K AYLIK F K R VE KÜLTÜR DERG S
PARÇALANMI ADAM:
YUSUF AKÇURA
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kaan ÇALEN⁽*⁾
İki Vatanlı Adam
1876 yılında, İdil Nehri kenarındaki bir şehirde,
Simbir'de dünyaya gelen Yusuf Akçura, fabrikatör bir
ailenin çocuğuydu. Babasının ölümüyle birlikte ailesinin işleri bozulunca, 1883 yılında, henüz yedi yaşındayken annesiyle beraber İstanbul'a göç etmek zorunda kaldı. Böylece Akçura, Şimal Türklüğünün yanında
Osmanlı/Türkiye Türklüğüne de intisap ederek iki
vatanlı bir adam oluyordu. Akçura'nın hayatı bu iki vatan bu iki ayrı coğrafya arasında gelgitlerle doludur.
Akçura, Fransa'ya kaçana kadar bir Osmanlı Türkü’nün eğitim hayatını yaşamış, bir Osmanlı terbiyesi
almıştır. Bununla birlikte muhakkak ki aile muhitinde
diğer vatana ait hatıralar yaşamaya, şimal Türklüğüne
ait unsurlar onun üzerinde işlemeye devam etmiştir.
Diğer vatanın etkileri sadece ev ile sınırlı kalmamış, 1889 yılında gerçekleşen ve bir yıldan uzun süren
bir seyahat ile somut bir çehreye de bürünmüştür. Bu,
Akçura'nın diğer vatanına son gidişi değildir; hayatının
ilerleyen dönemlerinde de ata yurduna çeşitli ziyaretlerde bulunacaktır.
Yusuf Akçura, 1903 yılında Fransa'daki Siyasi Bilimler Okulundan mezun olduktan sonra, ikinci vatanına, İstanbul'a dönmesi mümkün olmadığı için ata
yurdunun kucağına sığındı. Meşhur eseri “Üç Tarz-ı Siyaset”i de Kazan'da, “Züye Başı” köyünde kaleme aldı.
Rusya'da meşruti idarenin kurulmasından istifade
ederek 1904-1908 yılları arasında Rusya Müslümanları ve Türklerinin meseleleriyle ilgili yoğun bir mesaide
bulundu. Hatta faaliyetleri Rus makamlarını korkuttuğu için Duma seçimleri esnasında tutuklandı ve 43 gün
hapiste kaldı.⁽¹⁾
3 Haziran 1907 tarihinde Duma, çarın fermanıyla
kapatılınca “Üç Haziran Vak'a-i Müessifesi” isimli
eserini yazdı ve eser dolayısıyla hakkında takibat başlatıldı. Artık Kazan ve Kırım'da daha fazla kalabilmek
imkânı yoktu.
İmdadına 1908 Temmuz'unda ilan edilen II. Meşrutiyet yetişti ve ardında esir bir vatan bırakarak 1908
sonbaharında ikinci vatanına, Memalik-i Osmaniye'ye,
Türkiye'ye döndü.
* Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
4
MAYIS-HAZ RAN -2014
İkinci vatanında bir yandan Osmanlı Türklüğüne hizmet etti diğer yandan da ata yurdu için mücadeleye devam etti; zaten Üç Tarz-ı Siyaset'te ortaya
koyduğu düşünce yapısıyla bu iki hizmeti hemhâl kılmıştı. Hocalık ve yazarlık faaliyetleri, Türk Derneği,
Türk Yurdu, Türk Ocağı gibi kurumlardaki çalışmaları
hep bu iki amaca birden yönelikti.
I. Dünya Savaşı yıllarında, arkadaşlarıyla birlikte
kurduğu “Rusya'daki Müslüman Türk-Tatar Halklarının Haklarını Koruma Komitesi” adına Kafkasya,
Türkistan, Kırım ve Kazan'daki bütün Müslüman ve
Türklerin hukukunu müdafaa için Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'a giden dört kişilik heyet
içerisinde yer aldı. 1916 yılında aynı amaçla Lozan'da
toplanan “Milliyet Birliği Üçüncü Kongresi”ne katılmak üzere İsviçre'ye gitti. 1917-1919 yılları arasında
“Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti” adına Avrupa'da
ve Rusya'da bulundu. Rusya'da geçirdiği 13 aylık süre
zarfında ata yurdundaki gelişmeleri yakından takip
ederek ileri gelen isimlerle temaslar kurdu.
1919 Ağustos'unda İstanbul'a döndü ve Millî
Mücadele'nin saflarına katıldı.⁽²⁾ Böylece Akçura'nın
iki vatan arasındaki fiziki yolculukları sona erdi. Bir
daha ata yurdunu göremeyecekti. Peki ya manevi, ruhi,
zihnî, fikrî yolculukları...
Parçalanmış Adam
Akçura iki vatanlı bir adamdı, iki yere birden aitti.
İki yere birden ait olmak demek, aslında hiç bir yere
tam manasıyla ait olmamak, bir eksiklik duygusunun
takibinden kurtulamamak demekti. İki yer arasında
parçalanmak, bölünmek; ardında sürekli birilerini ve
bir şeyleri bırakmak demekti.
Yusuf Akçura'nın iki vatanında da bir yabancı gibi
K AYLIK F K R VE KÜLTÜR DERG S
algılandığı zamanlar oldu. İki vatanında da gurbeti iliklerine kadar hissettiği anlar yaşadı. Kazan'a gittiğinde
bir Osmanlı, İstanbul'a döndüğünde ise bir Tatar'dı.
Kimliğinin ve yazgısının üzerinden bu iki etiketi çıkarmak mümkün değildi. Çocukluk yıllarındaki ilk Kazan
ziyaretini anlatan şu satırlar bu açıdan oldukça öğreticidir:
“Bir gün yine araba ile gezintiye çıkmıştık. Valide
başka arabada idi. Ben Mahıcihanile bir arabada idim.
Terbiyeleri sallaya sallaya kendim kullanıyordum. Ma
hıcihan birden bir sual sordu: “İstanbul iyi amma, orada
böyle rahat gezemiyorsun ya? Kazan'dan daha çok
hoşlanıyorsun ya?”
İtiraf ettim: “Evet, İstanbul'dan çok Kazan'ı seve
rim.” Fakat bu sözüm tam değildi. İçimden geçen İstanbul'u hiç sevmediğimi, elimden gelse orada bir gün
oturmayacağımı söylememiştim.
Tabiatım riyakâr idi. Hiç sırrımı açıklamak istemezdim. Kazan'a gelir gelmez, İstanbul'un iyiliğinden,
olağanüstülüğünden, temizliğinden bahseder dururdum. Oradan hoşlanmadığımı hiç söylemezdim.
Artık Kazan'a gelip o rahatı, akrabayı, bildikleri
görünce ziyafetten ziyafete, eğlenceden eğlenceye yürümeye alışınca o İstanbul, mektep, ders, hocalar, hülasa bir alay sıkıntı bana birer zindan gibi görünmeye
başladı. Kazan'ın geniş ve temiz sokaklarını, güzel balolarını, parklarını, üstelik mükemmel tiyatrolarını
İstanbul'un malum dar sokakları, bir rezalethane olan
salaş tiyatroları ile mukayese ediyordum.
Bununla birlikte bu mukayeseyi yapar iken
'bizim' zamirini de ilave ettiğim İstanbul, niçin böyle
değildir niçin böyle olmamalı diye de üzüntü hissediyordum. Üstelik tanıdık Rusların, İstanbul çamur deryası bir şehir dediklerine hiç de tahammül edemiyordum.
Bir gün enişte (teyzemin kocası) ile Kazan'ın
güzel bir parkı Çürük Göl’de geziniyorduk. Enişte böyle
parkların İstanbul'da olup olmadığını sordu. O zaman
İstanbul'un yegâne umumi bahçesi Tepebaşı'nı hayal
meyal hatırlayıp daha mükemmelleri olduğunu ve
içinde tavus ve papağan gibi kuşlarında bulunduğunu
söyledim. O kadar methettim ki, papağanların garsonluk bile yaptıklarını iddia ettim. Türkiye hakkında
derin muhabbeti olan eniştem, mübalağamın farkına
varmadı ve kanmış göründü. Ruslar İstanbul'u batırmak istedikçe ben içimden hoşlanmadığım hâlde izzetinefsime bir türlü yediremeyip kavga ederdim. Bir
defa o kadar bağırmışım ki uzakta duran validen bana
bir şey olmuş diye fena hâlde korkarak yanıma koştu.⁽³⁾ ”
Küçük Yusuf, okuldan uzak olmanın verdiği rahatlık hissinin de sevkiyle İstanbul'u değil Kazan'ı sevmektedir. Ancak İstanbul için bir sahiplenme duygusu
da geliştirdiği aşikârdır. Onun iç dünyasındaki bu ikilik
kadar, Kazan ve İstanbul'daki dış çevrenin onu algılayış tarzı da oldukça önemlidir. Küçük Yusuf, kuzey
MAYIS - HAZ RAN 2014
5
K AYLIK F K R VE KÜLTÜR DERG S
ni, Osmaniye” gibi tabirlere asla tesadüf edilmez.
Evet, dedikleri gibi Osmanlılık öyle cihanşümul bir Türklüğe nispet edilince hayalen sönük kalır, lâkin hakikaten yine tefevvuk
eyler, çünkü o hakikattir, bu hayaldir... Osmanlılık bugün bir devlete, bir saltanata, bir
lisana, bir iklime maliktir... İnkâr edemeyiz ki
bu devlet Osmanlı Devleti’dir, bu saltanat Osmanlı saltanatıdır, bu lisan Osmanlı lisanıdır.
Nihayet bu iklim, iklim-i Osmanîdir. Bu tasarrufatı, müessesatı, bu mâmeleki Osmanlılıktan sıyırarak, alarak Türklüğe vermek insafsızlık olur. Zaten mümkün olamaz... İyi, kötü,
büyük, küçük, parlak, sönük ne olursa olsun
bu eserleri meydana koyan Yusuf Akçuralar
mıdır? Yusuf Akçuraların âbâ ve ecdadı mıdır?
Yoksa biz miyiz?⁽⁵⁾ ”
Türk şivesini rahat konuşamamakta, Rusçayı da Türk
düşmanlarının dili diye önemsememesi sebebiyle pek
becerememektedir.
Onu başında fesiyle görenler de “Türk yavrusu”
diye alay etmektedirler.⁽⁴⁾ Açıktır ki Akçura, ata yurdunda, vatanında, ait olduğu topraklarda aslında bir
yabancı gibi algılanmaktadır. Peki, ikinci vatanında,
mekteplerinde okuduğu, büyüyüp yetiştiği yerde durum farklı mıydı? Manidar olduğunu düşündüğümüz
aşağıdaki satırlar da Ali Kemal'in bir makalesinden
iktibas edilmiştir:
“Malûmdur ki başta Yusuf Akçura olduğu hâlde
bir zamandır bazı mütefekkirlerimiz, müçtehitlerimiz
Osmanlılığa mukâbil bir Türklük emeli takip eyliyorlar,
lisanımızdan ruhumuza varıncaya kadar biz Osmanlıları büsbütün Türkleştirmek, daha kati bir ifâde ile tarihimizden, hayat-ı milliyemizden 'Osmanlı' lafzını
hazf, hatta imha ederek ona bedel ale'l-ıtlak 'Türk' kelimesini kullanmak istiyorlar. Dikkat buyurulsun... Bu
mütefekkirîn-i kiramın yazdıklarında “Osmanlı, Osma
6
MAYIS-HAZ RAN -2014
Bütünleyen Adam
Akçura, yaşamı boyunca iki vatan arasındaki bu bölünmeyi, parçalanmayı şiddetli bir
şekilde yaşadı. Bir daüssıla duygusu peşinden
hiç eksik olmadı. Akçura'nın Türk birlikçiliği,
işte tam bu noktada anlam kazanmaktadır.
Pantürkizm, Akçura'nın yaşadığı bu bölünmeyi, parçalanmayı, onulmaz gurbetlik duygusunu hiç olmazsa zihnen aşma imkânı vermektedir. Türkçülüğün manifestosu addedilen “Üç Tarz-ı Siyaset”in başkası tarafından
değil de onun tarafından yazılmış olmasının
sebepleri arasında bu parçalanmışlık duygusunu aşmak, aşabilmek cehdinin de tayin edici
olduğu şüphesizdir. “1928 Türk Yılı”nda kendisi hakkında yazdığı şu satırlara biraz da bu
nazarla bakmak açıklayıcı olabilir:
“Akçuraoğlu Yusuf'un bir az şuurlu Türk
çülüğü Harbiye Mektebi sıralarından başlar. O
zamanlar yani Yunan Harbi arifelerinde, Necib Âsım
Beylerin, Veled Çelebi Efendilerin, Bursalı Tahir Beylerin
Türkçülüğe müteallik risâle ve makaleleri intişar etmek
te idi; İsmail Bey Gasprinski'nin 'Tercüman'ı da bir ara
lık İstanbul'a gelip dağılıyordu. Akçuraoğlu'nun bu
yazılardan fikir aldığı muhakkaktır. Bu tesirata, bir nevi
eski Türklük, Orta Asya Türklüğü da'üssılası da ilave
olunmalıdır. Akçura ailesinin menşe ve râbıtaları, Yu
suf'un daha on, on iki yaşında iken Orta Asya Türklüğü
nün bir köşesini, Başkurdistan bozkırlarını görüp, orada
biraz çadır hayatı yaşaması, biraz kımız içmesi, buda'
üssılayı belki izah edebilir.⁽⁶⁾”
Akçura'nın ata yurdunda gördükleri, yaşadıkları
düşünce dünyası üzerinde önemli tesirler icra etmiştir.
O sadece Kazan ve çevresini görmemiş, annesinin tedavi için kımıza ihtiyaç duyması sebebiyle Başkurt yurduna da bir seyahat yapmıştır. Başkurt ve Kasım Türkleri arasında müşahede ettiği şeyler onu derinden etkilemiştir. Ufa yolunda kuzey Türk lehçesiyle konuşan
bir aileye tesadüf ederler.
K AYLIK F K R VE KÜLTÜR DERG S
Aile Küçük Yusuf'un dikkatini çeker ve dayısına
“bizden olup olmadıklarını” sorar. Dayısından ailenin
halis Müslüman ve Türk olduğu fakat Ruslar tarafından
zorla Hristiyanlaştırılan Türklerden bulundukları bilgisini aldıktan sonra zihninde oluşan düşünceler
şöyledir:
“Dayımın bu sözleri Türklerin mühim bir kısmını
milliyetinden cebren ve kahren ayırmayı iş edinen Rus
Çarlığı hükûmetine ve genellikle Ruslara karşı kalbimde
sönmez bir kin ve düşmanlık alevlendirdi.
Üzüntümden vapurdaki Kreşin ailesinin yanına
ben de sokuldum. Aile ihtiyarca karı ve kocadan ve bir
de yetişmiş kızdan ibaret idi...
Müslüman olduklarını velakin hükûmet kendileri
ni Hıristiyanlaşmış sayarak buna göre muamele yap
tığını ve köylerinde cami ve mektep yapılmasına mü
saade etmediğini yana yakıla anlattılar. Göz göre Türk
lerin Hıristiyanlaştırılmasına ve millî camialarından
çıkarılmalarına son derece üzüldüm.
Bu facia, her ne zaman Rus adını işitir isem gözü
mün önünde canlanır.⁽⁷⁾”
Akçura'nın düşünce dünyası; hayat hikâyesinin,
farklı coğrafyalara dair tecrübe ve gözlemlerinin, Harbiye'den Siyasi Bilimler Okuluna uzanan eğitim sürecinin, Gaspıralı'dan Necib Âsım'a, Kuzey Türklüğünün
fikrî atmosferinden İstanbul'a kadar çeşitlenen etki
kaynaklarının, yaşadığı çağın siyasi ve askerî hadiselerinin, o dönemde Türk dünyasının içinde bulunduğu
vaziyetin terkibiyle şekillenmiştir.
Bütün yaşadıkları âdeta “Üç Tarz-ı Siyaset” ile
inşa etmeye başladığı düşünce dünyasını kurabilmesi
için onu hazırlamak amacıyla tasarlanmış gibidir.
Anlaşıldığı üzere Türk birliği fikrine ulaşmasında iki
vatanlı olma durumu ona çok şey katmış; Türk dünyasına ait büyük resmi bir bütün olarak görebilme ve milliyetler ve milliyetçilik meselesini yakından tanıma
imkânı sağlamıştır.
Daha küçük ölçekte ise Akçura'yı hem kendi iç
dünyasındaki iki vatanlı olmanın yarattığı parçalanmayı, ikiye bölünmeyi hem de iki vatanında da zaman
zaman yaşadığı çevrenin onu öteleyerek yabancı gibi
algılayışını aşacak bir zihnî arayışa yönlendirmiştir.
Yayımlanan ilk makalesinin, Türklüğün iki kolunu, Kuzey ve Güney Türklüğünü yani iki vatanını birbirine tanıtmak amacıyla kuzey Türklüğünün büyük
âlimlerinden Şahabeddin Mercanî'nin tercümeihâline
dair kaleme alınmış olması bu açıdan manidardır.⁽⁸⁾
Türkçülük, Türk milliyetçiliği, Türk Birlikçilik Akçura
için hem iç dünyasında hem de dış dünyada iki vatanı
bir kılma mücadelesidir.
93 Harbi'nde dökülen Türk kanlarına isyan ederek sularını kana dönüştüren Başkurtların “Acılı Göl”ü
gibi onun mukadderatı da Türklüğün mukadderatına
bağlıdır.⁽⁹⁾
Parçalara ayrılmış Türk dünyası, Akçura'yı da
onun yüreğini de parçalamış; parçalanmışlıkları bütünleyecek bir formül bulma arayışına sevk etmiştir...
KAYNAKÇA
- A. Y., Mevkûfiyet Hâtıraları, Türk Yurdu Kitâbhânesi, İstanbul 1330.
- Akçura, Yusuf, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan:
Erdoğan Mura, Hece Yayınları, Ankara 2005.
- Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928,
İstanbul 1928, s. 289-455.
- Ali Kemâl, “Atâlet-i Fikriye”, Peyâm, Birinci Sene,
Aded: 168, 9 Mayıs 1914, s. 1.
- Devlet, Nadir, “Yusuf Akçura'nın Hayatı (1876
1935)”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1987, s. 17-33.
- Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Çeviren: Alev Er,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.
- Kara, İsmail, Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İkinci Basılış, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.
- Temir, Ahmet, Yusuf Akçura, İkinci Baskı, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara 1997.
- Yüce, Nuri, “Yusuf Akçura”, Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1989, s. 228-229.
DİPNOTLAR
1. Bu mahpusluk günlerinde tuttuğu notlar, önce Rusya'da daha sonra da “Mevkufiyet Hatıraları” ismiyle 54 sayfalık bir risale şeklinde İstanbul'da neşredilmiştir. Bakınız: A. Y., Mevkufiyet Hatıraları, Türk
Yurdu Kitabhanesi, İstanbul 1330. Yeni yazı bir neşri
için: Yusuf Akçura, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Ankara 2005, s. 67-98.
2. Makalenin, Akçura'nın biyografisinden kesitler sunulan bu kısmında şu kaynaklardan istifâde edilmiştir: Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928,
İstanbul 1928, s. 396-412; Ahmet Temir, Yusuf Akçura,
Ankara 1997; Yusuf Akçura, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Ankara 2005; François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura
(1876-1935), Çeviren: Alev Er, İstanbul 1999; Nadir
Devlet, “Yusuf Akçura'nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri, Ankara 1987, s. 17-33; Nuri Yüce, “Yusuf Akçura”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul
1989, s. 228-229.
3. Akçura, Hatıralarım, s. 42-43.
4. Akçura, Hatıralarım, s. 46-47.
5. Ali Kemâl, “Atâlet-i Fikriye”, Peyâm, Birinci
Sene, Aded: 168, 9 Mayıs 1914, s. 1. Yazının tam metin
transkripsiyonu ve Türk Yurdu Mecmûası'nın cevabı
için bakınız: İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında, İstanbul 2005, s. 308-321.
6. Akçuraoğlu, “Türkçülük”, s. 396.
7. Akçura, Hatıralarım, s. 47-49.
8. Akçuraoğlu, “Türkçülük”, s. 396-398.
9. Acılı Göl hakkında bilgi için bakınız: Akçura,
Hatıralarım, s. 54-55.
MAYIS - HAZ RAN 2014
7