Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme*
Louis Wirth
KENT VE ÇAĞDAŞ UYGARLIK
Akdeniz havzasında, önceleri göçebe bir yaşam süren halkların yerleşik düzene geçmeleri Batı
uygarlığının başlangıcını temsil ederken, büyük kentlerin gelişmesi de, en iyi biçimde, uygarlığımızın
modernliğinin başlangıcını simgelemiştir. İnsanlık, doğasından, hiçbir yerde, büyük kentlerin yaşam
koşulları altında olduğundan daha fazla uzaklaşmadı. Çağdaş dünya, artık, Sumner’ın ilkel toplumu
betimlediği gibi, geniş bir alana yayılmış, küçük, kendi içine kapalı topluluklardan oluşmuyor. 1
Modern dönemdeki insanın yaşam biçiminin ayırt edici özelliği, uygarlık adını verdiğimiz düşünce ve
uygulamaların doğrultusunda, daha küçük merkezlerin oluşturduğu kümeler çevresindeki büyük
yerlerde yoğunlaşmasıdır.
Çağdaş dünya için kullanılabilen “kentlileşme”nin derecesi, tam olarak ve geçerli bir biçimde,
kentlerde yaşayan toplam nüfusun oranı ile ölçülemez. Kentlerin, toplumsal yaşam ya da insan
üzerindeki etkileri, kentli nüfusun oranının göstereceği etkiden daha büyüktür. Kent yalnızca,
günümüz insanına daha büyük bir oranda iş ve yerleşim olanakları sunan bir yer değildir, aynı
zamanda dünyanın en uzak yerlerini kendine çeken, türlü bölgeleri, insanları ve etkinlikleri bir düzene
*
1
Louis Wirth, “Urbanism as a Way Of Life”, Paul K. Hatt ve Albert J. Reiss, Jr. (der.),
Cities and Society, The Free Press, Glenceo, Illionis, 1957, s. 46-63. (İlk yayımlandığı
yer: The American Journal of Sociology, Temmuz 1938, c. 44.)
William Graham Summer, Folkways, Boston, 1906, s. 12.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve denetleyicisi konumunda olan
bir merkezdir.
Kentlerin büyümesi ve dünyanın kentleşmesi modern zamanların en önemli olgularından birisidir.
Yaklaşık 1 milyar 800 milyon olarak kestirilen toplam dünya nüfusunun ne kadarının kentsel nüfus
olduğunu kesin olarak belirlemek olanaklı olmasa da, kentsel ve kırsal bölgeler ayrımı yapılan
ülkelerdeki toplam nüfusun % 69.2’sinin kentlerde yaşadığı söylenebilir.2 Bunun da ötesinde, dünya
nüfusunun çok dengesiz bir biçimde dağılmış olduğu ve sanayileşmeye yeni geçen kimi ülkelerdeki
kentlerin çok fazla gelişememiş olduğu olguları göz önünde bulundurulduğunda, bu oranın, sanayi
devriminin etkilerinin eskiden beri yaşandığı ve daha güçlü olduğu ülkelerde kentsel yoğunluğun ne
ölçüde geliştiğini yeterince yansıtmamakta olduğu ortaya çıkacaktır. ABD ve Japonya gibi
sanayileşmiş yerlerde, kırsal toplumdan kentsel topluma geçişin tek bir kuşak içinde gerçekleşmesi,
toplumsal yaşamın tüm yönlerinde kökten değişimleri de beraberinde getirmiştir. Sosyologları kırsal
ve kentsel yaşam biçimlerinin aralarındaki farklar üzerinde çalışmaya iten de bu değişiklikler ve
doğurduğu sonuçlardır. Söz konusu amacın izlenmesi, insan doğasında ve toplum düzeninde süregelen
değişiklikleri anlayabilmek için en çok sözü edilen yaklaşımlardan birini ortaya koyabileceğinden,
toplumsal yaşamın en önemli güncel sorunlarından kimilerinin anlaşılması ve üstlerinde denetim
kurulabilmesi için zorunlu bir ön gereksinimdir.3
Kent, birdenbire ortaya çıkmayıp bir gelişme sürecinin ürünü olduğundan, yaşam biçimi
üzerindeki etkilerinde, daha önceki topluluklara egemen olan yaşam biçiminin görmezden
gelinemeyeceği düşünülmektedir. Bu yüzden, farklı derecelerde de olsa, toplumsal yaşamımız, temel
yerleşme biçimi tarıma, tımara ve köye dayanan daha eski toplumların izlerini taşır. Söz konusu
tarihsel etkiye, eski yaşam biçiminin izlerinin hâlâ egemen olduğu kırsal bölgelerden insanların kente
göç etmesi de katkıda bulunur. Bu yüzden, kentsel ve kırsal kişilik tipleri arasında kesin ve farklı
dönüşümler bulmayı beklememeliyiz. Kent ve köy, söz konusu yerlerdeki insan yerleşmelerinin
kendini düzenleme eğilimlerine göre, iki ayrı kutup olarak değerlendirilebilir. Kentsel-endüstriyel ve
kırsal-halk toplumlarını ideal topluluk tipi biçiminde ele alarak, toplumların çağdaş uygarlık içinde
aldığı temel biçimlerin çözümlenmesi için uygun bir yaklaşıma ulaşabiliriz.
KENTİN SOSYOLOJİK AÇIDAN TANIMLANMASI
Kentin, uygarlığımızda önemli bir yeri olmasına karşın, kentlileşmenin doğasına ve kentleşme
sürecine ilişkin bilgilerimiz yetersizdir. Bugüne değin kentsel yaşamın belirgin özelliklerini ortaya
koymak için pek çok girişimde bulunuldu. Coğrafyacılar, tarihçiler, iktisatçılar ve siyaset bilimcileri,
kendi disiplinlerinin bakış açılarına göre değişen türlü tanımlar kullandılar. Söz konusu tanımların
yerini alma amacını taşımaksızın, kente sosyolojik açıdan yaklaşmak, insan toplumunun özel bir
biçimi olarak kentin belirgin niteliklerini ortaya koyarak, bu tanımlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi
vurgulamaya yarayabilir. Kentin sosyolojik açıdan anlamlı bir tanımını ortaya koymak, insanın grup
yaşamının farklı bir biçimini simgeleyen kentlileşmenin özelliklerinin neler olduğunun belirlenmesine
yarayabilir.
Herhangi bir topluluğu yalnızca büyüklük açısından ele alarak kentsel olarak nitelemek oldukça
keyfi olacaktır. Günümüzde, nüfusu 2.500 ve üstünde olan toplulukları kentsel, diğerlerini de kırsal
olarak değerlendiren, nüfusa bağlı tanımları savunmak zordur. Ölçütler 4.000, 8.000, 10.000, 25.000
ya da 100.000 olsa bile bir şey değişmeyecek, bu kez de, daha küçük boyutlardaki toplulukların
sorunlarından daha çok, kentsel yığılma ile ilgilenmiş olacağız. Sayılar tek belirleyici ölçüt olarak
alındığı sürece, hiçbir kentlileşme tanımı tam anlamıyla doyurucu olamayacaktır. Bunun da ötesinde,
2
3
S. V. Pearson, The Growth and Distribution of Population, New York, 1935, s. 211.
Birleşik Devletler’de kamu kurumları uzun bir süreden bu yana kırsal yaşamı ilgi alanı
içinde görmektedir; bunun en iyi örneğini 1909’da Başkan Theodore Roosevelt’e, Kırsal Yaşam
Kurulu’nun (Country Life Commission) sunduğu kapsayıcı rapor oluşturur. Ulusal Kaynaklar
Kurulu’nun (National Resources Committee) kentlileşme üzerine araştırma yapacak bir kurul
(Research Committe on Urbanism) oluşturmasına kadar, kentsel yaşam konusunda hiç bu kadar
kapsayıcı resmi nitelikte araştırma yapılmadığını söylemek kayda değer olacaktır (Cf. Our
Cities: Their Role in the National Economy, Government Printing Office, Washington, 1937).
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
keyfi olarak belirlenmiş bu rakamlardan daha az sayıda insanın yaşadığı, metropoliten merkezlerin
etkisi altında bulunan, kendisinden büyük yerleşim yerlerine göre kırsal bölgelerden daha fazla
farklılaşmış olan ve kentsel olarak kabul edilebilecek toplulukları göstermek güç olmayacaktır. Sonuç
olarak, nüfusa bağlı tanımların, kentsel alanın belirlenmesinde yasal sınırların göz önünde
bulundurulmasından, kentin yönetsel bir kavram olarak algılanmasından ve rakamlardan aşırı bir
biçimde etkilendikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Kentin, köyün, devletin ya da ulusun keyfi
yönetsel sınırlarıyla çakışan büyük metropoliten merkezlerin çevresindeki nüfus yoğunlaşması bu
duruma örnek verilebilir.
Kentlileşmeyi, kentin fiziksel varlığı ile tanımladığımız, onu yalnızca katı bir biçimde mekânla
sınırlandırdığımız ve kentsel tutumların keyfi yasal sınırların bittiği yerde birdenbire kesileceğini
düşündüğümüz sürece, bir yaşam biçimi olan kentlileşme için uygun bir kavram geliştiremeyiz.
İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olan ulaşım ve iletişimdeki teknolojik gelişmeler, uygarlığımızın
en önemli öğelerinden olan kentlerin rolünü artırarak kentsel yaşam biçimini kentin kendi sınırlarının
dışına taşırdı. Kentin, özellikle de büyük kentin baskınlığının, sanayi, ticaret, yönetimle ilgili
olanakların ve etkinliklerin, ulaşım ve iletişim ağları, gazeteler, radyo istasyonları, tiyatrolar,
kütüphaneler, müzeler, konser salonları, operalar, hastaneler, yüksek öğretim kurumları, araştırma ve
yayın merkezleri, iş kurumları, din ve hayır işlerine yönelik kurumlar gibi kültürel ya da dinlenme ve
eğlenceye ilişkin donanımların kentlerde yoğunlaşmasından kaynaklandığı kabul edilebilir. Bu araçlar
aracılığıyla kent, bir çekim merkezi niteliğine bürünüp kırsal bölgeler üzerine etkide bulunduğunda,
kentsel ve kırsal yaşam biçimleri arasındaki farklar daha da artacaktır. Kentleşme, artık, yalnızca
insanları kent olarak adlandırılan yere çekme sürecini belirtmekle kalmamakta, insanların kentin
yaşam biçimini benimsemesi anlamına da gelmektedir. Kentleşme, ayrıca, kentlerin büyümesinin
beraberinde getirdiği yaşam biçiminin belirgin niteliklerinin ve kentin kurumlarıyla kentlilerin,
iletişim, ulaşım araçları aracılığıyla oluşturduğu büyünün etkisi altında kalan bireylerde, kentli olarak
kabul edilen yaşam biçiminin niteliğindeki değişiklikleri vurgular.
Yerleşim yerlerinde yaşayanların sayısının kentlileşmenin bir ölçütü olarak kabul edilmesinden
kaynaklanan eksiklikler, çoğunlukla, nüfus yoğunluğu için de geçerlidir. İstersek, Mark Jefferson’un 4
önerdiği gibi 1 mil karedeki nüfus yoğunluğunu 10.000 olarak alalım ya da Wilcox’un5 kentsel
yerleşmeler için önerdiği ölçüt olan 1.000’i kabul edelim, nüfus yoğunluğunun belirgin toplumsal
niteliklerle bağlantısı kurulmadığı sürece bu ölçüt kentsel toplulukları kırsal topluluklardan ayırt
etmede bize nesnel bir temel oluşturamaz. Nüfus sayımlarımız, bir bölgenin gündüz değil gece
nüfusunu dikkate aldığından, kentsel yaşamın en yoğun olduğu yer -kent merkezi- genellikle düşük
nüfus yoğunluğuna sahip olarak görünür; eğer nüfus yoğunluğu gerçekten kentleşmenin bir göstergesi
olarak kabul edilseydi, kentsel toplumu belirleyen en önemli ekonomik etkinliklerin bulunduğu sanayi
ve ticaret bölgeleri gerçekten kentsel olarak değerlendirilemeyeceklerdi. Yine de, bir kentin
betimlenmesinde, kentsel toplumun, büyük bir yığılma ve göreli olarak yoğun bir nüfus toplanması
özellikleri ile diğer yerlerden ayırt edilebileceği görmezden gelinemez. Kentin içinde doğduğu,
geliştiği genel kültürel koşullarla birlikte ele alınması gereken bu ölçütler toplumsal yaşamda
düzenleyici etmen olarak rol oynadıkları ölçüde sosyolojinin ilgi alanına girerler.
Bu tür ölçütlere, kentlerde oturanların meslekleri, bazı fiziksel olanakların ve kurumların varlığı,
siyasal örgütlenme biçimleri konularında da aynı eleştiriler yöneltilmektedir. Sorun, uygarlığımızda ya
da diğer uygarlıklarda bulunan kentlerin bu özellikleri sergileyip sergilemedikleri değil, bunların
toplumsal yaşamın niteliğini kentsel bir biçime sokma gizilgücüne sahip olup olmadıklarıdır. İyi bir
kent tanımı geliştirirken kentler arasındaki büyük farklılıkları göz ardı edemeyiz. Kentleri, Doğal
Kaynaklar Kurulu’na6 (National Resources Committee) sunma sorumluluğunu aldığımız son rapordaki
gibi, büyüklük, yerleşme, yaş ve işlevlerine göre türlere ayırmak, küçük kentlerin dünya metropoliten
merkezleri, tarımsal bölgelerin ortasındaki yalıtılmış ticaret merkezlerininse, dünya limanı ya da
ticaret ve sanayinin yoğun olarak bulunduğu bitişik küme kenti olmak için savaşım vermelerinde
4
5
6
“The Anthropogeography of Some Great Cities”, Bull. American Geographical Society, XLI,
1909, s. 537-566.
Walter F. Willcox, “A Definition of ‘City’ in Terms of Density”, E. W. Burgess, The Urban
Community içinde, Chicago, 1926, s. 119.
age, s. 8.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
gözlenebildiği gibi değişik nitelikteki kentsel toplulukları düzenlemek ve sınıflandırmak açısından
uygun gibi görünüyor. Farklılıkların bu kadar belirgin olarak ortaya çıkmasının nedeni, söz konusu
kentlerin toplumsal özyapısının ve etkilerinin oldukça değişik olmasıdır.
İyi bir kentlileşme tanımı, yalnızca tüm kentlerin genelde gözlenen temel niteliklerini göstermekle
kalmamalı -en azından bizim kültürümüzdeki- değişik biçimlerinin neler olabileceğini bulmamıza
yardımcı olabilmelidir. Bir sanayi kenti başkentten, ticaret, madencilik, balıkçılık, turizm, üniversite
kentinden, toplumsal açıdan, önemli farklılıklar gösterecektir. Tek bir sanayi kentinin olması birden
çok sanayi kentinin olmasından çok daha farklı toplumsal nitelikler bütünü taşıyabileceği gibi, sanayi
açısından dengeli bir kent, sanayi açısından dengesiz bir kente göre, bir banliyö bir uydukente göre, bir
yerleşim banliyösü bir sanayi banliyösüne göre, metropoliten bölge içindeki bir kent bu bölgenin
dışındaki bir kente göre, eski bir kent yeni bir kente göre, bir güney kenti New England’a göre, bir
Orta Batı kenti Pasifik kıyısındaki bir kente göre, büyüyen bir kent durağan ya da ölmek üzere olan bir
kente göre farklı toplumsal özellikler gösterebilecektir.
Sosyolojik bir tanım, bu değişik türdeki kentlerin, toplumsal bir varlık olarak, genelde sahip
oldukları temel özelliklerin neler olduğunu belirgin bir biçimde içermelidir, ama açıkça yukarıda
vurgulandığı ölçüde, tüm değişik kent biçimlerini ortaya koyacak kadar da ayrıntılandırılamaz.
Kentlerin özelliklerinden bazılarının kentsel yaşamın doğasını düzenlemede diğerlerine göre daha
önemli olduğu söylenebilir. Kentlerin büyüklüklerine, yoğunluklarına ve değişik işlevleri taşımasına
göre ayrımlar gösteren kentsel-toplumsal durumun belirgin niteliklerini tahmin edebiliriz. Bunun da
ötesinde, kırsal yaşamın, ilişki ve iletişim kurma yoluyla kentlerin ve kentlileşmenin etkisi altında
kalacağı sonucuna varabiliriz. Bu sonuç, kentin tanımını yapmaya çalışırken göstereceğimiz gibi, tüm
gereksinimleri karşılayan yerlerde kentlileşmenin bir yaşam biçimi olacağından kuşku duyulmadığı
ama kentlileşmenin yalnızca böyle yerelleştirmelerle sınırlandırılamayıp değişik derecelerde de olsa,
kentin etkilerinin ulaştığı her yerde kendisini belli etmesi biçimindeki vurguların daha iyi
anlaşılmasına katkıda bulunabilir.
Kentlerdeki yaşam biçiminin yapısını belirleyen nitelikler bütünü olan kentlileşme ve bu
etmenlerin gelişmesini ve yayılmasını gösteren kentleşmeyi yalnızca fiziksel ve demografik anlamda
kent olarak adlandırılan yerleşim yerlerinde göremeyiz; ama bu kavramlar, yine de, anlamını en iyi
biçimde bu tür yerlerde, özellikle de anakentlerde bulur. Bir kent tanımı geliştirmeye çalışırken, bir
yaşam biçimi olarak kentlileşmeyi, topluluğun belirgin yapısını önemli ölçüde etkileyebilen ama temel
nitelikleri kentsel olarak değerlendirilemeyen yerel ya da tarihsel kültürel etkilerle ortaya koymaktan
kaçınmak gerekmektedir.
Kentlileşmenin endüstriyalizm ve modern kapitalizmle karıştırılması tehlikesine özellikle dikkat
çekmek gerekmektedir. Modern dünyada kentlerin yükselişi, kuşkusuz, modern makine teknolojisinin,
büyük çaplı üretimin ve kapitalist girişimin ortaya çıkışından bağımsız değildir. Ama, daha önceki
dönemlerin kentleri, günümüzün büyük kentlerinden farklı bir biçimde sanayi öncesi ve kapitalizm
öncesi düzen içinde gelişmelerine karşın onlar da kentti.
Sosyolojik olarak bir kent, toplumsal açıdan bir örnek olmayan insanların göreli olarak geniş bir
alanda, yoğun bir biçimde ve sürekli olarak birlikte bir yere yerleşmiş bulunması biçiminde
tanımlanabilir. Bu dar tanımın ön kabullerine dayanan ve toplumsal kümelerle ilgili var olan bilgilerin
ışığında bir kentlileşme kuramı geliştirilebilir.
BİR KENTLİLEŞME KURAMI
Kent yazınında, toplumsal bir varlık olarak kentle ilgili işe yarar bilgilerden oluşan, sistemli bakış
açısına sahip bir kentlileşme kuramı bugüne değin geliştirilebilmiş değildir. Kentlerin büyümesinin
tarihsel bir eğilim ve kendini yineleyen bir süreç olarak algılandığı bu türden özel sorunlar hakkında7,
gerçekten, yetkin kuramlarımız ve kentsel yaşamın pek çok özel yönü üzerine sosyolojik ilgiyi
gösteren, pek çok ayrıntılı bilgiyi içeren ampirik çalışmalardan oluşan varsıl bir yazınımız var. Ama
7
Bkz. Robert E. Park, Ernest W. Burgess, ve ark., The City, Chicago, 1925, özellikle ii. ve
iii. bölüm; Werner Sombart, “Städtische Siedlung, Stadt”, Handwörterbuch der Soziologie,
der. Alfred Vierkandt, Stuttgart, 1931.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
kent üzerine yapılmış araştırmaların ve yazılmış kitapların sayısının artmasına karşın, hâlâ kentin
sosyolojik açıdan tanımında üstü kapalı bir biçimde var olan ön kabullerden ve genel sosyoloji
bilgimizden çıkarılabilen ve ampirik araştırmalar yoluyla kanıtlanabilecek kapsayıcı varsayımlar
bütününe ulaşamadık. Sistematik bir kentlileşme kuramına en yakın yaklaşımları, Max Weber’in8 “Die
Stadt” adlı önemli makalesi ya da Robert E. Park’ın anılmaya değer yazısı “The City: Suggestions for
the Investigations of Human Behavior in the Urban Environment”ında9 bulabiliriz. Ama bu yetkin
katkılar bile, üzerinde uygun bir biçimde araştırma geliştirilebilecek düzenli ve tutarlı bir kuram çatısı
oluşturmaktan uzaktır.
İlerleyen sayfalarda, kenti tanımlayan sınırlı sayıdaki ayırt edici niteliklerin neler olduğunu ortaya
koymaya çalışacağız. Söz konusu niteliklerin neler olduğunu belirledikten sonra, genel sosyoloji
kuramı ve ampirik araştırmaların ışığında, hangi sonuçları doğurduğunu ya da bunlardan başka hangi
niteliklerin var olduğunu göstereceğiz. Bu yolla, bir kentlileşme kuramını oluşturacak temel
önermelere varılacağını umuyoruz. Önermelerimizden kimileri, daha önceden elde edilmiş olan çok
sayıda araştırma bulgularıyla kanıtlanabilir; diğerleri ise belli miktarda olası kanıtın bulunduğu ama
daha bol ve tam doğrulamanın gerekli olduğu varsayımlar olarak kabul edilebilir. Böyle bir yöntemin,
en azından, kent hakkında sahip olduğumuz sistematik bilginin yöntemini ve gelecek araştırmalar için
önemli ve yararlı olabilecek varsayımların neler olabileceğini göstermesi umulmaktadır.
Kent sosyoloğunun ana sorunu, çok sayıda türdeş olmayan insanı barındıran, yoğun nüfuslu
yerleşim yerlerinde göreli olarak sürekli bir biçimde gözlenen toplumsal eylemlerin ve örgütlerin
biçimlerini keşfetmek olmalıdır. Ayrıca kentlileşmenin, en belirgin ve en uçtaki biçimlerini, bir
dereceye kadar, en uygun olan günümüz koşullarında alacağı sonucunu da çıkarmalıyız. Böylece, bir
topluluk ne kadar daha geniş, daha yoğun nüfuslu ve daha değişik nitelikteki insanlardan oluşursa
kentlileşmenin temel niteliklerini de o kadar güçlü bir biçimde vurgulamış olacaktır. Yine de,
toplumsal kurumlar ve uygulamaların, ilk yaratıldığı biçiminden farklı etmenlerin etkisiyle benimsenip
sürdürülebileceği ve kentsel yaşam biçiminin ilk ortaya çıktığı koşullara oldukça yabancı olan koşullar
altında uygun olarak sürdürülebileceği de kabul edilmelidir.
Kentin tanımını verirken kullandığımız temel terimlerin neden seçildiği açıklanabilir. Kapsayıcı
ve aynı zamanda olanaklı olduğu ölçüde açıklayıcı nitelikte olması için, gerekli olmayan varsayımları
kentin tanımına dahil etmeme yolu seçildi. Bir kent kurmak için büyük sayılar gerekir demek,
kuşkusuz, belli bir bölgedeki nüfusun fazla olması ya da yerleşim yerinin yüksek yoğunluklu olması
anlamına gelir. Yine de, ikisi de önemli bir biçimde farklı toplumsal etmenlere bağlı olduğundan,
nüfusu ve yoğunluğu ayırt edici etmenler olarak görebilmek için geçerli nedenler var. Buna benzer
biçimde, sayının artmasının farklılıkları da artırması bekleneceğinden, kentlileşmenin gerekli ve farklı
bir ölçütü olarak nüfus sayısının yanına ek olarak türdeş olmamayı da almak gereksinmesi
sorgulanabilir. Bunu savunmak için, kentin, resmi rakamların hesaba katmadığı ve normal dağılım
eğrisinin yeterince gösteremediği nüfusun heterojenliğinin türünü ve derecesini gösterdiği söylenebilir.
Kentin nüfusu kendisini yeniden üretemediğinden, göçmenleri diğer kentlerden, taşradan ve -yakın
zamanlara kadar bu ülkede- diğer ülkelerden kendine çekmesi gerekmektedir. Böylece, kent, tarihsel
olarak, ırkları, halkları, kültürleri eritme potası işlevini görürken, yeni biyolojik ve kültürel
kaynaşmalar için çok uygun bir gelişme alanı olmuştur. Kent, bireysel farklılıklara yalnızca hoşgörü
ile bakmakla kalmamış, onların gelişmesine uygun bir ortam da sağlamıştır. Kent, yeryüzünün en uzak
yerlerinden, türdeş ve aynı düşüncede olmayan farklı yapıdaki insanları, birbirlerine yardımcı
olabilecek biçimde bir araya getirmiştir.10
(a) Nüfusun büyüklüğü (b) yerleşim yerlerinin yoğunluğu ve (c) yerleşim yerlerinde oturanların
ve grup yaşamının farklılığı arasındaki ilişkilerle ilgili olarak, gözlem ve araştırmaya dayanılarak
geliştirilen pek çok sosyolojik önerme bulunmaktadır.
8
9
10
Wirtschaft und Gesellschaft, Tübingen, 1925, kısım I, bölüm viii, s. 514-601.
Park, Burgess, ve ark., age, bölüm i.
Tanım yaparken neden “sürekli olarak” sözcüklerinin kullanıldığını açıklamak gerekli
görünüyor. Kentte yaşayanlar için böyle geniş kapsamlı bir açıklama yapmada başarılı
olamamamız, bir yandan bir bölgedeki yerleşim yeri süreklilik niteliği taşımadığından,
kentsel yaşamın belirgin niteliklerinin ortaya çıkamamasından; diğer yandan da, farklı
yapıdaki çok sayıda bireyin, teknolojik yapının az ya da çok gelişimi olmadan, böyle yoğun
bir ortamda bir arada yaşayamamasından kaynaklanmaktadır.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
Nüfus Yığılmasının Büyüklüğü
Aristoteles’in Politika’sından11 bu yana hep, bir yerleşim yerinde oturanların sayısının belirli bir
düzeyin üstünde artmasının, orada oturanların birbirleriyle ve kentle olan ilişkilerini etkileyeceği kabul
edilmiştir. Daha önce değinildiği gibi, kentte daha çok sayıda insanın bulunması, kişisel farklılıkların
daha da çoğalmasına yol açmaktadır. Bunun da ötesinde, karşılıklı etkileşim sürecine katılanların
sayısının daha çok olması bunlar arasındaki gizil farklılıkların daha da artmasına yol açacaktır. Bir
kentsel topluluğun üyelerinin, kişisel özelliklerinin, mesleklerinin, kültürel yaşamlarının ve
düşüncelerinin, bu yüzden, kırsal kesimde yaşayanlarınkine göre, daha ayrı kutuplara ayrılmış olduğu
beklenebilir.
Bu tür farklılıkların, bireylerin renginden, etnik kökeninden, ekonomik ve toplumsal
konumundan, beğeni ve önceliklerinden kaynaklanan toplumsal farklılaşmalara yol açabileceği
sonucuna kolayca varılabilir. Farklı köken ve altyapıdan gelen üyeleri barındıran bu yığın içinde
akrabalık bağlarından, komşuluk ilişkilerinden ve ortak halk geleneğinden gelen bir kuşakla beraber
yaşamaktan kaynaklanan duygular muhtemelen yok olacaktır ya da en iyi olasılıkla göreli olarak
zayıflayacaktır. Bu koşullar altında, rekabet ve resmi denetim mekanizmaları, daha eski dönemlerde,
toplumu bir arada tutmada kendisine bel bağlanan dayanışmanın yerini almaktadır.
Bir topluluktaki insan sayısının birkaç yüzü aşması, topluluğun her bir üyesinin diğerlerini kişisel
olarak tanıyabilmesi olasılığını azaltacaktır. Max Weber, bu olgunun toplumsal önemini kabul
ederken, bir yerde oturanların sayısının çok olmasının ve yerleşim yerlerinin yoğunlaşmasının,
sosyolojik açıdan komşuluğun doğasında var olan, bir yerde oturanların birbirlerini karşılıklı olarak
tanıyabilmelerinin olanaksızlaşması anlamına geldiğine dikkat çekmiştir.12 Sayılardaki artış, böylece,
toplumsal ilişkilerin niteliğinde değişmeyi de beraberinde getirmektedir. Simmell’in işaret ettiği gibi:
Eğer kentte yaşayan ve dışarısı ile devamlı ilişki içinde olan insanların sayısı, neredeyse,
bireylerin her karşılaştığı kimseyi tanıyor olduğu, üstelik daha iyi ilişkilerin gözlendiği küçük
kentlerde iç ilişki kuran insanların sayısı ile karşılaştırılacak olursa, kentte yaşayan bir insanın
tümüyle yalıtılmış ve algılanması güç bir ruhsal durum içinde bulunduğu ortaya çıkacaktır.13
İlişkilerin tam olarak kişiselliğe dayanmasının olanaklı olmadığı koşullar altında karşılıklı etkileşim
11
12
13
Politika’nın B. Jowett çevirisinden alınan aşağıdaki metin burada anılabilir. Bkz. vii. 4.
4-14: “Diğer şeylerin, bitkilerin, hayvanların, nesnelerin olduğu gibi, devletlerin
büyüklüğünün de bir sınırı vardır. Bunlar çok büyük ya da çok küçük olduklarında doğal
niteliklerini koruyamazlar; ya tümüyle doğal niteliklerini kaybederler ya da bozulmaya
uğrarlar. .... Bir devletin nüfusu çok az olduğunda kendi kendine yeten, ideal bir devlet
olamaz. Nüfusu çok olduğunda da, kendi kendine yeterliliğini sağlasa bile anayasal
hükümetin eksikliğinden dolayı bir devlet değil ancak bir ulus olabilir. Stentor’un (Davud,
ç.n.) sesine sahip olmadıkça kim bu kalabalığın başı ya da duyurucusu olabilir?”
“Bir devlet ancak siyasal toplulukta iyi bir yaşam sürebilmek için yeterli olacak nüfusa
ulaştığında var olmaya başlayabilir; gerçekte en uygun sayıyı biraz geçebilir. Ama daha
önce söylediğim gibi bir sınır olmalıdır. Sınırın ne olacağı deneyimler sayesinde kolayca
bulunabilir. Yönetenlerin ve yönetilenlerin görevi çalışmaktır; yönetenlerin özel görevleri
ise yönetmek ve yargılamaktır. Ama eğer bir devletin yurttaşları niteliklerine göre
değerlendirilir ve görevlendirilirlerse, her birinin diğerinin niteliklerini bilmesi
gerekir; bu bilginin olmadığı yerlerde memuriyetlere görevlendirmeler ve mahkemelerin
verdikleri kararlar iyi olmayacaktır. Nüfus çok fazla olduğunda, olması gerektiği gibi
değil, gelişigüzel bir biçimde yerleştirileceklerdir. Yurttaş olmayanlar, yerleşik
yabancılar (metoikoslar) sayıca fazla olduğunda kimse onların farkına varamayacağından
kolayca yurttaşlık hakkına kavuşacaklardır. Açıkçası, bir devletin nüfusunun en iyi sınırı,
yurttaşları tek bir bakışta görebileceğimiz kadar, yaşamın tüm gereksinmelerinin
karşılanabilmesi için gereken en büyük sayıdır. Bunlar bir kentin büyüklüğünü belirlemek
için yeterlidir.” (Bu dipnotta Aristoteles’in Politika, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1975 tarihli çevirisinden yararlanılmıştır- ç.n.).
age, s. 514.
Georg Simmel, “Die Grossstädte und des Geistesleben”, Die Grossstadt, der. Theodor
Petermann, Dresden, 1903, s. 187-206.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
içinde bulunan insanların sayısının artması, kimi zaman kent psikolojisi öğrencilerinin farkına vardığı
gibi, insan ilişkilerinin bölünmesinin, kentteki kişiliğin “şizoid” niteliğinin bir açıklaması olarak
sunulması sonucunu doğurmaktadır. Bu durum, kentsel yerleşim yerlerinde yaşayanların kırsal
bölgelerde yaşayanlara göre daha az tanıdıklarının olması anlamına değil -ki gerçekte tersi doğru
olabilir- daha çok, kentsel yerleşim yerinde yaşayanların, karşılaştıkları ve gündelik yaşamda ilişki
içinde olduğu insanların küçük bir bölümünü tanıdıkları ve bunlar hakkında daha az bilgiye sahip
oldukları anlamına gelir.
Genel olarak kentliler birbirleriyle oldukça parçalanmış rollerle karşı karşıya gelir. Kentliler,
yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması için kırsal yörelerde yaşayanlara göre daha çok sayıda insana
gereksinim duyarlar ve böylece daha çok sayıda örgütlenmiş grupla işbirliği içine girerler; ama belli
kişilere daha az bağımlıdırlar ve birbirlerine bağımlılıkları, diğerlerinin oldukça farklı olan eylem
alanları ile sınırlandırılmıştır. Bu, kentin niteliklerinin, temel olarak, birincil ilişkilerden daha çok
ikincil ilişkiler sonucunda belirlendiğini söylemek anlamına gelir. Kentte kurulan ilişkiler gerçekten
yüz yüze olabilir, ama bu ilişkiler yine de, kişisel, yapay, geçici ve parçacıldır. Hatta, kentlilerin
ilişkilerinde gösterdikleri soğukluk ve kayıtsız görünüş, böylece, diğerlerinin istek ve beklentilerine
karşı koymada bir araç olarak görülebilir.
Yüzeysellik, kendi kişiliğini ortaya koyamama ve kentsel-toplumsal ilişkilerin geçici nitelikte
olması, kentte oturanların içinde bulunduğu karmaşıklık ve ussallığı anlamamıza da yardımcı olabilir.
Kentte yaşayanlar, diğer bireyleri, kendi amaçlarına ulaşmada bir araç olarak görerek, çıkara dayanan
ilişkiler kurma eğilimindedirler. Bu yüzden, birey, bir yandan, diğer bireylerin ya da yakın bağlar
kurduğu kümelerin duygusal denetiminden belli bir derecede kurtulabilme ya da özgürlüğe
kavuşabilme şansını elde ederken, diğer yandan, kendini ifade edebilmeyi, moralini ve bütünleşmiş bir
toplumda bir arada yaşamanın vereceği katılma duygusunu kaybeder. Bu, temel olarak, Durkheim’ın
teknoloji toplumunda toplumsal çözülmenin değişik biçimlerinin nedenlerini açıklama girişiminde
sözünü ettiği kuralsızlık (anomi) ya da toplumsal boşluk durumunu oluşturur.
Kentin bölünmüş niteliğini ve bireyler arası ilişkilerin yararcılığa dayanmasını en iyi biçimde, en
gelişmiş biçimlerini mesleklerde gördüğümüz, uzmanlaşmış görevlerin çoğalmasında
gözlemleyebiliriz. Maddi bağların ön planda olması, iş yaşamı ile ilgili yasalarca ve meslek ahlakıyla
denetim altında tutulmadıkça, toplumda düzeni bozabilecek çıkara dayanan ilişkilerin egemen olması
sonucunu doğurur. Toplumda yararlılığın ve verimliliğin ödüllendirilmesi, bireylerin kümeler halinde
bir araya gelebildikleri ortak araçların geliştirilmesini gerektirir. Kentsel-endüstriyel dünyada, bireysel
girişimlerin ve ortaklıkların da üstünde büyük şirketler kurmanın yararları, yalnızca binlerce insanın
kaynaklarının merkezileştirilmesinden ya da sınırlı sorumluluğun ve sürekli başarının yasal
ayrıcalığından değil, şirketlerin ruhunun olmamasından da anlaşılabilir.
Bireylerin özellikle mesleklerinde uzmanlaşması ve işbölümünün önemli bir yer tutması, Adam
Smith’in vurguladığı gibi, yalnızca genişletilmiş bir pazarda geçerli olabilir. Bu pazara kentin
artbölgesi kısmen katkıda bulunabilir; daha geniş bir ölçüde, asıl katkıyı kentin kendi nüfusu yapar.
Kentin kendisini çevreleyen artbölge üzerindeki egemenliği, kentsel yaşamın doğurduğu ve geliştirdiği
işbölümü açısından açıklanabilir. Karşılıklı bağımlılığın en uç derecede olması ve kentsel yaşamın
değişken yapısı, işbölümü ve mesleklerde uzmanlaşma ile yakından ilgilidir. Bütün kentlerin en büyük
yararı sağlayacak biçimde işlevlerini uzmanlaştırma eğilimi, söz konusu karşılıklı bağımlılığın ve
istikrarsızlığın artmasına neden olur.
Çok sayıda bireyden oluşan bir toplulukta, herkesin birbirini yakın bir biçimde tanıyabildiği ve bir
noktada bir araya gelebilen bir topluluğa göre, dolaylı yoldan iletişim araçları ile ilişki kurmak ve
bireysel çıkarları temsil süreci yoluyla dile getirmek daha gerekli olur. Kentte, çıkarlar genellikle
temsil yoluyla ortaya konulur. Bireylerin çok az değeri vardır; ama temsilcilere, adlarına hareket
ettikleri bireylerin sayısıyla orantılı bir biçimde değer verilir.
Kentlileşmenin, şimdiye kadar büyük sayılardan yola çıkarak bu biçimde nitelendirilmesi,
üyelerinin temel davranış biçimlerini ortaya koyabilmek için bir kümenin büyüklüğü ile ilgili olarak
bildiklerimizden çıkardığımız toplumsal sonuçların yanlışlandığı anlamına gelmez. Türlü varsayımlar
ortaya koymak, geliştirilmesi gereken önermelerin ne yönde olabileceğine örnek oluşturabilir.
Yoğunluk
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
Nüfus ve belirli yerlerde yoğunlaşma örneklerinde görüldüğü gibi, kentin sosyolojik bir bakış
açısıyla çözümlenmesinden kaynaklanan bazı sonuçlar ortaya çıkabilir. Bunlardan birkaçına şöyle
değinebiliriz:
Darwin’in flora ve fauna, Durkheim’ınsa14 insanlar için belirttiği gibi, alan miktarı değişmeden
orada yaşayan canlı sayısında bir artışın (yani yoğunlukta bir artışın) gerçekleşmesi, farklılık ve
uzmanlaşmayı artırıcı bir etkide bulunur, çünkü söz konusu alan yalnızca bu yolla artan sayıya
yetebilecektir. Yoğunluk böylece, insanların ve etkinliklerinin farklılaşmasına yol açan kalabalığın
etkisini güçlendirir ve toplumsal yapının karmaşıklığının artışını destekler.
Öznel bir açıdan baktığımızda, Simmel’in önerdiği gibi, pek çok sayıda insanın fiziksel olarak
ilişki kurması, kentsel çevreye, özellikle de yakın çevremize yönelirken kullandığımız araçlarda ister
istemez bir değişikliğe yol açmaktadır. Genellikle, fiziksel ilişkilerimiz yakın, toplumsal
ilişkilerimizse uzak bir biçimde gerçekleşir. Kentsel dünyanın, insanları yalnızca görsel olarak
tanımaya elverişli bir yapısı vardır. Görevlilerin rollerini gösteren üniformaları görürüz ama bu
giysilerin, üniformaların arkasında gizlenen kişisel farklılıklardan haberimiz yoktur. İnsan eliyle
yapılmış olan şeyleri elde etmek ya da geliştirmek isteriz ve giderek doğal dünyadan uzaklaşırız.
Görkem ile sefalet, varsıllık ile yoksulluk, entelektüellik ile cahillik, düzen ile kaos arasındaki
çarpıcı karşıtlıkların etkisi altında kalırız. Her alan, genellikle en iyi ekonomik sonucu vermesi
beklenen kullanım türüne sunulmak istendiğinden, mekan için rekabet büyüktür. Bir alana sanayi ve
ticaret kurumlarının yakın olması, o alanın oturma amaçlı olarak kullanılması ekonomik ve toplumsal
açıdan sakıncalı bulunduğu için, çalışma yerleri oturma yerlerinden ayrılma eğilimindedir.
Yoğunluk, arsa değerleri, kira bedeli, erişebilirlik, sağlık, saygınlık, estetik ve gürültü, duman,
pislik gibi sıkıntıların olmaması, farklı nüfus kesimlerinden insanların, kentin değişik alanlarını,
yerleşim yeri olarak seçmesinde önemli etmenlerdir. Çalışılan yer ve yapılan işin niteliği, gelir, ırksal
ve etnik özellikler, toplumsal statü, gelenekler, alışkanlıklar, zevkler, tercihler ve önyargılar kentsel
nüfusun farklı yerleşim yerlerini seçip dağılmasında en önemli etmenler arasındadır. Yoğun bir
yerleşim yerinde oturan farklı nüfus öğeleri böylece, gereksinimlerinin ve yaşam biçimlerinin
birbirleriyle uyumlu olup olmamasına ya da karşıtlıklarının fazla olup olmamasına göre birbirlerinden
ayrılma eğilimindedirler. Buna benzer bir biçimde, aynı konumda bulunan ve benzer gereksinimleri
olan kimseler, bilinçli olarak ya da içinde bulundukları koşulların bir gereği olarak farkında olmadan
aynı yerlerde yaşamayı yeğlerler. Böylece kentin farklı bölgeleri uzmanlaşmış işlevler kazanır. Sonuç
olarak kent, birinden diğerine geçişin çok hızlı olduğu toplumsal dünyanın çeşitliliğini yansıtmaktadır.
Farklı yapıdaki insanların ve yaşam biçimlerinin bir araya gelmesi, akılcılığın yerleşmesi için gereken
ön koşullar olan ve yaşamın sekülerleşmesine olanak tanıyan, göreli bir bakış açısının doğmasına ve
farklılıklara hoşgörü gösterme eğiliminin yerleşmesine uygun bir ortam hazırlar.15
Aralarında duygu ya da duyarlılık bağları olmayan bireylerin birbirlerine çok yakın biçimde
yaşayıp beraber çalışması, rekabetin, ilerleme güdüsünün ve karşılıklı sömürünün artmasına yol açar.
Bireylerin sorumsuzca davranmasını önlemek ve olası bir düzensizliğin önüne geçmek için biçimsel
denetime başvurma eğilimi vardır. Geniş, yoğun nüfuslu bir toplumun, önceden bilinen yöntemlere
sıkı bir biçimde bağlı olmadan kendi kendini sürdürebilmesi çok zor olacaktır. Saat ve trafik ışıkları,
kentsel dünyadaki toplumsal düzenimizin birer simgesidirler. Aralarında büyük toplumsal farklılıklar
bulunan insanların birbirleriyle sürekli yakın fiziksel ilişki kurmak zorunda kalmaları, birbirlerine
bağımlı olmayan çok sayıda insanın durumunu ortaya koyar ve kentteki diğer olanaklara
başvurulmadıkça yalnızlığın artmasına katkıda bulunur. Kalabalık bir yerde yaşayan insanların çok sık
hareket etmeleri türlü anlaşmazlıkların çıkmasına ve bireylerin sinirli olmasına yol açabilir. Yoğun
nüfuslu alanlarda yaşanmak zorunda kalınmasının getirdiği hızlı tempo ve karmaşık teknoloji bu tür
kişisel öfkelerden kaynaklanan gerilimi daha da artırır.
14
15
E. Durkheim, De la division du travail social, Paris, 1932, s. 248.
Nüfusun ne ölçüde farklı ekolojik ve kültürel alanlara ayrıldığını ve ne ölçüde hoşgörünün,
akılcılığın ve laik düşünce biçiminin yoğunluğun sonucu olarak ortaya çıktığını belirlemek
güçtür. Biz burada, söz konusu etmenlerin eşzamanlı olarak ortaya çıkan sonuçlarıyla
ilgileniyoruz.
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
Heterojenlik
Kentsel çevrede, bu tür değişik kişilik tiplerinin karşılıklı toplumsal etkileşim içinde bulunması,
kast sınırlarını esnekleştirme ve sınıf yapısını karmaşıklaştırma eğilimini taşımakta, böylece toplumsal
farklılaşmanın yapısının, daha çok bütünleşmiş durumda olan toplumlara göre daha fazla sayıda kola
ayrılmasına ve farklılaşmasına yol açmaktadır. Bireyleri, kentin toplumsal yapısını oluşturan pek çok
sayıda farklı insan tarafından uyarılma durumuna getiren ve farklı toplumsal gruplardaki değişken
statülere bağlayan yüksek toplumsal hareketlilik, dengesizlik ve güvensizliğin dünyanın büyük bir
bölümü tarafından bir kural olarak kabul edilmesi sonucunu doğurur. Bu olgu, kentlilerin
karmaşıklığını ve kozmopolitliğini değerlendirmemize de yardımcı olur. Bireylerin sürekli olarak
kendisine bağımlı olduğu tek bir grup yoktur. Bireyin ilişki içinde olduğu gruplar hemen basit
hiyerarşik düzenlemenin içine girme eğilimde değildirler. Toplumsal yaşamın değişik yönlerinden
kaynaklanan türlü ilgi alanlarından dolayı, birey, her biri, kişiliğinin tek bir yönüne yanıt verebilen
büyük ölçüde daha farklı gruplarda kendisine yer bulur. Bu gruplar, daha çok kırsal topluluklarda ya
da ilkel toplumlarda gözlenebilen bir olgu olan, daha dar daireli bir grupla daha geniş daireli bir
grubun iç içe geçmesini önlemek için ortak merkezli bir düzenlemeye izin vermezler. Aksine, bireyin
genellikle ilişki kurduğu gruplar oldukça farklı biçimlerde ya paraleldir ya da birbirleriyle kesişirler.
Bir ölçüde nüfusun dengesiz dağılımının, bir ölçüde de toplumsal hareketliliğin sonucu olarak,
genellikle grup üyeliğinin değişkenliği hızlıdır. Oturulan yer, çalışılan yer ve niteliği, gelir ve giderler
oldukça değişkendir; örgütleri bir arada tutma, bunların yaşamasını sağlama, geliştirme ve üyelerinin
birbirlerini tanımalarının sürekli olmasını sağlama oldukça zor bir görevdir. Bu durum, özellikle
bireylerin bir seçim ya da olumlu etkileşim sonucundan daha çok, ırk, dil, gelir ve toplumsal konum
açısından birbirlerinden ayrıldığı kent içindeki yerel alanlar için geçerlidir. Büyük bir olasılıkla, kentte
oturan kimse kendi evinin sahibi olmadığından, geçici yerleşim yerinin geleneklere ya da inançlara
bağımlılık duygusunu yaratması beklenemez; bu kimsenin gerçek bir komşu olma olanağı da çok
azdır. Bireylerin bütünsel bir kent kavramına ulaşabilmeleri ya da kendi yerlerini toplu bir biçimde
denetleyebilmeleri için çok az olanakları vardır. Sonuç olarak, kendisi için “en iyi” olanı
belirleyebilmek ve kitlenin genel düşüncesini yönlendiren odakların ortaya koyduğu sorunlar ve ön
plana çıkardığı liderler arasında seçim yapmak ona çok zor gelir. Toplumu bütünleştiren örgütlerden
uzaklaştırılan bireyler, kentsel toplumda ortak davranışı önceden kestirilemez ve bu yüzden sorunlu
hale gelen devingen yığınları oluştururlar.
Kent, türlü işlevlerini geliştirmek için değişik nitelikleri kendi bünyesine çekerek ve eşsizliğini
perçinlemek için yarışmayı, sıradışılığı, yeniliği, verimliliği ve yaratıcılığı özendirerek oldukça
farklılaştırılmış bir nüfusun ortaya çıkmasına neden olur; daha sonra da bu nüfusun üzerinde
eşitleştirici bir etkide bulunur. Farklı bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan yerlerde, bireysel
farklılıkların kaybolması süreci de devreye girer. Bu eşitleştirme eğilimi kentin ekonomik temelinde
vardır. Büyük kentlerin gelişimi, en azından modern dönemlerde, geniş ölçüde buhar gücüne bağlıdır.
Fabrikanın ortaya çıkışı daha büyük bir pazar için kitle üretimini olanaklı kılmıştı. İşbölümü ve kitle
üretiminin olanaklarından en iyi biçimde yararlanılması, yine de, süreç ve ürünlerin
tekbiçimleştirilmesi ile olanaklıdır. Bir para ekonomisi ancak böyle bir üretim sistemi ile işleyebilir.
Kentler, sürekli olarak, bu üretim sisteminin altyapısını geliştirdikçe, toplumun temelini oluşturacak
biçimde, hizmetlerin ve malların satılabilmesine olanak tanıyan maddi bağlar kişisel ilişkilerin yerini
alır. Bu koşullar altında sınıflar kişiliğin yerine geçer. Çok sayıda insan, olanakları ve kurumları
ortaklaşa kullanmak zorunda olduğundan, özel bir kişi için değil ortalama bir insan için olanak ve
kurumlarda yeni düzenlemeler yapılır. Kamu hizmeti sunan kurumlar, eğlence-dinlenme olanakları,
eğitim kuruluşları, kültürel örgütler kitlenin gereksinmelerine göre düzenlenir. Buna benzer bir
biçimde, okul, sinema, radyo ve gazete gibi kültürel kurumlar tüm kitleye yönelik olduğu için ister
istemez eşitleştirici etkide bulunacak biçimde işletilir. Kentsel yaşamdaki siyasal süreci, modern
propaganda tekniklerini kullanarak kitlenin ilgisinin çekilmesini göz önünde bulundurmadan
anlayamayız. Birey, kentin toplumsal, siyasal yaşamına tam olarak katılırsa, kitle hareketine katıldığı
ölçüde, kişisel özelliklerini toplumun isteklerine göre arka plana atar.
KENTLİLEŞME KURAMI VE
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
SOSYOLOJİK ARAŞTIRMA ARASINDAKİ İLİŞKİ
Yukarıda anahatlarıyla açıklanan böyle bir kuram sayesinde, karmaşık ve çok yönlü olan
kentlileşme olgusu, sınırlı sayıdaki temel kategoriler açısından çözümlenebilir. Kente sosyolojik
açıdan yaklaşmak ampirik araştırmacılara yalnızca araştırma yaptıkları yerlerin sorunlarına ve işleyiş
biçimine daha yoğun biçimde odaklanma olanağını sağlamakla kalmaz, sorun konularını daha
kapsamlı ve sistematik bir yöntemle ele almalarına olanak tanıyacak olan temel bütünlüğü ve
tutarlılığı da sağlar. Önceki sayfalarda ortaya konan kuramsal önermeleri doğrulamak için kentlileşme
alanında yapılan ampirik araştırmaların özellikle Birleşik Devletler hakkındaki kimi tipik bulguları
gösterilebilir ve bazı temel sorunları daha kapsamlı araştırmalar için özetlenebilir.
Kentli nüfusun sayısı, yerleşim yerinin yoğunluğu ve heterojenliğinin derecesi değişkenleri
temelinde, kentsel yaşamın nitelikleriyle ve değişik boyut ve tipteki kentler arasındaki farkları
açıklamak olanaklı görünüyor.
Özgül bir yaşam biçimi olarak kentlileşmeye ampirik açıdan, karşılıklı olarak birbirine bağlı üç
ayrı biçimde yaklaşılabilir: (1) Nüfusu, teknolojiyi ve ekolojik düzeni kapsayan fiziksel bir yapı olarak
(2) Özgül toplumsal yapıyı, toplumsal kurumlar dizisini ve tipik toplumsal ilişkiler kalıbını içeren bir
toplumsal örgütlenme sistemi olarak (3) Tutumlar, düşünceler bütünü ve tipik ortak davranış
kurallarından kaynaklanan ve toplumsal denetim mekanizmasına bağlı kişiliklerin bir araya getirilmesi
olarak.
Ekolojik Bakış Açısından Kentlileşme
Fiziksel yapıyı ve ekolojik süreçleri oldukça nesnel göstergelerle ele alabildiğimiz için kesin
sayılabilecek ve genellikle nitelikle ilgili sonuçlara varmamız olanaklı olmaktadır. Kentin artbölgesi
üzerindeki üstünlüğü, büyük ölçüde sayıların ve yoğunluğun etkisinden kaynaklanan işlevsel
niteliğiyle açıklanabilir. Kentsel yaşamın doğurduğu teknolojik olanakların, yeteneklerin ve örgütlerin
pek çoğu, yalnızca talebin yeteri kadar büyük olduğu kentlerde büyüyüp gelişebilir. Bu örgütler ve
kurumlar tarafından sunulan hizmetlerin niteliği, konusu ve daha küçük kentlerin daha azgelişmiş
olanaklarından yararlanmaları, kentin üstünlüğünü pekiştirir, hatta daha geniş bölgelerin anakente
bağımlılığını artırır.
Kentli nüfusun oluşumu, eleyici ve farklılaştırıcı etmenlerin işleyişini de gösterir. Kentlerde,
genelde daha yaşlı ya da genç insanların yaşadığı kırsal alanlardan daha büyük bir oranda yetişkin
insan yaşar. Bu durum, diğer pek çok yönden olduğu gibi, bir kentin ne kadar büyükse, kentlileşmenin
belirgin niteliklerini de o kadar çok bünyesinde topladığını göstermektedir. Kentin sınırları dışında bir
yerde doğan erkeklerin büyük bir bölümünü çeken en büyük kentleri ve diğer özel birkaç kent tipini
dışarıda bırakacak olursak, kadınların erkeklerden sayıca fazla olduğunu görebiliriz. Kentli nüfusun
heterojenliği, ırksal ve etnik bağların anlatıldığı satırlarda daha ayrıntılı olarak vurgulanmıştır. Kent
sınırları dışında doğmuş olanlar çocuklarıyla birlikte, nüfusu bir milyon ve üzerinde olan kentlerde,
tüm kentlilerin üçte ikisini oluşturmaktadırlar. Kentin nüfusu azaldıkça bunların kentli nüfus içindeki
oranı da azalmakta; kırsal alanlarda bu kesimin toplam nüfus içindeki oranı yaklaşık 1/6’ya
düşmektedir. Daha büyük kentler, buna benzer olarak, daha küçük topluluklardan daha çok sayıda
zenciyi ve diğer ırk kümelerini çekmektedir. Yaşı, cinsiyeti, ırkı ve etnik kökeni, meslek ve ilgi alanı
gibi diğer etmenlerle birlikte ele aldığımızda, kentsel yerleşim yerinde oturan bireyin temel bir
niteliğinin akranlarına benzemeyişi olduğu ortaya çıkar. Daha önce, kentlerimizde görüldüğü gibi,
değişik özelliklere sahip insanlardan oluşan büyük kitleler, Amerika’nın büyük kentlerinde olduğu
gibi, böyle yakın fiziksel ilişki içinde bulunmaya hiç zorlanmamıştı. Çoğunlukla çok zayıf bir
iletişimin kurulabildiği, farklılıkların çok büyük olduğu, geniş hoşgörünün ve keskin ayrılıkların
bulunduğu ama sert kavgaların pek gözlenmediği kentler, özellikle de Amerikan kentleri, oldukça
farklılaştırılmış bir yaşam biçimi olan insanların ve kültürlerin karışımından oluşur.
Kentsel nüfusun kendini yeniden üretmede başarısızlığa düşmesi, kentsel yaşamın karmaşıklığı
içindeki etmenlerin birleşmesinin biyolojik bir sonucu biçiminde kendini gösterir ve doğum
oranlarındaki düşme genellikle Batı dünyasındaki kentleşmenin en önemli işaretlerinden biri olarak
değerlendirilir. Kentlerdeki ölüm oranları kırdaki ölüm oranlarından biraz daha büyük olduğundan,
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
günümüzdeki ve geçmişteki kentlerin kendi nüfuslarını sürdürebilmede başarısızlığa düşmeleri
arasındaki belirgin fark, daha önceki zamanlarda kentlerdeki ölüm oranlarının günümüzdekilere göre
oldukça yüksek, günümüz kentlerininse, düşük doğum oranları sayesinde, sağlık açısından daha
yaşanılabilir durumda olmasıdır. Kentsel nüfusun bu biyolojik özellikleri, yalnızca kentselliğin
varlığını yansıttığından dolayı değil, kentlerin büyümesini ve gelecekte egemenliğini kabul ettirecek
kentleri ve temel toplumsal örgütlenmelerini düzenlediğinden dolayı da sosyolojik açıdan önemlidir.
Kentler insanın üreticisi değil tüketicisi olduğundan, insan yaşamının değeri ve kişiliğin toplumsal
saygınlığı doğum ve ölüm arasındaki dengeden etkilenecektir. Topraktan yararlanma biçimi, toprak
değerleri, kira miktarları, konut iyeliği durumu ve konut edindirme, ulaşım, iletişim olanakları ve
kamu hizmetlerinin niteliği, fiziksel yapısının işleyişi ve kentsel fiziksel düzeneğin başka pek çok
yönü, bir toplumsal varlık olarak kentten ayrı yerde duran olgular değildirler; hem kentsel yaşam
biçimini etkilerler hem de ondan etkilenirler.
Bir Toplumsal Örgütlenme Biçimi Olarak Kentlileşme
Kentsel yaşam biçiminin belirgin nitelikleri olarak çoğunlukla, sosyolojik olarak, birincil
ilişkilerin yerini ikincil ilişkilerin alması, akrabalık bağlarının gevşemesi, ailenin toplumsal açıdan
önemini yitirmeye başlaması, komşuluğun kaybolmaya yüz tutması ve toplumsal dayanışmanın
geleneksel temelinin zayıflaması gösterilmektedir. Bütün bu olgular nesnel göstergeler aracılığıyla
doğrulanabilir. Böylece, örneğin, kentin kendini yeniden üretmesinin düşük bir düzeyde olması ve bu
oranın giderek azalması, çocukların yetiştirildiği ve tüm yaşamsal eylemlerin geçtiği bir yer olarak ev
yaşantısının sürdürülmesi de dahil olmak üzere, kentin geleneksel aile yaşamına pek de izin
vermediğini akla getirmektedir. Sanayi, eğitim ve eğlenceye ilişkin etkinliklerin ev dışına,
uzmanlaşmış kurumlara kaydırılması, ailenin en belirgin tarihsel niteliklerinin kimilerinden yoksun
kalması sonucunu doğurmuştur. Kentlerde anneler büyük bir olasılıkla bir işte çalışıyor olacaklar,
kiracılar daha çok aile halkından sayılacaklar, evlilikler ertelenme eğiliminde olacak ve bekâr olan ya
da yalnız yaşayan insanların oranı daha büyük olacaktır. Kırsal bölgelere göre aileler daha küçük,
çocuksuz aile sayısı daha fazla olacaktır. Toplumsal yaşamın bir birimi olarak aile, kırın daha geniş
akrabalık bağlarına dayanan grup yapısından kurtulmakta ve aile üyeleri işle, eğitimle, dinle,
eğlenceyle ve siyasal yaşamla ilgili çeşitli uğraşlarıyla ilgilenmektedirler.
Sağlığın korunması, bireysel ve toplumsal güvensizlikle ilgili sıkıntıların giderilmesi yöntemleri,
eğitim, eğlence ve kültürel gelişmeyle ilgili olanakların sağlanması, topluluk ya da eyalet çapında hatta
ulusal temelde oldukça uzmanlaşmış kurumların kurulmasına yol açmaktadır. Daha büyük kişisel
güvensizlik yaratan aynı etmenler, kentsel dünyada bireyler arasında gözlenen daha geniş karşıtlıkların
da nedenini oluşturmaktadır. Kent, sanayi öncesi toplumun katı kast sınırlarını yıkarken, farklı gelir
kümelerinde ve değişik konumda bulunan bireyler arasındaki farklılıkları da törpülemiştir. Genellikle,
yetişkin kentli nüfus, kırsal bölgelerde yaşayanlara göre, daha çok kazanç getiren işlerde çalışır.
Ticarette, memurlukta ve profesyonel işlerde çalışanlardan oluşan beyaz yakalılar sınıfı, büyük
kentlerde, anakentlerde ve daha küçük kentlerde, kırsal bölgelere göre daha geniştir.
Kent, bireylerin bunalım dönemlerinde yaşamlarını sürdürmek için katılabilecekleri türden bir
ekonomik yaşamın sürdürülmesine ve bireylerin kendi işlerini kurmalarına olanak tanımaz. Kentlilerin
ortalama gelir düzeylerinin ve yaşamsal harcamalarının kırsal kesimde yaşayanlara göre daha yüksek
olduğu görülmektedir. Ev sahibi olmak yükü daha da ağırlaştırır; ev sahibi olanların sayısı da azdır.
Kiralar kıra göre daha yüksektir ve gelirin daha büyük bir bölümünü oluşturur. Kentsel yerleşim
yerlerinde yaşayanlar pek çok ortak hizmetten yararlansalar da, gelirlerinin büyük bir bölümünü
eğlenceye ve kendini geliştirmeye, daha küçük bir bölümünü de yiyeceğe harcarlar. Sunulan ortak
hizmetler kentlileri satın almaya zorlamasa da, gerçekte ticari gelenekler tarafından sömürülmeyen
hiçbir insan gereksinimi yoktur. Yaratıcı bir biçimde kendini ifade edebilmeyi ve grup dayanışmasının
kendiliğinden ortaya çıkması için gereken araçları en iyi biçimde sağlayabilen, ama bir yönüyle
kentlilerin edilgen izleyici bireyler haline gelmesini, diğer yönüyle de çok ses getiren türlü başarıların
elde edilmesini sağlayabilen dinlenme ve eğlenme olanaklarının temel işlevlerinden biri de heyecanı
sağlamak ve ağır, sıkıcı işlerden, tekdüzelikten, hep aynı işi yapmaktan kurtulacak araçları sunmaktır.
Gerçekte kendi başına bir şeyler yapabilme gücünden çok şey yitirmiş bir birey olarak kentli,
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
amaçlarına ulaşabilmek için, ilgi alanları yakın olan kümelerin örgütlenmelerine katılmak zorunda
kalır. Bu durum, insan gereksinmelerine ve türlü ilgi alanlarına ve çok çeşitli amaçlara yönelen
gönüllü örgütlerin sayısının artması sonucunu doğurur. Toplum içindeki geleneksel bağlar zayıflarken,
insanların birbirlerine karşılıklı bağımlılığı artar; bireylerin üzerlerinde çok az etkide bulunabileceği
karşılıklı ilişkiler, daha karmaşık, kırılgan ve geçici bir niteliğe bürünür. Genellikle, bireyin kentsel
dünyada yer alması sonucunu doğuran diğer temel etmenlerin geçimsel önemiyle bağlı olduğu gönüllü
örgütler arasında çok zayıf bir ilişki vardır. İlkel ve kırsal toplumlarda kimin neye bağlı olacağını ve
neredeyse tüm ilişki biçimlerinde kimin kimle ilişki kuracağını önceden kestirebilme olanağı varken,
kentlerde yalnızca grupların genel oluşum biçimlerini ve kurulabilecek ilişki türlerinin nasıl
olabileceğini tasarlayabiliriz; üstelik bunların pek çoğu birbirine benzemeyecek, türlü çelişkileri de
beraberinde getirecektir.
Kentsel Kimlik ve Ortaklaşa Davranış
Kentli birey, geniş ölçüde, ekonomik, siyasal, eğitimsel, dinsel ya da kültürel alanlardaki gönüllü
örgütlerin etkinlikleri sayesinde, kişiliğini ifade eder, geliştirir, statü kazanır ve uğraş alanını oluşturan
eylemleri sürdürebilir. Oldukça farklı işlevleri olan örgütsel yapının, kendisine bağlı olan kişilerin
uyumunu ve ruhsal dengesini kendi başına sağlamadığı sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. Bu koşullarda
kişisel düzenin bozulması, ruhsal dengesizlik, intihar, kabahat, suç, bozulma ve düzensizliğin, kentsel
yaşamda kırsal yaşamda olduğundan daha belirgin olması beklenir. Bu durum, şimdiye kadar elde
edilen karşılaştırılabilir göstergelerle doğrulanabilir, ama söz konusu olgunun altında yatan düzeneği
anlayabilmek için daha ileri çözümlemelerin yapılması gerekir.
Pek çok grubun kentte çok zor olan şeyi, yani teker teker çok sayıda, ayrılmış ve farklılaştırılmış
insanı kendisine çekmeyi amaçlamasından ve bireyin ilgi alanlarının ve yeteneklerinin örgütlerce ortak
bir amaca ulaşmak için desteklenmesinden, kentte toplumsal denetimin genel olarak, biçimsel bir
biçimde örgütlenmiş gruplar aracılığıyla uygulandığı sonucu çıkarılabilir. Kentteki büyük insan
yığınları, iletişim araçlarının denetimini ellerinde tutarak sahne arkasında görünmez bir biçimde ya da
çok uzakta çalışan insanların yönlendirdiği simgelerin ve basmakalıp sözlerin etkisi altındadır.
Ekonomik, siyasal ya da kültürel alanda kendi kendini yönetimin, bu koşullar altında yalnızca mecazi
anlamda kullanıldığı ya da en iyi olasılıkla, baskı gruplarının istikrarlı olmayan dengesine bağlı olduğu
söylenebilir. Var olduğu biçimiyle akrabalık bağları güçlü olmadığı için yapay akrabalıklar yaratılır.
Toplumsal dayanışma bölgesel temelden uzaklaştığından yapay ilgi birimlerine yönelinir. Bu arada,
bir topluluk olarak kent, belirli bir merkezi ve belirli olmayan artbölgesi olan bir bölge temelinde etkili
olan zayıf, bölünmüş ilişkiler dizisine ve şimdiki yerinin çok ötesinde, dünya çapında bir işbölümüne
dönüşür. Birbirleriyle karşılıklı etkileşim halindeki insanların sayısı ne kadar fazla olursa iletişimin
düzeyi o kadar düşer ve en alt temel düzeyde yani ortak varsayılan ya da herkesi ilgilendiren şeylerin
temelinde iletişimi sürdürme eğilimi de o kadar fazla olur.
Modern uygarlıkla birlikte iletişim sistemindeki, üretimdeki ve dağıtım teknolojisindeki
ilerlemeleri, bir yaşam biçimi olarak kentlileşmenin gelecekteki gelişimine yön verecek belirtiler
olarak görmeliyiz. Kentlileşmede gözlenecek değişiklikler, yalnızca kenti değil dünyayı da olumlu ya
da olumsuz bir biçimde etkileyecektir. Söz konusu etmenlerin ve gelişmelerin alabileceği yönü
kestirebilmek ve ne ölçüde etkili olacaklarını ortaya koyabilmek için daha ileri araştırmaların
yapılması gerekmektedir.
Sosyologlar, yalnızca, toplumsal bir varlık olarak bir kent kavramı ve geçerli bir kentlileşme
kuramı ortaya koyabildikleri ölçüde “kent sosyolojisi” olarak adlandırılan, güvenilir bilgiler bütününü
geliştirebilmeyi umabilirler. Daha ileri çözümlemelerin ve ampirik çalışmaların ışığında, önceki
sayfalarda ayrıntılı olarak açıklanan, çözümlenen ve gözden geçirilen kentlileşme kavramından yola
çıkılarak, elimizdeki olgusal verilerin güvenilirliği ve geçerliliği belirlenebilir. Bugüne değin kent
üzerine yapılmış sosyolojik çalışmalarda kendisine yer bulabilmiş, değişik türlerde ve birbirlerinden
kopuk bilgiler, böylece, gözden geçirilip birbirleriyle tutarlı olacak biçimde bir araya getirilebilir.
Sosyologlar, yalnızca böyle bir kuram sayesinde, yoksulluk, konut edindirme, kent planlaması, sağlık,
belediye yönetimi, siyasa, pazarlama, ulaşım ve diğer teknik sorunlarla ilgili ve çoğunlukla
doğrulanamaz olan pek çok değerlendirmeyi sosyoloji adına boşu boşuna dile getirmiş olmaktan
Louis Wirth, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Ayten Alkan, Bülent Duru (Der. ve Çev.),
20. Yüzyıl Kenti, İmge Yayınevi, Ankara, 2002, s. 77-106.
kurtulabilirler. Sosyolog, bu sorunlardan herhangi birisini -en azından kendi başına- çözemez, ama
eğer asıl işlevinin ne olduğunun farkına varırsa, olguların algılanmasına ve çözüm bulunmasına
önemli bir katkısı olur. Bu işlevi, her durum için ayrı bir yaklaşım geliştirmek yöntemiyle değil de,
genel, kuramsal bir bakış açısıyla yerine getirmek en iyi yol olacaktır.