlardan biri olarak öne çıkar. Demokratikleşme eksik kalmıştır
hatta baskıcı yönetim anlayışları ortaya çıkmıştır. Marksist ideoloji de toplumsal kurumlar
arasında altyapı ve üstyapı ayrımı vardır. Alt yapı kurumu olan ekonomi, üst yapı kurumları
olan ahlak, din ve hukuku belirler. Sosyalist hukukta üretim araçlarının özel mülkiyetine izin
verilmemiş ve bireyin menfaati yerine toplumun menfaati esas alınmıştır. Bu sistemde
"sosyalist kanunîlik" ilkesine göre kanunlar idarecileri değil yönetilenleri bağlıyor ve idareciler
toplum yararına gördükleri durumlarda kanunlardan ayrılabiliyorlardı. Sosyalist hukukta,
hukukun amacı burjuva adaletini tesis etmek değil toplumu değiştirerek komünist topluma
geçişi sağlamaktır. Marksist teoriye göre komünist topluma geçişle birlikte hukukta devlet gibi
kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Sosyalizmden komünizme geçiş dönemindeki bu sistemde
hukuk, komünist topluma geçişte bir araçtır.
Tarihçe: Doğu toplumlarını inceleyen ve bazılarında devlet mülkiyeti ve ortak çalışma
kavramına rastlayan Karl Marx, bu uygulamaları teorik olarak geliştirmiş ve ilk defa Das Kapital
(The Capital) adlı eserinde Sosyalizmin esaslarını ortaya koymuştur. Karl Marx’dan etkilenen
pek çok düşünürün katkılarıyla Sosyalizm kavramı daha da çok rağbet görmüş ve 1917 yılında
Vladimir Lenin önderliğinde Rusya’da bir devrim yapılarak Dünya tarihinde ilk kez bir Kapitalist
rejim yıkılarak yerine Sosyalist bir sistem (Sovyetler Birliği) kurulmuştur. Kapitalizme tepki
olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Orta Asya’da pek çok devlet Sovyetler Birliği’ne katılmıştır.
Ayrıca daha sonra Çin’de gerçekleşen bir devrim ile de Çin Halk Cumhuriyeti sosyalizme
geçmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri de sosyalist rejimler kurarak Doğu Blokunu oluşturmuşlardır.
Bazı Uzak Asya ülkeleri ve Arap ülkeleri de yine sosyalizme geçmişlerdir. Ancak yaşanan
olumsuzluklar sebebiyle 1980’li yıllardan başlayarak ilk önce Sovyetler Birliği dağılmış,
ardından da Doğu Bloku çökmüştür.
TİCARET HUKUKU
Tarihçe: Ticaret Hukuku pek çok hukuk dalına göre çok geç tarihlerde ortaya çıkmıştır (1600’lü
ve 1700’lü yıllarda). Ticaret kavramı neredeyse insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen bu
konuyu düzenleyen bir hukuk dalının neden bu kadar geç ortaya çıktığı önemli bir sorudur ve
cevabın doğru anlaşılması gerekir. İnsanlık tarihi içerisinde gücün ölçüsü çok uzun bir süre
boyunca toprak olmuştur. Toprak ve üzerindeki hayvan sürüleri ile kölelerin sayısı soylu sınıfın
gücünü ve soyluluk iddialarının temelini oluşturmuştur. Yani bir insan o dönemlerde ne kadar
toprağa ve üzerinde ne kadar hayvan sürüsüne, ne kadar köleye sahipse o kadar güçlü ve o
kadar nüfuz sahibidir. Devletler için de benzer bir durum söz konusudur. Bir devlet ne kadar
çok toprağa sahipse o kadar güçlü olmuş ve ele geçirdiği ülkelerden aldığı vergiler ile sağladığı
insan gücü devletin gücünü belirleyen şey olmuştur. Para çok eski çağlarda bulunmuş olmasına
rağmen daha fazla toprağa ulaşmanın ve daha çok toprak almanın bir aracı olarak algılanmıştır.
Köleler tıpkı hayvan sürüleri gibi soylu sınıfın ekonomik gücünün arasında yer almıştır. Köleler
iktisadi olarak değerli varlıklardır. Bu nedenle kölesi hastalandığında efendisi onun iyileşmesi
için elinden geleni yapar. Çünkü köle onun için çalışmaktadır. Bu düşünce yapısı içerisinde bu
günkü anlayışın tersine efendi sınıfın çalışması ayıp sayılmıştır. Çalışmak daha doğrusu fiziksel
çalışma yapmak, emeğe dayalı işler görmek kölelerin ve alt tabakadan insanların yapacağı işler
olarak algılanmıştır. Aristo bugüne ulaşan eserlerinde çalışmanın soylular için iğrenç bir iş
olduğunu söylemiştir. Aristo’ya göre bu iğrenç işi ancak köleler ve ayak takımı tabir ettiği
toplumun en alt kesimindeki insanlar yapmalıdır. Ülkeyi soylular ve seçkinler sınıfının
yönetmesi gerektiğini savunmuş bunun içinde sanatla, siyasetle, bilimle, edebiyatla, müzikle
uğraşmaları gerektiğini öne sürmüştür. Fakat bu arada bedensel çalışmayı bıraktıkları için
hantallaşıp aşırı kilo alma sorunlarıyla karşılaşacaklardır ve sağlıkları bozulacaktır. Bunun için
ise soylu sınıfa spor yapmalarını tavsiye etmiş ve ilk spor salonlarının açılmasına öncülük
etmiştir. Sporun ve jimnastiğin yaygınlaşmasına ön ayak olmuştur. İstanbul’un fethi ile bu
düşünce tarzı Osmanlı toplumunda da örneklenmiş ve biraz biçim değiştirerek Ticaret yapmak
Müslüman halk için ayıp sayılmıştır. (Bu yaklaşım aslında İslam Dini’nin ticarete bakış açısına
bütünüyle aykırıdır.) Böylece ticaret azınlıklar tarafından yapılmıştır. Devletler fetih toplumu
anlayışla başka ülkeleri ele geçirmeye çalışmıştır. İnsanlar da devletlerinin toprak büyüklüğü
ile övünmüştür. Büyük imparatorluklar kurulmuştur. Roma, İskender, Selçuklu, Osmanlı,
Cengiz, Çin, İngiliz Sömürge İmparatorlukları gibi… Böylece bu anlayış binlerce yıl boyunca
devam etmiş ancak 1600 ve 1700’lü yıllardan itibaren hızlı bir biçimde değişmiştir. Bu yıllarda
Reform, Rönesans, Fransız İhtilali, Coğrafi Keşifler, Sanayi devrimi hep peş peşe gelmiştir. Bu
dönüşüm süreci içerisinde Burjuva sınıfı ortaya çıkmış ve toprağa dayalı güç anlayışını
reddetmiştir. Burjuva sınıfı kesinlikle soylu sınıf olmayıp sonradan ticaretle zengin olmuştur.
Kendisine atalarından toprak miras kalmamıştır. Kendi yeteneği ve çalışmasıyla zengin
olmuştur. Erken dönemlerde Burjuva sınıfı da elde ettiği parayla o günün anlayışına uygun
olarak toprak satın almaya çalışmıştır. Daha ileri zamanlarda Burjuvazi asıl gücün toprak değil
para olduğunu net bir biçimde kavrayarak toprağa dayalı güç ve mülkiyet anlayışını bütünü ile
reddetmiştir. Gerçekten de günümüzde devletlerin gücü sahip oldukları toprakların büyüklüğü
ile ölçülmez. Pek çok küçük ülke kendisinden kat kat büyük başka ülkelerden her açıdan daha
güçlü olabilmektedir. Örneğin Hollanda yüz ölçümü olarak Konya kadar olsa da dünyanın en
gelişmiş ilk 7 ülkesi arasındadır. Bireysel olarak insanlar için de benzer bir durum söz
konusudur. İnsanların zengin olabilmesi için toprak günümüzde bir zorunluluk değildir. Hisse
senedi, banka hesabı hatta sahip olduğu yolcu uçakları bir kişiyi son derece zengin ve nüfuz
sahibi yapmaya yetebilir. Sosyal Bilimlerdeki bir kurala göre toplumsal sınıfların çıkarları birbiri
ile çatışır. Yeni doğan bir toplumsal sınıf da kendisinden önceki toplumsal sınıflarla çatışır.
Burjuva sınıfı ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemiş, soylu sınıf buna şiddetle karşı
çıkmıştır. Bu çatışma bazen düşünsel olarak bazen siyaseten hatta bazen de gerçek anlamda
silahlı mücadele şeklinde olmuştur. Soylu sınıf sahip olduğu topraklara geleneksel olarak ve
çoğu zaman atalarının mirası olduğu için duygusal bir bağ ile bağlıdır. O dönemki anlayışa göre
bu toprakları satmayı asla düşünmez. Burjuva sınıfı ise emeğini, bedensel çalışmasını da ortaya
koyduğu için soylu sınıfın tepkilerine maruz kalmış, hatta aşağılanmıştır. Soylu sınıf ülkeyi
yönetimde söz sahibi olmak isteyen Burjuvaziyi baldırı çıplaklar, görgüsüzler olarak nitelemiş
ve onları siyasetten, sanattan anlamayan bir kitle olarak görmüştür. Fakat Burjuvazi ilerleyen
zamanlarda daha da güçlenmiş ve toplumsal konumunu sağlamlaştırmıştır. Böylece sınıf
bilincine ulaşmıştır. Bir işi yapan insan kitlesinin var olması (hatta çok fazla insan olması) onu
toplumsal bir sınıf yapmaya yeterli değildir. Ayrıca sınıf bilinci gereklidir. Tıpkı bir arabanın
yedek parçalarını üst üste yığmanın onu bir araba yapmaya yetmeyeceği gibi. Bir örnek vermek
gerekirse Burjuva sınıfının güçlenmesi üzerine İngiliz Parlamentosunda zaten var olan Lordlar
Kamarası’nın yanı sıra seçim ile oluşturulan Avam Kamarası kurulmuştur. Her ne kadar bütün
halkın seçilme şansı var olsa da özellikle ilk dönemlerde Avam Kamarası’nın büyük çoğunluğu
zengin tüccarlardan oluşmaktaydı. Günümüzde bile seçilebilmenin en önemli (gayrı-resmi)
koşullarından biri seçim kampanyasının masraflarını karşılayacak paraya sahip olabilmektir.
Diğer bir örnek ise Amerikan Kuzey-Güney iç savaşıdır. Amerika kıtasına sanayileşme kuzeyden
girmiş, ABD’de kuzey eyaletleri çok sayıda fabrika kurmuş fakat çalıştıracak işçi bulamamıştır.
Avrupa’dan gelen işçiler de yeterli olmamıştır. Bunun üzerine ucuz iş gücü oluşturmak amacı
ile köleliğin kaldırılmasını istemişlerdir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan güneydeki toprak
sahipleri buna karşı çıkmıştır. Ellerindeki köleleri kaybetmek istememişleridir. Böylece bir iç
savaş çıkmıştır. Mavi üniformalılar (Yankie’ler) ve Gri üniformalılar (Diksie’ler) olarak da bilinen
iki ordudan oluşan bu eyaletler savaşı sonunda kuzey galip gelmiş ve kölelik kaldırılmıştır.
Köleliği kaldıran yasayı onaylamasının ardından ABD başkanı Abraham Lincoln bir hafta sonra
gittiği bir tiyatro oyunundan çıkarken suikast sonucu öldürülmüştür. Fakat buna rağmen yasa
yürürlüğe girmiş, özgürleşen köleler karın tokluğuna günlük yevmiye ile uzun çalışma saatleri
ile buldukları ilk fabrikaya işçi olarak girmişlerdir. Tam da bu dönüşüm sürecinde artık patron
anlayışını da ifade etmekte olan Burjuva sınıfı kendi hukukunu istemiştir. Gerçekten de ilk
ticaret hukuku örnekleri ticareti düzenlemekten daha çok tacirlerin haklarını korumayı
amaçlamıştır. Bu süreç içerisinde Avrupa’da Merkantilizm akımı ortaya çıkmıştır.
MERKANTİLİZM
Tarihçe: 1600 ve 1700’lü yıllardan itibaren Dünya'da büyük değişimler yaşanmıştır. Bu yıllarda
Reform, Rönesans, Fransız İhtilali, Coğrafi Keşifler, Sanayi devrimi hep peş peşe gelmiştir. Bu
dönüşüm süreci içerisinde Burjuva sınıfı ortaya çıkmış ve toprağa dayalı güç anlayışını
reddetmiştir. Burjuva sınıfı kesinlikle soylu sınıf olmayıp sonradan ticaretle zengin olmuştur.
Kendisine atalarından toprak miras kalmamıştır. Kendi yeteneği ve çalışmasıyla zengin
olmuştur. Erken dönemlerde Burjuva sınıfı da elde ettiği parayla o günün anlayışına uygun
olarak toprak satın almaya çalışmıştır. Daha ileri zamanlarda Burjuvazi asıl gücün toprak değil
para olduğunu net bir biçimde kavrayarak toprağa dayalı güç ve mülkiyet anlayışını bütünü ile
reddetmiştir. Burjuva sınıfı ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemiş, soylu sınıf buna şiddetle
karşı çıkmıştır. Bu çatışma bazen düşünsel olarak bazen siyaseten hatta bazen de gerçek
anlamda silahlı mücadele şeklinde olmuştur. Soylu sınıf sahip olduğu topraklara geleneksel
olarak ve çoğu zaman atalarının mirası olduğu için duygusal bir bağ ile bağlıdır. O dönemki
anlayışa göre bu toprakları satmayı asla düşünmez. Ancak soylu (asil) kişi toprak üzerindeki
çalışmayı asla kendisi yapmaz. Aristo bugüne ulaşan eserlerinde çalışmanın soylular için iğrenç
bir iş olduğunu söylemiştir. Aristo’ya göre bu iğrenç işi ancak köleler ve ayak takımı tabir ettiği
toplumun en alt kesimindeki insanlar yapmalıdır. Ülkeyi soylular ve seçkinler sınıfının
yönetmesi gerektiğini savunmuş bunun içinde sanatla, siyasetle, bilimle, edebiyatla, müzikle
uğraşmaları gerektiğini öne sürmüştür. Fakat bu arada bedensel çalışmayı bıraktıkları için
hantallaşıp aşırı kilo alma sorunlarıyla karşılaşacaklardır ve sağlıkları bozulacaktır. Bunun için
ise soylu sınıfa spor yapmalarını tavsiye etmiş ve ilk spor salonlarının açılmasına öncülük
etmiştir. Sporun ve jimnastiğin yaygınlaşmasına ön ayak olmuştur. Burjuva sınıfı ise emeğini,
bedensel çalışmasını da ortaya koyduğu için soylu sınıfın tepkilerine maruz kalmış, hatta
aşağılanmıştır. Soylu sınıf ülkeyi yönetimde söz sahibi olmak isteyen Burjuvaziyi baldırı
çıplaklar, görgüsüzler olarak nitelemiş ve onları siyasetten, sanattan anlamayan bir kitle olarak
görmüştür. Fakat Burjuvazi ilerleyen zamanlarda daha da güçlenmiş ve toplumsal konumunu
sağlamlaştırmıştır. Böylece sınıf bilincine ulaşmıştır. Bir örnek vermek gerekirse Burjuva
sınıfının güçlenmesi üzerine İngiliz Parlamentosunda zaten var olan Lordlar Kamarası’nın yanı
sıra seçim ile oluşturulan Avam Kamarası kurulmuştur. Her ne kadar bütün halkın seçilme şansı
var olsa da özellikle ilk dönemlerde Avam Kamarası’nın büyük çoğunluğu zengin tüccarlardan
oluşmaktaydı. Diğer bir örnek ise Amerikan Kuzey-Güney iç savaşıdır. Amerika kıtasına
sanayileşme kuzeyden girmiş, ABD’de kuzey eyaletleri çok sayıda fabrika kurmuş fakat
çalıştıracak işçi bulamamıştır. Avrupa’dan gelen işçiler de yeterli olmamıştır. Bunun üzerine
ucuz iş gücü oluşturmak amacı ile köleliğin kaldırılmasını istemişlerdir. Tarım ve hayvancılıkla
uğraşan güneydeki toprak sahipleri buna karşı çıkmıştır. Ellerindeki köleleri kaybetmek
istememişleridir. Böylece bir iç savaş çıkmıştır. Mavi üniformalılar (Yankee’ler, "Yanki" okunur)
ve Gri üniformalılar (Dixie'ler, "Diksi" okunur) olarak da bilinen iki ordudan oluşan bu eyaletler
savaşı sonunda kuzey galip gelmiş ve kölelik kaldırılmıştır. Özgürleşen köleler karın tokluğuna
günlük yevmiye ile uzun çalışma saatleri ile buldukları ilk fabrikaya işçi olarak girmişlerdir.
Burjuva sınıfının toprakla duygusal bir bağı yoktur. Toprak onun için sadece yatırım
araçlarından birisidir. Gücün parada ve sermaye birikiminde olduğu savunulur. Günümüzde
geçerli olarak Dünya’da uygulanan Kapitalizm’e giden süreci başlatmıştır. Sanayi Devriminin
gerçekleşmesi ve ticaret yapan Burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla birlikte sermaye birikimi
meydana gelmiş ve bu duruma uygun olarak Merkantilizm (Ticaretçilik) adı verilen bir politik
yaklaşım doğmuştur. Merkantilizm, dünyaya ticari bir bakış açışıyla yaklaşmaktır. Toprağa
dayalı güç ve mülkiyet anlayışı reddedilir. Burjuva sınıfının toprakla duygusal bir bağı yoktur.
Toprak onun için sadece yatırım araçlarından birisidir. Gücün parada ve sermaye birikiminde
olduğu savunulur. Günümüzde geçerli olarak Dünya’da uygulanan Kapitalizm’e giden süreci
başlatmıştır. Sanayi Devriminin gerçekleşmesi ve ticaret yapan Burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla
birlikte sermaye birikimi meydana gelmiş ve bu duruma uygun olarak Merkantilizm
(Ticaretçilik) adı verilen bir politik yaklaşım doğmuştur. Merkantilizm 16. yüzyılda Batı
Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Merkantilizme göre, yönetim ekonomide korumacı
bir rol oynamalıdır. Merkantilizm ayrıca Himayecilik (Korumacılık) politikasını savunur, yani
devlet tarafından yerli üretimi korunur. Yerli üretimi korumak için devlet yabancı ürünleri
gerekirse bütünüyle yasaklar ya da gümrük vergilerini artırır. Merkantilistler bir ülkenin
nüfusunun artmasından yanadır. Kalabalık nüfus, işgücünü artırarak maliyetleri düşürecek bu
da ihracatta avantaj sağlayacaktır. Nüfus artışı teşvik edilmiş, herkese çalışma zorunluluğu
getirilmiş hatta çocukların emeğinden yararlanılmış, köle ticareti gibi yollara başvurulmuştur.
Düşük ücret politikası olgusu savunulmuştur. Merkantilizmin en önemli iddiaları şu şekildedir:
1) Devletlerin, şirketlerin ve bireylerin ekonomik gücü biriktirdikleri değerli madenler ile
ölçülür. Merkantilizme göre bir ulusun refahı anaparanın miktarına bağlıdır. Ekonomik servet
veya anapara devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş miktarı veya ticari değer ile temsil edilir.
Ticaretin gelişmesi sürümdeki para miktarının artmasını gerektirir. Bu olgu bütün
merkantilistlerce kabul edilir. Ama bunun için sadece altın ve gümüş bolluğu yeterli değildir.
Para saf olma özelliğini korumalıdır. Maden ayarı konusunda, paranın bozulmuş haline karşı
bozulmamış hali tercih edilir. O dönem için paralar zaten değerli madenlerden basılmaktadır.
Değerli madenler hem işletmeler hem bireyler hem de devletler için gücün temel ölçütüdür.
Coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa Devletleri değerli madenlere ulaşabilmek için sömürgecilik
hareketlerine daha fazla önem vermiştir. Böylece sömürge ülkelerden Avrupa’ya altın, gümüş
ve elmas gibi değerli madenler taşınmıştır. Ancak buralarda kurulan koloniler bir süre sonra
elde edilen zenginliği göndermek yerine kendi ellerinde kalmasını istemişler ve
bağımsızlıklarını ilan ederek kendi devletlerini kurmuşlardır ve bunun için gerektiğinde silahlı
mücadeleler yaparak ve isyan ederek Avrupa ile sömürgeci bağlarını koparmışlardır. Ayrıca
ABD ve Kanada bölgesinde yaşanan “Altına Hücum” hareketi bu altın arayışının en ilginç
örneklerinden birisidir. Günümüzde de devletler para basarken “Altın Karşılık Oranı” adı
verilen bir uygulamayla paralarını güvenceye almaya çalışmaktadırlar. Buna göre belirli bir
miktar para basılırken karşılığında belirli bir oranda altın hazinede saklanır. Böylece
gerektiğinde piyasaya altın satılarak para geri çekilebilir ve enflasyon denetim altında
tutulabilir. Enflasyon birim mal başına düşen para fazlalığıdır. Kağıt parayı değerli kılan şey
devletin verdiği güvencedir. Yani kağıt paranın imal edildiği maddenin (kağıt, keten, pamuk vs.)
gerçek değeri ihmal edilecek kadar azdır. Devlet otoritesi ortadan kalktığında para
değersizleşir ve kağıda dönüşür. Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Ancak altının kendisinin
gerçek değeri vardır ve para olarak kullanıldığında üzerine yazılan değer farklı olabilse de ayrıca
gerçek bir değere sahiptir. Değerli madenlerin içerisine daha değersiz olanlarına katılarak
gerçek değerinin düşürülmesine “Tağşiş” adı verilir. Böylece üzerinde yazılı olan değer aynı
kalsa da gerçek değeri düşmektedir. Örneğin altın için “Ayar” kavramı içerisine katılan yabancı
madenlerin oranını ifade eder. Ayar yükseldikçe altının oranı artmaktadır. (24 Ayar en kaliteli
olandır.) Altına genellikle bakır katılır. Fakat bu durum rengini değiştirerek kızıllaşmasına
neden olur. Günümüzde bozuk paraların gerçek değeri ihmal edilir. Çünkü göreceli olarak
değersiz madenlerden imal edilirler. Önemli olan üzerindeki nominal değerdir. Örnekteki altın
para 24 ayar olduğu için üzerine de para değeri olarak 24 (örneğin TL) basılmıştır. Ancak tağşiş
edilerek ayarı 18’e düşürüldüğünde içine 6 birim bakır katılmıştır. Oysaki üzerinde 24 yazmaya
devam etmektedir. Bu para ile piyasadan 24 TL değerinde mal alınmaya devam edilebilir.
Ancak eritilirse elde 18 birim altın kalacaktır. Banknotun ortaya çıkışında ise tarihsel olarak
bankalar etkin olmuştur. Değerli madenler (altın para, gümüş para) güvenlik açısından
bankalara emanet edilmiş ve karşılığında bu durumu ispatlamak için bankadan bir belge
alınmıştır. Alışveriş sonrasında tacir paranın kendisini karşı tarafa vermek yerine bu belgeyi
vermiştir. Belgeyi elinde bulunduran kişi artık bankadaki paranın sahibi olmuştur. Ya da tacir
müşterisinin paranın bir kısmını çekebilmesine olanak sağlamak üzere bankaya bir ödeme emri
içeren imzalı bir kağıt göndermiştir (günümüzdeki “Çek” benzeri bir uygulamadır). Böylece
değerli madeni taşıma güçlüğünden ve risklerden kurtulma olanağı sağlanmıştır. İşte
bankaların kendi ellerinde müşterilerinin değerli madenlerinin bulunduğuna dair verdikleri bu
güvence belgesine Bank-Note (Banka Notu) adı verilmiştir.
Nominal (İtibari) Değer: İktisadi bir varlığın üzerinde yazılı olan değerdir. Örneğin: para (kağıt
para, altın para, gümüş para, madeni para), çek, hisse senedi vs. üzerinde nominal değer
bulunur. İktisadi varlıklar her zaman nominal değerleri ile alınıp satılmayabilir. Örneğin döviz,
hisse senedi farklı değerlerden işlem görebilir. Bu durumda piyasa değeri yani gerçek değeri
nominal değerden farklı olacaktır. Yukarıdaki örnekteki altın paranın gerçek değeri ile nominal
değeri tağşiş sonrası farklılaşmıştır.
2. Devletler ithalat hiç yapmamalı (sıfır ithalat) ama olabildiğince çok ihracat yapmalıdır.
Böylece hazinede altın (o dönem için para) birikmeye devam edecektir. Mal satıldığında
yurtdışına ürün çıkacak ama içeriye para girecektir. Bu nedenle Merkantilistler ihracatı teşvik
etmektedirler. İthalatta ise tersi olacaktır. Bu nedenle Merkantilistler ülke içinde değerli
maden biriktirilmesini ama dışarıya asla çıkartılmamasını savunan bir görüşe sahiptirler. O
dönemde bile bu iddiaya şiddetle karşı çıkılmıştır. Her şeyden önce her ürün her ülkede doğal
olarak bulunmaz. Bazı şeyler alınmak zorundadır. Üstelik bu anlayışı her ülke benimsediği
takdirde kimse birbirinden bir şey almayacak dış ticaret durma noktasına gelecektir. Gerçekten
de bu görüşün mutlak olarak işlemeyeceği daha sonraları anlaşılmıştır. Fakat sağladığı sermaye
birikimi ve mantığı Kapitalizmin bugünkü biçiminin ilk örneklerinin netleşerek ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Günümüzde bu anlayış ihracatın ithalattan belirli bir oranda fazla olmasının doğru
olduğu şeklinde düzeltilmiştir.
3. Protestan Ahlakı da o dönem içerisinde (1600-1800’lü yıllar) Merkantilizmi desteklemiştir.
“Biriktir ama harcama” şeklinde özetlenebilecek bir görüş Tanrı’nın emri olarak kabul edilmiş
ve Protestanlar tarafından uyulmuştur. Lüks tüketim dinen yasak sayılmıştır.
Not: Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden biridir (ilk ikisi Ortodoks
Mezhebi ve Katolik Mezhebi). Protestanlık 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in
öncülüğünde Katolik Kilisesine ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin
sonucunda doğmuştur. Luther ilk kez İncil’i kutsal sayılan Latince’den başka bir dile
(Almanca’ya) tercüme etmiş ve herkesin anlamasına olanak sağlayan yolu açmıştır. Papazlara
ihtiyaç duymaksızın İncil’i okuyabildikleri için dini farklı biçimde yorumlamışlardır. Protestanlık
diğer Hristiyan mezheplerinden bazı ayrımlar gösterir. Örnek vermek gerekirse Katolik ve
Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. Katoliklerin tersine Protestan rahipler evlenebilirler.
Temel beliryecileri aynı olmakla birlikte değişik ülkelerde farklı politikalarla uygulandığı
görülmüştür. Bunların en önemlileri şu şekilde sıralanabilir:
1. Kolbertizm (Fransa’da): Merkantilizmin en önemli savunucusu olan Fransız iktisatçı ve
hukukçu Jean-Baptiste Colbert'in adından dolayı bu isim verilmiştir. Sanayileşmenin devlet
eliyle desteklenmesi savunulur. Bunun için koruyucu / himayeci dış ticaret politikası ve
ithalatın kısılarak ihracatın artırılması temel yöntem olarak benimsenir.
2. Kameralizm (Almanya ve Avusturya’da): Almanca altın sikke, madeni para veya hazine odası
anlamındaki "Kammer" sözcüğünden kaynaklanmaktadır. 1700'lerde çok sayıda küçük
prensliğe bölünen Almanya'nın bozulan ekonomik birliğini tekrar sağlamayı amaçlamıştır. İç
ticaretin düzenlenmesine büyük önem verilmiştir. Ekonomiye devlet müdahalesi, kıymetli
madenlerin hazinede saklanmasının sağlanması ve nüfus artışının desteklenmesi gibi
politikalara yönelmişlerdir.
3. Bulyonizm (İspanya’da): "Bullion" (külçe) sözcüğü kelimenin kökenini oluşturur. Külçeler
halinde saklanan altın ve gümüşnü ülkenin zenginliğinin tek kaynağı kabul eder. Ülkenin
ödemeler dengesini ülkenin yararına koruyabilmenin değerli madenlerin ülkeden çıkışının
kısıtlanmasıyla sağlanabileceği savunulur.
MERKANTİLİZME TEPKİ OLARAK DOĞAN GÖRÜŞLER (DIŞ TİCARET TEORİLERİ)
1. Mutlak Üstünlükler Teorisi: Adam Smith tarafından Ulusların Zenginliği kitabında
oluşturulmuştur. Dış ticarette ithalatın yapılmasının zorunlu olduğu ve her ülkenin en iyi
olduğu alanda üretip satmasını ve en kötü olduğu alanda ise dışardan almasını savunmuştur.
2. Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi: David Ricardo tarafından Ekonomi Politik adlı kitabında
oluşturulmuştur. Dış ticarette ithalatın yapılmasının zorunlu olduğu ancak karşılaştırmalı
olarak en verimli olduğu alanda üretip satmasını ve iyi olsa bile sektörler arasında
karşılaştırmalı olarak en verimsiz olduğu alanda ise dışardan almasını savunmuştur.
Daha Sonraki Dönemler: 1800’lü yıllardan itibaren “Vahşi Kapitalizm” adı verilen bir üretim
biçimi, ülkelerin kendi halklarını acımasızca çalıştırmalarına sebep olmuştur. Uzun çalışma
saatleri, sosyal güvencenin olmayışı, hafta tatili de dahil olmak üzere tatillerin bulunmayışı,
karın tokluğuna yetecek kadar verilen yevmiye ücretler, çalıştırmada yaş sınırı bulunmayışı
belirleyici özellikleridir. Vahşi Kapitalizme tepki olarak Sosyalizm ortaya çıkmıştır ve yayılmıştır.
Doğu toplumlarını inceleyen ve bazılarında devlet mülkiyeti ve ortak çalışma kavramına
rastlayan Karl Marx, bu uygulamaları teorik olarak geliştirmiş ve ilk defa “Das Kapital” (The
Capital) adlı eserinde Sosyalizmin esaslarını ortaya koymuştur. Karl Marx’dan etkilenen pek
çok düşünürün katkılarıyla Sosyalizm kavramı daha da çok rağbet görmüş ve 1917 yılında
Vladimir Lenin önderliğinde Rusya’da bir devrim yapılarak Dünya tarihinde ilk kez bir Kapitalist
rejim yıkılarak yerine Sosyalist bir sistem (Sovyetler Birliği) kurulmuştur. Orta Asya’da pek çok
devlet Sovyetler Birliği’ne katılmıştır. Bu dönemde pek çok ülkede sınıf bilincine ulaşan işçiler
sendikalar kurarak haklarını aramışlar ve böylece Proleterya (İşçi sınıfı) doğmuştur. Ayrıca daha
sonra Çin’de gerçekleşen bir devrim ile de Çin Halk Cumhuriyeti sosyalizme geçmiştir. Doğu
Avrupa ülkeleri de sosyalist rejimler kurarak Doğu Blokunu oluşturmuşlardır. Bazı Uzak Asya
ülkeleri ve Arap ülkeleri de yine sosyalizme geçmişlerdir. [Sosyalizm devletçi bir modeldir.
Üretici gücün insan emeği ve dolayısıyla toplum olduğu düşüncesinden yola çıkılarak
oluşturulmuş bir sistemdir. Devletçilik prensibi mutlak olarak geçerlidir. Devlet üretime hakim
güç olarak ön plana çıkar. Aşırı uç örneklerinde Ticaret ve Sanayi bütünüyle devletin elindedir.
Devletin, üretim araçlarına (fabrikalara, tarım arazilerine, hayvan çiftliklerine, maden
ocaklarına) ve temel tamamlayıcı kurumlarına (bankalar, kooperatifler) mutlak egemen ve
sahip olduğu görülür. Özel teşebbüs, üretim araçlarına sahip olamaz. Devlet toplum adına tüm
piyasayı kontrolü altında tutar. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerli değildir.] Bunun üzerine
Sosyalizm tehlikesi karşısında Kapitalist ülkelerde çalışma hayatında işçi lehine ödünler
verilmeye, çalışma saatleri azaltılmaya, hafta sonu tatilleri verilmeye, iş güvenceleri
gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1929 Ekonomik Buhranı’nın ardından Kapitalist ülkelerde de
devletçi bir model olmasa bile devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği görüşü
yaygınlaşmıştır. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes devletin ekonomiye müdahalesinin
yöntemlerini ve formüllerini geliştirmiştir. 1940’lı yıllardan sonra (çok geç bir tarihte)
Avrupa’da “İş Hukuku” ortaya çıkmıştır. Ancak yaşanan olumsuzluklar sebebiyle 1980’li
yıllardan başlayarak ilk önce Sovyetler Birliği dağılmış, ardından da Doğu Bloku çökmüştür.
Günümüzde hemen her ülkede devlet az veya çok, bir biçimde pek çok alanda etkin ve etkili
olmaktadır. Ve hatta ekonomi, ticaret ve üretime müdahale etmekte veya etmek zorunda
kalmaktadır. Bu nedenle günümüzde “Müdahaleci/Denetimli Kapitalizm” yaklaşımı değişik
düzeylerde pek çok ülke tarafından benimsenmiştir. Dünya’da çoğu ülkede “Müdahaleci
Kapitalizm” uygulanmaktadır.
TİCARET” VE SANAYİ KAVRAMLARI
Ticaret: Teorik olarak herhangi bir üretim yapılmaksızın mal alınıp satılmasıdır.
Sanayi (Endüstri): Hammadde kullanılarak üretim (imalat) yapılır.
İnsanlar üretim aşamasının hemen sonrasında sanayi işletmelerinden ürünü alabileceği gibi
buralardan alarak başkasına satan (ticaret yapan) kişilerden de mal alabilir. Bu durum ise
Ticaretin Faydalarından kaynaklanmaktadır ve aynı zamanda Ticaret kavramının var oluş
nedenleridir.
Ticaretin 3 tür faydası vardır:
1. Yer (Mekan) Faydası: Ürünün bulunduğu veya çok olduğu yerden alınarak az bulunduğu ya
da bulunmadığı yere götürülerek satılmasıdır. Tacirin faydası elde ettiği kardır. Müşterinin
faydası ise ürüne zahmet harcamadan ulaşabilmektir. Örneğin, deniz mahsulleri.
2. Zaman Faydası: Ürünün bulunduğu zaman depolanarak (stoklanarak) bulunmadığı zamanda
ortaya çıkarılıp satılmasıdır. Örneğin mevsimlik tarım ürünleri. Uç örnekleri karaborsacılık
şeklinde ortaya çıkar.
3. Mülkiyet Faydası: Ürünün elinde bulunandan alınarak bulunmayana ulaştırılmasıdır.
Örneğin köylerden sütlerin toplanarak mandırada işlenmesi. Köy ürünlerinin alınarak
isteyenlere satılması.
Sanayinin ise 1 tür faydası vardır:
* Şekil Faydası: Doğada bulunan ürünlerin şeklinin değiştirilerek insanların kullanabileceği hale
getirilmesidir. Yani hammadde işlenerek farklı bir biçim verilmektedir.
Kimi durumlarda sanayi ve ticaret ayrışamaz biçimde iç içe geçer. Çünkü bazı ürünler
bütünüyle asla bir işletme üretilemez, bazı şeyler mutlaka başkasından alınır. Üstelik biri için
hammadde olan şey başkası için nihai ürün olabilir. Örneğin otomobillerde üretim aşamasında
bazı şeyler dışarıdan alınır. Örneğin otomobilde kullanılan vidalar başka bir yerden alınıyor
olabilir ve otomobil fabrikası için hammadde niteliği taşıyan bu malzeme üretici firma için nihai
üründür. Mobilya üreten bir işletme büyük ürünleri örneğin masa ve dolapları kendisi
üretiyorken masaların etrafına dizdiği sandalyeleri başkasından alıyor olabilir.
GSMH: Bir yıl içinde bir ülkede üretilen somut mallarla hizmetlerin toplamıdır. İhracat bu
hesaba katılır ama İthalat katılmaz. Katma Değer de bu hesabın dışında tutulur.
Katma Değer: Mal her el değiştirdiğinde değerinde meydana gelen artıştır.
Katma Değer Vergisi: Katma değer üzerinden (her el değiştirdiğinde) devletin aldığı vergidir.
SİSTEM KAVRAMI
“Sistem” bir sözcük ve kavram olarak çok eski dönemlerden bu yana kullanılmaktadır, hatta
bilimsel bir terim olarak kabul görmüş durumdadır. Örneğin Danimarkalı astronom Tyco Brahe
(ölüm tarihi: 1601) Güneş Sistemi’ni inceleyerek tüm evrende geçerli genel bir gökcisimleri
“sistem modeli”ni tanımlamak ve tespit etmek için uğraşmıştır.
Sistem Kavramının Genel Anlamı: Bilimsel bir kavram olarak ilk kez Eski Yunanca’da ortaya
çıkan “Sistem” sözcüğü değişik alanlarda hatta günlük dildeki kullanımlarında değişik ama
birbirine benzer ve bağlantılı anlamlar içermektedir. Türkçe’de ilk kez “Sistem” sözcüğüne
Mehmet Bahaettin’in “Yeni Türkçe Lugat” (1924) adlı eserinde rastlanır. Kelimenin anlam
içerikleri başlıca şu şekildedir:
1. Düzen: Sistem en genel ve en basit anlamıyla bir düzeni veya düzenli işleyişi, planlı,
programlı ilerleyişi ifade eder. Örneğin: Sistemli çalışmak… Sistem kavramı çoğu zaman
“düzen” ile ilişkilendirilir. “Dünyaya ve insanlara, çalışanlara, ekonomik faaliyetlere ve üretilen
mallara baktığımızda ilk sorulacak soru şu olabilir: Bunun altındaki sistem ve düzen nedir?”
(Walter Eucken, 1952). Bu bağlamda Türkçe’de bazen “Düzen” sözcüğünün Sistem manasında
kullanıldığına da rastlanır. Örneğin: “Yeni Dünya Düzeni”.
2. Yöntem: Bir sonuç elde etmek için belirli bir plana göre önceden saptanan yol, usül, yordam.
Örneğin: Merkez Bankası yanlış bir sistem uygulamaktadır.
3. Mekanizma: Bir aracı veya mekanik bir yapıyı oluşturan tertibat, tesisat, düzenek. Belirli bir
amacı gerçekleştirmek üzere kompleks bir biçimde düzenlenmiş öğeler ya da parçalar bileşimi
veya yapı. Örneğin: Fren sistemi, Arıtma sistemi.
4. Model: Bir bütünün niteliğini anlamak için örneklenerek ele alınan veya incelenen parça
veya versiyon. Bu anlam bütüne yönelik olarak örneğe yapılan vurguyu içerir. Örneğin: Son
sistem bir yarış arabası.
5. Prosedür: Tek tip (tek düzen) bir plan veya standart uygulamalara dayalı sıralı işleyiş veya
süreç. Veya ardışık olarak ilerlemesi gereken bir işlemler dizisi ya da döngü. Örneğin:
Muhasebe sistemi, Envanter sistemi, Randevu sistemi
6. Oluşum: Bir bütünü oluşturacak biçimde karşılıklı olarak birbirine bağlı öğelerin tümü,
bütünleşik bir yapı veya kompleks yapılanma. Örneğin: Güneş sistemi, Solunum sistemi.
7. İşleyiş: Bir sonuç elde etmeye yarayan geliştirilmiş uygulama (aplikasyon), araç ya da bu
bunların bileşimi. Örneğin: İşletim sistemi, Bilişim sistemi.
Özelleşmiş Anlamlar
1. Düşünce Biçimi: Felsefede bir düşün/düşünce (ide/idea) etrafında toplanmış çeşitli bilgiler
anlamına gelir. Ayrıca temel bir prensip ya da bir dünya görüşüne göre düzenlenmiş olan
öğretiler, bilgi birikimi ve düşünceler bütünü manası taşır. Örneğin: Marksist Sistem, Hegelci
Sistem…
2._Yönetim Biçimi: Bu anlam daha çok siyasi bir oluşumu veya devletin işleyişini ifade eder.
Örneğin: “Türkiye'de sistem sorunu yoktur.” (Mesut Yılmaz, Alıntı: Yeni Asır Gazetesi,
26.02.1998). Ayrıca Kapitalist sistem, Sosyalist sistem, Liberal sistem, Komünist sistem,
Kolonyalist sistem, Feodal sistem gibi ekonomik temelli siyasal yönetim anlayışları da bu
anlamın içeriğine dahildir.
Etimoloji ve Eşdeğer Sözcükler: Sözcük birleşme, oluşma, bir araya gelme anlamını taşıyan
Latince “Systema”, ve Yunanca yerleşme, konumlanma birleşme, bir arada duruş manalarını
içeren “Sustema” kelimelerinden türemiştir. Bu sözcükler Fr. “Système”, İng. “System”, Alm.
“System” (okunuşu “Ziystem”), İsp. “Sistema”, Rus. “Sistema” şekline dönüşerek günümüzdeki
biçimine ulaşmıştır. Fransızca’da “birçok unsurdan oluşan düzen" manası ön plana çıkar. Farklı
okunuşlarına rağmen tüm Dünya’da kullanılan ortak bir terim haline gelmiş olan bu sözcük
nadiren de olsa bazı dillerde farklı sözcüklerle karşılanmaktadır.
Türkçe’deki kullanım açısından bakıldığında ise iki alternatif sözcük görünmektedir:
1.
“Dizge”: Türk dil kurumu tarafından Öz-Türkçe bir kelime olarak Sistem kavramı
karşılığında önerilmiştir (TDK Sözlüğü, “Dizge”). Ancak günlük kullanımda fazla
yaygınlaşmamıştır ve genel olarak bilimsel terminoloji içerisinde de çok fazla kabul
görmemiştir. Bu sözcüğün kelime kökenine bakıldığında diziler halindeki bir oluşumu,
ardışıklığı, düzenli bir yapılanmayı ifade ettiği görülmektedir. Örneğin: Eğitim Dizgesi
Sorunları.
2.
“Nizam”: Modern Arapça’da birebir sistem manasını karşılamaktadır ve Arap ülkelerinin
pek çoğunda bu tabir tercih edilmektedir. Örneğin: “Manzume-i Şemsiyye” (Güneş
Sistemi) tamlamasındaki “Manzume/Manzumah” biçimi Nizam sözcüğünün çekimli
halidir. Dizmek, sıralamak manaları bu sözcüğün kökeninde de bulunur. Osmanlıca
üzerinden Türkçe’ye de geçmiş olan bu sözcük Osmanlıca’da düzen manası taşımaktadır.
Örneğin: Osmanlı Kanunnamelerinde sıklıkla kullanılan “Nizam-ı Alem” tabiri. Günümüzde
Türkçe’de halen bu anlamda kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Arapça’daki anlamı
Osmanlıca’da olduğundan biraz daha geniştir.
Belirleyici Unsurlar: Sistem kavramının farklı tanımları yapılmıştır ve bunların önemli bir kısmı
ortak bazı tespitler içermektedir. Yapılmış olan bu tanımlarda, bazı ortak özellikler göze
çarpmaktadır. Öğeler, ilişkiler, etkinlik ve amaç sistemlerin ortak noktalardır. Bu noktalardan
hareketle söylenebilecek hususlar şunlardır:
1. Sistem öğelerden oluşmuştur.
2. Bu öğeler arasında çeşitli düzeylerde ilişkiler vardır.
3. İlişkiler eyleme dönüşür ve bir etkinlik veya etkinlikler dizisine yol açar.
4. Öğeler arasındaki ilişkiler ise belli bir amaca hizmet etmeye yönelmiştir.
Tanım: Birbirlerine bağlı (hatta kimi zaman bağımlı) olan ve birbirini etkileyen, aralarında
tanımlı ilişkiler bulunan değişik birimlerden oluşan, dış çevre ile etkileşim halinde genel bir
işleyişe sahip olarak gerekli görülen bir sonuca ulaşmak için belirli bir amaca yönelmiş bir
bütündür.
Sistem Örnekleri:
1. Anatomik olarak organizmada aynı işlevleri gerçekleştirmek için birbirleriyle ilgili veya
bağlantılı organların oluşturduğu birlik. Örneğin: Karınca Sindirim sistemi.
2. Kimya biliminde üzerinde inceleme yapılan belirli sınırlarla çevrilmiş olan evrenin bir
parçası. Örneğin: Moleküler sistem.
3. Biyolojide üzerinde ölçme yapılan belirli canlılar topluluğu. (Doğal olmakla birlikte
denetimli olarak oluşturulmuştur). Örneğin: Koli-Basili Bakteri Kültürü Sistemi.
4. Bilişimde sayılara dönüştürülebilen veri tanımlama yöntemleri. Örneğin: Bilgisayarların
işleyişinin temelini oluşturan “0” ve “1” rakamlarının dizilişinin kombinasyonlarına
dayalı olarak kullanılan “İkili (Binary) sistem”.
5. Hukuk açısından bir işlemle veya zorunluluk sonucu ortaya çıkan insan toplulukları.
Örneğin: Hapishaneler bir sistemdir.
Sistemin Özellikleri: Alt birimlerden oluşur. Alt birimler arasında tanımlı ilişkiler vardır. Sistem
içerisindeki bileşenler dinamik olarak birbirleri ile ilişkili veya bağımlıdırlar. Her sistem, kendini
meydana getiren daha küçük alt sistemlerden oluşur. Bir sistem, daha büyük bir sistemin
parçasıdır (Evren hariç). Belirli bir amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Belirli bir sınırı vardır. Dış
çevresi vardır. Sistemin dışında kalan öğeler, onun çevresini oluşturmaktadır. Sistem ve dış
çevre etkileşim içindedir. Sistem bir döngü oluşturur. Girdileri, işleyişi, çıktıları, dengesi,
denetimi ve geri bildirimi vardır. Anlamlı bir bütündür. Önemli olan bütündür, parçalar bu
bütüne katkıda bulunduğu ölçüde önemlidir. Değişkenler ve parametreler (sabitler) bulunur.
Dengeli durum ve dinamik bir denge vardır. Mekanik, biyolojik, organik ve sosyal sistemler
bulunabilir. Sistem anlayışına göre aslında tüm evren sistemlerden örülmüştür. Bir sistem
kendi başına süreklilik arz eder. Ancak üst sistemle birlikte sona erebilir. Kimi durumlarda
dışarıdan enerji ve kaynak almaya bile ihtiyaç duymaz.
Bütün bunlardan hareketle Sistemi oluşturan 3 ana özellik şu şekilde özetlenebilir:
1. Parçalar mutlaka birbiriyle ilişkilidir,
2. Parçalar mutlaka birbiriyle uyumludur,
3. Çalışırken bir bütün oluştururlar.
Sistemde düzenli ve uyumlu bir işleyiş söz konusudur. Epistemolojik (bilgi fesefesi) açısından
bakıldığında bu durum evrendeki düzenli işleyişin doğal bir sonucudur. Düzenli ve uyumlu
işleyişteki bir aksaklık veya uyumsuzluk bir soruna yol açar. Bu sorunun büyümesi ise krize
dönüşür. Örneğin siyasal anlamdaki sistem krizleri veya ekonomik krizler gibi…
OD ANA
Türk, Altay ve Tatar mitolojilerinde Ateş Tanrıçası. Değişik Türk dillerinde Vot (Vut, Uğot, Uvot)
Ana olarak da bilinir. Moğollar Gal Eçe derler. Macar kültüründeki Tűz Anya ve Moğol
inancındaki Гал Ээж (Buryatça: Гал Эхэ, Oyratça: Һал Эк) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler
gösterir. Bu sözcükler birebir Ateş Anası anlamı taşır.
Tuvaca: От Ава
Özbekçe: O't Ona veya Otash Ona
Tatarca: Ут Әни / Ана veya Ut Ana
Kazakça: От Ана
Çuvaşça: Вут Анне veya Вут Абай
Başkurtça: Ут Апай
Yakutça: Уот Ий̃э
Türkmence: Ot Ene veya Ot Eje
Uygurca: ئوتيئانا
Osmanlıca: اوديآتا
Kırgızca: От Эне
Altayca: От Эне
Hakasça: От Ине veya От Иӌе
Balkarca: От Ана
OD ATA
Türk, Altay ve Tatar mitolojilerinde Ateş Tanrısı. Vot (Vut, Uğot, Uvot) Ede veya Tep Ata olarak
da bilinir. Moğollar Gal Eçege derler. Odkan biçimiyle de Moğolcada yer alır. Türkler Odhan da
derler. Macar kültüründeki Tűz Atya veya Tűz Apa ve Moğol inancındaki Гал Эцэг (Buryatça:
Гал Эсэгэ, Oyratça: Һал эцк) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler gösterir. Bu sözcükler birebir
Ateş Babası anlamı taşır.
Tuvaca: От Ата
Özbekçe: O't Ota veya Otash Ota
Tatarca: Ут Әти / Ата veya Ut Ata
Kazakça: От Ата
Çuvaşça: Вут Атте veya Вут Ашшĕ
Başkurtça: Ут Атай
Yakutça: Уот Аҕа
Türkmence: Ot Ata
Uygurca: ئوتيئاتا
Osmanlıca: اوديآتا
Kırgızca: От Ата
Altayca: От Ада
Balkarca: От Ата
Hakasça: От Аба veya От Ада
YEL ANA
Türk, Altay, Tatar ve Macar mitolojilerinde Rüzgâr Tanrıça. Cel (Çel, Şil, Cil) Ana da denir.
Macarlar Szélanya (Yel Ana) adı da verirler. Moğol kültüründeki Салхи Ээж (Calhu Eezh)
(Buryatça: Һалхин Эхэ (Halkhun Ehe), Oyratça: Салькн Эк (Salvkın Ek), Altayca: Салкын Эне
(Salvkın Ene), Tuvaca: Салгын Ава(Salgın Ava) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler gösterir. Bu
sözcükler birebir Yel Ana ile aynı anlamı taşır.
Azerice Yel Ana
Özbekçe: Yel Ona
Tatarca: Җил Әни / Ана veya Cil Ana
Kazakça: Жел Ана
Çuvaşça: Ҫил Анне veya Ҫил Абай
Başkurtça: Εл Апай
Yakutça: Тыал Ий̃э
Türkmence: Ýel Ene veya Yel Eje
Osmanlıca: يليآنا
Kırgızca: Жел Эне
Hakasça: Чил Ине veya Чил Иӌе
Balkarca: Джел Ана
Macarca: Szélanya
YEL ATA
Türk, Altay, Tatar ve Macar mitolojilerinde Rüzgâr Tanrısı. Cel (Çel, Şil, Cil) Ata da denir.
Macarlar Szel Atya (Yel Ata) veya Szel Kraly (Yel Kralı) adı da verirler. Moğol kültüründeki Салхи
Эцэг (Buryatça: Һалхин Эсэгэ, Oyratça: Салькн эцк, Altayca: Салкын Ада, Tuvaca: Салгын
Ата) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler gösterir. Bu sözcükler birebir Yel Atası anlamı taşır.
Özbekçe: Yel Ota
Tatarca: Җил Әти or Җил Ата or Cil Ana
Kazakça: Жел Ата
Çuvaşça: Ҫил Атте or Ҫил Ашшĕ
Başkurtça: Εл Атай
Yakutça: Тыал Аҕа
Türkmence: Ýel Ata
Osmanlıca: يليآتا
Kırgızca: Жел Ата
Hakasça: Чил Аба or Чил Ада
Balkarca: Джел Ата
Macarca: Szél-Atya
SU ANA
Su Ana (Tatarca: Су анасы) - Türk, Tatar ve Altay mitolojilerinde Su Tanrıçası. Değişik Türk
dillerinde Suv (Sub, Suğ, Sıv) Ana olarak da bilinir. Moğollar Usan (Uhan) Ece olarak
adlandırırlar. Macar kültüründeki Víz Anya ve Moğol inancındaki Ус Ээж (Buryatça: Уһан Эхэ,
Oyratça: Усн Эк) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler gösterir.
Tuvaca: Суг Ава
Özbekçe: Suv Ona veya Suw Ona
Qırım Tatarca: Su Anası(Су Анасы)
Tatarca: Су Әни veya Су Ана or Su Ana
Kazakça: Су Ана
Çuvaşça: Шыв Анне veya Шу Абай
Başkurtça: Һыу Апай
Yakutça: Уу Ий̃э
Türkmence: Suw Ene veya Suv Eje
Uygurca: سۇيئانا
Osmanlıca: سۇيآنا
Kırgızca: Суу Эне
Altayca: Суу Эне
Hakasça: Суғ Ине veya Суғ Иӌе
Balkarca: Суу Ана
Gagavuzca: Su Ana
SU ATA
Su Ata (Tatarca: Су бабасы "Su Babası") - Türk, Tatar ve Altay mitolojisinde Su Tanrısı. Değişik
Türk dillerinde Suv (Sub, Suğ, Sıv) Ata olarak da bilinir. Moğollar Usan (Uhan) Etseg olarak
adlandırırlar. Macar kültüründeki Víz Atya or Víz Apa ve Moğol inancındaki Ус Эцэг (Buryatça:
Уһан Эсэгэ, Oyratça: Усн эцк) adlı varlıklar ile büyük benzerlikler gösterir.
Tuvaca: Суг Ата
Özbekçe: Suv Ota veya Suw Ota
Tatarca: Су Әти / Ата veya Su Ata
Kazakça: Су Ата
Çuvaşça: Шыв Атте veya Шу Ашшĕ
Başkurtça: Һыу Атай
Yakutça: Уу Аҕа
Türkmence: Suw Ata veya Suv Ata
Uygurca: سۇيئاتا
Osmanlıca: سۇيآتا
Kırgızca: Суу Ата
Altayca: Суу Ада
Hakasça: Суғ Аба veya Суғ Ада
Balkarca: Суу Ата
Gagavuzca: Su Ata
YER ANA
Tuvaca: Чер Ава
Özbekçe: Yer Ona
Tatarca: Җир Әни / Ана veya Cir Ana
Kazakça: Жер Ана
Çuvaşça: Ҫĕр Анне veya Ҫĕр Абай
Başkurtça: Ер Апай
Yakutça: Сир Ий̃э
Türkmence: Ýer Ene veya Ýer Eje
Uygurca: يەريئانا
Osmanlıca: يريآنا
Kırgızca: Жер Эне
Hakasça: Чир Ине veya Чир Иӌе
Balkarca: Джер Ана
Gagauzca: Yer Ana
YER ATA
Tuvaca: Чер Ата
Özbekçe: Yer Ota
Tatarca: Җир Әти / Ата veya Cir Ata
Kazakça: Жер Ата
Çuvaşça: Ҫĕр Атте veya Ҫĕр Ашшĕ
Başkurtça: Ер Атай
Yakutça: Сир Аҕа
Türkmence: Ýer Ata
Uygurca: يەريئاتا
Osmanlıca: يريآتا
Kırgızca: Жер Ата
Hakasça: Чир Аба veya Чир Ада
Balkarca: Джер Ата
Gagauzca: Yer Ata
AL (HAL) KAVRAMI
Al (veya Hal; Azerice: Xal, Moğolca: Гал "Qal", Oyratça: Һал, Farsça: آل, Rusça: Алы) Türk halk
inancında kötülüğü, yakıcılığı, şehveti, aldatmayı, hileyi, kandırmayı ifâde eden bir anlayıştır.
Kökleri târih öncesi devirlere ve hattâ Türk dilinin ilk oluşum dönemlerine kadar uzanır. Slavyan
(Bulgar, Makedon, Sırp) kültürlere de geçmiştir. Bu toplumlarda Ala (Hala) adıyla bağları,
tarlaları mahveden yıldırımlar ve bulutlar gönderen dişi bir şeytan olarak ortaya çıkar. Al
sözcüğü (aynı okunuşla) Kafkas, Fars, Kürt ve hattâ Rus halk kültüründe bile karşımıza çıkar.
Ermenicede ise Alk (Alh, Alx) biçimindedir. Doğumla ilgili sorunlara sebebiyet veren bir
varlıktır, tıpkı Anadolu halk inanışında olduğu gibi. Ermeni mitolojisinde sinirli bir hayâlet
olarak yer alır.
Türkmence: Ал veya Al
Azerice: Hal veya Al
Lezgice: Ал
Gürcüce: Али
Tatça: Ол
Talişçe: Ала
Udince: Һал
Kürtçe: Alk veya Hal
Ermenice: Ալ veya Алы veya Алк
Sırpça: Ала
Bulgarca: Хала
Macedonca: Ала
AY ATA / AY DEDE
Tuvaca: Ай Ата
Özbekçe: Oy Ota
Tatarca: Ай Әти / Ата or Ay Ata
Kazakça: Ай Ата
Çuvaşça: Уйăх Атте or Уйӑх Ашшĕ
Başkurtça: Ай Атай
Yakutça: Ый Аҕа
Türkmence: Aý Ata
Uygurca: ئاييئاتا
Osmanlıca: آىيآتا
Kırgızca: Ай Ата
Altayca: Ай Ада
Hakasça: Ай Аба or Ай Ада
Balkarça: Ай Ата
BAŞÇELİK
Baş Çelik (“Çelik Baş”; Boşnakça: Baš Čelik, Sırpça : Баш Челик) – Boşnak (ayrıca Sırp) halk
masalı ve masaldaki önemli bir kahramanın adı. Sözcük Boşnakçaya doğrudan Türkçeden
geçmiştir. Öykü, Grimm Kardeşler’in "The Crystal Orb" (Almanca: Die Kristallkugel) adlı
masalına çok benzer. Fakat içerisinde Türk halk kültüründen pek çok figür ve motif vardır.
İçerik: Bir kralın üç oğlu ve kızı vardır. Ölüm döşeğinde oğulları ona son isteğini sorduklarında,
kız kardeşlerini isteyen ilk kişi ile evlendireceklerine dair onlara yemin ettirir. Fakat bu istek
yerine getirilmediğinde kız kardeşleri kaybolur. Onlar da kız kardeşlerini aramaya koyulurlar.
Seyahatlerinde çok başlı yılan ile mücadele ederler. En küçük kardeş ise gittikleri bir bölgenin
kralının kızını dokuz devlerden kurtarır. Fakat eşini ilerleyen maceralarda kaybeder ve onu
aramaya koyulur. Esir olduğu bir sarayda "Baş Çelik" adlı bir tutsak ile karşılaşır ve ona yardım
eder. Baş Çelik ona üç cam şişede üç tane büyülü iksir verir. Tekrar yola koyulur. Yolda, kız
kardeşlerinin Ejderhaların Efendisi ile evli olduğunu keşfeder. Kendisine verilen üç cam
bardaktaki iksir sayesinde üç kez ölümden geri döner. En sonunda eşini kurtarmayı başarır.
ŞARKIŞLA ULU CAMİ
Dikdörtgen planlıdır. Üç kitabesi vardır. Bunlardan biri caminin cemaat kapısı üzerinde (H. 1080
yılı), biri harim giriş kapısı üzerinde (H. 1210 yılı) diğeri ise minarenin bulunduğu tarafta (H.
1318 yılı) yer almaktadır. Caminin sol cephesinde mihrabiye nişi bulunmaktadır. Buradan üst
kattaki kadınlar kısmına çıkılmaktadır. Üst kattaki bu bölümün her iki yanında cami duvarını
içten tamamen dolanan bir galeri yer alır. Üç adet kare ayak üst örtüyü taşımaktadır. Çatı
altındaki üst örtü yüksek kasnaklı ve kubbelidir. Yuvarlak kemerli pencereler duvar
cephelerinde simetrik değildirler. Üst kısımlarda küçük boyutlu aydınlatma pencereleri vardır.
Günümüzde Marsilya tipi kırma çatı ile kapatılmıştır. Dış cepheler beton sıvanmıştır. Girişi
caminin içinden olan minarenin kaidesi kesme taştandır. Gövdesi tuğladan örülmüş ve üzeri
sıvanmıştır. Tek şerefesinde demir parmaklıklar vardır. Dışarıda sonradan yapılmış olan
şadırvan yer almaktadır.
ZONGULDAK
1519 yılına ait Osmanlı tahrir defterinde "Songuldayık" adıyla geçmektedir.
ADEM YAVUZ (Tartışma Sayfası)
Doğum: 1945 - Bkz: Adem Yavuz'un Mezar Taşı (Adem Yavuz Yatılı Bölge Okulu - Resmi Web
Sayfası) Ancak ölüm tarihi tabelada hatalıdır. Çünkü gazete bir gün önceki haber vermektedir.
Yani 26 Ağustos tarihi doğrudur. Ayrıca bu görselde 29 yaşında olduğu söylenmektedir, yani
doğum tarihi 1945 bir kez daha doğrulanmaktadır. Özetle: 13/05/1945 - 26/08/1974 olmalıdır.
SURP NŞAN MANASTIRI (Tartışma Sayfası)
Kaynaklarda yıkım tarihi: 1915 olarak verilmektedir. Bu doğru değildir. Tespit edilemeyen bu
tek kaynaktan çıkan hata yayılmıştır. Arkada Sivas Ulu Cami'nin minaresi görünmektedir. Yer
doğrudur. 1950'li yılların başında yıkıldığı kesin olup tüm Sivas halkınca anımsanmaktadır.
Askeri alanın yakınındaki (günümüzde içindeki) kilise başka bir yerdir ve adı farklıdır.
KAY
Altay halk edebiyatında göğüs ve gırtlaktan çıkarılan seslerle okunan destan.
Özellikleri: Altay Türklerinde kahramanlık destanlarına ‘kay’ (kaylap) adı verilir. Destan
anlatıcısına da ‘kayçı’ adı denir. Bu terimlerin türetildiği ‘kay’ kelimesi ise insanın göğsünden
çıkan ses demektir. Tuvaların Kömey (Hömey) (Moğolca: Хөөмэй) adı verilen gırtlak şarkılarını
anımsatır. Destan söylemek de kaylamak fiiliyle kullanılır. Kaylar iki bin ile yedi, sekiz bin mısra
arasında değişen manzum eserlerdir. Söylenmeleri destanın uzunluğuna göre bazen dört, beş
gün veya bir hafta kadar sürebilmektedir. Kayçılar özellikle; uzun av geceleri, bayramlar,
düğünler ve eğlencelerde kay söylerler. Altay kayçıları destan anlatırken yüz ifadelerini ve
davranışlarını da kullanırlar. Yani bir anlamda anlattıkları kahraman ile özdeşleşirler. Kayçılar
anlattıkları destanda insanların yanı sıra at, geyik ve kuş gibi çeşitli hayvanların yerine de
geçebilirler. Ayrıca çeşitli araçları kullanarak savaş veya dövüş sahnelerini topluluk karşısında
sunarlar. Hatta Kayçı gösterisinin inandırıcılığını artırmak için makyaj bile yapabilir. Kayçılık
geleneği ikiye ayrılmaktadır; 1. Altay, Tuba ve Telengit kayçıları sesi göğüslerinden çıkarırlar,
2. Kumandu, Çalkandı ve Bayat kayçıları ise sesi damaklarından çıkarırlar. Hemen hemen her
varlığın “eye” (iye) adı verilen bir koruyucu ruhu olduğuna inanan Altay Türkleri için destanın
da “kay iyesi” denilen bir koruyucu ruhu bulunduğunu söylerler. Bu iye anlatıcıyı, uzun süre
kaylamadığında onu çağırır. Kayçı destanı söylerken çaldığı müzik aletinin ve kendisinin sesini
kay iyesinin ve bunlarla birlikte Altay Kuday’ın dinlediğine inanır. Kayçı genelde destana
başlamadan önce giriş kısmında kendisini dinlediğine inandığı Altay iyesine minnetlerini sunar,
okuyacağı kay için ondan kendisine yardım diler. Altay kayçıları, tıpkı Anadolu âşıkları gibi bu
sanatı genellikle bir ustanın yanında öğrenirler. Kayçı olabilmenin bir diğer yolu da rüya yoluyla
gerçekleşmektedir. Türkiye’deki âşık geleneği içinde gördüğü bir rüyada Pir, Hızır veya Yar
elinden bade içilir. Altaylarda ise gördüğü bir rüya ile kayçı olanlara “eyelü kayçı” adı verilir.
Kayçının rüyasında “arjan eyezi” (su iyesi) veya “tayga eyezi” (dağ iyesi) kendisine görünür.
Altay destan anlatıcılarının tarihsel süreç içinde halkın ve askerlerin morallerini yükseltmek gibi
işlevleri de yerine getirmişlerdir. Kayçı gezici bir sanatçıdır. Ayrıca geçmişte yalnızca sanatlarını
icra etmek suretiyle geçimini temin eden kayçıların var olduğunu bilinmektedir. Kaylar müzik
aletlerinin herhangi birisiyle ki bu umumiyetle topşurdur ve mutlaka müzik eşliğinde icrâ
edilirler. Kayçı destana başlamadan önce bir süre topşur çalar. Kaylar ezgi (melodi) ile birlikte
kojon (koşon) adı verilen manzum metinlerden (şiirlerden) oluşur.
İDARE HUKUKUNDA YÖNTEM
İdare Hukuku, çoğu hukuk dalının tersine sadece bir veya bağlantılı birkaç kanundan oluşan bir
hukuk dalı değildir. Onlarca farklı alanın ve yüzlerce tamamlayıcı yasanın toplamından oluşan
geniş bir sistem oluşturur. Bu nedenle incelenmesinde ve hatta öğretilmesinde çeşitli sorunlar
ortaya çıkar. Bunun için farklı yaklaşımlar geliştirilmiştir.
1. Mevzuat Yaklaşımı: Bir ülkede var olan kanunlar incelenir. Dezavantajı çok zaman alıcı ve
öğretim sürecinde sıkıcı hale gelmesidir.
2. Tarihsel Yaklaşım: Kronolojik olarak bir ülkede veya tüm dünyada idare hukuku ile ilgili
önemli gelişmeler incelenir. Dezavantajı tarihsel yönü ön plana çıktığı için hukuki incelemenin
öneminin yitirilmesidir. Öğretim esnasında kronolojik ezber zorlayıcı bir duruma dönüşebilir.
3. Karşılaştırmalı Yaklaşım: Farklı ülkelerdeki durumlar karşılaştırılır. Dezavantajı fazla sayıda
ülke ele alındığında içinden çıkılamaz büyüklükte verilerle karşılaşılma olasılığıdır. Bunun için
karşılaştırılacak ülke sayısı ve incelenecek alan doğru seçilmelidir. Öğretim esnasında konu
hacmi çok geniş olduğu için gerekli zaman yetersizliği sorunuyla karşılaşılır.
4. Sistem Yaklaşımı: İdare Hukukunun tüm dalları ve tüm yapı bir sitemlerden oluştuğu dikkate
alınarak incelenir. Bunun için Genel Sistem Kuramı'ndan yararlanılır. Dezavantajı
genellemelerin kimi zaman ayrıntıların önüne geçmesi, yapıya dair ilkesel anlayışa odaklanarak
mevzuatın, tarihçenin göz ardı edilmesidir.
KALA PANİ (Hintçe: काला पानी - Karanlık Su)
"Su üstünden yolculuk yasağı" anlayışı kast sisteminde üst sınıfların deniz gibi büyük suların
üzerinden başka ülkelere yolculuk yapmasına dair bir tabudur. Bu durumun kişinin sosyal
saygınlığını kaybetmesine, kültürel karakterinin yokolmasına yol açacağına inanılır. Bu konuda
bilinen en ilginç örneklerden birisi Hintli matematikçi Srinivasa Aiyangar Ramanujan
İngiltere'ye gitmek istediğinde ailesinin izin vermeyişidir. Ancak daha sonra annesi gördüğü bir
rüya üzerine kendisine engel olmaktan vazgeçer ve o da 1913 yılında İngiltere'ye gider.
LUU (EJDERHA)
Çince kökenli Luu ("ejderha") sözcüğü Türkçeleşerek Uluğ/Uluğ ("büyük") şekline
dönüşmüştür. Anlam kaymasına uğraması bu varlığa yönelik büyüklük algısıyla da bağlantılı
görünmektedir. Bu biçimiyle günümüzde de bazı Türk dillerinde kullanılmaktadır.
KIZILCAKIŞLA
Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı bir köydür. Köydeki belli başlı mevkiler şunlardır.
Geleni (Halk arasında Gelanı) Çayırı: Köy batıdan doğuya uzanan bir tepenin güney eteğinde
kurulmuştur. Tepenin bitiminde geniş bir alana yayılmış düz bir çayır alan bulunmaktadır. Bu
çayırlık aşana Halk arasında Gelanı Çayırı denmektedir. Bu çayırlık köyün büyükbaş
havyanlarının otladığı bereketli bir alandır. İsmi ise gelengi ya da geleni olarak bilinen çok
sayıda yer sincabına ev sahipliği yapmasıdır.
Kışla Bayırı: Köyün eteğine kurulduğu tepeye verilen isimdir. Bu tepenin zirvesinde Ağbaba
Türbesi bulunmaktadır. Tarihte birçok savaşa konu olduğu için ismi kışla bayırı halini almıştır.
Kavak Özü: Yerel halk tarafından gavözü olarak söylenir. Birbirine paralel iki tepe arasında yer
alan içinde berrak bir ırmağın geçtiği bir vadidir.
Ağbaba Türbesi: Şarkışla yöresinde yedi evliyanın bulunduğuna ve bunların birbirleri ile kardeş
olduklarına inanılır. Bu kutlu kişilerin mezarlarının nerede olduğuna dair pek çok köyde farklı
rivayetler bulunur. Bir söylentiye göre Beş kardeşin Kızılcakışla köyünde "Beşkardeşler"
türbesinde yattığı diğer ikisinin ise Karababa ve Kürebaba olduğu bunlarınsa farklı köylerde
yattıkları anlatılır. Kızılcakışla yakınlarındaki en önemli yatırlardan birisi Ağbaba olarak kabul
görür. Mezarı Sivas-Şarkışla-Kayseri yolu üzerinden Kızılcakışla yoluna girilerek ilerlendiğinde
köye yakın bir konumda birkaç km sol tarafta kalmaktadır. Günümüzde üstü açık, etrafı 1
metre yükseklikte çevrili mermerden yapılmış bir mezardır.
BERDİ GÖLÜ
Sivas’ın Şarıkışla ilçesine bağlı Kayapınar köyü yakınlarındadır. Geçmişte hiç kurumadığı halde,
günümüzde tarımsal sulama amacıyla civarda vurulan derin kuyulardan dolayı Ağustos ayında
gölün suyu kurumaktadır. Gölde bulunan "Berdi" bitkisinden 30 yıl öncesine kadar hasır
yapıldığı bilinmektedir.
GEDİK BABA
Şarkışla’ya bağlı Mengensofular köyü ve Osmanpınarı köyü arasında Beşparmak dağında Gedik
Baba yatırı bulunmaktadır.
CÜNEYT ARKIN (Fahrettin Cüreklibatır)
Cüreklibatır soyadı birleşik bir kelime olarak C/Y dönüşümüyle, Cürekli > Yürekli ve ikinci olarak
Batur/Batır (bahadır, yiğit) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmaktadır. İlk kelime mecazi
anlamıyla dikkate alındığında "korkusuz yiğit" manasına sahiptir. Ses dönüşümleri, memleketi
olan Eskişehir'deki Kırım-Tatar kökenli toplulukların dillerinden kaynaklanmaktadır.
NİLS HOLGERSSON
1982 Video Filmi: 1982 yılında aynı yönetmen ve teknik ekip tarafından çekilen bu sinema filmi,
dizi film ile aynı karakteristik özellikleri taşır fakat bağımsızdır ve ayrı olarak çekilmiştir. İsveççe
olarak seslendirilen yapım sinemalarda gösterilmemiştir ancak 1985 yılında VHS video olarak
piyasaya sürülmüştür.
ÇAĞRI (FİLM)
Er-Risale (Ar Risâlah) adlı Arap versiyonu da, Çağrı filmiyle aynı anda çekilmiştir. İngilizce
konuşan oyuncu kadrosu ile çekilen her sahneden hemen sonra, aynı teknik ekip ile aynı sette
yeniden Arap kökenli oyuncularla Arapça olarak çekimler yapılmıştır. Dolayısıyla maliyetler de
iki kat artmıştır.
ZANAAT
Zanaat, sermayeden çok nitelikli emeğe dayalı; öğrenimin yanı sıra kişisel el yeteneği ve ustalık
gerektiren meslektir. Bu tür meslekleri yapan kişilere Zanaatkar adı verilir.
ŞİRKET
Şirket sözcüğü Arapça kökenli olup “Ortaklık” demektir. Ticari işletme birden fazla girişimciyle
kurulması hâlinde "şirket" olarak tanımlanır.
A. Şahıs şirketleri: Kuruluş ve devamlılık için kişisel itibar ile ortaklar arasındaki güven esastır.
Ortaklar kişisel mal varlığı ile de sorumludurlar. Borçlarını ödeyemediği takdirde evine ve sahip
olduğu diğer gayrimenkullerine, taşıtlarına da haciz gelebilir. Ükemizdeki Türleri: Adi şirket,
Kolektif şirket, Komandit şirket.
B. Sermaye şirketleri: Anapara (kapital / sermaye) ön plandadır ve şirketin varlığı için en önemli
unsurdur. Kurumsal itibar söz konusudur. Yalnızca ortaklık payı ile sorumludurlar. Şahsi mal
varlığı haczedilemez. Örneğin, şirketin arabası haczedilebilir ama özel arabası haczedilemez.
Limitet ve anonim şirketler yeni düzenleme ile (2011 sonrası) tek kişi ile de kurulabilmektedir.
Ancak bu durum kavramsal bir çelişkiye neden olmaktadır. Çünkü “Şirket” sözcüğü Arapçada
“Ortaklık” demektir.
TİCARET HUKUKU VE BORÇLAR HUKUKU KARŞILAŞTIRMASI
Borçlar Hukuku tüm herkesi (tüm vatandaşları) ve istisnai olarak Esnafları ilgilendirir. Ticaret
Hukuku ise -istisnalar hariç- Tacirleri (mesleği ticaret olanları) ve Ticari işletmeleri ilgilendirir.
a. Borçlar Kanununda "Şekil Serbestisi" ilkesi geçerlidir; Hukuki İşlem çizilen sınırlar içinde
istenilen biçimde yapılır. Seçme hakkı vardır. (Borçlar Kanununda benimsenen ilkedir.)
Örneğin: İstenildiği biçimde borç verilebilir; Sözlü, Şahitle, Basit Yazılı, Senetle, Noterde…
b. Ticaret Kanununda "Şekil Şartları" ilkesi geçerlidir; Hukuki İşlem yalnızca hukukun belirlediği
tek bir biçimde yapılabilir. Seçme hakkı yoktur. (Ticaret Kanunundaki ilkedir.) Örneğin: Evler
yalnızca Tapu Dairesinde, Motorlu Taşıtlar ise Noterde satılabilir. Başka bir yerde yapılan işlem
kesinlikle geçersizdir.
BORCUN UNSURLARI
Borç: Borçlar kanununa göre yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Para ödeme, bir
şeyi verme (teslim etme), bir şey yapma hatta bir şeyi yapmama şeklinde olabilir.
1. Edim: Borcun konusu olan her şeydir. Ekonomik bir değer taşıyabileceği gibi taşımayabilir
de.
2. Borçlu: Edimi yerine getirmekle yükümlü olan taraftır. (Veresiye işlem tarafı)
3. Alacaklı: Edimin yerine getirilmesini isteme hakkına sahip olan taraftır. (Alasıya işlem tarafı)
4. Talep: Borcun ödenmesinin istenmesidir.
5. İfa: (Yerine getirme) Edimin yerine getirilmesidir. Usulüne uygun ve eksiksiz ifa ile borç sona
erer. Ancak bazı durumlarda borç sona erse bile “Borç İlişkisi” devam edebilir. Ör: Kira
ödemeleri.
* Eksik Borç: Talep unsuru eksiktir. İfa edilmeyebilir. Ör: Zamanaşımına uğramış borç.
MESLEK ODALARI
Türkiye'de Serbest Meslek Erbabı ilgili meslek odalarına kayıt olmak zorundadır. (Serbest
meslek erbabı herhangi bir şirkete veya devlete bağımlı olmadan kendi işyerini çalıştıran
kişilerdir.) Esnaflar işyeri açabilmek için Esnaf ve Sanatkarlar odasına kayıt olmalıdır. Kendi
bürolarını açacak olan Mühendisler ise Mimarlar ve Mühendisler odasına kayıt olurlar. Serbest
çalışan avukatların da Baro’ya kayıt olmaları gerekir. Meslek odaları çalışma koşullarını
düzenleyebilir, fiyat belirleyebilir, çalışma gün ve saatlerini tespit edebilir, denetim yapabilir,
ceza kesebilirler. Cezalar arasında dükkân kapatma ve meslekten men etme bile vardır. Meslek
odaları Osmanlı’daki Ahi Teşkilatlarının, Roma’daki Loncaların çağdaş versiyonlarıdır. İhtiyaç
halinde odalar alt birimlere ayrılabilir. Örneğin bir şehirde Ticaret ve Sanayi odası Ticaret odası
ayrı Sanayi odası ayrı olacak şekilde bölünebilir. Aynı durum mesela Esnaf ve Sanatkarlar odası,
Mimarlar ve Mühendisler odası için de geçerlidir. Hatta gerek görüldüğünde daha alt birimler
de açılabilir. Berberler odası, manavlar odası, şoförler odası, makine mühendisleri odası, inşaat
mühendisleri odası gibi… Odalar üyelerinden aidat alırlar. Tacirler Ticaret odasına, Sanayiciler
sanayi odası varsa bu odaya kayıt olmakla yükümlüdürler. Meslek Odaları kesinlikle Sendika
değildir. Sendika dayanışma birliğidir ve üyelik gönüllülük esasına dayalıdır. Sendikalar
denetim yapamaz, ceza kesemez.
DİPLOMATİK DOKUNULMAZLIK
Başka ülkelerde görev yapan diplomatların adli süreçler dahilinde cezai işlemlerin dışında
tutulmasını ifade eder. Diplomatların keyfi veya siyasi amaçlı olarak kovuşturma ve cezaya
maruz kalmasını önlemeye yönelik uluslararası kabul görmüş bir düzenlemedir.
Kapsamı: Diplomatlar (özellikle de Büyükelçiler) görev yapmak için gittikleri ülkelerde her ne
yaparlarsa yapsınlar, hatta suç dâhi işleseler gözaltına alınamazlar, tutuklanamazlar,
yargılanamazlar, sorgulanamazlar, hapse atılamazlar. Büyükelçilik binaları, arazileri ve hatta
resmi plakalı araçları kendi ülkesinin toprağı sayılır. İzinsiz girilemez, aranamaz. Binalar
içeriden kendi ülkesinin askeri veya polisi tarafından korunur. Araçlar hiçbir gerekçeyle,
durdurulamaz, içinden kimse indirilemez. Bunlar Dünya çapında kabul görmüş kurallardır.
Aksini yapmak, örneğin bir Büyükelçiyi hapse atmak Savaş Sebebi olarak bile kabul edilebilir.
Bu dokunulmazlık Mekan kısıtına sahiptir. Yani kendi ülkesine döndüğü anda sıradan bir
vatandaş sayılır. (Milletvekili dokunulmazlığında ise Zaman kısıtı vardır, yani görev süresi
bittiğinde dokunulmazlık ortadan kalkar.)Büyükelçi yardımcısı (Ateşe) ve Büyükelçilik binasını
koruyan Askeri Komutan da yine diplomatik dokunulmazlığa sahiptir. Diplomatlar hakkında iki
şey talep edilebilir:
1. Ülkesine geri çekilmesini (dolayısıyla başka birisinin onun yerine gönderilmesini) istemek
[İstenmeyen Adam İlan Etme]. Bu talep yerine getirilmediğinde istenmeyen diplomatlar zorla
sınırdışı edilebilirler (diplomatik dokunulmazlığın istisnasıdır). Bazen bu tür talepler sonrası,
özellikle sınırdışı etme durumlarında yerine yenisi gönderilmeyip büyükelçilik
kapatılabilmektedir.
2. Kendi ülkesinde yargılanmasını istemek. Bu durumun istisnası yoktur, görev yaptığı ülkede
asla yargılanamaz. Sadece bu yönde bir talep kendi ülkesine yapılabilir.
Büyükelçiler ve Konsoloslar için diplomatik dokunulmazlıklarda bazı önemli farklar bulunur. En
basit biçimiyle Büyükelçiler için dokunulmazlık son derece geniş kapsamlı ve özel yaşamını da
kapsadığı halde Konsolosların dokunulmazlıkları daha sınırlı ve sadece görevleriyle ilgili
konulara dairdir.
KOÇGİRİ YÖRESİ
Sivas'ın İmranlı ilçesinde Koçgiri aşiretinin yaşadığı köyler ve ayrıca başta Zara olmak üzere
diğer ilçelerle başka illerin sınırları içerisinde kalmakla birlikte bu bölgenin etrafındaki bulunan
köylerden oluşan ve kültürel bütünlüğe sahip olan bir yöredir.
SİVAS İLİ
Kültürel bölgeler: Sivas ili içerisinde resmi idari birim niteliğine sahip olmayan ancak toplum
tarafından genel kabul gören üç kültürel bölge daha bulunmaktadır. Halk nezdinde Sivas’ta
mevcut olan yöreler şunlardır: İlbeyli yöresi, Emlek yöresi ve Çamşıhı Yöresi. Halk bilhassa Sivas
dışında bulunduğu yerden söz ederken “Elbeyi’nin Esköy’ündenim” veya “Emlek
Beyyurdu’ndan” yahut da “Çamşıhı’n Kaygısız'dan” gibi ifadeler kullanarak, önce yöresini,
sonra köyünü söyler. İlbeyli yöresi, Sivas ve Şarkışla arasında Koyuncu yokuşundan sonra
başlayan alandadır; Emlek yöresi, Şarkışla ve Yıldızeli arasında Turna Dağı'ndan sonra başlayan
bölgede bulunur; Çamşıhı ise Divriği ve Kangal arasında yer almaktadır. Bunlara ilave olarak
İmranlı ilçesinde geçmişteki aşiret yapılanmasına dayalı olarak ortaya çıkmış bulunan ve yine
kendi içerisinde kültürel bir bütünlük arz eden Koçgiri yöresi bulunmaktadır.
Kaplıcalar: Sivas yöresinde kaplıcalara "Çermik" adı verilmektedir. Sivas merkeze bağlı Soğuk
Çermik, Yıldızeli'ne bağlı olmakla birlikte Sivas merkezden rahatlıkla ulaşılan Sıcak Çermik
bunların en önemlileridir. Kangal'da ise Balıklı Çermik diğer önemli bir kaplıcadır. Ayrıca
Şarkışla ilçesinde "Ortaköy Çermiği" ve "Alaman Çermiği" bulunmaktadır. Geçmişte Sivas
yöresinde çermik alanlarının yakınlarında çadır kurma geleneği çok yaygın olarak
uygulanmaktaydı.
Sıcak Çermik (Yıldızeli): Sivas - Yıldızeli yolu üzerinde Sivas il merkezine yaklaşık 30 km
uzaklıktaki bulunmaktadır. Yıldızeli sınırları içerisindedir ve ilçe merkezine 16 km mesafede yer
alır. Toplu taşıma araçları ile ulaşmak mümkündür. Kaplıca suyunun kimyasal karakteristiği;
florür içeren kalsiyum, magnezyum-sodyum, sülfat, hidrokarbonat ve karbonat klörürlüdür.
Sıcaklığı 45-50 °C arasındadır ve romatizma, solunum yolları, böbrek ve idrar yolları, kan
dolaşımı hastalıklarının tedavisine iyi geldiği bilinmektedir. Sivas Belediyesi'ne ait otel ve
havuzlarla hem süreli hem de günübirlik konaklama imkanı sağlamaktadır. Ayrıca Sivas
Cumhuriyet Üniversitesine bağlı Rehabilitasyon Merkezi de bulunmaktadır. Yakın dönemde ise
geniş kapsamlı iki adet devremülk otel hizmete girmiştir.
Soğuk Çermik (Merkez): Sivas - Erzincan kara yolu üzerinde şehir merkezine 18 km mesafede,
Başıbüyük Köyü'nün girişinde olup, Hafik ilçesi’ne 15 km uzaklıktadır. İl merkezinden kaplıca
alanına düzenli olarak toplu taşıma araçları ile ulaşılabilmektedir. Suyun sıcaklığı 28 °C
derecedir ve içildiğinde mide, bağırsak ve safrakesesi hastalıklarına iyi gelmektedir. Kaplıca
alanının yakınında Ahmed-i Turan türbesi yer alır ve sürekli olarak ziyaret edilir. Konaklama
tesislerinin yanı sıra çoğunlukla çadır kurulmaktadır. Kaplıca çevresi ilginç bir topoğrafya ve
bitki örtüsüne sahiptir.
Ortaköy Çermiği (Şarkışla): Şarkışla ilçesinde Ortaköy'e bağlı bir kaplıcadır. Kaplıca suyu 246
metre aşağıdan çıkmaktadır. Kaplıcanın suyu sıcaktır yaz kış 37 derecedir ve kükürtlüdür
kükürtlü olmasından dolayı birçok cilt ve kemik hastalığına iyi gelmektedir. Kaplıcada 15 adet
oda 25'e 10 metre bir adet açık havuz, bayanlar ve erkek için ayrı 2 havuz ve 1 adet özel aile
havuzu bulunmaktadır. Ayrıca kaplıca Kızılırmak nehrine çok yakın bulunduğundan dolayı
kaplıca çevresi doğanın çok iyi bir şekilde sergilendiği bir mekandır. Kaplıca ilçe merkezine 18
km uzaklıktadır asfalt yolu bulunmaktadır.
Balıklı Çermik (Kangal): Sivas il merkezine 96 km ve Kangal ilçe merkezine 13 km. uzaklıkta olup
Sivas'tan her saat başı toplu taşıma araçları ile varmak mümkündür. Kangal Balıklı Kaplıca;
Türkiye'deki termal kaplıcaları içerisinde kendine özgü bir yeri vardır. Tedavi özelliği itibarıyla
dünyada bir benzerini bulmanın mümkün olmadığı kaplıca, ilmi ve tıbbi bir mucizeyi "Sedef
Hastalığını tedavi ederek" sergilemektedir. Suyun sıcaklığı 36 - 37 derece C, havuzların toplam
debisi, 130 lt/sn dir. Kimyasal karakteristiği; PH 7.40, radyoaktivite 6 eman, toplam
mineralizasyon 590.9 mg/lt.
Tarihi Harabeler
Kaldırak Kalesi: Şarkışla ilçesi Emlek Kale köyünün alt tarafında, Kaldırak çayı üzerinde kale
kalıntısı bulunmaktadır. Osmanlı dönemi kayıtlarında yer alan "Kaldırok Kalesi" isimli köyün bu
bölgede olduğu yönünde emareler vardır. Dolayısıyla bu isim köyün yanından geçen Kaldırak
Çayı'nın adı ile de bağlantılıdır. Bahsi geçen köyün ismi bazı kaynaklarda “Kaldurak Kalesi”
olarak da geçmektdir. Osmanlı'ya ait bazı kayıtlarda ise "Kaldıravuk Kalası" adıyla anılır.
Sivas Merkez'deki Türbeler
Kadı Burhâneddin Türbesi: Sivas merkezde Kadıburhaneddin Mahallesi'nde bir park içerisinde
bulunmaktadır. Kesme taştan dört sütun üzerinde tek kubbesi bulunan bir yapıdır.
Ahmed-i Turan Türbesi: Soğuk çermik mevkisinde bir dağın üzerinde bulunur. Bu dağdaki bir
kayada yer alan iki oval çukurun evliyanın atının ayak izleri olduğuna inanılır. Rivayete göre
savaşçı evliya düşmanları ile vuruşurken yüksek bir dağda sıkıştırılır, bunun üzerine atı ile daha
ileride ama biraz daha aşağıda bulunan bir dağın tepesine atlar. İşte bu izler atın ön ayaklarının
kayaya değdiği anda oluşmuştur.
İlçe ve Köylerdeki Türbeler
Colü Dede Türbesi: Şarkışla'ya bağlı Alaman köyünün ortasında, yolun sol kısmında
bulunmaktadır. Sanduka küçük bir odanın içinde yer alır. Bu oda günümüzde Cemevi içerisinde
bulunur. İçeride savaşçı evliyaya ait teber (savaş baltası), kılıç ve kalkan korunmaktadır.
Kevgir Baba Türbesi: Yıldızeli'ne bağlı Yolkaya (eski adıyla Çakraz) köyünün güneyinde yaklaşık
8 km uzaklıktaki bir tepenin üzerinde bulunmaktadır. İki odalı bir binanın içerisindeki mezar
yaklaşık üç metreye iki metre boyutlarında üzeri toprakla kapatılmış durumdadır. Odalardan
birinde mezar vardır, diğerinde ise gelenlerin oturması için minderler serilmiştir.
TEOKRASİ
Din kurallarının geçerli olduğu sistem olan teokraside, kurallar ya dini kuralların aynısıdır, ya
bunlardan büyük ölçüde etkilenmiştir ya da dini kurallarla çelişik olsa dahi dini temellere
dayandırılır veya meşrutiyet için dayandırılması gerekir. Teokrasi ile yönetilen ülkelerde hukuk
sistemi dine dayandırılması gerekir, hukuki kararların en yüksek mercii bir tür ruhban sınıfıdır.
Teokratik sistemin dayandırıldığı dine göre ağırlığı ve önemi çeşitli olsa da, bu sistemde doğma
mantığı ve akli durum göz önünde tutulur; çoğu zaman mantıki, akli ve pratik durumlar kabul
edilen dogmalara adapte edilmeye çalışılır. Teorik anlamda, sistemin temeli dogmadır, diğer
her türlü bilgi ikincil önem ve plandadır. Toplumsal yapı, hukuki yorumlar, eğitim ve kişisel hak
ve özgürlükler dini kurallara göre uygulanır. Günümüzde Vatikan, Suudi Arabistan ve İran böyle
yönetilmektedir. Dinsel olarak temsil yetkisine sahip olduğunu öne süren bir sınıf
bulunmaktadır. Bu yönüyle Oligarşi'nin bir türü olarak ortaya çıkar.
Teokratik Monarşi: İçinde hem teokrasiyi hem de monarşiyi barındıran yönetim biçimidir. Tek
kişinin egemenliğinde olmasına rağmen din kurallarına uygun bir yönetim vardır
DEĞİRMENALTI ŞELALESİ
Sivas’a bağlı Yıldız Beldesi'ne 2 km uzaklıktadır, Yıldız Irmağı kıyısında yer alır. Yıldız Irmağı'nın
kollarından birisi olan Karadönek deresinin batı kıyısında kayalık bir tepe üzerinde bulunur.
Dereye bakan doğu kısmı sarp kayalıklar halindedir. Dere yatağındaki derin vedide şelaleler
bulunur. Bölgede eski değirmenlere ait yıkıntılar vardır. Ayrıca kayalıklardaki mağaralar
içerisinde eski çağlara ait kalıntılar bulunmuştur. Doğudaki kayalıklarda büyük olasılıkla
Ortaçağ'da oyulmuş merdivenler yer almaktadır. Değirmenaltı bölgesinde yöre halkı
tarafından "Akşehir" olarak anılan eski bir yerleşim merkezinin var olduğu tarihi kalıntılardan
anlaşılmaktadır.
BALIKLI ÇERMİK
Balıklı Kaplıca adıyla da bilinir. Kangal ilçe merkezine 13 km. uzaklıkta olup Türkiye'deki hatta
Dünya'daki termal kaplıcalar içerisinde oldukça ender rastlanan bir özelliğe sahiptir. Suyun
içerisinde balıklar ve az da olsa su yılanları yaşamaktadır. Bu nedenle Sivas yöresinde "Yılanlı
Çermik" olarak da adlandırılır. Suyun sıcaklığı 36 - 37 derecedir.
Efsaneler: Kangal yöresinde anlatılan iki efsaneye göre geçmişte sazlık olan bölgeye çobanın
birisi uyuz olan koyun ve keçilerini tesadüfen suyun içine sokunca iyileştiklerini görür ve burayı
temizleyerek küçük bir havuz haline getirir. Başka bir rivayete göre ise Kangal'da yaşayan bir
ağanın çok güzel bir kızı vardır, ancak bir süre sonra yüzünden çıbanlar çıkarak yayılır ve
güzelliği bozulur. Kimse kendisini görmesin diye insanlardan uzakta bir yerde yaşamaya başlar.
Bir gün yanından geçtiği bir dereden ses işitir ve kulak verir. Ses kendisini suya çağırmaktadır.
Burada yıkanınca şifa bulur. Yöre ahalisi yeri tespit edilememiş bir yatır mezarının kaplıcanın
yakınlarında olduğuna inanmaktadır ve kimi zamanlar çermiğe doğru dönerek dua eden bir
ermişin görüldüğü söylenmektedir.
Kalkım Deresi: Kalkım köyü yakınlarındaki Kalkım Deresi boyunca uzanan fay hattından
alüvyon içerisinde su çıkış noktalarında iki adet doğal havuz oluşmuştur. Kangal Balıklı
Kaplıca'da bulunan balıklarla aynı türden olan balıklar yaşamaktadır. Aynı şekilde suyunun
Kangal Balıklı Kaplıca suyu ile benzerlikler taşıdığı ve sedef hastalığına iyi geldiği ifade
edilmektedir. Herhangi bir tesis inşa edilmemiştir.
KOYUNCU KÖYÜ
Sivas merkeze bağlı bir köydür.
Höyükler: Köyün yakınlarında kara yolunun karşı tarafında Hünuğu Tepesi ve Kavlak köyü
yakınlarına doğru yine kara yolunun karşısında Koyuncu Höyüğü bulunmaktadır. Hünuğu
Tepesi de bir höyük olup alt kısmında gözle rahatlıkla görülebilen kaçak kazı izleri vardır.
Koyuncu Höyüğü ise düz arazi içerisinde bir tepe görünümündedir.
UĞUT TATLISI
Anadolu'da anlatılan bir söylentiye göre Muhammed Peygamberin kızı Fadime (Fatıma) bir
kıtlık döneminde çocukları Hasan ve Hüseyin pekmez isteyerek ağladıklarında bulamlaz. Bunun
üzerine çillenmiş buğdayı döverek özütünü alır ve kaynatır. Bir süre sonra kaynayan özüt
kıpkırmızı olunca ateşten indirerek soğutur ve çocuklarına yedirir.
CEMEL
Sivas ilinin Şarkışla ilçesine bağlı bir beldedir.
Kızyandı Efsanesi: Yörede anlatılan ve 1975 yılında derlenmiş olan efsane aynı zamanda
Şarkışla'nın adının nereden geldiğine dair de bir rivayeti aktarmaktadır. Şarkışla'nın henüz
birkaç evden oluşan bir kışlak olduğu çağlarda "Şarbey" yörenin en güçlü ve sözü geçen
kişilerinden birisidir. Babası tarafından kendisine otlaklar ve sürüler verilen beyin "Durna"
adındaki kızı bir gün dağda bir mandanın saldırısına uğrar. Hayvanlarının bazılarını öldürüp
atının da bacaklarını kıran mandayı kılıcıyla öldürür. Mandanın sahibi olan delikanlı ise onun
peşinden gelmiş ve öldürüldüğünü görmüştür. Cansız hayvanı sırtına alır ve yürümeye başlar,
ardından gelen genç kız da delikanlıya yardım olsun diye bir süre mandayı sırtına kendisi alarak
taşır. Bir pınarın başında oturur, bakışır birbirlerine sevdalanırlar. Tekrar buluşmak üzere
sözleşirler. Ancak geri geldiğinde oğlanı bulamayan kız, sorar soruşturur ve Karataş
yakınlarında Kanak deresinde atını sularken gelen selin onları alıp götürdüğünü, cesedinin
bulunarak gömüldüğünü öğrenir. Mezarının yerini arayarak (günümüzde ilçeye çok yakın bir
konumda olan) Cemel köyü yakınlarında bulur. Bir dağın yamacında biçilmiş bir ekin tarlasının
yanıbaşındaki mezarı kazar ve cesedin başını eline alır, ancak düşürür. Yuvarlanan kafatası bir
ekin yığının dibinde durur. Kız oraya birkaç adımda koşarak ulaşır ve tekrar alır eline. Ancak o
esnada yazın aşırı sıcağında öğle vakti ekin yığını alev alır. Köylüler ikisinin cesedini de aynı yere
gömerler ve bir mezar yaparlar. Birkaç yıl içinde başlarında ağaçlar büyür. Şarkışla'nın adı da
kızın babası olan Şarbey'in adından gelmektedir. İlçe'nin kuzey tarafındaki Turna Dağı'nın adı
ise babasının kendisine verdiği otlakların burada olması, sürülerini burada otlatması nedeniyle
kızın adından kaynaklanmaktadır. Efsanenin yöreden derlendiği söylenen farklı bir anlatımına
daha rastlanmıştır. Şarkışla yöresindeki türkülerde Kızyandı Yaylası (veya Kızanandı Yaylası) adı
geçmektedir. Bu efsanenin farklı bir anlatıma sahip, aslında gerçek bir olayı anlatan "Bedir
Türküsü" ile birleştirilerek uyarlama yapıldığı anlaşılan bir varyantı mevcuttur. (Mitolojik Aşk
Öyküleri, İzzet İhsan Kalemli, İsev Dijital Kütüphane, Sayfa: 236 / tarayıcıda 234) Ancak efsane
büyük oranda anlatılan konudan farklılaştırılmıştır. Yalnızca ekinlerin içinde yanma motifi
ortaktır. Ayrıca bahsi geçen türküye konu olan gerçek olayda kesinlikle aşıkların ölümü veya
herhangi bir biçimde öldürülmesi söz konusu değildir. Ancak türkünün içindeki "kız yandığın
yere kadar ben de gittim" dizesinin uyarlamaya zemin teşkil ettiği anlaşılmaktadır.
Kız-Oğlan Mezarı: Cemel köyünün girişinde yan yana iki mezar bulunmaktadır. Bunlara "KızOğlan Taşı" adı verilir. Anlatılanlara göre zengin bir ailenin Elif adlı bir kızı vardır. Bu kız fakir
bir delikanlıya gönül verir. Aileleri evlenmelerine karşı çıkınca birlikte kaçarlar. Kızın erkek
kardeşleri peşlerine düşerler. Yakalanacaklarını anlayan Elif dua ederek Allah'tan kendilerini
taşa çevirmesini diler. Orada taşa dönüşürler. Şarkışla yöresinde derlenen benzer bir öykü
daha vardır. Cemel köyünün girişinde yol kenarındaki bu taşlar belediyenin yol genişletme
çalışmaları esnasında zarar görmüştür. Köy ahalisi taşların arka kısmını toprakla kapatarak
mezar görünümü sağlamıştır. Kızyandı Efsanesi" ile aralarında açık bir ilişki kurulamayan bu
"Kız-Oğlan Öyküsü" tamamen farklı görünmektedir. Ortak herhangi bir motif yoktur.
Not: Konakyazı köyünde anlatılan aynı isimli Kız-Oğlan Efsanesinde ise aşık gençlerin isimleri
farklıdır ve ayrıca en son kısım ise taş kesilme değil kışın soğukta donarak ölme şeklindedir.
YADİGAR EJDER
Yadigar Ejder'in sinemada kullanmak için, 29 Nisan 1959 tarihinde Sivas'ta henüz 29
yaşındayken öldürülmüş olan meşhur Sivaslı kabadayı Yadigar Aykut'un adını (aynı mahallede
oturduğundan dolayı çocukluğundan hatırladığı için) kendisine seçtiği Sivas ahalisi tarafından
söylenmektedir. CNN Türk'de yayınlanan bir haberde "Sivas’ta ünlü bir kabadayı olan
Yadigar’ın adını kullandı" cümlesi yer almaktadır. Sinema sektörüne girmeden önceki yaşamı
da bu iddiayı destekler niteliktedir. Yadigar Ejder'in İstanbul’daki Sivaslı kabadayılarla takıldığı,
pavyoncuların ve kumarhane sahiplerinin yanlarında çalıştığı sektörün içindeki çeşitli kişiler
tarafından anlatılmaktadır. "Bir Yeşilçam emektarı: Yadigar Ejder" başlıklı haber, CNN Türk
(Yayın Tarihi: 28/01/2018, Haber Kaynağı: Özgen Aydos) – Alıntı: "Ama kimseye asıl adının
Adnan olduğunu söylemedi. Sivas’ta ünlü bir kabadayı olan Yadigar’ın adını kullandı. Kimse
kendini rahatsız etmesin diye de “ben cezaevinden çıktım” diye bir hikaye uydurdu."
CEZA
Kanunda suç olarak öngörülmüş olan bir davranışın karşılığındaki yaptırımdır. Ceza, suç işleyen
kimseye karşılık olmak ve tekrar suç işlemesini önlemek (caydırıcılık) amacıyla uygulanır.
Çağdaş hukukta cezayı devlet (mahkeme ve yargı sistemi) verir. Ceza suçla orantılı olmalıdır.
Cezalandırmanın amaçları: Cezanın genellikle kabul edilen üç temel amacı vardır. Çağdaş
hukuk düzenlerinin intikam almayacağı, adaletin intikam olmadığı görüşü benimsenmiştir.
Ancak adalet anlayışının ilkel toplumlarda intikam (öç) duygusundan kaynaklanmış olması ve
daha sonra bu intikam yetkisinin devlete devredilmesiyle ortaya çıkmış olması büyük bir
olasılıktır. Modern hukuk ceza alanında caydırıcılığı, engellemeyi ve ıslahı; medeni alanda ise
yerine koymayı ve hakların korunmasını amaçlar. Caydırıcılığın iki boyutu bulunur;
a) Psikolojik boyut: Kişinin kendisi korkutulur ve suçun tekrarına engel olunur. Özel (bireysel)
önleme olarak anılan bu görüşe göre cezanın amacı, suçlunun ıslah edilmesi ve tekrar suç
işlemekten caydırılmasıdır. Dolayısıyla ceza, bireysel önlemeye, kişinin ıslahına hizmet
etmelidir.
b) Sosyal boyut: Kişinin üzerinden toplum korkutulur ve toplumun ders alması sağlanır. Genel
(toplumsal) önleme olarak da bilinen bu görüşte cezanın amacı, cezanın korkutucu etkisiyle
toplumdaki potansiyel suçluların suç işlemesini önlemedir. Suç işlendiğinde cezanın
uygulanması suretiyle, toplumda henüz suç işlememiş kişilerin de bunu görerek suç işlemekten
cayması amaçtır.
Devletin olmadığı ilkel topluluklarda bireyler kendilerine başkaları tarafından verilen zararı
insani bir içgüdüyle intikam alarak gidermeye kalkışmışlar ve aynı zararı karşı tarafa vermeyi
denemişlerdir (misliyle karşılık). Bu durumun çeşitli sakıncaları vardır. Kafasını yararak avladığı
hayvanı gasp eden başka birisinin kafasını intikam amacıyla yarmaya çalışan bir kişi başarısız
olarak yine zarar görebilir çünkü karşısındaki kişi daha güçlü, daha kurnaz ve işlediği suça
yönelik teknik becerilere sahip olabilir. Misliyle karşılık vermek isteyen kişi karşı tarafa daha
fazla zarar verebilir (orantısız mütekabiliyet). Karşılıklı kan davaları ortaya çıkabilir. Zarar gören
taraf intikamını aldıktan sonra kendisi bu kez kolaycılığa kaçarak başkalarına zarar vermeyi bir
alışkanlığa çevirip bir suçluya dönüşebilir. Devlet kurumunun ortaya çıkmış ve yerleşmiş
olduğu toplumlarda ise “Kısas” uygulaması intikamın yerini almıştır. Sayılan sakıncaları
gidermek için devlet kişinin yerine onun intikamını almayı kendi üzerine almıştır. Ancak bu
cezalandırma mutlaka devletin görevlendirdiği kişilerce yerine getirilmiştir. İnsanların kendi
intikamlarını almaya çalışmalarını yasaklamış hatta bu durumu yeni bir suç olarak kabul
etmiştir. Örneğin antik çağlarda malı gaspedilen bir tüccar başka bir ülkede bile olsa oradaki
devlete başvurmuştur. Sanıldığının aksine Kısas aşamasından tarihin derinliklerinde pek çok
toplum geçmiştir. Daha sonraları kısasın yerini hapis cezası uygulaması almıştır. Ayrıca
bunlardan başka Adaletçi yaklaşım adı verilen bir tez daha ileri sürülmektedir. Adaletçi olarak
nitelenen görüşlere göre cezanın özel bir amacı olmayıp, cezanın kendisi amaçtır. Adalet,
suçlunun yaptığı kötülüğün karşılığını görmesini gerektirir. Bu nedenle, yararı olsun olmasın
ceza, adaletin bir gereği olarak mutlaka uygulanmalıdır.
TAZMİNAT
Bir kimsenin haksız fiil nedeniyle kendi kusuruyla neden olduğu zararı ödeme yükümlülüğüdür.
Tazminat kendiliğinden doğan bir borçtur. Borçlar Hukuku’nun bir sonucudur. Eksiltilen şeyi
yerine koymaktır. (Tazminat kesinlikle bir ceza değildir!) Haksız Fiil: Bir hukuk kuralına veya
yaptığı sözleşmeye aykırı davranmaktır. Karşı tarafa yapılan haksızlıktır. Karşıdakine verilen bir
zararla ortaya çıkar. Örneğin alınan arabanın tekerini patlatan kişinin tamir ettirmek borcu
doğmuştur.
- Haksız Fiil bazen suç değildir. Ör: Bir çocuk yanlışlıkla cam kırdığı için hapse atılmaz ama velisi
kırılan camı ödemek zorundadır.
- Haksız Fiil bazen aynı zamanda suç davranışıyla birleşir. Ör: Bir kişinin bilerek kolunu kırmak
darp suçudur ama ameliyat masraflarını ödemek gerekirse aynı zamanda bir haksız fiildir.
Mağdur olan taraf hem ceza davası açılması için suç duyurusunda bulunabilir, hem de tazminat
davası açabilir. Bunlardan ikisini birden veya herhangi birisini tercih edebileceği gibi, isterse
ikisini de açmayabilir. Tercih tamamen kendisine bırakılmıştır. Tazminat eksilen şeyi yerine
koymak olduğu için bazen alınan şeyi veya eşdeğerini geri vermek, veya bozulan şeyi bizzat
tamir etmek, hatta bazen özür dilemek bile tazminat sayılabilir. Mahkeme kararıyla kişinin
sözlü, yazılı veya pano ya da basın yoluyla özür dilemesi istenebilir.
Tazminatın borçlusunun özelliğine göre farklı yargı mercilerine başvurmak gerekir. Örneğin
kişilerin kendi aralarındaki tazminatı gerektiren uyuşmazlıklar için hukuk mahkemelerinde
dava açılması gerekirken, devletin yol açtığı zararlar için idare mahkemelerinde tam yargı
davası açılması gerekir. Bazı hallerde ceza mahkemeleri de haksız arama veya el koymadan
kaynaklanan zararlar için tazminata karar verebilir.
Tazminat Türleri
- Maddi Tazminat: Verilen somut bir zararın giderilmesidir. Ör: Sahip olunan bir hayvanın
komşu bahçeye verdiği zararın onarılması.
- Manevi Tazminat: Bir başkasının ruhsal ve psikolojik bütünlüğüne, onur, şeref ve haysiyetine,
kişilik haklarına verilen zarar nedeniyle ortaya çıkan zararın manevi olarak düzeltilmesidir. Ör:
Hakaret, kişisel görüntülerin yayınlanması, küçük düşürücü yayın gibi. Bazen manevi hasar
büyük olduğu için özür, geri çekme, düzeltme gibi uygulamalar yeterli görülmeyip karşı tarafa
manevi tatmin sağlamak amacıyla para şeklinde bir tazminat ödettirilebilir. Ancak yine de bu
bir ceza değildir ve cezalandırma (hatta caydırma) amacı gütmez.
* Bazen tazminat hakkı, sözleşmeye uyulmaması nedeniyle ortaya çıkar, örneği malın
zamanında teslim edilmemesi nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi. Sözleşmeye madde
koyularak, böyle bir durumda ödenecek tazminatın ne olacağı önceden de kararlaştırılabilir.
Tazminat ve Ceza Farkı: Ceza davaları Ceza Kanunu uyarınca, Tazminat davaları Borçlar Kanunu
uyarınca görülür. Para cezası devlete ödenir. Ancak tazminat için ödenecek para karşı taraftaki
kişiye verilir. Zamanaşımı süreleri farklıdır. Milletvekillerine dokunulmazlıkları kaldırılmadan
Ceza Davası açılamaz, ancak milletvekillerine dokunulmazlıkları kaldırılmadan da Tazminat
Davası açılabilir.
TUFAN İNANIŞI
Türk halk kültüründe: Bazı yörelerde Nuh peygamberin tavuğun göğüs kemiğine bakarak
gemisini yaptığı anlatılmaktadır. Örneğin Sivas iline bağlı Gemerek ilçesi ve çevresinde benzer
bir anlatı derlenmiştir.
Azerbaycan halk kültüründe: Tufan efsanesinde taşkın olacağını torununa (olasılıkla kehanet
yeteneği ile) anlatan nine kurtulabilmek için kendisinin yüksek yerlere (dağlara)
çıkamayacağını anlayınca ona kendini kurtarmasını söyler. Ninesinin sözünü dinleyen torunu
böylece kurtulur. Sular çekildiğinde çevreyi gezen Nuh peygamber, bir çocuğun gemiye
binmeden kurtulduğunu görünce çok şaşırır ve ona “Dirig” (Türkiye Türkçesinde Diri) adını
verir.
NURSULTAN NAZARBAYEV
"Elbaşı" (Türkçe: İlbaşı, ülkenin lideri, devletin başındaki kişi) unvanına sahiptir.
AKKIŞLA
Kayseri'ye bağlı Akkışla ilçesi yakınlarındaki Büyük Pur Dağı ve Küçük Pur Dağı üzerinde Güneş
batarken bir atın şahlandığı ve üzerindeki kişinin bu atı dağın sırtında koşturduğuna dair bir
söylenti vardır. İlçe adını; kuzeyindeki kayaların beyazlığından ötürü almıştır.
SALI GÜNÜ
Anadolu'da bazı yörelerde Salı günü ile ilgili inanışlar yaygındır. Salı günü yola çıkmanın
uğursuzluk getireceğine ve örgü örülmeyeceğine inanılırken kışlık yiyeceklerin ağzının Salı
günü açıldığında bereketli olacağı kabul edilir.
KARALAR KÖYÜ
Kırşehir merkeze bağlıdır. 1960 yılından önce şu an bulunduğu yerin yaklaşık 4 km batısnda yer
alan köyün o dönemki adı da "Karakurt"tur. Eski yerindeki heyelan nedeniyle şimdiki
konuşlandığı bölgeye devlet tarafından konutlar yapılarak taşınmıştır. Bu esnada köyün adı da
Karalar olarak değiştirilmiştir. Yakınlarında "Karakurt Kaplıcası" bulunmaktadır. Köyün önceki
adının kökeni de bu kaplıca ve çok yakınlardaki aynı adı taşıyan türbeden kaynaklanmaktadır.
Türbe ve kaplıcaya dair bir efsanede anlatılmaktadır.
Karakurt Türbesi: Kalender Baba Kümbeti olarak da bilinir. Buradaki külliyenin kim tarafından
ve hangi tarihte inşa edildiğine dair bir bilgi içeren orijinal bir kitabesi bulunmaz. Yalnızca
rivayete dayalı kesin olmayan bir bilgiye göre Sultan Kılıçarslan bu türbeyi Karakurt adındaki
bir Selçuklu beyi adına yaptırmıştır. Babaîler’e mensup olan Karakurt Baba’nın bir adının da
Kalender Baba olduğu da öne sürülmektedir.
Karakurt Kaplıcası: Kırşehir'in yaklaşık 16 km. batısındaki Emirburnu Dağı’nın eteklerinde,
Karalar köyü sınırları içerisinde bulunmaktadır. Suyun sıcaklığı yaklaşık 50 santigrad derecedir.
Efsaneye göre ölümcül bir hastalık nedeniyle bu bölgeye terkedilen bir beyin oğlu, kaynar
çamurlu suya girerek iyileşen kurtları görmüş ve kendisi de bu su ile şifa bulmuştur. Ayrıca
yakın bir bölgede eski kaplıcaya ait kalıntılar vardır.
YUNUS EMRE TÜRBESİ
Kırşehir merkeze bağlı Ulupınar köyünde Türk halk ozanı ve tasavvufçu Yunus Emre'ye ait
olduğuna inanılan bir mezar bulunmaktadır. Yunus Emre Milli parkı içerisinde sarp kayalıklar
üzerinde yer alır. Türbenin yanıbaşında Yunus Emre’ye ait olduğu söylenen Çilehane vardır.
ALTINTAŞ MESLEK YÜKSEKOKULU
Logo – Altıntaş Meslek Yüksekokulu'nun yanından akan derenin içinde bulunan nilüfer
çiçeklerinden esinlenilerek oluşturulmuştur. Bahsi geçen derenin içinde ayrıca su kuşları da
yaşamaktadır.
DOGMATİZM
Kurala uyma zorunluluğuna dair tartışmalar: Dogmatizm'de bir kuralın, prensibin ya da inanışın
doğruluğunun tartışılamaz olması söz konusudur. Bunların değiştirilebilmeleri bazen
imkansızlık düzeyinde zordur. Ancak bu durum, kurala uyma zorunluluğunu her zaman
beraberinde getirmez. (Teorik olarak zorunlu kılındığı sanılsa bile en azından uygulamada öyle
olmadığı görülür.) Eğer bu yönde katı bir zorlayıcı mekanizma yoksa, insanların kuralı
uygulamaktan kaçınmaya başlaması büyük bir olasılığa sahiptir. Hatta dinsel kurallara dahi
uyup uymamada özgürlük bulunduğu, sorumluluğun kökeninde de bunun yer aldığını savunan
görüşler mevcuttur. Çoğu zaman fanatik savunucuların bile kurala uymadığı veya kendisinden
beklenen şeyi uygulamadığı görülür. Örneğin; Hristiyanlığın Katolik mezhebinde boşanma
dinen yasaktır. Evli eşler ömürlerinin sonuna kadar hem ahlaken hem de hukuken birbirlerine
sadık kalmak zorundadırlar. Ancak tüm Avrupa'da olduğu gibi Katolik mezhebinde de seküler
yaşam içerisinde boşanma oranları oldukça yüksektir. Sorulduğunda ise (inancına bağlı
katolikler dahil) benzer cevaplar verildiği görülür: "Tanrı'nın koyduğu kural doğrudur. İdeal
olan boşanmadan ömrünün sonuna kadar aynı eşle evli kalmaktır. Ama kendileri günahkardır,
bu emre uymadıkları için hatalı olan onlardırlar. Yasak kesinlikle doğrudur, inkar edilmez.
Tanrı'nın hükmü kesindir. İnsanların iyiliği için koyulmuştur bu yasak ve çeşitli gerekçeleri
vardır ki hepsi de tartışmasız doğrudur." İslam Dünyası içerisinde de benzer örneklere rastlanır.
Örneğin İslamiyet içerisinde alkollü içkiler yasaklanmış (haram kılınmış) olduğu halde
müslüman nüfusa sahip ülkelerde belirli (hatta kimi zaman yüksek) oranlarda bu yasağa
uymama davranışına rastlanır. Fakat içki içen insan günah işlediğini kabul etmektedir. Ancak
yasağın doğru olduğuna inanmaktadır. Dünyanın her yerindeki farklı dinlerden bunlara benzer
pek çok örnekler rastlanabilir. Özetle dogmatizm pratikte uyma zorunluluğu değil, düşünsel
düzlemde inanma zorunluluğu anlamına gelir çoğu zaman. Dogmatik Hukuk alanında ise
zorlayıcılık nedeniyle -devlet gücü bulunduğu için- daha fazla ön plana çıkmakta ve uyma
davranışı artmaktadır. Ancak kişi yine de uymama yönünde bir tercihte bulunursa bu durumda
hukuk sisteminin uygulayacağı yaptırımla karşılaşacaktır. Dogmatik hukuk aynı zamanda
pozitif kuralları yorumlama ve sistematize etme işlevini de yerine getirmektedir. Hukukun
doğruluğuna dair tartışmalar ise İdeal Hukuk alanında gerçekleşmektedir.
HÖYÜK
Türkiye, özellikle de Anadolu'da çok sayıda höyük vardır. Ancak bunların büyük kısmı
korumasız durumdadır. Çoğunlukla etraflarında çit ve/veya uyarı levhası dahi bulunmaz.
Önemli bir kısmı tarım arazilerinin içerisindedir. Büyük bir bölümü define arayıcıları tarafından
kısmen veya ciddi hasar verecek şekilde tahrip edilmişlerdir.
KANLIDİVANE
İsmin Kökeni: Semavi Eyice'ye göre Kanlıdivane isminin kökeni hakkında iki ihtimal vardır. İlk
ihtimal isimdeki "kanlı" kısmının kentin antik ismi olan Kanitellis'ten ya da obruğun içinde
yağmur sularıyla toprak rengine bulanan kabartmaların kırmızıya çalan renginden, "divane"
kısmının ise burada dağınık olarak yaşayan Türkmen topluluklarının zaman zaman divan adı
verdikleri toplantılarından gelebileceğidir. İkinci ihtimal ise Roma döneminde suçluların
obruğa atılıp vahşi hayvanlara yem edildiği için kente "Kanlıdivane" denildiğidir. Eski Kilikya
adlı eserinde Viktor Langlois bu sözcüğün kökenini bütünüyle Yunanca "Kanytellis" sözcüğünün
biçimsel olarak Türkçe benzeşimle dönüşmesine bağlar. Kany > Kanı ve Tellis > Deli biçimlerine
(Yunanca'daki orijinal anlamları önemli olmaksızın) dönüşen bileşik kelime "Kanıdeli" veya
"Kanlıdeli" haline gelmiştir. "Deli" kavramı da daha sonra Osmanlıca "Divane" kelimesi ile
değiştirilmiştir. Ayrıca yine aynı eserde "Kanlı Delik" adlı bir yerden bahsedilmektedir ki bu da
obruğun rengi ile son derece uyumludur.
BUZLUCA ANITI
Tam adıyla "Bulgar Komünist Partisi Anıt Evi", eski Bulgaristan komünist yönetimi tarafından
orta Bulgaristan'daki Buzluca Zirvesi üzerine inşa edilmiştir. Anıt Bulgaristan'da komünizmin
çöküşünün ardından terkedilmiştir.
Tarihçe: Dimitar Blagoev liderliğindeki bir grup sosyalistin, Bulgar Sosyal Demokrat Partisi'nin
kurulmasına yol açan organize bir sosyalist hareketi oluşturmak için bölgede gizlice toplandığı
1891 olaylarının anısına inşa edilmiştir. Bahsi geçen parti Bulgar Komünist Partisi'nin
öncülerinden biri sayılmaktadır.
İnşası: Anıtın yapımı, Sofya'nın eski belediye başkanı ve Bulgaristan Mimarlar Birliği'nin
kurucularından olan mimar Georgi Stoilov'un yönetiminde 23 Ocak 1974'te başladı. Dağın
yüksekliğini 1,441 metreden (4,728 fit) 1,432 metreye (4,698 fit) düşürerek zirveyi dengeli bir
temel haline getirmek için Trinitrotoluene (TNT) kullanıldı. Bu süreçte 15.000 metreküpten
fazla kaya kaldırıldı. Yapımında 6000 kişi çalıştı. Bina, birçok devlet yapımı komünist binada
ortak olan fütürist mimariyi örneklemektedir. Bina artık tehlikeli olduğu için halka
kapatılmıştır.
Mozaikler: Binanın içinde yaklaşık 937 metrekarelik bir alanı kaplayan mozaikler, Bulgar
Komünist Partisi'nin tarihini anmaktadır. Mozaikler 35 ton kobalt camdan yapılmıştır. Bugün
bunların % 20'si nem, hava koşulları ve vandalizm nedeniyle yok olmuştur. Anıtın dış halkasına,
Bulgaristan genelindeki nehirlerden toplanan doğal taşlarla mozaikler yapılmıştır. Bu
mozaikler de doğal nedenlerle büyük ölçüde yok olmuştur. Binaya yakın bir yerde bulunan
"Meşale Anıtı" ise tahrip edilmiştir.
PATOZ
Etimoloji: Fransızca "Batteuse" (Batöz olarak okunur) sözcüğünün Türkçede halk ağzındaki
söyleyiş kolaylığına uygun gelen dönüşümü ile ortaya çıkmıştır.
Türleri: "Savurmalı" ve "Savurmasız" olmak üzere iki türü bulunur. Türkiye'de "Kara Patoz"
olarak da bilinen savurma sistemi olmayanların günümüzde üretimi yoktur.
Çalıştırılması: 1. Traktör kuyruk milinden şaftlı olarak çalıştırılabilirler. 2. Traktör kasnağından
kayışla çalıştırılabilirler.
NAZAR
El verme: Dua okuyarak insanları nazarın (kötü gözün) olumsuz etkilerinden kurtarma gücüne
sahip olduğuna inanılan kişiler (kadın veya erkek farketmeksizin) yaşlandıklarında, özellikle
ölümlerinin yaklaştığını hissettiklerinde bu güçlerini başka birisine devrederler. Buna "El
verme" denilir. ("Elini verdi" gibi cümlelerle de söylenir.) Bazen bu yaşlı kişilerin muziplik
yaparak birden fazla kişiye el verdiklerine ve bunlardan birine asıl eli kendisine verdiğini,
diğerlerini kandırdığını söylediklerine rastlanır. Nazarı kovma/çıkarma işleminin başarılı olduğu
dua okuyan kişinin esnemesi ile anlaşılır. Ne kadar çok ve uzun esniyorsa karşısında oturan
insan o kadar çok nazara uğramış demektir. Kimi zaman esnemekten gözünden yaşlar gelir.
Hatta bazen nazara uğrayan kişi de esner.
Ocaklı Boncuk: Nazar boncuğu yapılırken içine kurşun dökülür. Bunun da iyi şans getirdiği
söylenir. Mavi renkli her cam boncuğun nazarı savması gerçekte eski halk inanışına göre
mümkün değildir. Bu boncukların mutlaka bulunması gereken özellikleri vardır örnegin kimi
ustalara göre mavi üzerine sarı renkli göz yer almalıdır. Ayrıca “Göz Ocağı” niteliğinde özel
(daha eski halk inançlarına göre “İyeli/Eyelü”, yâni koruyucu ruhu olan) bir yerde eritilmiş
olmalıdır. Nazar boncuğu ocaklarının kuruluşu da geçmişte özel bir tören ile gerçekleştirilirdi.
Bu ocakta başka bir cam işiyle uğraşılmaz, sâdece nazar boncuğu yapılır. O kadar ki, aynı işliğin
içerisinde başka cam eşyâlar yapan usta, nazar boncuğu üretmek için yalnızca asıl ocağı
kullanır. Ayrıca gerçek bir nazar boncuğunun mutlaka elde yapılması gerekir, makinelerle seri
halde üretilen boncuklar bir süs eşyâsı olmaktan öte bir anlam ifâde etmez. Örneğin; İzmir'de
iki köyde "ocaklı" atölyelerin bulunmaktadır. Kuredere (Nazarköy) ve Görece (Boncukköy).
Ancak buralarda da son yıllarda meselenin ticari boyutu çok fazla ön plana çıkarılmaya
çalışılmakta olup bu nedenle köylerin adları dahi değiştirilmiştir. Özetle halk inanışının asıl
biçiminde manevi anlamda "ocaklı" olmayan yerlerde üretilen nazar boncukları sadece bir süs
eşyasıdır.
EDUARDO KOBRA
Kariyerine resmi olarak 1987 yılında memleketi São Paulo'da 12 yaşında başlayan bir sokak
sanatçısıdır (d. 1 Ocak 1976, São Paulo, Brezilya). O zamandan beri beş farklı kıtada 3.000'den
fazla duvar resmi yaptı. Her ay iki ila dört duvar resmi yapan bir sanatçı ekibiyle çalışmaktadır.
Memleketi São Paulo'da yaşamaya ve çalışmaya devam etmektedir.
Yaşamı: Brezilya'da büyük ancak alt sınıf bir şehir olarak bilinen São Paulo'da büyüdü. Babası
dokumacı, annesi ev hanımıydı. Herhangi bir resmi akademik eğitim almadı, ancak tanınmış,
kendi kendini yetiştirmiş bir sanatçı oldu. Resmi sanat kariyerine başlamadan önce, gençlik
yılları boyunca sonunda birkaç tutuklamaya yol açan yasadışı bir şekilde duvarları boyamaktan
hoşlanıyordu.
Sanatı: Eduardo Kobra, dünyanın her yerinden hem modern hem de çağdaş sanatçılardan
etkilenmiştir. Banksy, Eric Grohe, Keith Haring ve Diego Rivera gibi muralistlerden (duvar
ressamlarından) özellikle etkilendi. Sadece kendisini tarihe eklemekle kalmayıp aynı zamanda
São Paulo'ya bir kasaba olarak farkındalık kazandırmak umuduyla ünlü sanat eserlerini kendi
üslubuyla boyayarak sanat tarihine kök salmaktadır. İzleyicisine belirli bir deneyim vermek için
nasıl etkili bir şekilde resim yapacağını anlamak istediği için insan vizyonunun, mimarinin,
kentsel mekanın ve üç boyutlu projelerin arkasındaki bilimi araştırmaktadır.
BAŞÖREN
Sivas ilinin Altınyayla ilçesine bağlı bir köydür.
Tarihçe: Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi olmamakla birlikte Cumhuriyet
tarihinin ilk yıllarındaki (1923-1950 arası) Tapu, senet ve benzeri kayıtlarda köyün ismi Başviran
(bazen de "Başveren") olarak geçmektedir. Yaygın bir rivayete göre Başören Köyünün yeri
daha önceleri birkaç defa yerleşim yeri olarak kullanıldığı için bu ismi aldığı söylenir.
Sarissa antik kenti: Başören köyünün yerleşim birimi olarak kullanılması Hititlere kadar
dayanır. "Sarissa", şimdiki yöresel ismiyle "Kuşaklı" olarak bilinen yerleşim alanı, Hititlerin olan
başkenti Hattuşaş'tan sonra gelen ikinci büyük şehirdir. Hitit Kralı Sarissa'ya gelir ve orada
bulunmakta olan Suppitassu gölünde adak adarmış. Burası, köyün güneyindeki Kormaç
Dağının zirvesinde yer alan yapay bir göldür. Gölün rakımı ortalama 1900 metre civarıdır.
SİYASET
Etimoloji: Osmanlıca üzerinden Türkçe'ye geçen Siyaset sözcüğü Arapça Seyis (At Bakıcısı)
kelimesi ile bağlantılıdır. Türk dilleri içerisinde yer alan ve -At- kökünden türemiş olan
"Atkarma" (siyaset, idare) ve "Atkarmak" (siyaset yapmak, idare etmek, icra etmek, muvaffak
olmak) sözcükleri de benzer anlamları karşılamaktadır. Bu bağlamda "Siyaset" (ve "Atkarma")
sözcüğü aslında atın idare edilmesi manasına gelmektedir.
ÇUKUROVA
Kültür: Tarihte bu bölgeden çıkmış en önemli ozan Karacaoğlan'dır. 17. yüzyılda yörenin
Türkmen aşiretleri arasında yaşamıştır.
Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet dense sana yakışır dağlar
-KaracaoğlanBölgede aşıklık geleneği günümüzde de sürmektedir. 115 halk ozanına dair bilgi mevcuttur.
Geçmişten günümüze en önemli isimler, Aşık Halil, Aşık Eyyubi, Aşık Halil, Aşık İmami, Aşık
Hacı, Aşık Feymani, Aşık Gülahmet olarak sayılabilir. Çukurova ve çevresinde içinde
bulunduğumuz yüzyılda yaşayan 14 kadın aşık tespit edilmiştir.
Arzum der, yurdumu ısıtan Güneş
Koca dünya, yıldızlar, yanan ateş
Yuvasın yitirmiş feryat eden kuş
Benimle ağlayan yardan ne haber
-Âşık Arzu Bacı(Adana, Feke)
Garip Fatma, yücesine çıkıyor
Yarin geleceği yöne bakıyor
İçindeki derya coştu akıyor
Bazı da bürünür, güze bu dağlar
-Âşık Fatma(Adana, Kozan)
ÂŞIK ARZU BACI
İncirci köyünde 1964 yılında doğmuştur. Çocuk yaşta evlendirilmiştir. Okula gidememiş ancak
ortaokul dahil dışarıdan bitirmiştir. Şiire daha çocuk yaşlardan itibaren merak salmıştır. Saz
çalmayı kendi kendine öğrenmiştir.
Esen yeller, uçan kuşlar, deryalar,
Aşkı müjdeleyen yardan ne haber
Hayaller, uykular, tatlı rüyalar
Gönlümde çağlayan yardan ne haber
BORSA
Beklentiler: Borsa'da işlem yapan oyuncular bunları bazı beklentiler sonucu gerçekleştirirler.
Örneğin 250 liraya aldığı bir hisse senedini 230 liraya satan bir kişi zarar ettiği halde bu işlemi
yaparken bir beklentiye sahiptir ve buradaki örnekte çok büyük olasılıkla hisse senedinin
değerinin daha da düşeceği fikrine sahiptir, böylece değeri daha fazla düşmeden önce elinden
çıkarmak istemektedir. Aynı hisse senedini satın alan kişi ise değerinin düştüğünü bildiği halde
bu işlemi gerçekleştirir çünkü onun beklentisi ise değer düşüşünün bir noktada duracağı ve
yükselişe geçeceği yönündedir. Düşük fiyattan da alarak çok daha fazla kar edeceğini
ummaktadır. Yani satan kişinin değerin daha da düşeceği yönündeki kanaatinde yanıldığını
düşünmektedir. Borsa'da genellikle üç nedenle işlem yapılmaktadır.
Rasyonel (mantıksal) neden: Hisse senedinin yıl sonunda getireceği kar veya zarar beklentisi
ile hareket edilir. Hisse senetleri anonim şirketlerin ortaklık belgeleri olup sene sonundaki kar
veya zararlarına ortak olunmaktadır. Bu tür oyuncular bilanço, gelir tablosu gibi mali tabloları
inceler, şirketin geçmiş dönemlerine bakar ve geleceğe yönelik tahminlerde bulunurlar. Uzun
vadeli bakış açısına sahiptirler.
Spekülatif neden: Borsanın aylık, haftalılk, günlük değerlerine bakılarak alım satımlar yapılır.
Orta veya kısa vadeli bakış açısıyla hareket edilir. Spekülasyon adı verilen ve başkalarından
(uzman, dergi, tv programı, arkadaş, diğer hissederlar vs.) duyulan bilgilerle, "tüyo" denilen
duyumlarla hareket edilir. Bu tür oyuncuların önemli bir kısmı şirketlerin hisse senedi
sayesinde sene sonunda kar ve zararının ortaklarına bölüştürdüğünden dahi habersizdirler.
Spekülasyon pek çok ülkede yasaldır (sahtekarlık içermemek kaydıyla insanlar fikirlerini
söyleyebilir, diğerleri buna inanıp inanmayacaklarına kendileri karar verirler).
Manipülatif neden: Aldatıcı işlemlerle insanların yönlendirilmesidir. Manipülasyon adı verilen
bu eylemler bazı tekniklerle gerçekleştirilir. Çoğunlukla kısa vadeli bakış açısıyla tuzağa
düşülür. Ancak manüplatif işlemi yapan uzun vadeli davranıyor olabilir. Pek çok ülkede
yasaklanmıştır.
NOKAY
Pek çok kaynakta köpeğin (Moğolca Nokay) Moğollarca kutsal (totem hayvanı olarak) kabul
edildiği yazılır. Türkler ise köpeği inanç sistemleri içerisinde değerli olarak görmez. Bu durum
iki kültür arasındaki önemli farklardan birisi olarak anlaşılır. Oysaki Lessing'e ait Moğolca
Sözlük’te, geçmişte Moğolların da tıpkı Türkler gibi kutlu bir hayvan olarak gördükleri kurdun
adını anmaktan çekindikleri için (tabu, yasak) onun yerine “Nokay” (köpek) diyerek
bahsettiklerini fakat duruma göre bu kavramı Kurt olarak algıladıklarını yazmıştır.
AŞIK / OZAN
Doğu Anadolu'da Aşığ / Aşuğ ve farklı ağızlarda Aşıh / Aşuh şekillerinde (gırtlaksı "h" sesiyle)
söylenir. İrticalen çalıp söyleyen her şaz şairine "Âşık" denildiği görülür. Toplumda âşıklara
herkes itibar eder, sever, sayar; hatta derviş olarak kabul görür. Türkçe çalıp çığıran (söyleyen)
Ermeni âşıklar vardır. Hayatını Âşığ Said’in eserlerini söylemekle geçiren Kırşehirli Âşık Garip
bunun son örneğidir. Kökeni Orta Asya Baksı geleneğine dayanır ve Türklerin inancı olan
Şamanizm'den izler taşır. Halk ozanları, toplumun değerlerini kuşaklar boyu tanıtmakta önemli
aracı olmuş ve bunları kalıcı kılmışlardır. Halk ozanlarının doğaçlama saz çalıp türkü söyleme
yetenekleri vardır. Genellikle bu yetenek Tanrısal bir güç tarafından kendilerine bahşedilmiştir.
Çoğu zaman bir rüyada üç bade içerler ve bu rüyadan uyandıklarında bu yeteneklerini
kazanmış olurlar. Buna "Tanrı Vergisi" denir. Geleneğin koruyucusu ve aktarıcısıdır.
Eşdeğer veya benzer kavramlar
Ozan: Eski Türkçe'de zaten var olan Ozan kavramı Cumhuriyet döneminde Dil Devrimi sonrası
"Âşık" (halk şairi) anlamında kullanılmaya başlanmıştır. (Oz/Uz) kökünden türemiştir. Ozmak
(önde gitmek, şarkı söylemek) fiilini içerir. Kendilerine saygı duyulduğu için hep önde otururlar.
Uzmanlık bildiren Uz sözcüğüyle de yakından ilgilidir. Sümerlerdeki gelecekten haber veren kişi
anlamına gelen "Uzu" kavramı ile de bağlantılı olma ihtimali vardır.
Emre: Pek çok halk ozanının, aşığın ve dervişin isminde yer alan Emre sözcüğünün (örneğin,
Yunus Emre, Taptuk Emre) Türkçede "Aşık" anlamına geldiği dibilim açısından kesinleşmiş
durumdadır. Bu kelimenin İmre kavramı ile bağlantılı olduğu kabul edilmektedir. Türk-Moğol
dil bütününde ilaç, ağız, dişilik, işaret bildiren (Am/Em/İm) kökünden türeyen
Amramak/Emremek/İmremek fiili aşık olmak demektir ve Emre kelimesi de aşık manası taşır.
Amrağ/Amra/Emre dönüşümüne uğramıştır. Anadolu'da "imremek" ve "imrenmek" fiilleri bir
şeyi çok sevmek, gıpta etmek, aşırı istek duymak manaları taşır.
Akın: Orta Asya'da özellikle Kazak kültüründe halk şairleri Akın olarak da adlandırılırlar. Kadın
ozanlara ise Akınay denir.
Doğan Kaya tarafından insanları halk ozanı olmaya yönelten etmenler şu şekilde sıralanmıştır:
1. İrsiyet (Kalıtım): İnsanların şair yaradılışlı, doğuştan yetenekli kimseler olması
2. Çevresel koşullar: Çevrede, yüzyıllar boyu süregelen, sözlü eğitim ve kültür birikimi
3. Çıraklık: Usta âşığın saza ve söze kabiliyeti olan bir genci çırak edinmesi
4. Çevredeki âşıklardan etkilenme: Önceden yaşamış / çevredeki âşıkların şiirlerini çalıp
söyleme
5. Sazlı ortamda yetişme: Meslekten yetişmiş âşıkların geçim sağlamak için saz çalmaları
6. Sevda sebebiyle: Sevdalanan genç, içinde bulunduğu ruh haliyle kendisini şiire yöneltir.
7. Sosyal değişimler: Topluma mesaj vermek isteyen şairlerin şiiri bir araç olarak kullanması
8. İnsanların fiziki yapısı: Bedensel sakatlıkları olan kişilerin farklı psikolojik güdülerle âşıklığa
başlamaları.
9. Rüya görerek: Rüyada bade içip âşık olanlar bulunduğu gibi, kimileri de rüyalarında
gördükleri değişik olayların sonucunda âşıklığa başlamıştır. Sözgelişi Ali İzzet Özkan’ın âşıklığa
yönelmesinde böyle bir rüyanın da etkisi olmuştur. İzzeti, yirmi beş yaşında şiire başlamıştır.
Üç gün rüyasında farklı yerler görmüş, değişik olaylara şahit olmuştur. Üçüncü gece Hacı
Bektaş evladından Ahmet Cemaleddin'in elinden lokma yemiş, uyandığında da başkalık
hissetmiştir.
10. Dert sebebiyle: Dertli (ruhsal sıkıntısı olan) insanların derdini hafifletmek için şiire
yönelmesi. Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Akçakışla köyünden Aşık Halil (Soylu) kendisi ile
yapılan bir görüşmede bade içip içmediği sorulduğunda; “Ben bade filan içmedim, beni derdim
ağlattı, derdim söyletti.” diyerek âşıklığa başlayış sebebini izah etmiştir.
Saz çalamayan ozanlar: Şiir yazabilen ama saz çalamayan ozanlara Türk kültüründe "Yanamaç"
adı verilir. Osmanlı döneminde ise okur yazar olan, hece hatta aruz ölçüleriyle şiir yazabilen
ama saz çalmayan âşıklara "Kalem şuarası" (kalem şairleri) denilmiştir.
Çalgı (özellilkle telli olanlar) Asya'dan Anadoluya tüm âşıklık geleneğinde büyük bir öneme
sahip olsa da, âşık olarak anılan kimi önemli isimlerin saz çalmadıklarına rastlanır. Bunlar, saz
çalmak dışında âşıklık geleneğinin önemli gereklerini yerine getirirler. Bir ozanda bulunması
gereken geleneksel özellikleri taşıdıkları halde çalgı çalamadıkları için bu kişilerin “âşık” olarak
adlandırılıp adlandırılamayacağı ise önemli bir tartışma konusudur. Âşığın neden çalgı
çalmadığı ise elbetteki ayrı bir sorundur. Kimi görüşlere göre saz çalmadan aşık olunamaz.
Örneğin Fuad Köprülü, âşıklık geleneğinde yetişmiş olup da saz çalamayan bir âşığın
olamayacağını öne sürmektedir.
Saz şairi kavramı: Bu konudaki önemli sınıflandırmalardan biri "Halk şairi" ve "Şaz şairi"
ayrımıdır. Halk şairi daha geniş kapsamlı bir kategori olup saz çalan veya çalamayan ozanların
hepsini içerir. Saz şairi ise daha dar bir içeriğe sahiptir ve anlaşılacağı üzere yalnızca enstrüman
çalabilen aşıkları tanımlamaktadır. Ancak saz ile çalınan eserlerin toplumsal bellekte
korunması çok daha kolay olmaktadır. Bu nedenle çalgı çalmadan söyleyen ozanların eserleri
hele de kendileri veya bir yakınları tarafından yazıya geçirilmemişse istisnai durumlar dışında
büyük oranda hatta bütünüyle unutulup gitmektedirler.
Kadın âşıklar: Zannedildiğinin aksine hem Orta Asya Türk geleneğinde hem de Anadolu'da
kadın halk ozanlarının sayısı oldukça fazladır. Örneğin İç Anadolu Bölgesi'nde sırf Şarkışla ve
yöresinde yaşamış 20'den fazla kadın âşık bulunur. Emlek yöresinde isimleri ile tespit edilmiş
9 kadın aşık vardır. Ancak geçmiş dönemlerde kadınların okur-yazarlık oranlarının erkeklere
göre çok daha düşük olması nedeniyle Cönk defteri tutmakta daha fazla güçlük çektikleri
anlaşılabilir bir durumdur. Ayrıca kadınların gezerek âşıklık yapma şansları ise neredeyse hiç
olmamıştır. Maalesef kadınlara ait eserlerin kaybolma ve unutulma olasılıkları erkeklerinkine
nazaran çok daha fazla gerçekleşmiştir. Kadın âşıklar, eserlerini çoğu zaman kadın meclisleri
ya da kına geceleri gibi kadınlara özel ortamlarda icra etmişlerdir.
İŞ HUKUKU
Tarihçe: 1800’lü yıllardan itibaren “Vahşi Kapitalizm” adı verilen bir üretim biçimi, ülkelerin
kendi halklarını acımasızca çalıştırmalarına sebep olmuştur. Uzun çalışma saatleri, sosyal
güvencenin olmayışı, hafta tatili de dahil olmak üzere tatillerin bulunmayışı, karın tokluğuna
yetecek kadar verilen yevmiye ücretler, çalıştırmada yaş sınırı bulunmayışı belirleyici
özellikleridir. Henüz iş hukuku oluşmamıştır. İşçi hakları neredeyse hiç yoktur. Vahşi
Kapitalizme tepki olarak Sosyalizm ortaya çıkmıştır ve yayılmıştır. Doğu toplumlarını inceleyen
ve bazılarında devlet mülkiyeti ve ortak çalışma kavramına rastlayan Karl Marx, bu
uygulamaları teorik olarak geliştirmiş ve ilk defa “Das Kapital” (The Capital) adlı eserinde
Sosyalizmin esaslarını ortaya koymuştur. Karl Marx’dan etkilenen pek çok düşünürün
katkılarıyla Sosyalizm kavramı daha da çok rağbet görmüş ve 1917 yılında Vladimir Lenin
önderliğinde Rusya’da bir devrim yapılarak(Sovyetler Birliği) kurulmuştur. Orta Asya’da pek
çok devlet Sovyetler Birliği’ne katılmıştır. Bu dönemde pek çok ülkede sınıf bilincine ulaşan
işçiler sendikalar kurarak haklarını aramışlar ve böylece Proletarya (İşçi sınıfı) doğmuştur.
Ayrıca daha sonra Çin’de gerçekleşen bir devrim ile de Çin Halk Cumhuriyeti sosyalizme
geçmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri de sosyalist rejimler kurarak Doğu Blokunu oluşturmuşlardır.
Bazı Uzak Asya ülkeleri ve Arap ülkeleri de yine sosyalizme geçmişlerdir. [Sosyalizm, üretici
gücün insan emeği ve dolayısıyla toplum olduğu düşüncesinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir
sistemdir.] Bunun üzerine Sosyalizm tehlikesi karşısında Kapitalist ülkelerde çalışma hayatında
işçi lehine ödünler verilmeye, çalışma saatleri azaltılmaya, hafta sonu tatilleri verilmeye, iş
güvenceleri gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1929 Ekonomik Buhranının ardından Kapitalist
ülkelerde de devletçi bir model olmasa bile devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği
görüşü yaygınlaşmıştır. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes devletin ekonomiye
müdahalesinin yöntemlerini ve formüllerini geliştirmiştir. 1940’lı yıllardan sonra (çok geç bir
tarihte) Avrupa’da “İş Hukuku” ortaya çıkmıştır. Günümüzde hemen her ülkede devlet az veya
çok, bir biçimde pek çok alanda etkin ve etkili olmaktadır. Ve hatta ekonomi, ticaret ve üretime
müdahale etmekte veya etmek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle günümüzde
“Müdahaleci/Denetimli Kapitalizm” yaklaşımı değişik düzeylerde pek çok ülke tarafından
benimsenmiştir. Devletler İş Hukuku ile işçi/ çalışan lehine olmak üzere çalışma hayatına
müdahil olmaktadır.
ÜLKER (MİTOLOJİ)
Bir Kırgız efsanesinde "Meçin" adlı böceğin Tanrı tarafından Ülker yıldızına dönüştürüldüğü
söylenmektedir. Uygur Türkerindeki bir söylencede ise Güneş’e karşılıksız bir aşk duyan Ülker,
bu aşkını açıklamak için Çolpan (Venüs) yıldızından yardım almaktadır. Bu efsaneye göre Güneş
aslında Ay’ı sevmektedir ve bundan dolayı Ülker, Ay’ı kıskanır. Anlatıda “Ülker yıldızı, gece
olmadan önce elindeki değneği Güneş'in kalbine saplamış. Değnek maşa gibi kızardığı için
Güneş bunu sezmemiş. Değnek kıpkırmızı kor gibi olunca, Ülker yıldızı alta geçmiş ve uykuya
dalmış olan güzel Ay'ın kutlu yüzüne değneği saplayıvermiş" ifadeleri yer almaktadır. Böylece
Ay'ın yüzünde kara bir leke kalır.
Astronomide: Ülker Takımyıldızı Türklerin en eski kozmolojik figürlerinden biridir. Anadolu’da
mevsim döngüleri bu yıldız grubuna göre belirlenir. Yakut Türkleri'nin mitolojik inançlarına
göre bir zamanlar gök kubbesi delikmiş. Gökteki deliklerden dünyaya soğuk doluyormuş.
Soğuğu kesmek için, Yakutların efsanevî bir kahramanı 30 çift “kurt bacağı derisinden eldiven”
dikerek üst üste giymiş ki elleri donmasın diye. Sonra göğe çıkarak Ülker'in yıldızları olan bu
delikleri kapatmış.
DİYALEKTİK
Karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir. Bir fikir (tez / iddia / sav)
kendisine karşıt fikirler (anti-tez / zıt-iddia / karşı-sav) ile çatışır. Böylece yeni bir fikir (sentez /
bireşim / terkip) ortaya çıkar. Diyalektik süreç kısaca Tez + Antitez = Sentez bağıntısına göre
işler. Bir şeyi yalnızca kendisini inceleyerek anlamak mümkün değildir, karşıtı olan olguları da
incelemek gerekir. Kainat ve yaşam döngüsü zıtların birlikteliği üzerine kuruludur. Ahmed
Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eserindeki “Herşey zıddıyla mümkün ve
maruftur,” cümlesi diyalektik anlayışı kasteder. Diyalektik yaklaşıma farklı kültürler ve dinler
içerisinde de rastlanır. Örneğin; Çin kültüründe “Yin ve Yang” bu zıtlıkları simgeselleştiren ve
birleştiklerinde tam bir daire oluşturan iki balık motifidir. İslam kaynaklarında “Herşey zıddıyla
bilinir,” prensibine sıklıkla değinilir. Diyalektik anlayışa göre her etki bir tepki doğurur. Bu
yaklaşıma göre her sistemin bir iç çelişkisi vardır. Ayrıca diyalektik kavramı tartışmada
muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelmektedir. Sözcüğün kelime kökünde “Dia” (ikili,
karşılıklı olma) anlamı bulunur. “Diyalog” sözcüğü de yine bu kökten türemiştir. Örneğin
yargılamada taraflar vardır. Tarafların iddiaları (Tez ve Antitez) bulunur. Bunlar birbiriyle
çelişir. Örneğin bir tarla anlaşmazlığında tarafların iddiaları birbiriyle çatışmaktadır. Hakim
Analiz (Çözümleme) ile sorunu anlar ve sonuca varır (Sentez). Örneğin bir ceza davasında
ömürboyu hapis isterken (Tez), zanlının avukatı müvekkilinin suçsuz olduğunu öne sürerek
beraatini isteyebilir (Antitez). Hakim tanıkları dinler, delilleri değerlendirir (Analiz) ve sonuca
ulaşıp kararını açıklayarak suçluya 8 yıl hapis cezası verebilir (Sentez).
Savcı: Ceza davalarında toplumun yararını savunan kişidir. Örneğin bir suç (cinayet, tehdit,
darp vs.) davasında zanlının avukatı ile mağdurun (veya ailesinin) avukatları mahkemede
bulunurlar ve tarafları savunurlar. Savcı ise tarafsız olarak kendi iddiasını öne sürebilir. Çoğu
zaman mağdurdan yana durur ancak onun asıl amacı mağduru, içinde bulunduğu toplumun
bir ferdi olarak dikkate almaktır. Yani gerçekte toplum düzenini savunmaktadır. Bu nedenle
savcılara Cumhuriyet Savcısı denir. Yani Cumhurun (halkın) ve Cumhuriyetin (devletin) adına
hareket ederler. Osmanlıca “Müdde-i Umumi” (Genel İddiacı, Kamu İddiacısı) tabiri savcı
demektir. “İddia Makamı” da denir.