EDİP YÜKSEL
NORŞİN’DEN
ARİZONA’YA
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İngilizceden Çeviren:
Özgür Mandal
Ozan Yayıncılık Ltd.
İstanbul 2017
EDİP YÜKSEL
NORŞİN’DEN
ARİZONA’YA
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İngilizceden Çeviren:
Özgür Mandal
Ozan Yayıncılık Ltd.
İstanbul 2017
3
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Ozan Yayıncılık’a aittir.
Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında tüm alıntılar, Kültür Bakanlığı
Telif Hakları Sözleşmesi gereği yayınevinin iznini gerektirir.
Norşin’den Arizona’ya / Edip Yüksel
Yayın Yönetmeni: Arzu Sandal
Editör: Abdullah Demir
Kapak tasarımı: Uğur Şahin
Kapak Fotoğrafı: Jim Martin Harris, Tucson
Baskı ve Cilt: Ozan Matbaacılık
Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi B blok Kat: 2 No: 352
Topkapı - İSTANBUL
Kütüphane Bilgi Kartı (CIP):
Norşin’den Arizona’ya / Edip Yüksel
Türkiye tarihi, Siyasal tarih, Biyografi
Babıali Kitaplığı, 2. Baskı Temmuz 2015, Türkiye, İstanbul, 672 sayfa
3. Baskı Mart 2017
ISBN: 978-605-4723-76-8
Sertifika no: 11329
Dağıtım:
İstanbul:2A, Alfa, Alkım, Artı, Bilgi, Cağaloğlu, D&R, Derya Dağıtım
Final, Paraf, Remzi, Say, Totem, Yelpaze
Ankara: Işık Eğitim, İmge, Kıta, Ekinoks, Arkadaş Kitabevi
İzmir: Erdoğanlar, Gema
İnternet satış:
www.idefix.com, www.kitapyurdu.com, www.kitapyeri.com,
www.dr.com.tr www.netkitap.com, www.hermeskitap.com, www.babil.com,
www.1001kitap.com.tr, www.kitapdenizi.com,
https://www.finalpazarlama.com, http://www.kitapsan.com.tr
OZAN YAYINCILIK LTD.
Alemdar Caddesi Güzel Sanatlar Sk. No: 13 Cağaloğlu İstanbul
Tel: 212.511 93 95 - 520 43 90 Faks: 212.527 98 47
Email: info@ozanyayincilik.com Web: www.ozanyayincilik.com
4
Norşin’den Arizona’ya
Kayıplarıyla yüreğimde ömür boyu sürecek bir acıya neden olan biri
ırkçı ve diğeri de dinci vahşetin kurbanı iki kişinin anısına:
Kardeşim Metin Yüksel (1959 – 23 Şubat 1979), Fatih Camiinde ırkçı birkaç Bozkurtun yakın mesafeden açtığı ateş sonucu
kalleşçe öldürüldü.
Arkadaşım Reşad Halife (1935 – 31 Ocak 1990), El Kaide bağlantılı bir grup Sünni terörist tarafından barbarca bıçaklanarak
öldürüldü.
Atalarımdan ve çevremden miras aldığım din ve mezhep dogmalarını sorguladığım 1986-1989 yıllarında din adamları, dini vakıflar,
örgütler, partiler, gazeteler tarafından genç yaşta linç edildiğim,
sansürlendiğim, yalan ve iftiralara muhatap edildiğim ve ölüm fetvaları ile tehdit edildiğim bir dönemde dini ve politik görüşlerime
tamamıyla katılmasalar da Allah'ın bir lütfu olarak bana maddi ve
manevi olarak destek olan, beni kollayan ve sonunda hicret etmeme
yardım eden vicdan ve cesaret sahibi dört kişiye hayat boyu borçluyum, ebedi mutlulukları için duacıyım:
Ali Murat Korkmaz, işadamı, yayıncı, düşünür.
Altan Büyükyılmaz, mühendis, girişimci.
Altay Ünaltay, tıp doktoru, filozof.
Osman Bostan, işadamı, yayıncı, teorisyen, politik danışman.
5
Norşin’den Arizona’ya
İçindekiler
Bu kitap 2002 yılında beni zengin edebilirdi, AMA… .............. 9
Medya'dan Edip Yüksel ile ilgili seçmeler ............................... 11
İçerik ve Özet ............................................................................ 35
0- "Efendinin Sana Yaptığı İyilikleri Anlat" ........................... 51
1- Muhalif ................................................................................ 53
2- Diri Diri Gömülen ............................................................... 65
3- Şeytanın Kutusunu Çalan ................................................... 95
4- “Sıkıysa Yaklaş!” ............................................................... 133
5- Akıncılar: Bir İslamcı Militanın Tutku Dolu Günleri ...... 151
6- Humeyni’den Davet ........................................................... 261
7- Siyah Kuğu: Kaderin Yol Çatalında Birkaç Saniye ........... 315
8- Bitler, Fareler, Sopalar, Çizmeler ve Sayılar..................... 331
9- Edip Yüksel ya da Yazar Yüksel ........................................ 369
10- Sakıncalı Piyade ............................................................... 381
11- 1 Temmuz 1986 Kadir Gecem.......................................... 401
12- Tekrar Zindanda… Cehenneme Yolculuk ....................... 407
13- Kutsal İnekleri Ürkütmek: Mürtet veya Reformcu .......... 421
14- Hicret ve Evlenme ............................................................ 447
15- Yankilerin Ülkesinde Bir Müslüman Sürgün ................. 453
16- Arkadaşıma Suikast ......................................................... 477
17- Yahya ve Metin ................................................................ 493
18- Anavatana Dönüş: Vur, Kaç ........................................... 513
19- Babam Tarafından Sorgulanışım ve Solmuş Ayçiçeği ..... 525
20- Son söz değil..................................................................... 537
Yarı-Rastgele Seçilmiş Makalelerim ve Söyleşiler ................. 539
Fotoğraflarla Bir adam, Bir hayat, Bir ülke… .............................. 624
7
Norşin’den Arizona’ya
Bu kitap 2002 yılında beni
zengin edebilirdi, AMA…
Bu kitabın ilk bölümlerini İngilizce olarak 1995'te yazmaya başladım. Birkaç bölümünü bitirince 2002 yılında Amerika'daki kitap
ajanslarına bana yayıncı bulma konusunda referans oluşturmaları
(temsil etmeleri) için mektuplar gönderdim. İlgi duyan bir ajans (The
Vines Agency, New York) yazmış olduğum dört beş bölümü büyük
bir yayınevinin editörüne sunmuş. Çok ilgi duymuşlar. Ajans avans
olarak yayıncıdan 700 bin dolar alabileceğini söyledi. Telefonda verdiği rakam benim için çok büyük bir paraydı ve hâlâ öyle… O zamanlar mali sıkıntılar içerisindeydim. Hukuk doktorası almıştım.
Amerika'da en çok kazanan iki meslekten biri olan avukatlığı (diğeri
doktorluk) kariyer olarak seçebilirdim. Ancak, bir avukatlık firmasında yaklaşık 3 ay çalıştıktan sonra bu yol kapandı benim için. Avukatlık firmalarındaki parayı herşeyin üzerinde tutan atmosferi solumayı kabul edemedim. Oysa çeşitli araştırma projeleri ile bir avukatın kazanabileceği paranın onda birini kazanıyordum.
Jimmy Vines kitap için heyecanlanmıştı. Hatta Hollywood’dan tanıdığı bir film yapımcısı ile de görüşmüştü. O da çıkacak kitabın film
haklarını almak istiyormuş. Nitekim ajans beni telekonferans yoluyla Hollywood’dan bir prodüktör ile konuşturdu… Adamlar otobiyografimi kısa sürede bitirmemi heyecanla tavsiye ettiler… Ancak
onlarla yaptığım 10-15 dakikalık konuşmadan sonra ajans ile olan
ilişkimi kesmeye karar verdim. Kitabımın bir THRILLER (Gerilim)
romanı ve filmi olmasını ve geri kalan bölümlerini de buna göre yazmamı bekliyorlarmış… Gerçi hayat hikâyemin bazı dönemleri gerçekten gerilim ve maceralarla doluydu ama hayatımın bir gerilim romanı ve filmine indirgenmesini kabul edemezdim. Hayatım vicdani
ve felsefi bir sorgulama ve gerçeği arama serüveniydi. Her sorgulama ve arayışın bedeli olan bir macera... Elbette dileseydim, teolojik, politik ve felsefi yönünü kırparak; maceralı detayları biraz abartarak diledikleri kitabı birkaç ayda bitirebilirdim. Ama bunu, hayatıma ve hayatımı uğruna vakfettiğim prensiplerime karşı bir ihanet
olarak gördüm.
9
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Hayatın meşgaleleri, elinizde kitap olarak tuttuğunuz hayat hikâyemi yaklaşık yirmi yılda bitirmeme imkân verdi. Tam istediğim gibi
olmadı. Yıllar önce yazdığım bölümler ile son yıllarda yazdığım bölümlerde sözünü ettiğim ünlü kişilerin zamanla değişen fikir ve tavırlarına gösterdiğim tepkilerim/üsluplarım arasında hafif bir örtüşmezlik var. Ama romancıları, paraya ve şöhrete tapan Hollywood
filmcilerini memnun etmese de abartmadan ve çarpıtmadan hayat
hikâyemin elinizdeki bölümünü, dürüstlükten taviz vermeden yazdığım için biricik Efendim olan Allah'a şükrediyorum.
Not: Kitabın İngilizcesinin önce yayımlanacağını sanıyordum. Tersi
oldu. İnşallah İngilizcesini de önümüzdeki yıl yayımlarım.
10
Norşin’den Arizona’ya
Medya'dan Edip Yüksel
ile ilgili seçmeler
1978-1980. Edip Yüksel, Tekrar Tutuklandı.
TCK’nın 146 (Silahlı bir isyanla yönetimi değiştirmeye kalkışmak) ve 163. maddesine (Teokratik bir devlet kurmaya çalışmak) aykırı eylemler haricinde hepsi önemsiz zabıt ve suçlamalardan oluşuyordu. İşte size savcının hakkımda askeri mahkemeye sunduğu 1980/3085 dava numaralı kısmi liste:
Sıkıyönetimin yasakladığı Akıncılar örgütünden sonra Edip
Yüksel, TCK’nın 313. maddesini ihlal ederek yasa dışı bir
örgüt kurmuştur; daha doğru bir ifadeyle TCK 168’de tanımı
yapılan ve 146’da bahsi geçen bir suç örgütü kurmuştur.
Yüksel, Selahattin Yazıcı tarafından kullanılan ve bombalar
ve silah bulunan Keserciler Sokağı 24 numaradaki hücre
evine giderken görülmüştür.
25 Mart 1978’de Yüksel, 36 arkadaşıyla birlikte Akıncılar
örgütünde toplantı yaptığı için gözaltına alınmıştır.
26 Eylül 1978’de, Yüksel, Fatih semtinde duvara siyasi slogan yazdığı için tutuklanmıştır.
24 Nisan 1979’da Orhan Eriş’in içinde tabanca bulunan arabasında yolcu olduğu için gözaltına alınmıştır.
26 Ağustos 1979’da 12 arkadaşıyla birlikte Karagümrük
semtinde izinsiz gösteri yaparken tutuklanmıştır.
15 Mayıs 1980’de Fatih Camiinde televizyondan canlı yayınlanan Muhammed’in doğum günü kutlamaları esnasında,
Atatürk’ün manevi kişiliğine hakaret etme suçundan gözaltına alınmıştır.
6 Mart 1981’de, Yüksel, TCK’nın 163/4. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 1 Nolu Askeri Mahkemenin 1980/437 dava
numaralı 1981/191 sayılı kararıyla üç yıl hapis cezasına
çarptırılmış ve 1 yıl Muğla’da gözetim altında tutulmasına
karar verilmiştir.
11
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
1981-03-06. Edip Yüksel mahkûm oldu.
İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 6 Mart 1981’de
tutuklanan Edip Yüksel, TCK’nın 163/4. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 1 Nolu Askeri Mahkemenin 1980/437
dava numaralı 1981/191 sayılı kararıyla üç yıl hapis cezasına çarptırılmış ve 1 yıl Muğla’da gözetim altında tutulmasına karar verilmiştir.
1986-12-03. Edip Yüksel tutuklandı
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 5.11.1986 tarihli
kararınca yazar Edip Yüksel 3 Aralık 1986'da İstanbul'da
tutuklandı. Tutuklanma gerekçesi şöyle: "(İlginç Sorular kitabıyla) yayın yolu ile devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve
hukuki temel düzenini dini esas ve inançlara uydurmak
amacı ile propaganda yapmak suçunu işlediğine dair aleyhinde kuvvetli emareler elde edildiğinden, suçun vasıf ve
mahiyetine ve mevcut delil durumuna göre… Gıyaben tutuklanmasına."
1986-12-25. Ankara DGM görevsizlik kararı verdi.
'İlginç Sorular' kitabının basım yerinin İstanbul olması dolayısıyla Edip Yüksel'in tutuklu olarak İst. DGM'de yargılanmasına karar verildi.
1987-02-18. 'İlginç Sorular' yargılanıyor
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yapılan ilk duruşmada Yüksel'in avukatı Doç. Zeki Hafızoğulları bilirkişi raporunu kabul etmeyerek, müvekkilinin tahliye ve beraatını
istedi. Edip Yüksel ise, "tahliye isteğine katılmadığını, fikirlerinin temize çıkmasını" istediğini söyledi.
"Tutukluluk halinin devamına ve yeni bir bilirkişi heyetinin
oluşturulmasına…" 15 Mart 1987.
1987-04-16. ‘İlginç Sorular’a Beraat
'İlginç Sorular' kitabının 4. baskısından dolayı 5 aydır
DGM'de tutuklu olarak yargılanan Edip Yüksel beraat etti.
1988-01-01. Sadreddin Yüksel (babam), Girişim Dergisi, sayı 28.
Dikkat! İslami ilimleri gerçekten okumamış müçtehidimiz
Edip'in iddiasına göre: Dünya çapındaki malum müçtehitler
dâhil olmak üzere, bin üç yüz küsur seneden beri tüm İslam
Dünya'sını kaplayan bağnazlık (taassup) ve cehalet; Edip'in
varlığıyla sona ermiştir!
12
Norşin’den Arizona’ya
1988-02-03. Zaman gazetesi, "Sahabeye değil, zındık misyonerlere uyuyorlar"; ilk sayfada beş sütuna ana manşet
Din bilgini Sadreddin Yüksel, İslam ile ilgili bozuk fikirlere, yanlış yorumlara açıklık getirdi. Tanınmış din âlimlerinden Sadreddin Yüksel Girişim dergisinin 27'inci sayısında, "İlginç Sorular-2 Üzerine bir Tenkit" başlığıyla bir
makale yayınlamış ve…
1988-02-03. Zaman gazetesi: “Sadreddin Yüksel'i tebrik ediyoruz”. İlk sayfa, ana manşette verdiği haberin yanındaki
“Yorum” başlıklı yazı:
Gerçek din bilgini olmayan yetkisiz heveskârların, ihtisas isteyen ince ve derin mevzularda uluorta hükümler vermeleri,
kendi kafalarına göre içtihatlara yeltenmeleri yüce İslam dinine, şerefli İslam ümmetine büyük zararlar veren bir ölçüsüzlüktür. Yazık ki yurdumuza dış dünyadan yayılan ehlisünnet dışı bir takım akımlar dinde reformculuğu, mezhepsizliği, ümmet düşmanlığını ve naylon müctehidliği yayarak,
gençlerimiz arasında taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.
Amerika'da yuvalanmış bir sapık olan Reşad Halife adındaki
adam da bu bozuk akımlardan en tehlikelisinin başındadır.
Bu akımların, bu adamların ortaya attıkları bozuk fikirler
Müslümanlar arasında yayıldıkça, ehl-i İslam'ın birlik ve beraberliği sarsılmakta; nifak, şikak, tefrika, fitne, düşmanlık
yangınları çıkmaktadır. Ülkemizdeki tüm din bilginlerinin
ve ümmet liderlerinin ehlisünnet prensiplerini korumak, sapık akımlara karşı, bilhassa gençleri uyarmak için bir irşat
seferberliğine girişmelerinin zamanı artık gelmiş ve hatta
geçmektedir. Muhterem Sadreddin Yüksel Hoca'yı, kaleme
aldığı tenkit yazısından dolayı tebrik ediyoruz.
1988-05-09. Sadreddin Yüksel, Edib'in Cevabi Yazısına Bakış,
Vahdet dergisi
… Edip cevabi yazısında özetle diyor ki: “Bu uydurma hadis Nisa suresinin 24'üncü ayetiyle çelişiyor. Zira Cenab-ı
Hak evlenilmesi yasak olan kadınları saydıktan sonra "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyurmaktadır. Öyleyse, İslam âlimleri tarafından uydurulan bu hadisle Allah
ve Resulü karşı karşıya getirilmiş oluyor. Edip özetle bu biçimde konuşuyor.”
Hâlbuki bu hadisi şerif hiç de "uhille lekum ma verae zalikum" olan ayet-i kerimesiyle çelişmez, zira Cenab-ı Hak
13
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kur'an-ı Kerim'inde de "ve uhille lekum ma verae zalikum
EBEDA" dememiştir. Yani "Ebeden" kaydı ayet-i kerime’de yoktur. Eğer olsaydı işte o zaman ayetle hadis çatışmıştı…”
1989-04-09. Amerikalı Halife'nin Kur’an'ı değiştirme çabası:
İKİNCİ SALMAN RÜŞDİ OLAYI
Nokta dergisinin 9-16 Nisan kapağı
Diyanet İşleri eski başkanı Tayyar Altıkulaç: "Tutsaydı sevinecektik." Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, "Nebi olmayan Resul olamaz… Edip Yüksel uçurumdan düşmüştür." Abdurrahman Dilipak, "Müslümanlar için suni bir gündem oluşturuyor… Ümmet için fitne…" Mehmet Metiner: "Fıkıh
konseyinin Reşad ve Rüşdi'nin mürtet oluşuyla ilgili kararını destekliyorum." Reşad Halife'nin Türkiye şubesi olarak
çalışan Edip Yüksel bütün bunlara dikkat çekerek şu yorumu yapıyor… "Muhammed peygamber putlaştırıldı."
1989 Eylül. M. Ali Gümüş, Adnan Oktar'la Görüştük, İmza Dergisi, Sayı 7.
"Geçen sayımızda da belirttik: Adnan "Hoca" son iki senedir Edip Yüksel ile çok sıkı irtibat halindeydi ve zamanla
Reşad Halife patentli fikirleri benimsemeye, uygulamaya
başlamıştı. Edip her önüne gelene bu sapık fikirleri anlatmasına rağmen bir tek Adnan Hoca'yı etkiledi. Türkiye çapında ise amacına ulaşamadığı için, moral bozukluğu ve
küskünlükle kalktı, Amerika'da yaşayan sahte peygamber
Reşad'ın yanına gitti. Artık Adnan Hoca akıl hocasız kalmıştı."
1989 Ekim. Mehmet Metiner, Adnan Hoca'nın Gerçek Yüzü,
Girişim Dergisi, Sayı 49.
14
"… Edip Yüksel'in bu konudaki açıklamalarını aynen benimseyen Adnan Hoca, sonraki günlerde aynı yaklaşım biçimini savunmuş ve öğrencilerine de bunu telkin etmiştir.
Anahtar dergisi, Edip Yüksel'le olan ilgisini öğrenmek için,
'Onun görüşlerini kabullendiğiniz doğru mu?' şeklinde bir
soru yöneltince, Adnan Hoca şu karşılığı veriyor: 'Rahat konuşması için ha-hı diyerek onu tasdik eder gibi bir havaya
girdim. Konuşmalarının doğru tarafları, güzel ifadeleri var.
Ama çok yanlışları da var. Ben akılcı değerlendiririm insanları. Edip'i ikna edeceğimi zannediyordum." (Bk. Eylül-
Norşin’den Arizona’ya
Ekim, Sayı:2) Şimdi ikisi arasında geçen konuşmaları okuduktan sonra, ey aziz okuyucu, sen kendin karar ver: Adnan
mı Edip'i ikna ediyor, Edip mi Adnan'ı? Adnan'ın Edip'e nasıl dönüştüğünü, yani onun bakış açısına ve izahlarına nasıl
yaslandığını gösterelim ki, kimin kimi iknaya muktedir olduğu anlaşılsın!"
1990.
Turan Dursun, Din Bu, II. Kitap, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, Kasım 1990, sa: 155-167.
Mayatepek Raporu'na Tepkiler. Yayınımız üzerine, Tercüman gazetesinin deyişiyle, "beklenen tepkiler", din çevrelerinden geldi. Öteki çevreler, genellikle suskun kaldı. Yine
"beklendiği" gibi… Tepkiler şöyle özetlenebilir:
I- Telaş-Panik:
(A) "Din elden gidiyor" kaygısı. Diyanet'in tepkisi. "Bununla nereye varılmak isteniyor? Bu millete yeni bir din mi
bulunacaktır? Bu millet dinsiz mi yapılmak isteniyor?"
Yani: "Aman, yetişin, din elden gidiyor?" …
(B) Kimi Sağ Basındaki Tepkiler: Kimi sağ basında telaş
oldukça büyük. Kimi, bütünüyle sövgü, gürültü ve sindirme
amaçlı "tehdit". Arada sırada, "bilgiçlik" taslamalar, bilgi ve
düşünceden uzak boş laflar…
II- Dergiye Gönderilen Yazılar:
Bu yazılar içinde, sövgüden uzak, oldukça ağırbaşlı olanlar
da var. Örneğin; Edip Yüksel'in önceki sayfalarda yayımlanan rapor ve incelemeye gönderdiği cevabı. Edip Yüksel'le
paylaştığımız, buluştuğumuz noktalar vardır; paylaşmadığımız, buluşmadığımız noktalar da vardır…
1990.
Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis, İstanbul, Sa. 238247
Türkiye’de son yıllarda iki yenilikçi yaklaşım yanlısı ün kazandı: Adnan Hoca olarak bilinen Adnan Oktar ve Edip
Yüksel. Adnan Oktar ve Edip Yüksel birbirinden bağımsız
olarak vazifeye atılmış ve farklı stratejiler kullanıyor olsalar
da işleri birbirine benzemektedir. İki tuhaf insan olarak
Müslüman gruplarla ilişkileri yukarıda bahsettiğim şekilde
gelişmiştir. Ortak yaklaşımları onları bir araya getirdi ve
birbirlerini desteklemeye başladılar. Entelektüel anlamda
daha yetenekli olan Yüksel, Adnan Hocanın akıl hocalığını
15
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yaptı ve Adnan Hoca da onun tavsiyelerini büyük bir dikkatle dinledi. Sonra yolları ayrıldı. Ayrılıklarının temel nedeni karakterleriydi: Edip Yüksel oldukça yürekli ve cesurken, Adnan Hoca gerçek düşüncelerini sadece küçük bir
grup müridiyle paylaşıyor ve hiç çekinmeden yalan söylüyordu (İslami terminolojiyle söylersek takiyye yapıyordu).
İslami kesimlerin çoğu için bu ilişkinin sonu polisiye bir roman; dramatik, komik ve anlamlı bir öykü gibi olmuştu.
1992.
Emine Özkan Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar: 19’a Cevap, 4. Baskı, Mektup Yayınları, İstanbul, 1992 – 2008.
Allah’ın Kulu Emine’den EDİP YÜKSEL’E: Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla. Müminlere selam olsun. Bu
mektuba “Sevgili mücahidimiz Edip” ya da “Kardeşimiz
Edip,” diye başlamak isterdim. Keşke senden özlemle ve
sevgiyle bahsedebilseydim. Ama kaypak ve kıymık gibi olan
zekân ve lanet mantığın aramıza girdi: Sana nasıl hitap edeceğimi, hangi cümleleri kuracağımı ve seni hangi adla çağıracağımı bilemez hale geldim. Hain mantığın aramızdaki
kardeşlik bağlarını kopardı; bizi öylesine yaraladı ki şu an
kalemim sana ağlıyor. Yüreklerimizi dağlayan bu tutumuna
ne denebilir? Biliyorum ama anlatmaya dilim varmıyor!
1994-11-30. Ruşen Çakır, Adnan Hoca'nın Mucizevi Atatürkçülüğü, Milliyet gazetesinde, İslamcılar ve Atatürk başlığıyla yayımlanan bir yazı dizisi
Önce Edip Yüksel Vardı… Türkiye'de "19 kitaplarıyla" köşeyi dönen yayınevleri bu kez "mucizeyi çürüten" kitaplar
basmaya, Yüksel'in kendi olanaklarıyla bastırdığı kitapları
matbaadan çalınıp yakılmaya başlamıştı… Bir tek Adnan
Hoca Yüksel'e, daha doğrusu görüşlerine sahip çıktı. Önce
örtünme şartı koşulan kızlar açıldı, müritler sonradan aldıkları "İslami" isimleri bırakıp, gerçek "şık" isimlerine
döndü… Gerçek düşüncelerini açıklamaktan kaçınan ve çekinmeden yalan söyleyen (takiyye yapan) Adnan Hoca'nın
Atatürkçülüğüne Edip Yüksel erken doğum yaptırmıştı. Hocanın aksine açık sözlü ve cesur olan Yüksel, onun genellikle kendisinden apardığı aykırı fikirlerini açıkça söylemekte inat etmesine çok kızıyordu.
1996-08-02. Hulki Cevizoğlu, Ceviz Kabuğu Programı
16
İyi geceler efendim. Bu gece ekranlarınıza Ceviz Kabuğu
Norşin’den Arizona’ya
programında değişik ve ilginç bir konuyu ve kişiyi getiriyoruz. Türkiye'de bugünlerde çok değişik sorunlar var biliyorsunuz. Gazinolar, kumarhaneler, intiharlar, mafya hesaplaşmaları, Çekiç Güç gitsin-kalsın oylamaları, yazılı basına getirilen promosyon yasaları, buna karşı çıkan eleştiriler ve
aleyhteki görüşler var.
Ama sizlere bunların dışında bir konuyla hitap edeceğiz bu
gece. Stüdyomuzda 1957 Bitlis doğumlu bir konuğumuz
var. Adı Edip Yüksel.
Edip Yüksel bir zamanlar Türkiye'nin Salman Rüşdi'si olarak tanınıyordu. Şimdi ne olarak tanınıyor, kendisini tanıyarak bizler öğreneceğiz. Sizler de göreceksiniz.
Bu gece dini bir konuyu ele alacağımız için çok sayıda telefon konuğumuz olacak. Prof. Dr. Suat Yıldırım, Prof. Dr.
Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Mevlüt Güngür ve siz izleyicilerimiz katılacaksınız… (Hulki'ye yazdığım mektubumu,
tartışmanın transkriptini ve tartışma programından sonra
basındaki yankıları içeren ve Hulki Cevizoğlu tarafından
önsözle derlenip yayımlanan Edip Yüksel: 'Çöpe At' adlı kitabın 15'inci sayfasından.)
1996-08-04. Ceviz Kabuğu, Edip Yüksel ve Cevap Hakkı, Zaman
Gazetesi
… Cevizoğlu, son programında kendisinin de itirafıyla, bir
din bilgini olamaması sebebiyle, maalesef birçok Müslümanın kafasını karıştırdı. Telefonla programa iştirak eden değerli hocalarımızın verdiği cevaplar, konulara açıklık getirmesi beklenen soruları ve bu sorulara verilen karşılıkları,
yukarıdaki değer yargısını değiştirecek ölçüde değildi…
Cevizoğlu’nun konuğu Edip Yüksel, ilahiyat camiasının hiç
de yabancısı olmadığı bir isim…
1996-08-04. Hasan Karakaya, Edip Yüksel… Ceviz Kabuğu'nu
Doldurmayan Bir Adam, Akit Gazetesi
Önceki gece onu izledim televizyonda… Kimdir Edip Yüksel? Babası, muhterem Sadreddin Yüksel tarafından "reddedilen" bir adam.
Onu izlerken televizyonda; hafakanlar basan beyninin çırpınışlarını ve bu çırpınışların ifadesi olan "ter boşalması"nı
gördüm.
17
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Rahat değildi… Kendi "tez"lerine açıklama getiremiyordu
ve "tezat çamuru"nda yuvarlanarak, kendi kurduğu "labirent"lerde boğulma korkusu yaşıyordu!
Hadis-i Şerif verilerine ve İslam âlimlerine dil uzatma küstahlığında bulunan bu "alçak", Allah'ın "Dinde zorlama
yoktur" buyurduğu, oysa Peygamber Efendimiz ‘in İslamiyet’i yaymak için "asıp/kesen" biri olarak tanıtıldığını söylüyor.
Be gerzek; Bedir, Uhud ve Hendek'te savaşan kimdi?
Yani, senin "19 saçmalığı"na uydurmak zorunda mıyız her
harfine iman ettiğimiz Yüce Kitap’ı?
Sahtekâr kimdir, söyler misin "edeb"in e'sinden nasipsiz
Edip? Maskeni çıkar da görelim gerçek yüzünü!
Bundan 15 yıl önce heyecanlı bir genç olarak tanımıştım
seni… Sonra Amerikalı "Sahte Peygamber"in cazibesinde
oradan-oraya yuvarlandığını duydum…
… İnglizler Salman Rüşdi köpeğini, Pakistanlı ateistler Teslime Nesrin yılanını sürdü ortaya…
Senin ipin kimin elinde Edip?
Kimler kullanıyor seni?
Bush'lar mı, "puşt"lar mı?
…
Dilerim Allah'tan;
"Ondokuz"larla kafayı yemişken, "domuzlar" yemesin seni!
Yine dilerim ki, halisünasyonlarından tez zamanda kurtulur,
"şizofreni"ni yener ve tekrar dönersin gerçek yola!
Zira gittiğin yol "tezat" ve "kazurat" dolu!
Ve sana son tavsiye:
Bırak rakamsal saçmalıkları, "Kur'an'ın öz"üne dön!
1996-08-05. Olimpiyat Bitti, Zaman Gazetesi
Kanal 6 ve Hulki Cevizoğlu hakkında tepkiler durmak bilmiyor. Edip Yüksel'in milyonlarca insanın gözünün içine
baka baka Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'e hakaretler yağdırmasına, Türk halkı sessiz kalamazdı tabii. Çağrımızı yeniliyoruz, Sayın Cevizoğlu, lütfen değerli ilim adamlarımıza cevap hakkını kullandırın.
18
Norşin’den Arizona’ya
1996-08-05. Hekimoğlu İsmail, 19 Rakamı, Zaman Gazetesi
… 19 reklamcılarının Türkiye temsilcisi, geçen gün bir televizyonda konuştu. Bu şahsı çocukluğundan tanırım. Hayatı boyunca hiçbir âlime tabi olmadı. 15-16 yaşında bile
mücahitti, liderdi, önderdi. Babasından öğrendiği Arapça,
daha sonra öğrendiği İngilizce onu bir noktalara getirdi.
Evet, neden Harici'lerden, mealcilerden, 19 rakamcılara kadar bir sürü insan, İslam tarihi boyunca faaliyet gösterdi?
Ben 19 rakamcılarının sapık düşüncelerini dinlerken hiç sarsılmadım, çünkü onun sorularının en güzel cevapları Risalei Nur'larda var. Çok basit meseleleri çok büyütmüş, hatta
onların içinde boğulmuş. İşte, bir âlime tabi olmayışının sonucu bu.
Ama bu şahsı dinleyen, İslamiyet’i iyi bilmeyen birçok kimsenin de inkâra gideceğini tahmin ediyorum…
1996-08-07. Hüseyin Üzmez, Küstahlara Ne Yapmalı? Akit Gazetesi
… Ceviz kabuğu programında Edip Yüksel adında bir adam
konuşuyordu. Söyledikleri zaten saçmaydı. Ama ağzı ve üslubu o kadar bozuktu ki… Bizim Rafızi başgardiyan onun
yanında bin suda yıkanmış kalırdı.
Biz Edip Yüksel'in yalnız sözlerinden değil, üslubundan da
iğrendik. Bize öyle geliyor ki, ABD ve CIA iyi bir elaman
yetiştirmiş… Ama Allah ve Müslümanlar ona fırsat vermeyecektir inşallah! Her zaman söylüyoruz. Biz "fikir özgürlüğü"ne değil, "küfür özgürlüğü"ne karşıyız. Herif konuşurken lağım patlamış gibi oldu; televizyon kanalıyla evlerimize pislik doldu. İlk defa evlerine televizyon sokmayan
Müslümanlara hak verdim.
1996-08-11. Kanal Tedavisi, Yeni Yüzyıl Gazetesi
… Heretik görüşlere sahip İslam araştırmacısı Edip Yüksel'le yaptığı söyleşide Cevizoğlu bu özelliğini tatsız boyutlara taşıdı…
1996-08-11. Mustafa Toplaoğlu, Edip Yüksel: "Söylediklerimi
Çöpe Atın", Akit Gazetesi
… Edip Yüksel'in gündemde kalmasının iki ana sebebi vardır:
Birincisi: Babası Sadreddin Hocanın kişiliği ve Müslümanlar tarafından sayılıp sevilen bir din âlimi oluşundandır.
19
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İkincisi: İmam-Hatip menşeli olmasıdır. Biz Edip'i hâlâ
kendimizden kabul ediyoruz. Zeki bir oğlandır, zekâsını şu
anda şeytana kaptırmıştır. Bir macera yaşıyor, büyük bir bunalımın ve arayışın içerisindedir. Kendine geldiği vakit
tövbe edip aslına rücu edecektir. O zaman "söylediklerimin
tümünü çöpe atın" diyecektir. Temennimiz bu kararında geç
kalmaz…
1996-08-13. Refik Akşen, tartışmanın transkriptini ve tartışma
programından sonra basındaki yankıları içeren ve Hulki
Cevizoğlu tarafından önsözle derlenip yayımlanan Edip
Yüksel: 'Çöpe At' adlı kitabın 161'inci sayfasından:
Sayın Hulki Cevizoğlu; son iki haftadır yayınladığınız programı beğeniyle izledim. Diğer kanallarda da buna benzer
programlar izlemiştik ama CEVİZ KABUĞU hem konukları hem içeriği açısından farklılığını ortaya koydu. Konuğunuz olan Edip Yüksel'i sadece kitaplarından tanıyorduk.
Sayenizde bunun da ötesine gidip daha yakından ve daha
detaylı fikirlerini öğrenme imkânı bulduk. Edip Bey Kur'anı
çok iyi biliyor. Ve bu konuda ne kadar araştırmacı olduğunu
sürekli dile getirdiği Kur’an ayetleriyle bize gösterdi.
1996-08-13. Rıfat Tuğrul, Edip Yüksel: 'Çöpe At" kitabı, sa: 163
Sn. Hulki Cevizoğlu; Müslümanlığa duyduğumuz saygıdan
olsa gerek programınız boyunca Edip Yüksel'in açıklarını
yüzüne vurma çocuksu ve tez canlılığı içindeydiniz. Edip
Yüksel'i tanımam ve mesajını da tesadüfen seyrettiğim
programınızda öğrendim. Son derece ilkel demagoji ve
ucuz mantığınızla sözde Edip Yüksel'i köşeye sıkıştırırken,
şahsınızın da aslında kıytırık kültürlü bir yarı aydın olduğunu pek güzel gösterdiniz. Edip Yüksel'in (size göre) karşınızda bocalaması (bize göre) böyle basit ve kalitesiz karşı
sorulara şaşkınlık göstermesindendi.
1996-08-13. Mustafa Kaplan, Edeb Yahu, Akit Gazetesi
… Adı 'Edip', ama kendisinin edep hissinden nasibi yok.
Zira hakiki 'edep' ancak Hz. Muhammed'e (sav) uymakla
elde edilir. Bu nasipsiz ise, sanki asker arkadaşı imiş gibi o
zata papaz ağzı ile 'Muhammed Peygamber' diye hitap etme
küstahlığını gösteriyor…
Bu anda yüz binlerce kişinin 'imansız' oluvermesi, doğrusu
kanımı donduruyor. …
20
Norşin’den Arizona’ya
1996-08-14. Mustafa Kaplan, Turfa Müneccimler, Akit Gazetesi
… Poposunun çakıldadığını temizlemekten aciz bu kıtipiyozlar, bir de arkalarından sürüklediklerini de dinden çıkarıyorlar. İslam dininin tespit ettiği bazı 'söz' ve 'davranış' çeşitleri vardır ki, o sözü söyleyenin veya o hareketi yapanın
"kâfir" olduğuna hüküm verilir. Eğer dönüp tövbe etmezse,
mahkeme-i şer'iyye tarafından gereği yapılır… 'Peygamber
falan şeyi severdi' sözünü duyup da, 'Ben onu sevmem' diyen kişinin şer'an küfrüne hüküm verilir. Rivayet olunan bir
Hadis-i Şerifi küçümseyerek reddetmek dahi 'küfür' sayılmıştır. …
1996-08-13. Kanal 6'ya Protesto Yağıyor, Milli Gazete
İstanbul/Kanal 6 Televizyonu'nda yayınlanan 'Ceviz Kabuğu' adlı programda yazar Edip Yüksel ile yapılan röportajın
tekrar yayınlanacağını öğrenip tepki göstermek isteyen bir
grup, televizyon binası önünde toplanarak, Kanal 6 Televizyonu aleyhinde slogan attılar.
Kanal 6 Televizyonu tarafından yayınlanan, yapımcılığını
ve sunuculuğunu Hulki Cevizoğlu'nun yaptığı 'Ceviz Kabuğu' adlı programda geçen hafta yazar Edip Yüksel ile yapılan röportajın tekrar yayınlanacağını protesto etmek isteyen
bir grup vatandaş, televizyonun Seyrantepe'deki binası
önünde toplanarak tepkilerini dile getirdiler. 15-20 kişilik
grup, kısa bir süre slogan attıktan sonra olay çıkarmadan dağıldı. Programın tekrarı buna rağmen aynı gece saat
23.30’da yayınlandı.
Polis ilerleyen saatlerde çok sayıda tepki telefonu alan Kanal 6 televizyonu etrafında güvenlik önlemlerini artırdı.
1996-08-18. Ahmet Selim, Niyet ve Usul, Zaman Gazetesi
Edip Yüksel'in itirazı; sünnet ‘in özünedir, gerçekliğinedir,
müessesevi varlığınadır. Bunun için, Peygamberimiz
(s.a.s.) için "Hazret" kelimesini kullanmıyor. Yani hadis rivayetlerinin sünnet haberlerinin hepsi "mütevatir" gücünde
de olsa, o yine reddedecek. İşte bu noktada ulema serttir…
Adam tefekkür adına, kitapta kıyamet şifresi arıyor, atom
formülü arıyor, matematik icatlar arıyor, vahyi şahsında devam ettirmenin yollarını arıyor, harikuladelikleri gerçekleştirmenin sırlarını arıyor! Niyet ve usul böyle olursa, neticeleri de ona göre olur. Bu da bildirilmiştir…
21
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
1996-08-16. Yaşar Nuri Öztürk, Halk da Sorumlu Olur, Hürriyet
Gazetesi
Ceviz Kabuğu programında konuşan Edip Yüksel ve karşıtlarıyla ilgili yoğun sorular soru[lu]yor. "Kafamız allak bullak oldu, bizi aydınlatın" diye sadece yazı ve telefonla değil,
cadde ve sokaklarda sözlü olarak da ısrar ediliyor. Herhangi
bir program olanağı çıkarsa önemli açıklamalar yapacağım.
Burada söyleyebileceğim bir tek cümledir: Tüm Kur'an aşkına ve mazlumluğuna rağmen Edip'in bazı yanlışları, tüm
tutarsızlıklarına rağmen karşıtlarının da bazı doğruları
vardı.
1996-08-18. Ahmet Selim, İslam Sünnet ile Yaşanır, Zaman Gazetesi
… Dikkat edin, en büyük hurafeler rasyonalizm adına dinle
meşgul olanlarda görülür! Sünneti reddeder; gidip 19'a inanır…
1996-08-20. Ali Eren, Ceviz Kabuğundan Taşan İnkârlar ve Sünnetin Ehemmiyeti, Akit Gazetesi
Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın konuşmasına da hayret ettiğimi
söylemezsem içimde kalır. Nedir o, her şeyi doludizgin
inkâr eden Edip Yüksel'e karşı takınılan olağanüstü nazik
tavır? Sanki Edip'in gül hatırını(!) incitmemek için kararlı.
Evet, ilim adamına kabalık yakışmaz. Biz de, kaba olmalıydı, demiyoruz. Peygamberimize "put" diyen adama
"eizettin ale'l-kafiren" ayetinin manasına göre cevap vermek gerekmez miydi? Bütün konuşması içerisinde Hz. Resullullah için bir defa bile "Hazret" kelimesini kullanmayan
bir inkâr karşısında, Yıldırım Hoca'nın takındığı çekingen
ve tereddütlü tavrı, hiç mi hiç hazmedemedim ve kahroldum. Hangi manaya sığdıracağımı bilemiyorum. … (Toplam 6 gün süren bir yazı dizisinin 1'inci bölümünden)
2000-01-22. Ağabeyi Konca Kuriş'in Ölüm Sorgusunu Seyretti,
Mürsel Acay, Sabah
22
Mehmet Genç, yetkililere söz verdiği için kasetle ilgili
başka bilgi vermese de, Konca Kuriş'in "Ölüm sorgusundaki" konuşmasının şöyle olduğu belirtiliyor: "Ağabeyim
Marksistti ve Hüseyin Velioğlu'nun sınıf arkadaşı idi. Evlendiğim zaman 4-5 sene kapanmadım. Kocamın ailesi tarafından baskı yapılınca tesettüre girdim. Hizbullah'ın diğer
Norşin’den Arizona’ya
kolu olan Menzil grubunun şeyhi ile 1,5 sene görüşmelerim
oldu. Menzilciler, Yaşar Nuri Öztürk ve Edip Yüksel ile tanıştırdılar. Menzilcilere göre Allah ile kul arasında Peygamber yok. İki sene bu şekilde görüşmelerim devam etti."
2000-12-24. İstanbul'dan bir Mürtet Geçti, Faik Bulut, Radikal
16 Aralık 2000 gecesi Ceviz Kabuğu (Kanal 6) programında, kendisini, Akit gazetesi yazarı Ali Eren ve Diyanet
İşleri'nde görevli Mustafa Varlı isimli iki muhatabıyla tartışırken seyrettik. Faks ve telefonların kilitlendiği tartışma,
yaklaşık 5 saat sürdü. Program sunucusunun ifadesine göre,
dini çevrelerden kimse Edip Yüksel'in karşısına çıkmak istememiş. Adi gecen iki tartışmacı ile telefonla programa katılanların, Yüksel'in tezlerini çürütmek yerine; onu suçlama
veya bildik beylik yanıtlarla susturmaya kalkmaları dikkat
çekiciydi. Ertesi günün aksamı, aynı kanalın ana haber bülteninde, Yüksel için, "kimine göre deli, kimine göre mürtet,
kimine göre Türkiye'nin Salman Rüşdi’si, namazı çıplak kılıyor, Hz. Muhammed'i inkâr ediyor..." altyazısıyla anons
etti.
2000-12-27. Önce aptes alın sonra oje sürün, Ayda Kayar, Hürriyet
Ramazanda televizyonlarda saatlerce süren din ve uygulamasına yönelik tartışmalarda yeni bir isimle de tanıştık.
ABD'de yaşayan Edip Yüksel, Türkiye'de yaşayan ve İslam'a farklı yorum getiren meslektaşlarını geride bıraktı ve
hiç duymadıklarımızı söyledi. Kanal 6'da yayınlanan “Ceviz Kabuğu” adlı programda, izleyicilerini sahura kadar ekran başına bağlayan Yüksel, çırılçıplak namaz kılmayı savundu. Kur’an dışındaki tüm kaynakları reddeden Yüksel,
İslam'ın çarpıtıldığını anlattı. Edip Yüksel'in pek dindar olmayanları bile hayretlere düşüren ve bir kere daha düşündüren açıklamaları, kendisine ait internet sitesinde de yer
aldı. Yüksel, namazda giyimle ilgili şunları söyledi: Edip
Yüksel'in pek dindar olmayanları bile hayretlere düşüren ve
bir kere daha düşündüren açıklamaları, kendisine ait internet sitesinde de yer aldı. Yüksel, namazda giyimle ilgili şunları söyledi:
“Namaz için örtünme diye bir koşul yoktur. Odasında kendi
başına veya eşiyle birlikte namaz kılan biri dilerse çırılçıp-
23
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lak namaz kılabilir. Tanrı bizi elbileselerimize göre değerlendirmez ve bizim saklamaya çalıştığımız organları yaratan ve çalıştıran da kendisi olduğundan onları görmekten
mahcup olmaz. Adem ve Havva'nın cennetteki tavırları, suç
işleyerek bedenlendikleri için, suçluluk psikolojisiyle gösterdikleri bir refleksti. Aradan milyonlarca yıl geçmiş ve bu
suç herkese ayan beyan olmuştur! Ayrıca, örtü olarak kullanılan pamuk, yün, naylon gibi nesnelerin çıplak vücutları
meleklerden gizleyeceği biçimindeki yaygın inanış da temelsiz. Bizim çıplak vücudumuz meleklerin umurunda bile
olmaz. Kaldı ki banyolardan veya yatak odalarından melekler kaçmaz. Onlar her an bizim hizmetimizdedirler ve yaptıklarımızı her an kaydetmektedirler. Ayrıca, namazda muhatabımız melekler değil, Allah'tır. Örtünme toplumsal bir
gereksinme olup kişiyi cinsel ve duygusal ilişkilerde diğerlerinden koruma amacını güder.’’
2002-09-07. Sefa KAPLAN, Hürriyet
… ABD'ye giderek Reşad Halife'nin bir anlamda “halifeliğini’’ üstlenen Yüksel, “19 Mucizesi’’ fikrini Türkiye'ye
getirecek ve İslami kesim arasında büyük tartışmalara sebep
olacaktı. Öyle ki, Edip Yüksel'in tezleri, sonunda babasını
da çileden çıkartacak ve oğlunu evlatlıktan reddedecekti.
Genç bir tıbbiyeli, Kur’an'ın şifresini çözdüğünü iddia ediyor…
2002-11-23. Şifre tartışmaları Ceviz Kabuğu'nda, ATV
Kur'an-ı Kerim’in şifresi tartışmaları Ceviz Kabuğu'nda sürüyor. Programa bugün, Kur'an'ı Kerim şifrecilerinin en
önde geleni Dr. Edip Yüksel, ünlü matematik bilgini Prof.
Dr. Haluk Oral ve Prof. Dr. Süleyman Ateş konuk oluyor.
Programda Kur'an-ı Kerim'in şifresi tartışmaları enine boyuna masaya yatırılıyor…
2003-07-08. Tayyip Erdoğan’ın Portresi, Mehmet Metiner, Ortak Haber
24
1979 yılıydı. Sıkıyönetimin kaotik günlerindeydik. Bir yaz
ayıydı. İki Akıncının Kâğıthane’de katledilişini protesto
ediyorduk. Yürüyüşümüz Aksaray’da başlayıp Fatih’te son
bulmuştu. Aniden polis ve askerler etrafımızı sardı ve askeri
kamyonlara tıkıştırılmaya başlandık. Aramızda kimler
yoktu ki! Yasadışı gösterinin lideri Edip Yüksel’den, uçak
Norşin’den Arizona’ya
kaçıran gazeteciler Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz’a,
Recep Tayyip Erdoğan’a kadar zamanın ünlü isimleri aramızdaydı. Erdoğan, MSP İstanbul gençlik örgütünün lideriydi. Askeri üste bir gece kaldıktan sonra herhangi bir işkence veya kötü muameleye maruz kalmadan serbest bırakılmıştık. (Ayrıca: Mehmet Metiner, Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi, Doğan Kitap, İstanbul, 2004, 2'nci baskı,
Sa. 63-64.)
2005-01. Selahaddin Eş, Hep, 'Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir' deriz de… Haksöz Dergisi, 166-167'inci sayılar.
Hoca için, herhalde, Metin’in öldürülmesinden daha hafif
olmayan yıkıcı husus ise, Metin’in abisi Edip’in durumuydu... Edip’in, itikadi konularda yaptığı bazı değerlendirmeleri esas alarak; belki biraz da baba olmanın sorumluluk duygusu ve insanın çok sevdiğini daha zor bağışladığı
ve daha haşin tepki vermesinin neticesinde, onu ‘mürtet’
ilân eden ağır bir yazı yayınlamıştı... Edip de babasına, aynı
ağırlıkta cevap vermek istemiş, ama bunun doğru olmayacağını hatırlatıp, yayınlanmamasını sağlamıştık. Ama Edip,
daha sonra, -bana göre de- frensiz ve yanlış olan daha başka
adımlar attı ve bazı internet yazışmalarından anladığım kadarıyla, hâlâ da, o yolda yürüyor; Amerika’da…
2006-01-06. Enis Tayman, Müslümanları Yahudileşmekle İtham
Eden Molla Oğlu: "İslam dini anonim şirket olmuştur",
haftalık Tempo dergisi, sa. 40-43.
Bir mollanın oğlu olan reformist İslamcı Edip Yüksel'in
"Kuran, Reformist Çevirisi" kitabı, yakında ABD'de çıkıyor… Yüksel, günümüz İslam'ını anlattı. Yüksel'den Müslümanlara ilişkin çarpıcı yorumlar:
Habil ve çocukları öldü. Biz Kabil'in çocuklarıyız. Biz yenenlerin, yani katillerin çocuklarıyız.
Bugünkü Müslümanlar, Yahudilerden çok daha fazla Yahudi. Mesela recm Yahudilikte var. Çocukları sünnet etmek
Yahudilikten gelme, Takke Yahudilikten gelme, Tespih Hıristiyanlıktan gelme… Fatiha'dan sonra "âmin" demek, şefaat ve mehdi hikâyeleri de Hıristiyanlıktan…
İslam Hanefi, Şafi, Hanbeli değildir. İslam Allah'ın dinidir.
Muhammed peygamberin görevi Kuran'ı açıklamak değildi.
Allah, haşa açıklayamadı mı? Bizim ulema diyor ki Allah'a
25
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
inat, "Hayır, detaylı ve açık değil, kapalıdır". Eee? "Bize gel
biz açıklarız."
Ölmekte olan bir adamı evine sok. Ölüm meleği de girmesin. Ölümsüzlüğün de sırrını bulduk…
Kuran, "En üstün olanınız, en erdemli olanınızdır" diyor.
Üstelik lider erkek olacak da demiyor. Yani bugün Müslümanlar Kuran'a inanmıyor.
Başörtüsü İslami değildir. Önce bu. Fakat başörtülü insanların dışlanmasına karşıyım. Başörtü sayısında çok artma
gördüm. Nedeni bu yasaklar bence.
2007-08-20. Ali Eteraz, Shooting the Messenger, guardian.co.uk
Tüm bunlar Harun Yahya'nın perde arkası, ama bunlar Türk
mahkemelerinin Harun Yahya'nın baskısı ile aniden WordPress'i yasaklamasını açıklamaya yetmiyor. Görünen o ki,
Harun Yahya'nın iddiasına göre WordPress politik düşmanı
gördüğü ve avukatları tarafından "suç örgütünün" başı olarak suçlaman Edip Yüksel'e ait olduğuna inandığı birçok
blog yayımlıyormuş. İşin ilginci, Edip Yüksel Harun Yahya'nın eski hocası imiş… Yüksel, 19.org ile ilgili bir başka
acayip adam. Kitabı Mukaddes ve Kuran'da yer alan 19 sayısı üzerine kurulu bir kod yoluyla dinde "Kopernik Devrimi" hedefliyor. Yakın zamanda "reformist" bir Kuran çevirisi yayımladı. Çevirisi büyük bir Amerikan yayıncısı tarafından yayınlanacaktı ancak delişmenliği fark edilince
vazgeçildi.
2008. Prof. Aisha Y. Musa, Hadith as Scripture: Discussions on
the Authority of Prophetic Traditions in Islam, Palgrave
Macmillan, 2008, p. 100.
Rahmetli Rashad Khalifa'nın çalışma arkadaşı ve yakın
dostu Edip Yüksel Sadece Kuran öğretisini savunanlar arasında önemli bir şahsiyettir. Yüksel'in eserleri son yıllarda
çağdaş Quranist hareket içinden çıkan yeni bir eğilimi temsil eder…
2008-03-11. Demokrasi Bürosu, 2007 Türkiye İnsan Hakları Raporu. ABD Devlet Bakanlığı
26
Yaratılış Atlası adlı evrim karşıtı tartışmalı bir kitabın yazan
Adnan Oktar adlı bir Türk yazarın avukatlarının dilekçesi
üzerine, 17 Ağustos tarihinde, bir mahkeme WordPress.com adresinde yayımlanan binlerce blogu yasakladı.
Norşin’den Arizona’ya
Oktar'ın avukatları, Oktar'ı eleştiren ve evrimi savunan Türkiyeli popüler bir Müslüman yazar olan Edip Yüksel'in,
WordPress sitelerinde saldırgan ve yasadışı içerik yayınladığını iddia etti. Oktar'ın avukatları başlangıçta sadece birkaç bloğu yasaklamak için başvurdular ancak aşağılayıcı
ifadeleri içeren yazıların WordPress sitesi yoluyla yayımlanan diğer bloklarda da yayımlandığını fark edince, tüm
WordPress bloglarının yasaklanmasını istediler. Bir yasak
için bloke ancak daha sonra uygulanır. Sadece bir tek siteyi
engellemek için teknolojiye sahip olmadığını bildiren hükümet, mahkeme kararı uyarınca, tüm wordPress sitelerini
bloke ettiğini açıkladı. Yıl sonuna kadar tüm WordPress siteleri Türkiye'de bloke edilmeye devam etti. - Bureau of Democracy, Human Rights, and Labor, 2007, March 11, 2008,
http://www.state.gov/j/drl/rls/hrrpt/2007/100589.htm.
2008. Mehmet Ali Tekin, Şehid Metin Yüksel, Kardelenlerin
Kan Kırmızı Açtığı Gün, sa. 18-21.
Metin çok ileri görüşlü, öngörüleri gelişmiş ve isabetli birisiydi. Yaşadığı dönemin 5-10 yıl sonrasını görebilecek bir
ufka sahipti. Bunun en bariz örneği olarak Fatih Akıncılar
Derneği'nin Haydar semtinde bulunan binasında açtığı Dispanseri gösterebiliriz… Dispanserimizde haftanın Salı ve
Cumartesi günleri olmak üzere, iki günü ücretsiz muayene
yapılmasını kararlaştırdık ve bunu hemen Fatih halkına ilan
ettik… Yaz tatillerinde de derneğin bünyesinde, Orta Okul
ve Lise talebeleri için İngilizce, Fizik, Kimya, Matematik
vb. derslerinden ücretsiz kurslar tertip etmeye başladık. Metin, bu çalışmanın başına da, o yıllarda ODTÜ'de okuyan,
ağabeyi Edip Yüksel'i ve başka üniversitede okuyan arkadaşları getirmişti. Edip kardeş daha sonra bu kurslara devam
eden öğrencilerden, Ak-Lis FT-19 isimli bir grup oluşturmuştu.
2010. Abdur Rab, PhD, Exploring Islam in a New Light, BrainbowPress, 2010, p. 296.
Sadece Kuran öğretisi doğrultusunda dinamik bir İslami reform hareketi Edip Yüksel liderliğinde sürdürülüyor. Arkadaşları Layth Saleh al-Shaiban ve Martha Schulte-Nafeh ile
birlikte 2007 yılında Quran: a Reformist Translation kitabını yayımladılar. Hadis külliyatının ve mezhepçi öğretileri
ile çarpıtılmadan yapılan bu çeviri, bildiğim kadarıyla Re-
27
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
28
şad Halife'ninkinden sonra ikincisiydi. Çevirileri ve dipnotlardaki tartışmaları tüm Hadis kitaplarını niye çöpe atmamız
gerektiğini güçlü delillerle sergiliyor. Kur’an çizgisinde İslami Reform için bir Manifestoyu da içeriyor. Kendini tevhit mesajına adamış bir aktivist olan Yüksel, mezhepçi gerek Müslüman din adamlarıyla gerekse İslam'ı bilmeden
eleştirenler ve İslam düşmanları ile tartışmalar yapmaktadır.
Bu hareketi duyurmak amacıyla dünyanın çeşitli bölgelerinde seminerler ve konferanslar düzenlemekte ve konuşmacı olarak katılmaktadır.
2011. Irshad Manji, Allah, Liberty and Love: The Courage to
Reconcile Faith and Freedom, Free Press, 2011, p. 148
Yüksel'in İnglizce Kuran çevirisini diğer bilim adamları
desteklediler. Örneğin; Allah'tan başka Tanrı Yok kitabının
yazarı Rıza Aslan, "Kuran'ın statik bir kitap olmadığını, aksine yaşayan, nefes alan ve sürekli gelişen bir metin olduğunu inananlara hatırlatan güzel ve cesur bir çeviri" diye
övdü. Feminist profesörler genelde desteklediler. Ben de
yorumların "doğru" olduğunu iddia etmeden bu çalışmaya
arka çıktım. Ancak, yayınevinin dinlediği tek uzman benim
desteğimi projeye karşı bir darbeye çevirdi. Yüksel, "Sanki
ortaçağda bir yayınevi Martin Luther'in kitabını Katolik
Piskoposuna danıştıktan sonra reddetmeleri gibiydi" diye
durumu açıkladı. Muhtemelen Palgrave Macmillan Muhammed peygamber için çizilen karikatürlere karşı gösterilen protestolardan korkmuş olmalı.
2011-02-09. Melle Sadreddin Yüksel’in oğlu ve Taha Akyol’un
programı, Yaşar Karadoğan, Rizgari.com
Melle Sadreddin Yüksel’in bir diğer oğlu Edip Yüksel de
Akıncılar çevresinde yer alan, entelektüel kapasitesi yüksek
olan, ama bu kapasitesini Kürtler için kullanma niyetinde
olmayan birisi. Edip Yüksel ise ABD’de yaşıyor. İslam
dünyasında aykırı görüşleriyle tanınıyor.
2011-08-21. Ruşen Çakır, O bir Serbest Radikal, Vatan
Bir gazeteci olarak 1985 yılından beri İslami hareketler üzerine çalışıyorum. Bu süre zarfında kimisi din âlimi, kimisi
yazar, kimisi siyasetçi, kimisi cemaat üyesi veya yöneticisi
çok kişiyi tanıma ve bazılarıyla tanışma imkânı buldum.
Eğer bunların arasında en ilgincinin kim olduğu sorulacak
olursa, hiç tereddütsüz onun adını veririm: Edip Yüksel…
Norşin’den Arizona’ya
Eğer Edip “normal” biri olsa, kısa sürede tam bir best-seller
olan kitabın getirdiği maddi imkânlar ve itibarla yetinirdi.
Fakat o daha ileri gitti. Tıpkı Halife’nin yaptığı gibi, geleneksel Sünni İslam anlayışıyla ve bunun temsilcisi kişi ve
kurumlarla mücadele etmeye kalkıştı.
2011-08-21. Edip Yüksel hadislere 'mikrop' dedi, Kaçkar TV
Genel Yayın Yönetmenliğini Ahmet Altan'ın yaptığı Taraf
gazetesinin bulup konuştuğu Edip Yüksel, hadisleri mikrop
olarak nitelendirip, çocuklarının agnostik olduğunu açıkladı.
2011-08-23. Müfit Yüksel: Edip, ahlaksız ve edepsiz, 8Sutun
Merhum Molla Sadreddin Yüksel'in "mürtet" ilan ettiği
oğlu Edip Yüksel'in hadisler hakkındaki çirkin sözlerine
kardeşi Müfit Yüksel'den tokat gibi cevap geldi. Sosyologtarihçi Müfit Yüksel, Edip Yüksel'in ailelerinin bir ferdi olmaktan uzak olduğunu belirtip, tutumunu "ahlaksız-edepsiz" olarak değerlendirdi.
Müfit Yüksel, Edip Yüksel'in aynı ahlaksızlığa devam etmesi halinde ise hakkında fetva neşretmek zorunda kalacağını vurguladı. Babasının, Edip Yüksel'i evlatlıktan reddettiğini anımsatan Müfit Yüksel, "Şu sıralar Türkiye’de dolaşıp medyada verdiğin demeçlerle sadece fitne-fesat yayıyorsun. İçten içe Hz. Peygamber’e (SAV) karşı bir hazımsızlık, buğz ve kin içerisinde olduğunu neredeyse aşikâr ediyorsun." dedi. ...
Müfit Yüksel, Edip Yüksel'in benzer çirkinlikler sergilemesi halinde hakkında fetva yayınlayacağını tekrarlayarak
sözlerini şöyle tamamladı: "Sen ailemizin bir ferdi olmaktan uzaksın, Rahmetli babacığım seni tamamen reddetmişti.
Hz. Peygamber’le (SAV), Hadis-i Şeriflerle, İslam’ın temel
akide ve şiarları ile Rahmetli babacığım ve anneciğim ile
alakalı böyle saldırgan, agresif, ahlaksız, edepsiz tutumun
devam ederse senin hakkında Fetva neşretmek zorunda kalacağım."
2011-08-28. Edip Yüksel'e 301'den gözaltı, İsmail Aktaş, Hürriyet
İslam dünyasında farklı görüşleriyle tanınan araştırmacı-yazar Edip Yüksel, önceki gün iftar saatinde, Ankara ve İstanbul’da, Türklüğe hakaret suçundan TCK 301’inci maddesi
29
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
30
gereğince yargılandığı davaların duruşmalarına katılmadığı
gerekçesiyle gözaltına alındı.
Yazar Edip Yüksel hakkında, sahibi olduğu, www.19.org
internet sitesinde, Türklüğe hakaret edildiği gerekçesiyle
2009’da dava açıldı. Ankara ve İstanbul’da açılan 3 davada
Edip Yüksel, 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. Duruşmalara katılmayan Edip Yüksel hakkında mahkeme tarafından yakalama kararı çıkarıldı. ABD’nin Arizona Eyaleti’nde yaşayan Edip Yüksel, Ramazan başında İstanbul’a
geldi. Amerikan pasaportu ile Türkiye’ye giren Edip Yüksel, bu nedenle gözaltına alınmadı. Önceki gün Fatih, Şehzadebaşı Camisi’nde arkadaşları ile iftar yapan Edip Yüksel, 155 polis imdat hattına giden ihbar üzerine gözaltına
alındı. Beyazıt Polis Merkezi’nde geceyi geçiren Edip Yüksel, dün sabah İstanbul Adliyesi’ne sevk edilerek, nöbetçi
mahkemeye ifade verdi. Edip Yüksel, adliyeye girişinde,
“İnternet sitesinin forum kısmında, bir kullanıcının yazdıklarından dolayı hakkımda dava açılmış. Benim bir alakam
yok. Başkalarının yaptıklarından beni sorumlu tutuyorlar.
Her şeye hakaret ettiğimi söylüyorlar. İfademi vereceğim”
dedi. Edip Yüksel’in avukatı Ahmet Erpek, “Davaya neden
olan ‘Zazax’ isimli kullanıcının kim olduğunun tespitini isteyeceğiz. O kullanıcı ve Adnan Oktar hakkında da suç duyurusunda bulunacağız” diye konuştu. Yüksel, mahkeme
tarafından serbest bırakıldı.
2011-09-17. Kur’an Mealinden İntihal davası, Erdal Kılınç, Milliyet
Arizona’daki Pima Community College’de felsefe dersleri
veren Dr. Edip Yüksel, kitaplarından intihal yaptığı iddiasıyla Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde analitist
olarak görev yapan Mustafa Sağ hakkında avukatı Ahmet
Erpek aracılığıyla dava açtı.
İstanbul 2. Fikri ve Sinai Haklar Mahkemesi’ne verilen dilekçede Yüksel, 1999’da Ozan Yayıncılık’tan çıkan ‘Mesaj
Kuran Çevirisi’ isimli kitabından intihal yapıldığından,
okurlarından gelen uyarılar üzerine haberdar olduğunu belirtti.
Avukat Erpek dava dilekçesinde, “ABD’de yaşayan Edip
Yüksel’in Türkiye’de ve Amerika’da yayınlanmış 20’ye yakın kitabı bulunmaktadır. Mustafa Sağ isimli yazarın 2010
Norşin’den Arizona’ya
yılında Ladybirds yayıncılıktan çıkan kitabı ‘Evrensel Çağrı
İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’ isimli kitabının kendisine
ait ilk baskısı, Ozan Yayıncılık tarafından 1999 yılında yayınlanmış olan ‘Mesaj, Kur’an Çevirisi’ isimli kitabından
intihal olduğunu öğrenmiştir” denildi. “İntihal yaptığı” iddia edilen Mustafa Sağ ise konuyla ilgili savcılığa ifade verdiğini, iddiaları kabul etmediğini söyledi. [Daha sonra yayınlanan bilirkişi raporu intihal, yani hırsızlık, yapıldığını
belirledi ve mahkeme tarafından tazminat ödemeye ek olarak 10 ay hapis cezasına mahkûm edildi.]
2011
Mustafa Akyol, Islam without Extremes: A Muslim
Case for Liberty, W. W. Norton & Company, 2011, Sa
234.
Türkiye’de Hadis külliyatı eleştirisi 80’li yılların başlarında
başladı fakat ilk zamanlar gerçek bir destek bulamadı. Yalnız bir radikal reformist; Edip Yüksel, Hadis’e karşı çıkıp
“Sadece Kur’an” formülünü ileri sürünce, muhafazakârlar
tarafından kötülenerek kâfir ilan edildi. Lakin Yüksel’in
bazı eleştirilerine katılmamak elde değildir.
2012. Hüseyin Kiriş, tevhidin mesajıyla özgürlüğüne kavuşmuş
cesur gençlerden biri
Çok uzun zamandır seni takip ediyorum. Mesaj kitabını
okuduktan sonra hayatım değişti ve karanlık dünyam aydınlandı. Her ne kadar düşüncelerimin değişmesi ile benden soğuyan ve aklımdan şüphe eden insanlar olsa da (ailem dâhil)
ben artık eski ben değilim. Çünkü artık düşünüyor ve sorguluyorum. Sana yapılan eleştirilerin hiçbiri umurumda değil ve seni din tartışmalarında örnek bir adam olarak gösteriyorum ve destekliyorum. Facebook, twitter vb. arkadaşlık
sitelerine üye olmadığım için seni bulma fırsatım pek olmadı. Ama 2 gün önce seni YouTube’de görünce çok sevindim ve şu an sana bu meil’i atmaktan çok mutluluk duyuyorum. Eğer seninle msn yoluyla görüşme fırsatım olursa
çok sevinirim. Cevabını en kısa zamanda bekliyorum. Teşekkürler.
2013-02-27. Günün Sözü, Yalçın Bayer, Hürriyet
"İslam'ın peygamberi Muhammed'e efendi demek şirktir.
Çünkü, Allah'tan başka efendi yoktur. Ama bir Muhammedperestlik, bir putperestlik var. SAV (Sallallahu Aleyhi
Vesellem) demek de uyduruktur. Kuran, yalnızca "Allah'ı
31
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
32
övün" diyor. "Muhammed'i övün" demiyor. Hz (hazret, hazreti) demek "huzurunda" demektir. Bugün kimse peygamberin huzurunda değildir, çünkü o ölmüştür." (Hulki Cevizoğlu'nun programında Amerika'da yaşayan ilahiyatçı-yazar Dr. Edip Yüksel.)
2013-07-16. Timaş Yayınları sahibi Osman Okçu ile yapılan bir
söyleşi. "Türkiye Okuyor, Okuyacak," Gerçek Gündem
Sayım Çınar: 30 yıllık yayıncılık geçmişinize baktığınızda,
birçok kitap gördünüz, birçok yazar tanıdınız. Gurur duyduğunuz kitaplarınız hangileridir?
Osman Okçu: Tüm yazarlarımızla ilgili bunu söyleyebilirim. Hangi yazar karşıma gelse konuşmaktan mutluluk duyuyorum. Edip Yüksel’in Kuran’da 19 Mucizesi kitabını
yayınlamaktan pişman oldum bir tek, bunu söyleyebilirim.
Son kalan kitapları da imha etmişimdir.
2013-09-25. Ezgi Başaran, ’Birilerinin Aklını Karıştıran Dindarlar’, Radikal
Bu arada Edip Yüksel de 19.org sitesinde İslam’ın ‘yeni’ 5
şartını belirlemiş: 1. Akletmek. 2. Özgürlük. Sadece Hakk’a
teslimiyet. 3. Adalet. Yoksulları/mazlumları kollama. 4. Barışçılık. 5. Çevreyi koruma. Müsaade ederseniz, kendimi tutamayıp yazımı ‘anlayana’ diyerek bitirmek istiyorum.
2013-11-14. Kareem Said, Ekşi Sözlük, Edip Yüksel, Sa. 21,
Madde 204.
Türkiye’de memur olduğum dönemde görev yaptığım mahkemeye kendisinin sanık olduğu bir dava gelmişti. Suçlama
ise " Atatürk’e hakaret, alenen saygısızlık " idi. Sahibi olduğu web sitesinde yazılan sözler ile ilgili açılmış saçma
sapan bir davaydı.
Mahkeme dava dosyasında Türkiye’de yaşamadığı, Amerika Birleşik Devletleri'nde felsefe dersleri verdiği yazıyordu. Hâkimle görüştükten sonra ifadesinin alınması için
Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanlığı’na talimat
yazdım. Yanlış hatırlamıyorsam 3-5 ay sonra Amerika’dan
cevap geldi. Yazıda, bahsi geçen sitede yazılanların düşünce ifadesi olduğu, kim olursa olsun hiçbir kimsenin düşüncesinden ötürü yargılanamayacağı, bunun Türkiye’de
suç olabileceği ancak, Amerika Birleşik Devletleri'nde herhangi bir sorun teşkil etmeyeceği, bu nedenle de talimatın
yerine getirilmeyeceği yazmaktaydı. Gelen cevap beni
Norşin’den Arizona’ya
memnun etmişti. Hâkime gösterdim. Bozuldu. O halde hakkında yakalama emri çıkar dedi. Maalesef memur olduğumuz ve emir altında çalıştığımız için hakkında ifadesinin
alınmasına yönelik yakalama emri çıkarmıştım. Bir süre
sonra Türkiye’ye geldiğinde gözaltına alınmış ve ifade vermişti.
Daha sonra o dava dosyasına ne oldu bilmiyorum. İstifa
edip Amerika’ya geldim ben de. Umarım böyle saçma sapan bir davadan ceza almamıştır. Her ne kadar bir ateist olarak bazı ifadelerini çok yersiz ve uçuk bulsam da kimsenin
hele ki Atatürk’e hakaret gibi çağ ötesi bir suçtan ceza almasını istemem.
(Amerika’nın verdiği cevap hâkimi çok bozmuştu ama hiç
unutmam, benim içimin yağları erimişti.)
2014. Yakup Aslan, Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz
Devrim, Ozan Yayıncılık
Tayyip Erdoğan ve Edip Yüksel’in gözaltında bulunduğu
Fatih karakolundan ağır darbeler alarak çıkmıştım. Bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kadir Mısıroğlu’na geldik ve durumu anlattık. Tayyib’in, Edip’in de nezarette olduğunu hatırlatınca, konuşmaya başladı ve daha önce Metin’e aklını
başına alması gerektiğini, sık sık söylediğini; buna rağmen
kendisini dinlemediğini ve dinlemeyince de kendisine böyle
bir son hazırladığını söylüyordu… Edip’e de defalarca Metin gibi olmaması için uyarıda bulunduğunu hatırlatarak,
dolaylı olarak bizi de uyarıyordu… Metin Yüksel, Fatih camisinin avlusunda vurulduğu zaman ben Van cezaevinde
yatıyordum. Çıktıktan sonra yeniden İstanbul’a gelmiş ve
daha önce pasif durumda olan veya Metin Yüksel’in hareketli temposundan dolayı öyle hissedilen Edip Yüksel, bizim gruplar halinde girebildiğimiz, solcularca kurtarılmış
bölgelerdeki kıraathanelere tek başına giriyordu. Televizyonu kapattırıp, oyunları durdurduktan sonra bir masanın
üzerine çıkıp uzun konuşmalar yaparak, İslam’ı tebliğ ediyordu. Defalarca ona çıkışmamıza ve korumasız gitmemesini istememize rağmen, her fırsatta aynı yöntemle tebliğine
devam ediyordu.
33
Norşin’den Arizona’ya
İçerik ve Özet
0. "Efendinin Sana Yaptığı İyilikleri Anlat"
Sıradışı hayat tecrübeleri olan sıradan bir insanım. Türk hükümeti
arşivlerine göre dikkat edilmesi gereken bir muhalif, izlenmesi gereken bir devlet düşmanıyım. Türk ırkçılarının otağlarında, susturulması gerekenler listesinin başında bulunan bir Kürdüm. Müslüman din adamlarının fetvalarında "canı ve malı helal" bir mürtetim ve bu yüzden Batı’ya kaçmış bir zındığım. Aile bireylerimin
kalbinde sakınılması gereken bir serseri, bir hainim. Bir elinde İncil diğer elinde bayrak sallayan aşırı milliyetçi Amerikalılar için yabancı bir ses, sınır dışı edilmesi gereken bir nankörüm. Bununla
birlikte, ilericilerin, barışseverlerin ve tektanrıcıların zihinlerinde
aklın ve barışın gürleyen sesiyim, bir reformcuyum. Dünyanın en
şanslı ve en mutlu insanıyım.
Bu kitapta, senin ve benim Efendim, tüm kâinatın Efendisinin bana
olan nimetlerini seninle paylaşacağım. Gerçek Efendiye ek olarak,
O'nun yaratıklarından efendiler edinen müşriklerin hiçbir vakit anlayamayacağı, takdir edemeyeceği olaylara tanık oldum. Dinimi, yani
hayat felsefemi, tavrımı ve yaşayış biçimimi Sadece Efendime adadığım ve sadece O'na güvendiğim için O'nun kelimelerine muhatap
oldum; O'nun kelimelerinden hayat buldum. Böylece hiçbir devletin,
hiçbir ordunun korkutamayacağı kadar güçlü, hiçbir şirketin, hiçbir
zenginin satın alamayacağı kadar zengin bir insan oldum.
1. Muhalif
1980 askerî mahkeme duruşmasından başlayarak okuyuculara genç
bir aktivist ve köşe yazarının işkencelerle dolu dört yıllık mahkûmiyetinden, dini ve siyasi geçmişinden bahsedeceğim. 1981 yılında askerî mahkeme tarafından yargılanmam, kışkırtıcı bulunan makaleler
yazmam sebebiyle olmuştu. Sokrat'ın başına gelenlere benzer uygulamalara maruz bırakılmıştım. Mahkemeye götürülünceye kadar
hakkımdaki suçlamaların bile ne olduğunu bilmeden hücreye kapa-
35
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
tılmış, duruşmadan evvel bir avukatla görüşme ve savunma hazırlama haklarından mahrum kalmıştım. Askeri hâkimlerden önce bir
askeri savcı tarafından yargılanmıştım. Davamı savunmak ve hakkımdaki ithamlara cevap vermek için sadece birkaç dakikalık zaman
içerisinde doğaçlama olarak ağzımdan çıkanlar, ideallerime olan
bağlılığımı yansıtmış ve beni muhaliflerin gözünde bir kahramana
dönüştürmüş ve aynı zamanda özgür insanlar için de anlamlı bir örnek oluşturmuştu.
“Atinalı hâkimler Sokrates’i ölüme mahkûm ettiklerinde hatalıydılar. Galileo’yu mahkûm ettiğinde ise engizisyon mahkemesi hatalıydı. Aynı şekilde siz de dini inançlarım ve siyasi fikirlerimden ötürü beni işkenceye ve hapse mahkûm
ettiğiniz için hatalısınız. İki seçeneğiniz var: Ya beni hapse
atacaksınız ya da istifa edeceksiniz.”
O zamanlar konuşmamdaki ironinin farkında değildim.
Arzuladığım teokratik sistem gerçekte baskıcı öğretilerden ve Orta
Çağ kalıntılarından meydana geliyordu. Bu sistem özgür düşünebilen herkesi kâfir ve mürtet sayarak, ağır cezalara maruz bırakıp, dünyayı da özgür düşünenler mezarlığına dönüştürmekten başka bir işe
yaramazdı. Bu sistemin, rüyalarımın sisteminin, beni düşüncelerimi
özgürce ifade etme şansından yoksun bırakacağının farkında değildim. Aslına bakılırsa rüyalarımdaki devlet şu an kendisine karşı mücadele ettiğim devletten bile daha kötü olacaktı. Bu gerçeği ancak,
İran ve Afganistan’daki kahramanlarımın hayal kırıcı dönüşümlerine şahit olduktan sonra fark edecektim. İktidarı ele geçirdikten
sonra İranlı özgürlük savaşçısı mollalar, zalim parazitlere, Afgan
mücahitler ise acının ve cehaletin savunucularına dönüşeceklerdi.
2. Diri Diri Gömülen (Annem)
İmam bir baba ve Kürt kökenli bir annenin yedi çocuğundan biri olarak 1957 yılında doğduktan sonra bu İslami ev ortamındaki hayatım,
babamın elleri arasında sıkı bir dini ve dünyevi eğitimden oluşmaktaydı. Çünkü din adamı sınıfı hayatına hazırlanıyordum. Annemin
Kürt şehirlerinde kökleri ve çocukluk anıları vardı ve aristokrat bir
aileden geliyordu. Büyük bir şeyhin kızı olduğu için kendine asalet
miras kalmıştı. Yerel ve ünlü bir tarikatın lideri olan ve kadınların
tepeden tırnağa kapanmak zorunda olduğu Sünni-Şafi bir ailede yetişmişti.
36
Amcaları ve kuzenleri milletvekili seçilmişti. Siyasi ve ekonomik
Norşin’den Arizona’ya
sebeplerle sömürdükleri din, annem ve diğer kadın akrabaların tüm
ömürlerini perdeler veya duvarlar arkasında geçirecekleri anlamına
geliyordu. Aile bireylerinden başka erkeklerle iletişime girmeleri engellenirdi ve onlara okuma yazma da öğretilmezdi. Erkek hizmetçilerle de yalnızca perdelerin veya kapıların ardından konuşabiliyorlardı. Nasıl bir ironidir bilinmez ama Kuran okumalarına izin veriliyordu. Dili Arapça olduğu için tabii ki onu anlamıyorlardı. Kendi
başlarına ve izinsiz asla dışarı çıkamazlardı. Hiçbir suç işlememiş
olmalarına rağmen, kendi evlerinde mahkûm hayatı yaşar ve sürekli
olarak gözetim altında tutulurlardı. Dogmatik öğretilerle beyin yıkama sonucu böylesine bir hayatı tek seçenek olarak kabul etmişlerdi.
3. Şeytanın Kutusunu Çalan (Babam)
Babam Molla Sadreddin’i ünlü bir dinî ve siyasi figür olarak tanıtabilirim.
Molla Sadreddin, zekâsı ve çalışkanlığı sayesinde bir halk kahramanı olmuştu. İlçenin en etkili adamının kızıyla evlenmiş, fakir ve
yetim bir köylü olarak aristokrasinin ve feodalitenin duvarlarını ve
normlarını yıkmıştı.
1978 yılının başlarından itibaren İran’da Şah rejimine karşı gösteriler yapılıyordu. Geçmişte Şii mezhebi aleyhine makaleler yazmış
olan Sünni bir âlim olmasına karşın babam, İran Devrimi’nin sesi
duyulan savunucularındandı. Türk hükümetinin İran Devrimi’nin
salgın bir hastalık gibi yayılmasından korktuğu göz önüne alınınca,
babam çok büyük bir risk alıyordu. İşkenceye maruz kalabilir, hapse
atılabilir ve hatta gizli ajanlar tarafından öldürülebilirdi. Ancak cesur
ve dürüst biriydi. Kendi aklını kullanmasını bilir ve inandığı şeyi
ifade etmekten çekinmezdi. Birçok âlim onun görüşlerine karşı olmasına rağmen, güçlü kalemi, derin klasik dönem din bilgisi ve durduğu yeri savunmaya yönelik güçlü tartışmalar yapabilme yeteneği,
rakiplerini ürkütüyordu. Bu yüzden, genelde babama karşı sessiz
kalmayı tercih ederlerdi.
O yıllar babam benim kahramanımdı. Kendimi bir anda radikal İslam hareketinin önde gelen figürleri arasında bulmuştum. Babam
farklı gruplardan ve hatta rakiplerinden bile saygı görüyordu. İnsanlar birçok dini konuda ona danışıyordu. Birçok Sufi tarikat liderlerini
şahsen tanıyorduk: Nur Cemaati, Milli Selamet Partisi milletvekil-
37
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
leri, Mısır ve Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü, Irak Hizbut Tahrir’i ve Afganistan Hizbi İslami’si ve daha sonra İran'daki Mollalar…
Ancak, 70’li yılların sonlarına doğru babam daha da radikalleşti. Teokratik bir yönetimi iktidara getirecek bir devrimden yanaydı. Mısır
Müslüman Kardeşler örgütünün kurucuları Hasan el Banna, Seyyid
Kutub, Abul A'la el Mawdudi, Said Hawwa ve günümüz Radikal
İslamcılarına örnek verilebilecek Taliban lideri Şeyh Abdurrahman
ve Usama Bin Ladin gibilerinin tasavvur ettiği bir devrim olsun istiyordu.
4. Sıkıysa Yaklaş (Üniversite Yılları)
İlk hapishane deneyimimi dinî-siyasi eylemcilerin tuzağına düştükten sonra, Sünni Dinci ve Radikal İslamcı bir öğrenci olarak, dini ve
siyasi uyumsuzluklarım sebebiyle, 70’lerin Türkiye’sinin çalkantılı
siyasi ortamında yaşadım.
Başlangıçta geceleri erken bir saatte yatardım. Oda arkadaşlarımdan
üçü kilise fareleri kadar sessizdiler ama geri dönüp ışığı açtıklarında
uyanırdım. Günün birinde onlara, “Her gece böyle geç vakitte nereden geliyorsunuz?” diye sordum.
Bu soru beni Akıncılar örgütünün Ankara’daki merkezine götürmüştü. Çok geçmeden kendimi siyasi bildiriler planlama, gösteriler
düzenleme, polisten izin almadan kitapçıklar dağıtma ve konferanslara katılma gibi işlerin içerisinde bulmuştum. Bir ay sonra rollerimiz değişmiş ve arkadaşlarım uyurken ben gece geç bir saatte gelmeye başlamıştım. Şimdi ben onlara vekâlet ediyordum ve onlar da
huzur içinde uyuyabiliyorlardı. Başka genç muhaliflerle bağlantı
kurdum. Bir öğrenci lideri, yazar ve ülkemin otoriter sosyo-politik
kurumlarına karşı mücadelemizde büyük mitinglerde konuşan karizmatik bir hatip konumuna yükselmiştim. Bunların sonucunda eğitimim, kariyerim ve sosyal fırsatlar açısından ödeyeceğim fatura çok
ağır olacaktı.
5. Akıncılar: Bir İslamcı Militanın Hızlı Günleri
38
Yetmişli yıllar boyunca Türkiye’nin öğrenci aydınlarının siyasi aktivitelerine aktif bir şekilde katılıyordum. Bu bölümde İstanbul sokaklarında gösteri yapan eylemciler arasında ön saflarda yerimi almışken, askerin ve polisin kullandığı şiddetin ve karakol ve tutukev-
Norşin’den Arizona’ya
lerinde yaygın olan işkencenin ülkem ve şahsım üzerindeki derin etkilerini anlatacağım.
İran’da onlarca yıldır hazırlığı yapılan ve 1978’de kuvvetlenip,
1979’un başlarında patlak veren devrim yaşanıyorken, ben de erkek
kardeşimle birlikte dini bir devrim için uğraş veren Akıncılar örgütüne liderlik ediyordum. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni terk ettikten sonra bu kez Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eğitimimi askıya almış ve FT/19 adlı kendi yeraltı gençlik örgütümü şekillendirmek için
çalışmalara başlamıştım. Kuran'daki 19 sisteminden haberim yoktu
o zamanlar. Irkçı Bozkurtların kardeşimi katletmesinden sonra gözaltına alınmama sebep olan siyasi eylemlere ve protesto mitinglerine katılmıştım. Kardeşimin katilleriyle aynı koğuşu paylaşmak zorunda bırakılmış; çeşitli suikast teşebbüslerine maruz kalmıştım.
Müslüman Kardeşler ve Afganistan Hizbi İslami’si, Irak Hizbut
Tahrir’i gibi radikal İslamcı yeraltı örgütleriyle bağlantılarım olmuştu. Dinî bir ayaklanmaya destek oldukları için öğrenci grubumun
tutkulu liderliğine yoğunlaşmıştım. Defalarca tutuklandım bu dönemde. Bir keresinde kardeşimin katillerine yakın bir koğuşa hapsedilmiştim. Burada beni başka bir tutuklu arkadaşımla karıştırarak
onu ciğerinden şişlediler ve onun ölümüne sebep oldular.
Müslüman Kardeşler örgütünün kurucularının tahayyül ettiği türden
bir İslam devrimi gerçekleştirmek için konferanslar veriyor, yazıyor,
Müslüman gençleri organize edip siyasi etkinlikler tertipliyordum.
Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra Afganistan mücahitlerine katılmak üzere gönüllü olan 200’den fazla Müslüman radikal için uçak verilmesi talebiyle, örgüt üyelerimle birlikte İstanbul
havaalanını ele geçirmeye teşebbüs edecektim. Türk basınında geniş
yer bulabilecek bu girişimim, eylemimizi gerçekleştireceğimiz günden bir gün önce polis tarafından gözaltına alınmam sebebiyle gerçekleşememişti. Daha sonra binlerce Afganlıyı vahşi bir şekilde öldüren ve Kabil’i yerle bir ederek, çok kötü bir şöhretin sahibi olacak
olan Gülbeddin Hikmetyar ile tanışmış ve ona Türk iş adamlarından
toplanan binlerce doları bağış olarak vermiştim.
Hevesli, karizmatik, cesur ve o kadar da budalaydım. Ülkede bir
devrim yapacaktık. Laik ve baskıcı devlet yönetiminin ve onun destekleyicisi ABD'nin sonunun geldiğine inanıyorduk. Siyasi ve ekonomik adalet, özgürlük ve barış getirecek İslami bir devletimiz olacaktı.
“Şah, Butto, Huveyda! Sıra hangi Masonda?”
39
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
“Şeriat gelecek, vahşet bitecek!”
“Kahrolsun Amerika!”
“Allahu ekber!”
6. Ayetullah Humeyni/İran Devrimi ile Flört
1970’lerin sonunda, İran’da hızla yayılmakta olan devrim hareketi
için ajanlık yapmamı isteyen İranlı köktendinciler benimle temasa
geçmişti. Devrimi Türkiye’ye ihraç etme sözüyle birlikte, neredeyse
Ayetullah’ın merkezi danışman grubu tarafından ayartılarak, Ayetullah ve Devrim Muhafızları liderleriyle buluşmak üzere Tahran’a
gidiyordum.
Ülkemde İslami devrim gerçekleştirmek için tercih ettiğim metotların İranlı yoldaşlarımınkinden oldukça farklı olduğunu öğrenince
hayal kırıklığına uğrayacaktım. Örgütümde şiddet yanlısı hizipler olmasına rağmen, İslamcı gençliğe yaptığım liderliğin altın çağını yaşadığım günlerde bile devrim için propaganda ve diğer barışçıl araçların kullanılmasından yanaydım. Bu yüzden onlardan İran sınırında, Türkiye’de şiddetten uzak bir şekilde kitlesel bir İslami devrimin gerçekleşmesi için yayın yapacak bir televizyon ve radyo istasyonu kurulması için yardım talep etmiştim. Ancak İranlı liderler,
Türk mücahitler için gerilla eğitimi vermeyi teklif ettiler ve karşılık
olarak da Türk ve NATO askeri üsleriyle ilgili istihbarat sağlamamız
talebinde bulundular. Sakalı, şapkası ve üniformasıyla Fidel
Kastro’ya benzeyen Devrim Muhafızlarının lideri genç Ebu Şerif,
yoldaşlarıma ülkemdeki Amerikan ve Türk askeri üsleriyle ilgili istihbarat toplamaları konusunda talimat vermemi istedi. Türkiye
Cumhuriyeti’ni en büyük düşmanım olarak bellememe ve ABD’yi
Büyük Şeytan olarak nitelendirmeme rağmen, yaşadığım ülkede iç
savaş çıkarmayı hiç düşünmemiştim.
7. Siyah Kuğu: Kaderin Yol Çatalında 30 Saniye
40
İstanbul sokaklarından birinde, İstanbul Akıncılar örgütünün başkanı Dursun Özcan ile tesadüfen karşılaşmam beni bir konferansa
götürecekti. Ağustos 1980’de WAMY'nin yani World Assamly of
Muslim Youth (Dünya Müslüman Gençler Kongresi) örgütünün düzenlediği uluslararası bir konferansa katılmamın, hayatımın akışını
büyük ölçüde değiştireceğini tahmin bile edemezdim. Orada Ahmad
Deedat’la tanıştım ve hayatımı değiştirecek olan sırrı öğrendim.
Norşin’den Arizona’ya
Onun, Dr. Reşad Halife’nin Kuran’da saklı olan mesajı keşfetmesinin özeti olan ve akıcı bir dille yazılmış bir kitabını Türkçeye çevirecektim. Odasında yaptığımız baş başa görüşmelerden sonra Deedat bana, “Quran: the Ultimate Miracle” (Kuran: En Büyük Mucize)
kitabıyla birlikte, Evangelist misyonerlere yazdığı “Who Wrote the
Bible?” (İncil’i Kim Yazdı?), “Crucifixion or Cruci-fiction?” (Çarmıha Gerilme mi, Çarmıh-ı Kurgu mu?), “Resurrection or Resuscitation?” (Dirilme mi, Ölümden Döndürme mi?), “Who Moved the
Stone?” (Taşı Kim Yerinden Oynattı?) ve “ The God that Never
Was, and What is His Name?” (Hiç Var Olmayan Tanrı ve O’nun
Adı Nedir?) kitapçıklarını çevirme iznini verdi.
8. Bitler, Fareler, Sopalar, Çizmeler ve Sayılar
Konferansın sona ermesinden bir hafta sonra, 12 Eylül 1980 Askeri
Darbesi gecesi halkı isyana teşvik iddiasıyla tutuklanıyorum ve yaklaşık 4 yıl hapis yatıyorum. Müslüman Kardeşler’den Mısırlı ve Britanyalı bir arkadaşla Fatih’te yürürken, tıpkı bir sokak köpeği gibi
alıkoyulmuştum.
Bu bölümde baskıcı bir hükümete karşı muhalif olma suçu için uzun
süre tutuklu kalmam ve sürekli olarak işkence görmem dâhil, polis
tarafından bana ve başkalarına verilen fiziksel ve ruhsal cezaları anlatacağım.
Tutuklama ve hapis cezası için Allah’a teşekkür ediyorum. Aksi takdirde, siyasi eylemlerle çok yoğun olarak meşgul olduğum için oturup, Deedat’ın kitabını incelemek ve çevirmek için hiç fırsat bulamayacaktım. Hapishanede bir dönem çok sıkı kurallar ve sürekli olarak işkence vardı. Kendi seçeceğimiz bir kitabı okumamıza izin verilmiyordu. Ancak Deedat’ın kitabını incelemek ve çevirmek için
yeterli bir süreye sahip olmuştum. Hapishanedeki ilk aylar hem kitabı çevirmek hem de kitapta verilen Kurani bilgileri doğrulamak
için bana müthiş bir fırsat sunmuştu. Mahkûm yoldaşlarımı doğrulama ve çürütme işlemi için görevlendirmiştim. Daha sonra kitabın
konusuna ben de katkıda bulundum ve kitabın ortak yazarlarından
birisi oldum. Kuran’ın bilimsel yönüyle ilgili kendi çalışmalarımı
ekledim ve kitap bu haliyle basıldı. Kitap, basılır basılmaz en çok
satan kitaplar listesinin zirvesinde yer aldı ve dini kesimler tarafından yasaklanıncaya kadar yaklaşık beş yıl süreyle en çok satan kitapların başındaki yerini korudu.
***
41
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bu bölümde kitabımızın birinci bölümüne geri giderek üç buçuk yıllık hapishane hayatımı ve bir yıl süren işkenceyi sizinle paylaşacağım.
Batı dünyasında olsaydı çok az ilgi uyandıracak dini ve siyasi ifadelerimden dolayı, usulsüz bir mahkeme tarafından altı yıl hapis cezasına çarptırılmıştım. “Gece Yarısı Ekspresi”nin kahramanı Billy Hayes’in hikâyesine şaşırtıcı bir şekilde benzer biçimde rutin olarak dayak yediğim, insanlık onurumu aşağılayan hakaretlere maruz kaldığım, tıbbi bakımdan ve güneş ışığından mahrum bırakıldığım, bozulmuş yemeklerle beslendiğim, bireyselliğimin elimden alındığı,
inancımın aşağılandığı, saatler süren siyasi beyin kirletme seanslarına katlanmak zorunda kaldığım ve hepsinden kötüsü beni esir
edenlerin kışkırtmalarıyla, mahkûm arkadaşların tacizlerine katlandığım, korkunç bir dünyanın içine sokulmuştum.
9. Edip Yüksel ya da Yazar Yüksel
Neredeyse dört yıl süren bir mahkûmiyet sonrası serbest bırakılınca,
görüşlerimden oluşan üç tane popüler kitap yazdım ve radikal bir
siyasi ve dini yazar olarak İstanbul’daki yaşantıma yeniden başladım. 26 yaşında Türkiye’de en çok satan ve oldukça popüler olan bir
yazar olmuştum. Siyaset ve din konusunda düzenlenen konferansların yıldızı idim. Kitap fuarlarında düzenlenen imza günlerinde en
uzun kuyruklar benim oluyordu. Müslüman gençler ve üniversite öğrencileriyle temas halinde hâlâ sokaklarda da etkindim. Bu bölümde
Yahudi bir azınlığın yaşadığı bir adaya yaptığımız unutulması güç
bir çıkarmayı da anlatıyorum.
42
10. Sakıncalı Piyade
Bir yıl içinde askerlik celbi ve ilave hapis cezası tehdidiyle yeniden
Türk hükümetinin hedefindeydim. Yukarılardan, bilinmeyen birisi
tarafından sakıncalı piyade olarak adlandırılmış ve diğer asker arkadaşların sürekli gözetiminde, fakat muhalif fikirlerim onlara bulaşmasın diye sürekli onlardan uzak tutularak, 18 ay görev yapmak
üzere askere alınmıştım. Lakin beni ve komutanlarımı bekleyen büyük sürprizler vardı. "Paranormal" yollarla veya "büyücülük" yaparak dedektiflik ettim ve silah ve savaş konusunda icatlar yaparak askerliğimi eğlenceli(!) hale getirdim.
Amerika’da yaşayan bir Müslüman reformistle aylar süren yazışma
ve tartışmalardan sonra 1 Temmuz 1986’da paradigma değişimi ve
Norşin’den Arizona’ya
radikal bir dönüşüm yaşadım. O gece hayatımın en büyük kararını
verdim. Babamdan miras aldığım dinin, temelden bozuk olduğu sonucuna vardım. (Kronolojik olarak dokuzuncu kitabım “Sakıncalı
Yazılar” o günün önemine vurgu yaparak başlar. İkisi hariç hepsi en
çok satan kitaplar listesinde olan sekiz kitabımda savunduğum eski
dini pozisyonumu eleştirmek ve reddetmek zorundaydım. Geleneksel dini reddettim. Uzun araştırmalarım beni ürkütücü bir kabule zorlamıştı: Geleneksel İslam’ın, daha doğrusu Sünniliğin ve Şiiliğin,
Muhammed peygamberin orijinal öğretileriyle hiçbir alakası yoktu.
Allah’ın dini olamazdı bu.)
11. 1 Temmuz 1986 Kadir Gecem ve Üç Kırkbir (Olağanüstü
Deneyim)
Askerdeyken, Amerika’da yaşayan bir reformcuyla gizlice yazışmaya başlıyorum. Daha önce beni oldukça popüler yapan ve Türk
devletinin hedefi haline getiren Sünni dinci inanışlarımın çoğunu
reddederek, siyasi ve dini bir düşünür olarak paradigma değişimi yahut, bir büyük dönüşümden geçmekteyim. Amerikalı Malcolm X
benzeri bir olgunlaşma döneminin ardından, bir zamanlar hararetle
inandığım ve savunduğum gelenekteki derin kusurların farkına varacaktım. Köktendinci İslam’ın, Kuran’ın orijinal mesajını fena
halde çarpıtarak, onun yerine Yahudi ve Hıristiyan öğretileriyle harmanlanmış Orta Çağ Arap kültüründen oluşan bir karışım meydana
getirdiğini ve bu dogmaların, dini ve siyasi liderlerin kitleler üzerinde kendi buyruklarını uygulamak amacıyla şekillendirdikleri bir
sosyo-politik baskı aracına dönüştürüldüğünü görmüştüm.
Kafa karışıklığı ve acı dolu bir dönemi, peygamberlerin ve yakın arkadaşlarının yaşadıklarına benzer bir dizi ruhani deneyim takip etti.
Yaklaşık iki haftalık bir süre kaybolmuştum. Beni içine düştüğüm
ikilemden kurtarmak üzere bir işaret göndermesi için Allah’a ısrarla
dua ediyordum. “Allah’ım bana bir işaret gönder” duasını iki hafta
boyunca sürekli tekrarladım. 23 Kasım 1986 saat 01.30’da ofisimde
yalnız başıma oturmuş, “İlginç Sorular” isimli kitabımın ikinci cildini bitirmeye çalışıyordum, ama korkunç bir paradoks hâlâ ruhumu
kemirmekteydi. Tekrar dua ettim: “Allah’ım, bana bir işaret ver!”
Sonra, aniden tuhaf bir şey oldu. Sanki birkaç mil koşmuşum gibi
kalbim hızla çarpmaya başladı. Hayatımda ilk defa mantıklı bir sebep olmaksızın o kalp atışlarını duyuyordum. Her yönümü kuşatan
çok net bir sesi işitmeye başladım: “Üç Kırkbir! Üç Kırkbir! Üç
43
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kırkbir!” Şok olmuştum. Aklıma ilk gelen şey, Kuran’ın üçüncü suresinin kırk birinci ayetine bakmak oldu. Kafa karışıklığım ve endişelerim müthiş bir huzur ve sevince dönüşmüştü. Ayet, duamı aynen
tekrarlıyor ve bana cevap veriyordu, hastalığımın ilacını sunuyordu:
Kalabalıkların senin hakkında ne düşüneceklerine aldırma!
12. Tekrar Zindanda: Cehenneme Yolculuk
1986’da önceki kitaplarımdan birinin devamı niteliğinde olan bir kitap yazıyorken, umulmadık bir şekilde bu defa sokak yerine basımevindeki odamda gözaltına alınıyorum ve uykudan yoksun bırakılıyor, sürekli olarak sorgulanıyor ve işkence görüyorum. Sonra yargılanmaksızın İstanbul’dan yaklaşık 400 km uzakta hırsızlar, soyguncular ve katillerle beraber kalacağım Ankara’daki bir hapishaneye
götürülüyorum.
1986 yılında tutuklandıktan sonra, başka tutuklularla birlikte kapalı
bir kamyonun kasasına bir konserve kutusundaki sardalyalar gibi sıkıştırılıp, yüzlerce kilometrelik sonu gelmez bir yolculuğa çıkarılıyorum.
Mahkeme, Encyclopedia Americana’dan yapılan bir alıntı da dâhil,
hiç de politik ve dini kışkırtmalar içermeyen yazılarımı ‘ülkenin laik
kanunlarına karşı’ diye betimleyen bir üniversite profesörünün verdiği bilirkişi raporundan oluşan savcı iddialarına güveniyordu. Dini
bir yönetim kurulmasını destekleme suçlamalarıyla yargılanıyordum. Bir psikopat katille aynı ranzayı paylaştığım yabani ortamda,
hayatta kalma sanatını öğreniyordum. Duvardaki çiviler, Ankara’dan İstanbul’a işkence gibi gelen bir yolculuk, terk edilmişlik
ve önemsizlik duygusu… “İlginç Sorular” isimli kitabım yüzünden
neredeyse 5 ay süren bir hapisliğin ardından, hakkımdaki suçlamalardan beraat edince şaşırmıştım.
Artık İran Devrimi özlemcisi bir İslamcı olmamam ve örgütümle
olan ilişkilerimi kesmiş olmam biraz ironik gözükebilir. Ancak evvelki dini ve siyasi konumumun hayaleti hâlâ peşimi bırakmıyor. Paranoyak ve militarist devlet, geçirdiğim bu büyük değişimi anlamakta güçlük çekiyor.
44
13. Kutsal İnekleri Ürkütmek: Mürtet/Reformist
Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra Sünnilik dinimi ve o dini devlet
yapma idealimi reddeden yeni bir kitabım basılıyor. Geçmişimden
çok keskin bir şekilde yaptığım bu ayrılık, ünlü bir âlim olan babamı
Norşin’den Arizona’ya
rahatsız ediyor ve beni ağır bir dille eleştirip evlatlıktan reddediyor.
Birbirleriyle kavgalı tüm dindar cemaatlerin liderleri ve medyaları
beni "mürtet" ilan etmekte ittifak ediyor ve bu durum Türkiye’nin
hem laik hem de dini gazetelerinde geniş bir yer buluyordu.
Bu olaydan sonra, Sünni Dinci Müslümanlar, ülkenin her tarafında
kitapçılardaki kitaplarımı raflardan kaldırıyor ve yok ediyorlar; kitaplarımı basan yayınevleri ve perakendeciler de tehdit ediliyordu.
Ben de sürekli olarak tehdit ediliyor ve daha önce yoldaşlarım ve
takipçilerim olan, ancak şimdi en azgın düşmanlarıma dönüşmüş insanlar tarafından birkaç sefer İstanbul sokaklarında alenen saldırıya
uğruyordum. Bir hafta içerisinde bu terör kampanyasının hedefi haline geliyorum ve gerçeği fark ediyorum. Tüm cemaatler, Milli Selametçi’sinden Nurcu’suna, Milliyetçi’sinden Süleymancı’sına ve
Nakşi tarikatlarına kadar aleyhimde birleştiler. 27 yaşında bir tek dikili ağacı bile olmayan idealist genç bir yazara karşı vakıfları ve partileriyle, cemaatleri ve fertleriyle, medyası ve dedikodu makinesiyle
tüm cemaatler beni linç etmek için ittifak kurmuştu. Daha önce dost
olduğum yazarlar da beni kötüleyici makaleler yazıyor ve konuşmalar yapıyordu veya bana karşı kampanyaya destek oluyordu… Babam Sadreddin Yüksel'in yanısıra Ali Ünal, Abdurrahman Dilipak,
Ali Bulaç, Mehmet Metiner, Hekimoğlu İsmail ve daha niceleri beni
hedef aldılar. O günlere ait gazete ve dergilerin ilk sayfalarındaki
manşetler bu duruma tanıklık etmeye yeter. Hakkımda ölüm fermanı
verilmişti. Ölümden korkmuyordum ama sansürlenmek, kitabımı ve
davamı eleştiren kötü ve yanlış tartışmalara ve şahsıma yöneltilen
türlü türlü iftiralara cevap verememek beni rahatsız ediyordu.
İnsafsızca Salman Rüşti’ye benzetilmiş ve saklanmak zorunda kalmıştım. Birkaç kez ölümden kıl payı döndüm. Ve benim için önemli
olan her şeyi arkamda bırakıp Batı’ya kaçacaktım.
14. Hicret
Amerika'da tanıştırıldığım bir kız ile nişanlandıktan sonra işlerimi
toparlamak için altı aylığına izin isteyerek Türkiye'ye döndüm.
O’nunla birlikte Türkiye'de yuva kuracaktık. Ama işler beklediğim
gibi olmadı… İş sahibi olmak bir yana hayatım bile risk altındaydı.
Bir sürü maceradan sonra Amerika'ya hicret ettim.
15. Yankilerin Ülkesinde Müslüman Bir Sürgün
Üzerimde elbiseler, cebimde birkaç yüz dolarla birlikte Amerika’ya,
45
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
manevi ve entelektüel arkadaşım Reşad Halife tarafından samimiyetle karşılanacağım Arizona’ya doğru göç ediyorum. Fikirleri Türkiye’deki dönüşümüm üzerinde çok büyük tesire sahip olan Reşad
Halife’nin kendisi de Müslümanlar arasında tartışmalı bir şahsiyetti.
12 yıl önce (2014 yılında, 25 yıl oldu) hayatımı kurtarmak için Türkiye’den Amerika’ya kaçtığımda, Amerika’yı tanıdığımı sanıyordum. Ergenlik yıllarımda Amerika benim için Teksas Tom Miks,
Kaptan Swing, Red Kit vs. çizgi roman kahramanlarımın ülkesiydi.
Daima; barbar Kızılderililer, tembel Meksikalılar ve komik üniformalar giyen aptal İngiliz askerlerine karşı savaşan beyaz kovboylar,
avcılar ve askerlerin tarafında olurdum. Lakin sonra, İranvari bir
devrimin destekçisi olunca, Amerika benim için kukla rejimler vasıtasıyla Müslümanların kaynaklarını sömüren emperyalist “Büyük
Şeytan”a dönüşmüştü. Bir zamanlar “Yanki evine dön!” diye bağıran ben, şimdi Yankilerle aynı evde kalıyordum.
Amerikan kültürüyle ilk karşılaştığımda kendimi “Alice Harikalar
Diyarında” gibi hissetmiştim. Bu bölümde Amerika’yla ilgili çizdiğim bir karikatürü bulacaksınız. Filin hortumuna dokunup onu kıllı
bir kuyruğa benzeten meşhur kör adamın tasvirine benziyordu bu.
Yabancıların gözünde, Amerika ile ilk karşılaştıklarında onlar için
en görünen şey sadece filin kuyruğu olduğunu biliyorum.
Amerika ile ilgili ilk izlenimlerimi ikiyüzlü Yunan tanrısı Janus olarak ifade ediyorum. Amerika, aynı zamanda hem özgürlüklerin hem
de gelişmekte olan hapishane endüstrisinin; hem baş döndürücü bir
zenginliğin hem de rezil bir yoksulluğun; hem dünya barışını koruyan güçlerin ve hem de dünyaya dehşet saçan savaş makinesinin ülkesiydi. Amerika, cennetle cehennemin buluştuğu yerdi.
16. Arkadaşıma Suikast
Dr. Reşad Halife (Rashad Khalifa), sonradan Müslüman din adamlarının geleneksel öğretilerini eleştirme cüretini göstermiş, İslam
dünyasında popüler bir yazar olmuş, Mısır kökenli bir Amerikalı biyokimyacıydı. İslami anlayış ve pratikte Kuran dışı tüm mezhep öğretilerini reddeden bir reformdan yanaydı.
46
Reşad, Kuran’a bakınca, bugünkü İslam’ın orijinal Muhammed öğretileriyle hiçbir alakası olmadığı sonucuna varmış ve bu dinin Orta
Çağ Arap kültürüyle (hadis ve sünnet) harmanlanarak, üretilmiş öğretileri Muhammed peygambere mal etmek vasıtasıyla, İslam âlim-
Norşin’den Arizona’ya
lerinin uydurduğu bir din olduğunu ortaya koymuştu. İslam bilginleri bu Orta Çağ yalanlarına kendi fikirlerini de katarak berbat ve
baskıcı kanunlar, hurafeler, kadın düşmanlığı, hayatla ve insan fıtratıyla çelişen şirk dinleri oluşturmuşlardı.
1989’da bir grup din adamı, Salman Rüşdi meselesini tartışmak için
Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde bir araya geldiler. Fetvaları yayınlanır yayınlanmaz anavatanım Türkiye dâhil birçok Müslüman
ülkede manşetten haber oldu. Fetvaları, “Reşad da Rüşdi de mürtettir,” şeklindeydi. Dünya Rüşdi’yi tanıyordu ama Reşad da kimdi?
Arizona’nın ikinci büyük kenti olan Tucson'da yaşayan bu biyokimyacı, bilgisayar analizleri sonucu Kuran’da gizli olan matematiksel
bir sistemi keşfettiği için İslam ülkelerinde tanınan bir bilim adamı
olmuştu. Matematiksel sistemin sonuçları Müslüman din adamlarının kabul edemeyeceği kadar zordu. Sonunda Reşad’ın öldürülmesine yönelik bir fetva yayınladılar.
Reşad; 1990 yılının ilk ayının sonunda, Tucson’daki mescidinde,
olaydan 10 yıl sonra FBI ve Amerikan haber kaynaklarının Usama
Bin Ladin’le ilişkili olduklarını açıkladıkları bir çete tarafından
vahşi bir şekilde katledildi. Katillerinden birisi 19 yıl sonra Kanada'da yakalandı ve Tucson'da mahkûm edildi.
Reşad, Kuran dışında bütün mezhep öğretilerinin reddedildiği bir değişime çağrı yaparak, İslami dogmaların geleneğini eleştirme cesaretini göstermişti. İslam dinini hurafeler ve çelişkiler dolu bir şirk
dinine çevirenlere karşı İslami bir reform yani tevhidi bir reform hareketini başlatmıştı.
Türkçe kitaplarım üzerinde çalışarak ve “Final Testament” (Kuran)’ın ikinci basım için gözden geçirilmesi sürecinde Reşad'a yardım ederek, her gün neredeyse 12 saatimi Tucson Mescidinde harcıyordum. Suikastından bir gece önce mescitte Reşad ile birlikteydim
ve ertesi sabah oraya olaydan iki saat sonra varmıştım. Türkiye’de
daha önce başıma geldiği gibi, bir kez daha, inançlarım yüzünden
öldürülme tehlikesinden kıl payı kurtulmuştum.
ABD dış politikası ve mezhepçi Müslümanlık, dinsel terörün üreticisidir. Terörizme karşı savaşın iki cephesi vardır: Amerikan demokrasisinde ve İslami anlayışımızda reform. İster gökdelenlerde, ister
mağaralarda yaşasınlar, bu savaşların kurbanları çoğunlukla masum
insanlardır.
47
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
17. Oğullarım Yahya ve Metin
İlk oğlum Yahya; Kuran’ı dinimin tek kaynağı olarak kabul edip,
mezhep öğretilerini terk edişimin yıl dönümünde, 1 Temmuz
1990’da, ilahi bir hediye olarak doğdu. Yahya için tuttuğum günlük,
oğulları Yahya’nın gelişimi ile ilgili anne ve babasının yaptığı gözlemler ve bilgilerden oluşuyor. İyi bakılmış bir çocuğun zihinsel gelişimi, özellikle de bu çocuk sizin kendi çocuğunuzsa, dünyanın en
ilgi çekici ve en eğlenceli deneyimidir. Her anne ve babaya çocuklarını dikkatli bir şekilde gözlemlemelerini ve dinlemelerini ve bu
gözlemlerden elde ettikleri bilgileri bir günlüğe yazmalarını tavsiye
ediyorum. Tabii bir de altına notlar düşülmüş özel bir fotoğraf albümü oluşturmalarını… Keşke benim de anne ve babamdan bana
böyle şeyler kalsaydı! Çocuklarınızı en tatlı anlarından mahrum bırakmayın. Size bir günlükle bir videokaset arasındaki farkı açıklamam gerekmiyor. İkisinin de kendine özgü yararları vardır.
İkinci oğlum Metin 16 Kasım 1994’te doğdu. 10 yaşındayken kendini şu sözlerle tanımlıyordu (İngilizce yaptığı imla hatalarını yansıtmadan): “Çok zor bir yaşantım var çünkü insanlara bakarken hep
kafamı yukarı kaldırmak zorundayım. Dahası cüce ve ufaklık olarak
çağrılmaya katlanmak zorundayım. İyi olan şu ki, ABD’nin en iyi
okullarından birine gidiyorum. En iyi şeylerse beni önemseyen ve
okulda bana sahip çıkan annem, babam ve ağabeyim. Sonra onlar
beni Allah’ın yardımıyla biçimlendirdiler. Hayatımın amacı Harvard’a gidip matematikçi, doktor, öğretmen olmak ve annem, babam
ve kendim için bir korvet satın almak ve inşallah bütün bunlar olur.
En istemediğim şey bir restoranda ateşin üzerinde Hamburger çevirmek. Sonra büyüdüğüm evde yatıp bakılmak istiyorum. Sonra gerçekten iyi bir Müslüman olmak ve arkadaşlarım tarafından saygı
görmek istiyorum.”
18. Anavatana Dönüş: Vur, Kaç
ABD’deki üniversite yıllarım sırasında iki Türkçe kitap yazdım. Bu
kitaplar (Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar) İstanbul’da gizlice basılıp bedava dağıtılmışlardı.
1996’da yurdumdan ayrıldığımdan beri yaz tatilimde diğer öğrenci
arkadaşlarımın yaptığından oldukça farklı bir şey yapıyordum,
çünkü sonunda bir Amerikan vatandaşı olmak için kaçtığım günden
beri ilk defa Türkiye’yi ziyaret ediyordum. Türkiye’deki siyasi ve
dini kültürün benimle ilgili algısının yumuşayıp yumuşamadığını
test ederek, Amerika’da yaşayan eşim ve çocuklarımı kaybetmek
dâhil her şeyi riske atıyordum.
48
Norşin’den Arizona’ya
Geri dönünce Türk medyasının beni sıcak bir şekilde karşılaması dolayısıyla çok şaşırmıştım. İstanbul ve Ankara’da geçirdiğim 4 hafta
boyunca Türk hükümetinden veya cemaatlerden bir takım unsurların
eski hesapların peşinden giderek bana zarar verme korkusuyla destekçilerim tarafından iyi bir şekilde saklanmış olmama rağmen, bir
televizyon kanalında üç saatten fazla süren ve ülke çapında büyük
tartışmalara sebep olan bir röportaja katıldım. Reformun ateşi yakılmıştı. İslami ve siyasi bir reform için gittikçe büyüyen bir ilgi ve
ihtiyaç hâsıl olmuştu.
İslami reform hareketinin radikal bir ilkesi vardır: Kurtuluş için Kuran dışındaki tüm dini kaynaklar terk edilmelidir. Ciltlerce hadis kitapları, çelişkili mezhep öğretileri ve sayısız ikincil kaynağın reddedilmesiyle yeni bir Kuran anlayışı ortaya çıkmıştır. Kuran’ı temel
alan İslam, Sünni ve Şii din adamlarının İslam’ından çok büyük ölçüde farklıdır. Her şeyden önce, İslam kelimesi Kuran’a göre bir
özel isim değil; yalnızca Allah’a boyun eğip O’na teslim olarak barış
arayışında olmak anlamına gelen bir tanımdır. Ve yine Kuran’a göre
barış ve özgürlüğün destekçisi olma arayışı Muhammed’le değil, ilk
insanın ortaya çıkışıyla başlamıştır.
19. Babam Tarafından Sorgulanmam
Yedi yıl Amerika’da yaşadıktan ve ailem tarafından yaklaşık on yıldır reddedildikten sonra 1996 yılında İstanbul’a gittiğimde, ailemi
de ziyaret ettim. İçeri girince babamı yıpranmış, masasına oturmuş
büyük bir Arapça kitabı okurken buldum (Müslüman ülkelerdeki geriliğin ve uyumsuzluğun başlıca sebeplerinden biri olan bir kitaptı
bu). Babam şimdi 77 yaşındaydı ve gözleri zayıflamıştı. Onu bu kadar yaşlı ve üzgün görmek yüreğimi dağlamıştı. Bu bölümde dini
fikirlerimden ötürü beni evlatlıktan reddeden babamın yaptığı iki
sorgulama olayını anlatacağım. Burada ayrıca ailemin bazı fertleri
hakkında da bilgi vereceğim.
20. Sonsöz Değil
Seçilmiş Söyleşiler ve Makaleler
49
Norşin’den Arizona’ya
0
"Efendinin Sana Yaptığı
İyilikleri Anlat"
Sünniye ve Şiiye göre mürtetim.
Türkçüye ve Kürtçüye göre hainim.
TR'ye ve ABD'ye göre anarşistim.
Rakamlanmış kitaba göre müminim.
Bu kitapta, senin ve benim Efendim, tüm kâinatın Efendisinin bana
olan nimetlerini seninle paylaşacağım. Gerçek Efendiye ek olarak,
O'nun yaratıklarından efendiler edinen cahillerin hiçbir vakit anlayamayacağı, takdir edemeyeceği olaylara tanık oldum. Dinimi, yani
hayat felsefemi, tavrımı ve yaşayış biçimimi sadece Efendime adadığım ve sadece O'na güvendiğim için O'nun kelimelerine muhatap
oldum; O'nun kelimelerinden hayat buldum. Böylece hiçbir devletin,
hiçbir ordunun korkutamayacağı kadar güçlü, hiçbir şirketin, hiçbir
zenginin satın alamayacağı kadar zengin bir insan oldum.
Mısırlı Müslüman Kardeşler ve İranlı mollalardan esinlenen bir teokratik devrimi destekleyen bir İslamcı gençlik lideri olmama rağmen, hiçbir zaman örgütümün şiddet yanlısı kanadından veya hiziplerinden yana olmadım; ama yine de örgüt içindeki liderliğim ve laik
sistemi eleştiren yazılarım ve konuşmalarım sebebiyle Türk devleti
tarafından hapsedildim ve işkence gördüm.
Kürt azınlığın Türkiye'yi bölerek ayrı bir devlet kurmalarını savunmadığım halde, Türk ırkçılığını ve faşizmini eleştirmem, ülkücülerin
düzenlediği birkaç suikast teşebbüsünün hedefi olmam için yeterliydi. Birkaç suikast teşebbüsünden sıyrılmayı başardım; ancak 21
yaşındaki kardeşimi Türkçülerin alçak kurşunlarıyla kaybettim.
Teolojik bir paradigma değişikliğiyle yaşadığım dönüşümümden
sonra bile Müslümanların kötü durumlarına olan sempatimi kaybetmedim; ancak, Milli Selamet Partisi çatısı altında örgütlenen eski İslamcı yoldaşlarım ve onun gençlik örgütü Akıncılar tarafından aforoz edildim ve tehditler aldım.
51
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Hayatımı kurtarmak ve ifade özgürlüğü havasını teneffüs etmek için
ABD’ye kaçmama rağmen, hiçbir zaman Sünni teröristlerin beni burada da bulabileceğini düşünmemiştim; lakin arkadaşım El Kaideyle
bağlantılı bir grup tarafından burada suikasta uğradı ve öldürüldü.
1986’dan beri İslami Reformun destekçisi olmama rağmen dünyanın, süper gücü dâhil, bu soruna ilgi duyacağını beklemiyordum; fakat 9/11 terör saldırısı gündemimi dünya gündeminin de zirvesine
taşımıştı.
Birleşik Devletlerin emperyalist Uzak Ortadoğu politikasını şiddetle
kınıyorum ama 11 Eylül olaylarının ilk başta Batı dünyasının "İslamcı" diye yanlış adlandırılan silahlı, sünni müşrik gruplar üzerindeki yoğunlaşmanın Müslüman coğrafyasını bilgilendirme ve düzeltme işimizi kolaylaştıracağını umuyordum; ama ABD-Co'nun
pervasız, aldatıcı ve ikiyüzlü dış politikasının reform hareketimizin
önündeki en büyük engel olduğunu fark ettim.
Batı medyasının önyargılardan uzak olmadığını bildiğim halde, eleştirilere ve yeni fikirlere daha açık olacağını zannediyordum; ancak
öğrendim ki batı medyasının da kendine ait kutsal inekleri vardı ve
çoğunlukla kendi gizli gündemi ve dogmaları olan birkaç güçlü grup
tarafından yönlendiriliyordu.
“Halk tarafından, halk için bir halk yönetimi” kurmayı amaçlayan
ABD anayasasını takdir etmeme ve kilise ile devletin karışımı olan
bir yönetim şeklini tehlikeli bulan ve birçoğu deist veya monoteist
olan kurucularının felsefesine yakın bir felsefeye sahip olmama rağmen; modern ABD hükümetinin demokratik yapısı ve laikliğiyle ilgili ciddi eleştirilerim vardır. Bu konuda Noam Chomsky ve Ralph
Nader ile paralel düşünüyorum.
Amerikan hükümetlerinin dış politikasını kuvvetli bir şekilde
eleştiriyor olmama rağmen, Suudi Arabistan, İran, Mısır veya
Pakistan’da yaşamaktansa ABD’de ya da herhangi bir batılı ülkede yaşamayı tercih ediyorum; fakat savaş kışkırtıcılığı yapan
Evanjelik Haçlıların ve onların ABD politikasındaki temsilcilerinin dünya barışı için Şii veya Sünni şeriatlerine göre işleyen
teokratik devlet özleyenlerden daha az tehlikeli olduğunu düşünmüyorum.
Aşırı Milliyetçilerin, Haçlıların, Sünni veya Şii Şeriatçıların, Siyonistlerin ve her türden savaş çığırtkanlarının gözünde tehlikeli birisi
olmama rağmen; İslam dünyasında sayısı gittikçe artmakta olan aydınlanmış zihinler için aklın ve barışın savunuculuğunu yapan gözü
pek bir aktivistim.
52
Norşin’den Arizona’ya
1
Muhalif
“Herkesin fikir ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır;
bu hak, müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin
bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme
ve yayma serbestliğini de kapsar.”
(İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Madde 19)
“Eğer bir teki dışında tüm insanlar aynı düşüncede
olsalar ve yalnız bir kişi karşıt düşüncede olsa, insanlığın bu bir kişiyi susturmaya hakkı yoktur; aksi
halde gücü eline geçirdiğinde bu bir kişinin de tüm
insanlığı susturmaya hakkı olur.”
(John Stuart Mill, On Liberty)
“Atinalı hâkimler Sokrates’i ölüme mahkûm ettiklerinde hatalıydılar. Galileo’yu mahkûm ettiğindeyse engizisyon mahkemesi hatalıydı. Aynı şekilde siz de dini inançlarım ve siyasi fikirlerimden
ötürü beni işkenceye ve hapse mahkûm ettiğiniz için hatalısınız. İki
seçeneğiniz var: Ya beni hapse atacaksınız ya da istifa edeceksiniz.”
Bu sözler, 1980 askeri darbesinden sonra askeri mahkeme tarafından
yargılanırken yaptığım savunmanın son sözleri olmuştu. Küçük bir
çalıyı dev bir çınar ağacına benzetiyor olsam da, benim trajedim de
Sokrates ve Galileo’nunkinden farklı değildi. Böylesi bir savunma
için askeri hâkimlerin bana on dakika izin vermeleri beni şaşırtmıştı.
Komşularımızdan biri olan İran’dakine benzer bir İslam devrimi istiyordum. İçeride ve kapıda duruşmaya katılmasına izin verilenlerden daha fazla sayıda düzinelerce silahlı asker vardı. Sadece bir kaş
hareketiyle hâkimin askerleri üzerimize salabileceğinin farkınday-
53
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
dım. Aç kurtlar gibi üzerime çullanabilirlerdi. Onların gözünde minicik bir fare gibiydim. Kafamı ezebilirler veya istedikleri müddetçe
küçük düşüşümü izleyerek zevklenebilirlerdi. Bu bir yasal intihar
anlamına gelse de onlara ikinci seçeneği tattırmak niyetinde değildim.
O zamanlar konuşmamdaki ironiyi fark edemiyordum. Arzuladığım
teokratik sistem gerçekte baskıcı öğretilerden ve Orta Çağ kalıntılarından oluşuyordu. Bu sistem özgür düşünebilen herkesi fasık, zındık, harici, kâfir veya mürtet gibi yaftalarla aforoz edip ağır cezalara
maruz bırakacaktı. Dünyayı da özgür düşünenler mezarlığına dönüştürmekten başka bir işe yaramayacaktı. Bu sistemin, rüyalarımın sisteminin, beni düşüncelerimi özgürce ifade etme şansından yoksun
bırakacağının farkında değildim. Aslına bakılırsa, rüyalarımdaki
devlet şu an kendisine karşı mücadele ettiğim devletten bile daha
kötü olacaktı. Bu gerçeği, İran ve Afganistan’daki kahramanlarımın
hayal kırıcı dönüşümlerine şahit olduktan sonra fark edecektim. İktidarı ele geçirdikten sonra İranlı özgürlük savaşçısı mollalar, kısa
sürede despot parazitlere, Afganlı mücahitlerse, kabile savaşları ile
birbirlerini katledecek ve cehaletin savunucularına dönüşeceklerdi.
Üç tane askeri hâkim yüksek bir platformda oturuyorlardı. Savcı da
onlarla aynı kulübe aitti. Hepsi de aynı kapıdan mahkeme salonuna
girip çıkıyor, aynı binayı paylaşıyor, aynı koyu siyah renkte cübbeleri giyiyor ve aynı kibirli tavırları sergiliyorlardı. Yüzleri kronik bir
kabızlık sorunu yaşıyorlarmış gibi görünüyordu. Hâkimler üzerimde
iyi bir izlenim bırakmamıştı.
Geride bıraktığımız 19 ay boyunca izinsiz siyasi bildiriler yazmak
ve dağıtmak, kitlesel protesto gösterileri düzenlemek ve konferanslar vermek suçlamalarıyla tam 11 kez İstanbul’daki Selimiye askeri
mahkemesine getirilmiştim. Bir keresinde askeri hâkimlerden biri
beni şöyle uyarmıştı:
-
54
Bir daha buraya gelirsen hiç soru sormadan seni uzun süreliğine
hapse atarım.
Buraya gelmeyi isteyen ben değilim, polis beni sürekli takip ediyor.
Konuşma! Çık dışarı!
Galiba hakkımdaki iddiaların doğru olup olmadığını umursamıyordu. Selimiye’ye olan yolculuğum kolay olmamıştı, işkence gibi
bir yolculuktu. Hâkimlerin karşısına çıkarılmadan önce, zalim polis
karakollarından geçmek, sıçan dolu hapishanelere, nemli hücrelere
Norşin’den Arizona’ya
ve işkenceli sorgulamalara katlanmak zorunda kalmak gibi her seferinde hayatımdan birkaç hafta çalan süreçlerden geçiyordum. Avukatlar dâhil hiç kimseyle görüşmeme izin verilmiyordu. Mahkemeye
çıkarılıncaya kadar nerede olduğum ailem için bir sırdı. Her bir tutuklanma sürecinde yaşadıklarım; zalim, tuhaf ve gayrimeşru bulduğum yönetim biçimine olan muhalefetimi haklı çıkarıyor ve kuvvetlendiriyordu.
Yasaya göre bildiri dağıtmak ve gösteri düzenleyebilmek için gayrimeşru olduğunu düşündüğüm hükümetten izin almam gerekiyordu.
Ben radikal bir muhaliftim ve hükümetin onaylamayacağı işler yapmak benim en önemli işimdi. Siyasi fikirlerimi halkımla paylaşmak
için izin isteseydim yönetimin meşruiyetini, iktidarı gasp edişini kabul etmiş olurdum. Türkiye’nin totaliter rejimi ve onun müttefiki
ABD’ye karşı bir isyancıydım. Şimdi siyasi bir mahkûmdum ve
önümdeki yıllar boyunca konuşmak, uyumak, yürümek, yemek,
okumak ve hatta banyoya gitmek için bile izin istemek zorunda kalacaktım.
Yirmi üç yaşında beyni yıkanmış, dindar, idealist, saf, fanatik bir
yazar ve siyasi bir eylemciydim. Üç hâkim de konuşmamdan etkilenmemiş ve istifa etmemişlerdi. İlk ve tek duruşmadan sonra birinci
seçeneği uygulamaya koymuşlardı.
İslami bir yönetim biçimini destekleyen iki makalemi altı yıl hapis
cezasıyla yanıtlamışlardı. Hâkimlerle dostça bir iletişim kurmayı başaran avukatım cezaevinden salındıktan yıllar sonra cesaretim ve dürüstlüğümü hâkimlerin takdirle karşıladıklarını söyleyecekti. Hükümetin uzlaşmaz muhaliflerinden olan sözde Müslüman yazarlar ve
âlimlerin çoğu, mahkemeye geldiklerinde af dileyen ve kendilerine
merhamet edilmesi için yalvaran insanlar haline dönüşüyorlardı. Örneğin, Timurtaş Hoca diye bilinen vaiz onlardan biriymiş… Adam
Şehzadebaşı camisinde mangalda kül bırakmazdı, ama sıkıyönetim
mahkemelerinde dişsiz ve pençesiz kediye dönüşmüş… Hâkimler
soğuk görünüyor olmalarına rağmen, kalplerinin derinliklerinde bir
yerlerde bana karşı muhtemelen sempati duyuyorlardı. Siyah cübbelerinin, yüksek yargıç kürsülerinin ve hatırı sayılır maaşlarının arkasına gizlenmiş olsalar da, görüldüğü kadarıyla insani duygulardan
yoksun değildiler.
O duruşmada birkaç avukat beni savunmak için gönüllü olmuştu.
Onlarla daha önce hiç görüşmemiştim; ilk defa bu duruşmada tanımıştım. Siyasi bir sanığın duruşma salonuna gelmeden evvel bir avukatla görüşmeye hakkı yoktu. Makalelerimi yeniden yorumlamayı
55
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
istediler; ancak böyle bir savunmaya razı olmadım. Daha hafif bir
ceza almak uğruna makalelerimin yanlış yorumlanmasını kabul etmek ikiyüzlülük olurdu. Katiller, hırsızlar, uyuşturucu kaçakçıları ve
teröristlerle yıllarca aynı koğuşu paylaşacaktım. Hapishanenin aşırı
kalabalık, karanlık ve nemli koğuşlarında günleri ve saatleri sayacak, gardiyanların kötü muamelelerine katlanacak, psikopat koğuş
arkadaşlarıyla yaşamanın sıkıntısını yaşayacak ve hem fiziksel hem
de ruhsal bir sürü işkenceye maruz kalacaktım.
Bütün bunlar genç ve idealist zihnimde derin yaralar açmıştı. İlk ve
son şiir kitabım olan Yusuf'un Kırkıncı Emri'nde bu tepkimi şöyle
yansıtıyorum:
…
Kuruldu hemen bir mahkeme
Kimlik tesbiti, iddianame
Fis fis fis, kos kos kos, tak tak tak!
Ve
Karar verildi bilittifak!
"-Sanık kalk, ayağa kalk!
İki şıktan birini seçeceksin:
Ya boynuna bir kravat takarak
Rahat ve keyfi bir hayat süreceksin
Yahut ellerine kelepçe vurulup
Çile, işkence ve firkat göreceksin?"
Tam cevap verecekken
İrkilerek uyandım
Seyyid’in haykıran dizeleriyle:
“Ahi ente hurrun veraes-sudud.
Ahi ente hurrun bitilk-el quyud!”
(24 Haziran 1983, Çanakkale E Tipi Cezaevi)
Yusuf'un Kırkıncı Emri, Edip Yüksel, Madve Yayınevi,
İstanbul, 1984.
56
Modern İslami hareketinin efsanevi kahramanı ve entelektüel rehberi olan Seyyid Kutub’un teselli veren satırlarına göndermede bulunuyordum. “Kardeşim, bu duvarların arkasında özgürsün sen. Bu
zincirlerle özgürsün sen.”
Mahkûmiyetimin ilk günlerinde Kartal, Maltepe’de bulunan İkinci
Norşin’den Arizona’ya
Zırhlı Tugay’ın ortasında bir askeri ceza evinde tutuluyordum. Burası, Osmanlı İmparatorluğu zamanında cephanelerin depolanması
için inşa edilmiş bir yerdi. Şimdiyse buraya muhalifleri depoluyorlardı. Bir tanesi hücre cezası için kullanılacak hücrelere dönüştürülmüş dört küçük odadan oluşan bir binaydı. Ranzalarımız bizi sardalya balıkları gibi istif edecek biçimde yan yana dizilmişti. 10 metreye 6 metrelik koğuşta 30 mahkûm kalıyorduk. Diğer koğuşlar daha
küçüktü ve her birinde 10 – 12 kişi kalıyordu. Duvarlar yarım metre
kalınlığında taş bloklardan yapılmıştı. Koğuşun bir karganın güç
bela geçebileceği iki dikey yarıktan başka penceresi yoktu. İçeriye
neredeyse hiç güneş ışığı girmediğinden, oda 24 saat süreyle düzensiz bir şekilde ışık yayan bir lambayla aydınlatılırdı. Bunu kasıtlı
olarak mı böyle yapmışlardı yoksa binanın elektrik tesisatından dolayı mı böyleydi emin olamıyordum.
Dikenli tellerle kaplı ve köşelerinde gözetleme kuleleri olan yüksek
duvarlar, kare şeklindeki çirkin binayı çevreliyordu. Hapishanenin
avlusu, betondan dar bir geçitti. Tek bir bitki bile göremiyorduk. Güneş ışığı avluya öğle vakitlerinde sadece birkaç saatliğine vuruyordu.
Günde iki kez bir saatliğine güneş ışığını göreceğimiz ve aşağı yukarı volta atarak egzersiz yapabileceğimiz bu vakitleri dört gözle
bekliyorduk.
Bu yüksek güvenlikli hapishanede tutulan aşağı yukarı 50 mahkûmun hepsi lideri olduğum gençlik örgütünün elemanıydı ve çoğu
üniversite veya lise öğrencisiydi. Aslında orası hapishane değildi.
Ancak, aylar hatta yıllar süren davalar nezarethane ile hapishane arasındaki farkı kaldırmıştı. Çoğu benimkine benzer siyasi eylemlerden
dolayı hapsedilmişti. Birkaç mahkûm soygun veya cinayetten oradaydı. Örgütün milli komitesinin üyesi, yeni suikasta uğramış efsanevi bir gençlik liderinin kardeşi, ünlü bir âlimin oğlu, bir milletvekilinin kuzeni, saygı duyulan Fatih Akıncılar grubunun başı olarak
doğal olarak lider kabul ediliyordum. Çoğunu tanımıyordum. Ancak
hepsi beni tanıyordu. Gençlik örgütümün üyeleri ve sempatizanlarının sayısı Türkiye çapında yüz binlerle ifade edilebilirdi ve onların
hepsini birden tanımama imkân yoktu.
İlerleyen zamanda bu hapishanedeki ilk aylarımı fiziksel ve ruhsal
işkence olmadığı ve istediğim kadar okuyabildiğim için takdirle anacaktım. Kuran’ın vahiy edilmesinden 14 yüzyıl sonra yalnızca Mısır
kökenli Amerikalı bir biyokimyacı olan Reşad Halife tarafından,
1974 yılında fark edilen Kuran’daki bir sırla ilgili olan bir kitabı bu-
57
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
rada çevirmeyi başarmıştım. Bu Sır’ın keşfi başlangıçta Müslümanlar için muhteşem bir haber olmuş ve dünyanın her yerinde övgüyle
karşılanmıştı. Sır’la ilgili birçok dilde kitaplar basılmıştı. Güney Afrika’daki Islamic Propagation Center International (Uluslararası İslam Yayılma Merkezi)’in karizmatik lideri Ahmed Deedat bu Sır ile
ilgili bir kitap yazmış ve video konferanslar vermişti. “Quran, the
Ultimate Miracle (Kuran, En Büyük Mucize)” Suudi Arabistan ve
körfez ülkelerinin fonlarıyla basılmış ve on binlercesi ücretsiz olarak
dağıtılmıştı.
Ne şaşırtıcıdır ki başlangıçta bu Sır’rı İslam’ın propagandasını yapmak için kullanan aynı devletler ve kurumlar, sonra onu sapıklık olarak ilan edip yasaklayacaklar; Sır’ın kâşifini de ölüme mahkûm edeceklerdi. Geleneksel İslam, 11 yıl kullandıktan sonra Cin’i tekrar şişeye hapsetmeye çalışıyordu. Cin’in, gerici ve İslam-dışı mezhebi
öğretilerini ifşa edeceğini ve halk üzerindeki güçlerini ve sömürülerini tehlikeye sokacağını fark edince çok şaşırmışlardı. Cin’i şişeye
geri koymayı başaramayınca, kitleler tarafından fark edilmemesini
sağlamaya çalıştılar. Ortaya çıkan Sır’rın üstünü örtmek için tehdit
silahlarını, cehalet duvarlarını ve saptırma bulutlarını uygulamaya
koydular. Başka bir cin, internet, ortaya çıkıncaya kadar bir dereceye
kadar başarılı da oldular.
Örneğin; bir ara Türkiye'nin Diyanet İşleri Başkanlığını yapan Tayyar Altıkulaç, bu buluşu bir konferansta işitir işitmez, hiç ama hiç
araştırmadan, incelemeden "Kuran'ın mucizesi" diye bir kitabında,
uzunca bir bölüm olarak yayımladı. Aynı adam, söz konusu matematiksel sistem birkaç nüshadaki bazı yazım hatalarını ortaya çıkarınca da aynı şekilde ciddi bir araştırma yapmadan yine körü körüne
reddetti. Tayyar'ın, bu iflas etmiş din adamlarının en eğitim görmüş
örneklerinden birisi olduğunu düşünürsek, İslam dünyası denilen
coğrafyanın insanlarının dindarlaştığı oranda niye gerileyip bağnazlaştıklarını anlayabiliriz.
58
Bu Sır’rı 12 Eylül 1980’de tutuklanmamdan bir hafta önce, Müslüman Kardeşler’in siyasi kanadına bağlı olan WAMY [World Assembly of Muslim Youth (Dünya Müslüman Gençlik Meclisi)]’nin
düzenlediği bir uluslararası gençlik kampı ve konferansta öğrenmiştim. Konferans, 42 ülkeden 200 ateşli Müslüman genç temsilcinin
katılımıyla iki hafta sürmüştü. Libyalı Yusuf al-Qaradawi gibi uluslararası alanda tanınan birçok Sünni âlim(!) konferansa konuşmacı
olarak katılmıştı. Ahmad Deedat’ın konuşması, siyasi, sosyal ve manevi hayatımı sonsuza kadar değiştirecek olan Sır üzerineydi. Bunu
Norşin’den Arizona’ya
ilerleyen bölümlerde ayrıntılı olarak açıklayacağım. Konferansta
Deedat’ın kitabının bir kopyasını aldım ve ona kitabı çevireceğime
dair söz verdim.
Siyasi eylemlerle o kadar meşguldük ki oturup Deedat’ın kitabını
çevirmek için hiç fırsat bulamayabilirdim. Ancak, hapishanedeki ilk
aylarım bana hem kitabı çevirmek hem de kitapta verilen Kurani bilgileri doğrulamak için büyük bir fırsat verdi. Sonra kitabın konusuna
ben de incelemelerimle katkıda bulundum ve kitabın ortak yazarlarından birisi oldum. Kitap, dini çevreler onu yasaklayıncaya kadar
ilk çok satan kitabım oldu.
Dört yıllık cezamın yarısından fazlasını geçirdiğim kodese geri dönelim. Polis karakollarının kafese benzeyen, sıçanların istila ettiği
mahzenler ve penceresiz odalar için sürekli olarak bu kodes kelimesini kullanmaya çalışacağım. Ama bazen kodes ve hapis kelimelerini
birbirine karıştırabilirim çünkü bazen aralarında bir fark yoktu. Hapis/kodesteki yoldaşlarımın durumuyla ilgili size bilgi vermek için
birkaç anekdot anlatayım. Osmanlı döneminden kalma silah deposundan dönüştürülmüş hapishane ile ilgili unutulmaz anılarım var.
Korkunç, iğrenç, gülünç veya sıradan anılar… Otuz insanın bir
odada birlikte yaşamasının zorluğuyla ilgili size fikir verebilecek bir
olay anlatacağım.
Odamızda sadece bir tuvalet vardı. Her sabah otuz kişi sessizce tuvaletin önünde kuyruğa girerdik. Hepimiz İslam’ın Sünni geleneklerini
takip ediyorduk, ancak hepimizin kurallara bağlılığı farklı düzeylerdeydi. Birkaçımız önemsiz kuralları alabildiğine ciddiye alıyordu.
Yoldaşlarımızdan biri hepimizden farklıydı ve tuvaletin önündeki
trafik sıkışıklığını yoğunlaştırmıştı. Sufi bir tarikata bağlı olan Hasan okuduğu hadis ve fıkıh kitaplarından kabir azabının çoğunun iç
çamaşırına bulaşan idrar damlaları yüzünden olacağını öğrenmişti.
Yoksullara yardım etmemekten, yalan söylemekten bile daha önemli
bir günahtı. Dindar insanları kabir azabından korumak maksadıyla,
Sünni geleneğinde idrar sızıntılarını önlemeye yönelik ayrıntılı bilgiler verilirdi. Bu konuda kutsanmış yöntemin adı idrar sızıntısı kesilinceye kadar beklemek anlamına gelen istibradır. Hasan tuvalete
girdiğinde normal bir mahkûmdan üç ya da dört kat daha fazla bir
süre içeride kalırdı. Sonra, bir eli şalvarının içinde penisini tutaraktan dışarı çıkardı. Sonradan öğrendim ki penisine pamuk yerleştiriyormuş. İdrarının son moleküllerini pamuğa damlatmak için, koğuşun küçücük meydanında kendi etrafında dolanırdı. Sabahları herkes
koğuşun içindeki bu sonradan kondurma tuvaletin önünde kuyrukta
59
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
beklerken, bizim Hasan; eli şalvarının içinde volta atardı koğuşun
içinde. Bu kadarına dayanırdık. Ama kafasını idrar moleküllerine ve
kabir azabına takmış olan bizim Hasan; sonra bir kez daha tuvalete
girer ve aynı şeyi tekrarlardı. Herkes onun tuvaleti kullanma şeklinden şikâyetçiydi. Bu yaptığını haksız, iğrenç ve hatta gülünç bulmama rağmen; onun bu ritüelini uygulamasını engellemek istemezdim. Ancak bu vesvese, bu idrar takıntısı bulaşıcıydı. Belki de sadece dikkat çekmek için, psikolojik sorunları olan genç ve en uzun
boylumuz olan yoldaşımız Cemal de bu ayine katılmaya başladı. Lakin koğuşta bir idrar-fobik kişiye katlanabilirdim ama iki idrar-fobik
dayanılmazdı. Diğerleri gibi kullanmadıkları sürece, onların yoğun
vakitlerde tuvaleti kullanmasını yasakladım.
Dindar bir Sünni ile dindar bir Yahudi arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Her ikisi de din adamlarının uydurduğu kılı kırk yaran saçma
sapan kuralların peşinden gider. Bu tuvalet hikâyesi ile Şabat Asansörü ile ilgili aşağıdaki haber arasında benzerlik ilginç. Hayat
hikâyemden sapma gibi görünse de sizinle o haberin kısaltılmış biçimini paylaşmak istiyorum.
Hahamlar, Helal Asansörlerin Artık Helal Olmadığını
Söylüyor
New York Times (10/10/2009)
Gelenekçi Yahudiler onu düğmelere basmadan kullanabilsinler diye Cuma akşamından Cumartesi akşamına kadar
her katta duracak şekilde programlanmış Şabat Asansörü,
geçen hafta İsrail’de bir grup ünlü haham tarafından Şabat’ın ihlali olarak ilan edildi ve bu haber New York Yahudi
cemaatine de sızdı. Hahamlar iddialarının, Times’ın tahminlerine göre asansörün taşıdığı yükün ağırlığını hesaplayıp ona göre enerji kullanan bir asansör mekanizması üreten "yeni teknoloji" ile ilgili araştırmalarına dayandığını
açıkladılar. Şu ana kadar Times bu karardan etkilenen bir
New Yorklu Yahudi bulamamış olsa da Cuma sabahı Grand
Caddesi’nde yürümekte olan 38 yaşındaki Jacob, “Bak, sadece bir fikirden yola çıkarak bunun herkesin fikri olduğunu
söyleyemezsiniz.” dedi. “Museviliğin en iyi yönü her konuda birbirine zıt fikirler bulabilmenizdir.” (NYT)
60
Hapishanede gürültü de elbette büyük bir sorundu. Aramızda hiperaktif olan birkaç genç vardı. 30 mahkûm gece ve gündüz aynı küçük
koğuşu paylaşıyordu ve gürültü etkisini göstermeye başlamıştı. Oto-
Norşin’den Arizona’ya
riterlik tarzım değildi. İsyankâr olduğum zamanlarda bile demokrattım. Periyodik olarak toplantılar yapar ve sorunlara çözüm bulmaya
çalışırdım. İttifakla, günün belirli saatlerini sessizlik vakitleri olarak
belirledik ve sorun çözüldü. Ama hemen hemen… Ahmet adında bir
üniversite öğrencisi o kadar gevezeydi ki çenesi sürekli hareket halindeydi. Koğuşta ne zaman çok fazla gürültü olsa, kaynaklardan birisi o olarak karşımıza çıkardı. Birkaç nafile uyarıdan sonra ona sert
bir emir vermek zorunda kaldım. Bir toplantıda, Ahmet’in bir dahaki
ziyaret gününe kadar bir hafta süreyle kimseyle konuşmayacağını
açıkladım. Buna "konuşma orucu" deniyordu. Emre kusursuz bir şekilde uyması beni şaşırtmıştı. Hiç konuşmama yasağı sorunu çözmüş
görünüyordu. Hepimiz rahatlamıştık.
Ziyaret günü geldiğinde hepimiz Ahmet’in “söz iftarı”nı nasıl yapacağını merak ediyorduk. Ama beklediğimiz gibi konuşmadı. Kendimi suçlu hissederek konuşması için yalvardım. Ama hayır! Tek
kelime bile etmedi. O güne kadar hayatımda tanıdığım en geveze
insana konuşması, bir ses çıkarması için yalvarıyordum. Bütün bir
hafta kendimi ona karşı kötü hissettim. Şimdi bu eziyete son vermenin zamanıydı ama her nasılsa, Ahmet bu durumu sevmişti. Sessizliğini sürdürmek istiyordu. Onu susturmayı başarmıştım ama konuşturmayı başaramıyordum.
Günlük iletişim ihtiyacını karşılamakta Ahmet’e yardım etmek maksadıyla, sözlüğümde resmedildiğini fark ettiğim uluslararası işaret
dilini ona öğretmeye karar verdim. Kelimelerin her harfini parmaklarıyla gösterebilecekti. Çok geçmeden mahkûmların çoğu işaret dilini öğrendi ve Ahmet’le iletişimimizin tamamı işaret dili vasıtasıyla
yürütülmeye başladı. Ahmet’in işaret dilindeki ustalığını çok canlı
bir biçimde hatırlıyorum. Artık çenesi yerine parmakları, elleri, kolları ve bazen bacakları bile kıpırdıyordu. Gün boyunca çok fazla egzersiz yapabiliyordu.
O zamanlar günün birinde bu işaret diline kendimin de ihtiyaç duyacağını bilmiyordum. Aynı rejim tarafından kontrol edilen başka bir
hapishaneye taşındığımızda, bize sistemli bir şekilde işkence etmeye
ve haftalık ziyaret haklarımızı kısıtlamaya başladılar. Haftada bir, on
dakikalık bu ziyaret müddeti boyunca iki gardiyan benim yanımda
ve iki tane de ziyaretçimin yanında dururdu. Dikkatli bir şekilde söylediklerimizi dinlerlerdi. Ziyaretlerin birinde ablama, bir şekilde,
işaret dilini öğrenmesini söyleyebilmiştim. Bu dili, duruşmalar esnasında hakkımdaki diğer suçlamalara karşı bilgi iletebilmek için
kullanacaktım.
61
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Askerler tarafından akrabalarımdan uzaklaştırılmış olarak Selimiye
Askeri Mahkemesi koridorlarında bir bankta oturduğumu hatırlıyorum. Ablam benden yaklaşık 10-15 metre ileride duruyordu. Birbirimizle konuşmaya can atıyorduk. Bana bir söz söylese binadan çıkarılacak, hakaret ve tehdit edilecekti. Benim ağzımdan çıkacak tek
bir sözcük vücudumda ezikler ve birkaç haftalık hücre cezasını davet
edecekti. İşaret dilini öğrenip öğrenmediğinden emin değildim. Endişeli bir şekilde bekliyordum. Bir süre sonra, ablam duvarın köşesine doğru eğilerek işaret dilini kullanmaya başladı. Kelepçeli ellerimin parmakları harekete geçti. Askerlerin hiçbiri ne olduğunun farkında değildi. Zalimlerin dikkatli gözleri altında ablamla iletişim halindeydik. Konuşmamızın içeriğini tam olarak hatırlamıyorum, ama
hakkımdaki diğer suçlamalar ve dışarıdaki yoldaşlarımdan birine
göndereceğim bir mesajla ilgili olmalıydı.
Birkaç ay sonra askerler, bizi askeri üsteki başka bir eski binaya taşıdılar. Güneş ışığından tamamen yoksun, kalın duvarları olan bir
bodrum katıydı. Burada yaklaşık altı ay boyunca ne güneşi ne de
gökyüzünü görebildim. Önceki hapishanede küçük bir avluda volta
atmamıza izin veriliyordu. En azından günde bir saat mavi gökyüzünü görebiliyorduk. Şimdi sahip olduğumuz tek şey rutubetli duvarlardı. Değişiklik olarak da Komünist militanlar ve teröristlerle
komşuyduk. Bir duvar bizi ayırıyordu ve her grupta 30 mahkûm
vardı. Sırayla aynı koridoru kullanıyorduk. Demir parmaklıklar arasından birbirimizi görüyor olsak da, hiç iletişime girmiyorduk. Bu
sessizlik aramızdaki ateşkesin işaretiydi.
Dışarıdayken Komünistlerle neredeyse hiç iletişimimiz yoktu. Birbirimizin düşmanıydık ve bazı bölgelerde aramızda ölümcül çatışmalar
bile olmuştu. Lakin Faşistlerle Komünistlerin mücadelesiyle karşılaştırınca bizimkisi çok önemsiz kalıyordu. Bu yüzden, birbirimize karşı
saldırgan olmaktan ziyade meraklıydık. Bundan da öte, ortaklıklarımızın farkındaydık. Aynı kaderi paylaşan mahkûmlar olarak Türk
hükümeti ortak düşmanımızdı. Bu acı gerçek bizi hem fiziksel hem
de psikolojik açıdan birbirimize yaklaştırmıştı. Komşu olarak aynı
hapishane koğuşlarını paylaşmak zorunda kalmak, hayatımızda ilk
defa birbirimizi birer birey olarak tanıma fırsatı tanımıştı bize.
62
Hapishane yöneticisi bir yüzbaşıydı, ancak günlük yönetim, üstlerinden daha zeki olduğu belli olan şaşı başçavuş Memduh tarafından
yapılıyordu. Şaşı olduğunu uydurmuyorum, gerçekten de öyleydi ve
kendisi şaşı olarak gördüğüm tek Türk askeridir. Kim bilir, belki
Norşin’den Arizona’ya
yüksek rütbeli bir istihbarat subayıydı ve onu özel görev için başçavuş kılığında buraya atamışlardı. Sık sık ziyaretime gelir ve benimle
konuşurdu. Benimle konuşmaktan zevk alıyor gibiydi. Ben de
onunla sohbet etmekten hoşlanıyordum. Bizimle ilgilenirken şaşırtıcı biçimde kibar ve medeniydi. Biz de ona aynı şekilde karşılık veriyorduk. Bütün kurallarına uyuyorduk. Mahkûmken düşmanımla
kavga etmenin hiçbir faydalı yönünü göremedim. Dahası, benim isyanım daha somut alanı içermiyordu, entelektüel ve soyuttu.
Bir gün bizi koridorda topladı ve ertesi günden itibaren İstiklal
Marşı’nı ezberlememiz gerekeceğini söyledi. Günlük sayım esnasında en azından ilk iki dörtlüğünü okuyacaktık.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül. Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
Özgürlüğe ve birliğe çağrı yaptığı için, birkaç aşırı milliyetçi cümlesi hariç, İstiklal Marşı’nın sözlerini seviyordum. Yurttaşı vatanından mahrum etmek isteyenlere karşı çıkan üçüncü dörtlük en sevdiklerimden birisiydi:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Devleti eleştirdiğim için zincirlenmiştim. Askeri yargıca ve hâkimlere karşı boynumu bükmediğim için yıllarca zincire mahkûm edilmiştim. Zaten zincire vurulmuş sayıldığımdan bu durumu hiç önemsememiştim. Şimdi beni ulusal ve bireysel özgürlüğe çağrı yapan İstiklal Marşı’nı ezberden okumaya zorlayacaklardı. Kükremiş bir sel
gibi değildim; ama çaresiz bir kuzu da değildim. Bir lazer ışını gibi
demir bariyerleri yırtıp atamaz, cıva gibi duvarlardan taşamazdım;
ancak uysal bir köpek de değildim. Bana böyle mucizevî güçler verecek asil Türk kanı da taşımıyordum. İstiklal Marşı’nın kişiliğime
uygun olan sözlerini elimden geldiği kadar uyguladım. En azından,
ilk kelimesinin anlamına uygun davrandım: korkmadım.
Şaşı başçavuşa İstiklal Marşı’nı okumayacağımı söyledim. Özgür
63
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olmadığım için İstiklal Marşı’nı okumam, onun özgürlükçü havasına
ters düşer ve onunla alay etmek olurdu. Sonunda başıma gelecekleri
tahmin edebildiğim için, yoldaşlarımdan benim bu protesto eylemime katılmamalarını istemiştim. Ertesi gün diğer mahkûmlar İstiklal Marşı’nı koro halinde okurken, ben sessiz kaldım. Memduh da
bir daha benden bunu istemedi.
İki gün sonra ismimin çağrıldığını duydum. O gün duruşmam yoktu
ve ziyaret günü de değildi. Derhal koğuştan çıkmam gerekiyordu.
İki tane askeri gardiyan üstümü arayıp beni önce ofise sonra da zaman kaybetmeden bir askeri kamyona götürdüler. Nereye götürüldüğüme dair hiçbir fikrim yoktu. Kamyonda dört muhafız bir de gözleri seğiren ve bakışlarıma karşılık vermeyen bir başçavuş vardı.
Muhtemelen alkolle ilgili bir sorunu vardı veya kaprisli üstlerinden
usanmıştı. Öfkeli bir biçimde mırıldanarak:
- İslami bir devrim mi yapacaksın? Humeyni’yi iktidara mı getireceksin?
Aslında bana soru sormuyor, suçumla ilgili bilgi veriyordu. Cevap
vermek hiçbir şeyi değiştirmeyecek, aksine onu kışkırtacaktı. Düşük
rütbeli bir askerdi ve tam olarak kendisinden istenen şeyi yapıyordu.
Yolculuğumuz sadece beş dakika sürdü. Şimdi önceki hapishane binamızın önünde ayakta duruyordum. Hapishane duvarlarına bitişik
olan ofise girdik.
Burada, birden bire patlayan ve karanlıkta kaybolan yıldızlar gördüm ve müthiş bir acı duydum. Beni getiren iki asker bana vahşice
saldırıyor ve sopalarıyla kafama vuruyordu. Zıplıyor, yerde yuvarlanıyor ama ellerinden kurtulamıyordum. Sopa darbeleri acımasız bir
şekilde vücudumun her yerine iniyordu. Bu dayak faslının ne kadar
sürdüğünü bilmiyorum, ancak hareket edemez bir hale geldiğimde
durduklarını hatırlıyorum. Sonunda beni kaldırdılar ve karanlık, soğuk, fare dolu bir hücreye attılar.
64
Norşin’den Arizona’ya
2
Diri Diri Gömülen
“Namaz kılan birinin önünden eğer bir domuz,
maymun, kara bir köpek veya bir kadın geçerse kişinin namazı hükümsüzdür… Kadınlar arasında iyi
bir kadın bulmak yüz karga içinde beyaz bir kargaya rastlamak kadar zordur. Evlilik sözleşmesi
kadın için bir çeşit köleliktir… Kocanın tüm vücudunu irin kaplasa ve karısı bu irini diliyle yalasa
bile kocasına olan borcunu ödeyemez…” (Hadis)
“İncil; günahı ve ölümü dünyaya kadınların getirdiğini, onların ırkın çöküşünü hızlandırdığını ve
Cennet mahkemesinde yargılanarak suçlu bulunup
mahkûm olduğunu öğretir. Kadın için evlilik, bir
kölelik; annelik acı ve ızdıraplı bir dönem olmalıdır
ve sessizce ve itaatle bütün maddi ihtiyaçları ve
arzu ettiği her bilgi için erkeğe bağımlı rolünü oynamalıdır. İşte size İncil’in kadın tarifinin kısa bir
özeti.” (Elizabeth Cady-Stanton)
Batı’da uzay çağının başladığı yıl, uzun yollarından nadiren geçen
otomobillerin toz bulutu ve duman içinde çocukları peşinden koşturduğu, Bitlis’in Norşin ilçesinde doğdum. Kürtçe veya Ermenice olan
ve yeni şehir anlamına gelen bu güzel isim, resmi olarak Güroymak’a dönüştürülmüş olsa da, yerleşik nüfus hâlâ oraya Norşin veya
Nurşin demektedir.1
1
Ağustos 2009’da Bitlis’i ziyaretinde Cumhurbaşkanı Gül, resmi adı yerine orijinal adını kullandığında Norşin ismi ülkede tartışma konusu oldu. Şimdi ilçede
kayıtlı 43 bin kişi içinde üç bininin, 50 yıl önce doğan ben dâhil nüfus kayıtlarında Norşin ismi yazmaktaymış. Konuyla ilgili haber ayrıca Norşin’in anlamıyla
ilgili bilgiler de içermektedir. Buna göre, Norşin kelimesi “ışık kaynağı” veya
“festival” anlamına gelmekteymiş. Ne ilginçtir ki gazete yerel halkın Norşin isminin yeniden kullanılmasına yönelik talebini seslendiren kişi olarak kuzenim
65
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Ben ilkokuldayken ilçenin nüfusu birkaç bindi. Norşin'deki evler yumuşak kırmızı kayalardan yapılırdı. Kayaların bir cephesi yontularak düzeltilir ve duvarın iç ve dış yüzü haline getirilirdi. Ortalarına
ise kırılmış parçalar, çamur ile doldurulur ve böylece kışın soğuğundan ve yazın sıcağından koruyan yarım metre kalınlığında duvarlar
yapılırdı. Dam ise topraktan yapılırdı. Kalas kirişlerin üstü her nasılsa toprak ile kaplanırdı.
Annem popüler bir Sufi lider olan Şeyh Masum Mutlu’nun kızıydı.
Civar kasabalardan birinde küçük bir yetim çocuk olarak yaşayan babamı Şey Mutlu yetiştirmiş ve eğitmişti. Osmanlı kültürünün etkilerini
ortadan kaldırmak isteyen Türk hükümetinin dini okulları yasakladığı
sırada dedem molla yetiştiren bir medrese yönetiyordu.2 Haberlerde
isimlerini duyduğunuz ve genellikle Pakistan ve Afganistan’da bulunan türden dini-siyasi medreselerden değildi, az çok Hıristiyan manastırlarına benzeyen bir medreseydi. Okulun müfredat programı ileri
Arapça grameri, Sünni içtihadı, hadis incelemeleri, özellikle Aristoteles’le ilgili Yunan felsefesi, mantık ve arkaik astronomi üzerine kuruluydu. Talebeler, bir köylünün ölümü halinde varislerin hisselerini hesaplayabilsinler diye çoğunlukla kesirlerden oluşan biraz da matematik öğrenirlerdi. Ders kitapları Arapça ve eğitim dili de o zamanki
Türk Ceza Yasasına göre yasaklı dil olan Kürtçe idi.
Babam çocukluğundan beri bir kitap kurduydu. Gece gündüz kitap
okurdu. Ben ortaokuldayken bize anlattığı bir hikâyeyi hâlâ hatırlıyorum. Yazları, annem ve geniş ailesi yanlarına hizmetçileri, öğrencileri ve hayvanlarını da alarak daha serin havadan yararlanmak için
dağlara giderdi. Bir yaz gecesi, dedemin öğrencileri mumları ve gazyağını tüketmişlerdi. Ama bu durum babamı hiç etkilememişti. Bir
araba yükü levazımın gelmesinden bir veya iki gün önce bir cam kavanozu dolduracak kadar ateş böceği toplamış ve onları okuması için
gerekli ışık kaynağı olarak kullanmıştı.
2
66
Baha Mutlu ile röportaj yapmış. Bkz: Türkiye'de 3 bine yakın kişinin kimliklerindeki doğum yeri; Norşin, Özcan ÇİRİŞ/BİTLİS, (DHA), Milliyet Gazetesi, 13
Ağustos 2009.
Yakında kamu ile paylaşılan önemli bir devlet adamının özel arşivindeki dosyalara göre, hem babamın hem annemin ailesi T.C.'nin kara listesindeymiş. Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar'ın emriyle 1959 yılında hazırlanan sakıncalı Kürt
liderlerin isimlerini içeren 38 kişilik kara listede Babamın üvey babası Kör Hüseyin Paşa'nın oğulları 29'uncu sırada, annemin babası Masum Mutlu da 30'uncu
sırada yer alıyormuş. Dedemi hatırlarım. Evet, bir Kürt idi, ama Kürtçülükle hiçbir ilgisi yoktu. (Murat Bardakçı, "Celâl Bayar’ın 1959’da hazırlattığı Kürt raporunda bakın kimler var!", Haberturk.com, 18 Mart 2012.)
Norşin’den Arizona’ya
Yedi yıllık eğitimi boyunca babamın öğrenme arzusunun ve olağanüstü entelektüel başarısının farkına varan Şeyh, ona kızı Sara’yla
evlenmesini teklif etmişti. Annemin babası, halkın onun atalarına ve
asaletine verdiği değerden daha fazla öğrencilere ve bilgiye değer
veriyordu. Dedem bilgiye ve eğitime büyük değer verirdi. Bu yüzden geleneği elinin tersiyle iterek bir yetim öğrenciye kızıyla evlenmesini teklif etmişti.
Medreseden söz ederken, İslam dinini bilime katkısı konusunu işlemek için bu özöyküsel duruma tekrar geri dönmek üzere hikâyemize
iki-üç sayfalık bir ara verelim.
***
Günümüz Müslümanları Kuran’ın tanımını yaptığı bilgiye meraklı
tektanrıcılar olmaktan uzak olsalar da, İslam toplumlarında hâlâ bilgi
edinimine ve eğitime karşı büyük bir saygı mevcuttur. Ne yazık ki,
Kuran’ın peygambere indirilmesinden birkaç yüz yıl sonra, mezhep
öğretileri yüzünden, Kuran’da ısrarla vurgulanan eleştirel ve analitik
bilgi edinme süreci sekteye uğramıştır. Ferisilerin Tevrat ve Zebur'a
karşı yaptığı ihanetin benzerini, hadis anlatıcıları ve din adamları sınıfı da kendilerine Kuran’ı getiren Muhammed’in öğretilerine yaptılar. Kuran'ın teşvik ettiği rasyonel düşünmeyi ve bilimsel metodolojiye önem veren okullar bir zamanlar parantez içinde ölüm tarihlerini verdiğimiz büyük filozoflar ve bilim adamları yetiştirmişlerdi:
Ibn Hayyan (815):
El-Harizmi (840):
El-Kindi (873):
Ibn Qurra (901):
Ibn Duraid (934):
Ibn Sinan (946):
Farabi (950):
El-Nedim (998):
Ibn Şal (1000):
El-Zehrevi (1013):
Ibn Sina (1037):
Ebu-l İyz
Ibn Heysem (1040):
El-Biruni (1048):
El-Maverdi (1058):
El-Zarqali (1087):
El-Khayyam (1123):
Kimya
Cebir, astronomi,
Optik, Matematik, Fizik ve Astronomi
Matematik ve Astronomi
Filoloji
Geometri, Astronomi
Felsefe ve Mantık,
Bibliyograf
Matematikçi, Optikçi
Cerrah
Tıp ve Felsefe
Otomasyon
Fizik ve Optik
Coğrafya, Matematik
Siyaset Bilimi ve Sosyoloji
Astronomi, Matematik
Matematik
67
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
El-Idrisi (1166):
Ibn Ruşd (1198):
El-Jezeri (1206):
El-Nafis (1288):
El-Şatir (1375):
Ibn Haldun (1395):
Taqi el-Din (1585):
Coğrafya ve Haritacılık
Felsefe, Mantık, Matematik ve Tıp
Otomasyon, Mühendislik
Tıp
Astronomi
Sosyoloji ve Tarih Felsefesi
Astronomi, Mühendislik ve Optik.
Ancak, dini dedikodu koleksiyonu olan hadis kitaplarının otoritesinin yükselmesi ve özellikle de Gazali’nin, Sultan’ın desteğini de arkasına alarak filozofları şeytani ilan etmesi ve felsefeyi kınamasıyla,
ikinci bin yılda eleştirel düşünmenin ölümüyle beraber, İslam medeniyetinin çöküşü hızlandı. Müslümanların nüfusu ve toprakları büyük ölçüde büyümesine rağmen, 12. yüzyıldan sonra Müslüman bilim adamları ve filozoflarının sayısı ve onların disiplinlere katkıları
azalmaya başladı. Okullar, önceki kuşakların eserlerini ezberleyen
ve yüceltilip putlaştırılmış isimlerin fikirlerini düşünmeden tekrarlayan papağanlar üretir oldular. Bir zamanlar İslam medeniyetinin itici
gücü olan felsefe bile Aristo ve Platon gibi büyük üstatların fikirlerinin ezberletildiği bir konuma düştü. Yani kritik düşünme faaliyeti
olan felsefe bile rivayet ve hikâye haline dönüştürüldü.
Kuran’ın ilk vahy’inin, 96. suresinin ilk ayetleri olduğuna inanılır:
96:1 Yaratan Rabbinin ismiyle oku.
96:2 O, insanı bir embriyodan yarattı.
96:3 Oku, Rabbin En Cömert/Yüce olandır.
96:4 Kalem yoluyla öğretti.
96:5 İnsana bilmediklerini öğretti.
Kuran’da, Müslümanları; yani barış içinde Allah’a teslim olan barışçıları, bilgi edinmeye, dogmaları sorgulamaya, din dâhil her konuda
akıllarını kullanmaya teşvik eden sayısız ayet vardır. Kuran, körü
körüne inanmayı, başka bir deyişle akla ve deneye dayanmayan bir
inancı şiddetle reddeder. İşte size rasyonel bir sorgulama, bilgi ve
kanıtların önemine vurgu yapan birkaç ayet:
4:162 Ancak aralarındaki derin ilim sahipleri ve inananlar,
sana indirilene ve senden önce indirilene inanır. Namazı
gözetir, zekâtı verir, ALLAH'a ve ahiret gününe inanırlar;
bunlara büyük bir ödül vereceğiz.
10:100 Hiçbir kişi ALLAH'ın izni olmadan inanamaz ve O’,
akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder.
68
Norşin’den Arizona’ya
10:101 De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bir bakın!
İnanmayan bir topluma deliller ve uyarılar kâr etmez."
12:111 Onların tarihinde, bilinç sahipleri için bir ders vardır. Bu, uydurma bir hadis değil; fakat kendisinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin detaylı açıklaması ve inananlar için bir hidayet ve rahmettir.
17:36 Bilmediğin bir şeye inanıp ardına düşme, çünkü
işitme, görme duyusu ve beyin, hepsi ondan sorumludur.
22:54 Bu durum, aynı zamanda, kendilerine bilgi verilmiş
olanların bunun Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu anlamalarını sağlar. Böylece kalpleri onu benimser ve iman
ederler. ALLAH, elbette, inananları doğru yola ulaştırır.
29:20 De ki, "Yeryüzünü dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığını görün." Sonra, yine ALLAH (ahiretteki) son yaratılışı
başlatacaktır. ALLAH'ın her şeye gücü yeter.
34:46 De ki, "Size bir tek öğüdüm var: ALLAH için ikişer
ikişer yahut teker teker kalkın, sonra düşünün. Sizin arkadaşınızda bir delilik yoktur. O, sadece, çetin bir cezadan
önce sizi uyaran birisidir."
35:28 Aynı şekilde, insanlar, hayvanlar, çiftlik hayvanları
da çeşitli renklerdedir. Bundan dolayıdır ki kulları arasında ALLAH'ı gereği gibi sayanlar bilim adamlarıdır. ALLAH
üstündür, bağışlayandır.
Kuran’a göre ana-babamızı, dini liderleri veya herhangi birini körü
körüne izlemek yanlıştır ve şeytanın yoludur (2:170; 5:104; 10:78,
100; 17:36; 26:74; 31:21; 34:43; 43:22, 23). Yine Kuran’a göre,
Müslümanlar, felsefi ve dini sorularına cevap ararlarken kendilerini
akranlarının, ana-babalarının, din adamlarının, kalabalıkların, atalarının, dogmaların, ideolojilerin ve hüsnü kuruntuların baskısından
koruyanlardır. Aklını Allah’tan başka hiçbir otoriteye teslim etmeyen bir Müslüman, bir özgür insan modelidir. Allah hakikatin kendisi olduğu için, bir Müslüman da doğrunun ve gerçeğin daimi araştırıcısıdır ve bu arayışında doğrular ve gerçeklerden başka hiçbir şeyin üzerinde otorite kurmasına izin vermez. Öyleyse Müslüman;
eleştirel düşünen, kendi ayakları üzerinde duran cesur ve özgür insan
ve özellikle ebedi kurtuluşuyla ilgili olan iddialara karşı makul bir
dozda şüphe gösterebilen bir bireydir.
Kansas Üniversitesinden matematik profesörü Jeffrey Lang Müslü-
69
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
70
man olduktan yıllar sonra, Losing My Religion (Dinimi Kaybediyorum) adlı kitabında hadis kitaplarındaki akla zarar rivayetler ve Müslümanların içine düştükleri cehalete eleştiri yöneltti.. Kitabında orijinal İslam’ın eleştirel düşünme ve bilimsel yöntemin önemine vurgu
yapan düzinelerce Kuran ayetine dikkatimizi çeker (kolay okunması
için ayet referanslarını veren dipnotları çıkardım):
Kuran’ın bakış açısıyla akıl ve iman, yanlış inanışla mantıksızlık gibi birbirine dosttur ve ikisi arasındaki çatışmayı
samimi bir şekilde şu satırların arasına koyar: “doğru yanlıştan ayrılmıştır.” Kuran’dan en çok faydalananlar “akıl
ve anlayış sahipleri”, “kendilerine bilgi verilenler/derin
bilgi sahipleri”, “aklını kullananlar” ve “açık deliller ve
kanıtlara dayananlardır.” Vahy’e karşı çıkanlarsa, “aldananlar”, “apaçık bir sapıklık içinde olanlar”, “cahiller,”
“beyinsizler”, “kavrayamayanlar”, “zanna uyanlar” ve
körü körüne geleneğe uyanlardır.
Kuran, neredeyse Sokratvari bir üslupla okuyucusunu sürekli olarak test eder ve ondan sürekli olarak kendi sanılarını sorgulamasını ister. Tekrar ve tekrar “… Hakkında ne
düşünüyorsun?” ve “hiç düşünmez misin?” diye sorar.
“… mı sanıyorsunuz/sanıyorlar?” “Düşünmezler mi?” “…
Üzerinde düşünür müsünüz (veya onlar, inkârcılar, insanlar
vs. düşünmezler mi)?” Mesaj yeterince açıktır. Daha doğru
bir imana sahip olmak için kendimizi atalarımızdan miras
aldığımız fikirlerden kurtarmalı ve inançlarımızı rasyonel
bir şekilde incelemeliyiz.
Dünyada sorgulamayı, araştırmayı, akıl etmeyi, öğrenmeyi, bilimsel
metodolojiyi en çok teşvik eden bir kitaba inandıklarını iddia edenlerin, bu konularda dünyanın en geri insanları olması sizce ne anlama
gelir?
Kuran’ın vahiy edilmesinden hemen sonra ilkel Arap kabilelerinin,
Avrupa’daki Rönesans ve Reform hareketleri dâhil, birçok bilimsel
başarıya katkı yapan dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini
kurmuş olmalarına şaşmamalı. Avrupa karanlık çağların kapanına
kısılmışken, Müslümanlar İspanya’da yüz yıllardır adalet, bilim ve
uygarlık fenerini ellerinde tutuyorlardı. Ancak, zamanla, bütün bunların yerini batıl itikatlar, dini uydurmalar, yozlaşma, tembellik ve
durgunluk aldı. Eleştirel düşünmenin yerine dogmatizm geçti. Çelişkili ve gerileten hadisler külliyatı ve din adamlarının ürettiği fıkhi
fetvalar ve haramlar Kuran’ın yerini alarak, referans ve rehber olarak
Norşin’den Arizona’ya
kabul edildi. (Bu gerçeğe, Kuran mesajıyla günümüz Sünni ve Şii
dinini karşılaştırdığım “İslami Reform İçin Manifesto” kitabımda tanık olabilirsiniz.)
***
Babamı eğiten medresenin, ne yazık ki, Kuran’ın öngördüğü sistemle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Öğrenciler, kritik (eleştirel) düşünebilen bireyler olarak değil, geleneğin kör takipçileri olarak yetiştirilirlerdi. Elbette, gelenek, bilginin korunması ve uygarlık inşası
için gereklidir; ancak sağlıklı bir dozda şüphecilik olmadan, gelenek,
kolaylıkla toplumlardaki yaratıcılığı ve ilerlemeyi önleyen bir paravana dönüşür.
Dedem bölgedeki güçlü bir geleneği yıkıyordu. Bu alışılmadık teklifi duyulur duyulmaz, annemin erkek kardeşleri ve çevre kasabalardaki asil dini liderler tarafından protesto edildi. O zamanlar, annem
gibi geniş toprakları, yüksek itibarı, zenginliği, dini ve siyasi gücü
olan asil ailelerin çocukları yalnızca asil ailelerin çocuklarıyla evlenirdi. Protestocu şeyhler ve ağalar babamın ailesini cahil, günahkâr
ve fakir olarak görüyordu. Fakat bu durum dedemi yıldırmadı ve büyük itirazlara rağmen annem ve babam evlendiler.
Köylüler annemin ailesinden herhangi bir üyeyle karşılaştıklarında
bir saygı ifadesi olarak onu başlarıyla selamlar ve ellerini öperlerdi.
Büyük bir şeyhin kızı olduğu için, annem, babasından miras olarak
asalet de almıştı. Dayılarım ve onların kuzenleri defalarca TBMM’ye milletvekili olarak seçildiler. Bütün akrabalarım Şafii-Sünni bir
ailede yetişmişti ve doğuştan bir hak olarak yerel ünlü bir tarikatın
liderleri olarak kabul ediliyorlardı. Bu, annemin hayatı boyunca tepeden tırnağa kapanması ve peçelerin ve duvarların arkasında yaşaması gerektiği anlamına geliyordu. Geniş ailemin kadınları; aile üyeleri hariç erkeklerle iletişime giremezlerdi. Duvarların veya kapıların arkasından olmak şartıyla hizmetçiler ile iletişim kurmalarına
izin verilmişti. Ayrıca, onlara Türkçe okuma ve yazma da öğretilmezdi. Okumalarına izin verilen iki kitap vardı. Birincisi Arapça olduğu için hiçbir şey anlamadıkları Kuran’dı. İkincisi de Kürtçe mevlüt idi. Kendi başlarına ve izinsiz olarak dışarı çıkmalarına izin verilmezdi. Aslında kendi başlarına yollarını bulamayacak kadar çaresizdiler. Bu hayatı kabul etmişlerdi çünkü başka bir hayatın var olduğundan habersizdiler.
Bütün diğer Sünni ve Şii erkekleri gibi annemin ailesi de Kuran’ın
vahiy edilmesinden yüzlerce yıl sonra uydurulan hadis koleksiyonuna uygun hareket ediyordu; Kuran’a olan saygıları uygulamadan
ziyade sözde kalıyordu:
71
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
KURAN’A GÖRE KADIN
(Muhammed ve takipçileri zamanında Kuran tek kaynaktı.)
3:195 Rableri onlara cevap
verdi: "Ben, sizden hiçbir çalışanın yaptığını ödülsüz bırakmam,
ister erkek olsun, ister kadın olsun; hepiniz eşitsiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence ve hakarete uğrayanlar, vuruşanlar, öldürülenler... Onların kötülüklerini örteceğim ve onları içlerinde ırmaklar akan bahçelere yerleştireceğim. ALLAH'tan bir karşılık
olarak... En güzel karşılık ALLAH'ın yanındadır.
9:71 İnanan erkekler ve inanan
kadınlar birbirlerinin dostudur.
İyiliği emrederler, kötülükten
menederler, namazı gözetirler,
zekâtı verirler, ALLAH'a ve elçisine uyarlar. İşte onlara ALLAH rahmet edecektir. ALLAH
Üstündür, Bilgedir.
9:72 ALLAH, inanan erkeklere
ve inanan kadınlara içinden ırmaklar akan ebedi kalacakları
cennetler ve Adn cennetlerinde
güzel evler söz vermiştir. ALLAH'ın hoşnut olması ise hepsinden daha büyük bir şeydir.
İşte en büyük kurtuluş budur.
30:21 Kendileriyle rahatlayıp
huzur bulasınız diye sizin için
türünüzden eşler yaratması ve
aranıza dostluk sevgisi ve merhamet koyması O'nun ayetlerindendir. Düşünen bir toplum için
bunda işaretler vardır.
72
HADİS VE SÜNNETE GÖRE
KADIN
(Hadis ve sünnet Şii ve Sünni
mezheplerinin temel kaynağıdır.)
Kadının zekâsı ve dini kusurludur.
Namaz kılan birinin önünden
eğer bir maymun, kara bir köpek veya bir kadın geçerse kişinin namazı hükümsüzdür.
Kadınlar arasında iyi bir kadın
bulmak yüz karga içinde beyaz
bir kargaya rastlamak kadar zordur.
Evlilik sözleşmesi kadın için bir
çeşit köleliktir…
Kocanın tüm vücudunu irin kaplasa ve karısı bu irini diliyle yalasa bile kocasına olan borcunu
ödeyemez…
Eğer birisinden Allah’tan başkasının önünde secde etmesi istenseydi, kadının erkeğinin önünde
secde etmesi gerekirdi.
Bana cehennem sakinleri gösterildi; büyük bir çoğunluğu kadınlardan oluşuyordu.
İşlerini bir kadına emanet edenler asla refaha ulaşamazlar.
Norşin’den Arizona’ya
Annemin ailesi kasabanın güvenli ve diğer evlerden ayrılmış kırmızı
taş bloklardan yapılmış kerpiç tarzı binalarda oturuyordu. Asil kadınlar yalnızca bu uzun duvarlarla çevrili alanda gezinebilirdi. Hastaneye gitmek gibi sebeplerle evden ayrılmalarına izin verildiği anlarda, yüzleri dâhil vücutlarının her yerini kapatmaları gerekirdi. Giyim şekillerinin Türkiye’de çok nadir görünen bir tarz olduğunu kabul ediyorum. Türkler Sünni mezhebinin Hanefi geleneklerine uyuyorken, Kürtler Şafii geleneklerini takip ediyordu. Ancak çarşaflı ve
peçeli bu giyim tarzı İran, Afganistan ve Suudi Arabistan gibi sözde
Müslüman ülkelerde yasalarla veya dini öğretiler ve kurumlar yoluyla kadınlara dayatılmaktadır.
***
Peygamber zamanında hiçbir mezhep ve alt mezhep olmamasına
rağmen, onun ölümünden yüz yıllar sonra dedikodu (hadis) ve mezhep hukuku (fıkıh) öğretilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte sayısız
mezhep türetildi.
6:159 Dinlerini parçalara ayırıp grup grup olanlarla senin
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ALLAH'a kalmıştır; sonra
onlara durumlarını haber verecektir.
3:105 Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılık ve
anlaşmazlığa düşenler gibi olmayınız. Onlar için büyük bir
azap var.
23:52 Sizin bu toplumunuz bir tek toplumdur. Ben sizin Rabbinizim beni sayın.
23:53 Fakat onlar işlerini çeşitli kitaplara ayırdılar. Her
grup kendi yanında bulunandan hoşnut...
Kuran ilkelerinin rehberliğiyle, Muhammed, halkın içindeki kabile
ve ırk ayrımlarını ortadan kaldırmak için çok mücadele etmiş olmasına rağmen, ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra iktidar tutkunu liderler cahiliye günlerinin düşmanlık ateşini yeniden yaktılar. Çevredeki yerleşik nüfusun Muhammed peygamberin ölümünden sonra
İslam’a hızlı bir şekilde girişi de bu geriye doğru dönüşümün etkin
faktörlerinden birisidir; dini yeni kabul edenlerin çoğu, Kuran prensiplerini anlamadan ve rasyonel ve manevi bir paradigma değişimi
geçirmeden din değiştirmişti. Dahası, Muhammed peygamber doğum yeri Mekke’ye geri dönünce kendisine ve diğer Müslümanlara
(barışçılara) karşı savaş kampanyaları düzenleyen müşrikler için genel af ilan etmişti. Bu müşriklerin bazısı sadece sosyal ve politik
73
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
menfaat için sözde Müslüman olmuşlardı ama geriletici kabile geleneklerini muhafaza etmişlerdi. Örneğin; Ebu Sufyan’ın çocukları,
Muhammed peygamber ve arkadaşlarının kurduğu demokratik yöntemi yıkacak ve onu babadan oğula geçen saltanat ile değiştireceklerdi. Kurucu lider Muhammed’ten sora gelen dört seçilmiş cumhurbaşkanı (halifeler), halk tarafından seçilmişti. Ancak, dördüncü halife döneminde, önde gelen kabile liderlerinin iktidar mücadelesi yüzünden siyasi kutuplaşmalar artmıştı. Daha sonra bu farklılıklar, din
adamları tarafından uydurulan dini, ayinsel ve yasal değişiklikler vasıtasıyla katılaştı ve kutsallaştı. Muhammed’in kuzeni Ali ve sonra
torunları Hasan ve Hüseyin’in öldürülmesiyle birbirine düşman iki
ana siyasi mezhep, daha doğrusu İslam dışı iki din ortaya çıktı: Sünnilik ve Şiilik. Zaman geçtikçe her iki dinden birçok mezhep ve hizipler doğdu. Bu iki din ve düzinelerce mezhepleri va tarikatları arasında propaganda savaşı başladı. Kendi siyasi ve dini konumlarını
kuvvetlendirmek için, Muhammed’e ve putlaştırdıkları eski dostlarına mal ettikleri sözler ve eylemler uydurmak için seferber oldular.
Yüzyıllar sonra birçok küçük mezhep kayboldu ve bunların yerini
güçlü krallar ve onların sadık din adamları tarafından birleştirilen ve
resmileştirilen büyük mezhepler aldı. Böylece bugün yaşayan dört
tane Sünni mezhebimiz oldu: Hanbeli (Çoğunlukla Suudi Arabistan,
Umman, Katar ve Arap Emirlikleri’nde), Maliki (Fas, Tunus, Cezayir, Moritanya, Libya, Kuveyt, Bahreyn, Dubai ve Abu Dabi), Hanefi (Türkiye, Pakistan, Hindistan, Afganistan, Bangladeş, Balkanlar ve Orta Asya) ve Şafii (Endonezya, Malezya, Filipinler, Mısır,
Sudan, Etiyopya, Somali ve Kuzey Yemen). Maturidilik, Eşarilik,
Mutezile ve nispeten yeni olan Vahhabilik gibi uygulama ve içtihattan ziyade teoloji ve teoriden meydana gelen mezhepler de vardır.
Şafiiler büyük oranda Eşari, Hanbeliler de Vahhabi’yken, Hanefiler
de Metüridili’ği izlerler. Şii mezhepler çoğunlukla Mutezili düşünce
okuluna mensuptur. Sünnilik dininin günümüze kadar yaşayan dört
ameli mezhebinin ve dört itikadi mezhebinin oluşturduğu 16 mezhep
kombinasyonuna geçmişin ve günümüzün birkaç düzineyi bulan
Sufi tarikatlarını ve siyasi hiziplerini de eklersek, sadece SÜNNİ
cephede farklı ameli, itikadi mezheplerin ve tarikatların oluşturduğu
yüzlerce dini kombinasyon olduğunu öğreniriz.
74
Muhtemelen kafanız karıştı. Ancak listenin tamamı, sağlıklı bir insanın zihnini dumura uğratacak kadar uzundur. Bu teolojik, törensel,
ruhani ve siyasi mezheplerin birleşimini ve onların alt mezheplerini,
hiziplerini, tarikatlarını ve kültlerini göz önüne alınca Pandoranın
Norşin’den Arizona’ya
Kutusu’yla karşılaşıyorsunuz. Tüm peygamberleri ve onları izleyen
tektanrıcıları “Müslümanlar” ifadesiyle yani "Allah’ın doğadaki ve
kitabındaki yasalarına barışçıl bir şekilde teslim olan Barışseverler"
olarak niteleyen Kuran’ın özgürleştirici ve barışçı ilkelerini terk
edenler, sultanların ve politikacıların kontrol için kullandığı mezhep
kavgalarında kullanılıp heba edildiler.
***
Neyse biz konumuza dönelim. Günümüze değin önemli bir dini bilgin olan babam, evliliği boyunca anneme hiç fiziksel kötü muamelede bulunmadı. Ara sıra ona öfkeyle bağırmasına rağmen, “cahil!”
demekten başka bir hakarette de bulunduğuna tanık olmadım. Annemin cahilliğine gelince, içinde bulunduğu koşullar düşünülünce cahillik annemin değil, babamın izlediği ve hayranı olduğu din adamlarının suçuydu. Entelektüel olarak ailelerine katkı sağlayamasalar
da, birçok eğitimsiz kadın, ailenin yönetimi gibi önemli bir işte ailede oldukça aktif bir role sahipti. Babamın aile ile ilgili bir konuda
anneme danıştığına tanık olmadım. Babam, annemin kendi kimliğine sahip olmasına izin vermezdi. Annem, babama ait bir cariye
veya bir mobilya gibiydi.
Dayılarımdan bıkan babam, ailesini Bitlis Norşin’deki yerleşkeden
İstanbul’daki küçük bir apartman dairesine taşımıştı. İstanbul’a taşındığımızda yaklaşık sekiz yaşımdaydım. Altı kişilik bir aile olarak
kömürle çalışan bir trenle İstanbul’a taşınmıştık. Tren yolculuğu sırasında zamanımın çoğunu pencereleri açık koridorlarda geçirdiğim
için, tünellere girince yüzümü kara dumanlar kaplıyordu. Bir kargo
treniydi ve her küçük kasabada duruyordu. Bizi tam üç günde İstanbul’a götürebilmişti. Birbirlerine çok yakın bir şekilde üçer tanesi
üst üste yerleştirilmiş, altı tane daracık katlanabilir yatakta sardalya
balıkları gibi uyuduğumuz bir kompartımanda kalıyorduk. Haydarpaşa terminalinde hayatımda ilk defa denizi ve gemileri görünce
içimi bir sevinç kaplamıştı; hayatımızda daha güzel bir sayfanın açılmakta olduğunu düşünüyordum. Lakin annem için daha da kötü olacaktı…
Hapsedilmişliğine ek olarak, annem yalnızdı. Hayal kırıklığına uğrayacak ve bunalacaktı. Bütün ev işlerini yapan hizmetçileri artık
yoktu. Konuşacak kimsesi ve gidecek bir yeri de yoktu. Üstelik
Türkçe de bilmiyordu. Okuma yazma bilmediği için kitap ve gazete
okumanın zevkinden mahrumdu. Ayrıca, İstanbul'daki ilk on yıl boyunca televizyonumuz da yoktu. Kimsenin ana dili Kürtçeyi konuşmadığı tuhaf bir yerde, ailesinden 1600 km uzakta esareti neredeyse
75
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
dayanılmaz olmuştu. İstanbul’daki ilk yıllarında yakınmaya başlamıştı. Kendine ait ve daha büyük aile hapishanesine dönmek istiyordu. Babamın cevabıysa yalnızca boşanmakla tehdit etmek olmuştu. Boşanmanın çocuklarından ayrılık, utanç ve zorluk anlamına
geldiğini bildiğinden, sessizce ağlardı annem. İstanbul’da kendisini
yalnız bıraktıkları için erkek kardeşlerine arada bir beddua ederdi.
Yardımcı olamazlardı. Onlar da babamdan farklı değildi. Korunduğu ve geçimi sağlandığı için kendisinden kocasına karşı sessizce
minnet etmesi beklenirdi.
Babamın annemi her tehdit edişinde, annem ve babamın boşanması
ve ailemizin ayrılacak olması ihtimalinden duyduğum korkuyu hatırlıyorum. Babamın üç defa o sihirli “Talaq” (boş ol) sözcüğünü
kullanarak, annemi boşayıp, bizi onun bakımından koparacak olmasını düşündüğümde duyduğum dehşet ve güvensizlik duygusunu da
hâlâ hatırlıyorum.
Halk birçok dini konuda babama danışırdı. Bunlar arasında boşanma
davaları da vardı. Danışanlar hep erkekti. Sünni mezhebine göre,
Kuran öğretilerinin tam tersine, sadece erkeklerin boşanma hakkı
vardı ve bir erkeğin eşini boşaması bir kelimeyi üç defa tekrar etmesi
kadar kolaydı. Karısına üç defa “Talaq, talaq, talaq” (boş ol, boş ol,
boş ol) veya “Seni üç talaq ile boşuyorum” diyerek yahut herkesin
içinde üç defa karısını boşadığını ilan ederek, karısını ölüme değin
bir daha evlenme umudu olmaksızın boşayabilirdi. Eski eşiyle yalnızca başka bir kadınla evlenip boşanması durumunda evlenebilirdi.
Kuran boşanma olayını her iki tarafın da ailelerine danışılan ve aylar
süren bir süreç olarak belirtir.
Dolayısıyla; Kuran’a göre koca, üç defa boşama sözcüğünü kullanarak eşini boşayamaz. Bir takım sihirli sözcüklerle karınızı boşama
hakkını vermez Kuran. Ancak Sünni veya Şii din adamları Kuran
metnini hiç umursamazlar; Muhammed’ten sonra uydurulan fıkıh
kitaplarını ve ciltlerce hadis kitaplarını takip etmeyi tercih ederler.
Boşanma olayı çok kolaylaştırıldığı için çok yaygın görülen ve sonrasında pişman olunan bir sorun haline gelmişti. Bazı erkekler öfkeli
anlarında bu üç sözcüğü söylemekteydiler. Sakinleştiklerindeyse; bu
kadar çocuk, genişlemiş bir aile ve sosyal ve ekonomik zorluklarla
boşanmanın mümkün olmadığının farkına varırlardı. Sonra da din
bilginlerinin yanına gider, eğer varsa bir çözüm bulmaları için yalvarırlardı.
76
İslam adına anneme köle, hiçbir hakkı olmayan bir hayvan gibi davranıldığına şahit olmak, beni kadın haklarının yılmaz bir savunucusu
Norşin’den Arizona’ya
haline getirdi. Bu gezegende yaşayan hiçbir kadının, anneme yapıldığı gibi, saygınlığından ve haklarından mahrum bırakıldığı bir durumu kabullenemem.
Annemin “kutsal” ellerini öpen köy kadınları, onun yüksek statüsüne
gıpta ederlerdi. Ancak oğlu olarak çok iyi biliyordum ki, katiyen
hayran olunacak bir durumda değildi. Solgun yüzü çok nadiren güneş ışığını görürdü. Yaşarken gömülmüştü o. Kimliğine sahip çıkamazdı, çünkü daha bir çocukken erkek akrabaları tarafından kimliği
ayaklar altına alınıp yok edilmişti. Asil köklerinin ve nüfuzlu ailesinin hiçbir faydası yoktu ona. Güç ve açgözlülük uğruna çarşaf ile
ifadesini bulan bu mezarı bir ayrıcalık olarak kabul etmeye zorlanmıştı. Kendinden önce annesi ve kız kardeşleri gibi o da sembolik
bir kurbandı.
Bir dönem annem güneş battıktan sonra dışarı çıkıp parkta kısa gezintiler yapmak istemişti. Genellikle onu ben dışarı çıkarırdım. Ara
sıra kız ve erkek kardeşlerim de bize katılırdı. Genellikle Fatih Camii’nin geniş bahçesine giderdik. Sessiz ve tefekküre daldıran gecelerde yürür, banklarda oturur, birlikte çekirdek veya dondurma yerdik. Annemi kısa süreliğine de olsa ev hapsinden kurtardığım için
mutlu olsam da çok derin bir utanma hissi duyardım. O zamanlar
daha çok gençtim ve görünüşümü önemserdim. Annemin yüzünü
ince siyah bir kumaşla kapatmakta ısrar etmesi en büyük sorunumdu.
Özellikle mahallemizin dolambaçlı ve çukur dolu yollarında yürürken görüş açısı oldukça azalırdı. Birlikte yürüdüğümüz ve bütün sokaklar veya geceler tamamen karanlık olmadığı için bu büyük bir
sorun değildi. En büyük problem benim utanç duygumdu. İnsanların
sokakta yürüyen karanlık bir hayalete dönüp bakması rahatsızlık veriyordu bana. Benim yüzüm tamamen açıktı ve beni kara bir çuvalın
içinde yürüyen bir kadınla görüyorlardı.
Fatih semtinin o bölgesinde yaşayan az sayıdaki kapalı kadının bir
parçası olabilsin diye, ona yüzünü, hiç değilse gözlerini göstermesi
için yalvarırdım. Tepeden tırnağa kapanarak kapanmakta aşırı giden
tek kişi oydu; İstanbul’un neresine gitse göze çarpıyordu. Yalvarışlarıma rağmen yüzündeki örtüden vazgeçmedi. Kalbini kırmak istemediğimden ve gezintiye çıkma ihtiyacının farkında olduğumdan,
onunla dışarı çıkmayı da geri çeviremezdim. “Anne, yalnız değilsin.
Genç de değilsin. Kırklı yaşlarına geldin. Sokaklar yarı çıplak kadınlarla doluyken hiçbir erkek senin yüzüne bakmaz!” Yüzünü kapatmaktaki ısrarını anlamıyordum! Gözlerini açmasını babamın sorun etmeyeceğini düşünüyordum. Birkaç sefer benimle anlaşmış ve
77
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
gözlerinden birini görünmesine yetecek kadar açmıştı. Ama ne zaman yanımızdan bir erkek geçse, bir çeşit panik atak yaşardı. Yanından geçen erkeklerin sadece gözünün güzelliğine bakarak âşık olacaklarından korktuğu için problem yaşadığını düşünmüyorum; ama
babama bozulduğu zamanlarda güzelliğinden övgüyle bahsettiğini
de biliyordum. Yine de güzelliği konusunda böylesine kuruntulu
olamazdı. Hayır, bir sendromu vardı; onu canlı olarak gömen, kadını
aşağılayan dini uygulamaların neden olduğu bir sendrom; bu yüzden
mezarına sarılmaktan başka bir seçeneği yoktu.
Sonra peçesini saklamaya karar verdim. Erkek kardeşim Nedim
böyle yaptığım için beni eleştiren ilk kişi oldu. Yüzünü göstermesine
karşıydı. Ama yine de peçeyi sakladım. Bunun yerine ona güneş
gözlüğü almıştım. Uzun bir tartışmadan sonra teklifimi kabul etti;
deneyecekti. Bütün yüzünü örten siyah kumaş parçasının yerine güneş gözlüğünü taktı. Başlangıçta güneş gözlüğünden memnun değildi. Büyük güneş gözlüğünün yüzünde bıraktığı her boşluğu, çarşafının kenarlarıyla kapatmaya çalışırdı.
Babam da kendi dininin kurbanı sayılırdı: Kendisiyle eşit bir eşin
arkadaşlık ve yoldaşlığından mahrumdu. Tamamı erkek olan din
adamları tarafından daha da bir çarpıtılıp hadis, sünnet ve mezhep
diye kutsanan Orta Çağ Arap kültürünü din olarak bellemişti. Bu dinin emirlerine uymak Kuran’ın evlilikten beklediğinin tamamen
zıddı bir şey ortaya çıkarmıştı:
30:21 Kendileriyle rahatlayıp huzur bulasınız diye sizin için
türünüzden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet
koyması O'nun ayetlerindendir. Düşünen bir toplum için
bunda işaretler vardır.
33:52 Bunların ötesinde kadınlar sana helal değildir ve eşlerinden her hangi birisini de onlarla değişemezsin. Güzellikleri senin ilgini çekse bile. Ancak elinin altındakiler ile yetin.
ALLAH her şeyi gözetleyendir.
Yukarıdaki ayeti okuduktan sonra yüzleri peçeyle örtülmüş kadınların birbirinden farkı kalır mı? Peygamber dönemindeki Müslüman
kadınların güzelliği Müslüman erkeğin ilgisini çekerken hahamların,
papazları ve ruhbanların uydurduğu torbalarla onları diri diri gömdük! Her biri baştan ayağa kapkara poşetler içinde erkeklerin malı
haline dönüşmüş kızların ve kadınların hangi güzelliği erkeklerin ilgisini çekebilir?
Bazı kadınların kimliği ve kişiliği çarşafa ve karanlığa gömülür, bazı
kadınların ise onuru soyulup et parçasına indirgenir!
78
Norşin’den Arizona’ya
2014 yılının Şubat ayında Batman’dan bir habere eşlik eden resim
korkunçtu. Yüzleri tamamıyla örtülü salon dolusu kadın (?) öğrenci
medreseden mezun olmuşlar ve diploma törenine katılmışlar. Bu haberi sosyal medyada şu başlıkla paylaştım: “Allah’ın 33:52 ayetine
inat, Batman’da 144 kadın Allah adına peçelenerek köleleştirildi.
Aldığım tepkiler Türkiye’de din adına yapılan aptallaştırma ve köleleştirme projesinin büyük bir başarıyla gerçekleşmiş olduğunu isbatladı.
EDİP: Firavunların şeytani dinleri tarafından köleleştirilenler, ebucehiller tarafından diri diri gömülenler için özgürlük istemeliyiz! Kimlikleri yok edilen kadınlar birbirini
de tanıyamaz... Sürekli bir hapishanede, tecrid hücresinde
yaşamaya mahkûm edilmişler... Uyduruk bir poz. Hiçbirisinin önünde ne kalem, ne defter, ne de kitap var. Sünnilik ve
Şiilik dinleri hem ahireti hem de dünyayı cehenneme çeviriyor insanlık için... Özellikle kadınlar için... Özgürlük sadece
TEVHİD ile mümkündür. Müşrik dinadamlarını baş düşmanınız bilmediğiniz sürece onların başınıza getireceği felaketlere ve rezaletlere müstehaksınız.
EMİNE: kadın bunu giymek istiyorsa özellikle sen gibi kendini ermiş ilan eden bir kişi sadece susmalı. Sen sadece çarşafı eleştirmiyorsun, başörtüsünü de eleştiriyorsun…
EDİP: İftira atıyorsun. Hiçbir başörtülü kadını başörtüsünden dolayı eleştirmedim. Aksine onlarca yıldır hem yazılarımda, hem konuşmalarımda türban yasağına karşı durdum. Hatta eylemlere bile katıldım İstanbul’dayken…
Bir kadın kendini böylesine kapkara peçeli bir çuvala gömüyorsa o kadın ruhi yönden hastadır; doktora görünmeli.
VEYA o kadının kişiliği, kimliği tağutlaşmış ve firavunlaşmış erkekler tarafından öldürülmüştür, bir mağdurdur. O
zaman da özgürlüğüne kavuşturulmalı…
Annem çarşaf ve PEÇE giyerdi. Kapkara. Baştan ayağa kadar! İstanbul’da onun gibi yüzünü de örten kimseyi gördüğümü hatırlamıyorum. Bir kadının nasıl diri diri gömüldüğüne bizzat tanık olanlardanım. Allah, kadınları kendisi ve
elçisi adına din ve mezhep uyduran ruhbanların şerrinden
korusun. Umarım, bir gün sen, seni eşek, köpek ve domuz
ile aynı kategoride değerlendiren; cehennemi senin gibi kadınlarla dolduran hadis kitaplarını ve din adamlarını sorgulama onurunu ve cesaretini gösterirsin.
79
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
AHMET: Edip, nur süresi 61. ayette gerek toplu olarak gerek ayrı ayrı yemek yemenizde bir sakınca yoktur der. İnsanlar bu gibi şeylerde kendi tercihlerini kullanırlar, insanlara beyinsiz deyip kendini ilahlaştıracağına bunları da
beyninden geçirmen fayda verir zarar değil…
EDİP: Allah’ın MUHAYYER bıraktığı bir konuyu uyduruk
hadislerlerle sınırlamak ve insanların seçim hakkını ellerinden almak… İşte bu Allah adına din uydurmak olduğu için
zulümdür. DÜŞÜN! Ayrıca kadınının yüzünü PEÇE ile kapamak hem Kuran ile çelişir (33:52) hem insanlıkla! Kadının kimliğini tamamıyla yok etmiş olmaya ek olarak her
türlü fuhuş ve rezalet için bir örtü oluşturuyor. Evli bir
adam torunu yaşındaki bir kızı peçe altında otele sokabilir
ve sokakta dolaştırabilir ve hiç kimsenin bundan haberi olmaz.
HADİSÇİ: Edip neden düşünmeden video yapıyorsun abicim.Videonun başında yazdığın ayet.. Ahzap suresi 52. ayeti
Örtünme emrinden önce indirilen ayettir. Yani o dönemde
örtünme emri yoktu dolayısıyla Peygamberimiz kadınların
güzelliklerini görebiliyordu. Örtünme emri ahzap suresi 59.
ayette indi.
Nur suresi 31.ayetlede kesin örtünme emri geldi. Şimdi bu
surelerin indiriliş sırasına bakalım. Ahzap suresi 90.sırada
indirilmiştir. Nur suresi 102. sırada indirilmiştir. Gene çaktın Edip. Şimdi ayetleri indiriliş sırasıuna göre yapıştırıyorum. Bağlantıyı kurun. Edip gibi sureler ve ayetler arasında
bağlantıyı koparmayın. 33:52; 33:59; 24:31
80
EDİP: Referans verdiğin hiçbir ayette yüzlerin örtünmesi,
hatta saçların örtünmesi emredilmiyor. Evinde dekolte olarak yaşayan kadının cilbab yani "dış elbise" giymesini emreden ayetten uyduruk hadis ve mezhep öğretileriyle tahrif
ederek "PEÇE" denilen kimlik ve kişilik yok edici örtüyü çıkartmak için ya şeytan olmak lazım ya da şeytanın hipnozuyla aptallaşmak lazım. Şeytan'a göre Kuran'da çelişki
var... Ayetleri "önce" ve "sonra" diye ayırır ve birbiriyle iptal ettirir. Müşrik şeyhülşeytanlar uydurma hadisleri Kuran'a ortak koşmak ve Kuran'la çelişen hadisleri "sahihlemek" için Nesih/Mansuh adlı sihirli bir değnek uydurdular.
2:106 ayetinin anlamını tahrif ederek uydurdukları bu değ-
Norşin’den Arizona’ya
nekle istediklei ayeti neshettiler, inkar ettiler. Bu ayetle ilgili özel bir videom var. Ayrıca Kuran Çevirilerindeki Hatalar adlı kitabımda bir bölümde detaylı tartışıyorum.
MUHAMMED: Edip senin türbanla çarşafla başörtüsüyle
ne işin var? Sen iman hakikatlarıyla uğraşsan.
EDİP: İmanın ilk hakikatı ÖZGÜRLÜK'tür. PEÇE denilen
şeytani örtüyle kadınların kimliğini yok eden, sosyal ilişkilerini sıfırlayan firavunlar ve firavuncuklarla mücadele vermek imanın ilk hakikatıdır.
MURAT: Sanki Allah "Örtülerinizi göğüslerinizin üzerine
salın!" dememiş de yüzlerinizin üzerine salın demiş...
ZUNNUN: Edip senin bazı düşüncelerin fena değil ama insanlar özgürce bu şekilde davranıyorlarsa sana düşen saygı
göstermektir.
FATOŞ: Onlar kendilerini hayattan mahrum bırakıyorsa
bize ne. Defolsun gitsin kara çarşaflarının ve peçelerinin
arkasında yaratık gibi yaşasınlar..yeterince acı var dünyada...aklını bunlar gibi kullananlara üzülemeyeceğim bir
de...
EDİP: Yanılıyorsun... Firavuncuklaşan müşrik erkeklerin
egemen olduğu evlerde, okullarda, kurslarda, camilerde,
tekkelerde, mahallelerde bu kızların kimlikleri, kişilikleri ve
özgürlükleri ta çocukluktan beri yok ediliyor. Bu köleleştirmeye karşı bigâne kalamazsın... O kızları suçlayacağına
bunu Allah adına dayatan dinadamlarına ve onların beyinsiz mukallitlerine karşı mücadele ver.
Müslüman kadınların içinde bulundukları durumdan mutlu olduğunu düşünenler unutmasın ki, Amerika’daki köle sahipleri de aynı
şeyi söylüyordu. Pamuk tarlalarında uzun saatler boyu çalışmalarının karşılığı olarak, köleler, kendilerine verilen yemek ve yatak nedeniyle mutluymuş gibi görünüyordu. Köleciliğin kaldırılması konusunda Amerika iç savaş yaşarken özgüvenleri, kişilikleri öldürülerek, potansiyelleri budanarak tamamıyla efendilerine muhtaç hale
getirilmiş kölelerden bazıları kölecilerden yana yer aldı. Köleci firavunlar o köleleri göstererek “Bakın köleler özgürce köleliği seçiyorlar. Size ne oluyor?” diye propaganda da yaptılar… Ancak özgürlüğün değerini fark eden köleler haklarını aramaya kalkışınca öldürüldüler ve saklanacak bir yer de bulamadılar.
Kızları eğitimden ve kimliğinden mahrum bırakanlar, kadınlarının
81
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kendilerine itaat etmesini dini öğretilerinin doğruluğuna kanıt olarak
kullanamazlar. Kadınların “rızası”, onları yaşarken gömme işini
haklı çıkarmak için kullanılamaz. Sindirerek, korkutarak insanları
kendilerine itaat ettirenler gerçek bir otoriteye sahip olduklarını iddia edemezler; kadınlar üzerinde efendilik (rablik) taslayamazlar.
Zira onlar yalnızca cehennemî bir yanılsamanın efendileridir.
Kuran bize ılımlı bir şekilde hareket etmemizi tavsiye eder (ummatan vasatan). Sokrates ve onun öğrencisi Plato binlerce yıl önce en
iyi eylemlerin (matematik, bilim veya düşüncenin değil) ılımlı olanlar olduğunu fark ettiler: iki yönde aşırı uçların ortası: korkaklık ve
umursamazlığın, açgözlülükle cimriliğin, kötümserlikle saflığın, zayıflıkla kibrin arasında...
Materyalist dünya kadınların onurlarını soyarken ve aile birliğini bozarken din adamları da kadınların kişiliğini/özgürlüğünü soymakta
ve aile birliğine baskı yapmaktadır. Materyalist dünya, kadınları erkeklerin egemen olduğu vahşi bir ormanda kendini geçindirme zorunda bırakırken; din adamları da onları hapishane hücrelerinde erkeklerine itaat ve hizmet etmeye zorlamaktadır. Birincisi kadınları
doğal olarak sahip olduğu annelik içgüdüsünün zevkini çıkartmasından mahrum bırakırken, ikincisi de bireysel özgürlüğün ve toplumsal yaşamın zevklerinden mahrum bırakır. Batı’da ve Doğu’da kadınların maruz kaldığı sömürü ve zulmü İngilizce ve Türkçe mısralarla şöyle özetledim:
Neither enslaving women by burying them in black sacks!
Nor exploiting women by turning them into meat packs!
Kadınlar köleleştirilmesin: kimliği ve kişiliği karanlığa gömülerek!
Kadınlar sömürülmesin: onuru soyulup et parçasına indirgenerek!
Sünni ve Şii öğretilerinin savunuculuğunu yapan her kadın paralel
bir evrende yaşamaktadır ve kendine yabancılaşma ve bilişsel uyumsuzluktan muzdariptir. Normal bir insan; kadınları domuzlar ve köpeklerle bir tutan, cehennemi kadınlarla dolduran, onları kocalarının
kölesi gibi gören, dini ve entelektüel açıdan kusurlu olduğunu düşünen bir dinin veya mezhebin öğretilerini nasıl savunabilir? Bu öğretileri savunan bir kadın ya düşünme yeteneğini ya da kendini savunma cesaretini ve özgürlüğünü kaybetmiştir. Hangi durumda olurlarsa olsunlar, hapishanenin dışında yaşayanların yardımına muhtaçtırlar.
***
82
Norşin’den Arizona’ya
1919 yılında doğan babam 70’li yaşlarına gelince Alzheimer belirtileri göstermeye ve hafızasını kaybetmeye başladı.3 Beyin faaliyetleri
tedrici olarak yavaşlıyordu. Ondan 13 yaş küçük annem de bir dizi
hastalıktan muzdaripti. 2002’de İstanbul’a gittiğimde babamın konuşmak için sahip olduğu tek kişi annemdi. Artık haftanın yedi günü
oturma odasını dolduran ve ona dini konularda danışan, fetva ve tavsiye alan hevesli takipçileri de yoktu. Annemin eğitime değer olduğunu hiç düşünmemişti. Dini ve siyasi konularda onunla hiç konuşmamıştı. Hayatının sonlarına doğru dost olarak yanında sadece annem kalmıştı.
Babam 2004 yılında bu dünyadan ayrıldı; 2006 yılında da annem
onu izledi. Türkiye’nin dini medyası babamın ölümüne geniş şekilde
yer verdi. Televizyon kanallarında akşam haberlerinde, gazetelerinde ilk sayfalarında ve başyazılarında babamın ölümünden bahsettiler. Cenazesine on binlerce insan katılmış. Cesur ve şerefli bir Müslüman âlim olarak takdim edildi. Annemin ölümüyse tıpkı yaşamı
gibi oldu; birkaç aile üyesinden ve dosttan başka kimse duymadı.
Sanal arkadaşlarımdan aldığım taziye mektuplarından birinden annemin ölümünü öğrendikten sonra, karşılaştığımız bir forumda kısa
bir teşekkür yazdım. Sonra annemi merak eden birisi aşağıdaki postayı gönderdi:
“Edip, bize biraz rahmetliden bahset. Nasıl bir insandı? Nasıl güler
ve nasıl yaşardı? Neleri sever, neleri sevmezdi? Seni nasıl çağırır ve
sana hangi ninnileri söylerdi? Hadi biraz rahmetliyi analım?”
Bunlar, bir insanla ilgi sorulabilecek en uygun sorulardı. Annemle
ilgili sorular sorulmasından memnun olmuştum. Eğer bu sorular en
aktif olduğum dönemlerde sorulsaydı, annemle ilgili ne böyle sorular
sorulacağını umardım ne de böyle sorulara yanıt verirdim; aptalca sorular olduklarını düşünürdüm. İslamcı arkadaşlarımın hiçbirisi bana
annemle ilgili soru sormazdı. Sorsalar bile sıradan şeylerle ilgili olan
3
Her nedense babamın mezarı üzerine yazılan doğum tarihi 1920. Nüfus cüzdanında ise hatalı olarak 1906 yazılı. Babamın 1919 yılında doğduğunu biliyorum.
Sanırım, mezar taşını hazırlayan erkek kardeşlerim beni "mürtet" yapan 19 sayısından duydukları alerjiyle 1919 yerine 1920 diye değiştirmişler. Babamın vefatının birinci yıldönümünde Hilal Televizyonunda İz Bırakanlar adlı program tarafından 2005 yılında "Molla Sadrettin Yüksel" başlığıyla sunulan yayını 2012
yılında rastlantı ile youtube.com sitesinde buldum. Onuncu dakikasında, kardeşim Metin'in Edirnekapı'daki mezarında babamın mezar taşı gösteriliyor. Doğum
tarihi olarak 1336/1920 yazılı. İşin ilginci 1336 yılının karşılığı 1918 ve 1919
yılları... Hani kardeşlerim 19'u gizlemeyi becerememişler.
http://youtu.be/vrq0E1XBzcU
83
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
saçma sorular sorarlardı. “Annen kimin kızı, annen babanla nasıl evlendi, nasıl bir aileye mensup?” ya da en saçmasından “Annen sana
ne tür yemekler pişiriyor?” gibi sorular sorarlardı muhtemelen. Almanya’dan sanal arkadaşıma uzun bir paragrafla yanıt verdim:
Annem, evinde canlı olarak gömülen bir kadındı. Kimliğinden mahrum bırakılmıştı ve kimliksizliğini zaten çok seyrek olan dışarı çıkışlarında bile örtüsünün altında saklı tutardı. Bu zulmü yegâne yaşam şekli olarak kabul etmişti. Kız olarak dünyaya geldiği için ailesi
tarafından okuma yazma öğrenmemeye mahkûm edilmişti. Aynı ataerkil ve kibirli aile tarafından miras hakkından da mahrum bırakılmıştı. Birkaç dua ve şikâyet sözünden başka yaşadığı trajediye karşı
kendini savunacak güçten ve araçlardan yoksundu. Kuran dışında
hiçbir kitap okumamış ve Kuran dâhil hiçbir yazılı ifadeyi anlamamıştı. Sünni mezhebinin çoktanrıcı öğretileri sebebiyle hep yanlış
yönlendirilmiş ve hep ölü peygamberlere, ölü evliyalara ve ölü dini
liderlere dua etmişti. Sefil çaresizliğine rağmen, bana 22:73 ayetini
(“… İsteyen de aciz, istenen de.”) hatırlatacak biçimde, nispeten
daha özgür olan köy kadınlarının gözünde büyük bir dini şahsın mübarek kızı olarak yüceltilirdi. Oğullarından birini hiç tanımadığı insanların kurşunlarına, diğerini de hiçbir zaman anlayamadığı “kâfir”
fikirlere kaptırmış bir anneydi. Kocasına bir eş veya yoldaş olmaktan
ziyade bir hizmetçi veya bir cariye gibi hizmet etmişti. Bir "zevce"
yani eşit bir eş olma hissini yaşamadı. Bu duyguları sadece yaşlanan
kocasının hafızasıyla birlikte kibir ve şoven duygularını kaybetmeye
başlamasıyla bir nebze tadabilmiş bir kadındı. Bir markette hiç alışveriş yapmamış ve başkaları tarafından eşlik edilmeden hiç dışarı
çıkamamış bir ev hanımıydı. Hiçbir zaman bir telefon konuşmasını
ilk başlatan kişi olamamıştı; onu Amerika’dan aradığımda bir başkası telefonu açmadan evvel hiç telefona çıkmamıştı. Denizaşırı ülkelerde yabancılaşmış oğluyla telefon konuşmaları genellikle Kürtçe
“Edibo, ki mir dizani?” (Edip, kim öldü, biliyor musun?) sorusuyla,
o mevsim ölen akrabaların listesini vererek başlayan bir anneydi.
Merhametli olduğu kadar bedbin, kendini adamışlığı kadar kıskanç,
mahrumiyeti kadar dünyevi ve ezici bir kültürün mahkûmu olduğu
kadar da mutsuzdu.
84
Amerika’dan annemi ara sıra arardım. Yıllar sonra annemle telefonda iyi bir konuşma yapamadığımı anlayınca önce inanamadım.
Yüz ifadeleri, jest ve mimiklerden yoksun olmamız bu konudaki etkenlerden birisiydi. Ancak daha önemli ve yeni bir faktör daha vardı.
Her zamanki gibi annem Türkçe ile Kürtçeyi birbirine karıştırıyordu.
Norşin’den Arizona’ya
Yıllardır Amerika’da yaşıyor olmam ve beşinci dil olarak İngilizceyi
edinmem her nasılsa annemle iletişimim üzerinde kötü bir etkiye sahip olmuştu. Annem, Kürtürkçe adını verdiğim kendine özgü dili konuşmaya başladığında, beynimdeki dilsel yazılım karışıklığa uğruyor ve Türkçe, Kürtçe ve İngilizceyi birbirine karıştırıyordu. İngilizce annem için Çinceden farksız olduğu için, sohbetimiz dilsel bir
mayın tarlasına dönüşüyordu. Bu uluslararası telefon görüşmelerinde doğru kelimeyi bulmaya çalışmaktan yorgun düşer ve sersemlerdim.
Üniversite yıllarımda iki ana dil bilmenin dilbilimsel, sosyal ve politik yönleri üzerine birkaç makale okuduktan sonra bazı çocukluk
anılarım daha bir anlamlı olarak hafızamda yeniden canlandı. Bu
makalelerde bahsedilen durumlardan çoğunu yaşamıştım. Ancak, bu
makaleleri okumadan evvel yaşadıklarımla ilgili açık ve sistemli bir
yorum yapamıyordum. Şimdi, şehre taşınınca babamın aniden
Kürtçe konuşmamızı yasaklamasının nedenini çok iyi anlıyorum.
Şimdi, tektipçi faşist devletin beni kendi annemle konuşmaktan nasıl
aciz duruma düşürdüğünü ve ne kadar zalim olduğunu iyi biliyorum.
İki dilli bir ailede yetiştim ve sekiz yaşına kadar Kürtçe konuştum.
Dokuz yaşımda küçük bir doğu kasabasından Türkiye’nin en büyük
şehri İstanbul’a taşınınca birden bire Türkçe konuşmaya zorlandım.
Türkçe en itibarlı ulusal dildi. Ancak daha sonra, İngilizceden sonra
en itibarlı ikinci dil konumuna geriledi. Yaklaşık 15 milyonluk bir
azınlığın dili olan Kürtçenin olumsuz çağrışımları vardı. Kürtçe konuşmak cehaletin ve bayağılığın ilanı anlamına geliyordu ve o yaşta
bu ırkçı tutumun tam olarak farkında değildim, ama bu durumdan
etkileniyordum.
Babamın bu baskıya karşı savaşacak yeterli cephanesi yoktu. Onurumuzu, kültürümüzü koruyamıyordu. Kuran'da "Allah'ın ayetlerinden biri" olarak tanımlanan Kürtçe diline sahip çıkamıyordu. Kendi
evimizde bile tamamen teslim olmuş vaziyetteydi. Belki de karşı
koymanın bir faydası olmayacaktı. Şehir; içine düşen her uyumsuz
bireyi güçlü ve acımasız sosyal, siyasi ve ekonomik kurumlarıyla
şekillendiren bir kalıp gibiydi. Bu makineye karşı koymak için ekonomik anlamda bağımsız veya dil ve kültür için kahraman bir direnişçi olmanız gerekirdi. Ne yazık ki, babam ikisi de değildi.
Kalıba sokulmuş ve şekillendirilmiştik.
Ailemizin iletişim dili çarpıcı bir biçimde değişmişti. Babam, kırklı
yaşlarının sonuna kadar konuştuğu anadiline karşı sıkıyönetim ilan
etmişti. Anadilimizi konuşmamız yasaklandığında annem Türkçe
85
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bilmiyordu. Durum, babam için o kadar zor olmamıştı. Askerliğini
yaparken Türkçeyi dördüncü dili olarak öğrenmişti. Dini okullarda
Arapça ve Farsçayı öğrenmişti. Arap dili uzmanlarından birisi olarak
üniversitede ders vermek için davet almıştı. O, Türkçesini geliştirmeye çalışırken biz de bazen gizlice Kürtçe konuşarak annemle iletişim kurmak için çaba sarf ediyorduk.
Geri dönüp bakınca, yöneten çoğunluğun ailemizi mağdur ettiğini
görüyorum. Bunun sonucu olarak Kürtçemi Türkçeyle takas etmiştim. Babam da ağır Kürtçe aksanlı bir Türkçeyle o zamanlar Yüksek
İslam Enstitüsü olarak bilinen İlahiyat Fakültesi’nde ve İlim Yayma
Cemiyeti’nde Arapça dersleri vermeye başlamıştı. Zavallı annemse
Kürtürkçe adını verdiğim karmakarışık bir dil konuşuyordu. Onu
bizden başka hiç kimse anlayamıyordu. Annemle konuşurken, yıllarca, çok az anlayabildiği Kürtürkingilizce konuşmuştum.
Annemin babası, Şeyh Masum Mutlu, Hazret olarak tanınan Şeyh
Diyaeddin’in mirasını alan asil bir adamdı. Sünni Nakşibendî tarikatının efsanevi yerel lideriydi. Kasabamız Norşin, yerel nüfus tarafından kutsal bir yer olarak bilinirdi. Çevre köylerde yaşayanlar, Hazret’in ve diğer kutsal bilinen insanların mezarlarını ziyaret eder ve
dileklerde bulunurdu. Türbe, köyün güney yakasındaki bir tepenin
üstündeki mezarlığın başındaydı. Mezarlığın ahşaptan yapılma kapısı vardı ve köylüler içeri girerken ayakkabılarını çıkarır; düzensiz,
kırmızı taş bloklardan yapılmış kıvrımlı basamakları kullanırlardı.
Alt sınıftan köylülerin mezarları, türbeden aşağı uzanan tepelerin yamaçlarında yer alırdı. (Detaylı bilgi için bak: http://hazret.biz/ veya
http://www.norsin.biz/ veya http://norsin.net )
Ölmüş putlarına hürmetlerini sunduktan sonra yoksul köylüler divana gelir ve putlarının yaşayan torunlarına, yani dedem ve dayılarıma, saygılarını sunarlardı. Divanda misafirlere çay ve yemek verilirdi. Köylüler, basmakalıp saygı sözlerini mırıldanarak dayılarımın
ellerini öperdi. Bazıları yüksek saygı gösterisi olarak dayılarımın
ayaklarını bile öper ya da öpmeye çalışırdı. Sufi liderin torunlarından birisi olarak ben de kutsal kabul edilirdim. Benim de sağ elim,
sık sık, babam ve dedem yaşında insanlar tarafından öpülürdü. Böyle
bir atmosferde yetişen ben ve kuzenlerim, köylüler ve onların çocukları üzerinde bir üstünlük duygusu geliştirmiştik. Biz asillerdik.
86
Şimdi çürümüş kutsal kemikler yığını olarak nitelediğim Türbenin,
varisi olduğumuz siyasi ve ekonomik gücün sürdürülmesindeki önemini yıllar sonra öğrenecektim. Sahte bir dindarlık, kasıtlı yalanlar,
hile, yanılsama ve plasebo etkisinden kaynaklanan ölmüş insanların
Norşin’den Arizona’ya
mucizeleri; kasabamızı saf yığınların uğrak yeri olan kutsal bir merkeze dönüştürmüştü. Bu cazibe; çürümüş kutsal kemiklerin biyolojik
torunları olan bize daimi bir ün, üstünlük ve zenginlik sağlıyordu.
Ataya tapınma dayılarım tarafından özümsenmişti ve atalarında doğaüstü güçler olduğuna inanmaktan veya öyle olduğunu varsaymaktan büyük kişisel çıkarları vardı. Türkiye, tek partili sistemden kusurlu da olsa demokrasiye geçince; dayılarım dini popülerliklerini
lehlerine çevirecek kadar kurnaz davrandılar. 1946’dan 2000'li yıllara kadar geniş ailemizin Meclis’te bir ve bazen Bitlis'e ek olarak
Muş'tan iki temsilcisi oldu. Bazı dayılarım iki ayrı yaşam sürmeye
başlamıştı. Ankara’dayken seçkin gece kulüplerine gider, içki içer,
aşk maceraları yaşar, kumar oynar ve modern giysiler giyerlerdi. Ancak eve dönünce, sarıklarını takar ve dindar ve dürüst adam rollerini
oynarlardı. Milliyetçilik gibi bütün diğer duygusal ve kurgusal kontrol ve sömürü mekanizmalarına benzer olarak din de kitlesel bir ikiyüzlülük üretmektedir.
İstanbul’a taşındıktan sonra her yıl yaz tatillerimizde Norşin’e giderdik. Kardeşim Metin ve ben köyde en çok konuşulan dil olan Kürtçeyi unutmuştuk. Annemin babasının her birinin birçok çocuğu ve
torunu olan yedi oğlu üç de kızı vardı. Bu yüzden kuzenlerimin kesin
sayısını hiçbir zaman öğrenemedim. Buna çevre köy ve kasabalarda
yaşayan uzak akrabaları da ekleyince bu akrabalarımızı yalnızca
bize gösterdikleri saygıdan veya Divan’daki yerlerinden tanıyabildiğimizi fark ettik; sülaledeki dereceleri ne kadar yüksekse, kapıdan o
kadar uzakta otururlardı.
Gençken kuzenlerimiz, kardeşim Metin ve bana hayranlıkla bakardı.
Biz, efsanevi şehir İstanbulluyduk. İmtiyazlıların, devletin, tek partili dönemde aileme zor zamanlar yaşatan askerlerin dili Türkçeyi
konuşuyorduk. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin zorba laik hükümeti;
dini figürlerin gücünü bertaraf etmek için tarikatları ve dini kurumları yasaklıyordu. Ancak, ne yazık ki, bu hedefine ulaşmak için
baskı, hapsetme ve onur kırıcı yöntemler kullanıyordu. Dahası ailem
ve kırsalda yaşayan nüfusun çoğu Kürt azınlığın üyesiydi. Kürtlere
karşı güdülen resmi politika tamamen ırkçıydı. Dindar bir Kürt olmak çifte bela anlamına geliyordu.
Yıllar sonra bir yaz ziyaretimiz sırasında, ergenlik çağına gelen kuzenlerimizle aramızda başka bir farklılığın daha ortaya çıktığını gördük. Erkekler şapka takıyor, kızlar da peçelerin ve duvarların arkasında kendilerini bizden saklıyordu. Bu farklılığın psikolojik etkilerinden bahsetmeden önce, size biraz şapkaları anlatayım.
87
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
***
Mustafa Kemal Atatürk işgalci Avrupa ülkelerine karşı savaşı kazandıktan sonra, kültürü ve sembolleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihe gömmek istemişti. Dünya tarihinde eşine az rastlanır reformlardan biriyle işe başladı. O ve bir avuç yoldaşı; bir dizi
devrimle Osmanlı kalıntılarını modernleştirip, Batılılaştırmak istiyordu. On yıldan az bir sürede alfabe, takvim, ölçü birimleri, hukuk
ve bütün bir halkın giyim tarzı değişecekti. Atatürk, Osmanlı yaşam
biçimi ve kültürünün yükselen yıldız Avrupa ülkelerinin değerleriyle boy ölçüşemeyeceğini biliyordu. Tarikatların yaydığı kronik
cehalet ve hastalıklı zihinlerin değişmek zorunda olduğunun farkındaydı.
Ancak ilerici zihniyetine rağmen, Atatürk Osmanlı’dan kendi payına
karakter sorunları miras almıştı: totaliterlik. Özgürlük, adalet ve
cumhuriyetçilik yanlısı olmasına karşın; değişimi başlatmak için güç
kullanmaya hakkı olduğunu düşünüyordu. Geçici cerrahi tedbirler
anlamına gelen otoriter yöntemi, onun ölümünden sonra, maalesef,
Türk hükümetlerinin daimi resmi politikasına dönüştü.
Atatürk’ün savunduğu kültürel değişikliklerden birisi giyimle ilgiliydi. Hükümet, kadınları tepeden tırnağa kapatan çarşafa karşı savaş
başlattı. Kadınlar, batı tarzı giysiler giymeye teşvik edildi. Kadınları,
kimlikleriyle beraber hapseden erkek yapımı çuvallardan kurtarmak
niyetindeydi. Camilerde, kadınlara karşı baskı uygulayan bir kültürün İslam’la ilgisi olmadığını anlatan konuşmalar bile yaptı.
Başka bir devrim de sarık ve fesle ilgiliydi.
Dini liderlerin biçimci geleneğine ve öğretilerine karşı gelmek istiyordu. Yeni Türk kültürünün yükselişinin ve Osmanlı kültürünün öldüğünün görsel olarak fark edilmesini istiyordu. Resmi tarihe göre
Atatürk işgalci İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan vs. kuvvetlerine
karşı çarpışmış kahraman bir komutandı. Düşmanları, onun hakkında, batılı güçlerin Osmanlı’yı Batı’nın uşağı konumuna soksun
diye kasten yenildikleri bir Batı ajanı suçlaması yapmak için bol
miktarda malzemeye sahip olmuştu. Ancak, Atatürk ve arkadaşları
ne düşmanlarının iddia ettiği gibi satılmış hainlerdi ne de hayranlarının iddia ettiği gibi hatasız insanlardı. Batı’nın emperyalist niyetlerini bir tarafa bırakalım; akılcılık, bilimsel yöntem, kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılması, demokrasi ve laiklik bir ulus için
iyi şeylerdir. Böylece birçok devrim ve reform yapıldı:
1922
1923
88
Saltanat kaldırıldı.
Lozan Antlaşması imzalandı. Cumhuriyet ilan edildi. Ankara
başkent yapıldı.
Norşin’den Arizona’ya
1924
1925
1926
1927
1933
1934
1935
Halifelik kaldırıldı. Dini okullar kapatıldı. Şeriat kaldırıldı.
Anayasa kabul edildi.
Tarikatlar kapatıldı. Şapka Yasası’yla Fes yasaklandı.
Avrupa’yı model alan yeni Medeni Kanun, Ticaret Hukuku ve
Ceza Yasası kabul edildi. Yeni Medeni Kanun, İslam’daki çokeşliliği ve evlikten vazgeçmeyle gerçekleşen boşanmayı yasakladı ve medeni nikâhı kabul etti. Millet sistemi son buldu.
İlk sistemli nüfus sayımı yapıldı. Latin alfabesi Türkçeye uyarlanarak, yeni Türk alfabesi olarak kabul edildi. Anayasadan
“Devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi kaldırılarak laiklik
ilan edildi.
Ezan ve Kuran’ın Türkçe okunacağı ilan edildi.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. Soyadı Yasası kabul
edilerek meclis tarafından Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı
verildi.
Pazar günü haftalık tatil olarak kabul edildi. Ekonomi yönetiminde devletin rolü anayasaya yazıldı.
1925’te Atatürk’ün başkanlık ettiği meclis Şapka Devrimi’ni ilan
etti. Bu yasaya göre Sarık ve Fes yasaklandı ve Şapka giyilmesi teşvik edildi. Bu, bireysel özgürlüklerin ihlali anlamına gelen despot
bir yasaydı. Aynı zamanda da komikti. Atatürk ve yoldaşlarının şapkayı önemsediğini sanmıyorum. Haklı olarak gerici diye adlandırılabilecek, Osmanlı kültürü kalıntılarının ve zihniyetinin muhalefetinin farkındaydılar. Genç Türklerin devrimler konusunda kararlı olduğunu göstermek için, şapkayı nüfusun en dinci ve gerici kesimini
kışkırtma aracı olarak kullanıp onları nüfusun geri kalanından izole
etmek maksadıyla kullanmak istiyorlardı galiba.
Her nasılsa, dini liderler halifeliğin kaldırılması gibi en önemli devrimlere karşı isyan etmemişlerdi. O zamanlar dine küfür etmek olarak algılanan şapka, batılılaşmanın somut bir sembolü olarak nitelendiriliyordu. Örneğin; zeki ama zekâsını bazen aptallığa dönüştürecek kadar da dogmatik bir dini lider olan Molla Saidi Kürdi, (Bediüzzaman Said-i Nursi) bu devrimin, Müslümanlar namazlarını kılarken şapkanın siperi secdeye kapandıklarında alınlarını yere değdirmesine engel olsun diye kasten uygulandığını iddia ediyordu. Ona
göre bu, simgesel olarak Allah’a isyanın ilanıydı. İlginçtir ki, onun
bu çıkarımı takipçilerinin çoğu tarafından sorgulanmadan benimsendi. Kendilerine şu basit soruyu sormuyorlardı: Peki ya uzun kollu
gömlekler abdest alınmasına engel teşkil etmiyorlar mıydı? Ya sarıklar? Başa mesh yapılmasını engellemiyor muydu? Peki, ya ayakkabılar? Ayakkabılar da insanların namaz kılmasına engel teşkil ediyordu; çünkü namaz kılarken onları çıkarmaları gerekiyordu. Peki,
89
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ya namazdan hemen önce şapka çıkarılamaz mıydı? Şapkayı çıkarmak, kolları sıvamaktan, sarığı ve ayakkabıları çıkarmaktan daha zor
bir eylem miydi? Fransızlara ne demeli? Onlar da mı namaz kılıyorlardı? Onlar da mı şapkayı secdeye kapanmalarına engel olsun diye
takıyorlardı? İnsanların gözlerini güneş ışığından korumak istemelerine ne demeli? Dahası, ne deve ne de hurma İslami bir ulaşım hayvanı veya İslami meyve olarak ilan edilemeyecekken; aynı şekilde
ne sarığın ne de fesin İslam’la bir ilgisi vardı. Bir Arap olan Muhammed, deveye binmiş, hurma yemiş, sarık takmış ve etek giymiş olsa
da; Allah’ın elçisi olarak bütün bunların vazifesiyle bir alakası
yoktu. Ebu Sufyan ve Ebu Cehil gibi bütün düşmanları da aynı araçları kullanmıştı, aynı elbiseleri giyinmişti ve aynı kültürle yetişmişti.
Eğer Muhammed İngiltere veya Almanya’ya elçi olarak gönderilseydi; pantolon ve ceket giyer ve kravat takardı. İsmi de bir İngiliz
ismi olurdu. Resuller moda mankeni olsunlar diye gönderilmediler.
Bu önemsiz konular üzerinde durmazlardı. Allah’ın resullerinin görevi hep aynı mesajı iletmekti: sadece Allah'a teslim olarak özgürlüğünüze kavuşun; Allah’ın nimetlerinin değerini bilin; Allah’a ve
adaletine güvenin; günün birinde Yargı Günü yargılanacağınızı bilerek yaşayın; anne-babalarınızı ve kalabalıkları körü körüne izlemeyin; felsefi anlamda sorgulama yapın; hayırsever olun; iyi işler
yapın; iyimser olun; farklılıklara saygı gösterin; mütevazı olun; ezilenlerin haklarını savunun; ırkçılığa, kadın düşmanı fikirlere ve uygulamalara karşı durun vs... Evet, peygamberler entelektüeldiler, filozof idiler, toplumsal ve siyasi alanlarda radikal reformlar yapmak
isteyen devrimciler idiler. Sarık veya şapka, bıyık veya sakal, cübbe
veya şalvar gibi ıvır zıvır konulara kafalarını takmadılar.
Üstelik dini başlık olarak fesin uygun bulunması daha gülünç bir durumdu. Tepesinden aşağı bir püskül sarkan ucu kesilmiş koni biçimindeki bu başlık, Fas orijinliydi. Fes, yüzyıl önce Sultan Mahmut
Han tarafından yapılan, sarığın yerini alacak bir reformun ürünüydü.
Atatürk, destekçileriyle birlikte Osmanlının sembolü olan fesi yasa
dışı ilan etmişti.
Her zaman olduğu gibi insan yapımı dini kutulara hapsedilen bireyler, kritik düşünme yetilerini kaybederler. Dinlerinin veya putlaştırılırmış ve kutsallaştırılmış atalarının adlarını duyduklarında, IQ’ları
tek haneli rakamlara geriler. Marks’ın haklı olarak dini “yığınların
afyonu” diye tanımlamasına şaşmamalı. Bazı dini liderler eleştirel
düşünemeyen kitlelerden faydalanarak bu görsel cezayı kullandılar
ve onları isyana teşvik ettiler. Birçok dini lider ve onların destekçileri bu saçma “Şapka Devrimi”ne karşı isyanlarda hayatlarını kaybettiler.
90
Norşin’den Arizona’ya
Hani şapka devrimine karşı mücadeleyi "insan hakları" veya "bireysel özgürlük" bağlamında mahkûm ederek isyan etselerdi daha tutarlı ve daha anlamlı bir isyan olacaktı. Ne var ki hadisçi sünnetçi
din adamlarının "bireysel özgürlük" diye bir dertleri yoktu… Aksine, bireysel özgürlüğe yabancı ve hatta düşman idiler… Kendilerinden farklı düşünen, inanan ve giyinen birisini rahatlıkla fasık veya
mürtet ilan edip kanını ve malını helal görebiliyorlardı…
Hiçbir mazeret insanları şu başlığı değil de ötekini giydikleri için
öldürmeyi haklı çıkarmaz. İstiklal Mahkemeleri şapka isyancılarını
8 yılla cezalandırdı; hatta bazı iddialara göre yüzlerce veya binlerce
kişiye ölüm cezası verdi. Resmi rakamlara göre 1920 – 1923 yılları
arasında İstiklal Mahkemeleri tarafından toplam 1350 kişi asıldı;
1923 – 1927 yılları arasında isyan yüzünden asılanların sayısıysa
360’tır. Muhtemelen bu sayı resmi rakamların bildirdiğinden daha
fazladır. Tarihçi değilim ve mahkeme zabıtlarını incelemedim. Eğer
iddialar doğruysa, şapka devrimi, modern Türkiye tarihinin kan kırmızı bir lekesidir.
Görünüşte şapka isyanı kutsal sayılan sarık ve fes uğruna şapkaya
karşı başlatılan bir cihattı. Daha gerçekçi yaklaşırsak, şapkanın dini
liderlerin elindeki son koz olduğunu kabul etmeliyiz. Ne olursa olsun, aslında, sarık şapka savaşı iki grup arasında yaşanan sembolik
bir iktidar mücadelesiydi: modern Genç Türkler ve muhafazakâr Osmanlılar. Eğer iktidar muhafazakârların elinde olsaydı, muhtemelen
şapka giyenlerin öldürdüklerinden daha fazla insan öldürürlerdi.
Şapka isyanının liderliğini yapan İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanmasıyla ilgili bir anekdot şapka çatışmasının önemini desteklemektedir.
Hikâyeye göre hâkim hocaya retorik bir soru sorarak suçlamaktadır:
- Hoca, neden başındaki sarığı şapkayla değiştirmiyorsun? Sonuçta ikisi de paçavra!
Hoca:
- O halde sayın yargıç, siz neden arkanızdaki bayrağı
Fransız bayrağıyla değiştirmiyorsunuz? Sonuçta ikisi de
bez parçası!
Annemin ailesi bu isyanlara katılmamış olsa da, dolaylı yoldan onlara destek veriyordu. Şapka giymeyi küfür sayan ve bu uğurda kanlarını döken insanların çocuklarının kısa bir zamanda şapka giymeye
başlaması nasıl bir ironidir? Türk hükümetinin bu sihri nasıl ve ne
zaman becerdiğini bilmiyorum.
İlginçtir ki bugünlerde Afganistan’daki Taliban güçlerinin benzer
biçimde 180 derecelik takla attığına şahit oluyoruz. İktidardayken,
kızların okula gitmesini yasaklamış ve insanları uçurtma uçurmak
91
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
gibi masum eğlencelerden bile mahrum etmişlerdi. Yaptıkları en iyi
işlerden biri afyon üretimini yasaklamak olmuştu. Lakin ABD Afganistan’ı işgal edince, Taliban, afyon üreticileri ve kaçakçılarına
destek verdi ve kontrolleri altındaki kabilelerden gayri resmi vergi
toplamaya başladı. Bir zamanların afyon karşıtı inatçı savaşçıları,
ABD ve onun kukla rejimine karşı mücadelelerinde finansal olarak
afyona bağımlı hale gelmişti.
Şapka olayının komedisi çok daha gülünçtü. Atatürk destekçilerinin
şapka giymekten vazgeçtiği bir zamanda, doğudaki dini liderler şapkanın destekçiliğini yapıyordu; din adına şapkayı kutsallaştırmayı
başarmışlardı. Mezheplerine göre başında bir şey olmadan toplum
içine çıkmak bir saygısızlık ve adilik belirtisiydi. Başlarını örtmeleri
gerektiğine inanıyorlardı. Sanki kafalarındaki kıllar veya kel bölgeler cinsel organları yahut aile sırrıymış gibi… Sarık takmak onları
hapsedilme riskiyle karşı karşıya bırakacaktı. Böylece üç seçenekten
birini tercih ettiler:
1. Sarık veya fes = Hapishane.
2. Çıplak başlar = Saygısızlık ve adilik.
3. Şapka = Yücelttikleri atalarına ihanet; dinden çıkış.
Sonuç olarak listelerindeki en kötü seçenekte karar kılmayı becerdiler: şapka. Bunu en kötü seçenek olarak nitelendiriyorum; çünkü bu
durum dini ve siyasi duruşlarıyla en fazla çelişen durumdu. Başıma
zorla şapka takmaya çalışan dayılarıma direnişimi hâlâ hatırlıyorum.
Şapka giymenin günah olduğuna inandığım için değildi bu. Sünni
olduğum yıllarda bile şapkaya karşı olan görüşlere katılmamıştım.
Şapkanın, kişiyi bir çiftçi, köylü ya da el işçisi olarak etiketleyen
yararsız bir giysi olduğunu düşünüyordum. Metropoliten bir şehirde
öğrenciydim ben.
Şu an Türkiye’de yaşanmakta olan laik, dinci çatışmasının Batılılaşmış elitlerin doğuya ait her şeyi terk etmek istemesiyle, Araplaşmış
olanların Batı’ya ait her şeyi reddetmesinden kaynaklanan bir mücadele olduğunu düşünüyorum. Sarık ve şapka üzerinden yapılan kavganın kaybedenleri birkaç gerici Sünni liderken; şimdiki kavganın
kaybedenleri de çoğunlukla, türbanları veya başörtüleri yüzünden eğitim hakları elinden alınan genç kızlarıdır. Ancak tüm bir ülke bu kavga
sebebiyle toplumsal barışın bir parçasını kaybetti ve kendini ileride
patlak vermesi mümkün bir çatışma riskine soktu. (Bu satırlar başörtüsünün resmi olarak serbest bırakıldığı tarihten yıllar önce yazıldı.)
Şapkaların bizi yolumuzdan alıkoymasına daha fazla izin vermeyelim ve Norşin’deki kızlar konusuna geri dönelim.
***
92
Norşin’den Arizona’ya
İstanbul’dayken kızlarla erkekler arasındaki farklılıkların farkına
vardığımda, kızlarla hiçbir iletişimim yoktu. Hayatımda gördüğüm
en güzel yüze çarpılıncaya kadar onların çoğunu tanımıyordum bile.
Onun yüzü, o ana kadar gördüğüm tüm kadın yüzlerinin kusursuz
bir geometrik ortalamasına sahipti; nihai güzelliğin ta kendisiydi.
Güzellik bakanın gözlerindedir sözünü de kim etmişti? Bunun hiçbir
anlamı yoktu. Güzellik, beynin belli bir kategoride görülen tüm görüntülerin ortalamasını alarak yarattığı ideal birleşik resimlerdir.
Başka bir deyişle, fiziksel güzellik, bütün kız veya erkek yüzlerinin
beyin tarafından matematiksel bir değerlendirmeden geçirilmesidir.
Elbette bu ortalama, farklı yüzlerle karşılaştıkları için kişiden kişiye
bazı değişiklikler gösterir. Aşk, bu ideal hormonlarla yıkandıktan
sonra o matematiksel çıkarımın idealleştirilmesidir. Mucize, çevremdeki birinin beynimde matematiksel ortalama ile oluşan ideal
"güzel yüze" uygun düşmesi gerçeğinde değildi; mucize, karşılıklı
çekim yasasındaydı. O da kadınlar için fiziksel özelliklerden daha
fazlasından oluşan kendi zihnindeki ideal bileşimin erkeğini bulmak
için gelmiş olmalıydı. Aksi takdirde ilanı aşkıma gülümseme veya
yüzünde beliren dostane kızarıklıkla karşılık vermezdi. Hem yüzler
hem de zekâ, tutum, arkadaşlar, zenginlik vs. gibi tamamlayıcı nitelikler uyuşmazsa ve hem de yüzlerimizin arkasına gizlenen gri jöle
bilgisayarlar karşılıklı çekim ve sevgi üretmezse; aşk orantısız olur.
Onunla birkaç saniye göz göze gelmiştim. Beni fark etiğini anlamıştım. Böyle anlar asla unutamayacağınız anlardandır. Birkaç saniye
içinde gözden kayboldu. Utangaç mıydı, yoksa naz mı yapıyordu
hâlâ emin olamıyorum. Hemen bir araştırma yaptım ve dayım Muhyeddin’in kızı olduğunu öğrendim. Meftune’ydi adı, yani tutkun kız.
Âşık olmuştum. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama meftun olmuştum. Muş’tan Norşin’e olan yolculuğum boyunca onu düşünüyordum. Ona, yaşlı erkeklerin en sevdiği parfüm olan küçük bir şişe
gül yağı almıştım. Ya kadınlar için yapılan parfümlerin varlığından
habersizdim ya da o vakitler kadın parfümü, erkek parfümü diye bir
ayrım yapılmıyordu yahut köylü kadınların parfüm kullanmasına
izin verilmiyordu. Yol boyu hülyalara dalmıştım. Daha eline bile dokunmamıştım. Ona ait tek varlığım, yüzünün birkaç saniyeliğine aklımda kalan görüntüsü, benden kaçarken uzaktan onu izleyişim ve
yazın kaldığımız çadırların birinden diğerine giderken kullandığı
yollardaki sekişiydi.
Her nedense, köyde yaşayan çocuklardan çok daha çekingen ve
utangaçtım. Şehirde yaşamama rağmen, köyde yaşayan kızlar kadar,
belki de daha fazla yalnızdım. Yaşlıların koyduğu kuralların üzerimdeki etkisi daha fazlaydı galiba. Sonra, köyde yaşayan delikanlıların
93
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bu kuralları plastik bir silgi gibi büktüklerini öğrendim. O akşam
onu, doğuştan gözleri görmeyen Hanife yengeme yardım ederken
görünce, yengemin el radyosunun deriden kılıfının içerisine sokuşturduğum parfümü verdim.
Yazın kaldığımız Kulungo’daydık ve yengem düz bir kayanın üzerinde namaz kılıyordu. Meftune'ye bakarken yakalanacağımdan
korktuğum ve utandığım için; birkaç saniyeliğine olsun onun yüzünün güzelliğine bakmanın zevkini yaşayamıyordum. Yengem tamamen kördü ve bizi görmesi mümkün değildi. Ancak zihnimde yengem, etrafındakilere duyarlı mikroskop ve dürbünden oluşan, her
şeyi görebilen bir göze sahipti; toplumsal ahlakın gözüydü o.
Platonik aşk maceramız yazları kasabayı her ziyaret edişimde tazelenirdi. Ona, onu sevdiğimi söylemek şöyle dursun; bütün o delikanlılık yıllarım boyunca tek kelime söyleme cesaretini bile gösterememiştim. Ne aptalca, ne anormal bir durum! Sorun artık yaşlılardan
kaynaklanmıyordu, sorun bendeydi. İçine kapalı, utangaç ve çekingendim. Ancak ikimiz de birbirimizi sevdiğimizi biliyorduk; daha
da ötesi, birbirimize meftun olmuştuk.
Yıllar sonra ODTÜ’de üniversite öğrenimime başladığımda, dayım
Muhyeddin milletvekili seçilmişti. Yukarı Ayrancı semtinde direkt
olarak meclisin duvarlarına bakan bir daire kiralamıştı. Ara sıra evlerine ziyarete gitmeme rağmen kızını hiç göremiyordum; başkent
Ankara’daki yeni evinde de, aynı cinsiyet ayrımcılığını uyguluyordu. Ankara’da onu görme şansına sahip olamadım; küçük kasabımızda onu görme fırsatını daha fazla buluyordum. Ancak bir gece
yurdun giriş katındaki kulübede nöbet tutarken ona telefon etmeye
karar verdim ve hayatımda ilk defa onunla konuştum. Bütün cesaretimi topladım ve ona telefonda direkt olarak, “Seni sevdiğimi biliyorsun. Lisans eğitimimi bitirince seninle evlenmek istediğimi bilmelisin. Bana, beni bekleyeceğine söz verebilir misin?” Cevabı,
“Evet” olmuştu. Yüzünü göremiyordum; ama çok mutlu olduğundan
ve kalbinin en az benimki kadar hızlı çarptığından emindim. “Aşk”
sözcüğünü kendisine söylediğim ilk kızdı. Bu en güçlü sözcüğü benden ikinci kez duyacak olan kız, on bir yıl sonra Arizona’da hayatıma girecek ve karım, sevgili eşim, İranlı prensesim ve iki çocuğumun annesi olacaktı.
94
Norşin’den Arizona’ya
3
Şeytanın Kutusunu Çalan
“Din olsun ya da olmasın iyi işler gören iyi insanlara ve kötü şeyler yapan kötü insanlara sahip olursunuz. Ancak, iyi insanların kötü şeyler yapması
için dine gerek vardır.” [Steven Weinberg (1933),
New York Times, 20 Nisan 1999.]
Babam Sadreddin (Sadr al-Din: dinin koruyucusu), karmaşık bir
adamdı. Dünya işlerinde açık fikirliydi, dini konularda da ara sıra
öyle olurdu. Gençlik yıllarında bazı dogmaları sorgulama cesaretini
bile göstermişti. Yıllar geçtikçe dogmaların artan çekimi etkisine
girmeseydi, belki de bir filozof veya bilim adamı olacaktı.
Babam, Norşin'de radyo sahibi olan ilk kişiydi. Kasabanın en zengini olduğu için değil, en meraklısı ve en cesuru olduğu içindi bu
durum. O ilk radyomuzu hatırlamıyor olmama rağmen, annemin o
radyo için yaptığı örtüyü hâlâ anımsıyorum; daha sonra annem onu
hatıra olarak sakladı. Okuma yazma bilmeyen annem, radyonun
markasını kırmızı çapraz bir dikişle pamuktan bir kumaşın üzerine
işlemişti: RADYO VEGA. Çoğu doğu şehrinde elektriğin olmadığı
1950’li yılların başlarında, radyolar çok büyüktü ve araba aküleri
boyutunda pillerle çalıştırılırdı. Yeni bir teknoloji olduğu ve müzik
çaldığı için, şehrimizin yenilikten korkan dini liderleri, onu hemen
şeytanın kutusu diye adlandırmıştı. Müzik, bir yoldan çıkarma aracı
ve günah olarak kabul edilirdi. Babam radyoyu müzik dinlemek için
almamıştı; dünyada olup biten siyasi olaylara meraklıydı. Radyoyu,
Arapça ve Farsça haber yayınlayan radyo istasyonlarına ve de Kahire’den yayınlanmakta olan ve Kuran okunan bir istasyona ayarlamıştı. Müziğe düşkün olmamakla birlikte, ona karşı güçlü dini çekinceleri de yoktu. Arapçayı kutsal sayan bir din bilgini olduğu için
ara sıra Arapça şarkılar dinlerdi; tabii ki biz de… İlkokula başlayıncaya kadar ara sıra kulağımıza çalınan Arap müziği sıklığını kaybedecek ve bir gün tamamen hayatımızdan çıkacaktı. Bunun nedenin
95
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bilmiyorum ama babam İstanbul’a taşındıktan sonra Türkçesini geliştirmeye odaklanmış ve bizim de Türkçeyi aksansız konuşabilmemizi istemişti galiba. Belki de yaşlanıyor ve müzik dinlemenin kendiyle ilgili beklentilerine uygun düşmediğini düşünüyordu.
Yaşıtlarıyla karşılaştırılınca açık fikirliydi ve bazı konularla ilgili
görüşleri popüler kültür ve dini geleneklerle çatışıyordu. Örneğin;
İran’da devrimin gerçekleştiği 1979 yılında, estetik ve görsel olarak
amatör işi olsa da, resimli basılan bir Kuran’ı uygun bulan tek din
adamıydı. Şii din adamı Mahdipur’un tartışma yaratan Resimli Kuran (Quran-i Musawwar) adlı eserini destekleyen bir makale bile
yazmıştı. Canlı varlıkların resimleri ve fotoğraflarını şeytani olarak
niteleyen hadisler ve mezhep hukukunu yorumlayarak Kuran çevirilerinde resim kullanılmasını savunmuştu. Sözüm ona doğru olduğu
kabul edilen dört büyük Sünni mezhebi; yani Hanefi, Şafii, Hanbeli
ve Maliki arasından inananların herhangi birini seçmesine karşı çıkan katı kurallara da katılmıyordu. Mademki bu dört mezhebin hepsi
de doğru yoldaydı, inananlar da herhangi bir durumla ilgili olarak bu
mezheplerden en iyi kuralları seçip uygun gördüklerine uyabilmeliydiler. İçlerinden herhangi birini seçmekte özgür olabilmeliydik.
Birçok din bilgini onun görüşlerine karşı olmasına rağmen; güçlü
kalemi, Arapça gramerindeki ustalığı, İslam klasikleriyle ilgili derin
bilgisi ve pozisyonuyla ilgili güçlü savunma ve tartışmalar yapabilme yeteneği onları korkutuyordu. Bu yüzden, genelde sessiz kalmayı tercih ediyorlardı.
96
Halkın günlük yaşamındaki en önemli mesele boşanma davalarıydı.
Erkeğin eşini birkaç kelimeyi tekrarlayarak boşayabilmesi birçok aileyi büyük tehlike altına sokuyor olsa da, bu durum din adamlarına
müthiş bir sömürü fırsatı sunuyordu. Din adamlarının üretimi olan
bu sorun, onların insanlar üzerindeki otoritelerini kuvvetlendiriyordu. Bu durum onlar için ayrıca düzenli bir gelir kaynağıydı. Babam yalnızca tek bir mezhebe sadık kalmadığı ve sıklıkla daha da
ileri gidip nesli tükenmiş eski Sünni mezheplerinden de yararlandığı
için, kullanabileceği geniş bir alana sahipti. Saygı duyulan bir kitabın dipnotlarında boşanmaya karşı bir kararı haklı çıkaracak otoriter
bir fikir bulmakta genelde başarılı olurdu. Gençlik yıllarımda, misafir odasında babam insanların sorularını yanıtlarken ve onlara tavsiyeler verirken ben de hep orada olurdum. Boşanma davalarında, kocayı, kullandığı sözlerin tam olarak ne olduğu, o sözleri kaç defa
tekrar ettiği ve öfkesinin derecesi konularında sorguya çekerdi. Bu
unsurların arasında genellikle açık bir kapı bulur ve müjdeyi verirdi:
Norşin’den Arizona’ya
“Asla boşanamazsınız, çünkü…” veya “Üç kez boşanmış sayılmazsınız, yalnızca bir kez boşanmışsınız. Yalnızca evlilik yemininizi yenilemeniz yeterli olur.”
Boşanmayla ilgili fetvalarından tuhaf çözüm dersleri alırdım. Boşanma olayındaki sorun için bir çözüm bulamazsa, erkeğe nikâh töreniyle ilgili sorular sorardı: hangi şartlar altında, kim tarafından ve
nasıl yapıldığıyla ilgili sorular… İslami boşanma davalarına genellikle iki taraf katılırdı: din adamı ve koca. Bu kararların başlıca kurbanı olan kadınlar davalarda görünmezdi. Nikâh yapma ve bozma
gücü erkekteydi. Kadınlar insan sayılmıyordu. Tipik bir dava şöyle
gelişirdi:
- Saygı değer hocam. Dün akşam aptalca bir şey yaptım. Yedi çocuğumun annesi karıma kızdım ve onu boşadım. Şimdi büyük bir
sorunumuz var ne yapacağımızı bilmiyoruz.
- Hangi mezheptensin?
- Şafii mezhebi.
- Boşanma sözlerini kullanırken gelecek zaman mı geçmiş zaman mı kullandın? Eğer gelecek zaman kipi kullandıysan, boşanma tamamlanmamış demektir.
- “Seni üç talaq ile boşuyorum” dedim.
- Hımm. Bu kötü. Çok sinirli miydin?
- Evet, çok sinirliydim.
- Ne kadar sinirliydin?
- Çok sinirliydim.
- Kullandığı kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeyen, aklını yitirmiş bir adam gibi miydin?
- Hocam, dürüst olmak gerekirse, o kadar kendimi kaybetmemiştim. Ne dediğimi biliyordum.
Babamın öğretici analizlerinin de işin içine girdiği bu sorgulama bazen saatler sürerdi. Her seferinde Muhammed’in sahabelerinden birinin veya bir mezhep imamının adını anar veya bir hadis yahut içtihattan bahsederdi. Kabul edilebilir bir mezhep hukukuna göre boşanmanın hiç gerçekleşmediğini ilan ederek evliliği gerçekten korumaya çalışıyordu. Babam çoğu din bilgininden daha liberal olsa da,
bu prosedürle ilgili olarak kendi kendine empoze ettiği bir takım kuralları vardı. Birincisi, mezhebine göre kocayı bu zor durumdan kurtaracak açık bir kapı bulmaya çabalardı. Eğer o mezhep hukukunda
bir açık bulamazsa o mezhebi bir tarafa koyar ve başka mezheplerden başka görüşlere başvururdu. Boşanma kelimesinin söyleniş biçimi, şahitlerin varlığı, tekrar sayısı, önceden yapılan boşanmalar ve
97
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kullanılan kelimelerin tam olarak ne olduğu gibi birçok noktayı incelerdi. İşkence gibi geçen sorgulamadan sonra eğer bir çözüm bulursa bir de uyarıda bulunarak iyi haberi verirdi:
-
İmam Ebu Muhammed’in fetvasına veya peygamberimizin sahabelerinden İbni Abbas’a göre boşanmanız gerçekleşmemiş.
-
Bu mezhebin imamına göre yalnızca üçte bir oranında
boşanmışsınız. Karınla yeniden evlenebilirsin.
Veya:
Boşanmada bir kusur bulamazsa, en son çare olarak bu defa Katoliklerin yaptığı gibi nikâhta bir kusur bulurdu:
-
Aslında evliliğiniz geçen bunca yıl boyunca geçersiz ve
hükümsüzmüş. Mezhebinize göre sözleşmenizde şu veya
bu koşuldan bahsedilmeliydi. Nikâhınız geçersiz olduğu
için, boşanmanız da geçersizdir. Yasal olarak evli olmadığın birisini boşamışsın. O halde, bir dahaki sefer hanımını veya bir vekilini iki tane şahitle birlikte buraya
getir ki sizi nikâhlayayım.
Kendime, babamın bu çözümünün yasal bir evliliği zinaya, çocukları
da piçlere dönüştürüp dönüştürmediğini sorardım. Bu durumda, yıllardır böyle bir suçu işledikleri için cezalandırılmaları gerekmez
miydi? Babamın cevabı yargısal bir kaçamaktı: “Ceza davaları için,
davaya ilk evliliklerinin geçerli olması lehine olacak şekilde başka
bir içtihada göre karar verilir.” Başka bir deyişle babam, birbiriyle
çelişen kural ve fikirler arasında dans etmekteydi. Muhtemelen, bu
liberal yaklaşımının Şeriatın bütünlüğünden taviz verme ve mezhep
hukukunun değersizleştirilmesi anlamına geldiğinin farkında değildi. Bu noktada sizinle Quran: A Reformist Translation (Reformist
Kuran Çevirisi) kitabında 2:226-230 ayetleriyle ilgili yazdığım notları paylaşmak istiyorum:
98
Peygamberden sonra uydurulan hadis ve sünneti Kuran'a
ortak koşanlar, erkeğin ağzından çıkan bir sözle kadının
ebediyen boşanacağı gibi bir hükmü geçerli kılmışlar ve
mezheplere göre değişen çelişkili "talak" (boşama) hükümleriyle, sayısız aileyi dağıtmışlardır. Ağzından kızgınlıkla
veya kazara çıkan sözcükten pişman olup karısıyla tekrar
evlenmenin yolunu arayanlar, kadılardan ve mollalardan
para karşılığında fetvalar almak zorunda bırakılmıştır. Ayrıca: 9:34-35
Norşin’den Arizona’ya
Boşama hakkındaki 2:228 ayeti, kadının da erkeklerle aynı
haklara sahip olduğunu belirtir. Hadis ve Sünnet denilen
sayısı belirsiz yalan ve hurafe koleksiyonlarını Kuran'a eş
koşan ve hatta yeğleyen zihniyet, kadına boşama hakkı tanımayarak, onu erkek despotluğuna mahkûm bir köle haline
sokmuştur.
Boşanma, aylarca süren bir olaydır; hadis ve sünnet izleyicilerinin ileri sürdükleri gibi ağızdan çıkan birkaç söz değildir. "Üç kere seni boşadım" demekle kadın üç kere boşanmış olmaz. Üç boşama olayının gerçekleşmesi için üç evlenme olayının da gerçekleşmesi gerekir. Allah'ın tanıdığı
iki boşama olayından sonra tekrar evlenebilme hakkını, uydurma rivayetlerle ortadan kaldıranların bazıları, örneğin
Hanefi mezhebi, tehdit altında karısını boşadığını söyleyen
veya yazan kişinin karısının boş olacağını ve bir daha evlenemeyeceklerini bile iddia etmişlerdir. Mezhepçiler, üç kelimeyle boşamanın getirdiği aile facialarını "hülle" denen
bir gecelik zinayla gidermeye ve hülle yapan adamın kadını
bir gece sonra boşamaması halinde kadının zorla boşatılabileceği gibi daha felaketli "çözümler" getirmişlerdir. Ayrıca bak 33:49.
Boşanmış kadının ev ve nafakasını genel kural olarak erkek
yüklenir (2:241). Boşanan kadınlar kocaları tarafından evlerinden çıkartılamazlar (65:1). Ayrıca bkz. 30:21. Ancak,
boşandıktan sonra kadın hamile olduğunu öğrenirse, kocasıyla uzlaşmaya varma yolunu yeniden düşünmesi tavsiye
edilmektedir (2:228)
Eski Ahit de kadının boşanma hakkını tanımaktadır (Özdeyişler 2:17, Markos 10:12) Ayrıca bkz: Levilliler 21:14;
Yasa Kitabı 21:1-4; Çölde Sayım 30:9; Yasak Kitabı 24:24. Yeni Ahit’te de boşanma yasaklanmış olmasına rağmen
(bkz:Matta 5:32; Markos 10:2; Luka 16:18), gerçekten uzak
idealizmi sebebiyle birçok Hıristiyan bunu uygulamamaktadır. Yeni Ahit’e göre boşanmış milyonlarca erkek ve kadın
Hıristiyan yeniden evlenerek zina yapmaktadırlar.
“İslamî Reform İçin Manifesto” kitabımda da aynı konudan bahsettim:
Boşanma aylar süren bir olaydır; erkeğin ağzından çıkan
bir iki sözcüklük bir deklarasyon değildir. Bir kadın "Boş
ol" diyerek, ya da bunu üç kez tekrarlayarak boşanamaz. Bu
kolay ve tek taraflı boşanma mutsuz evlilikler yaratmış, pek
99
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
çok aileyi yok etmiştir. Kızgınlık anında aslında kastetmeden talak (boşamak) sihirli sözcüğünü dile getirerek eşlerini
"boşayan" birçok erkek, umutsuzca bir çözüm aramış
(fetva), evliliklerini kurtarmak için de çözümü mollalar ve
kadılardan satın almıştır! Problemin kendisini ilk olarak
yaratan sınıf, çözümden de en çok kar elde eden sınıf olmuştur (2:226-230; 9:34-35; 33:49).
Yeni Ahit ise tam tersi yöndedir; boşanma büyük bir suç sayılır; zina durumu haricinde evlendikten sonra kimse boşanmamalıdır. Boşandıktan sonra evlenme de zina sayılır
(Matta 5:32; 19:9).
Geçmişe dönüp bakınca, babamın boşanma konusundaki o fetvalarında gevşek davranmakta haklı sebepleri olduğunu görüyorum. Zihninin derinlerinde bir yerde, fikirleri dinin bir parçası olarak kabul
edilen âlimler kadar zeki ve bilgili olduğunu biliyordu. Dini görüşleri dondurup onları sadece bundan yüzlerce yıl önce yaşamış kuşaklarla sınırlı tutmak kendi kuşağı için adil ve nesnel bir durum olamazdı. Kocaların bir sözü dikkatsiz bir şekilde kullanması yüzünden
ailelerin ıstırap çekmesine sebep olacak mezhep öğretilerine karşıydı. Ayrıca böylece diğer bilginlerin bulamadığı bir yasayı bulmuş
olmanın tadını çıkarıyordu. Gerçi babam bunu para için yapmazdı
ama bu umumi ve bencil ilginin yan ürünü olarak ona koca tarafından gönüllü bir ödeme de yapılıyordu.
Babam; boşanmama sorununu çözmekte mezhep içtihatlarındaki bütün boşluklardan faydalanmakta oldukça pragmatik davranıyor olmasına rağmen, boşluklardan yararlanma veya boşluk üretme konusuna, eğer öyle yapılmasına yönelik gerçekçi bir ihtiyaç söz konusu
değilse, karşıydı.
100
Örneğin; Türkiye’nin doğusunda yaygın bir uygulama vardı. Dini
kitaplara göre birisi öldüğünde günahları hesaplanmalı ve buna uygun oranda fakirlere ödeme yapılmalıydı (belli bir oranda buğday
miktarı kadar). Mezhep kitapları, günlük namazlarını kılmamak ve
oruçlarını tutmamak gibi başlıca günahların ve bunların para cezası
olarak karşılıklarının listesini verirdi. İşin ilginci başkalarının hakkını yemek, zekât vermemek, yalan söylemek gibi asıl günahları hesaba katmıyorlardı. Din adamları, işi garantiye almak için, ölenin yakınlarına, ölmüş kişinin bütün hayatı boyunca namaz ve oruç ibadetlerini yerine getirmede kusurlu davranmış olabileceği ihtimalini göz
önünde tutmalarını tavsiye ederdi. Ergenlik günlerinden bu yana yaşadığı günlerin sayısı tahmin edilirdi. Sonra bu rakam beşle çarpılır
Norşin’den Arizona’ya
ve toplam namaz borcu bulunurdu. Oruç tutması gereken günlerin
sayısı da yetişkin kabul edildiği yılların sayısı 30’la çarpılarak bulunurdu. Sonra bütün bu rakamlar para cezasının birim fiyatıyla çarpılır ve birbiriyle toplanırdı.
Tarihi kanıtlar; bu kötüye kullanılan ve yozlaşmış uygulamaların,
alenen Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyanların eski dinlerinden
kalma kefaret, kilise tarafından affedilme ve Araf’tan zaman satın
alma gibi inanış ve uygulamalarını yeni kabul ettikleri İslam’a soktuklarını göstermektedir.
“Ölüm vergisi” veya “günah cezası” olarak adlandırdığım bu uygulamanın miktarı, genellikle, merhumun arkasında bıraktığı varlığın
miktarını aşardı. Din adamları bu hastalıklı kuralı canlı tutarken,
muhtemelen zengin birisi öldüğünde tam yetkiyle kullanılsın diye,
kişinin mal varlığına göre ayarladıkları bir çözüm bulmuşlardı. “Iskat” yani "indirme/tenzilat" adını verdikleri bir düzenleme uydurmuşlardı. Sıkıcı bir kasabada yaşayan bir çocuk olarak bu dalaverenin icra edilmesini izlemek eğlenceliydi. Bu ödeme genellikle din
okuyanlara yapıldığı için bu dalavereyi uygulayanlar da onlardı.
Rahmetlinin ailesinin 10 bin kilo buğday ödemesi gerektiğini ancak
sadece 100 kiloya güçlerinin yettiğini veya 100 kilodan fazla vermeye razı olmadıklarını farz edelim. Öğrenciler 100 kilo buğdayı
yün bir çuvala doldururlar ve kalın ahşap bir çubukla bağlarlardı.
Günah cezasının indirimi için dört öğrenci gereklidir. Öğrencilerden
biri rahmetlinin ailesini temsil ederdi (buna günahkâr diyelim).
Başka bir öğrenci de alıcıları ailesini temsil eder (buna da yoksul
diyelim). Diğer iki öğrenci de 100 kiloluk çuvalı kaldırır ve ikisinin
arasında taşırdı (bunlara da taşıyıcılar diyelim).
Her bir öğrenci hayali bir karenin köşelerine otururdu. Günahkâr, yoksulun çapraz karşısına otururdu, taşıyıcılar da birbirine çapraz şekilde
dururdu. Buğday çuvalıysa ortaya bırakılırdı. Çuval önce günahkâra
doğru taşınır; günahkâr yoksula, “Hacı Osman'ın günahlarının cezası
olarak sana şimdi 100 kilo buğday veriyorum.” derdi. Taşıyıcılar çuvalı kaldırır ve yoksulun önüne koyardı. Yoksul da, “Bu sadakayı Hacı
Osman'ın günahlarının cezası olarak kabul ediyor ve sadakam olarak
sana geri veriyorum.” diye cevaplardı. Çuval, yoksulla günahkâr arasında 100 kez bu şekilde gider ve gelir ve her seferinde aynı sözler
tekrar edilirdi. 100. seferde yoksul, “Bu sadakayı Hacı Osman'ın günahlarına karşılık kabul ediyorum, Allah günahlarını affetsin!” der ve
çuvalı kendisi ve diğer yoksul öğrenciler adına alırdı.
Bu uygulama, taşıyan medrese öğrencileri için iyi bir egzersiz şansı
101
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
tanıyor olsa da, 5 – 6 yaşındaki bir çocuk olarak bu günah indirimi
faaliyetinin icrası için daha iyi bir yol bulmuştum. Onlara, çuvalı tavandan aşağı asmalarını önerdim; böylece onu ileri-geri daha kolay
hareket ettirebileceklerdi. Önerimi beğendiler ve babama ilettiler.
Babam sadece güldü ve ıskat uygulamasını kabul etmediğini ama
zararsız bir gelenek olduğunu söyledi. Fakat bunun ve diğer dinsel
uygulamalardaki şekilciliklerin farkına varmam birkaç yılımı alacaktı: Allah’ın dininde açık kapılar bulabileceğimizi nasıl düşünebiliyorduk? Allah, aldatmaya çalışacağımız son varlık değil miydi?
Ancak, bu oyunla, din adamları yığınlar üzerindeki güçlerini pekiştirmişlerdi. Eğer ölen kişinin yakınlarına sadakayı doğrudan yoksula
vermesi söylenseydi, din adamları kapı bekçiliği yapamazlardı. Saf
inananları etkilemek için karmaşık törenler yaratılır; bu törenler halkın ebedi kurtuluşları için “profesyonel din adamlarına” ihtiyaçları
olduğu mesajını verir. Bu örnekteyse din adamları sadakaların hem
dağıtıcısı hem de hakemi olmuştu. Her dinin din adamları, Allah’la
ilgili yalan söyledikleri ve O’nun adına en gülünç uygulama ve ritüelleri tatbik ettikleri için suçludurlar. Bu durum Bourdieu’nun Language and Symbolic Power (Dil ve Sembolik Güç) adlı en önemli
kitabında çok iyi bir şekilde açıklanmaktadır.
102
1960’lı yılların başında, 4 ya da 5 yaşımdayken baba ocağımız, doğum yerim ve babamın eğitim gördüğü yer olan Norşin’den taşındık.
Babam kasaba dışına çıkmak istiyordu ve çevre kasabaların önde gelenleri ondan imamları ve öğretmenleri olmasını istiyordu. Katırlar
ve atlara binerek Neynik’e taşındık. Eşyalarımız çoğunlukla tahtadan yapılmış birkaç bavul dolusu kitap, mutfak eşyaları, halı ve yataklarımızdan meydana geliyordu. Eşyalarımızı birkaç katır taşıyabilirdi. Yanımıza birkaç tane de hizmetçi almıştık. Onlardan bir tanesi Mahmud-i Katırcı idi. Norşin'deki hizmetçilerden bir kısmı koyunlardan, bir kısmı sığırlardan, bazıları çiftlikten sorumluydu; bazıları divandaki misafirhanede konuklara hizmet eder, bazıları da
yerleşkemizdeki fırında çalışırdı; Mahmud’sa katırlardan sorumluydu. Ona takılan katırcı unvanı yıllar sonra traktörlerden sorumlu
olduğunda bile değişmemişti. Seyahat boyunca hizmetçilerden biriyle bir atın üzerinde gidiyordum. Annemse çarşaflı ve yüzü örtülü
bir şekilde bir atın üzerinde tek başına yolculuk ediyordu: dünyayı
koyu siyah renkli bezden bir güneş gözlüğünün arkasından görüyordu. Allah’a şükür ki katı Sünni kuralları dişi atlar için geçerli değildi. Dişi atların çarşaf ve peçe giymeleri beklenmiyordu. Taşlı yollarda rampa yukarı ve aşağı at üzerinde ilerlemekteydik. Bir dağın
tepesinde mola verdiğimizde hayatımda ilk defa şeftali yemiştim.
Norşin’den Arizona’ya
Neynik, güzel ağaçlarla kaplı bir tepenin üzerindeydi. Konaklamamız için kasabanın en güzel evlerinden birini vermişlerdi bize. Bir
tepenin üzerindeydi… Babam cami imamıydı ve Arapça öğretmesi
gereken öğrencileri vardı. Hafızamda iz bırakan anılardan biri at ve
fil gibi karakterleri olan bir satranç setiydi. Babam eğitim verirken
havadaki ağır dumanı da çok iyi hatırlıyorum; muhtemelen o ve bütün öğrencileri ders sırasında sigara içiyorlardı. Annemin çok mutlu
olduğu anlardan biri babamın sigara araç ve gereçlerini yani altın
tütün tabakalarını, sigara kâğıtlarını ve metal tütün kutusunu attığı
andı. Babam çok sigara içerdi ve sigaranın sağlığa zararlı olduğunu
öğrenince bırakmaya karar vermişti. İşte babam buydu. Daima prensip sahibi ve güçlü karakterli bir insan idi. Bir daha da onu sigara
içerken gören olmadı. Dahası, sigaranın ateşli muhaliflerinden biri
olmuştu. O andan sonra, erkeklerin büyük çoğunluğunun sigara içtiği bir ülkede, hiçbir misafir evimizde sigara içemedi.
O kasabada kaldığımız bir veya iki yıl içinde, babam, yeni kurulan
Demokrat Parti’nin bir üyesi olarak milletvekilliğine adaylığını
koydu. 1945 yılında Türkiye, sınırlı demokrasi olarak nitelenen otoriter tek partili dönemden daha demokratik kabul edilen çok partili
döneme geçmişti. Hem örgütü hem de gündemiyle totaliter bir karaktere sahip olan CHP’nin agresif laik yönetiminin ezdiği dindar
muhafazakarlar için Demokrat Parti (DP) bir umut olmuştu. Dahası,
resmi tarih kitaplarında Dersim İsyanı diye bilinen katliamda binlerce Kürt'ü ve Alevi’yi acımasızca katliam yapmıştı… DP, kampanyalarında hür teşebbüsün teşvik edileceği, daha geniş dini özgürlükler vereceği ve yürütmenin gücünü azaltacağına dair sözler veriyordu. Ancak, 465 sandalyenin sadece 62’sini kazandıkları 1946 seçimi onlar için bir hayal kırıklığı olmuştu. CHP’nin zaferinin oy sandıklarının doldurulması, oylara müdahale ve tehditler sonucu ortaya
çıktığı öğrenilince, hükümet karşıtı hareketler daha da popüler olmuştu. Oylar açık verildiği ama sayımlar gizli yapıldığı için seçim
tam bir maskaralıktı. Bu, görevlilerin hangi partiye oy verdiğinizi
görebilecekleri ve hükümet yetkililerinin sonuçlara müdahale edebileceği anlamına geliyordu. Bundan da öte radyo tamamen hükümetin tekelindeydi ve yalnızca CHP’nin yararına kullanılmıştı. Ve buna
“demokrasi” diyorlardı. Bu yüzden, seçim kanunu değişince DP
1950 seçimlerinde ezici çoğunlukla iktidar olmuştu. DP 408 sandalye kazanmıştı.
Ordu ve sivil yönetimleri kontrol eden CHP, adil bir seçim yapılmasını engelleyebilirdi. Ancak CHP ve liderleri kendilerini tutmuşlardı.
103
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Türkiye'nin demokratikleşmesi için iktidarlarını tehlikeye sokmuşlardı. Bu durum ülkeye kısa süreli bir özgürlük getirmiş ve hükümet
politikaları tartışmaya açılmıştı. Ama çok geçmeden iktidarın verdiği güçle sarhoş olan DP, rakip partileri yasaklayarak, gazeteleri
kapatarak, Kore Savaşı’nda -ABD’ye yardım etmek için asker göndermek gibi- DP politikalarına karşı çıkan çok sayıda gazeteciyi
hapse atarak, karşıt görüşler üzerinde baskılar uygulamaya başladı.
DP, Kuzey Afrika uluslarının bağımsızlık mücadelesine karşı İngiltere ile aynı safta yer aldı. Hatta milli ve dini hormonları gıdıklamada uzman olan Menderes, 1958 yılında İsrail ile gizli dostluk anlaşması imzalayarak, Filistinlilere ihanet edecekti. Dahası, Atatürk'ü
Koruma Kanunu’nu da yine DP çıkaracaktı. Hükümeti eleştiren entelektüelleri bastırmak için anti-Komünist yönetmelikler yayınladı.
Barış şarkıları söyleyen beyaz güvercin, yalnızca bir zaferden sonra
bir şahine dönüşmüştü. Ancak, Demokrat Parti, arkasındaki geniş
köylü desteği sayesinde 1954 ve 1957 seçimlerini de büyük bir
farkla kazandı.
Jandarmanın zalimce muamelelerinden çok çeken ailem, çoğunlukla
DP’ye destek veriyordu. Dindar oldukları için zulüm görüyorlardı.
Kürt oldukları için eziliyorlardı. Lakin DP, kendi uzlaşmaz politikalarının kurbanı olmuş ve ihtilal için bahane arayan paşalar tarafından
1960 yılında askeri darbeyle devrilmişti. Bir dahaki seçimlerde halkın DP’yi cezalandırması yerine, ordu demokratik sürece müdahale
etmiş ve Türk halkını demokratik bir süreçten ders alma ve demokrasiyi takdir etme hakkından mahrum etmişti. Başbakan dâhil üç DP
lideri asılmıştı. 500’den fazla DP üyesi hüküm giymiş, bazıları ömür
boyu hapis cezası almıştı. Vatandaş haklarını, özgürlüğü ve yürütmenin aşırı gücünü dengelemek için çeşitli kontrol mekanizmalarını
destekleyen yeni bir anayasa tasarısı yapılmıştı. 1961 seçimlerinde
yasaklı DP’nin üyeleri tarafından desteklenen Adalet Partisi (AP)
dâhil, ortaya yeni partiler çıkmıştı.
104
Molla Sadreddin, çalışkanlığı ve entelektüelliği sayesinde prens olmuş, bir halk kahramanıydı. Bölgenin en etkili adamının kızıyla evlenmiş fakir ve yetim bir köylüydü. Bu yüzden, babam, kazanmasına
yetecek kadar oy alacağını düşünüyordu. Bir şoförle birlikte minibüs
kiraladı ve AP’nin adayı olarak Bitlis'te kampanya başlattı. 1961 seçimlerini küçük bir farkla kaybetti. Sonra bize, kendi tarzlarıyla ona
karşı gizli bir kampanya yürüten dayılarım yüzünden kaybettiğini
söyledi. Canı yanmıştı ve bir daha hiçbir seçimde aday olmamaya
karar vermişti. Sonra dini elitler tarafından kurulan Milli Selamet
Norşin’den Arizona’ya
Partisi onu oy potansiyeli yüksek olan bir vilayette aday olmaya davet ettiğinde, verdiği sözü tutmaktaki kararlığına tanıklık etmiştim.
Politikaya aktif olarak katılmayı reddediyordu. Ama asla politikayı
bırakmamıştı.
Seçim mağlubiyetinden kısa bir süre sonra daha büyük bir kasaba
olan Liz’den, anılarımın daha bol olduğu yerden, bir teklif aldı. Liz,
bir nehrin ikiye böldüğü geniş bir vadiye kurulmuş Norşin’den daha
büyük bir şehirdi. Ermenice olan “Liz” ismini haritada bulamazsınız
çünkü adı sonradan Erentepe olarak değiştirilmiştir. Ermenice’deki
anlamını bilmesem de o ismi Erentepe ismine tercih ediyorum. O
zamanlar Liz’de sadece iki camii vardı. Başlangıçta, tahtakurularının istilasına uğramış harabe bir evde kalıyorduk. Birkaç ay sonra
öğretmenlerin kullandığı bir lojmana taşındık. Beşikçatıları olan betondan yapılmış yeni bir siteydi.
Burada, 1962’de Beatles’ın ilk albümü piyasaya çıktığında; Neptün
ve Plüton 403 yıldır ilk defa aynı hizaya geldiğinde; milyonlar Marilyn Monroe için üzüldüğünde, annem Nazım ve Müfit adlarını verdikleri ikiz bebeklerini doğurdu. Nazım bir ay içinde ölecekti.
Annemin ilk çocuğu da ölmüştü. İlk oğlunu kaybettikten bir iki yıl
sonra, 1955 yılında ablam Süreyya’yı dünyaya getirmişti. Aynı yıl
Amerika’da Rock and Roll doğmuş; Batı Almanya bağımsız olmuş;
Anaheim’de Disneyland açılmış; Cenevre Zirvesi toplanmış; Fransa,
Fas ve Cezayir’de binlerce Müslüman’ı katletmiş ve ABD tren ve
otobüslerdeki ırk ayrımını yasaklamıştı.
İki yıl sonra Rusya Sputnik I ve II uzay araçlarını uzaya fırlatıp uzay
çağını başlattığında, ben doğdum. Aynı yıl, 1957 Medeni Haklar Yasası yoluyla geçmişindeki şeytanlarıyla mücadele veren Amerika'da
IBM, teknik işlerde en çok kullanılan bilgisayar dili olacak olan kamunun kullanımına açık FORTRAN adını verdiği bilimsel programlama dilini piyasaya sürdü. Yine aynı yıl, 2001'de Amerika'nın finansal ve askeri merkezlerine 19 korsanla büyük darbe vuracak olan
Usame bin Ladin doğdu. İki yıl sonra Vietnam savaşı başladığında
ve Türkiye’de generaller başbakanı astığında, kardeşim Metin ve
şimdi Metin’den üç yıl sonra da ikizler doğmuştu.
Müfit'in ikizi olarak doğduktan kısa bir süre sonra ölen Nazım’ın
mezar taşına babam Farsça bir şiir yazdırmıştı. Mezarı askeri bir anıtın da bulunduğu bir tepenin zirvesindeydi. Babamın kederli bir ses
tonuyla okuduğu o şiirin ilk satırını hâlâ hatırlıyorum. O Farsça şiiri
bana da ezberletmişti. Lakin yalnızca ilk satırının bir bölümü ak-
105
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lımda kalmış: Tuti-i be-hevay-i şekeri... (Neşeli bir papağan…) Babamın mecazi dünyasında, yeni doğmuş bebeği onu kısa süreli ziyaret edip tekrar cennete geri uçan güzel bir kuş gibiydi.
Liz’deki ilk evimiz caminin bitişiğinde, düz çatısı olan taştan bir binaydı. Eski bir evdi. Fareler, hamamböcekleri ve başka böcekler
vardı evde. Hastayken yatağımda bir fare yakaladığımı bile anımsıyorum. Avlanma yeteneğim yüzünden övülmüştüm. Fareler iyi hayvanlardı, bizi gördüklerinde kaçarlardı ve ben onlardan korkmazdım.
Hamamböcekleriyse iğrenç ve korkutucuydular. Lakin hamamböceklerinden ve farelerden daha kötüsü tahtakurularıydı. Milyonlarca
tahtakurusu vardı. Bu kan emici böcekler bizi bütün gün ve gece acı
acı kaşındırırlardı. Kabarcıklar cildimin kalıcı topografyası olmuştu.
Babamın onları yok etmek için ilaç kullanıp kullanmadığını hatırlamıyorum, ama elimizde iğnelerle pencerenin eskimiş tahta çerçevesinin çatlakları arasında hareket eden tahtakurusu kervanına saldırdığımız günleri çok iyi hatırlıyorum. Yatmadan önce babam ve ben
tahtakurusu avı için iğnelerimizi kapardık. Böcek avı düzenli bir işimiz olmuştu. İğnelerimizi kan emicilerin hain vücutlarına saplardık.
İğneleri şiş kebap gibi doldurur ve sonra yeniden başlardık. Ancak
kanımızı korumaya çalışmanın bir faydası yoktu. O evde kaşınmaya
mahkûmduk.
Günün birinde kasıklarımda bir iltihap belirdi. Ceviz büyüklüğüne
ulaşınca beni yatağa bağlamıştı. Babam beni komşu kasaba Gülçimen’deki bir kliniğe götürmeye karar verdi. Gülçimen, adıyla bağdaşık olarak hayatımda gördüğüm en yeşil yerlerden birisidir. Ancak, Gülçimen’le ilgili olarak en iyi hatırladığım renk kırmızı olmuştu. Kliniğin kapısına geldiğimizde babam elini kırmızı bir düğmeye uzatmıştı. Düğmeye dokununca zilin sesini duymuştum. Daha
önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Kırmızı düğme güzel ve sihirliydi, kapıyı açmıştı.
106
Babam paraya değer vermezdi. (Babamın bu tutumu bana da geçmiş
ve evliliğimin ilk yıllarında bu yüzden aileme zor günler yaşatmıştım). Birbiriyle tutarsız ve karmaşık dini bilgilerini artırmaya daha
fazla ilgi duyuyordu. (Eşim babamın bu huyunu da miras aldığımı
söylüyor; ancak babamın Arap saçına çevirdiği düğümleri çözme
yönünde). Şiir okumaktan, bulmaca çözmekten, makale ve kitap
yazmaktan, öğrencilerine ders vermekten ve telefonda ya da ev ziyaretlerinde takipçilerinin sorularına yanıt vermekten zevk alırdı
(Sanki kendimi tanımlar gibiyim.) Ayrıca dini konularda en bilgili
Norşin’den Arizona’ya
âlim ve Arapça gramerinin en iyi uzmanı gibi ünlerine de düşkündü
(Acaba ben de bu zayıflığı almış mıydım babamdan?) Bu yüzden
para veya zengin olmak gibi konular onun ilgi alanına girmiyordu.
Satıcının pazarlık ihtimalini göze alarak bir malın fiyatını abartılı bir
şekilde artırdığı anlar dâhil, onu hiçbir zaman bir malın fiyatını düşürmek için pazarlık yaparken görmemiştim (Ben ara sıra pazarlık
ederim, bu da benim, babamın karbon kopyası olmadığımı gösterir).
Gençlik yıllarımda onu zorlukla kazandığı parasını saçıp savurmakla
suçlardık (şimdi aynı suçlamayı çocuklarım bana yöneltiyor). Babamı hiçbir zaman para hesabı yaparken görmedim (sakin olun, ben
paramın hesabını biraz yaparım, çünkü yapmak zorundayım.) Maaşının tamamını akıllı bir biçimde kullansın diye hemen hemen hep
eşine verirdi (ben de öyle yapıyorum). Hayatında bir kere olsun alışveriş yapmayan annem, ay sonunu nasıl getireceğini düşünürdü
(eşim aynı derecede olmasa da benzeri bir endişeyi taşıyor ama kendisi harika alışveriş yapar). Bizi alışverişe gönderirken birkaç lira
aşırırız korkusuyla yalvaran bakışlarla gözlerimize bakardı (çocuklarımın benden daha fazla paraları var; hiçbir zaman bizden para çalmaya ihtiyaç duymadılar). Kardeşim Metin ve ben bazen anneme
haber vermeden bize verilen paradan komisyonumuzu keserdik. Metin’den daha az çaldığıma göre ben daha vicdanlıydım. Yoksulduk
ama her zaman başımızın üstünde bir çatı ve masamızda yiyeceğimiz
olurdu. Babam hayatından memnundu.
Annemin babası Şeyh Masum öldüğünde arkasında birkaç kasaba,
çiftlikler, sığırlar, atlar, evler, minibüsler, traktörler ve benzin istasyonu gibi işleri miras bırakmıştı. Galiba çocuklarına bıraktığı en
kârlı ve bereketli miras efsanevi şöhreti, popülerliği ve kutsal otoritesiydi. Mezarı, tepenin üstündeki türbenin kutsallığını artırmıştı ve
bu durum dayılarım tarafından kolaylıkla daimi bir siyasi, ekonomik
ve toplumsal güce dönüştürülebilirdi. Dedemin yedi oğlu ve dört kızı
vardı. İslam’daki miras haklarına göre annem toplam mirasın
1/18’ini alacaktı (muhtemelen bir köyün onda biri ve düzinelerce
çiftlik hayvanı). Bu yeterince toprak ve para anlamına geliyordu.
Peki, aldı mı? Tabii ki hayır. Babam annemin bütün mirasından vazgeçmişti. Annem, kardeşlerine karşı mücadele etmemenin çıkarına
en uygun düşen şey olduğunu düşünüyordu. Aslında ne olursa olsun
erkek kardeşlerinin kararlarına saygı duyacak şekilde yetiştirilmişti.
Bütün diğer kız kardeşleri gibi o da erkekler ile miras kavgasına girmedi. Böylece, İstanbul’da ara sıra yoksulluk çektiğimiz ve temel
yaşam gereksinimleriyle yetinmek zorunda olduğumuz bir hayata
mahkûm olmuştuk. Dayılarımız bize yılda bir kez içinde tereyağı
107
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
veya peynir olan 20 kiloluk birkaç teneke yollardı. Fakat bu da fazla
uzun sürmedi.
Yıllarca sıkı bir bütçeyle yaşamak zorunda kalmıştık. Yiyecek bulmakta zorluk çektiğimiz günler bile oluyordu. Genelde ekmekle besleniyorduk. Dokuz kişilik ailemiz kahvaltıda 100 – 150 g. beyaz peynirle birlikte birkaç ekmek tüketirdi. Bazen, peynirin yanında birkaç
zeytin yediğimiz de olurdu. Haftada ya da iki haftada bir et yerdik,
daha doğrusu tadına bakar veya koklardık. Genelde 250 g. kıyma
alırdık. Nadiren 500 g. aldığımız da olurdu. Etin ağırlığının bir bölümünü de kasabın eti tartarken kullandığı ağır yağlı kâğıt ve ambalaj kâğıdı tutardı. Acıktığınızda kâğıdın ağırlığı bile dikkatinizi çeker. Et almaya gücümüzün yetmediği yıllar da oldu. Etin yerini sakatatla doldururduk. Ortaokul ve lisedeyken çoğu zaman aç olduğumu hatırlıyorum. Harçlığım yalnızca bir simit almakla biterdi.
108
Yoksulluk içinde yaşıyorduk. Dahası, babam elleriyle iş yapmakta
becerikli bir adam değildi. Bu konularda bilgisizdi ve çalışanlara saflık derecesinde güvenirdi. İlk gençlik yıllarımda çevresindeki insanların babamdan sinsi sinsi faydalandıklarını fark etmiştim. Örneğin;
muslukların contaları sık sık aşınırdı. Bunun sebebi kısmen kalitesiz
oluşları ve kısmen de damlamayı önlemek için musluğu çok fazla sıkmamızdı. Bir tane bile tamir aleti yoktu ve en basit onarım işlerini
bile bilmezdi. Yakındaki bir tesisatçıyı çağırırdı. Tesisatçı musluğu
inceledikten sonra musluğun kötü bir musluk olduğunu ve kullanılmış iyi bir tanesiyle değiştirmesi gerektiğini söylerdi. Her seferinde
bizim musluğu alır ve babamdan yerine taktığı musluğun ve verdiği
saatlik hizmetin parasını alırdı. Babama saygısı olan ve dindar gözüken bir adamdı. Bütçemizin kısıtlı olduğunu bildiğim için günün birinde tesisatçıyı, musluğu tamir ederken dikkatli bir şekilde izlemeye
karar verdim. Sonra birkaç basit araç aldım ve musluğumuz yeniden
su sızdırmaya başlayınca babamdan tesisatçıyı çağırmamasını istedim; musluğu sadece aşınan contayı değiştirerek tamir etmiştim. O
andan sonra musluklarımızı hep ben tamir ettim. Şimdi, tesisatçının
musluğumuzu yarı yıpranmış contaları olan musluklarla değiştirip
değiştirmediğini merak ediyorum. Daha sonra sürekli atan sigortaları
da onararak babamı masraftan kurtarmaya başladım. Her kışın başında bize pahalıya patlayan soba borularını takma işini de yapmaya
başlamıştım. Her kış tesisatçı gelir ve birkaç boruyu birbirine ilave
etmek suretiyle sobayı bacaya bağlardı. Birkaç dakika alması gereken
bu iş saatler sürerdi. Duvara gereksiz yere çiviler çakar, teller asar ve
yuvarlak borulardan oluşan karmaşık bir labirent meydana getirirdi.
Norşin’den Arizona’ya
İki dönüş yerine, sobamızın boruları havada dolambaçlı şekiller çizerdi. Kısıtlı bütçemiz için pahalı bir sanat eseriydi bu.
Çocuk yıllarımda ve sonra hapishane yaşantım boyunca yaşadığım
mahrumiyet, beni israfa karşı oldukça hassaslaştırdı. Eşyalarımı başkalarıyla paylaşma konusunda oldukça cömert sayılırım. Bazen aşırı
cömert davrandığım için eleştirilirim bile. Örneğini; 1990 yılındaki
ziyaretim sırasında cebimde kalan son parayı ihtiyacı olan birkaç arkadaş ve tanıdıklara vermiştim. ABD’ye gitmeden bir gün önce cebimde sadece 20 dolar kalmıştı. Arkadaşlarımdan birinin fena halde
paraya ihtiyacı olduğunu öğrenmiştim. Birçok zengin arkadaşım olmasına rağmen, insanlardan kendim veya bir başkası için para istemekten hep kaçınmışımdır. Şu anda ihtiyacım olunca kendisinden
borç veya yardım alabilecek kadar samimi olduğum bir buçuk arkadaşım var. Bu yüzden, arkadaşıma yardım etmek için sadece bir seçeneğim vardı: nikâh yüzüğüm. Nikâh yüzüğümü satıp, temel ihtiyaçlarını karşılasın diye Şerafettin’e verdim. Söylediğim gibi, cömert
olduğum kadar israfa karşıyımdır. Bir filmde veya reklamda sohbet
ederken suyu açık bırakan bir aktörü gördüğümde kendimi rahatsız
hissederim. Sohbetlerinden çok, akan suya dikkatimi veririm. Duşlarımdan çoğu üç dakikadan az sürer. Nadiren daha uzun süre duş alırım. Sayısız kere yolculukta iken kaldığım otel müdürlerine yazılı ve
sözlü olarak duşlarındaki suyu daha sıcak yapmak için miktarını artırmaya yarayan tek kafalı duşları konusunda şikâyette bulunurum.
Otel sahiplerinin binalarında israfa yol açan böyle şeyler kullanmasındaki aptallığa bir mana veremiyorum. Boş odalarda açık bırakılan
ışıklar canımı sıkar. Birisine misafir olduğum zaman gizlice açık bırakılan ışıkları kapatırım. Tabağımdaki son yemek parçasını, hatta
tek bir pirinç tanesini bile yerim. Çocuklarıma minicik bir taneciği
bile israf etmemeleri konusunda abartılı uyarılarda bulunurum. Mac
Donalds’ta yemek yiyen insanları on veya daha fazla peçeteyi kullanırken görünce keyfim kaçar. Dünya kaynakları sınırlı olduğundan
ve her tüketim çevre kirliliğini de beraberinde getirdiğinden,
Batı’daki baskın tüketici kültürün ahlaksız ve aptalca olduğunu düşünürüm.
Babam zamanının birçok mollasına göre şehir yaşamına daha açık
olmasına rağmen, yine de hâlâ çok titiz ve otoriterdi. Hiçbir zaman
aile olarak modern bir eğlence yaşayamadık. Asla bir lokantada ailece yemek yemedik. Yakın akrabalar haricinde misafirlerimiz
olursa onları daima cinsiyetlerine göre ayrı oturturduk. Kadınlar annemle bir odaya gider, erkekler de babamla misafir odasına geçer-
109
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lerdi. Evimizde veya başka bir yerde hiç karma bir toplantımız olmadı. Birlikte ne sinemaya ne de tiyatroya gittik. İlk televizyonumuzu ben lisedeyken aldık. Babamın odada olmadığı zaman yanına
aldığı taşınabilir plastik açma-kapama düğmesi olan bir televizyondu bu. Bu yüzden neredeyse hiç televizyon izleyemezdik. Sık sık
çay evlerine gider futbol maçları ve Kaçak, Dallas, Komser Colombo ve Küçük Ev gibi Amerikan dizilerini ve Japon çizgi filmlerini izlerdim. İki sebepten dolayı çay evlerinde televizyon izlemek
kolay değildi. Bir, iki bardak çay için birkaç kuruşum olması gerekirdi; kimseye sormadan belli aralıklarla çay verirlerdi. İçeride toksik bir sis gibi ortalığı kaplayan ağır sigara dumanı olurdu.
110
Kahvaltı ve akşam yemeğini hemen hemen her zaman ailece yerdik.
Ama birlikte Bowling ve masa oyunları gibi bir oyun hiç oynamadık.
Birlikte veya yalnız hiç dans etmedik. Asla birbirimizin doğum günlerini kutlamadık. Doğum günü kutlamaları bize tamamen yabancıydı. İlk doğum günüm
Tucson, Arizona’da 32 yaşımdayken eşim ve dostlarım tarafından kutlanmıştı. Ne bir fotoğraf makinemiz oldu ne de dışarıda bir aile fotoğrafı çektirdik. Sadece okul kimlik
kartları ve nüfus kayıtları
gibi resmi işler için fotoğraf çektirirdik. Annemin
kimlik kartı dışındaki tek
resmi, 60 yaşını geçtikten
sonra benim ve sonra kız
kardeşlerimin çektiği fotoğraflardı. Hiç aile fotoğrafımız olmadı. Aile resmine benzeyen tek resmimiz yaklaşık üç yaşımdayken ben babamın yanında,
kız kardeşim de öbür yanında ve erkek kardeşim
Metin de sağ kolunda
gömleğinin yakasını çekiştirirken çekilmiş resimdi. Bu siyah-beyaz
resim, kız kardeşimin ve benim siyah eteklerimiz, erkek kardeşimin
beyaz gömleği ve babamın beyaz sarığı ve arka planı dolduran yazın
Norşin’den Arizona’ya
kaldığımız yerin volkanik kayaları hep birlikte bir uyum içinde.
Şimdi Tucson-Arizona’da sürdürdüğüm aile hayatından çok farklı
ve tuhaf bir yaşamı yansıtıyorlar.
Çok ilginç! Yaklaşık ellidört yıl önce o yerde, o siyah elbisenin
içinde, o minik halimle kim bilir ne düşünüyordum? Dikkatimi çeken oradaki bir cırcırböceği mi, yoksa fotoğrafçının çantasının sapı
mıydı?
Molla Sadreddin’in İstanbul’a taşınıp İlahiyat Fakültesi’nde Türk
öğrencilere ağır bir Kürt aksanıyla Arapça dersleri vereceğini kim
tahmin edebilirdi? Ya da Metin’in efsanevi bir gençlik lideri olup 20
yaşında bu dünyadan ayrılacağını… Veya Süreyya’nın lise bitirme
sınavlarında ve astronomi okurken, başörtüsü yasağının ilk kurbanlarından olacağını… Ya da Edip’in Hadis, Sünnet ve Mezhep öğretilerini reddedip, geleneksel dini kurumlara karşı çıkacağını ve sonra
Atlantik Okyanusu’nu aşarak İranlı bir kadınla evlenip ne Kürtçe ne
de Türkçe konuşabilen iki tane Amerikalı oğlu olacağını… Ahhh
kara kuğular!
Ergenlik yıllarımda mahallemizde yaz akşamlarında hizmet veren
açık hava sinemalarına gitmeyi çok isterdim. Amerika’dakilerin tersine genelde acı sonla biten Türk filmleri gösterirlerdi. Türkiye’deki
bu açık hava sinemalarına arabayla gidilen Amerika’dakilerden
farklı olarak yürüyerek gidilirdi. Hicretten sonra seyrettiğim ve beğendiğim ender Türk filmlerinden biri olan Vizontele’de de gösterildiği gibi yıl boyunca güneş ve yağmura maruz kalan ahşap sandalyeleri vardı. Arkadaşlarımla sinemaya gitmek gibi çok basit bir
rüyam ergenlik yıllarım boyunca gerçekleşmemişti. Babam sinemaya gitmemize izin vermezdi. Filmler Batı’nın yozlaşmış yaşam
şeklini insanlara dayatıyor ve bu yüzden sinemalar da günaha girilen
yerler oluyordu.
Tabii ki tamamen haksız sayılmazdı, haklı olduğu noktalar da vardı.
Oğullarım ortaokuldayken arkadaşlarıyla sinemaya gitmek istediğinde, ben de aynı duyguları yaşadım. Hollywood, genç zihinlerin
daha iyi insanlar olmasından ziyade, bozulması ve yozlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Ortalama bir Amerikan TV ve sinema izleyicisinin maruz kaldığı şiddet, seks, uyuşturucu, alkol, kaba dil, zevk
düşkünlüğü, tüketim dürtüsü, emperyalist küstahlık ve saçmalıkların
miktarı akıllara durgunluk verecek derecededir. Amerika'daki bu ve
başka aptallaştırıcı eğlence kültürü, Amerikan ortaokul ve liselerindeki geriliğimize, şiddet içerikli suçlardaki artışımıza, hapishanede
yaşayan insanlarımızın sayısına ve iktidara şovenistleri, sahtekârları
ve yalancıları getirişimize önemli ölçüde katkı yapmıştır.
111
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Erkek kardeşim Metin’le sinemaya gitmemize izin verildiği gece hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Tabii ki filmin babam tarafından onaylanması gerekmişti. Sonra lise yıllarımda kardeşim Metin
ve mahalleden arkadaşlarla birlikte sinemaya gitmeye devam ettik.
Clint Eastwood ve onun Türkiyeli meslektaşı Cüneyt Arkın en sevdiğimiz aktörlerdi. Clint eşkıyalara ve bize daha çok benzeyen esmer
tenli Meksikalılara karşı savaşan bir kovboydu, Cüneyt ise Clint'e
benziyordu ama Haçlılara karşı savaş veren bir Osmanlı şövalyesi
veya bir Akıncıydı. Bu ironiye rağmen kafamız karışmazdı. Din,
ulus, cinsiyet umurumuzda değildi. Umursadığımız tek şey çirkin ve
serkeş adamların kıçlarını tekmeleyen yakışıklı kahramanlardı. İtalyan komedi ikilisini de çok seviyorduk, Franco Franchi & Ciccio
Ingrassia. Bütün filmleri Türkçeye çevrilmiş ve Yavru ile Kâtip
adıyla yayınlanmaya başlanmıştı. Bu filmleri izlerken o kadar çok
gülerdik ki, filmler bitince kendimizi bitkin hissederdik. Bazı sinemalarda filmlerden önce üç-beş dakikalığına gösterilen Disney çizgi
filmlerini de buna eklemeliyim. Mickey Farenin kısa maceralarına
bayılırdım. On yedi - on sekiz yaşına gelinceye kadar her filmden
sonra mutlaka ödememiz gereken hesabımız da olurdu. Acaba babam mahallede futbol oynamayıp sinemaya gittiğimizi öğrenir
miydi? Genelde paçayı kurtarırdık. Ancak bazen babam mahallede
bizi bulamayınca veya kardeşim Nedim'in ihbarı sonucu bu kaçamağımızı öğrenirdi.
112
Metin genellikle ceza almazdı, ama ağabey olarak ben cezadan kurtulamazdım. Bazen, özellikle de eve geç geldiğim akşamlar cezam
eve alınmamak olurdu. Saatlerce merdivenlerde beklerdim. O zamanlar Fatih semtinin Fenerci Hüseyin Çıkmazı isimli bir sokağında
yer alan beş katlı bir binanın üçüncü katında kiracı olarak oturuyorduk. Merdivenlerin daire şeklinde yaklaşık bir metre çapında büyük
camsız pencereleri vardı. Merdivenin loş ışıkları bir veya iki dakikada otomatikman sönerdi. Otomatiği yeniden açmak için her seferinde yeniden düğmeye basmak zorundaydınız. Allah’tan binanın
hemen yanında bir sokak lambası vardı. Pencereler merdivenlerden
yaklaşık 1 metre yüksekte duruyordu. Birçok gece kafamı daire şeklinde pencerelerden sarkıtır karanlık ve çirkin binalara, ağaçlara, ıssız çıkmaza bakar, birkaç kedi veya köpek görmeyi ümit ederdim.
Ya üşür ya da sıcaklardım, ya aç ya da çok aç olurdum, ama daima
kendimi yalnız hisseder ve geceki durumumla ilgili kaygılanırdım.
Acaba uzun bir gece mi olacaktı? Bazen karanlıkta her dakika ışığı
açmaktan yorgun düşer ve çok uykumun geldiğini hissederdim. Uy-
Norşin’den Arizona’ya
kum gelince annemin kapıyı açması umuduyla -ki her gece yarısından sonra açardı- kapımızın önündeki beton merdivenlere otururdum. Annemin kapıyı babamın talimatıyla mı yoksa benim için babama yalvararak onu yumuşatması sonucu mu açtığını hâlâ bilmiyorum. Muhtemelen babam, annemin iyi polisi oynamasına göz yumar
ve yeterli gördüğü süreden daha fazla dışarıda kalmamı istemezdi.
Ne olursa olsun, merdivenlerde yalnız başıma geçirdiğim o saatler
çok zalimdi, zaman çok yavaş akardı. Belki de beni gelecekteki bazı
olaylara hazırlayan ilahi bir dayanıklılık eğitimiydi bu. İleride hapishane hücrelerinde buna benzer acı dolu uzun geceler geçirecektim.
Aşırı tutucu olarak yetiştirilmiştim. Babamın küfür ettiğini veya
kötü sözler söylediğini hiç duymadım. Öfkesinin zirvesine ulaştığı
zaman sadece “zıkkımın kökü” derdi. Ağzından çıkan en kötü söz
buydu. Babamın bu özelliği bana da geçti ve ben de hayatım boyunca kaba bir dil kullanmadım. "Zıkkımın kökü" oğullarımın da
bildiği birkaç Türkçe sözden bir tanesidir. Babamdan kalan miraslardan biri… Kız kardeşimle bir kere bir piyango bileti almak dışında hiç kumar oynamadım. Arkadaşlarımla birbirimizin misketini
ütmek için hiç misket oynamadım. Aldığımız o piyango biletiyse çekilişten önce babam tarafından yırtılmıştı. Böylece hiç kumar oynamamaya zorlandım. Evimize alkollü içki de hiç girmedi, hep Yeşilaycı oldum ve öyle kalacağım, inşallah.
Çocukluğumda babamın koyduğu kuralları izleyerek hiç müstehcen
sözler kullanmadım, hiç kumar oynamadım ve hiç alkollü içki içmedim. Bu çekincelere minnettarım. Kurallara gelince, sonradan Stoacılar olarak adlandırılan filozofların duruşlarını benimsiyorum: Kurallara uymak, kötü bir insanı erdemli yapmaz; ancak, erdemli bir
kişi kurallara uymaktan fayda sağlayabilir ve hâlâ erdemli bir kişi
olarak kabul edilebilir.
Yirmili yaşlarıma gelinceye kadar, babam, dış görünümüme de müdahale ederdi. Ergenlik yaşlarıma kadar el ayak tırnaklarımı keserdi.
Hıristiyan dünyasının Tertullian’ının Müslüman sürümü olan dogmatik bir âlim ve filozof düşmanı Gazali’nin öğretilerinin titiz uygulayıcısı olmadığı için şanslıydım. Gazali, “Ihya ul-Ulum il-Din (Dini
İlimlerin Canlandırılması)" adlı kitabında tırnak kesme işine birkaç
sayfa ayırmıştı. Eğer merak ettiyseniz işte size bir örnek: Doğru taraf
sağ taraf olduğu için, doğru kişi tırnak kesme işine sağ elinden başlamalıdır. Parmakların her biri için de bir sıra belirlemiştir. Bu meşhur Sünni bilgine göre en kutsal parmak işaret parmağı ve en kötüsü
113
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
de başparmaktır. Başparmağın alet yapıp böylece teknolojiye ulaşmamıza çok büyük bir katkısı olduğundan habersiz olan Gazali,
onun parmakların en önemlisi olduğunu düşünememişti. Birçok gerçekten habersiz olduğumuz için onun bu cehaletini haklı görüyorduk. Bizden yüzlerce yıl önce yaşamış birinden bizim sonradan öğrendiğimiz şeyleri bilmesini bekleyemeyiz, aynı şekilde bizden sonraki kuşaklar da kendi bildiklerini bizim de bilmemiz gerektiğini düşünmemelidirler. Lakin Gazali’miz kendi eksik ve kusurlu fikirlerini
Allah ve elçisi adına vaftiz ediyor ve onları eleştirilemeyecek bir dini
dogma olarak sunuyordu. Böylece uyduruk ve ilkel saçmalıkları kutsayarak, onların hak ettiğinden daha fazla yaşamasını sağlamıştı.
Babamın kendine özgü bir titizliği vardı ama bazen gereksiz yere
müşkülpesent ve otoriter olurdu. Saçımın birkaç santim daha uzun
olmasını ne kadar arzuladığımı hâlâ hatırlıyorum. Babam, birkaç santimetreden daha uzun saçlarım olmasını istemezdi. Gençlik yıllarımda aynada kirpi gibi kafamı görmekten hoşlanmazdım. Babama
saçlarımı biraz daha uzatabilmek için yalvarırdım. Keşke o zamanlar
babamın çok saygı duyduğu gelenek kitaplarında -Hıristiyanların
İsa’yı resmettiği gibi- Muhammed’in de uzun saçlara sahip olduğunun anlatıldığını bilseydim. Babamın fikrini değiştireceği konusunda
şüpheliyim; fakat hiç değilse, ilahi bir tartışma yapmayı deneyebilirdim. Kendi dış görünümü de berbattı. Sakallarını her gün tıraş ederdi
ama saçlarını asla birkaç santimden daha fazla uzatmazdı. Bu durumun mezhep öğretilerine ters olması bir ironidir. Kendi mezhebine
göre, Muhammed’in dış görünümünü taklit etmek tavsiye edilir ve
saç uzatmanın iyi bir şey olduğu düşünülürdü. Sakalsa, “kutsal rol
modelin” kutsal biçimsel taklidi olarak isteğe bağlı bırakılmamıştı;
sakal, dini bir gereklilikti. Sözüm ona güvenilir hadis kitaplarının bildirdiğine göre Muhammed, Müslümanlara sakal bırakmalarını ve –
Yahudilerin tersine- bıyıklarını kısa kesmelerini emretmişti. Ne çoğu
Kürt veya Türk gibi bıyık bırakır ne de onlar gibi tıraş ederdi. Bıyık
konusunda mezhebinin kılık kıyafet yönetmeliğini uygulamaya çalışıyordu. Bıyığının uzunluğu hadis veya sünnet standartlarına uygun
olmasına rağmen, tuhaf görünüyordu. Bıyık sakaldan daha kısa olmalıydı; kısa bir bıyığı olmasına rağmen cildin farklı bölgelerinde çıkan kılların arasındaki orantı bakımından, kuralın ruhuna uygun davranmıyordu. Bıyığını dört veya beş milimetreden daha uzun bırakmazdı ve burnunun altında Hitler veya Charlie Chaplin’in kır bir bıyık versiyonuna benzeyen dikdörtgen bir gölge olurdu.
114
Peygamberin ölümünden yüz yıllar sonra din adamları ve masalcılar
Norşin’den Arizona’ya
Muhammed adına dini talimatlar ve yasaklar üretme konusunda birbirleriyle yarışarak, insanların hayatının her safhasına giren kurallar
koydular. Bu çabalarında, sözde din değiştirip Müslüman olanlardan,
özellikle de On Emir’in basit ve evrensel kanunlarını Talmud, Mişna
ve Gomore vasıtasıyla değiştirip manikürden pediküre, diş fırçalamaktan tuvalete gitmeye kadar hayatın her alanını kontrol eden
önemsiz binlerce emre dönüştüren eski Yahudi hahamlardan büyük
yardım ve rehberlik gördüler. Cemaatlerine oturak eğitimi vermeyi
bile ihmal etmediler. Bazı sahih hadislere göre, inananların kıçlarını
taşlarla, tercihen tek sayıda taş kullanarak temizlemesi gerekmekteydi. Dinler bazen Ripley’in “İster İnan, İster İnanma” adlı kitabındaki saçmalıklarla yarışacak talimatlar ve ayinler içermektedir.
Babam, başında bir başlık olmadan evden dışarı adımını atmadı.
Kürtlerin yaşadığı kasabalarda yaşarken dışarıda kasket giyer, evde
sarık takardı. İstanbul’a taşındıktan sonra kendi şapka devrimini
yapmıştı. Soğuğa ya da sıcağa aldırmadan yıllarca, çok çirkin bulduğum, balıkçı külahı giydi. Sonra, İstanbul’daki dindarların sarığın
yerine kullandıkları siyah bir bere takmaya başladı. Atatürk’ün
şapka devrimine karşı verilen bir ödün olsa da, aynı zamanda o devrime karşı yapılan gizli bir başkaldırıydı bu.
Yaklaşık yarım milyon lise mezunu içinde ilk iki yüzde yer alarak
ilk tercihim olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdiğim yılı nasıl unutabilirim? Ankara’ya beni babam götürmüş ve orada benimle
bir hafta kalmıştı. Beni kâbusum olan berbere de götürmeyi ihmal
etmemişti. Soğuk bir sonbahar günüydü. Hacıbayram Camisi’nin
yakınındaki bir berberden, saçlarımı yaz ölçüsünden biraz daha uzun
olacak biçimde kısa kesmesini istemişti. Berberlerden daima makine
kullanmalarını, makas kullanmamalarını isterdi. Beni almaya ve berberin parasını ödemeye geldiğinde çok sinirlenmişti. Berber saçlarımı onun istediğinden bir santimetre daha kısa kesmişti. Parasını
öderken berbere bağırıyordu: “Oğlumu öldürdün! Oğlum soğuktan
ölecek! Sen bir katilsin!”
Birçok dini liderin tersine babamın iki farklı yaşamı yoktu. Bize kızdığında halkın içindeki imajının tersine görünmesine rağmen; genellikle misafirlerin önündeyken nasılsa, bizle beraberken de öyle davranırdı. Muhammed’in hiç gülmediğinden bahseden bir hadisi ciddiye almazdı. Konuklarıyla beraberken bazen yüksek sesle gülerdi.
İkiyüzlü mistiklerin ve din adamlarının ciddi görünmek ve neredeyse robotlar gibi hareket etmek için harcadıkları çabaya bilinçli
bir şekilde ters davranırdı.
115
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Babamın ismi başka bir mollanın ismini de andırırdı: Türk halk kahramanı, müthiş bir mizah duygusu olan dini lider Nasreddin Hoca.
Bu efsanevi şahsa atfedilen sayısız fıkra vardır. Her nedense bunlardan birini sizinle paylaşmak istiyorum:
Hoca komşusundan bir gün kazanı ödünç ister. İade ederken de hem teşekkür eder, hem içine minik bir kazan koyar.
Komşusu merakla bu minik kazanı sorunca da, "Komşu, bizdeyken kazanın doğurdu" der. Komşusu bu işe pek sevinir.
Aradan epey zaman geçer, Hoca yine komşusundan kazanını ödünç ister. Komşusu da sevinerek verir. Ama bu kez
aradan günler, haftalar, hatta aylar geçer, kazandan ve Hoca'dan ses çıkmaz. Nihayet bir gün komşusu konuyu açmaya
karar verir: "Hoca bizim kazan ne oldu?" diye sorar. Hoca
da üzgün bir ifadeyle, "Komşu çok zaman geçti aradan, senin kazan öldü. Sana nasıl söyleyeceğimi düşünüp duruyordum" deyince, sinirlenen komşusu: "Hocam ne diyorsunuz?
Hiç kazan ölür mü? Kazan canlı mı ki ölsün?" Hoca, "Doğurduğunu kabul etmiştin, sesin çıkmamıştı, şimdi ölünce
neden feryat ediyorsun" der.
Babam ara sıra gülmesine rağmen konu din veya dinle uzaktan yakından alakalı herhangi bir şey olunca mizah duygusu buharlaşıverirdi. Kız kardeşim bir keresinde bir yemek kitabı almış ve yeni yemekler yapmayı öğrenmişti. Günün birinde yeni öğrendiği bir yemekle ilgili iyi haberi babama vermek için can atıyordu. İmambayıldı pişirecekti. Babam da bir imamdı. Lakin bir yemek için bayılmazdı. Duyunca tencerelere ve hatta küplere bindi. Kız kardeşimin
o yemeği kasten seçtiğini, bu şekilde zekice kendisiyle dalga geçmek
niyetinde olduğunu düşündü. Bu yüzden kız kardeşim bize imambayıldı pişirme şansını kaybetti. İmambayıldı yerine bir imamkızdı’mız
olmuştu.
116
Babamın saygınlığı ve itibarı vardı. 70’li yılların sonlarında İslam’ın
kalesi olarak anılmak için çabalayan Suudi Arabistan, Türkiye’deki
dini liderler arasında lobi faaliyetlerine başlamıştı. Küresel ölçekte
bir yozlaştırma örgütü olan Rabitat-ul Alam-il Islami (Dünya İslami
Ağı), önde gelen dini liderlere kraliyet yardımı olarak reddedemeyecekleri miktarda maaş teklifinde bulunuyordu. Suudi kral, her nasılsa birden bire çok dindar ve cömert olmuş, kendi halkının kaynaklarından çaldığı parayla dünyanın Sünni din adamları ve bilginlerini
desteklemeye karar vermişti. Bu ilginin etkisi çok hızlı olmuştu, alkolün etkilerinden bile daha hızlı… Birden bire birçok din bilgini ve
Norşin’den Arizona’ya
din adamı gezegenimizdeki en zalim ve yozlaşmış rejimlerden biri
olan Suudi rejiminin savunucuları olmuştu. Babam da bu cömert
kralın desteklemek istediği kısa listenin içindeydi. Ancak, bu haşmetli desteğin doğasında bulunan tavizin farkında olan babam, teklifi geri çevirdi. Kralları hiç sevmez ve onları yozlaşmış ve ikiyüzlü
bulurdu. Yoksulluğu kraliyet çapında bir ikiyüzlülüğe tercih etmişti.
1970’lerde babamın Nur tarikatıyla yakın ilişkileri vardı. Burada tarikat kelimesini ne aşağılama ne de dinleri haklı gösterme amacı gütmeden kullanıyorum. Bir dini liderin karizması veya kutsallığı etrafında yoğunlaşan her din veya dini örgüt, tarikat olarak adlandırılabilir. Dinler, daha eski, daha büyük ve kurumsallaşmış tarikatlardır.
Dinle tarikat arasında öğretilerinin ve üyelerinin öngörülebilirliği temelinde mantıklı bir ayrım yapılabilir. Öyleyse, tarikatın sürekli değişen ve tahmin edilemeyen doğası riskten kaçınan çoğunluğu güvence altına almaz. Bu öngörülmezlik ve risk kurumsallaşmış ve olgunlaşmış dinin (önceki dinler) inananları ve siyasi rejimler tarafından “tarikat” kelimesiyle damgalanır. Yüceltilmiş “iman” sözcüğü
altında bir veya daha fazla insanı putlaştırdıkları ve dogmalar ve tabulara destek verdikleri için Hıristiyanlıktan ve İslam dininin Sünni
ve Şii versiyonlarından farklıdır monoteizm. Monoteizm, Allah’la
ilişkisi yönünden eşitlikçi bir toplumun savunuculuğunu yapan tek
değerler dizisidir ve Yaradan’la yaratılan arasına ölü veya yaşayan
herhangi bir kutsal güç simsarının girmesine izin vermez. Elçinin
önemi ilahi mesajı vermekten ibarettir. Kişi, imamların ve atalarının
dogmalarını reddettiğinde; doğrunun/gerçeğin, akıl ve deneyim yoluyla ebedi bir arayıcısı olur. Bir monoteistle gerçek arasında kalabalıklardan ve kutsal tabulardan oluşan aşılmaz bariyerler yoktur.
Monoteistler; Allah’ı eleştirel düşünce ve maddi, manevi işaretleri
gözlemleyerek bulan putkırıcı filozoflardır. Monoteistler makul bir
dozda şüphe, merak ve minnet hissiyle bilgeliğin peşinden giderler.
Şu ironiye bakın ki İsa, Muhammed, Buda ve birçok putlaştırılan
dini lider gibi Saidi Nursi de insanları kendisini putlaştırmaya davet
etmemiştir. Ancak Said, peygamberlerden ve onları destekleyen müminlerden farklı olarak kitaplarında bazı tasavvuf şeyhlerini, evliya
diye bilinen putlaştırılmış isimleri ve Muhammed’i abartarak ilahlaştırır. Örneğin, ölülerden medet umar. Risalelerindeki ağdalı ama
güzel sözler arasına uyduruk hadis ve mezhep öğretileriyle şirk karıştıran Said mütevazı bir yaşam sürmüş, hiç hediye kabul etmemiş.
Babamın yakın arkadaşı ve gençliğimde birçok kez görüştüğüm öğrencisi Abdullah Yeğin otobiyografisinde şöyle yazmıştır: “Bize sürekli olarak: 'Bana bağlanmayanız. Risale-i Nur'a bağlanınız. Ben
117
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır, ona
bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir
zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur'da konuşan delil ve bürhan, hakikattir.'” (http://www.risale-inur.org/8.htm)
Babam ve benimle aynı şehirde doğan Kürt Molla Bediüzzaman
Said Nursi tarafından kurulan Nur tarikatı, laik Kemalist kurumlar
tarafından tehlikeli ve yıkıcı bulunuyordu. Said Nursi ve birçok öğrencisi siyasi ve dini görüşleri yüzünden yıllarca zulüm görmüş ve
hapsedilmişti. Sonra Nurculuk tarikatının en ciddi grubu, yayımladıkları gazetenin ismiyle anılır oldular: Yeni Asya grubu. Said
Nursi’nin avukatı Bekir Berk ve tarikatın lideri konumundaki birkaç
kişi, tarikatın fikirlerini yaymak ve siyasi alandaki etkisini artırmak
için gazeteyi kullanıyorlardı. Ortaokul ve lise yıllarımda babamın
gözdesi olarak hemen hemen her toplantılarına katılıyordum. Bekir
Berk, Abdullah Yeğin, Tahir Mutlu, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci, Mehmet Kırkıncı, Mehmet Kutlular, Mustafa Sungur, Zübeyir
Gündüzalp gibi Nursi’nin birçok öğrencisi ve dostuyla tanışmıştım.
(Yazıcılar grubunun başkanı Hüsrev Altınbaşak’la hiç tanışamadım). Hekimoğlu İsmail, Ahmet Şahin ve Necmettin Şahiner ve en
son yirmi yıl sonra dünyanın en güçlü Sünni tarikatının lideri olacak
olan Fethullah Gülen’le de bir araya gelmiştim. Çok geçmeden yeni
Asya grubu Türkiye’yi yıllarca yöneten Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin sesi oldu. Laik bir parti ve bir iddiaya göre liderleri
Demirel farmason olduğu için babam, AP’yi çoktan terk etmişti.
Arapça ezanı yasaklayan ve birçok baskıcı yasa ve 1960 darbesine
ön ayak olmak dâhil bu tür uygulamaları yapan CHP şer idi, AP ise
ehven-i şer idi. Yani iki şeytanın biraz daha az kötü olanı idi. Asya
grubunun liderleri o iki politik şeytandan birini seçmek zorunda görüyorlardı kendilerini!
118
Milli Nizam Partisi ve sonra 70’lerin başında Milli Selamet Partisi’nin kurulmasıyla babam İslamcı bir parti bulmuş oluyordu. Böylece iki şeytana karşı bir melek alternatifi doğmuştu. Başka bir partiye destek vermesine rağmen, Nurcu liderler babamdan vazgeçmemişti; onu dostane ilişkiler kurulması gereken önemli bir kişi olarak
görüyorlardı. Bu yüzden bizi ramazan bayramlarında ve Hac mevsiminde ziyaret ederlerdi. Babamı ortaokul yıllarımda tutkulu bir okuyucusu olduğum günlük gazetelerine de abone etmişlerdi. Siyasetteki rütbe değişimi ve Mason bir partiyi destekledikleri için babam
gazeteye telefon açmış ve artık kendisine gazete göndermemelerini
istemişti. Ama İran’da İslam Devrimi oluncaya kadar bize gazete
Norşin’den Arizona’ya
göndermeye devam ettiler. İran devrimine olan tutkulu desteği ve
laik veya kâfir bir ülkede Cuma namazlarını kılmanın imkânsızlığına
dair aşırılığa kaçan fetvasından sonra var olan bağlar da koptu. Yeni
Asyacıların laik hükümetle hiçbir sorunu yokmuş gibi görünüyordu.
Dahası, kendilerine hiç de dostça davranmayan Türk ordusuna da
destek veriyorlardı. Tek yönlü bir bağlılıktı bu. Putlaştırdıkları liderlerine zor bir hayat yaşatan laik Kemalist kadroya muhalif olmaktansa, bir şekilde takla atmayı başarmış ve 180 derece dönmüşlerdi.
Düşmanları Komünistler ve ateistlerdi ve Papa ve Katolikler dâhil
her grup ve liderle uzlaşmaya hazırdılar.
Yeni Asya’nın ön sayfasında basılan Vehip Sinan’ın çizdiği karikatürleri çok severdim. Yeni Asyacılar, Demirel’in kendisinden bile
daha Demirelciydi. İslamcı medya Demirel’in mason olduğunu ilan
etmişti ama Yeni Asya, şişman kısa bir gövdenin üzerinde saçsız bir
kafa taşıyan komik aksanlı bu adamla aşk yaşıyordu. Hemen hemen
her gün birinci sayfanın manşetinde Demirel’in resimlerini ve sözlerini görebilirdiniz. Demirel onların markası ya da tarikat lideri gibiydi. Ne ilginçtir ki doğru ata, daha doğrusu doğru dinozora oynuyorlardı. 1924’te doğan Demirel mühendislik okumuş ve çeşitli devlet birimlerinde bürokrat olarak çalışmıştı. 1964’te, politikaya atılışından sadece iki yıl sonra, herkesi şaşırtarak paraşütle kıratın sırtına
binmiş ve AP’nin lideri olmuştu. O zamandan beri yarım yüzyıl boyunca direkt ya da dolaylı olarak hep politikanın içinde olmuştur ve
hâlâ aktiftir. İşte size Demirel’in, efsanevi siyasi liderin, kısa hayat
hikâyesi.
“30 yaşında genel müdür, 40 yaşında önce parti genel başkanı, sonra başbakan olmuş; 12 seneye yaklaşan başbakanlık görevinde, Türkiye'nin kalkınması ve gelişmesine büyük
hizmetlerde bulunmuştur. Türkiye'nin en genç genel müdürü, en genç başbakanı ve İsmet İnönü'den sonra en uzun
başbakanlık yapmış kişisidir. 6 dönem Isparta Milletvekilliği yapmış, 7 sene yasaklı kalmış, 6 defa hükümetten gitmiş,
7 defa hükümet kurmuştur.” (www.biyografi.net)
Yeni Asya’nın Demirel’e olan desteğinin gerekçesi Makyavelci ve
sembiyotikti4. Demirel’i ve partisini kullanmaya çalışıyorlardı ve
Demirel de onları gönüllü propaganda makinesi olarak kullanıyordu.
Birbirlerine yakışıyorlardı. Seçim öncesi broşürlerinden birinde putlaştırdıkları liderlerinin ağzından Demirel’le ilgili aptalca bir övgü
4
Sembiyotik: ortakyaşama ile ilgili (Ç.N.)
119
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
uydurmuşlardı. Görgü tanıklarından birinin bildirdiğine göre, Said
Nursi bir keresinde demiş ki, “Ispartalı bir adam çıkacak: Eğer İslam’ı savunursa şereflidir; tersi durumda şerefsiz…” Mükemmel bir
totoloji! Ancak bu uyduruk rivayete kuyruklu başka rivayetler de eklendi. Bir görgü tanığına göre Said Nursi, Demirel çocukken başını
okşamış ve bir medyum gibi, “Bu çocuk büyünce İslam’ın güçlü bir
sözcüsü olacak” demiş. Yalan ve palavra rivayetlerini din edinenlerden böylesi tutarlı rivayetler beklenir. Kısa sürede iftira üretmede de
uzman oldular. Hiç içki içmeyen MSP lideri Korkut Özal’ın fotoğraflarını montajlayarak onu içki içerken bile gösterdiler. Kısacası Risalecilerin Yeni Asya grubu, baş düşmanları Marks’ın din tanımını
doğrulamak için elinden geleni yapıyordu. Demirel’e çok iyi hizmet
ettiler. 1977 seçimlerinde yaptıkları yayınlar ve lobi faaliyetleri
MSP’ye büyük zarar vermişti.
Köşe yazarlarından biri Ahmet Şahin idi. Muhammed’in sahabeleriyle
ilgili uydurulmuş ve her birinden birer melek olarak bahsedildiği öyküleri okumaktan büyük zevk alırdım. O vakitler, anlattıkları hikâyelerle politikayla olan kirli ilişkilerinin çelişkisini göremiyordum. Müslüman bir genç olarak iki hedefim vardı: “Hz. Muhammed (SAV)’in
sahabelerinin atlarının burnuna girmiş toz zerreleri kadar” (NFK) değerli olmak; aynı zamanda çizgi film kahramanlarım kovboy Tommiks, Steel Blake, avcı yerleşimci Kaptan Swing ve komik kovboy
Red Kit gibi olmak istiyordum. Onlar da peygamberin sahabelerinden
farklı değildi. Hepsi de iyi insanlar ve mükemmel adamlardı. Hiç seks
yapmıyorlar ve kızlarla açık-saçık ilişkileri olmuyordu. Bazı farklılıklar vardı tabii, ama bu farklılıklar zihnimde o kadar da büyük değildi.
Örneğin; peygamberin sahabeleri develere biniyordu; Tommiks, atları
tercih ediyordu. Sahabelerin uzun sakalları vardı; ama Tommiks’in
yüzünde neredeyse hiç kıl yoktu. Tommiks’in en yakın dostu sakallı
ve şapka takan ayyaşın birisi olsa da ben bu negatif imgenin üzerinde
pek fazla durmuyordum. Ne yalan söyleyeyim, tabancam ve atım olmamasına rağmen kendimi Tommiks’e daha yakın hissediyordum.
Öte yandan, bir devem ve kılıcım da yoktu. Artık peygamber olmadığına göre, Muhammed’in yoldaşlarının hikâyelerinde de mucizeler
yoktu. Ama en azından oyuncak tabancam, çizmelerim ve şapkamla
Tommiks’in yaptıklarını taklit edebilirdim.
120
Yeni Asya gazetesi bir süre “Son Tanıklar” başlığı altında Said
Nursi’yi tanıyanların anılarını yayımladı. Onunla bir kez karşılaşmış
olanlar bile kahraman olarak niteleniyordu. Bunlara işportacılar, fırıncılar, terziler ve hapishane arkadaşları da dâhildi. Yazı dizisindeki
Norşin’den Arizona’ya
öyküler peygamberin sahabelerinin öykülerinden farklı değildi. Kusursuz ve idealist bir kuşağın üyeleri olarak resmediliyorlardı. Abartı
dolu övgüler sınır tanımıyordu. Ancak, “talebeler” ve “yoldaşlar”
arasındaki kişisel kavgalar ve sürtüşmeler kurnaz bir şekilde halktan
saklanıyordu. Ebu Hureyre, Muaviye ve Mervan’la birlikte onların
kurbanları Ayşe, Ali, Hasan ve Hüseyin’e kutsal insanlar muamelesi
yapan Sünni tarihini taklit ediyorlardı.
Lisede öğrenciyken, Nurcular tarikatının üyeleri otuz veya kırk kişilik gruplar halinde tatil günlerinde evimize ziyarete gelirlerdi. Kamyon ve minibüslerle gelirlerdi ve hepsi de erkekti. Aralarında bir tane
bile kadın göremezdiniz. Muhtemelen dünyada kadını yaratan Yaratıcı'larının hatasını düzeltmeye çalışıyorlardı bilinçaltı dürtüleriyle.
Kadın, tarikatlarında bela anlamına geliyordu ve bu yüzden Katoliklerin bekârlık yeminini bir ibadet gibi benimsemişlerdi. O erkeklerin
hepsinin bekâr olduğunu ve ömürleri boyunca kendilerini kadınsız
bir hayata adadıklarını biliyorum. Bu durum; dırdırcı kadınlardan,
ağlayan bebeklerden, çocuk bezi değiştirmekten, geçim derdinden
ve boşanma davalarından özgür olma anlamına geliyordu. Savaşlar,
mahkemeler, sürgünler, hapishaneler arasında çok yoğun bir yaşam
süren ve bu yüzden evlenmeye fırsat bulamayan rol model tarikat
liderleri Said Nursi’nin izinden gidiyorlardı. Çoğunun o kadar macera yaşama şansı yoktu, bu sebeple mümkün olduğunca kutsal kahramanlarını taklit etmeye çabalıyorlardı. Kılık kıyafet tarzını bile aynen uyguluyorlar, sakal bırakmıyorlardı. Tabii bu da Muhammed
gibi yaparak sakal bırakmalarını isteyen hatta zorunlu tutan mezhep
öğretileriyle çelişmekteydi. Kılsız yüzleri sonra fark edilmeden hükümet birimlerine sızmalarına yardım edecekti. Çok geçmeden tektip olmaya başladılar. Hepsinin aynı tarz bıyıkları, saçları, elbiseleri
ve hatta aynı tarz duruşları vardı. Siz bisikletle gezen takım elbise
girmiş Mormon misyoneri gördünüz mü? Ya da sinagog şapkası takmış bir Ortodoks Yahudi? Özdeş robotlar gibiydiler. Bir Nurcuyu
binlerce kişi içinde hemen fark edebilirdiniz.
Bireyler olarak bütün Nurcular dürüst, barışçıl, kibar ve eğitimli insanlardı. Dini ve siyasi duruşumuz birbiriyle bağdaşmıyor olmasına
rağmen, çoğunu, özellikle de piyade konumundakileri güvenilir bulurum.
Sardalya balıkları gibi odamızı doldurur ve hep birlikte Yeniçeri
marşını söylerlerdi. Dil dâhil birçok sebepten ötürü Osmanlı zamanına özlem duyuyorlardı. Ama hiçbirinin kavga etmeye ne isteği ne
121
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
de kavgayla geçen bir geçmişi vardı. Hiçbirinin ne tabancası, ne kılıcı, ne de karate eğitimi vardı. Haçlı Marşları söyleyen Budist rahipleri veya kavak ağacının dallarında geçirdikleri günleri yad eden
balıklar gibiydiler. Said Nursi’nin kitapları Osmanlıca, yani yüzde
kırk Arapça, yüzde kırk Farsça ve yüzde yirmi Türkçe yazılmıştı. Ne
güzel günlerdi o günler! Müzik ve şarkılardan mahrum olan evimizde o marşları dinleyerek heyecanlanıyor ve mutlu oluyorduk.
Ceddin deden, neslin babaaaaaaaaaan…
En sevdiğimiz marş 28 dizeden oluşan “Hak Yol İslam Yazacağız”
marşıydı. Bu sloganı kuşların göz bebeğine bile yazacaktık. Tabii ki
böyle bir eylemin kuşların gözlerini kör etmek olacağını düşünemiyorduk. Bu eğer bir mecazsa, kuşlar zaten yaradılışları itibariyle Allah’ın işaretlerini taşıdığı için, kötü bir benzetmeydi. İster bir mecaz
olsun ister gerçek anlamda olsun marşın bazı sorunları vardı. Ama o
kadar düşünce çok fazla enerjiye gereksinim duyardı. Hiçbirimizin
gücü buna yetmezdi. Sloganı aya, güneşe ve yıldızlara da yazacaktık. Güneş ve ay iyiydi. Kimse bizi sözümüzü tutma ya da tutmama
konusunda suçlayamazdı. Ancak en cüretkâr ve ciddi olanı, onu
“kâfirin heykeline” -yani Atatürk’ün- yazacak olmamızdı. Ama
bunu aklınızdan bile geçirmeyin, bu niyetinizle yüksek sesli bir
övünmeniz bile hakkınızda dava açılmasına ve hapishaneyi boylamanıza ve alnınızda ömür boyu taşıyacağınız “fanatik gerici” yaftasını taşımanıza sebep olur.
HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ
Kör dünyanın göbeğine
Hak yol İslam yazacağız...
Kuşların gözbebeğine
Hak yol İslam yazacağız...
Yola, ağaca, pınara
Esen yele, yağan kara
Yağmur yüklü bulutlara
Hak yol İslam yazacağız...
122
Askerlerin miğferine
Kağnıların tekerine
Keferenin heykeline
Hak yol İslam yazacağız...
Keferenin heykeline
Hak yol İslam yazacağız...
Norşin’den Arizona’ya
Yeni Asya’nın kurucusu Mehmet Kutlular arada bir ziyaretimize gelirdi. Babamdan daha çok konuşan birkaç ziyaretçimizden bir tanesiydi. Bir ortaokul öğrencisi olarak babamla konuşmalarını dinlerdim ve sözünü keser onları Milli Nizam Partisi’ne karşı masonlarla
işbirliği yapmakla suçlardım. Babam, siyaset üstü pozisyonunu tedrici olarak terk ediyor ve Adalet Partisi’nin rakibi Milli Nizam Partisi’ne ve sonra da onun devamı niteliğindeki Milli Selamet Partisi’ne desteğini açıklıyordu. Babam benim, bu kibirli ve dırdırcı
adama karşı yaptığım çocukça çıkışlardan zevk alıyordu. Adalet Partisi’nin kıratına bindiği anlardan biriydi yine. Babam ve Mehmet
Kutlular sandalyelerde, ben de ayaklarının dibinde onlarla bir eşit
kenar üçgen oluşturacak şekilde, çenemi havaya 20-30 derece kaldırmış vaziyette oturuyordum. Propagandalarına daha fazla dayanamıyor ve suçlamalar ve yorumlarla sık sık konuşmasını kesiyordum.
Daha fazla dayanamadı ve babamla konuşmasını kesip göğsü ileride
ayağa kalktı. Sakalsız ve şapkasız bir Sam Amca gibi işaret parmağıyla yukardan aşağı beni gösterdi. Çenem 40-50 derece açıyla havada adamın dudaklarını endişeyle izlerken o bariton bir sesle,
“Edipler edepli olmalı!” diyerek, beni azarladı. Tarikat lideri Said
Nursi’nin sözlerini tekrarlıyordu. Bir an için dut yemiş bülbüle döndüm; çok şaşırmıştım. Bana Edip ismini verip böyle ucuz bir benzetmenin hedefi haline getiren babama o an için biraz da olsa kızıp kızmadığımı hatırlamıyorum.
Edip olan ismim, kafiye okuyla bana saldırmalarını kolaylaştırmıştı.
Kafiye okları hedefi ıskalamış olsa da (o zamanlar henüz bir edip
değildim) kafiye oklarının çıkardığı vızıltı dinleyenlerde hayranlık
uyandırıyordu. Adımın yazılışı sebebiyle arkadaşlarım ve hatta yabancılar bile Adana’da pide yemeye gitmemi isteme konusunda kendilerini özgür hissediyorlardı (EyedipadanadapideyE). Bu dırdırcı
yaşlı dindar adamın makul itirazıma karşı savunması bu kadardı.
“Edipler edepli olmalı.” Nurcular hoş insanlardı. Ama liderleri Said
Nursi’yi ve abilerini mukallitçe ve müritçe izledikleri için aynı zamanda boş insanlardı.
Sonradan siyasete girip, gırtlaklarına kadar siyasetin pisliğine gömülmüş olmalarına rağmen; Yeni Asyacılar demokrasi ve özgürlüğe
ilgi duyan entelektüel bir gruptu. Sloganı “Asya’nın bahtının miftahı
meşveret ve şuradır” olan bu grup, modern dünyayı kabulü açısından
diğer Sünni gruplardan epey ilerideydi. Maalesef iyi niyetli birçok
insanın umutlarını ve işlerini Adalet Partisi’nin propagandalarına
ipotekleyerek boşa çıkardılar. Sonraları mitoz bölünmeye uğradılar
123
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve bazı gruplar yok oldu, bazılarıysa değişerek hayatta kaldı. Hekimoğlu İsmail takma adıyla yazan popüler yazarları, MSP’ye yaptıkları aşırı muhalefetten dolayı gruptan ayrılınca, yeni büyük bir grup
ortaya çıktı. Hekimoğlu, daha doğrusu Ömer, Mısır Müslüman Kardeşlerinin bir üyesi olan barışsever bir Müslüman’ın öyküsünü anlatan bir roman yazınca, çok satan yazarlardan birisi oldu. Sonra kendi
yayınevini kurarak Sur isminde haftalık bir dergi çıkarmaya başladı.
Yeni Asya’dan doğan Zafer grubunun ortaya çıkışı da hemen hemen
aynı zamanlara denk geldi.
Zafer, çok kişilikli bir dergiydi. Bazı sayfaları veya makaleleri Bilim
ve Teknik dergisine benzerken, diğer bazı sayfalarıysa boyalı basınla
rekabet edecek türdendi. Böyle şizofreni dergilere Hıristiyan Evanjeliklerin ve Yahova Şahitlerinin bastıkları arasında da rastlayabilirsiniz. Aynı genetik bozukluk onlarda da vardır. Dergi sanki birbirinden bağımsız iki ayrı grup tarafından hazırlanıyordu. Şizofrenikti.
Bir ara, Zafer, aya ilk ayak basan insan Neil Armstrong’un Müslüman olduğunu müjdeledi. Pakistan’daki Sünni bir kaynak tarafından
ortaya atılan bu aptalca haberin üstüne hemen atlayıvermişlerdi. Meraklı bir ortaokul öğrencisinin yapacağı bir araştırma bu haberden
şüphe etmek ve onu kale almamak için yeterli olurdu. Her şeyden
önce eğer böyle bir şey olsaydı, bu haberi kuytu bir köşenin belirsiz
bir kaynağından duymazdınız. Lakin Zafer dergisinin editörleri ve
yayıncıları oltayı zoka, yem ve misinayla beraber yutmuştu.
Dahası, yuttuklarını sindirmişlerdi. Haklı karşı çıkışları ve eleştirileri dinlememişler, birçok dindarın davrandığı gibi davranmışlardı:
beyinlerini kapatıp yalanın ve yalancıların peşine takılmışlar ve
arada bir de “Allah, şükürler olsun ve âmin” diye bağırmışlardı. Haberi, yılın en iyi makalelerini yayımladıkları ve her yıl bastıkları
Gerçeğe Doğru kitapçığında bile yayımlamışlardı. Habere göre aya
ilk ayak basan Amerikalı Astronot Neil Amstrong, aya inişi esnasında ezan sesi duyar ve Mısır’a yaptığı bir ziyaret sırasında aynı sesi
duyunca araştırma yapar ve Müslüman olur. Müslümanlar için hoş
ama uydurma bir hikâye. Kör inanç ve budalalık kanunu, dedikodu
kanunu ve saflık kanunu gibi farklı doğa kanunu ve güçleri olan uyduruk hikâyelerin dindar yığınların evreninde sonsuz ömürleri vardır. O evrende gerçek, kişinin hayal gücünün iman gücüne oranının
karekökünün tersine eşittir. Ne yazık ki Neil’in bürosuna, hâlâ, Müslüman ülkelerden din değiştirmesiyle ilgili sorular gelmektedir.
124
Hem Sur hem de Zafer kendini, tabiatta Allah’ın varlığıyla ilgili işaretler bulma işine vermişti. Böyle yaparak William Paley’in teolojik
Norşin’den Arizona’ya
tartışmasının Müslüman versiyonunu ileri sürmüş oluyorlardı. Bazen aşırılığa kaçtıkları da oluyordu. Özellikle Zafer, ilahi işaretler
olarak salatalık ve biber resimleri yayınladıktan sonra, Sakarya’daki
ana bürosu bir manav dükkânına dönüşmüştü. Heyecana kapılan
okurların hepsi, çiftliklerinde ve manavlarda araştırma yapan mucize
avcıları olmuşlardı. Derginin muhitinden sorumlu postacı da sebzeciye dönüşmüştü. Ülkenin her yerinden bazıları çoktan çürümüş olan
sebzeler geliyordu. Bu durumu çok iyi biliyorum, çünkü bu çılgınlığın yaşandığı esnada aylık derginin kapak konusu olarak makalelerimden birisini yayımlıyorlardı. Zafer dergisinin ofisindeki masaların mucizevî karpuz, salatalık ve mantar yığınlarıyla dolu olduğunu
görünce kendi akıl sağlığımdan endişe etmeye başladım. Bir atasözü, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” der.
Yoksa ben de bu adamlar kadar çıldırmış mıydım?
Durum öyle gülünç bir hal almaya başlamıştı ki çok okunan Müslüman bir yazar olarak bu duruma itiraz etmek ve onları uyarmak konusunda kendimi sorumlu hissettim. “Zafer ve Sur Dergilerine
Uyarı” başlıklı uzun makalem radikal İslamcı aylık Girişim5 dergisinde yayımlandı. İslami dergilerde yayımlanan son makalelerimden
biriydi bu. Girişim ve okurlarının yerde ya da gökte mucize aramak
gibi bir dertleri yoktu. Daha çok, Müslümanları ilgilendiren siyasal
ve sosyal konulara yoğunlaşıyorlardı. Zafer ve Sur çalışanları çiçek
ve böcekle uğraşıyorken, Girişimciler devrim için uğraş verdiklerini
ya da en azından ülkede bir değişimin yaşanmasına sebep olacaklarını düşünüyorlardı.
Sur’un ömrü fazla uzun sürmedi; kendi kararlarıyla yayın dünyasından çekildiler. Zafer’se hâlâ çiçek koklayarak ve gülünç hikâyeler
yayımlayarak zafer rüyaları görmeye devam ediyor (bkz. www.zaferdergisi.com). Girişim, 1990 yılının sonunda bir girişimciye teslim
oldu ve yayıncısı ve editörü Mehmet Metiner de daha sonra bir radikal İslamcıdan laik bir demokrata dönüştü. Yeni Asya ise şuan otuz
yıl önce olduğundan daha da yaşlı. Asya’nın içinde bulunduğu acınası hali gördükten sonra, acaba hiç Yeni Avrupa adıyla ortaya çıkmayı düşündüler mi diye merak etmekten kendimi alamıyorum.
Şevket Eygi, Nurcu olmamasına rağmen Demirel’e hizmet etmiş
başka bir şahıstır. Türkiye’deki İslami harekete o da lekeli ve kırışık
bir sayfa eklemiştir. Babamın onunla iyi ilişkileri vardı. 1960’larda
5
Girişim Haziran-Temmuz 1986, sayfa 44-46; Ruşen Çakır’ın Ayet ve Slogan:
Türkiye’de İslami Oluşumlar adlı kitabının 8. Basımından. Sayfa 119-122, Metis
Yayınları, 1995.
125
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bugün’ü yayınlıyordu ve yanılmıyorsam babamın yazdığı birkaç
makaleyi de yayımlamıştı. (Dünkü Bugün’ün bugün yayımlanan Bugün gazetesi ile alakası yok). Amerikalı senatör McCharty’nin gazeteci versiyonuydu. Nüfusun dindar ve milliyetçi kesimine sesleniyor
ve onları komünizme karşı kışkırtıyordu. İşe masum bir davetle başlamış, okurlarına sabah namazlarını büyük gruplar halinde belli bir
camide kılmaları çağrısını yapmıştı. Camiler sabah namazlarında genellikle boş olurdu ve cemaatler de yarı uykulu emekli ve hasta insanlardan oluşurdu. Şevket’in çağrısına halk çok iyi yanıt verdi. Birkaç düzine insan görebilen büyük bir cami, binlerle dolmaya başladı.
Haftada bir kez, bir cami seçer ve onu gazetesinden duyururdu. Camiler, siyasetten meydana gelen sihirli bir bileşime sahip olmuştu. O
zaman, Şevket’in bu çağrısının o kadar da masum olmadığının farkında değildik; halkı bir sonraki safhaya hazırlıyordu.
Şevket bir kışkırtıcıydı. Ortaokul ve liseyi Fransızca eğitim veren
itibarlı bir okulda bitirmiş ve sonra siyaset bilimi okumuştu. O, camiamızda entelektüel ve dürüst bir kişilik olarak tanınırdı. Çoğumuz
gibi köylü değil, şehirliydi. Aynı zamanda bir Osmanlı hayranıydı.
Haftalık Yeni İstiklal ve sonra günlük Bugün gazetelerinde Masonlara, Yahudilere, Yahudi dönmelerine, Yunanlılara ve Marksistlere
karşı kutsal cihat ilan etmişti. O bizim kılıç yerine gazete sallayan
Don Kişot’umuzdu. Şeriatı desteklediği ve halkı kışkırttığı gerekçesiyle mahkeme tarafından mahkûm edilince, kariyeri ansızın sona
erdi. Orta Doğu’ya ve sonra altı yıl kadar kalacağı Avrupa’ya kaçmaya karar verdi.
1969 yılında, gazetesini kullanarak, sonradan Kanlı Pazar olarak bilinecek olan, ilk Müslüman solcu çatışmasının kışkırtıcısı olmuştu.
Amerikan 6. Filosu İstanbul’daydı. Solcular, Rus yanlısı gençler, öğrenci örgütleri ve işçi sendikaları aynı gün ortaklaşa bir protesto eylemi yapmayı planlamıştı. ABD ve onun dünya işlerine müdahale
etmesini kınayacaklardı. Bunu öğrenen Şevket, gazetesi vasıtasıyla
bir kampanya başlattı.
126
O vakitler ben İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciydim. Bugün’e aboneydik ve babam, babamın arkadaşları ve misafirlerimiz
vasıtasıyla siyasi sorunlar ilgimi çekiyordu. Takvimler 16 Şubat
1969’u gösteriyordu. Evden çıkmış, Beyazıt camiinin önünden geçiyordum. Meydanda büyük bir kalabalık vardı. Hangi siyasi oluşumun üyeleri olduklarını bilmiyordum. Çok geçmeden kendimi onların arasında ana caddeden boğaza doğru yürürken buldum. Gruplar
Norşin’den Arizona’ya
halinde yürüyorlardı ve her grup bir militan tarafından yönlendiriliyordu. Sarhoş bir protestocu beni biraz şaşırtmıştı; Amerikalılara söven orta yaşlı bir adamdı. Kalabalık, ana caddeden Eminönü’ne
doğru giderek köprüden Haliç’in kuzey yakasına doğru ilerledi. Tophane’ye gelince sahilde demirlemiş 6. filoyu gördük. İmparatorluk
ya da vampir karşımızdaydı işte. Avazımız çıktığı kadar “Yankee go
home! (Yankee evine dön!)” ve “Kahrolsun Amerika!” diye bağırıyor ve yuhalıyorduk. Civardaki bir inşaat alanından geçerken bir
grup “halk düşmanı”nın Taksim’de beklediğini öğrendik ve kendimizi savunmak için bulduğumuz her şeyi topladık. Herkes tuğla, taş,
sopa ne varsa kapıyordu. Ben de elime bir taş aldım.
Hayatımda kimseye öfkeyle vurmamıştım. Bu yüzden, kullanmak
zorunda kalırsam o taşla ne yapacağımı bilmiyordum. Kalabalığın
manyetik bir gücü vardı. Geri geri yürümemiz söylenseydi, ters bile
yürürdük. Gümüşsuyu Caddesi’nden Taksim meydanına doğru tırmanışa geçtik. Meydana geldiğimizde, alanın çoktan binlerce insan
tarafından doldurulduğunu ve her yerde polis beklediğini gördük.
Olacaklar hakkında hiçbir fikrim yoktu. On iki yaşındaydım ve etrafımdaki yetişkin insan vücutları yüzünden çevreyi göremiyordum.
Yanlış gruba katıldığımın bile farkında değildim. Amerikan karşıtı
sloganlarımızı söyleyerek meydana doğru ilerliyorduk.
Grubumuza öncülük eden genç, aniden pankartının tahta çerçevesini
sallayıp yere vurdu. Çerçeve kalın bir sopaya dönüşmüş ve militana
silah ve cesaret sağlamıştı. Ve böylece ileri doğru hücuma geçti. Kaç
metre ilerlediğini bilmiyorum. Bir kaosun ortasında bağıran, haykıran insan denizinde, bir meydan savaşının içinde bulmuştum kendimi. Koşan insan bedenlerinin arkada bıraktığı boşluklara sığınmak
için koşuyordum. Panikleyen ayakların altında pastırma gibi ezilmemek için düşmemeye gayret ediyordum. Sonunda Kazancı Yokuşu’ndaki apartmanlardan birinin girişinde kendime bir sığınak
buldum. Orada tek başıma durdum. Benim gibi başka korkmuş insanlar da vardı. Kapalı bir kapıya sıkışmış ve dünyanın sonu manzarasını izliyorduk. Sonra cadde birden boşaldı. Her nasılsa, on binlerce protestocu kozmik bir elektrikli süpürge tarafından emilmiş gibiydi, yok olmuşlardı. Tanıdık kıyafetler giyen ve tavırlar sergileyen
insanlar gördüm; uzun sakallı ve şalvarlı, ellerindeki sopalarla Komünist olduklarına inandıklarına vuran insanlar… “Allah Allah” ve
“Allah-u Ekber” diye kükrüyorlardı.
O anda yaptığım affedilmez hatanın farkına vardım. Yanlış gruba,
127
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
cemaatimizin düşmanı bir gruba katılmıştım. Ve sonra polisi gördüm. Komünistleri döven sakallı Müslümanlara müdahale etmiyorlardı. Aksine, Komünistler iyice dayak yiyene kadar bekliyorlar ve
sonra ambulansa alıyorlardı. Polis, suç ortağı gibi davranıyordu.
Başka tuhaf şeyler de görüyordum. Benimle aynı liseye giden ve
benden birkaç yaş büyük bir öğrenci polis tarafından götürülüyordu.
Uzun boylu ve yakışıklıydı. Kafası kanıyordu. Polise imam hatip lisesi öğrencisi olduğunu yani Komünist değil, bir Müslüman olduğunu söyleyerek yakınıyordu. Ancak, saçları uzundu. Belki de Müslüman sayılmayacak kadar düzgün giyimliydi, bakımlıydı, yakışıklıydı. O vakitler, uzun saçlı olmanız Komünist olarak etiketlenmeniz
için yeterliydi. Tipi uymuyordu. O an, kısa saçlarıma şükrettim. Babama teşekkürler…
Sonradan öğrendim ki, Şevket Eygi’nin gazeteden yaptığı çağrı üzerine anti-komünist örgütler ve çeşitli tarikatların müritleri sabah namazı için Beyazıt Camii’nde toplanmış ve sonra Taksim Meydanı’na
yürümüşler, orada konumlarını alarak Komünistleri beklemeye başlamışlardı. Taksim Meydanı’na girdiğimizde, orayı önceden dolduran insanların bizim grubun üyeleri olduğunu öğrendik. Grubumuz
o gün iki insan öldürmüş ve 200 tanesini de yaralamıştı. Ertesi gün
Bugün gazetesi şu manşeti atmıştı: “Komünistlere unutamayacakları
bir ders verdikten sonra, halk polisi ve askerleri omuzlarda taşıdı.”
Ünlü sol örgüt, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Bağımsız Türkiye başlığıyla yayınladıkları bir sayfalık ilanla Şevket’i kınadı. İlginç olan ilanlarında kullandıkları dini terimler ve hassasiyetleriydi.
Örneğin; Amerika’yı nitelerken gâvur sözcüğünü kullanmışlardı.
Gâvur kelimesi Birinci Dünya Savaşı’nda işgalci Yunan, İngiliz ve
İtalyan kuvvetlerinden bahsederken kullanılmıştı. Kanımız pahasına
gâvurları ülkemizden kovmuştuk. “Gâvurdan dost, domuzdan post
olmaz” gibi aşağılayıcı atasözlerimiz de vardı. FKF dindar değildi;
aksine Marksist ideolojinin savunuculuğunu yapıyordu. Yani sözüm
ona diyalektik materyalist bir ideolojiye sahipti. Liderlerinin ve üyelerinin çoğu ateistti. Gâvur kelimesi hem Müslüman nüfusa çekici
görünmek, hem de Müslümanların bağımsızlık mücadelesi veren bir
gruba karşı emperyalist gâvurları savunmalarındaki çelişkiyi göstermek için maksatlı olarak seçilmişti:
128
“100 binlerce işçi, köylü, genç Amerikan sömürgeciliğine
ve içimizdeki ortaklarına karşı yürüyorlar! Sömürgeci Amerikan şirketlerinin, tefecilerin, talancı tüccarların ve ağaların bekçisi zalim 6. Filo'yu istemedikleri için yürüyorlar!
Norşin’den Arizona’ya
Gavur Amerikan bayraklarının dalgalanmadığı bağımsız
Türkiye için; işsizliğin olmadığı, çalışanların haklarını aldığı bir Türkiye için yürüyorlar!
“Silahla içimize giremeyen Amerikan Gâvuru, hileyle
"dost" adı altında 35 binden fazla askeri yurdumuza soktu.
Şehit kanıyla sulanan topraklarımızın üzerinde, subaylarımızın ve erlerimizin içine giremediği 100'den fazla Amerikan askeri üssü kuruldu. Bunun yanında, karasularımıza 6.
Filo'sunu sokmaya; limanlarımızı, denizcileri için fuhuş yatağı olarak kullanmaya başladı Amerikan gâvur’u! İşsizlerimiz sokakta gezer, hastalarımız hastane bulamaz, çocuklarımız ilaçsızlıktan kırılırken; Amerikalı denizcilerin fuhuş
yapması için oteller kapatılıyor. Amerikan 6. Filo'sunun ahlaksız komutanı Amiral Charbonatt dansözün etekliğini beline takıp, yoksulluğumuzla alay edercesine göbek atıyor!
Üniforma giymiş zavallı kardeşlerimiz, işlerini iyi yapsınlar
diye soğuğun altında Amerikalıları bekliyorlar! Aldatılmış
Müslüman kardeşlerimiz, gâvur Amerikan 6. Filo'suna karşı namaz kılıp bağımsızlık yürüyüşü yapan diğer Müslüman
kardeşlerine saldırıyorlar! Müslümanlar o bayrakları kovuncaya kadar savaşırlar. Cihat, bağımsızlık isteyen kardeşlere karşı değil, sömürücü gâvur Amerika'ya karşı açılır! Hürriyetimiz, ekmeğimiz, namusumuz için gâvur Amerika'ya ve ortaklarına karşı birleşelim, dövüşelim!”
(Belgelerle FKF, Dev Genç. Cilt l. Sf.461. Nisan 1988, Ankara)
1969, 1979 arasında siyasi ve sosyal alanda önemli değişimler oldu.
Kanlı Pazar’dan yaklaşık on yıl sonra, muhtemelen hiçbir solcu militan, yukarıdaki bildiriyi liderlerinin yazıp dağıttığına inanamayacaktı. Benzer şekilde hiçbir İslamcı militan da liderlerinin ABD filosunu savunmak için kan dökülmesini haklı gösterdiğini düşünemeyecekti. Şevket, Türkiye’deki İslamcı hareket tohumlarının ekilmesine herkesten daha fazla katkı yapmış olan arkadaşı, Suudi ajanı Salih Özcan’ın yardımıyla Suudi Arabistan’a kaçmıştı. Şevket Vehhabiliğe karşı bir Sünni idi; ama Amerikancılık paydasında Vehhabi
Suudiler ile uzlaşabiliyordu.
Muhtemelen Irak’ta savaşan hiçbir Amerikan askeri bir zamanlar
Radikal İslamcılığın veya Selefi ideolojinin Amerikancılıkla ele ele
yürüdüğüne inanamazdı. O eller seksenli yıllarda Afganistan’da tokalaşacak ve CIA, Usama bin Ladin ve birçok teröristi eğiterek, El
129
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kaide ve Taliban’ın ortaya çıkmasına sebep olacaktı. Sonra El Kaide’nin tavukları gelip Amerika’da tüneyecekti. Aynı Amerika ve
CIA Saddam’la da el sıkışarak onu İran’a savaş açmak için cesaretlendirecek ve o Kürt ve Şii nüfusa karşı vahşet uygularken, gözlerini
başka tarafa çevireceklerdi. 1980’lerde Afganistan’da yaşananlar, 11
Eylül 2001’de 19 tane hava korsanı şeklinde bu defa Amerika’da
yaşanacaktı. 1980’lerde Irak’ta olanlar 90’larda Kuveyt’in işgali olarak karşımıza çıkacaktı. 1954’te İran’da yapılanlar, 1979’da molla
rejimi olarak kendini gösterecekti. Ve en çirkin yalanlar ve yanlış
bilgilendirme kampanyalarıyla haklı çıkartılmaya çalışılan Amerika’nın Irak’ı işgalinin yıkıcı etkileri, hâlâ net olarak görülmekte ve
yaşanmaktadır.
Yine aynı Amerika-UK ve İsrail üçlüsü, Suriye’de Esad rejimine
karşı silahlandırdığı grupların Suriye ve Irak’taki enkazların arasında IŞİD adı altında bir canavar olarak ortaya çıkıp dünyaya İslam
adına barbarlık dersleri vermesine katkıda bulunacaktı. Esirlerin kellesinin kesildiği, savunmasız insanların mezheplerinden veya dinlerinden dolayı kurşuna dizildiği, kadınların firavunca köleleştirildiği,
özgürlüğün ve adaletin yok edildiği, küçük çocukların ırzına geçildiği işkence, tehdit ve korku cehennemi… Dünyanın en büyük silah
üreticileri ve tüccarları olan Batı’nın doğusundaki ve güneyindeki iç
savaşlara, kaoslara ve diktatörlüklere katkıda bulunduğu ve hatta onları gizli veya açık biçimde provoke edip desteklediği bilinen bir gerçek. Neo-sömürgeciliğin malum yöntemi bu. Ancak Taliban, Hizbüşşeytan, Boko Haram, El-Şebab ve IŞİD gibi despot, kadın düşmanı, köleci barbarların ham maddesi Sünni/Şii dinlerinin şirk ve
iftira dolu öğretilerinden ve kültüründen çıkıyor. Camilerin, medreselirin yan ürünü!
Biz, Amerikan yanlısı Sünni gazetecimize geri dönelim. Şevket, birkaç Orta Doğu ülkesine gitti ama hiçbiri ona uzun süreli sığınma
hakkı vermedi. Bu yüzden Almanya’ya kaçtı ve 6 yıl orada kaldı.
Türk mahkemeleri tarafından yargılandı ve suçlu bulundu. Müslümanları kandırıp radikalleştirerek Komünistler ve Yahudilere karşı
mücadele vermeleri için kışkırtmış olmasına, gazetesinin Kanlı Pazar olaylarında başrol oynamasına ve yıllarla ifade edilen bir hapis
cezasına çarptırılmış olmasına rağmen; bildiğim kadarıyla, bir tek
gün bile hapis yatmamıştır. Birçok Türk yazar onun kadar şanslı değildi. O şanslı bir adamdı. Yoksa başka bir şey miydi?
130
1980’lerin başında Türkiye’ye geri döndüğünde büyük umutları
vardı. Liderliğini sürdüreceğini düşünüyordu. Ancak, İslamcılar
Norşin’den Arizona’ya
çoktan kendi siyasi partilerini kurmuşlardı. Milli Gazete de Şevket’in Bugün’ünün yerini almıştı. Bütün bunlar olurken Şevket’e danışılmamıştı. Acı ve kıskançlık içindeydi. Evlilikten kaçınacak kadar kendini davaya adayan Şevket, geçen yıllar boyunca zevkini çıkardığı Sünni muhafazakârların merkezi olma durumunu kaybettiğini öğrenince şok geçirdi. Aslında gençlerin çoğu onun adını bile
bilmiyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Birkaç sözcükle güneşin doğuşundan önce on binlerce insanı bir araya getirebilen, ABD 6. Filosunu Komünistlere karşı savunup, onlara kanlı bir ders veren, dini
liderler tarafından övülen ve saygı duyulan bir lider idi… Sadece 6
yılda bu kadar başarı nasıl unutuluyordu? Halk onun sesini duymak
istiyor, onun yol göstericiliğine ihtiyaç duyuyordu. Böyle düşünüyordu Şevket.
Şevket’in küçük ölçekte haftalık bir gazete çıkaracak kadar kaynağı
ve arkadaşı vardı. 64 sayfasının neredeyse tamamı tek bir adam, Şevket, tarafından yazılan yazılar, röportajlar ve öykülerle doldurulmuş
bu küçük gazetenin adı Büyük Gazete idi. Gazetede kendi ismiyle,
sahte isimlerle ve bazen de isimsiz yazılar yayınlıyordu. Fakat üslubu ve konuları o kadar tanıdıktı ki devekuşu hikâyesini anımsatıyordu. Gazetesi için hiç yazar mı bulamamıştı, yoksa egosu mu buna
izin vermemişti bilemiyorum. Her nasılsa birkaç farklı isim görebiliyorduk, ancak hepsi de Gazali gibi ölmüş Sünni din adamları idi.
Onunla aynı kafada olan biri buna “Büyük” diyebilirdi, ama hiç
kimse onu gazete olarak nitelendiremezdi. “Büyük Gazete”nin hiç
haber içermemesi bir ironidir. İçeriği eleştiri, hiciv, ağıt, keder ve
kasvetten oluşuyordu. Gazeteyi dolaylı yoldan MSP, Necmettin Erbakan ve İran devrimi eleştirisine vakfetmişti. Seyyid Kutub, Ebu
Ala al-Mawdudi, Said Hawwa, Ali Şeriati gibi kahramanlarımızın
hiçbirini beğenmiyordu. Hepsinden nefret ediyor ve onları Vehhabi
olarak nitelendiriyordu. Geleneksel Sünni İslam’ını savunuyordu.
Okurlarının çoğu mezhepsel ve düşmanca üslubunu protesto etti ve
Büyük Gazete çok geçmeden küçülüp kayboldu.
Ne Şevket ne de fikirleri 1980’ler ve ötesine ait değildi. Yarı Osmanlı, yarı Avrupalı şizofrenik bir entelektüeldi. Yüreği Osmanlı
ama üslubu ve tavırları Avrupalıydı. Birkaç yıl içinde zihniyeti gibi
üslubu da eskiyip bayatladı. Modern Müslümanlar artık Komünistleri bir numaralı tehdit olarak görmüyorlardı. Komünizm korkusunun yerini Amerika korkusu almıştı. Amerikan yanlısı hükümet polisi olmaya gönüllü olmak, yerini, siyasete katılıp sistemi içeriden
şekillendirme umudu ve tutkusuna bırakmıştı. Komünist ve faşist
üreten yanlış bir sistemdi bu. Rusya’nın Afganistan’ı işgali bile
131
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ABD’ye olan tavrımızı değiştirmemişti. Amerika’yı da Rusya’yı da
güvenilmez, saldırgan ve şiddet yanlısı emperyalist güçler olarak eşit
biçimde reddediyorduk.
Müslüman gençler Şevket’e küsmüşler ve onu Amerikan emperyalizminin ajanı olarak görmeye başlamışlardı. Ben de o gençler arasındaydım; ama kardeşim Nedim sıkı bir Şevket hayranıydı. Onun
“Büyük Gazete”sine aşık idi. Her kelimesini okur ve bir dahaki sayısını sabırsızlıkla beklerdi. Ailenin diğer üyeleri tam tersini düşünürdü. Biz, abartılı ümit ve zafer yazılarıyla dolu MSP’nin Milli Gazete’sini dört gözle beklerdik. Mahallemizde Milli Gazete’yi Fatih
Camisi’nden görme engelli bir adam satardı. Topkapı’daki merkezinde basılır ve sabah baskısı bir gece önceden piyasaya sürülürdü.
Görme engelli, gazeteyi yatsı namazından önce satmaya başlardı.
Partimizin gelişimine ve siyasi konulara fazlasıyla daldığımız için
sabaha kadar bekleyemezdik. Bu yüzden namaz kılmak için olmasa
bile Fatih Camii’ne gider ve yarının Milli Gazete’sini alırdık. Seçim
dönemlerinde bu ritüel daha çekici ve eğlenceli olurdu.
Kardeşim Nedim’le ateşli tartışmalar yapardım. Nasıl o kadar zalim
olabiliyordum! Siyasetle kendinden geçmiş bir ailenin tek muhalif
sesiydi o. Babam ve tüm aile dostlarımız bizim tarafımızdaydı. Nedim’i İslami hareketimize ihanet etmekle suçluyordum. Kahramanı
Şevket’le tam olarak aynı argümanları kullanıyordu. Necmettin ve
etrafındakilerin hepsi yeteneksiz yalancılar takımıydı ve siyasi çıkarları için dini sömürüyorlardı. Davamıza ve liderimize açıkça ihanet eden bir kardeşe sahip olmak canımı sıkıyordu. Necmettin ve arkadaşları ile ilgili eleştirilerinde derinlerde bir yerde haklılık buluyor
olmama rağmen, İslam devrimini temel gayeleri yapmayan duruşları
hoşuma gitmiyordu. Özellikle de İran’daki parlak zaferimize olan
düşmanlıklarını hoş göremiyordum. Nedim, daha sonra Şevket’le
şahsen de tanıştı. Her hafta sonu Cağaloğlu’ndaki ofisinde onu ziyaret etmek için birkaç kilometre yol yürüyordu. Fikir arenasında yalnızlıktan bunalan Şevket, şikâyetlerini ve iyimserliğini iletebileceği
bir mürit bulmuştu.
Babam ise daha da marjinalleşmişti. Şevket Eygi ve Nurcularla tam
ters bir istikamete çekilmişti. Siyasi pozisyonu öyle hale gelmişti ki
artık radyoaktif sayılırdı. İran’daki İslam Devrimi’nden sonra ziyadesiyle paranoyaklaşan ve öyle bir niyetin küçük bir işaretine bile
tahammülü olmayan Türk hükümetine karşı savaş ilan etmişti. Bu
öyküye ilerleyen sayfalarda kendi hikâyemle birlikte devam edeceğim.
132
Norşin’den Arizona’ya
4
“Sıkıysa Yaklaş!”
Babamın bilgiye merakı sadece dinle sınırlı değildi. Bilime ve matematiğe ilgi duyar, bulmacalar toplar ve defterine Arapça olarak ilgi
çekici bilimsel gerçekleri yazardı. Arada bir defterini açıp bize sorular sorar ve doğru cevabı bilirsek ödüllendirirdi:
1’den 100’e kadar yazarken 9 rakamını kaç defa kullanırsınız?
Karanlık bir odada bir çekmecede 7 tane beyaz ve 7 tane de siyah
çorap olduğunu düşünün. Görmeden aynı renkte çorap çiftleri
bulmanız isteniyor. Aynı renkte en az 1 çift çorap bulduğunuzdan
emin olmak için çekmeceden en az kaç sayıda çorap almış olmalısınız?
Bir grup insan bir bahçede elma topluyor. Birinci kişi 1, ikinci 2,
üçüncü 3 elma topluyor. Herkes kendinden öncekinden 1 fazla
elma topluyor. Sonunda herkes elmalarını bir sepete koyuyor ve
eşit olarak paylaşıyorlar. Her birine 10 elma düşüyor. Paylaşmadan önce sepette kaç elma vardı ve grup kaç kişiden oluşmaktaydı?
Hangi rakam 7, 8 veya 9’a bölündüğünde kalan daima 5’tir.
Bir havuz 4 saat süreyle akan bir çeşme tarafından dolduruluyor.
Boşaltma kapağı açılınca havuz 6 saatte boşalıyor. Hem çeşme
hem de boşaltma kapağı açık tutulursa, havuz kaç saatte dolar?
D O N A L D + G E R A L D = R O B E R T ve D = 5’tir. Her
bir harf 0’dan 9’a farklı bir rakamı temsil ettiğine göre, her bir
harfin rakamsal değeri nedir?
1’den 9’a kadar olan rakamları 3 çarpı 3 karelerden meydana gelen bir tabloya öyle yerleştirin ki çapraz, dikey ve yatay rakamların toplamı aynı olsun.
Bu şekilde büyümek çocukluğumuzdan itibaren entelektüel genlerimizi harekete geçirmiş ve bilimsel araştırmaya ilgi duymamızı sağlamıştı. Lakin babam eğitimim için dini liderler yetiştiren bir okul
seçmişti. Birçok dindar aile, güvenli bir eğitim ortamı sağladığını
düşünerek çocuklarını İmam Hatip okullarına gönderirdi. Bu okuldaki öğrenciler modernizmin ahlaksızlıklarından korunur, normal
derslerin yanında dinlerini de öğrenirler ve onlardan eğitimlerine
133
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Yüksek İmam Enstitüsü veya İlahiyat Fakültelerinde devam etmeleri
beklenirdi.
Sekiz yıl boyunca Fatih’in Çarşamba semtinde bulunan İstanbul
İmam Hatip Okulu’na gittim. Okul günlerimiz oldukça uzundu ve
buna ilaveten Cumartesi günleri de yarım gün okula giderdik. Okulumuz laik elit tarafından dar görüşlü olarak algılanırdı. Şu an binlerce sayıda olan bu okullar, laik devletin din eğitimini gözetim ve
kontrol altında tutma siyasasının bir parçasıydı. Devlet İHO (sonradan İHL oldular) mezunlarını medrese mezunlarına tercih ettiği için
çekiciliğini yitiren gayri resmi dini okulların rakibi konumundaydık.
Süleymancılar Tarikatı’na mensup olanlar bu yüzden bize hayli içerlemişlerdi. İşlerini ellerinden alıyorduk. Tarikatlarının kurucusunu
Mehdi olarak nitelendirdikleri için biz Deccalın ordusuyduk. Bize
İmam Hatip yerine İmam Hatap diyorlardı. Hatip gibi hatap da
Arapça bir kelimeydi ve odun anlamına geliyordu. Bir sesli harfte
yaptıkları küçük bir oynamayla, bizi hatip’ten odun’a dönüştürmüşlerdi. Odun beyinli dini liderler yetiştiren bir okulda öğrenciydim.
Lakin ileride bir mürtet olacak ve kömüre dönüşecektim.
İlk yıl sınıfta kaldım. Her gün okuldan eve yaklaşık 3 km yürüyor,
07.30’da derse başlıyor ve aşırı kalabalık sınıflarda 6 veya 7 ders
görüyordum. Allah’tan hapishanede geçirdiğim, sıkıntı içinde olduğum, aforoz edildiğim ve göçmen olduğum yıllar boyunca kaybettiğim kişisel belgeler arasında 1974 – 75 eğitim öğretim yılında bu
okuldan aldığım son karnem yoktu. O yıl toplamda haftada 33 saat
yapan 18 farklı ders görüyordum. Evet, haftada 18 farklı ders. Felsefe dersi haricinde bir pedagoji rezaleti… Son yılımızda kozmoloji
haricinde fen ve matematik derslerimiz yoktu. Aşağıda son yılımda
bu okuldan aldığım karneyi göreceksiniz, o zamanlar şimdikinin tersine 5’lik değil 10’luk not sistemi vardı:
Dersler
Kuran
Kuran Tefsiri
Hadis
Kelam
Fıkıh
Arapça
Farsça
Edebiyat
134
Haftalık ders
saati
1
1
2
1
1
5
2
3
Notu
3 (ikmal)
5
8
6
10
8
9
5
Norşin’den Arizona’ya
Kompozisyon
Tarih
Coğrafya
Dinler Tarihi
Din Psikolojisi
Felsefe
Kozmoloji
Yabancı Dil
Beden Eğitimi
Milli Güvenlik
1
1
1
1
1
6
1
2
1
2
6
6
6
8
7
6
8
9
8
8
Sınıf birincisi olmasam da daima yüzde onda yer alırdım. İyi bir iş
ahlakım vardı. Ancak bazı öğretmenler ceplerinden para harcıyormuşçasına notlarında çok cimriydiler. Bazıları not defterlerine 8’den
yüksek not yazmazdı. Bu yüzden notlarım o kadar yüksek değildi.
30 yıl sonra bu karnenin hakkımda yanlış kehanetler içerdiğini görüyorum. Kuran ezberleme dersinden sınıfta kalmıştım, ama Kuran’ın ömür boyu öğrencisi oldum; onu önce Türkçeye sonra da İngilizceye çevirdim. Her iki çevirinin de ilahiyat bilimine önemli katkıları oldu. Sınıfın önünde hatalarını düzeltmemem konusunda yalvaran öğretmenimden çok daha iyi bilmeme rağmen, Arapçadan 8
almıştım. Muhtemelen 2 puanı onu herkesin içinde utandırdığım için
kırmıştı. Yıllar sonra Türkiye’de çok satan yazarlardan biri olacaktım ve Arizona Üniversitesi’ndeki ilk yılımda yazdığım bir kompozisyon, rhetorik alanında ödül alacak ve sonraki yıl da ders kitabında
basılacaktı; ama edebiyat ve kompozisyon derslerinden kıl payı geçmiştim. Aynı yanlış kehanet felsefe için de geçerli. On yıllar sonra
felsefe bölümünü onur derecesiyle bitirecek, birkaç yıl daha felsefe
okuduktan sonra hukuk doktorası alıp felsefe profesörü olacaktım.
Karnemde yer almayan matematik ve fen derslerine gelince, hayatım
boyunca bu iki disiplinin de hayranı oldum. Matematik problemleriyle ilgilenmek ve matematik bulmacaları çözmek en büyük hobimdir ve Scientific Americana’nın ve ortaokul yıllarımdan beri teknik
olmayan bilim dergilerinin tutkulu bir okuyucusuyumdur.
Lakin o yıllarda Farsça benim için bir anomaliydi ve hâlâ da öyle
olmaya devam etmektedir. Okulum bir batı dili (İngilizce veya Almanca) ve Arapça’ya ek olarak Farsça da öğreten tek Türk okuluydu.
Kürtçe ana dilimdi; unutmamalıydım. Türkçe yaşadığım ülkenin diliydi, öğrenmeliydim. Arapça dinimin kitabı olan Kuran'ın diliydi,
öğrensem iyi olurdu. İngilizce modern dünyanın diliydi; öğrensem
135
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
iyi olurdu. Ama Farsça? Bu beşinci dili öğrenmem için pek bir sebep
bulamıyordum. Farsçayı niye öğrendiğimi 15 yıl kadar tam anlamıyla bilmeyecektim. Ta ki evleneceğim kızla tanışıncaya kadar…
Eşim İranlı idi ve kayınlarım aralarında Farsça konuşurlardı.
Milli Güvenlik dersineyse bir albay gelirdi. Her nasılsa, bir askerin
omzundaki hilâl ve yıldızların sayısından rütbesini tanımak, göğsünde taşıdığı madalyaların anlamını ve ismini bilmek önemli milli
güvenlik konuları idi! Sonra bu sözde milli güvenliğin kişisel güvenliğimle rekabet halinde olduğunu öğrenecektim.
Öğretmenlerimizin bazıları melek, bazıları şizofren ve bazıları da
düpedüz psikopattı. Okul dışında pek az sosyal yaşantım vardı. Ödev
yapmak ve sınavlara hazırlanmak için saatlerimi veriyordum. Ama
yine de birkaç arkadaşım vardı ve bazı sosyal faaliyetlere katılabiliyordum.
İmam Hatip yıllarında, ileride bir gün profesyonel bir aktör ve TV
şov programı sunucusu olacak olan Hüseyin Goncagül, yurdun salonunda Biz Bize adlı bir programla her cumartesi gecesi bizi eğlendirmeye gelirdi. Hüseyin sarı sakalları, mavi gözleri ve uzun saçları
olan yakışıklı bir adamdı. Çok zeki ve komikti. Ciddi bir tutum sergilemeye çağıran atmosfere rağmen, bize ağız dolusu kahkaha attırabilen olağanüstü yetenekli bir aktördü. Müstehcen bir dil kullanarak insanları güldürmeye çalışan ucuz komedyenlerden değildi; normalin üzerinde bir din bilgisi olan oldukça eğitimli biriydi. Mizah
duygusu ve bunu insanlarla iletişiminde kullanımı o kadar inceydi ki
cenazelerde bile insanları güldürebilirdi.
136
Onunla bir namaz vakti Eminönü Camisi’nde karşılaştığımız anı hiç
unutmuyorum. Yayalar ve arabaların hareket halindeyken birbirine
karıştığı en yoğun caddelerin kesiştiği bir yerde... Gün içinde her saati binlerce yaya caminin yanından, özellikle de doğu kapısının yanından geçerdi. Ana otobüs durakları, vapur iskeleleri, sokak satıcıları ve Haliç’in iki yakasını birbirine bağlayan bir köprü vardı. Tarihi
binanın doğu ve batı yakaları arasında onu kalabalık caddelerden koruyan bir duvar yoktu. Caminin doğu kapısı yaklaşık 4,5 metre boyundaydı. Yerde, önünde betondan tabureler olan yaklaşık bir düzine çeşme sıralanmıştı. Abdestimizi orada alırdık. Caminin doğu
girişinden yukarı mermer merdivenlerden tırmanırdık. Orada, abdest
alırken kolaylık olsun diye takunyalar giyerdik. Hüseyin ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı ve yüksek topuklu takunyalarını giydi.
Ben de aynısını yaptım. O hantal ve gürültücü takunyalarla mermer
merdivenlerden aşağı inmek, içindeki çocuğu gıdıklamıştı. Caminin
Norşin’den Arizona’ya
girişinden düzinelerce mermer merdivenden aşağı kaymak suretiyle
takunyaları bir kaykay gibi kullanmaya başladı. Kalabalığa karşı girişilen tek kişilik bir isyan gibiydi bu. Camiler çocukların bile yetişkin gibi davranmasının beklendiği ciddi yerlerdir. İnsanlar camiye
çoğunlukla haftada bir kez ve en çok da bayram namazlarında gider.
Camide veya bir cami yakınında insanların sessiz ve saygılı olması
beklenir. Hüseyin, birkaç saniyeliğine bütün bu kuralları altüst etmişti. Yayaların kafalarını birden bize çevirip korku ve şok içinde
onu izlemelerini unutamıyorum. Büyük bir gürültüyle caminin mermer merdivenlerinden aşağı kayan kişi çocuk değil, sakallı bir yetişkindi. Muhtemelen dindar olmayanlar bile bu soytarıya verilecek bir
cezayı alkışla karşılardı.
Hüseyin; İstanbul Kültür Merkezi’nde çocuk tiyatrosunda aktör olarak çalışırken Taksim Meydanı’nda yeni yapılan modern bir binadaki gösterisini izlemem için bana bir davetiye vermişti. Bana, o zamanlar İslam devrimi bir yana, dini hiçbir ifadeye hoşgörüsü olmayan laik bir belediye başkanı tarafından yönetilen bir tiyatrodaki
oyunda İslam devrimine destek verdiğini anlatmıştı. Ona inanmamıştım. Öyle yapsaydı işine hemen son verirlerdi. Şovunu izlemem
için böyle söylediğini zannediyordum. Davetiyesini aldım ve sözümü tuttum. Ön sıradaki koltuklardan birine oturdum ve ilkokul çocukları, velileri ve öğretmenleriyle birlikte oyunu izlemeye koyuldum. Endişe içinde yozlaşmış hükümetin kültür merkezinde, sevgili
devrimimizin propagandasını izlemeyi bekliyordum. Dostumun rolü
bana göre utanç vericiydi; bir muhalif, yazar, aktivist veya yargıcı
oynamıyordu. Renkli şapkası, gömleği ve eteği olan bir barmendi.
Elinde bir şişe şarap, koroyla birlikte dans ediyor ve şarkı söylüyordu. Ancak, arada bir zıplıyor ve sadece eğitimli kulakların duyabileceği bir kelimeyi haykırıyordu. Şarkıya gizlice Humeyni kelimesini sokuyordu. Şanlı İslam Devrimi’nin lideri, gizli bir şekilde, gösterişçi bir barmen tarafından kutlanıyordu. Eğer bunu İran’da yapsaydı, büyük Ayetullah’a hakaret ettiği için asılırdı. Hüseyin’le yollarımız hapishanede ve sonra da Kınalıada’daki “Yahudi azınlığa
saldırı”mızda kesişecekti. Bu öyküyü sonra anlatacağım.
***
Süleymaniye Camisi’nin imamıyken, sonradan İslamcı mollaların
militanına dönüşecek olan Ali Rıza Demircan, Biz Bize gecelerinin
başka bir yıldız öğrencisi oldu. Adını son olarak “Seks ve İslam” adlı
sürpriz bir kitapla duyurmuş olması bir ironidir. Taliban benzeri bir
mücahit olarak tanınan kötü şöhretini, romantik bir seks eğitimcisine
137
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
çevirmek için kasten mi yazmıştı o kitabı?! Ancak kitabının yayımından sonra laik medyanın ve eğlence dergilerinin en çok aradığı
ünlü haline gelmişti. Dinin seksle karıştırılması laikleri sarhoş eden
ve yeni bulunan bir kokteyl olmuştu. Geleneksel kaynaklardan seçilmiş tuhaf hikâyeler onlar için bir eğlence olmuştu. Bu hikâyeler ülkenin en radikal vaizlerinden birinin büyüteci altında ayrıntılarıyla
incelenmişti.
Sakallı ve tıknaz Ali Rıza teokratik bir devrim yönünde gençliğe telkinler veren bir imamdan, seksi bir takla atarak, neredeyse bir gecede günahtan arınmış bir seks eğitimcisine dönüşmüştü. Dindarlara
temiz bir seksin nasıl yapılacağına ve hatta bu seks yoluyla nasıl
daha çok sevap kazanacaklarına dair eğitimler vererek, hem şöhretini hem de zenginliğini artırmıştı.
Geçmişte de palavracılar Muhammed’in ölümünden sonra, benzer
nedenlerle, binlerce hadis uydurdular. Dedikodu derlemelerinde
Muhammed’in 9 yaşındaki Ayşe ile evlendiğini bile ileri sürdüler.
Hatta nikâhın Ayşe 6 yaşındayken kıyıldığı iftirasını uydurdular. Bu
masal, Muhammed ve Ayşe’nin bu dünyadan ayrılışından yüzlerce
yıl sonra uydurulmuştu. Bu masalın güvenirliliğine karşı çıkan oldukça fazla delilimiz var. Konuyla ilgili bazı ayrıntıları Quran: a
Reformist Translation (Reformist Kuran Çevirisi) isimli kitabın dipnotlarında tartışmaya açtım. Bu konuda meslektaşım Dr. T. O. Shanavas’ın, baş editörlerinden biri olduğum ve Türkiye’de “Müslüman
Reformcular” adıyla basılan kitaptaki makalesini okumanızı öneriyorum. Ayşe’nin yaşının gerçekte olduğundan çok daha küçük gösterildiği konusunda hiçbir şüphe yoktur. O halde bunun gerekçesi
neydi? Ayşe’nin yaşının ya kendisi ya mürşidinin veya sultanının
sapık cinsel arzularını haklı çıkarmaya çalışan sübyancı bir din
adamı tarafından kasten küçük gösterildiğinden eminim diyebilirim.
Sübyancılığı normalleştirmek için bundan daha iyi bir masal bulunamazdı.
Nitekim, Kuran’a hadis ve sünnet öğretilerini ortak koşan sapık din
adamları inanılmaz bir iştahla seks fantezilerini Allah’a ve elçisine
yakıştırmaya devam ediyorlar. Sınırsız cariyeyle seks alemlerini,
ölülerle seks yapmayı, bebek yaşında kızlarla evlenip onlarla dokuz
yaşında cinsel ilişkiye girmeyi, balkonda uyurken baldızının yatağına düşerek otomatik olarak baldızını gebe bırakan kişinin durumunu merak etmeleri ve daha nice rezaleti vaaz kürsülerinde, kitap
ve makalelerinde, televizyon ekranlarında paylaşmaktadırlar.
138
Ali Rıza’nın kutsal seks masalları yazmak için ciltlerce kaynağı
Norşin’den Arizona’ya
vardı. Ali Rıza’nın kitabı, yıllarca, yeni evlenen dindar çiftlerin en
popüler kitabı oldu. Ali Rıza sayesinde seksle ilgili kitaplar okumak
artık günah sayılan gizli bir faaliyet olmaktan çıkmış; cinsel ilişkiyle
ilgili seks eğitimi, öyküler, sünnetler, mekruhlar, sevaplar, kısacası
kitaplar dolusu zırvalar okuyup konuşmak başka bir tür ibadet haline
dönüşmüştü.
Aradan onlarca yıl geçtikten sonra Ali Rıza ile tesadüfen Süleymaniye Vakfı’nda buluşacaktım. İhsan Eliaçık ile birlikte Abdülaziz
Bayındır'ı ziyaret ettik. Ali Rıza kendine özgü gür sesiyle toplantımıza katılmıştı… Yaşlıydı. Değişimden geçmişti… Gördüğüm kadarıyla artık seksten söz etmiyordu veya edemiyordu. Artık ona da
gerek yoktu. Açtığı çığırda sünni seks uzmanı yeni vaizler yetişmişti.
Bu uzmanlardan birisiyle ilgili sosyal medyada paylaştığım bir paragrafı alıntılıyorum:
Bir ülke düşünün. Peygamberin arkadaşlarına kan ve idrar
içirip dışkı yediren, şeyhine tapan, cinsi iktidarsızlığa şifa
olarak cinsel organının üzerine ayetler üflenmiş su dökmeyi
tavsiye eden sünni bir papaz bir yerden bir demet uyduruk
kıl buluyor. Onu kıl-ı şerif ilan ediyor. Kılı suya batırıp üzerine üfürdükten sonra mikroplu suyu şişelere dolduruyor ve
onu din ticareti için reklam olarak kullanıyor. Hurma, çörek
otu ve “kabir azabından koruyan kefen” dahil sünnilik dininin kutsadığı maddelerin ve palavraların ticaretini yapan
cübbeli bir cüce yüzbinlerce mürit bulabiliyor ve onlara kakaladığı hurafelerden kazandığı parayla villalar ve lüks
arabalar ile şeyhülşeytanlar gibi yaşayabiliyor. Yakında,
çörek otuna ek olarak, sünnete göre kan emen sülük-ü şerifler, istibra için cinsel organlara tıkancak üflenmiş pamuk-i
şerifler, üflenmiş şifalı deve sidiği ve çorbaya banmak için
üflenmiş sinek de satışa çıkarırsa sürpriz olmayacaktır.
Böylesi bir din istismarının yaygın olduğu bir ülke hâlâ batmıyorsa Allah'ın rahmeti büyüktür.
Gayet tabiidir ki her arkadaşım ünlü olamadı. Çoğu kaybolup gitti.
Ancak o vakitlerde ön planda olanların ne olduklarını merak ediyorum. Sonradan ODTÜ’de eğitim gören yakın arkadaşım Hasan Hayri
Ateş ne oldu acaba? Hazret-i Google bana hiçbir bilgi vermedi…
Birlikte çektirdiğimiz resmi hâlâ saklıyorum: İkimiz de ceket ve dar
pantolonlar giyiyor ve kravat takıyorduk. İkimizin pantolonunun da
139
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
140
aynı tuhaf modeli vardı: pijamaya benzeyen kestane renkli pantolonlarımızdan aşağı beyaz çizgiler iniyordu. Pantolonlar geçmişle ilgili
bir anımı kafamda canlandırdılar; onları bize bir vakıf bağışlamıştı.
Bu kitabı yazarken zayıflayan hafızamda belli belirsiz yer tutan bazı
isimleri arada bir Google’da aradım. Lise son sınıftayken yıllıkta benimle ilgili küçük bir yazı kaleme alan sıra arkadaşımın soy ismini
sonunda hatırladım. Onun benim için yazdığı o kısa yazı, 15 yıl
sonra sırf bana karşı yazılan bir kitapta aleyhimde kullanılmıştı. Google beni bir şiir sitesinde ona ait bir sayfaya götürdü. 1974 veya 75
yılında Yeni Asya gazetesinin düzenlediği bir yarışmada ona birincilik ödülü getiren şiirini hâlâ anımsıyorum. Şiirinin adı bile hafızamda: Süleymaniye’de Bayram Namazı. Ona bir e-mail göndermeye karar verdim. İşte Temmuz 2007’de ona gönderdiğim e-posta:
Seni kaçak! Gözlüklerin kaç numara oldu?
İnternette seni kaç defa aradığımı biliyor musun? Ne baş
belası bir soyadın varmış. Hazret-i Google’dan bana “Abdullah Göngür”ü bulmasını istedim. Seni bulamadım. Saatlerce bu isimle seni aradım ama nafile… Bir dakika önce
yaptığım aptalca hatayı fark edip, “Abdullah Güngör”le
birlikte şiir kelimesini yazınca iyot gibi açığa çıktın. Bayram
namazlarını hâlâ Süleymaniye Camisi’nde mi kılıyorsun?
Neden beni aramadın? Eğer internetten ismimi araştırsaydın, e-mail adresimi ve hatta cep telefonu numaramı bile
rahatlıkla bulabilirdin. Soyadımı yanlış yazman gibi bir bahanenin arkasına sığınma şansın da yok çünkü çok basit:
Yüksel!
Şiirlerinin yayımlandığı bir siteden çoktan emekli olduğunu
öğrendim. Bense hayata daha yeni başlıyorum. Beş yıl önce
Ülker’den emekli olmuşsun. Muhtemelen arkadaşımız İsmail Köse’yle birlikte Ülker bisküvileri yiyordunuz. Belki de
ununu eleyip eleğini asmışsın ve bir köşede oturmuş eski
moda bir şiiri okuyarak sonunun gelmesini bekliyorsun.
Şu anda İngilizce olarak hayat hikâyemi yazıyorum. Birkaç
yıl önce bana yapılan bir teklifi kabul edip hikâyemin bir
gerilim filmi olmasını kabul etseydim 700 000 dolar kazanacaktım. Zengin tecrübelerimi ucuz bir Hollywood gerilimine dönüştürerek kendime ihanet etmeye gönlüm razı olmadı. Otobiyografimi yazarken lise yıllığımızda benimle ilgili yazdığın yazıyı da almak istedim. Maalesef kayboldu.
“Büyük Şeytan”a göç ederken kaybettim onu. Duyduğuma
Norşin’den Arizona’ya
göre, kız kardeşim yıllıktaki yazını “Yıldızlar da Kayar”
adlı kitabında aleyhime kullanan Emine Şenlikoğlu’na vermiş. En yakın arkadaşım olarak bana karşı anti personel
mayın yerleştirmişsin o yıllığa. Emine bacı, kişiliğime karşı
suikast yapmak için bütün o mayınları fark edip kayan yıldızlar altında patlatmış. Yazdıklarını hatırlıyor musun:
fazla akıllı olmasam da zeki sayılırmışım. Yazdıkların böyle
özetlenebilir.
Eğer emeklilik seni moruklaştırmadıysa, eğer bunamadıysan; eğer yaşam savaşı veya feleğin çemberi seni yıldırmadıysa, eğer imanın bir mürtetle iletişime girmeni engellemiyorsa, bu e-maili alır almaz cevapla lütfen.
Lisedeyken faşist olma yolunda büyük bir risk taşıyordun.
Hey dostum, faşist bile olsan selamını alacağım. Bu iyiliği
sadece senin için yaparım, Abdullah.
Abdullah, seninle paha biçilmez ortak anılarımız var. “Hürriyet Türküsü” başlıklı şiirini özellikle de son dörtlüğünü
sevdiğimi bilmelisin.
Teslim olmak yok postala süngüye
Bu kahra bu zulme bu karanlığa
Bu soluğu kan kokan tiranlığa
Asla boyun eğmeyecek Türkiye
Görüşmek üzere... Lütfen telefon numaranı gönder.
Henüz Abdullah’tan bir cevap alamadım. Ya e-posta göndermekten
vazgeçti ya da yukarıdaki “eğer”lerden birine takıldı. Ya da belki de
mektuptaki yarı Amerikan mizahi üslubumu anlayamadı.
Sonra, ileride İstanbul belediye başkanı ve başbakan olacak olan bir
Tayyip Erdoğan vardı. Lisedeyken, Tayyip kırmızı yeniçeri üniformasıyla Osmanlı bayrağı sallayarak iki adım ileri, bir adım yana atıyordu.
Bildiğiniz gibi yeniçeriler gayrimüslim ailelerin genellikle de Ukraynalı, Yunan, Sırp, Arnavut, Hırvat, Bosnalı ve Rus Hıristiyan ailelerin
çocuklarının devşirilmesiyle oluşturulan Osmanlı piyade sınıfıydı.
O çocukları zorla veya satın alarak ailelerinden koparıp, OsmanlıSünni versiyonuna sokmak ve işgal edilen toprakların bekası ve de
daha fazla Hıristiyan toprağı işgal etmek için asker olarak yetiştirmek, aslında korkunç bir emperyalist buluştur. 1826’da Sultan, Yeniçeri Ocağını kaldırmak isteyince bu Avrupa kökenli askerlerin
çoğu, bir zamanlar sadakatle hizmet ettikleri Osmanlı sultanına karşı
ayaklandılar. Birçoğu öldürülmüş, idam edilmiş ve sürgün edilmiş
141
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olsa da önemli bir miktarının Türk kadınlarla evlenmek suretiyle
Türk nüfusuna karışmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden
her renk, tür ve boyda Türk’le karşılaşmanız şaşırtıcı değildir. Birçok Türk’ün iddia ettiklerinin tersine Orta Asya, Cengiz Han, Oğuz
boyları veya Altay dağlarıyla bir bağlantısı kalmamıştır. Çoğu, zamanında Osmanlı sultanlarının kaçırdığı Avrupalı çocukların veya
göçmenlerin melez torunlarıdır. Örneğin; bir zamanlar Osmanlı
şehri olan Selanik’te doğan Mustafa Kemal Atatürk, mavi gözleri ve
Avrupalı endamıyla koyu tenli ve çekik gözlü Sibiryalı tipik bir
Türk’e benzememektedir.
Neyse, biz okul arkadaşım Tayyip Erdoğan’a geri dönelim…
Yeniçeri kanı taşıyor mu, taşımıyor mu bilmiyorum ama doğrusu bu
durum umurumda da değil. İnsanlar arasında ırkları, renkleri veya
etnik kökeniyle ilgili ayrım yapmıyorum. Irkçılığı da, milliyetçiliği
de dünyada büyük yıkımlara ve acılara yol açtıkları için şeytani birer
ideoloji olarak görüyorum. Tayyip okulumuzun Mehter Takımı’ndaydı. Elinde bir kılıç veya mızrak taşıyıp taşımadığını veya zurna,
davul ya da başka bir şey çalıp çalmadığını hatırlamıyorum. Okuldaki en uzun boylu öğrencilerden biri olduğu için Çorbacıbaşı olmuştu. Tayyip, diğer taklit yeniçerilerle birlikte, yaşadığım Amerika’da kendilerine ‘vatansever’ diyen ve ürkütücü bir biçimde aşırı
milliyetçi Evangelist Amerikalıların zihniyetini yansıtan Mehter
Marşını söylüyordu:
Ceddin, deden, neslin, baban
Hep kahraman Türk milleti
Orduların, pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan.
142
Türk milleti, Türk milleti
Aşk ile sev hürriyeti
Kahret vatan düşmanını
Çeksin o melun zilleti.
Tayyip okulda şiirde de birincilik ödülleri alıyordu; laik Türkiye’nin
milliyetçi şairi Mehmet Akif Ersoy’un -muhtemelen Türkiye’deki
her siyasi grubun saygı duyduğu tek şair/yazar- şiirlerini okuyordu.
Tayyip’in serüvenleri, dönüşümü ve Türkiye’nin zirvedeki lideri konumuna yükselişini sonra anlatacağım.
29 Mayıs İstanbul’un fethi kutlamalarında mehter takımımız ileri ve
yana adımlar atarak ve sağa sola dönerek bizi yeniçerilerin ve sultanların günlerine götürürdü. Böyle yaparak belki de düşmanlarının
Norşin’den Arizona’ya
çıkabileceği her bir yönü kapladıklarına bizi inandırmaya çalışıyorlardı. Mehter takımı günümüzde yaşasaydı, muhtemelen uydularla
yönlendirilen uçakların, askeri jetlerin ve helikopterlerin bela olarak
yağdığı gökyüzüne doğru dikey bir hareket daha yapardı.
Tayyip liseyi bitirdi ve boş zamanlarında “ceddin deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti!” gibi satırlar ezberledi. İki ileri, bir
geri; padişahın askeri. Sağ ayak, sol ayak; sultanımız hep psikopat
hem paranoyak! Mehterimizin karşında hiç kimse duramıyordu. Güreş takımımız da çok başarılıydı. Minderde karşımıza çıkan her takımı yeniyorduk. Kalabalıkların önünde heyecan verici zaferler kazanan münazara takımımıza o zamanlar, sonradan siyasete atılıp
Bursa’dan milletvekili seçilecek olan Ali Kul liderlik ediyordu. Matematik ve fen bilimlerinde, maalesef, böyle yarışmalar yoktu. Kalkülüsümüz olmadığı için olacak, matematikte iyi değildik. Matematiğin fazla lazım olmadığı bilimlerdeyse oldukça iddialıydık. Arka
sıralarda oturan haytaların diline ve yaptıklarına kayıtsız kalan, öğretmen masasından ve tahtadan bir iki metre ötede oturan biraz inek
bir öğrenciydim. Hafta içi her gün, Immanuel Kant’ın canlı bir örneği gibi, başka yola sapmadan hep aynı sokaklardan evden okula
ve okuldan eve gider gelirdim. 1976 yılında ODTÜ’ye kabul edilince, inek öğrenci yaşantım Ankara’daki bir yurtta son buldu. Ankara’da değişim geçirecek, bir militan ve gençlik lideri olacaktım.
Babam kendisi gibi bir molla olurum umuduyla beni İstanbul İmam
Hatip Okulu’na yazdırmıştı. Lakin babamın hayallerine rağmen ortaokuldaki son yılımda mühendis olmaya karar verdim. Esin kaynağım, kahramanım olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı.
O yıllarda babam Necmettin Erbakan’ı destekliyordu ve ben de babamın izinden gidiyordum. Dayım Muhyettin Mutlu Bitlis’ten bağımsız aday olarak milletvekili seçilmiş ve sonradan o da MSP’ye
katılmıştı. Sonraki seçimlerde anne tarafımdan bir akrabamız daha Mehmet Emin Seydagil- Muş’tan milletvekili seçilmiş ve Meclis’te
iki aile üyemiz olmuştu. TBMM’ye seçilen, doğudan olan ve özellikle de Nurcu tarikatından milletvekilleri evimize gelir, babama danışır ve desteğini sürdürmesini isterlerdi. Önemli sayıda MSP üyesinin mühendis olması şaşırtıcıdır.
Bilime ve mühendisliğe olan ilgimi öğrenince babam bana karşı çıkmadı; tersine destek verdi. Bilimsel araştırma ve teknolojiyle doğrudan bir sorunu yoktu; ancak evrim gibi bazı bilimsel teorilere karşı
çıkıyordu. Babamın Fatih Camisi’ndeki vaazlarından birini hatırlıyorum. Endülüs hanedanlığı zamanındaki bilimsel ilerlemelerden
143
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bahsediyordu. Müslümanların bilimde ve teknolojideki liderliğini
kaybetmesini, tarih bağlamında birbiriyle sebep-sonuç ilişkisi olmayan laik modernist harekete bağlıyordu.
Lakin babam ve başka İslamcılar, laik modernist harekete karşı bazı
eleştirilerinde haklıydılar. Türkiye’deki ve diğer İslam ülkelerindeki
modernist hareket, Batı medeniyetinin tüketim tarzını, giyimini,
özellikle de alkollü içki tüketimini, tüketici ve hedonist hayat tarzını
taklit ederken, onun tarihi ve siyasi alanda ulaştığı eleştirel düşünmeyi, bireysel özgürlükleri, bilimsel yaklaşım ve araştırmayı destekleyen kültürel başarılarını görmezden geldi. Teknolojik üstünlük
Batı’ya bir gecede bahşedilmemişti. Başarılarının sırrı bir şişe şarap
ya da viskide değildi. Batı medeniyetinin başarısı felsefenin yeniden
keşfi, akla verilen önem, laiklik ve insan haklarına dayanmaktadır.
Ne yazık ki laik modernist hareketin ortaya çıkmasından yüz yıllar
önce Müslümanlar, dogmaya karşı felsefeyi ve aklı; hurafelere karşı
bilim ve matematiği, baskı ve zulme karşı insan haklarını hararetle
savunan Kuran mesajını terk etmişlerdi. Gerici dinci paradigma, düşünüp sorgulayan Müslümanları, filozofları zındık ilan eden İmam
Gazali ile birlikte zaferini ilan etmişti. Maalesef babam İslam medeniyetinin gerilemesinde Gazali ve benzeri dogmatiklerin bu önemli
etkisini göremiyordu.
144
Bilim ve teknolojiye olan tutkum, sürekli çalışan bir makine hayal
etmemle başlamıştı. Devr-i Daim Makinesi olarak bilinen bu meretin tarihte kaç kişiyi hayal kırıklığına uğrattığından habersizdim. Bilgisiz olduğum kadar tutkuluydum. Kısa bir süre sonra kendimi tahtada devr-i daim makinemin tasarımıyla ilgili olarak sınıfın önünde
fizik öğretmenimle tartışırken buldum. Bir mil ve milin bir ucuna
dinamo ve bir ucuna da motor çizdim. İlk hareketi verdikten sonra
dinamonun motor için elektrik üreteceğini ve motorun da mili döndürerek dinamonun elektrik üretmesine sebep olacağını düşünüyordum. Genç ve hoş bir öğretmendi; ancak işitmemi engelleyen hevesim ya da öğretmen olarak onun tecrübesizliği beni sürtünme adı verilen iblisle tanıştırmasını engellemişti. Depo olarak kullandığımız
odayı çoktan bir fizik laboratuvarına çevirmiştim. Aynı şafta hem bir
dinamo hem de bir motor yerleştirecektim ve işte! Elimle şafta ilk
hareketi verdiğimde dinamo elektrik üretecek ve bu enerji motoru
harekete geçirecek ve aynı zamanda motora enerji sağlayan dinamoyu çalıştıracaktı. Basit bir dairesel sembiyotik bağlantıydı bu.
Motora ilk hareketi elle verdikten sonra sonsuza kadar hareket edeceğini düşünmüştüm.
Norşin’den Arizona’ya
Ne param ne de konuyla ilgili endüstriden haberim vardı. Bu yüzden,
yalıtılmış bakır teller, demir, tahta ve yapıştırıcı kullanarak kendi
motor ve dinamolarımı yaptım. Bir “Nasıl Yapılır” rehberim de
yoktu. Çocuklarımın sahip olduğu türden rengârenk resimli ve grafiklere sahip fizik kitaplarına da sahip değildim. Fizik kitaplarımız
sıkıcıydı; neredeyse hiç grafik ve resim de içermiyorlardı. Ayrıca,
gazeteler için kullanılan düşük kalite kâğıtlara basılmışlardı. U şeklinde bir mıknatıs alma imkânından da yoksun olduğum için ham
demiri büküp, etrafına yalıtılmış teli sarıp iki ucunu elektrik prizimize sokarak kendi mıknatısımı yaptım. 220 volt elektriğin beni çok
kötü çarpabileceğini biliyordum. Kazara telin açıkta kalan kısmına
dokunursam çarpılabilirdim. Ama tutkum beni kör etmiş, bu büyük
riski göremiyordum. Çoğu kez, ilk kattaki bir kiracının dairesinde
bulunan elektrik sayacının bitişiğindeki sigortamızı attırıyordum. O
zamanlar sigorta kullanılmasının amacını bilmediğimden, çabuk atmasını engellemek için sigortanın her iki ucunu bir tel yerine birkaç
tel ile birleştirdim. Yaptığımın sigortanın işlevini ortadan kaldırdığının ve aşırı elektrik yükünün yangına sebep olabileceğinin farkında
değildim.
Eğer bir Katolik olsaydım ve Vatikan beni aziz ilan edip etmeme
konusunda eylemlerimi takip ediyor olsaydı; sigortalarla oynayarak
evimizin yangından kül olmamasını bir mucize olarak nitelendirebilirdi. Her seferinde sigortaları kızdırarak kısa devreye sebep olmama
rağmen, güçlü mıknatıslar yapıyordum. Motor ve dinamolar yapmak
da zor değildi. Karbon ve fırça için bir yay yapmama yarayacak aletlerim ve malzemem yoktu. Ama sınırlı kaynaklarıma rağmen teli bükerek ve konumlayarak hem elektrik yükünü iletecek ve hem de yay
olarak kullanılacak şekilde bir düzenek yapmayı başarmıştım. Motor
yapmak için birkaç tahta parçasını birbirine yapıştırdım ve dört tane
ince metal levha kullanmak suretiyle kolayca komütatör bağlantılarını monte ettim. Daimi makinemi çalıştıramayınca, pil kullanmak
zorunda kaldım. Bir parça düz tahta levhanın üzerine yerleştirdiğim
motorum çıldırmış gibi dönüyordu.
Kardeşim Metin asistanlığımı yapıyordu. Birlikte bir film makinesi
yapmaya karar verdik. Bu gizli bir operasyon olacaktı. Babam sinemaya gitmemize izin vermiyordu. Lakin odamızı bir sinema salonuna dönüştürecektik. O zamanlar piyasada video kameralar yoktu
ve biz hayatımızda hiç projeksiyon makinesi görmemiştik. Bir fotoğraf makinamız bile yoktu. Görmemiştik ama sesini duymuştuk;
makineyi ziyadesiyle tanıdığımızı sanıyorduk. Özellikle sinemaların
145
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
arka sıralarına oturduğumuzda yürüyen ve şaşı bakan Clint Eastwood’un arka planında makinenin güven veren sesini duyabiliyorduk. Bu şekilde bir film projeksiyon makinesi yapmaya karar verdim. Bir kitapta projeksiyon makinasının bir şemasını bulunca çok
sevindim. İşe, ışık ve mercek bularak başladım. Sonra keskin bir bıçak ve bir ustura alarak tahtadan makaranın bazı parçalarını ve film
şeridi dişlilerini yaptım. En zor olanı, günümüz standartlarına göre
çok düşük bir rakam sayılan ve saniyede 16 resim sıklığıyla ampul
ve mercekler arasındaki 35 milimetrelik film şeridini hareket ettirip
durduracak olan dişliyi yapmaktı. Merakımız ve azmimiz sınırsızdı.
Duvarda hareket eden resimleri görünce kendimizden geçmiştik.
Evdeki deney laboratuvarımda bana katılırken Metin, küçük kardeşi
Nedim’i de çağırıyordu. Vicdanı, kendinden iki yaş küçük Nedim’i
tek başına bırakmaya razı olmuyordu. Nedim, fizik deneylerinde
bize katılmak yerine odanın bir köşesini kaptı ve oraya kilim serdi.
Sonra kilimin etrafını yarım metre yüksekliğinde bir çitle çevirdi ve
Metin’in yardımıyla yerden biraz yükseklikte bir mihrap yapıp oraya
bir seccade koydu. Daha sonra imamın hutbe vermek için kullandığı
birkaç basamaklı tahtadan bir minber de ekledi. Oranın bir cami minyatürüne benzemesi için tek ihtiyacı küçük bir kubbe ve bir de minareydi artık. Cemaati ağabeyi Metin ve kardeşi Müfit’ten oluşuyordu. Tam olarak hatırlamıyorum ama galiba bu namazlarına ya da
namaz sahnelerine birkaç kez ben de katılmıştım. Laboratuvarımı
seviyordum ve bir cami veya mescit maketinin evimizin bir odasını
işgal etmesini gereksiz ve acayip bulmuştum.
O zamanlar farkında değilim ama geriye dönüp bakınca, galiba Nedim benimle rekabet ediyordu. Ben küçük bir Galileo o da dini evrenin merkezinde tutmak için kilisenin gücünü ve itibarını kullanan
küçük bir Papa’ydı. Ne ilginçtir ki on yıllar sonra ilişkilerimizde ve
duruşumuzda bu benzerlikleri tekrar yaşayacaktık. Amerika'da ünlü
"Truth, the whole truth, nothing but the truth" sloganına uyarladığımız “Kuran, tüm Kuran, başka şey değil sadece Kuran” sloganıyla
İslamî Reform’a önayak olmaya başladığımda Nedim bana düşman
kesilecekti. Orta Çağ cahiliye kültürünün karmakarışık derlemeleri
olan hadis kitaplarını ve abartılmış ve putlaştırılmış din adamlarının
Allah ve peygamberi adına uydurdukları mezheplere ve tarikatlara
meydan okuyarak yaptığım eleştirilerden korumaya çalışmıştı ve
hâlâ da buna devam etmektedir.
146
Nedim 11 veya 12 yaşındayken Fatih Camisi’nin bir köşesinde sak-
Norşin’den Arizona’ya
lanan bir örümceğin ağına düşmüştü. Siyah cübbeler giyen uzun sakallı ve yaşlı bir örümcek, bir şekilde Nedim’i bulmuş ve onu Nakşibendî tarikatının öğretileriyle tanıştırmıştı. Türkiye’nin doğusunda
dayılarım o tarikatın liderleriydi. Ama babam tarikatlara olumlu bakmadığı için onlardan korunmuştuk. Annemin geniş ailesinden çok
uzakta yaşıyorduk. O yaşlı adamla karşılaşması Nedim’in hayatını
tamamıyla değiştirecekti; ilk gençlik yıllarından itibaren gerçeklerden, modern yaşam tarzından, müzik, sanat, spor, film ve en önemlisi kızlarla iletişimden ve bir kadının hayat arkadaşlığı gibi birçok
dünyevi zevklerden mahrum yaşayan bir keşişe dönüşecekti.
Yaşıtım olan gençlerle karşılaştırıldığımda ben de birçok masum
dünya nimetlerinden mahrumdum; ancak Nedim’in yanında Travolta sayılırdım. Deha sayılacak zekâsıyla çelişkili dogmalar içerisinde işkence çekecekti, ancak insan yapımı bu kutudan kurtulmayı
asla başaramayacaktı. Dehası ile çelişkili öğretiler arasında, yufka
yüreği ile hoşgörüsüz doktrinler, kutsanmış hurafeler ile fiziksel gerçekler, insan doğasıyla dini yasaklar arasında giderek artan gerilimi
ve hüsranı sonunda onu tüketecekti. Altın kalpli bir dahi olan kardeşim, kendisi de muhtemelen çocuk yaşlarda başka bir örümceğin
kurbanı olan çember sakallı bir örümceğin kurbanı olmuştu.
Metin’le birlikte Amerikan kovboylarının, muhafızlarının ve göçmenlerin serüvenlerini anlatan çizgi romanlar satın alıyor, değiş tokuş yapıyor ve babamdan saklayarak gizlice okuyorduk. En sevdiğimiz çizgi romanlar Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Tom Bronks
ve Red Kit’i Nedim’in ispiyonlarından korumak için, apartmanın teras katındaki balkonun yanındaki küçük depolama odasının en üstünde bir yere saklamıştık. Daha sonra Metin’le gizlice Şehzadebaşı’ndaki sinemalara gitmeye başladık. Metin ile yolumuz Ankara’daki üniversite yıllarımda Akıncılar örgütünde bir kez daha çakışacaktı. Bu birliktelik, Metin alçak kurşunların hedefi olunca beklenmedik bir şekilde son bulacaktı.
Her zaman çok meraklı biri olmuşumdur. Hemen hemen her şeyi
sorgular ve araştırırdım. Hemen her konuda deney yapardım. Bir gün
Fatih’in merkezinde insanlar üzerinde bir deney yapmaya karar verdim. 15 ya da 16 yaşımdaydım. Gün ortasında insanların pijamalarıma nasıl tepki vereceklerini merak ediyordum. Pijamalarımı giyerek Fenerci Hüseyin çıkmazındaki evimizden İstanbul Belediyesi’nin bulunduğu ana alt geçit civarındaki meydana gittim. Pijamalarım üzerimde, geçen yayaların tepkilerini ölçüyordum. Bazıları
147
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
148
farkıma bile varmıyor, bazısı meraklı bir şekilde bakıyor, bazılarınınsa jetonu geç düşüyordu. Birkaç kişi hayretler içinde bakıyordu.
Nedense hiçbir kadının bana baktığını anımsamıyorum. Ya o zamanlar oradan geçen yayaların büyük çoğunluğu erkekti ya da kadınlar
şehrin ortasında pijama giymiş bir genci hiç umursamıyorlardı. Benimle ilgilenen birkaç kişiyi sorgulamaya bile cesaret etmiştim.
Çünkü ben de onlarla ilgileniyordum. Hak ettiğimden daha fazla
süre dikkatini üzerimde toplayanlardan biriyle şu diyalog geçmişti
aramızda:
- Neden sürekli bana bakıyorsunuz? Komik mi görünüyorum?
- Ne?
- Neden bana bakıyorsunuz? Sizce ben deli miyim?
- Üzerinde pijama var.
- N’olmuş yani?
- Güpegündüz, cadde ortasındayız.
- Sizinkilerle benim elbisem arasındaki farkı bana söyleyebilir misiniz?
- Elbette. Seninkiler pijama.
- Benim pijamam da kumaştan yapılma değil mi?
- Evet, öyle.
- Senin gömleğin ve pantolonun da kumaştan, öyle değil mi?
- Evet, öyle.
- Belki de hem seninki, hem de benimki pamuktan yapılmıştır, değil
mi?
- Evet.
- Öyleyse pijama giymemin nesi yanlış?
- ?
- Sizce, pijamamın dikey çizgileri mi dikkatinizi çekti?
- ??
- Sizce giysimin siyah-beyaz çizgileri komik mi?
- ???
- Size, biraz daha geniş olan çizgilerin komik ama daha dar olanların komik olmadığını düşündüren şey nedir?
- ???!
- Peki ya yatay çizgiler? Çapraz ve dar olanlara ne dersiniz?
Diyalogun ortasına doğru seyircim susmuştu ve diyaloğum monolog
olarak son buldu. Eğlenceli dikey, yatay ve çapraz monologlar! Yüzlerinde beliren sırıtışlarının sorularımla solgunlaşmasına tanıklık etmekten zevk alır ve onları sorgularken kendine güven ifadelerinin
şüpheye ve sonra kafa karışıklığı ve utanca dönüşmesinin tadını çıkarırdım. Yalnızca çılgın değil, aynı zamanda anormaldim de. Zalim
Norşin’den Arizona’ya
de sayılırdım. Ama en azından pijamalı çocukların haklarıyla ilgili
olarak geleneklere karşı çıkıyordum.
Tenkitçi kişiliğim merakıma uyuyordu. Bu iki özelliğim şimdi en
azından iki kitapta kayıtlıdır. Lise son sınıftayken, yıllığımızın her
sayfasının üçte biri bir öğrenciye ayrılmıştı. O sayfalarda her birimizin birer resmi ve en iyi arkadaşlarımız tarafından hakkımızda yazılan birkaç paragraf vardı. Benim profilimi lisenin son iki yılı aynı
sırayı paylaştığımız, en iyi arkadaşım Abdullah Güngör yazmıştı.
Şair ve hassas bir öğrenciydi. Beni tanımlayışı bir ironiydi; zarif bir
şekilde kişiliğimi eleştirmişti. O yazıyı, yıllar sonra, bir yazar ve aile
dostumuz olan Emine Şenlikoğlu’nun beni eleştirmek ve eski dinime
davet etmek için yazdığı kitapta kullanacağını bilemezdim. Amerika’ya göçerken o yıllık geride bıraktığım kitaplar ve eşyalar arasındaydı. Kız kardeşim Süreyya tarafından Emine'ye verildiği için
kütüphanemde o değerli kişisel hatırama sahip değilim. Bu yüzden
bu bilgiyi, yıllıktan kopya edip kullanan Şenlikoğlu’nun kitabından
alıntılıyorum:
EDİP YÜKSEL
Edip’le ilgili her şey ürkütücüdür. Sağduyu, düşünce, zekâ
ve mantık… Sağduyu ve düşünce o kadar etkileyici olmasa
da zekâsı ve mantığı normalin bayağı ötesindedir.
Akıl yürütme yeteneği ve zekâ taşkını yüzünden bir öğrencinin başına gelebilecek her belayı yaşamasına rağmen, ne
sıkılmış ne de üzülmüştür.
Gerçekten bravo!
Harika bir eleştirmendir. En yakın arkadaşı olarak (Allah
149
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bana sabır versin) hayatta eleştirmediği hiçbir şeye rastlamadım. Bu gidişle göremeyeceğim de… O kadar kendine
güvenlidir ki sık sık hata yapar. Lakin bu hatalarından bir
tanesini bile kabul etmeye meyilli olmamıştır.
(İmam Hatip Lisesi 1974-1975 yıllığı. İnsanlar da Kayar:
19’a Cevap. Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Yayınları,
1992, İstanbul, sayfa 25-26.)
Kuşkusuz bunlar şairane abartılar. Örneğin; gençlik dönemimin en
büyük hatasını kabul etme ve düzeltme cesaretini gösterdim: Sünni
dinini terk etmek! İşin ilginci, beni hatalarımı kabul etmemekle suçlayanlar bu hatayı kabul etmemi hiç hoş karşılamadılar. Beni izleyenler, hatalarım isbat edildiğinde bana hatamı gösteren kişinin yaşına, ırkına ve dinine bakmadan ona teşekkür edip düzeltme yaptığıma tanık olurlar.
Dini aykırılığımla hayal kırıklığına uğrayan dini liderler ve Emine
kardeşle olan çatışmalarımı anlatmayı bir dahaki bölüme bırakıyorum. Ama şimdilik, İmam Hatip Lisesi’ndeki deneyimlerimi anlatmaya geri döneyim…
150
Birkaç muhteşem öğretmenimiz vardı ancak hemen hemen hepsinin
öğretme tarzı totaliterdi. 60-70 kişilik aşırı kalabalık sınıflarda iğne
düşse sesini duyabilirdiniz. Öğretmenlerimizden bazıları psikopattı,
bazılarınınsa başka duygusal ve zihinsel sorunları vardı. Örneğin,
Herodot dediğimiz tarih öğretmenimiz Orhan Oktar (2008'de 85 yaşında) gözlerimize bakamazdı. Üç sütun halinde dizilmiş sıralarımız
arasında U harfi biçiminde ileri geri robot gibi yürürdü. Bizi hiç dövmezdi, ancak şiddet yanlısı öğretmenler tarafından çoktan uysallaştırılmış ve boyun eğdirilmiştik ve disiplin kurulu tarafından çağrılma
korkusu taşıyorduk. Çenesi yok diyebileceğimiz kadar küçük olan
uzun boylu bir adamdı. Gözleri küçüktü. Uzamış bir kabağa benzeyen kocaman bir kafası vardı ve çenesi boynuyla kaynaşmıştı. Yürürken daktiloda bir şeyler yazıyormuş gibi iki kolunu da L şeklinde
tutardı. Daima ayaklarına bakardı. Sınıf defterini imzalar imzalamaz
sıraların arasında ileri geri yürüyerek bize tarih anlatırdı. O bir sarkaç gibi salınırken biz de onu dinler ve notlar alırdık. Hareketlerinde
saat gibiydi. Kopya çekmeyi hobi haline getiren bazı öğrenciler en
cüretkâr eylemlerini onun sınıfında yaparlardı. Onun dersinde sınıfın
ya en arkasına ya da en önüne oturmayı tercih ederlerdi. Kopya çekmedeki hünerlerini ve inceliklerini sergilerlerdi.
Norşin’den Arizona’ya
Herodot’un sıralar arasında gidip gelirken geçireceği saniyeleri hesaplamışlardı. Ayın veya güneşin hareket rutinine ne kadar güveniyorlarsa, Herodot’un rutinine de o kadar güvenirlerdi. Uzun bir dikdörtgen olan sınıfımızı boylamasına yaptığı gidiş gelişleri yarıda
kesmez ya da sıranın ortasına gelince hiç geriye dönüp bakmazdı.
Bir kez bile geri dönüp baktığını anımsamıyorum. Kafası omurgasına sabitlenmiş gibiydi. Daima tüm vücuduyla birlikte, her zaman
olduğu gibi sınıfın sonuna geldiğinde dönerdi. İletişim becerilerinden yoksundu. Nadiren bire bir sohbetleri olurdu, olduğu zaman da
çok resmi ve kısa süreli olurdu.
2000 küsur öğrencinin tamamı erkek olan okulumuzda sadece birkaç bayan öğretmen vardı. Felsefe
dersini severdim ve Fatma Begümgil en sevdiğim öğretmenlerden birisiydi. Gençti ve başörtüsü takmıyordu. Bize daima kibar ve hoş
davranırdı. Zekâmı ve felsefeye
olan ilgimi fark etmiş ve analitik
yeteneğimi övmüştü. “Bilgisayar”
denen yeni icadı ilk kez 1974 yılında ondan duymuştum. Bize bilgisayarın dünyayı değiştireceğini
söylemişti. Bilgisayarla tanışmam ve
kullanmam on yıl sonra gerçekleşecekti:
128
KB
hafızaya sahip bir Macintosh SE, 1984-85.
Ortaokuldayken gördüğüm diğer bayan öğretmen sanat tarihi öğretmenimiz Semra Acar’dı. O da genç ve modern bir Türk kadınıydı.
Ancak felsefe öğretmenimin tersine bir teröristti. Hepimiz ondan
korkardık. Sadece giysileri annelerimizin giydiklerinden farklı değildi, aynı zamanda bizi işgal edilen bir ülkenin üçüncü sınıf vatandaşları gibi gören kibirli ve ceberrut bir tavrı vardı. Bize huysuz bir
kraliçe gibi davranır ve sınıfta kovboy gibi yürürdü. Derslerini nasıl
dinleyeceğimize ve sınavlarda bir elimizi masanın üzerine düz bir
biçimde nasıl tutmamız gerektiğine dair çok sıkı kuralları vardı. Sınavlarda sandalyesini masanın üzerine koyarak 80 kişilik sınıfta şahin gibi gözetmenlik yapardı. Mermerden yapılmış çirkin yüzlü gar-
151
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
goyel heykeller gibi donmuş bir biçimde sorulara yanıt verirdik. Kitabımız yoktu. Sınıfa girer, bir caminin, tapınağın veya Tac Mahal'in
mimarisi ile ilgili olarak konuşmaya başlardı. Bizi isimler, tarihler
ve mimari terminoloji ve ayrıntılar yağmuruna tutardı. Aşırı kalabalık sınıfta iğne düşse sesini duyardınız. Geçer not almak için sütunların ve çinilerin sayısı ve çinilerin üzerindeki şekiller ve renkler,
yapım ve restorasyon tarihleri dâhil bir sürü ayrıntıyı ezberlemek zorundaydık. Yazılı sınavların yanında hepimizi ürküten birkaç tane de
sözlü sınavdan geçmemiz gerekirdi. Ara ve son sınavlarda, programda fazla bir ağırlığı olmayan sanat tarihi derslerinden geçmek
için diğer dersleri asardık. Haftada yalnızca iki saat sanat tarihi
dersimiz vardı ama haftada beş saatlik bir dersten daha fazla zamanı
o derse çalışmak için
ayırırdık.
35 yıl sonra bir haberde
tesadüfen onun ismine
rastladım. Hürriyet Gazetesine verdiği röportajda başbakan olan öğrencisiyle ilgili bir yorum yapmıştı. Beni
memnun eden bir yorumdu. Demek zaman
onu da değiştirmişti:
“Kimse hakkında uzaktan yargıya varılmamalı! Öğretmenleri de öğrencilerimi de tanıdıkça sevdim. Öğrencilerim çok
başarılıydı ve temiz kalpliydiler; yaşam tarzları insan sevgisine dayanıyordu.” (Öğretmeni Erdoğan'ın Öğrencilik
Yıllarını Anlattı! Hürriyet, 24 Kasım, 2009
Coğrafya öğretmenimizin de insan ilişkilerinde benzer zorlukları
vardı. Diğer birçok öğretmenin ve Herodot’un aksine elinde uzun bir
değnekle bir sıranın kenarında otururdu. Düzensiz bir biçimde dökülen saçları yüzünden ona Kel derdik. Branşıyla uyumlu olarak saçlarının düzensizliği bize ada ya da kıtalar gibi gözükürdü. Kel, aynı
zamanda iyi bir anlatıcıydı; uzun boylu ve Herodot gibi nispeten iyi
huyluydu.
152
Onunla ilgili bir olayı hatırlıyorum. Ergenlik çağına ulaştığım zamandı. Her nedense yetişkin olma korkusu taşıyordum; bu yüzden
Norşin’den Arizona’ya
şeftali tüyü bıyıklarımı tıraş etmiyordum. İnce ama uzun siyah tüylerden oluşan bıyığım akşam saatlerinde bile görülebiliyordu. Coğrafya derslerinden birinde Kel, karşımdaki sıralardan birinin köşesinde oturmuş bir Avrupa ülkesini anlatıyordu. Birden bire anlatımına ara verdi ve sopasıyla bıyığımı göstererek, “Bu da ne? Tıraş et
onu!” diye bağırdı.
http://www.akparti.org.tr/site/haberler/retmenleriyle-bulutu/34029
Başbakan Erdoğan, eski öğretmenleri Ahmet Kahraman, Müzekka
Gürbüz, Atilla Şener, Osman Öztürk, Hasan Küçük, Yaşar Fersahoğlu,
Hayati Ülkü, Selahattin Kaya, Orhan Oktar, Nurten Kırgız, Yusuf
Karaca, Celal Dayındarlı, Semra Ünal Acar ile Dolmabahçe'de görüştü.
24 Kasım 2012
Görüldüğü kadarıyla yüzümün coğrafyası onu uzun zamandır rahatsız etmişti ve o rahatsızlığını dışarı vuruyordu. Şaşırmış, ürkmüş ve
153
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
utanmıştım. Ancak onun bu çıkışı yetişkin olmaktan utanma veya
korkma duygumu bastırmama yardımcı olmamıştı. Akaid dersi için
sınıfta yapacağım bir sunuya hazırlanmak üzere saç kesimi için berbere gidinceye kadar bıyığımı tıraş etmedim. Söylememe gerek kalmadan, berber, saç kesmek için kullandığı makineyle bıyığımı da
kesmişti. Doğal bir şey yapıyormuş gibi bu işi o kadar çabuk halletti
ki, onu durdurmaya fırsat bulamamıştım. İşte bu kadar! Aynaya bakınca karşımda yakışıklı genç bir adam görmüştüm. Acı çekmeden
bir ayinden daha geçtiğim için mutlu olmuştum.
En huysuz öğretmenlerimiz dinle ilgili derslerimize gelenler olmasına rağmen, müdürlerimiz Halil Ziya Erce ve sonra Hayati Ülkü
gerçek birer centilmendiler; onları fiziksel ya da sözel olarak bir öğrenciye kötü muamelede bulunurken hiç görmedim. İkisi de Yüksek
İslam Enstitüsü’nü bitirmişti ve dinle ilgili derslere girerlerdi. Ancak
en iyi öğretmenlerimizden birkaçı ne din öğretmeni ne de dindar insanlardı. Örneğin; resim öğretmenimiz Ali Kıyak ve spor öğretmenimiz Sudi Armaner kibar ve şefkatliydi. Ali Kıyak sağlığımız için
balık yağı içmemizi önerirdi. Balık yağı bir yana ailemizde vitamine
bile yer yoktu; ikisi de bizim için lüks sayılırdı.
İHL’deki sekiz yılım boyunca birkaç tane Kuran öğretmenim oldu.
Bize Kuran’ın anlamını öğretmezlerdi; bazı surelerini ezberleyip uydurulmuş ama yerçekimi kanunu gibi ciddiye aldıkları bazı kurallara
göre okumamızı isterlerdi. Öğretmenlerden biri, Yaşar Fersahoğlu
(2008 yılında 68), çok sertti. MHP’ye bağlı genç ve kuvvetli bir öğretmendi. Zalimdi. Avuç içlerimize ya da parmak uçlarımıza tahta
bir cetvelle vurur veya yüzümüz kızarıncaya kadar şamarlardı. Bazen de bütün gücüyle vücudumuzu yumruklardı. Konuşurken yakalanmak, başka bir tarafa bakmak veya derse geç kalmak dayakla sonuçlanırdı. Hiçbirimiz velilerimize şikâyet edemezdik. Aklımıza
bile gelmezdi bu. Korkutulmuştuk ve bedensel olarak kötü muameleye maruz kalıyorduk.
Müzekka Gürbüz’se (2008 yılında 78) bizi hiç dövmezdi. Ama yüzünde gülümsemenin izine bile rastlayamazdınız. Abartmıyorum.
Kuran öğretmenimiz olarak dersimize girdiği o yıllar boyunca bir
kez bile gülümsediğine şahit olmamıştık. Yaklaşık 45 yaşlarındaydı
ve kısa kızıl sakalları vardı. Diğer tüm erkek öğretmenlerimiz gibi
takım elbise giyerdi. Yaz kış ceket giymek zorundaydınız. İşaret parmaklarından birisi kesilmişti ve onu bir tokmak gibi kullanırdı. Dikkatimizi çekmek istediğinde tırnaksız parmağını birkaç kez masaya
154
―
Norşin’den Arizona’ya
vururdu. Onu da derslerini de sevmezdim. Arapça Kuran’ın büyük
bir kısmını ezberlememiz beklenirdi. Mezuniyetimize kadar Kuran’ın onda birini ezberlermiş olacaktık. Ezberden nefret ederdim.
Derslerimin hiçbiriyle sorunum yoktu; ama neredeyse her zaman
Kuran dersinden, daha doğrusu ezber dersinden kalırdım. Yaz kurslarına katılmak zorunda kalır ve yaz tatilinde yeni bir final sınavına
girerdim. Bu durum yaz tatillerimi berbat ederdi. Babam, bizden
beklenen ezber miktarından şikâyetçiydi. Şikâyetini yönetime iletmiş ama onu dinlememişlerdi. Babamın bana destek olması büyük
bir rahatlama sağlıyordu. Ama sonunda yıldı ve beni desteklemeyi
bıraktı. Bu işin üstesinden gelip sınıfımı geçmemi istiyordu.
Ortaokuldaydım ve yine Kuran dersinden kırık bir nota rağmen harika bir karnem vardı. Ezberlemek için babam bana yardım etmeye
başladı. Ezberle ilgili problemim zihinsel değil psikolojikti. İki veya
üç kez tekrarladıktan sonra bütün bir Arapça sayfayı (600 sayfadan
1’ini) ezberlediğimi hatırlıyorum. Üzerinde yaklaşık 20 dakika çalıştıktan sonra bir sayfayı ezberleyebiliyor ve sonra onu akıcı bir şekilde okuyabiliyordum. Arapçayı anlayabilme yeteneğim büyük bir
artıydı. Ne ki babam bana ders verirken çok sabırsız davranıyor, bağışlamaz oluyor ve çabuk sinirleniyordu. Ezberimde yakaladığı birkaç küçük hata onu küplere bindiriyor ve parmak eklemleriyle kafama vurmaya başlıyordu. Çok canım yanıyordu. Ben ağlamaya başlayınca ya bir ara veriyor ya da o dersi orada bitiriyordu. Hem öfkeyle dolar hem de çocuğunun canını yaktığı için kendini suçlu hissederdi. Yaşlı gözlerimle yüzündeki ve jestlerindeki o çelişkili duyguları görebiliyordum. Bana yardım etmek istiyordu ancak realist
olmayan bir beklentisi vardı. Ayrıca, gerekli olan sabır ve becerilerden yoksundu.
Bir gün Kuran’dan aldığım kötü not duygusal olarak oldukça üzüntü
verici bir tecrübeye dönüşmüştü. Babam, beni okuldan alıp bir ayakkabı tamircisinin yanına çırak olarak vereceğini söylemişti. Ayakkabılarımı giyip ayakkabı tamircisinin küçük dükkânındaki ilk günüme
hazırlanmamı istemişti. O kadar korkmuş ve incinmiştim ki ağlayarak bir şans daha verilmesi için yalvarıyordum. Annem babamdan
bir bağışlama koparmaya çalışarak doğal rolünü oynuyordu. Geri
dönüp bakınca babamın beni motive etmek için bir oyun oynadığını
ve annemi de “iyi polis” olarak kullandığını görebiliyorum. Ama
hâlâ o oyunu yanlış ve haksız buluyorum.
Muhtemelen babama çektim; inek derecesinde çalışkan bir öğrenciydim. Mezun olduktan ve normal bir liseden diploma aldıktan
sonra üniversiteye girmek için 10 öğrenciden 9’unu eleyen ulusal
155
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
156
sınavlara girdim. Yarım milyondan fazla başvuran arasında aldığım
puan, ulus çapında ilk 200’ün içindeydi. İlk tercihimi kazanarak
ODTÜ’ye en yüksek puanlı 7'inci öğrenci olarak girdim. ODTÜ o
zamanlar 20 bin öğrencisiyle eğitim dili İngilizce olan iki üniversiteden biriydi. Başvuru formunda okul seçiminizi ve branşınızı yapmak zorundaydınız ve sonradan bu tercihlerinizde değişiklik yapmanıza izin verilmezdi. Milli Selamet Partisi’nin (MSP) kurucusu, kahramanım Necmettin Erbakan, bir Makine Mühendisi olduğu için ben
de makine mühendisliğini seçmiştim. Türkiye’nin yönetici sınıfları
Erbakan’dan nefret ediyordu ama o yine de cunta veya anayasa mahkemesi tarafından kapatılan her bir partinin ardından yeni birkaç partinin kurucusu olmayı başarmıştı: Milli Nizam Partisi (MNP), Milli
Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi (FP), Saadet Partisi (SP).
Babam beni İstanbul’dan Ankara’ya götürdü ve bana bir yurt veya
apartman dairesi aramaya başladı. Dayım Muhyettin Mutlu, Bitlis’ten daha yeni milletvekili seçilmişti. Dayımın resmi bir eğitimi
yoktu ve ilkokulu güç bela bitirebilmişti. Ancak gayri resmi dini
okullara gidip Arapça, Farsça öğrenmiş ve dini bilgiler edinmişti.
Saygı duyulan dini ve toplumsal bir liderin oğluydu; yakışıklı, uzun
boylu ve karizmatikti. Konuşurken yüzünde bir gülümseme belirirdi
ve kendisini dinleyenleri istediği gibi ikna edebilme yeteneğine sahipti. Karizmatikti.
Henüz Norşin’den ailesini getirmemişti. Eşi tepeden tırnağa çarşaf
ve peçeliydi ve hiç Türkçe bilmiyordu. Bana bile yüzünü göstermezdi. Dayım kırk yaşına yeni girmişti ve bir orta yaş krizine hazırdı. Etrafını çıkarcı danışmanlar ve lobiciler çevirmişti. Çok geçmeden gece hayatına daldı ve genç kadınların gözdesi oldu. Yanlış
hatırlamıyorsam, o günlerin en popüler gazetelerinden biri olan Günaydın, dayım MSP’ye geçtikten sonra, onu ilk sayfada sekiz sutuna
manşet yapmıştı. Dayımın Ankara’da kadınlarla birlikte bir içki
meclisinde çekilmiş resmini içeren haberin başlığı şuydu: “Halka verir talkını; kendi yer salkımı.” O haber, daha sonra seçimlerde Demirel’in partisi AP’yi destekleyen Yeni Asya’cı Nurcular tarafından
MSP aleyhine bir broşürde kullanılacaktı.
Meclisin tam karşısında bulunan dairesine ilk gidişimde orada Bitlis'ten gelmiş bir düzine seçmen gördüm. Her biri kendi kişisel sorunlarının çözümü için oradaydı; kimi bir hastaneden yatak ayarlamasını, kimi iş bulmasını, kimi de memuriyetinin başka bir şehre
alınmasını istiyordu. Dayım, hepsine umut verirdi ama bu boş vaatler günler ve haftalar sonra çoğunu hayal kırıklığına uğratırdı.
Norşin’den Arizona’ya
Günün birinde dairesinde şahsi sorunlarının çözümü için gelmiş insanlar arasında dolaşıyordum. Dolaba saklanmış alkollü bir içki şisesini gördüğüm an dayıma karşı kalbimden bir anahtar kapanıverdi.
Alkole karşı nefretimin birkaç sebebi vardı. Tabii ki alkolü şeytan
olarak gören dindar bir ailede yetişmiş olmam sebeplerden birisiydi.
Böyle bir aile ortamında yetişen herkesin ömür boyu ayık kalamayacağını bildiğim için İstanbul sokaklarındaki ayyaşların acınası hali
gibi başka destekleyici faktörler aradım. Sanırım alkole karşı en büyük dersimi Sultanahmet’teki donuk ve sıkıcı sağlık müzesinde aldım. Lisedeydim ve Sultanahmet Camisi’ne bakan Divan Yolu Caddesi’nden yukarı çıkarken, eski ve gösterişsiz bir binada bir müze
olduğunu fark ettim. Yapacak başka bir işim yoktu ve meraklıydım.
Oradaki birçok bilgilendirici poster ve resimler arasında sağlıklı bir
insanla, alkol bağımlısı birinin karaciğerlerini gösteren üç boyutlu
resimleri gördüm. Sağlıklı bir insanla alkolik bir insanın beyinlerini
gördüm. Bu inandırıcı sunumlar üzerimde ömür boyu sürecek bir
etki bıraktılar. Orada, alkol alarak kendime ihanet etmeme konusunda söz verdim.
Hıristiyanlıkla karşılaştırılınca Sünni ve Şii mezheplerinin hayatın
her alanını kapsayan sıkı kuralları vardır. Musevilik gibi Şii ve Sünni
İslam versiyonlarının da yüzlerce katı kuralı, kısıtlamaları ve yasakları bulunur. Hıristiyanlık, sonradan Aziz Paul ve müritleri tarafından filtre edilip çarpıtılacak olan İsa’nın öğretisiyle birçok kısıtlamadan kurtulmuştur. Formaliteler ve eylem üzerine yoğunlaşan Musevi aşırılığı başka bir aşırılıkla yer değiştirdi: kişisel yaşamla ilgili
olmayan bir dizi dogma ve hikâye. Paulist Hıristiyanlığı önce Orta
Çağda ve sonra da endüstri devrimi boyunca büyük değişimlere uğradı. Modern kapitalist yaşam biçimine uyarlandı ve bugün dindar
bir Hıristiyan’ın hiç huzursuzluk duymadan içki içebileceği, parti
verebileceği, kumar oynayabileceği, yasallaştırılmış tefeciliğin keyfini sürebileceği, silah endüstrisine yatırım yapabileceği ve Florida
plajlarında yarı çıplak denize girebileceği bir hale büründü. Şimdi
Amerikalı bir kadın kamu görevlerine gelebilmekte ve aynı zamanda
kiliseye giden Hıristiyanlardan oy isteyebilmektedir ki bu Hıristiyanlığın kurucuları tarafından zındıklık olarak adlandırılırdı.
Ama Şii veya Sünni bir dindarın yaşamı Hasidim bir Yahudi’ninkine
benzer. Hayatlarının her safhasında karmaşık kurallar ağına uymak
zorundadırlar. Kuran, alkol kullanımını su götürmez bir şekilde yasaklamıştır; çünkü alkol insanların beyinlerinin işleme sistemini değiştirerek onları doğasındaki mantık kurallarıyla çelişen kararlar
157
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
vermeye ve eylemler yapmaya götürür. Kuran, alkol kullanımıyla ilgili dünyevi bir ceza önermiyor olmasına rağmen mezhep hukukunda alkolle ilgili çeşitli cezalar vardır. Dayım Kuran'daki bir yasağı çiğniyordu. Seçmenleriyle yaptığı özel toplantılarında bağlı olduğunu ilan ettiği Sünnilik mezhebinin Şeriat kanunlarına göre herkesin içinde bedensel bir cezaya çarptırılması gerekirdi. Kırbaçlanabilirdi.
Hayatımda o ana kadar gördüğüm en güzel yüze sahip olan kızına
âşık olmuştum ve şimdi müstakbel kayınpederimin bir “ayyaş” ve
“münafık” olduğunu fark etmiştim. İnsanlar, bölgenin evliyalarının
ve dini liderlerinin torunu olduğu için onun elini öperdi. Memlekete
dönünce sarık takar ve dini bir lider gibi davranırdı. Fakat Ankara’dayken bir zamparadan az bir farkı vardı ve gece kulüplerinin
gözdesi oluyordu. İki farklı yaşantısı vardı ve ikisini bir arada yürütmekten utanmıyor gibi görünüyordu.
Galiba babam kayınbiraderinin ne işler çevirdiğini biliyordu; bu
yüzden benim onunla aynı dairede kalmamı istemiyordu. Dayım,
Ulus’ta bana bir otel odası ayarlamakta ısrar ediyordu. Babamın
buna mali gücü olmadığını biliyordum. Dayım, otel ücretini ödeyeceğine dair söz de veriyordu. Diğer birçok sözü gibi o da tutulmadı.
Bir ay sonra babam ağır bir otel faturasıyla karşılaşmıştı. Babam benim için daha ekonomik bir yer aramak zorunda kaldı. İlk olarak
Nurcuların kontrolü altında olan öğrenci evlerini düşündü. Ancak
onların kuralları ve beklentileri bana aşırı katı gelmişti. Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okumak için bir araya geldiğimiz toplantılardan başka bir sosyal yaşantım olmayacaktı. Biraz daha fazla
özgürlüğe ihtiyacım vardı. Kısa bir araştırmadan sonra babam beni
MSP’ye bağlı Milli Gençlik Vakfı’nın bir yurduna emanet etti.
158
Yurt, Cemal Gürsel Caddesi’nde, İç Cebeci’de yedi veya sekiz katlı
bir binaydı. Her odasında iki tane ranza bulunan seksen tane küçük
odası vardı. 300 üniversite öğrencisiyle yüksek sezonlarda bir karınca kolonisini andırırdı. Kırk öğrencinin kaldığı her katta yalnızca
iki tuvalet bulunuyordu. Tuvaletin ışıkları oldukça loştu. Sonradan
bunu elektrikten tasarruf etmek için yaptıklarını öğrendim. Cimri
yurt yönetimi birkaç lira tasarruf etmeye çalışırken, ısıtıcılardan kesinti yapmıyordu. Son sınıf öğrencileri su ısıtmak ve odalarını sıcak
tutmak için elektrikli ısıtıcılar yapmışlardı. Bu bağımsız ısıtma yöntemi masraflıydı. Öğrenciler kış aylarında artan elektrik tüketiminin
faturalarını yönetimin ödemeyeceğini bildiğinden, sayaçlara giden
Norşin’den Arizona’ya
elektrik bağlantılarını keserek belediyeyi aldatma yoluna gitmişlerdi. Elektrik kurumundan memurlar sayaçları okumaya gelmeden
kısa bir süre önce, sayaçların bağlantılarını yeniden kurmak için birkaç öğrenci görevlendirilmişti. Öğrenciler bu işte siyasetçiler gibi
aktiftiler; elektrik hükümetin malıydı ve hükümet de Müslümanlarla
savaş halinde olan kâfir bir hükümetti. O halde, hükümeti ne kadar
aldatırsanız, Allah da bu işten o kadar razı olurdu. Belediyeden bedava elektrik çekmek bir tür cihattı. Allah-u Ekber! O günlerde ve
öyle bir ortamda bile, siyasi ve dini olarak haklı görülen bir tür hileden uzak durabilmem ilginçtir.
Başlarda erken yatardım. Birinci sınıfa başlamadan evvel İngilizce
hazırlık sınıfından geçmemiz gerekiyordu. Diğer üç oda arkadaşım
aynı üniversitenin ikinci sınıfındaydılar. Onlardan ikisi yurda her zaman geç gelirdi. Onlardan biri olan Lütfi Aydemir’le arkadaşlık kurdum. Kilise fareleri kadar sessizdiler ama ışık yüzünden sık sık uyanırdım. Her zaman çok meraklı olmuşumdur. Bu yüzden onlara bir
sabah vakti, bu kadar geç bir vakitte nereden geldiklerini sordum.
Bu soru beni Akıncılar örgütünün Ankara’daki merkezine götürmüştü. Çok geçmeden harıl harıl siyasi bildiriler yazıyordum, gösteriler düzenliyordum, diğer yurtlardaki öğrencileri örgütlüyordum,
polisten izin almadan broşürler dağıtıyordum ve konferanslara katılıyordum. Bir ay sonra rollerimiz değişmiş ve arkadaşlarım uyurken
ben gece geç saatlere kadar örgütte takılıyor olmuştum. Şimdi ben
onlara vekâlet ediyordum ve onlar da huzur içinde uyuyabiliyorlardı.
Üniversite benim için artık ikinci plana düşmüştü. O yurttaki ilk iki
ayımda tam zamanlı bir eylemci haline gelmiştim. Çok enerjik ve
tutkuluydum. Nitekim yurdun ikinci katının merdivenlerinin sahanlığındaki duvar gazetesini hazırlama işini de üstüme aldım. Sekiz geniş sütundan meydana gelen duvar gazetem büyük bir başarı kazanmıştı. Gazeteme içinde küçük bir kelime oyunu olan Gülle adını vermiştim. Dostlarımız için “gül”lerimiz, düşmanlarımız için de
“gülle”lerimiz vardı. Renkli resimleri ve ilginç başlıklarla merdivenlerden inen ve çıkanların kafalarını çevirmelerine sebep oluyordu.
İlgi çeken makaleler, yoğun saatlerde merdivenlerdeki trafiği sıkıştırıyordu. Bu umumi ilgi beni daha da aktifleştirdi. Çok geçmeden
kendimi yurdun haftalık toplantılarında konuşurken ve haftalık seminer ve toplantılarda iyi tepkiler alan yorumlar yaparken buldum.
Daha yurtta üçüncü ayımı bile doldurmamıştım ama yurdun öğrenci
temsilciliğine aday gösterildim. Kendime ait bir odam olacak ve yurt
yönetimiyle birlikte çalışacaktım. Bir odayı kendim için ofis olarak
159
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ayırmayı gereksiz bulacaktım. Diğer adaylara karşı iyi bir fark yaparak seçimi kazandım.
Hevesli, karizmatik, cesur ve elbette ziyadesiyle ahmaktım. Ülkede
bir devrim yapacaktık. Laik ve baskıcı devlet yönetiminin Kemalizm
veya Atatürkçülük adı verilen resmi ideolojisinin sonunun geldiğine
inanıyorduk. Ülkenin her köşesinde, her devlet kurumunda Atatürk
resimleri asılıydı ve Atatürk büstleri vardı. Siyasi ve ekonomik adalet, özgürlük ve barış getirecek İslami bir devletimiz olacaktı. Bu dönemde Türkiye 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkenin başına bela olan
çatışmaların potasıydı ve hâlâ da bu tür çatışmaların potası olma potansiyeline sahiptir. Aşağıda, New York'taki bir hukuk fakültesinin
jurnalinde yayımlanan Cannibal Democracies, Secular Theocracies:
The Turkish Version (Yamyam Demokrasiler, Laik Teokrasiler: Türk
Versiyonu) başlıklı makalemden bazı alıntıları bulacaksınız:
Büyük bir oy çoğunluğuyla kabul edildiği iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Atatürk’ün “muasır medeniyet” seviyesine
ulaşma rüyasının çok uzağındadır. Bu geriye gidişin Atatürk adına
yapılmış olması da bir ironidir. Kurumsallaşmış demokrasisi olan
gelişmiş ülkelerin hiçbirinin anayasasında kurucu babaların veya
kahramanların isimlerine rastlanmaz. Tarihe mal olmuş kahramanlarının isimlerini anayasalarına koymak ve onların adına kutsal dogmalar üretmek totaliter ve teokratik rejimlerin karakteristik bir özelliğidir. Eski sosyalist ülkelerin anayasalarında, örneğin; 1991 öncesi
Arnavutluk anayasasının üçüncü maddesinde Marx ve Lenin isimlerini bulabilirsiniz. Çin anayasasının önsözünde Marx ve Lenin’e ek
olarak Mao’nun da ismini görebilirsiniz. Suudi anayasasında Suudi
ailesi ve İran anayasasının önsözünde Humeyni övülür. Ulusal kahramanlarının adına üretilen resmi dinler ve dogmalar, o ülkelerin neden demokratik bir şekilde medenileşmiş ülkeler arasında olmadığını açıklamamıza yetmez; ama yine de bu konuda bize bazı ipuçları
verir. Ülkeleri anayasalarının bazı özelliklerine göre sınıflandırmak
ve bir ülkeler periyodik cetveli yapmak mümkün müdür? Bu durumda Türkiye’nin hangi ülkelerle aynı sütunda yer alacağını tahmin
edebilir miyiz? …
160
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan General Atatürk, 1920 ve
30’larda Türkiye’nin yönünü teokratik bir Orta Çağ monarşisinden,
çağdaş laik bir cumhuriyete çeviren bir dizi devrime imza atan karizmatik bir liderdi. O kadar popülerdi ki bütün bir ulusun alfabesini
bile değiştirmeyi başarmıştı. Atatürk’ün ismi anayasaya militarist ve
ırkçı, Türk oligarşisinin alâmetifarikası olarak koyulmuştu. …
Norşin’den Arizona’ya
“Laiklik İlkesi” başlığı altında başsavcı Atatürk’ten bir alıntı yapar,
“Ölülerden yardım dilemek uygar bir toplum için utançtır…” (Sabah, 5 Ağustos 1997). Bir tektanrıcı olarak bir kahramana veya evliyalara tapınmanın her türlü ekonomik, sosyal ve entelektüel istismarının farkındayım ve yukarıdaki alıntıda yapılan yoruma katılıyorum. Bununla birlikte, başsavcı kendi putunun tavsiyesine uymamaktadır. Başsavcı, Atatürk’ün “ölümsüz ve eşsiz bir kahraman”
olarak tanımlandığı ve büyük harfle başlayan “O” zamiriyle nitelendiği ve tanrılaştırıldığı Türk Anayasasının önsözünün birinci paragrafından gururla alıntı yapıyor.
Atatürk’ün mozolesini düzenli olarak ziyaret etmek, mutlak bir saygıyla mozolenin karşısında kıpırdamadan durmak, “ruhuna” çelenkler sunmak, hükümetin yaptığı hatalardan dolayı ondan af dilemek,
ona ulusal ve uluslararası gelişmelerden bahsetmek, Anıtkabir özel
defterine ona seslenerek bir şeyler yazmak, bağlılık yemini etmek ve
düşmanlarının kafasını ezeceğine dair ona söz vermek… Üst düzey
bir devlet görevlisi ve fanatik bir Kemalist olan başsavcının en azından her resmi bayramda laik dinin bu ayinlerini yerine getirdiği kuvvetle muhtemeldir. O halde başka ölülerin karşısında kıpırdamadan
duran, onlar için kurban kesen, şefaat dileyen ve bağlılık yemini
eden diğer insanları nasıl eleştirebiliyor?
Mustafa Kemal Atatürk ölmedi mi? Atatürk’ün ruhuyla konuşup ondan af dilemek gibi zorunlu ayinlerin kaynağı nedir? Dinle ilgisi olmayan bir insandan yardım dileyip, başkalarını da buna zorlamak
doğru oluyorsa, dindar ölülerden yardım dilemek nasıl yanlış olabiliyor? Tarikat üyeleriyle Kemalist oligarşinin üyelerinin aralarındaki
fark yalnızca etiketlerindedir ve iktidar tabanlıdır. Anayasa mahkemesi üyeleri de Türk ordusunun üst düzey komutanları da onu, hata
yapmaz bir tarikat lideri konumuna getirerek ve mezarını da bir tapınağa dönüştürerek M. Kemal Atatürk’e ihanet etmişlerdir.
Kemalist olduğunu iddia edenlerin zihniyeti ve davranışlarının tarikat üyelerininkinden hiçbir farkı yoktur. Olaya dışarıdan bakan herkes bunu görebilir. Örneğin; Amerikalı bir antropoloğun gözlemleri
tamamıyla doğrudur:
“Türklerin atası” Atatürk, sembolik olarak peygamber ve Tanrı ile
bir görülür. “Tek Adam” (Aydemir 1969) olarak nitelendirilmiştir.
Yalnız, eşsiz, benzersiz vb. anlamlarına gelen “tek”, bildiğimiz kadarıyla yalnızca Tanrı’nın nitelikleridir. Resmi belgelerde Atatürk’ten bahsederken “O” zamiri daima özel isim olarak yazılır.
Peygamber gibi, o da Türklere, gerçek miraslarını hatırlatmak için
161
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
orijinlerinden bahseden ve yönlendirme yapan bir mesaj getirmişti.
Bu mesajlar, ülkeyi onun yasalarının hüküm sürdüğü bir yer haline
getirmek içindi. Dini bayramların karşısına ulusal bayramlar konuldu. Örneğin 19 Mayıs, Atatürk’ün 1919’da, kaldığı takdirde tutuklanacağı başkent İstanbul’dan Samsun’a geldiği tarihi anmak için
kutlanır. Bu olay; peygamberin Mekke’den Medine’ye göç ederek
kâfirlerin boyunduruğundan kurtulmak için cihat çağrısı yaparak
mücadelesini başlattığı Hicret'e benzetilmektedir. 29 Ekim, yeni yasalar altında yaşamaya başlayan yeni ulusun başlangıcı diye kabul
edilen ve cumhuriyetin ilanı olarak kutlanır. Meclis’in açılışı olan 23
Nisan, çocuk bayramı olarak kutlanır ki bunu da şeker bayramıyla
kıyaslayabiliriz.
Dahası, her yerde onun resim ve heykellerine rastlanır; bu durum da
İslam’ın Tanrı’nın betimlenemezliği eğilimi ve görünmezliğine terstir. Saat 09.04’te birkaç dakikalık saygı duruşuyla her 10 Kasım’da
ölüm tarihi hatırlanır: ancak her çocuk “Atatürk ölmedi / Yüreğimde
yaşıyor” şarkısını öğrenmek zorundadır. 1980 askeri darbesinden
sonra General Evren, onun mezarına, taksi şoförleri tarafından bile
“Kâbe’miz” diye adlandırılan Anıtkabir’e, bir çelenk koydu. Mekke’deki muadili gibi Anıtkabir de bir hac yeri oldu. Çocuklar ilkokulu bitirince oraya götürülür; diğerleri de fırsat buldukça orayı ziyaret ederler. Fulbright bursuyla Türkiye’ye gelen bir öğrenci olarak
benim de ilk götürüldüğüm yer burasıydı. Siyasi coğrafyanın simgeleri, Türkiye’deki laikliğin sadece din ve devlet işlerinin ayrılığı olarak görülemeyeceği inancını güçlendirmektedir. Aksine devlet İslam’ın otoritesini ve sembollerini devralmıştır ama göndergelerini
değiştirmiştir. Laik Türklerin aynada gördüğü resim, dini dünya görüşünün tekrar dünyaya yansımasından başka bir şey değildir. Lakin
sormamız gereken soru şudur: Türk ulusu kutsal bir devlet mi; yoksa
laik bir din midir? (Carol Delaney The Seed and Soil: Gender and
Cosmology in Turkish Village Society, University of California
Press, 1991, sayfa 281-282.)
Neyse, Ankara’daki üniversite yıllarıma geri dönelim.
Bozkurtlar olarak da bilinen ülkücüler ODTÜ yerleşkesine giremezlerdi. Aksi takdirde hemen saldırıya uğrarlardı. Aynı şey Bozkurtların kontrolü altındaki üniversiteler için de geçerliydi; oralarda da
Komünistlere yaşama hakkı tanınmazdı. İki grubun da baskın olmadığı üniversitelerse savaş meydanını andırırdı; sürekli kavga ve cinayetler olurdu. 70’li yıllar boyunca çoğu üniversite, işlevini yerine
getiremiyordu.
162
Norşin’den Arizona’ya
ODTÜ’de benim örgütüm yoktu. Dini inançlarımız sebebiyle Komünistler bizi sağcı olarak görürdü. Ancak biz bu şekilde etiketlenmeyi kabul etmiyorduk. Hem sağı hem de solu dini ve kültürel geleneklerimize yabancı, Batı’dan gelme gayr-i İslami kavramlar olarak
nitelendiriyorduk. Ancak çok geçmeden kampüste Nurcuların olduğunu öğrendim. Daha önce de bahsettiğim gibi Molla Said Nursi’nin
öğretisini takip eden bir gruptu bu; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Müslümanların parlak günlerini geri getirmek için mücadele
başlatan zeki ve cesur bir Sünni idi, bir Kürt mollasıydı Said Nursi…
Lakin koşullar onu siyaseti bırakıp ateistlere veya Bolşevik Komünist’lere karşı İslam inancını savunmak üzere iman konularına yoğunlaşmaya zorlamıştı. Allah’ın varlığını kanıtlamak ve Kuran’ın
Allah tarafından yazdırıldığını savunmak için mantıklı ve bilimsel
tartışmalar üretmeye çalışıyordu. Kitapları felsefi, teolojik ve bilimsel birçok yanlışlar ve tutarsızlıklar içeriyordu. Hezeyanları da az
değildi. "Vadedilen Sabahın Aranesilleri olan Nurculara Selam Olsun" başlıklı makalemin son bölümünde Risale-i Nur külliyatını birkaç kelimeyle tanımlamıştım:
"İşte risaleler bu arayışın bir ürünüdür. Karma karışık bir
külliyat... Zekâ ile saflığın, bilgi ile cehaletin, cesaret ile paranoyanın, gerçek ile hurafenin, iman ile inkârın, tevhit ile
şirkin, felsefe ile safsatanın, nur ile zulmetin sarmaş dolaş
dans ettiği bir külliyat!"
Komünistler, barışsever mizaçlarından dolayı Nurcuların binaların
birinin bodrumunda namaz kılmalarına izin vermişti. Sonra ben de
onlara katıldım. Böyle düşmanca bir ortamda olduğumuz için gayet
sessiz ve gizlilik içinde namaz kılardık.
Ara sıra Komünist öğrenci örgütlerinin aktif üyeleri tarafından kısa
siyasi konuşmalar yapılırdı. Profesörden izin almaksızın dersleri böler ve kafalarını taktıkları sorunlar ve bazı eylemlerle ilgili konuşmaya başlarlardı. Dilinden çektiğini hiçbir şeyden çekmeyen birisi
olarak siyasi duruşlarına itiraz etmekten kendimi alamadım. Elimi
kaldırdım ve oto sansür yapmadan onlara sorular sormaya ve karşı
çıkmaya başladım. O andan sonra mimlenme korkusuyla, sınıf arkadaşlarımın çoğu benimle iletişimi kestiler. Radyoaktif olmuştum.
Aradan fazla bir zaman geçmeden otorite konumunda olan öğrencilerden biri, ana kafeteryaya giderken beni durdurdu. Kimlik kartımı
ve kişisel belgelerimi alarak gözden kayboldu. Bir ya da iki gün
sonra sorgulanmak üzere öğrenci birliğine çağrıldım. Hakkımda
yaptıkları araştırma onları Bozkurtlardan olmadığıma ikna etmiş ve
163
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ılımlı Akıncılar grubunun bir üyesi olduğumu öğrenmişlerdi. Bu
yüzden beni bağışlamışlardı. Bununla birlikte, çenemi kapatmam
konusunda da uyarılmıştım. Dev-sol ve Dev-yol örgütlerinin kampüsün ve şehrin duvarlarını "ifade özgürlüğü, demokrasi, eşitlik" kelimelerini içeren sloganlar, posterler ve duvar yazıları ile doldurması
nasıl bir ironiydi? Devrimciler bu iyilikleri sadece kendileri için istiyorlardı. Diğer gruplar da farklı değildi.
Gelin size aynı sokakta başımdan geçen daha ciddi başka bir olayı
anlatayım. Yurdumuz, Atatürk ve Cumhuriyet yurtları arasına sıkıştırılmıştı. Atatürk Yurdu sağcı, Milliyetçi Ülkücülerin kontrolü altındayken, Cumhuriyet Yurdu’nu solcu gruplar veya Komünistler
kontrol ediyordu. Bizim yurtsa dini bir gruba ait olan Araf'ta bir yerdeydi.
Hemen hemen her mahalle, kasaba, üniversite ve yurt bu üç grup
tarafından parsellenmişti. Öğrenci birliği ve yurtlarından kafeteryalarına kadar üniversitenin her bölümü sosyal tesisi, başta Dev-Genç
olmak üzere solcu öğrenci örgütleri tarafından ortaklaşa yönetiliyordu. Her yerde Che-Guevara, Marx, Lenin ve Engels’in posterleri
asılıydı. Başka Komünist grupların kontrolü altında bulunan bölgelerde Mao Zedung ve Enver Hoca’nın posterlerini de görebilirdiniz.
Hazırlık sınıfında okuyan yeni öğrenciler çok dikkat çekerdi. Potansiyel yeni militanlar olarak görülürlerdi. Kıdemli öğrenciler tarafından eğitilmek ve devrimciler safına katılmak için oradaydık. Haftada
iki kez öğrenci birliği temsilcileri bizi amfi tiyatroda toplar ve devrimin ivediliği ve sosyalizmin zorunluluğu konusunda dersler verirlerdi. Ancak benim kaldığım yurtta bir tane bile solcu yoktu, hepimiz
Sünni’ydik.
Bir gece yurdun merdivenlerinde alışılmadık bir trafik olduğunu fark
ettim. Öğrenciler odalarına doğru koşuşuyordu. Ortama panik hissi
hâkim olmuştu. Sokağımızın duvarlarına, Cumhuriyet Yurdu’ndan
bir grup solcu öğrencinin posterler asmakta olduklarını öğrendim.
Kendimi, 300 koyundan oluşan sürüsüne, kurtların saldırmak üzere
olduğu bir çoban gibi hissetmiştim. Düşünmeye bile fırsat bulamadan yurtta kalan birkaç gönüllü öğrenci arkadaşla birlikte sokağa fırladım. Bir sokak lambasının etrafında duran bir grup genç gördüm.
Yurdumuza yakındılar ve daha da yakına gelmeleri durumunda onurumuz ve itibarımız lekelenecekti. Tereddüt bile etmeden onlara
doğru yürüdüm. Kendimi, daha yaşlı gösteren biriyle konuşurken
buldum:
164
Norşin’den Arizona’ya
-
Milli Gençlik Yurdu’ndan bir Akıncıyım. Yurdumuzun yakınına
gelmişsiniz.
- Gerçekten mi?
- Evet. Lütfen buradan ileriye gitmeyin ve posterlerinizi başka bir
yere asın.
Liderleri:
- Biz de tam sizi arıyorduk,
diyerek sözünü yüzüme indirdiği bir yumrukla tamamladı.
Bir anda grubun ortasında kalmıştım. Vücudumun her yerine tekmeler ve yumruklar iniyordu. Kafamı yumruklardan korumaya çalışırken dövüş sporlarından ve kovboy filmlerinden öğrendiğim bütün o
numaraları da hatırlamaya çalışıyordum. Bereket versin ki, çemberi
yarıp yakındaki bir bankanın duvarına doğru koşmayı başarabilmiştim. Sırtımı sağlama aldıktan ve birkaç yumruk da ben atmayı denedikten sonra yurda doğru koştum. 40-50 metre kadar koştuktan sonra
durdum. Bu insanlardan kaçamazdım. Ben bir liderdim ve kaçmak
benim için utanç verici olurdu. Kaldırımın kenarına park etmiş bir
arabaya yaklaştım ve gruba doğru:
- Sıkıysa yaklaşın! Erkekseniz yaklaşın, korkaklar; diye bağırdım.
Durdular ve şaşırmış göründüler. Bana doğru tek bir adım bile atmadılar. Aptalca meydan okuyuşum işe yaramıştı. Onlar da bizden korkuyordu. Belki de onlara bir tür pusu kurduğumuzu zannediyorlardı.
Meydan okumam onları kahramanca bir saldırıya kışkırtmamıştı
ama birkaç mermiye davetiye çıkarmıştı.
- Bam! Bam!
Arabanın arkasında yüz üstü yere atladım ve sonra tekrar ayağa kalkarak meydan okumaya devam ettim:
- Sıkıysa yaklaşın! Sıkıysa yaklaşın, sizi korkaklar!
- Bam! Bam!
- Sıkıysa yaklaşın, korkaklar!
- Bang! Bang!
- Sıkıysa yaklaşın, korkaklar!
Onları tavşanlar gibi kaçarken gördüm. Son kurşunlar yurdumuzdan
ateşlenmişti. Sonunda silahlı bir arkadaşımız hayatımı kurtarmaya
karar vermişti. Sonradan öğrendim ki eski öğrenci temsilcisi Muharrem Candan onları korkutmak için havaya birkaç el silah sıkmıştı.
Muharrem güvenilir bir dosttu. Muhtemelen bu kahramanlığının
ilahi bir ödülü veya cezası olarak 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP
listesinden Konya milletvekili olarak parlamentoya girdi! (Bu son
165
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
166
cümleyi kitabı tashih ederken okuyunca Said-i Nursî’yi anımsadım
ama silmeye kıyamadım )
Bu olay ve aptalca gösterdiğim tepki popülerliğimi artırmıştı. Bir
kahraman olmuştum. Kuşkusuz, her normal insandaki değişimi yaşadım. Zamanla muhakeme duyguları daha iyi kontrol etmeye başlayınca riskleri ve getirilerini daha iyi tartabiliyor insan. 40 yaşımdan sonra Myers-Briggs Kişilik Göstergesine göre ENTP tip yani
dışadönük, sezgisel, düşünen ve algılayan bir kişiliğim olduğunu öğrenecektim.
O günden beridir fazla bir değişim göstermedim. İnandığım prensipler için büyük riskler alıyorum. Örneğin; 2006’da bir Temmuz günü,
ailem ve New Yorklular beni iş başında gördüler. Tatil için ailece
ziyaret ettiğimiz Manhattan’da Hotel Park South’ta bir oda ayırttık
ve bir hafta boyunca şehri ve anıtları gezdik. Central Caddesi’nden
güneye doğru iniyorduk ve Worth Caddesi’ni yeni geçmiştik. İş çıkışıydı ve yüzlerce yaya karınca kolonisi gibi kaldırımlar boyunca
ilerliyordu. Bu yürüyüşün her anından zevk alıyordum ve sanki İstanbul sokaklarında yürüyor gibiydim. Thomas Paine Park civarında
bir kadının yardım çığlığını duyduk. “Telefonumu kaptı! Telefonum!” Sonra sol elinde siyah bir evrak çantası olan kırklı yaşlarında
uzun boylu bir adam gördük. Geri geri yürüyor ve sağ elinde bir cep
telefonunu havada tutarak kurbanına doğru bağırıyordu:
- Eğer 50 dolar verirsen telefonunu geri veririm.
Kalabalık yavaş hareketlerle ilerliyordu. Telefonunu kaptıran kadının yakınında birkaç adam vardı. Caddeye yakın duran kapkaççının
etrafında yaklaşık 4-5 metre yarıçapında bir çember oluşmuştu.
Sonra adamı Central Caddesi’nden altıgen şekilli binalara doğru karşıya geçerken gördüm. Kadın ve birkaç yaya peşinden gitti. Biz de
Worth Caddesi’ne doğru onu izledik. Olay, hayatlarının büyük bir
bölümünü yayadan çok kaktüsler görebileceğiniz sakin bir kasabada
geçirmiş olan çocuklarımın hayli ilgisini çekmişti. Bu gerçek bir kriminal olaydı ve onların gözleri önünde cereyan ediyordu.
Bense karmaşık duygular yaşıyor olduğum için iki misli rahatsızdım.
Kendimi kurbanın yerine koyup telefon cihazının hafızasındaki dost
ve akrabalarının telefon numaralarını düşününce cep telefonumu kaybetmeyi kabullenemezdim. Kendimi failin yerine de koydum. Ne
daha önce soygun veya hırsızlık yapmış olduğum içindi ne de yaptığını haklı çıkarmak içindi, ama onu kriminal bağlamından ayırarak
cesaretine hayran olduğum için kendimi failin de yerine koymuştum.
Güpegündüz sokak ortasında, parasızlıktan çaresiz kalmış görünen
Norşin’den Arizona’ya
adam, New Yorklulara meydan okuyordu. Çok büyük bir risk alıyordu. Kalabalıkların korkak olduğunu biliyordum. Ben de yirmili
yaşlarımda İstanbul sokaklarında kalabalıklara meydan okumuştum
ve daha sonra 2011 yılında Ground Zero denilen Dünya Ticaret Merkezi’nin önünde yüzlerce New Yorkluya Amerikan kanlı emperyalizminin ve zalim kapitalizmine destek verdikleri veya sessiz kaldıkları için meydan okuyacaktım (youtube'ta bulabilirsiniz). Kalabalığın
içindeki bireyler sorumluluklarını, özellikle de riskli olanları başkalarına ihale ederler. Yani sürü psikolojisinin felaketli hipnozunun insanları, müdahale ederlerse rahatlıkla durdurabilecekleri en korkunç
haksızlıklara ve zulümlere seyirci kalma haline getirdiğini biliyordum. Ben Sünni bir mukallit iken de sürüye iyi bir koyun adayı değildim. Adamın etrafındaki çember daralıyordu. Şoku atlattıktan
sonra kalabalıktaki birkaç kişinin yavaş yavaş cesaretini toplayacağının farkındaydım. Ama o hâlâ kadından cep telefonuna karşılık 50
dolar istiyordu. Onun için endişelenmeye başlamıştım. Kalabalık acımasızlaşabilirdi. Bu bir ironidir. Grup psikolojisi, aniden, korkudan
aşırı bir vahşete doğru yön değiştirebilirdi; bu korkak tavşanlar ansızın bir kurt sürüsüne dönüşüp, adamı linç edebilirdi.
Geçen her saniye aleyhine işliyordu. Bu yüzden hem suçluyu hem
de mağduru kurtarmak için olaya müdahale etmeye karar verdim.
Çemberi yarıp kapkaççıya yaklaştım. Cebimden 20 dolar çıkardım
ve onu kadının telefonuna karşılık kabul etmesi için suçluya önerdim. 50 dolarda ısrar ediyordu. Ona verebileceğim en fazla miktarın
bu olduğunu ve kalabalığın kısa bir süre sonra onu linç edebileceğini
söyledim. Mesajı aldı. 20 doları kabul etti ve telefonu bana verdi.
Telefonu ona verdiğimde kadının bana teşekkür edip etmediğini hatırlamıyorum. Muhtemelen o 20 dolar hayatımda kullandığım en iyi
20 dolarlardan biri idi.
***
Üniversite yıllarıma geri dönelim…
Yurttaki ve Akıncılar örgütündeki ortam, gelişmem için kusursuz bir
ortamdı. Siyasetçilerin ve Türkiye'deki derin güçlerin gençliği düşman kamplara böldüğü bir zamandı. Onlarca yıl sonra, Türk ordusu
içinde çöreklenmiş güçlü bir generaller çetesinin hain yöntemler kullanarak Türkiye'de kaos yaratmayı ve böylece yeni bir ihtilal için
zemin ve bahane oluşturmayı hedeflediklerini öğrenecektik. Miyop
içgüdülerimize göre hareket ediyorduk ve geleceğimiz hormonlarımızın merhametine kalmıştı. Yavaş yavaş en çılgın şartlara ayak uydurmaya başlamıştık; haşlanmış kurbağalardık.
167
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
168
Yakındaki binaların birinde sinema vardı. Yurda giderken, kaldırımdan film afişlerini görebiliyorduk. Bazen yarı çıplak aktrislerin resimlerini de sergiliyorlardı. Yetiştiğim çevrem çıplak resimler
görme arzumu çoktan öldürmüştü. Çıplak kadın resimlerine bakmak
dindar yetişme tarzıma, davama ve arkadaşlarımın lider konumumdan beklentilerine tersti. Sinemanın bu uygulamasını ahlaksız saldırganlığın örneklerinden biri olarak görüyorduk. Dahası burnumuzun
dibindeki mahalleyi yozlaştırıyorlardı. Bu bir onur, bir namus meselesiydi. Birkaç yoldaşımla konuyu tartışarak bir şeyler yapmaya karar verdim. Lakin sinemacılara ders verme konusunda kimsenin bana
katılmayacağını fark ettim. Parkamı giydim, bir yerlerden bir sopa
buldum ve yaklaşık 50 metre batıda bulunan sinema binasına doğru
yürümeye başladım. Filmden sahnelerin camdan çerçeveler içinde
duvarlarda sergilendiği salona girdim. Birkaç müşteri, bir bekçi ve
bir de kasiyer vardı. Biraz gergindim. Doğrusunu söylemek gerekirse bayağı gergindim. İlk (ve Allah’a şükür ki son) tasarlanmış şiddet eylemimdi bu. Elimdeki sopayla çerçevelerin camlarına vurmaya
başladım. Ama beklenmedik bir şey oldu. Camlar kımıldamıyordu.
Daha güçlü bir şekilde tekrar vurdum. Ama yine camı kıramadım.
Ahlak dersi vermeye çalışırken sopamın bir camı kıramayacak kadar
ince olduğunu öğreniyordum. Göz ucuyla, ilk şoku atlatan bekçinin
bana saldırmaya hazırlandığını gördüm. Onunla boğuşmaya hazır
değildim. Dahası oraya "utanç verici bir eylem" icra ederken yakalanmaya gitmemiştim. İki kat utanç vericiydi, zira üç yüz öğrencinin
başkanı olmama rağmen böylesine küçük bir eylem için kimseyi görevlendirmemiştim ya da görevlendirememiştim. İkincisi, bir camı
bile kırmayı başaramamıştım. Vazgeçecektim. Şu gazete manşetlerini hayal edebiliyor musunuz:
Pornografik İçerikli Resimlere Cihat İlan Eden Akıncı Liderine
Tahta Kılıcı İhanet Etti.
ODTÜ Hayal Kırdı: Makine Mühendisliğinde Burslu bir Öğrenci Camı Kırmayı Başaramadı
Cesur Bir Müslüman Ahlaksızları Uyardı
Çıplak Resimler Bazı Gençleri Gerçekten Delirtiyor mu?
Çıplak Kadın Resimleri Zeki Üniversite Öğrencisinin Beynini
Kaynattı.
Sinemada Film İzlemek İçin Parası Olmayan Bir Öğrencinin Gazabı.
Eli Sopalı Fanatik Bir Dindar Sinemada Güzel Kadınları Dövmeye Kalkıştı. Yakışıklı Kapıcı Kurtardı.
Norşin’den Arizona’ya
O vakitler bu tür başlıkları düşünmeye ne zamanım ne de aklım
vardı. Bana birkaç saniyelik zaman kazandırır diye bir işe yaramayan sopayı bekçi ya da kapıcıya fırlattım ve çıkışa doğru koşmaya
başladım. Bu, bekçiyi daha da cesaretlendirdi ve peşimden koşmaya
başladı. Kavşakta ana caddeden karşıya fırladım. Sonra mahalledeki
küçük bir sokağa daldım. Şerefim ve itibarım için koşuyordum. Yarı
çıplak birkaç resme karşı küçük bir cihat ilan etmiştim ve misyonumda başarısızlığa uğramıştım. Hepsinden önemlisi orta yaşlı şişman bir kapıcıdan kaçıyordum. Rezalet üzerine rezalet! Beyinsiz bir
falso ve gülünç bir fiyasko! Geri dönüp bakınca bunun ilahi bir lütuf
ve koruma olduğunu düşünüyorum. Allah beni aptallığımdan korumuştu. Camı kırmakta başarılı olsaydım, büyük bir ihtimalle, çıplak
resimler içeren camları kırma işini yarı-zamanlı kariyerim haline getirecek ve sopamı sinemalara ahlak dersi vermek için kullanacaktım.
Sorumsuz siyasetçiler öğrencileri kendi iktidar oyunlarında kullanıyordu. 12 Eylül 1980 darbesinden önceki birkaç yıl boyunca rakip
terörist çeteler tarafından her gün bir veya iki öğrencinin öldürülmesi
yaygın hale gelmişti. Bazen bu rakam yarım düzine veya daha fazlasının üzerine çıkardı ve yüzlercesinin hayatına mal olan katliamlarla zirveye çıkacaktı. Öğrenciler ve emekçi halkın hayatıyla oynanan ölümcül bir oyundu bu. Yeraltı öğrenci örgütleri yasal öğrenci
örgütleri vasıtasıyla üniversiteleri kontrol ediyordu. Gösteri yapılacağı zaman öğretim görevlilerine dersi kesip öğrencileri serbest bırakmaları konusunda talimat verilirdi. Bir sürü gibi güdülüyor ve kalabalığa katılıyorduk. Apolitik birçok öğrenci gösterilere, geceleri
duvarlara slogan yazmaya, seminerler ve sayısız birçok eyleme katılmaya zorlanırdı. Zorla gösterilere katılan apolitik yığınların saflardan ayrılmalarını engellemek için öğrenci muhafızlar polislik ediyordu. Geçmişte bu gösterilere dışarıdan bakan bir yaya olduğum
zamanlarda, onların görevinin göstericileri düşman seyircilerin saldırılarından korumak olduğunu düşünürdüm. Konvoyun etrafındaki
insan zincirinin ve muhafızların gerçek amacını sonra öğrendim.
Bir gruba bağlı öğrenciler rakip grupların kontrolü altındaki bölgeler
ve üniversitelere girdiklerinde, hayatlarını riske atmış oluyorlardı.
Bizim grubumuz Akıncılar, her nasılsa, Komünistler ve Milliyetçiler
arasındaki güç dengesi üzerinde serpilip büyüyordu. Milliyetçiler
gibi biz de muhafazakârdık ancak etnik kimlikten ziyade dine yoğunlaşıyorduk. Milliyetçilerin tersine devlete karşıydık ve sosyalizme benzer bir ekonomik sistemi destekliyorduk. İdealist genç bir
beyin için inandırıcı ve güçlü bir bileşimdi bu.
169
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Akıncılar gençlik örgütünün genel merkezinde daha da aktif olmuştum. O yıllar Akıncılar genel başkanı olan Mehmet Tellioğlu ve bizi
destekleyen Hekimler Birliği başkanı Dr. Hikmet Akgül hâlâ anımsadığım ve saygı duyduğum liderlerdi. Her ikisi de üniversite gençliğini düşman kamplara ayıran terör ve şiddet eylemlerinden uzak
durmamız için gayret gösteren samimi, kibar ve alçak gönüllü liderlerdi.
Ankara Akıncılar şubesinin başkanı ve hukuk mezunu olan Ersönmez Yarbay bana özel ilgi gösterdi ve Ankara şubesinde birlikte çalışmaya davet ettik. Beni genel idare kuruluna aldı. Ersönmez sonradan siyasete atılıp 2002 seçimlerinde AKP listesinden meclise girecekti. İnce ve uzundu ve benden dört yaş büyüktü. Ulus'ta bir çeviri şirketi işletiyordu ve boş zamanlarında Akıncılara liderlik ediyordu. Yüzünde daima bir gülümseme olurdu ve her zaman pozitif
ve barışçıl bir doğası vardı. Akıncılar merkez komitesinin diğer bir
üyesi Mehmet Bulut da olgun bir hukuk fakültesi mezunuydu. 2002
ve 2007 yılları arasında o da AKP saflarında Ersönmez’le birlikte
meclisteki yerini almıştı. İkisi de Akıncıların resmi dergisi için makaleler yazmamı istiyordu. Ankara Akıncılarının yönetim kurulunda
olmama rağmen ulusal merkezine de sık sık gidiyor ve orada bazı
aktivitelere katılıyordum. Akıncılar dergisine kendime ait sekiz sayfanın konulmasına karar verdim. Arapça ulus anlamına gelen Ümmet ismiyle ortaya çıkmıştım. Ama bana çekici gelen, bu kelimenin
hem dini hem de siyasi çağrışımlarıydı. Bizim sözlüğümüzde Ümmet, şeriatla yönetilen millet anlamına geliyordu.
Cüretkâr makaleler yazdım. Polisle ve Türk yasalarıyla başımı belaya sokabilecek makaleler… Sınırları zorluyordum. Örneğin; bir
keresinde gençleri şekillendirmekte medyanın bozucu etkisi üzerine
bir makale yazmıştım. Gelenekçi her Müslüman gibi bizim de ana
konumuz çıplak resimler, kadınların giyim tarzı ve erkek kadın ilişkisiydi. Her nasılsa bizim İslam versiyonumuzun yarısından fazlası
kadınları kapatmak ve kontrol etmekle ilgiliydi, diğer yarısı da çeşitli yasaklar ve kıldan tüyden konulardı.
Kuran’ın bu konuya 6 binden fazla ayet içinden sadece iki tanesini
ayırmış olması nasıl bir ironidir? Dahası Kuran erkeklerden kadınlara müdahale etmesini istememektedir; tersine, iffet konusunda kararı Kuran kadına bırakmaktadır. Bütün Sünni ve Şiiler gibi doğrusu
ben de Kuran’ı fazla önemsemiyordum.
170
Makalem için birkaç resme ihtiyacım vardı. Fatih Akıncılarından bir
Norşin’den Arizona’ya
gruptan çıplak resimler içeren dergiler satan bir gazete bayisine saldırı düzenlemesini istedim. Topkapı’dan bir bayi seçtik. Akıncılar
takımından saldırı sırasında aşırılığa kaçmamalarını istedim. Olayın
fotoğraflarını çekecektim. Gün ortasıydı ve sokak arabalar ve yayalarla doluydu.
Bir Akıncı ekip gazete bayisine doğru harekete geçerken, bir diğeri
de gazete ve dergilerin sergilendiği masanın yerle bir edilmesi olmak
üzere, iki fotoğrafı yayımladım. Makalede, saldırı sırasında tesadüfen oradan geçen bir muhabir gibi davrandım. Polisin aleyhimde kullanabileceği suçlayıcı bir dil kullanmamaya özel dikkat gösterdim.
Zavallı bayiye karşı saldırıyı planlayan kişi olmama rağmen makalemde saldırıyı eleştiriyordum. Saldırıyı yapan grubu, kral ya da kraliçe, yani bizim dünyamızdaki tüm kötülüklerin sebebi olan kâfir
Türk devletinin başlıca kurumları yerine zamanlarını piyonlara harcadıkları için eleştiriyordum. Bir taşla iki kuş vurmuştum. Veya öyle
sanmıştım.
1977 belediye seçimlerini çok önemsiyorduk. Komşu şehir Konya’daki seçimlerse ziyadesiyle önemliydi. Konya kalelerimizden birisi
olduğu için partimiz orada yapılacak seçimleri kaybetmeyi hazmedemezdi. Adayımız daha sonra ülkede güçlü bir siyasi figür olacak
olan Mehmet Keçeciler’di. Parti örgütümüz Akıncılarla birlikte
şehre taze kan olarak bazı genç eylemcileri yerleştirmek için seferber
oldu. Öğle yemeği ve başka birçok şeyin dağıtımı gibi lojistik işlerde
kullanılıyorduk. Parti merkeziyle ve seçim sandıklarındaki parti üyeleriyle iletişimi sağlıyor ve yaşlı seçmenlerin taşınmasına yardım
ediyorduk. Ancak asıl görevimiz düşman mahallelerdeki seçim sandıklarının güvenliğini sağlamaktı. Ankaralı grubun başkanı bendim.
Grubum, Malatyalı bir grupla birlikte en tehlikeli semtlerden birinde, Aydınlıkevler’de görevlendirilmişti. Komünist örgütler ve yeraltı terörist gruplar semtte otorite iddiasındaydılar. Semte girdiğinizde evlerin ve dükkânların duvarlarına bakarak baskın çetelerinin
kimler olduğunun farkına varabilirdiniz. Her yerde renkli sol sloganlar vardı.
Kahrolsun faşizm!
Kahrolsun oligarşi!
Yaşasın İlerici Gençlerin savaşı!
İş, ekmek, özgürlük!
Kahrolsun Amerika!
Marks, Engels, Lenin!
171
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İronik olarak sonuncusu hariç sloganlardan hiçbiriyle bir sorunumuz
yoktu. Siyasi, toplumsal ve ekonomik anlamda Komünistlerle çok
yakın olmuştuk. Lakin yaşam tarzımız aşırı derecede muhafazakârdı
ve Marks, Engels, Lenin veya Mao yerine bizim evliyalarımız, peygamberlerimiz ve mollalarımız vardı. Tek fark putlarımızın isimlerindeydi. Benim listem Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Ali, Hamza,
Musab, Ebu Zer, Ebu Hureyre, Ebu Hanife ve birçok başka isimden
oluşuyordu. Aslına bakılırsa, devrimin arifesindeki İran’da halk
ayaklanması haberiyle birlikte biz de hemen hemen aynı sloganları
kullanmaya başlamıştık. Listeme yeni bir put ismi daha eklenecekti:
Humeyni. Sağdan sola doğru evrimleşen hareketimizi en çok etkileyen isimler ve kitaplar şunlardı: Seyyid Kutub’un ünlü eseri Yoldaki
İşaretler; Pakistan Cemaati İslami lideri Ebu Ala al-Mevdudi’nin
yazdığı Dört Terim, Suriye İhvan’ının lideri Mustafa Sibai’nin İslam
Sosyalizm'i, Muhammed Kaddafi’nin Yeşil Kitabı ve en önemlisi bizi
kitapları ve konferanslarıyla solcu jargon ve ideolojilere alıştıran,
Paul Sartre’ın öğrencisi İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin başta İslam
Sosyolojisine Giriş ve Hac başlığıyla Türkçeye çevrilen kitapları.
1950 ve 60’lı yıllarda Amerikan yanlısı olan ve muhafazakâr sağ
partilere destek veren İslami hareket, bu konumu sebebiyle kendini
büyük bir ikilemin içinde buldu. Kuşak çatışması yaşanmaya başlamıştı. Biz genç İslamcılar duygusal açıdan asla muhafazakâr sağla
özdeşleşmemiştik. Elit kurumlar tarafından değersiz görülen orta ya
da alt sınıfın çocuklarıydık. Çoğumuz büyük şehirlere göç eden köylülerin çocuklarıydı. Kendimizi yönetici laik sınıftan çok farklı görürdük. Şarap içen, kravat takan, klasik müzik dinleyen, sinemaları
ve tiyatroları olan, resim ve sanatla ilgilenen, batıya özgü ritüelleri
olan, doğum günü partileri veren, tatile giden, ulusal sembollere ve
kahramanlara sahip laikler ile aynı kimliği paylaşmıyorduk.
172
Dilleri bile bizimkinden farklıydı; Arapça ve Farsça kelimelerden
arındırılmış saf bir Türkçe kullanmaya çalışıyorlardı. Türk Dil Kurumu (TDK) her ay arı Türkçeyi "istila edip kirleten" Arapça ve
Farsça kelimeler yerine bir sürü kelime ve deyim uyduruyordu. Tepeden inme bir işti bu. Aslına bakılırsa, elit kesimin ve medyanın
kullandığı bu dil, Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma dinin
etkisine karşı laik bir başkaldırıydı ve milliyetçilik de bunun mazeretiydi. Başlangıçta bu “arı Türkçe”ye direniş göstermemize ve önde
gelen bazı yazarlarımız ve düşünürlerimizin bu uyduruk veya resmi
Türkçeyle alay etmesine rağmen, zamanla halkın kullanmaya alıştığı
bu sözcükleri biz de kullanmaya başladık.
Norşin’den Arizona’ya
Arapça imkân yerine olanak demeye ve yine Arapça misal, imtihan,
iştigal, kâinat, lügat, mana, sema, sulh ve tabiat yerine sırasıyla örnek, sınav, uğraş, evren, sözlük, anlam, gök, barış ve doğa demeye
başlamıştık. Farsça çeşit, hoca, rüzgâr ve telaş yerine de sırasıyla
tür, öğretmen, yel ve kaygı kelimelerini kullanır olmuştuk. Resmi
dili benimsemeden önce, her nasılsa, solcu terminolojiyle özdeşleşmiştik; bu terminoloji bize çok yakışıyordu.
Devrim kelimesini konuşmamda ve makalelerimin birinde alenen
kullandığımı çok iyi hatırlıyorum. Muhtemelen Türkiye’de o güçlü
kelimeyi kullanan ilk İslamcı ben olmuştum. 23 Şubat 1979’da Bozkurtların kardeşime suikastı, o kelimeyi grubuma tanıştırmam için
iyi bir fırsat sağlamıştı. 50 binden fazla yoldaşın önünde Fatih Camisi’nin dış bahçesinde kısa bir konuşma yapmıştım. Yönetime ve
milliyetçi destekçilerine karşı uzlaşmaz duruşumuzun ilan edilmesinin vakti gelmişti. Bir devrim, gerçek bir devrim başlatacaktık. İran
devrimi esnasında devrim kelimesi için Farsça inkılâp sözcüğünü
kullanıyorduk; ama inkılâp kelimesinin arı Türkçe karşılığı olan devrim kelimesiyle aramızda siyasi ve psikolojik bir bariyer vardı.
İran’da bir devrim olmasaydı solcular ve Komünistler tarafından telif hakkı alınmış gibi duran o kelimeyi hiç kullanamayacaktık. Fakat
İran devriminin yarattığı umut ve heyecanla en azından devrim sözcüğünü siyasi retoriğimize almıştık.
Bu mimli sözcüğü kullanarak, böyle kelimelerden sakınan milliyetçi
ve muhafazakâr siyasi gruplarla ilişkiyi tamamen koparmış oluyorduk. Baskıcı Türk rejimine karşı mücadelelerinde, solu, bizi müttefikleri olarak kabul etmeye çağırıyorduk. Polis ve basının bizi, çoğumuz Kürt kökenli olduğumuz ve ideologlarımızın çoğunun Arap
ya da İranlı olmasından dolayı milliyetçi gençlik hareketi olarak sınıflandırmasından hiç hazzetmiyorduk. İronik olarak, politik söylemlerimize Arapça ve Farsça kökenli kelimeler yerine arı Türkçe
kelimeleri yerleştirerek, evrensel hedeflerimizi ilan ediyor ve kendimizi İran’daki devrimle ve Arap dünyasındaki ideologlarla özdeşleştiriyorduk.
Aydınlıkevler’e vardıktan sonra seçim sandıklarının bir ilkokulda
olduğunu öğrendik. Yakınımızda şehir otobüslerinin park yeri vardı.
Oraya gidince yakındaki bir kafede yerel Komünist bir grubun toplandığını fark ettim. Görevimizin tehlikeli olduğunu biliyordum.
Ama semt hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hazırlıklı da değildik. Mahallenin bir haritasına bile sahip değildik. Siyasi partimiz tarafından
oraya yığılmıştık. Orada ne yapacağımızı bilmiyorduk. Oylarımız
173
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
veya seçmenlerimize saldırılırsa onları savunacaktık. Ama nasıl? Bu
konuda da hiçbir bilgiye sahip değildik.
Malatyalı grubun hizmetinde olan minibüsün etrafında oyalanıyordum. Liderleri beni görünce tabancam olup olmadığını sordu. Yoktu.
Aslında silaha elimi bile sürmemiştim. Utanarak, tabancam olmadığını itiraf ettim. Bir anda bir yerlerden bir silah çıkardı ve sanki dondurma veya şeker ikram ediyormuş gibi bana verdi. Silahı kapıp kemerimin altına yerleştirdim ve ceketimle örttüm. Endişe ve korkumu
bastırmıştım. Profesyonel bir militan olduğumu düşünüyordu. Yanıma Malatyalı genç bir arkadaş verdiler. İsmini unutmuştum ama 31
yıl sonra aynı gruptan birisi e-posta vasıtasıyla bana ulaşarak onun
ismini hatırlattı: Zeki Çelebi. Onun da tabancası vardı. Nispeten rahat
bir yaşamı olan, asil bir aileden gelen bir şehir çocuğuydum. Yoldaşım 19, 20 yaşlarındaydı ama yüzünde yara izleri ve derin çizgiler
vardı. Batı filmlerindeki uzun ve ince kovboylar gibi yürünüyordu.
Öğleye doğru yemeklerimiz verildi ve birlikte yakındaki bir parka giderek çimlerin üzerine oturduk. İlk lokmamızı bile almadan polis arabaları eşliğinde bize doğru koşan polisler gördük. Durmamızı istediler. Sonradan öğrendik ki rakip siyasi çeteler polise haber vermişti.
Polisi baş düşmanımız olarak gördüğümüzden ve onlarla işbirliğine
girmediğimiz için, asla rakip grupları polise ihbar etmetdik. Bizimkinden farklı da olsa, onlar da bir devrimin peşinden gidiyor olduklarından, aslında bunu rakip gruplarımızdan da beklemiyorduk.
174
Oturduğumuz yerden fırlayıp kaçmaya başladık. İki saatten az bir
süre önce tanıştığım genç yoldaşım ağaçlarla dolu bir parka doğru
koştu. Lakin kötü bir seçim yapmıştı, birkaç saniye içinde onu yakaladılar. Ben daha akıllı davranmıştım; okul otobüslerinin park ettiği
soldaki alana koşmuştum. Hemen hemen hiç kaçma şansım olmadığını biliyordum; bu yüzden yakalanmadan önce tabancadan kurtulmam gerektiğini düşündüm. Seçim sandıklarının yakınında üzerinde
bir silahla yakalanmanın hapishanede geçirilecek yılların sayısını artıracağının farkındaydım. Otopark sahasındaki otobüslerin arasında
kaybolmaya çalışıyordum. Görünürde hiçbir polis olmadığından
emin olunca tabancayı park halindeki okul otobüslerinin birinin arka
tekerleklerinin arasına yerleştirdim. Tabancayı çift tekerleğin arasına saklarken tabancanın üzerindeki parmak izlerimi silmeyi aklımdan geçirdim. Bir şüpheli olarak polisle ilk karşılaşmamda birkaç
seçeneği hesap edebilmiş olmam hâlâ beni şaşırtmaktadır. Parmak
izlerimi kaybeder ümidiyle parmaklarımı tabancanın üzerinden kay-
Norşin’den Arizona’ya
dırdım. Sonunda silahtan kurtulmuştum ve okul binasına doğru koşmaya başladım.
Talihsizliğe bakın ki kendisine doğru ilerlemekte olduğum grup kovalamacayı zevkle izleyen komünistlerdi. Kendilerine doğru kasaptan kaçan bir tavuk gibi ilerlediğimi görünce, bana taşlarla karşılık
verdiler. Sola doğru yön değiştirerek sokağa ulaştım. Bana doğru gelen bir araba gördüm. Yoldaşlarımdan birisi olduğunu düşünerek ben
de arabaya doğru koşmaya başladım. Kapı açılınca beni kucaklayan
dostlarım değil bir gizli polis olmuştu. Sivil kıyafetli üç polis memuru tarafından derhal üzerim arandı ve kelepçelendim.
Nezarethaneye konulmak üzere şehrin polis merkezine götürüldük.
Polisler, yoldaşımın görünüşünden hoşlanmadı ve dikkatlerini onun
üzerine verdi. Onu bir yere götürüp birazcık hırpaladılar. Bana bir
tokat bile atmamışlardı. Masum ve entelektüel görünüşümü yorumlamakta iyiydiler. Belki de içinde kötülük olmayan acemi bir delikanlı olduğumu biliyorlardı.
Gece yarısına doğru iyi haberi aldık. Mehmet Keçeciler seçimi kazanmıştı. Haber bazı polis memurlarını kızdırmıştı ve bundan dolayı
arkadaşımı ve beni suçluyorlardı. Adalet çarkı her nasılsa oldukça
hızlı dönüyordu. Ertesi gün mahkemeye çıkartılmıştık. Partimiz ikimiz için de çoktan bir avukat tutmuştu. Mahkeme toplanıncaya kadar, polis, otoparktaki tabancayı bulmuştu. İtirazlarıma rağmen mahkeme tabancanın bana ait olduğuna karar verdi; ancak ikimiz de temiz bir geçmişe sahip olduğumuz için hafif cezalar aldık; birkaç aylık hapis cezasına çarptırıldık ama bir ay sonra yeniden dışarıda olacaktık.
İlk hapishane tecrübem sadece bir ay sürmüş olmasına rağmen, ona
dair oldukça çok ve canlı anılarım var.
Varlığından bile habersiz olduğum insanların arasında koyulmuştum. Birbiri ardına demir kapılar açılıyor, kapanıyor ve kilitleniyordu. Beton ve demirden oluşan labirentlerin arasında dolaşan farelerdik; bir kapıdan diğerine itiliyor ve bir koridordan başka bir koridora geçiyorduk. Bir odada saçlarımız makinayla sıfıra vuruldu ve
elbiselerimizi çıkarıp pamuktan yapılma mavi renkli çirkin üniformalar giymemiz istendi. Türk hükümeti renk bilimini değerlendirmekte geri kalmıştı. Dikkat çekici olan turuncu rengin çok daha uygun olduğunu bilmiyorlardı daha.
Hapishanenin soldaki binasına götürüldük. Bu yaşlı binanın koridorları yatak yığınlarıyla doluydu. O anda hapishanenin aşırı kalabalık
175
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olduğunu anladım. Gardiyanlar bizi ranzalarla dolu bir koğuşa yerleştirdiler. Koğuşun orta yeri yataklarla doluydu. Bir gardiyanın öncülüğünde birkaç mahkûmun yere birkaç yepyeni yatak, battaniye,
çarşaf, yastık ve iki takım pijama attığını gördüm. Bunlar bizim
içindi. Diğer mahkûmlar yatak ve pijamalarını almak için ziyaret gününü beklemek zorunda olduğundan, biz şanslıydık. Siyasi partimiz
ve onun yeni seçilen belediye başkanı bizi -piyade erlerini- unutmamıştı. Statümüz birden bire değişmişti. Ayrıcalıklı iki genç adamdık.
Sonra öğrendim ki hapishane koğuşları arasında bu haber sessizce
ama çok hızlı yayılmıştı. Köşedeki ranzasının üzerinde yatağına yaslanmış olarak duran koğuş lideri bizi çok soğuk karşıladı. Bizden
hemen aidatlarımızı ödememizi istemişti. Bu isteğe boyun mu eğdim
yoksa karşı mı çıktım hatırlamıyorum.
Çok geçmeden akşam yemeği vakti geldi ve mahkûmlar lezzetsiz
yemeklerini yemeye hazırlanmaya başladılar. Şansımız yine yaver
gitmişti. Belediye başkanı zevkli bir lokantadan bize her gün büyük
bir tavuk ve bir kilo baklava gönderiyordu. Bu büyük bir lütuf olmakla birlikte biraz da tehlikeliydi. Ama bunu sonra anlatacakğım.
Akşam namazı için abdest almak üzere yakındaki bir tuvalete gittim.
Mustafa adındaki yakışıklı ve atletik bir adam da yanımda abdest
alıyordu. Bana nerede kalacağımı sordu. O büyük koğuşun ortasından başka bir yerim olmadığını söyledim. Sonra bir teklifte bulundu:
“Burada bizim küçük bir koğuşumuz var ve iki yatağımız boş. Arkadaşınla birlikte bize katılmak ister misin?” Kulaklarıma inanamıyordum. Yataklar yüzünden yürüyecek yer bile olmayan bir koğuştaydım ve bu adam bana koğuşunda iki tane boş yatak olduğunu söylüyordu.
İnsanların iyiliklerine inanmayan biri gibi davranmadım, ama saf olmak da tehlikeliydi. Kendime şu soruyu sormalıydım: “Bu koğuşun
nesi var? Neden insanlar bu koğuşta uyumaktan kaçınıyorlar?” Ama
daima insanlara güvenmişimdir. Ara sıra bunun acısını çeksem de,
pozitif yaklaşımımdan dolayı birçok yabancıyla tanışıp iyi arkadaş
olmuşumdur. Tereddüt bile etmeden arkadaşımla birlikte adamın peşinden gittim. Haklıydı, burası içinde altı tane ranza olan küçük bir
koğuştu. Odanın bir köşesinde altta iki tane boş yer vardı. Birkaç
mahkûma yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı taşımalarını emretti.
176
Mustafa bana yoldaşını, daha doğrusu müridini tanıştırdı. İsmini hatırlamıyorum ama uzun boylu, karga burunlu ve biraz hantal biriydi.
Duruşu düşük zekâsını yansıtıyordu. Yüzünde aptal bir gülümseme
vardı ama sert bir adama benziyordu. O gece Ankara Haymana’dan
Norşin’den Arizona’ya
zayıf bir Kürt’le de tanıştırıldım. Normal görünüyordu ve espriliydi.
Saat çok geç olmuştu ve yatmaya karar vermiştim. Böylece o küçük
kutuya uzandım. Koğuşa sessizlik hâkimdi. Birkaç dakika sonra bir
çığlıkla sessizliği bozdum. Diğer mahkûmlar merakla üşüştüler.
-
Ne oldu?
-
Yatağımın altında bir şey hareket etti.
Kürt mahkûm dikkatli bir şekilde ranzanın ucuna baktı ve gülmeye
başladı. Meraklı arkadaşlarına…
-
Hamamböcekleri, dedi.
Hamamböcekleri ayaklarımı uzattığım yerde, ranzanın bir ucundan
diğer ucuna kervan oluşturmuşlardı. Bir hamamböceği kafilesiyle
daha yeni tanışmıştım. Sonra benimle eğlenmeye başladılar.
-
Bu küçük böceklerden gerçekten korkuyor musun?
Şoktaydım ve utanıyordum. İçlerinden bir tanesini aldı ve yüzüne bir
gülücük kondurduktan sonra ağzına attı.
-
Bu küçük böceklerden gerçekten korkuyor musun?
Şimdi o çirkin böceklerden korktuğum kadar bu adamdan da korkuyordum.
Ertesi gün Mustafa’yla ilgili daha fazla şey öğrendim ve aşırı kalabalık bir hapishanedeki boş yatakların sırrına nail oldum. Mustafa
cinayetten idamını bekliyordu. Geçmişini bilmiyorum ama yakışıklı,
güçlü, cesur ve akıllı bir adamdı. Dışarıda, suçu işlemeden önce aile
şirketinde çalışıyormuş. Hapishanede dindar bir adamla karşılaştıktan sonra Nurcularla tanışmış ve onları sevip onlara katılmış. Mustafa gördüğüm hiçbir Nurcuya benzemiyordu. Nurcuların genellikle
mütevazı fiziksel görünümleri vardı; kaslarına önem vermezler ve
en önemlisi sıkı adımlarla yürümezlerdi; kibar, uysal, mütevazı ve
çalışkandılar. Çoğu liderleri; ölümünden önce arkasında, içinde basit
felsefi tartışmalar, modern bilimlerle ilgili anekdotlar ve imanı savunmanın nedenleri olan çelişki hazinesi bir dizi kitap bırakırdı. Karizmatik kurucu liderleri Saidi Nursi’yi taklit ederek bekârlık yemini
ederlerdi.
Lakin Mustafa’nın en yakın arkadaşı farklı bir türdü. Büyük bir bedeni, küçük bir çenesi olan dolgun yüzlü ve ön dişlerinden birisi kırılmış bir adam... O da Nur öğretisini kabullenmişti ama zihinsel kapasitesi tarikatın öğretilerini anlayıp değerlendirmesi için yeterli değildi. Diğer taraftan Mustafa için oldukça faydalıydı. Onun koruması
177
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve kiralık katiliydi. Mustafa hapishanede güç iddiasında bulunabilmişti ve 12 yataklık küçük koğuşu kendi bölgesi olarak ilan etmişti.
Bir kabadayı değildi lakin kimse de ona kabadayılık etmezdi. Kimse
ona karşı gelmeye cesaret edemiyordu.
Bir gün bu koğuşun başka koğuşlardan birkaç misafiri olduğunu gördüm. Yarım bir dairenin içindeki birbirine bitişik altı ranzanın üstteki yataklarında oturuyorlardı. Nispeten kalın olan bir sigarayı paylaştıklarını fark ettim ve sordum:
-
Neden o sigarayı paylaşıyorsunuz? Hepinizde sigara olduğunu
zannediyordum?
-
Bu sadece bir sigara değil.
-
Öyleyse nedir?
Güldüler. En gür bıyıklı olanı yanıt verdi.
-
Esrar içiyoruz.
Jeton düştü. Bu insanların günde beş vakit namaz kıldıklarına inanamıyordum. Bulmaca şimdi çözülmüştü. Kendilerini o küçük koğuşta
güvende ve mutlu tutan Mustafa ve aptal korumasını memnun etmek
için namaz kılıyorlardı.
Daha önce de belirttiğim gibi parti ve yeni seçilen belediye başkanı
bizi unutmuyordu. Bize her gün büyük bir kızarmış tavuk ve bir kilo
baklava gönderiyorlardı. Lokantaya parasını önceden ödemişler ve
biz kefaletle serbest kalıncaya kadar bize her gün yemek göndermeleri konusunda anlaşma yapmışlardı. Yemek ikimiz için biraz fazlaydı ama 12 mahkûm için yetersizdi. Böyle bir ortamda büyük bir
ziyafet sayılmasının yanısıra, sıkıntı da veriyordu. Küçük dikdörtgen
bir koğuşta, diğer mahkûmlar hapishane yemeği yemek zorundayken, tavuk ve baklava yediğim için kendimi suçlu hissederdim. Dahası bu durum bize karşı kıskançlık ve başka kötü duyguların ortaya
çıkmasına sebep olabilirdi. Bu yüzden her gün bir veya iki
mahkûmla yemeğimi paylaşmaya karar verdim.
***
178
Mayıs ayının sonu gelmek üzereydi. Sadece İngilizce dersi gördüğümüz hazırlık sınıfındaki eğitimimden bir aylık bir zamanı kaçırmıştım. ODTÜ’nün akademik dili İngilizceydi ve öğrencilerden minimum seviyede bir akıcılığa ulaşmaları beklenirdi. Bazı kısa testleri
ve bazı sınavları kaçırmıştım ama final sınavlarına girersem geçer
bir not alacağımı biliyordum. Aldığım hatırı sayılır bursun kesilme-
Norşin’den Arizona’ya
mesi için ortalamanın üstünde bir not almalıydım. Mayıs ayının sonundaki final sınavlarına girebilmem için dilekçe yazması konusunda avukatıma baskı yaptım. Avukat dilekçeyi yazdı ve parti veya
belediye başkanı Ankara’ya seyahatimin ücretini ödedi.
Pazartesi günkü final sınavlarımdan önceki hafta sonu iki asker beni
otobüs garına götürdü. Konya’dan Ankara’ya bir elim askerlerden
birinin eline kelepçelenmiş vaziyette seyahat ettim. Bir geceyi Ulus
polis karakolu nezarethanesinde geçirdim. Sınavın yapılacağı Pazartesi sabahı üniversitedeki jandarma karakoluna götürüldüm. Biraz
endişeliydim. Eğer Komünistler veya solcular beni ellerim kelepçeli
vaziyette askerlerle birlikte kampüste yürürken görürlerse mimlenebilirdim. Kendi örgütlerinden birinde bir militan olmadığımı biliyorlardı. Baş düşmanları faşistlerden biri olduğumu düşünebilirlerdi.
Muhtemelen yönetim de benim güvenliğimi düşünmüştü. Bu yüzden
sınav için bana ayrı bir oda ayarlamışlardı. Askerler beni kamyondan
alıp sınav odasına götürürken, kimsenin görmeyeceği bir zamanda
sınav olmuştum.
Hazırlık sınıfını bursumun devamına yetecek kadar bir ortalamayla
bitirmeyi başarmıştım. Ama makine mühendisliğindeki eğitimimi
devam ettiremedim. Akıncılar gençlik örgütüyle aşırı meşguldüm ve
okul da öğrenci boykotları ve protestolarla çok meşguldü. Boykotlar
ve öğrenciler arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden bütün üniversite
eğitimi durdurulmuştu. Bu durum bölüm değiştirme arzumu yüzümün akıyla gerçekleştirmem için bana yardım etmişti. Bu defa İstanbul’da okumak istiyordum. Boğaziçi Üniversitesi’ni (BÜ) tercih listemin başına koydum. BÜ İstanbul’un en güzel tepelerinden birine
yerleşmişti. Yine yüksek bir puanla Üniversite Giriş Sınavı’nı geçmiş ve ilk tercihime yerleşmiştim.
179
Norşin’den Arizona’ya
5
Akıncılar: Bir İslamcı
Militanın Tutku Dolu Günleri
"1979 yılıydı. Sıkı Yönetim’in kaotik günlerindeydik.
Bir yaz ayıydı. İki Akıncının Kağıthane’de katledilişini
protesto ediyorduk. Yürüyüşümüz Aksaray’da başlayıp
Fatih’te son bulmuştu. Aniden polis ve askerler etrafımızı sardı ve askeri kamyonlara tıkıştırılmaya başladık.
Aramızda kimler yoktu ki! Yasadışı gösterinin lideri
Edip Yüksel’den uçak kaçıran gazeteciler Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz’a, Recep Tayyip Erdoğan’a kadar zamanın ünlü isimleri aramızdaydı. Erdoğan, MSP
İstanbul gençlik örgütünün lideriydi. Askeri üste bir
gece kaldıktan sonra herhangi bir işkence veya kötü
muameleye maruz kalmadan serbest bırakılmıştık.
İslami heyecanın zirveye ulaştığı bir yıldı. Daha yenilerde İran’da İslami bir devrim olmuştu. Komünist işgale karşı Afganistan’da bir direniş başlamıştı. Pakistan’da General Ziya Ül Hak demokratik bir yolla seçilmiş, Zülfikar Ali Butto hükümetini askeri darbeyle
devirerek sözde İslami bir rejim kurmuştu.
O dönemin gençliğinin en sevdiği slogan, “Dün İran,
Pakistan; Bugün sıra sende Müslüman' ve 'Dinsiz devlet yıkılacak; İslami hükümet kurulacak”tı.
Bunlar, Tayyip Erdoğan ve bizim coşkumuzu ve imanımızı ilan eden sloganlardı.
Elbette ki amacımız İslami bir yönetim kurmak ve toplumu devletin gücüyle İslamlaştırmaktı. Çoğunluğu
Müslüman olan bir ülkede İslami bir devlet kurulduğu
sürece İran’daki kitlesel devrim ya da Pakistan’daki
askeri darbe gibi olup olmaması fark etmiyordu. Ama
inanıyorduk ki öteki ülkelerin aksine Türkiye’de bu, siyasi partiler vasıtasıyla gerçekleştirilebilirdi.”
181
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
(Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi, Mehmet Metiner, Doğan Kitap, İstanbul, 2004, ikinci baskı, sayfa
63-64. Ayrıca bkz: Tayyip Erdoğan’ın Portresi, Mehmet Metiner, Ortak Haber, 08.07.2003)
Tayyip Erdoğan’ın eski danışmanı Mehmet Metiner’in kitabından
yukarda yaptığım alıntıda bildirilen olayı hatırlıyorum. Ama küçük
bir düzeltme yapmadan da geçemeyeceğim. Metris’teki askeri üste
bir gece kaldıktan sonra yüzlerce Akıncının serbest bırakıldığı doğrudur. Ancak asker beni ve bir üniversite öğrencisi olan Ahmet Geçer’i bırakmamıştı. Asker ve polis tarafından izlenen mimli biriydim. Ahmet’se bana eşlik etmek için daha yeni seçilmişti. Eylemde
o kadar aktif değildi. Muhtemelen boyu, kara sakalı ve ciddi görünümü yüzünden alıkonulmuştu. Başka bir askeri üsse taşındık ve
Ahmet birkaç gün içinde salıverildi. Benim serbest bırakılmam yaklaşık bir ay alacaktı. Sürekli olarak takip ediliyordum. Beni serbest
bırakarak eylemlerimizi izleyebileceklerini düşünmüşlerdi.
Daha önce de kısaca bahsettiğim gibi bir zamanlar, ilki İstanbul
İmam Hatip Okulu ve sonra siyasi eylemlerle geçen gençlik yıllarımda olmak üzere, Türkiye’nin sözüm ona İslamcı başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan’la yoldaştım. Beni İmam Hatip yıllarından hatırlamaz çünkü benden bir-iki yıl ilerideydi ve ders dışı programlara katılan öğrencilerin bir parçası değildim. O okulda geçirdiğim 8 yıl boyunca yarı inek sayılırdım. Daha önce de söylediğim gibi, Tayyip,
yarışmalarda şiir okurdu.
182
İroniye bakın ki başbakan olmadan önce, hızlı bir şekilde artan popülerliğini önlemek için, ordu ve yargı gibi başlıca kurumları elinde
bulunduran Türk oligarşisi, bir şiir okuduğu için Tayyip’i mahkûm
etmişti. Ve yine ironiye bakın ki (evet Türkiye bir İronistan’dır) söz
konusu şiir Türkiye’nin bir numaralı şairi, İstiklal Marşı’nın şairi
Mehmet Akif Ersoy tarafından yazılmıştı. Mehmet Akif, acı içinde
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışına ve “Tek dişi kalmış canavar”
olarak nitelendirdiği Batı medeniyetinin yükselişine şahit olmuş
Müslüman bir entelektüeldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin aşırı içki içen,
çapkın ve dini liderlere karşı alerjisi olan karizmatik kurucusu Mustafa Kemal’in aksine, Mehmet Akif dindar ve ibadetlerini yerine getiren bir Müslüman’dı; ancak her ikisi de vatansever ve ileri görüşlüydü. Türkiye’yi Osmanlı geçmişindeki tüm geleneksel, eğitimsel,
yasal, toplumsal ve kültürel bağlarından koparmak isteyenler; Nutuk’u kutsal kitapları olarak görürlerdi. Diğer taraftan Osmanlı dönemine özlem duyanlar batı yanlısı elit kesime itirazlarını bildirmek
Norşin’den Arizona’ya
için Akif’in öğretici şiirlerinden alıntı yaparlardı. Türk elitler, sonradan, Atatürk ve devrimci yoldaşlarından daha dindar olan ilk meclisin, Akif’in şiirini keşke İstiklal Marşı olarak seçmeselerdi diye düşünmeye başlamışlardı. Modern cumhuriyetin tarihinden dolayı
Mehmet Akif’i reddedemiyorlardı; ama aynı zamanda güçlü dindar
tonu ve özlemleri yüzünden benimseyemiyorlardı da. Aslında bu,
Türk nüfusunun çift kutuplu doğasını mükemmel yansıtıyordu. İslami kimliğinden tamamen vazgeçmek anlamına gelse bile Avrupa’nın bir parçası olmak isteyenlerle, Türkiye’nin yeniden ayağa
kalkarak 'Müslüman Dünya'nın liderliğini yeniden ele alacağını hayal edenler vardı. Şimdiyse Türkiye’nin bir orta yol bularak hem Avrupa Birliği’ne girmesini hem de İslam mirasını koruyup geliştirerek
ilerlemesini isteyen üçüncü bir grup da var.
2002’den 2011’e Tayyip Erdoğan ve partisi AKP, Avrupa Birliği’ne
tam üyelik için bastıran başlıca güç konumuna geldi. Geleneksel yaşam tarzına sahip muhafazakârlar Avrupa Birliği’ne girmeye özlem
duyarken, Batılı tarzda yaşayanların bu olayı bir ikilem olarak görmesi bir ironidir. İlk gruptakiler daima politik kararlardan uzak durmuşlar ve üst düzey makamlara bir kol boyu uzaklıkta tutulmuşlardır. Ancak zamanla nüfusları arttı ve hem ekonomik hem de siyasal
anlamda güçlendiler. Şimdi demokratik süreçlerle seçimler kazanabileceklerinin farkındalar. AB’ye girerek Türk demokrasisinin gelişeceği ve Türk ordusunun müdahalesinden korunacaklarını da iyi biliyorlar. İkinci grup kültürel olarak AB’ye girmeyi istiyorsa da halkoyuyla seçim kazanma umutlarının olmadığını da biliyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tadına vardıkları iktidarı kaybetmek de
istemiyorlar. Bu yüzden muhtemelen İran, Rusya, Çin, Pakistan ve
Türkî Cumhuriyetlerle başka bir siyasi işbirliğine girmeye kendilerini mecbur hissediyorlar.
1970’lerin sonlarında Tayyip Erdoğan ve ben aynı davaya hizmet
ediyorduk. Ben Fatih Akıncılarının o da MSP Fatih Gençlik Örgütü’nün lideriydik. Fatih İstanbul’un, İstanbul da Türkiye’nin merkeziydi. Benden önce Fatih Akıncılarının lideri olan kardeşim Türkiye’deki birçok Akıncı tarafından gayri resmi lider olarak tanınıyordu. İki ayrı gençlik örgütünün bünyesinde birlikte çalışırken,
Tayyip de ben de Osmanlı İmparatorluğu zamanında hüküm süren
parlak Sünni yönetimi geri getirecek bir devrim için uğraş veriyorduk. Mehter takımındaki günlerinden beri Tayyip; bu ideale ulaşmak
için yetiştiriliyordu.
Ben öğrenciler ve gençlik örgütleriyle çalışıyorken, Tayyip zengin
183
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
işadamlarıyla, belediye başkanlarıyla ve milletvekilleriyle iletişim
halindeydi. Ben daha çok sokaklarda bildiri dağıtan gençlerin, yasadışı mitingler ve yürüyüşlerin, sokak başlarına büyük duvar gazeteleri asmak ve karşıt gruplarla sokak kavgalarına katılmak gibi işlerin
organizasyonuyla uğraşıyorken; Tayyip daha çok toplantı odalarında ve halka açık resmi gösterilerde aktifti. Ben İstanbul sokaklarında yetki sahibiyken, Tayyip yönetim kurulu toplantılarında boy
gösteriyordu. Kısacası, o zamanlar can sıkıcı bulduğum işlerle uğraşıyordu. Benim cebimde öğle ve akşam yemeklerine güç bela yetecek kadar para varken, Tayyip’in emrinde binlerce Mark ve Türk
Lirası vardı. Almanya’da çalışan mavi yakalı Türk işçileri arasında
aktif olan ve MSP’ye bağlı Milli Görüş örgütü tarafından büyük
miktarda fon bağışlanmıştı. (Bu para akışı; Anayasa Mahkemesinin
İslami partileri kapatma ve tüm mallarına el koyma takıntısı sebebiyle parti liderlerinin kişisel hesaplarına ve işletmelerine transfer
edilerek yapılırdı.) Tayyip İstanbul belediye başkanı seçilinceye kadar parti örgütünde gönüllü olarak çalışırdı. Kendine mali kaynak
sağlamak için de Eminönü’ndeki küçük bir gıda şirketinde çalışıyordu. Aynı zamanda ikinci ligde futbol oynuyordu. Ancak 90’lı yılların ortasında belediye başkanı seçilince dünyası değişecek; lüks lokantalara giden, ulusal ve uluslararası siyaset ve finans dünyasında
tanınan büyük bir politik oyuncu ve ünlü bir isim olacaktı.
184
Ulusal siyasetteki başarısı, şansının yaver gitmesiyle açıklanamaz.
Zirveye doğru ilerleyerek yaptığı büyük mücadelenin ve azminin bir
ürünüdür bu durum. Siyaset sahnesinde büyük bir oyuncu oluncaya
kadar çok mücadele vermişti. Yıllarca, büyük aşk ve şevkle organize
ettiği mahalle toplantılarına katılmıştı. Binlerce işsiz, asgari ücretle
çalışan işçi ve küçük iş adamıyla iletişim halindeydi. Ve çoğunu ismen tanırdı. Türk siyasetinde başka hiç kimsenin yapmadığı ölçüde
çok çalışmış ve siyasi kalesini tuğla tuğla, santim santim inşa etmişti.
Sadece çok çalışmamıştı; önünde Türk medyası, ordu ve üst düzey
Türk bürokrasisi gibi büyük engeller vardı. 2007’de partisinin mecliste cumhurbaşkanı seçmeye yetecek kadar sandalyesi olmasına
rağmen; Türk ordusu, Atatürkçü medya ve bürokrasi onun cumhurbaşkanı seçilmemesi için tüm hünerlerini göstermiş ve her türlü tehdide başvurmuştu. Cumhurbaşkanlığı Türkiye’de daha çok sembolik
bir pozisyonda olmasına rağmen, Atatürk’ün mevkii olarak görülür
ve dinle bir bağlantısı olmayanlara ayrılmıştır. Cumhurbaşkanının
alkol kullanması ve eşinin başörtüsü takmaması veya dindar bir kadın gibi görünmemesi beklenirdi. Dahası, cumhurbaşkanı Kemalist
Norşin’den Arizona’ya
tarikatın bir üyesi olmalıydı. Cumhurbaşkanından Atatürk’ün türbesinde, düzenli olarak, ulus çapında olan biten olayları ona rapor etmesi ve resmi ideolojiye bağlılığını ifade etmesi beklenirdi. Cumhurbaşkanı ülkenin resmi putuna karşı yüksek bir sadakat ve bağlılık
göstermeliydi.
Ne var ki ABD ve UK Türkiye’de oynadıkları atı değiştirmişti. Ortadoğu’da diktatörler ve generaller yerine Amerika’nın direktiflerini
izleyecek “demokratik hükümetler” dönemi başlatmıştı. Nitekim
Cumhurbaşkanlığı seçiminde Abdullah Gül kazandı ve Türkiye’de
silahsız bir devrim gerçekleşti. Bu konuya devam etmeden Abdullah
Gül hakkında anekdotal bir tecrübemi aktarayım.
Abdullah ile ilk kez 1997 yılında tanıştım. Cumhurbaşkanı olmadan
yıllar önce... O yıllar milletvekili olan dayı oğlum Haluk Mutlu beni
tanıştırmak istedi. TBMM'de büyük bir odası vardı; grup başkanıydı.
Başbaşa Abdullah'a yarım saat kadar SADECE KURAN epistemolojisine dayalı Tevhid mesajını tebliğ ettim. Sünniliğin İslam ile alakasının olmadığını, uyduruk bir şirk dini olduğunu örnekleriyle anlattım. Konuşma boyunca beni sabırla dinledi. Yüzündeki poker
ifade değişmedi. Abdullah'tan yani Allah'ın kulundan bir reaksiyon
bekliyordum. Haklısın veya yanlışsın gibi. Sanki duvara konuştum...
O yarım saatlik görüşmemizdeki intibam şuydu: Gül'ün başarısı duvar gibi olmayı beceren ve uzun vadeli hesaplar yapabilen zeki ve
yetenekli bir politikacı olması... Bazıları taraf tutarak, halkı kutuplaştırarak kazanır, bazıları da düşüncelerini ve duygularını ince ince
hesaplayarak ve hatta gizleyerek... Tayyip birinci, Abdullah ise ikinci gruptan.
Atatürkçülere dönelim. Sözde Atatürkçüler, Muhammedîlerin yaptığı gibi kendi putlarına ters düşmektedirler. Atatürk asla kendi isminin ve çürümüş kemiklerinin putlaştırılmasını istemezdi. İlk Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasında akılcılığı ve insana tapınmaya olan
karşı çıkışıyla bunu veciz bir biçimde dile getirmiştir:
“Devrimimizin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır medeniyetler seviyesine yükseltmektir. Bu, devrimimizin ana ilkesidir. Bu gerçeği kabul etmeyen fikirleri ortadan kaldırmak
mecburidir. Bu fikirleri taşıyanlar, halkın beynini körelten
ve uyuşturanlardır. Fikirler, önünde sonunda, batıl itikatlardan tamamıyla temizlenecektir. Bunlar kaldırılmadan beyinlerde hakikatin ışığının parlamasına imkân yoktur. Ölülerden medet ummak çağdaş bir toplum için lekedir. Efendiler
185
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve
en hakiki yol medeniyet yoludur. Tarikat liderleri bu gerçeği
tamamen ve iyice anlayacaklar ve tekke ve zaviyelerini kapatacaklar ve müritlerinin olgunluk çağına ulaştığını kabul
edeceklerdir. Gücümüzü uygarlıktan, bilgiden ve bilimden
alıp ona göre ilerleriz. Başka hiçbir şeyi kabul etmeyiz. Derviş geleneğinin amacı halkın aklını yitirmesini sağlamak ve
onları bir ahmağa çevirmektir. Halkımız şimdi aklını yitirmemeye ve ahmak olmamaya karar vermiştir. (Atatürk’ün
Konuşmaları, cilt II, sayfa 214-215).”
Türkiye’de Atatürk’e tapınan milyonlarca insan vardır ve onlar Atatürk’ü sadece ölümsüzler için kullanılan kelimelerle tanımlarlar.
Atatürkçüler Kuzey Kore'nin kurucusu ve torunlarını putlaştıranlara
benziyor. Bu tarikatın üyeleri Türk Ordusu ve önemli kurumları ele
geçirmişler ve çoktanrılı dinlerini laiklik maskesi altında her Türk
vatandaşına zorla kabul ettirmeye çalışıyorlar. Eski güçlerini kaybetmelerine rağmen halen tarikatın ibadetlerini devlet zoruyla herkese dayatmayı hayal ediyorlar. (Bu bölümleri 2008 yılından önce
yazmış olduğumu anlamışsınızdır.)
Örneğin; 25 Temmuz 2007’de Hürriyet gazetesinin internet sayfasında bir tarihçinin Atatürk’ün ulusal havacılığın önemini hatırlatan
haberiyle ilgili okuyucu yorumları oldukça ilginçtir. Sayısız yazım
ve imla hatası barındıran ve çoğu büyük harfle yazılmış bu yorumlar,
ulusal puta tapınmanın ve ona dua etmenin örnekleridir ve büyük
gerçek sorunlarına rağmen Türkiye’nin neden hâlâ bu tarikatın ürettiği kronikleşmiş, yüzeysel ve saçma sorunlarla uğraştığını açıklamaktadır.
186
“Bir Türk vatandaşı olarak gelin yoktan var edilen ve ulu önder tarafından
bize bırakılan ülkemize ve cumhuriyetimize sahip çıkalım. Atamız, sen hiç
ölmedin ve ölmeyeceksin!” (Erdal Güner)
“Savaş kahramanı Mustafa Kemal Atatürk hiç hata yapmamış, hiç uygunsuz
davranmamış ve yanlış bir şey yapmamıştır. Bugün ona saldıranlar bilmelidirler ki bir gün bunun hesabını verecekler…” (Uğur Güneş)
“Dünya döndükçe, güneş doğduğu sürece o bizim ulu önderimiz olacaktır.
O bizim en büyük şansımızdır…” (Funda Yamanel)
“Atatürk’ün büyüklüğünü öğrendikçe daha da heyecanlanıyoruz. Tarihin
temel bilgilerini öğrenip ayrıntılarına inenler, Büyük Dâhinin mucizelerini
gördükçe ona daha bir hayran olacaklardır…” (Sühendan Köylü)
“Sadece şunu söyleyeceğim. Büyüksün Mustafa Kemal Atatürk! Bu gezegene gelmiş en büyük lidersin!” (Akın Altan)
Norşin’den Arizona’ya
“Geçmişe bu kadar fazla dalarsak geleceği göremeyiz. Bu ülkeyi bize Atatürk verdi. Çok yaşasın! Peki ya sonra? Her dönem istikrarsız hükümetler…
Yola, “Hepimiz seni takip ediyoruz Ata” diyerek çıktık. Öyleyse bu takip
etmeyi ne zaman bıraktık?” (Remin Türk)
Time dergisinin 21. yüzyılının kahramanları, girişimcileri, sanatçıları, sporcuları vs. kategorilerinde yaptığı oylamalarda Atatürk’ün,
kahramanlar kategorisinin yanında, girişimciler ve sanatçılar kategorilerinde de en fazla oyu alması hiç şaşırtıcı değildir. İnternet üzerinden oylama yapmak önemsiz bir olaydı belki ama Atatürkçü Türk
medyası bu durumu Time dergisinden daha fazla ciddiye almış ve
okuyucularını Time’ın internet sitesini ziyaret ederek Atatürk için
oy kullanmaya teşvik etmiştir. Örneğin; Hürriyet gazetesi ilk sayfasından sekiz sütuna manşet yaparak bu olayı duyurmuştu. Türk ulusu
seferber edilmiş ve Atatürk en fazla oyu almıştı. Lakin Atatürk, kategorilerden hiçbirinde ilk onda yer almadı. Time dergisi ve ulusal
TV haberleri Türklerin Atatürk’le ilgili gayretiyle alay ediyordu.
CBS akşam haberlerinde bir büst imalatçısını göstermiş ve büst
yapma işini Türkiye’deki en büyük endüstri olarak tanıtmıştı.
Tarih boyunca defalarca isbatlanmış bir gerçeğin altını çizmek isterim. Peygamberleri, sultanları, liderleri, kahramanları abartmak toplumsal bir hastalıktır. Liderler abartıldıkça izleyenler küçülür, kişiliksizleşir, aptallaşır. Dini ve milli putlara tapan böyle bir toplum,
hlakın dini ve/veya milli hormonlarını gıdıklayan demagog politikacılar ve sahtekar din tüccarları tarafından rahatlıkla kandırılır, savaşa
sürülür ve sömürülür.
Tayyip, Atatürkçü tarikatın gerekli gördüğü uygulamaları yapmış ve
Atatürk’ün mezarını ziyaret ederek, sözüm ona ruhuna hitap edip çürümüş kemiklerinden yardım ve rehberlik istemişti. Oligarşi, kafasının içine girerek Tayyip’in zihnini okumuş ve onun liderlerine ve
tarikatlarına gerçekten inanmadığına karar vermişti. Eğer gerçek bir
Atatürkçü olsaydı, elinde bir içkiyle şerefe kadeh kaldırarak kendilerine katılır ve Atatürk’e tapanların zihinlerindeki en korkutucu resim olan ucube başörtüsü takan eşini boşardı. Tayyip’in en yüksek
makama ulaşma rüyasının önünde duran militarist engeli aşmak için
yapması gereken iki basit şey vardı: Rakı içmek ve karısını başını
açmaya zorlamak. Muhtemelen, bir fahişenin kollarında sarhoş olarak yakalansaydı, en yüksek mevkiye uygunluğu konusunda hiçbir
şüpheye yer bırakmayacaktı.
Ne yazık ki bu arsız dayatma, modern Türkiye’nin onlarca yıllık ger-
187
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
çeğiydi. Bunun, muasır medeniyetler, yani Batı seviyesine yükselmek adına yapılıyor olması bir ironidir. Kendini Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin koruyucusu olarak tayin edenler nazarında batı
medeniyeti iki tane kabiliyete dayanıyordu: İçki içmek ve arkadaşlarınızın eşleriyle dans etmek. İfade özgürlüğü, kuvvetler ayrımı, demokrasi, eleştirel düşünme, bilimsel yöntem ve gelişme gibi özellikler içki içmek ve kadınları bir cinsel meta olarak görmekten sonra
geliyordu. Batı’dan en kötüyü almış ve en iyiyi bırakmışlardı.
1970’lerin sonlarına geri dönelim. Ankara’da ODTÜ’de öğrenciyken yurtta siyasi eylemcilerle ilk karşılaşmamdan bahsetmiştim. Ülkemdeki bölünmüşlüğün farkındaydım. Türkiye’nin sahibi Beyaz
Türklerdi (BT) ve normları onlar belirliyordu. Derileri siyah olmayan Siyah Türkler (ST) de vardı ve onlar siyasi güç ve itibar bakımından daha az önemliydiler.
ST ekonomi ve siyasette güçlendikçe, BT'nin normlarını ve kültürünü ufak bazı değişikliklerle kabullenerek değişim göstermektedir.
İşte size iki grupla ilgili 1970-1990 yılları arasında zihnime yerleşmiş çoğu önemsiz bazı genel farklılıklar: BT masada, ST’se yerde
yemek yerdi. BT doğum günlerini kutlarken, bu kutlamalar ST’e yabancıydı ve lükstü. BT tiyatroya giderken, ST tiyatro ve sinemalardan habersizdi. BT partiler verip dans ederken, ST sessizce akşam
yemeklerini yerdi. BT’in düğünlerinde piyano ve gitar çalınırken,
ST davul ve zurnayı tercih ederdi. BT kızlarının flört etmesini hoş
karşılarken, ST’in bu konuda çok sıkı kuralları vardı. BT Atatürk’ün
türbesini, ST’se sultanların ve dini figürlerinin türbelerini ziyaret
ederdi. Benim siyahlığım ailemin çok sıkı dini kuralları olmasından
ve Kürt kimliğimden dolayı muhtemelen daha da koyuydu.
***
Akıncılar gençlik örgütü, yönetici sınıfa olan öfkemi ortaya çıkarmam için fırsat vermişti bana. Ahlaksız, zalim, şımarık, kibirli, kâfir
ve züppeydiler.
188
Ben yavaş yavaş radikalleşiyordum ama kardeşim Metin çok daha
hızlı ilerliyordu. İstanbul’daydı ama nerede yatıp kalktığı, neler yaptığı konusunda az bilgim vardı. MTTB (Milli Türk Talebe Birliği)’nin eylemlerine katıldığını biliyordum. Bir hafta sonu onu
Akıncıların Ankara Kızılay’daki genel merkezinde görünce çok şaşırdım. Benden iki yaş küçüktü ve 17 yaşına yeni girmişti. Ama benden daha uzun boylu ve daha güçlüydü. Eğitim hayatı ortaokulda son
bulmuştu. Geleceğiyle ilgili endişelerim vardı ama itiraf etmeliyim
Norşin’den Arizona’ya
ki kendim ile meşguldüm. Ona ziyaretinin amacını sordum. İstanbul’un Fatih semtinde Akıncıların bir şubesini açmak için genel merkezden izin ve destek almaya gelmişti. Sonra öğrendim ki birisiyle
rekabet ediyordu. Rekabet ettiği kişi üniversite eğitimli genç bir
adamdı. Kardeşimin o pozisyon için hiçbir şansı olmadığını veya genel merkezimizden onay alamayacağını düşünüyordum. Fatih, bir
milyondan fazla nüfusuyla İstanbul’un en büyük semtiydi ve kendimize yandaş toplamak için çok verimli bir zemin oluşturuyordu. İstanbul’dan ayrıldığım günden beri kardeşimin birçok insanla bağlantı kurduğunu bilmiyordum. Fatih şubesini almayı başarmıştı.
Kardeşimden haberler alacaktım. Yeraltı dünyamızda ulusal haberler yapmaya başlamıştı. Büyük yürüyüşlerimiz ve mitinglerimizde
onun grubunu on binlerce kişiye önderlik ederken görüyordum. Ortaokuldan terk olmasına rağmen; kendini tamamen davaya adaması,
zekâsı, vicdanı, karizması, cesareti, sosyal becerileri, sempatikliği,
stratejik düşünebilme yeteneği ve yaratıcılığı onu Türkiye çapında
bir efsaneye dönüştürmüştü. Çok geçmeden Türkiye’nin her yerindeki şube liderlerimiz onu davet ederek veya bizzat kendileri onun
ziyaretine giderek onun işlerinden yararlanmaya başlamışlardı. Fatih, Akıncıların ilham kaynağı ve gayrı resmi merkezi konumuna
gelmiş, kardeşim de 20 yaşına bile gelmeden örgütün gayrı resmi
lideri konumuna yükselmişti. Normal bir dünyada bu durum bir anomali olurdu. Birkaç cephede birden çalışıyordu.
Metin, tarihi binaları denetleyen Vakıfların kubbeli eski bir binasını
bulmuştu. Bina bir kafeteryaya kiralanmıştı. Metin ikna kabiliyetini,
gözdağı ve bağlantılarını kullanarak işletmenin çevredeki başka bir
binaya taşınmasına yardım etmişti. Sonra Vakıfların bürosundan bazılarıyla bağlantılar kurarak binayı o zamanlar Türkiye’de yaygın
olan bir uygulamayla çok düşük, gülünç bir fiyatla on veya yirmi yıllığına kiralamayı başarmıştı. MTTB’den sadık dostları Mehmet Ali
Tekin ve Abdülvahap Demirel ve sonra yoldaşları Arap Mahfuz, Bahattin Bilici, Burhan Albayrak, Mustafa Demirci, Fethi Kukut, Tahir
Tikici, İbrahim Çavuş, Yakup Aslan, Dr. Remzi, Ömer Yorulmaz,
Nureddin Şirin ve Mehmet Şahin’le birlikte binayı restore ettiler ve
kısa bir zamanda Fatih Akıncılar örgütünü açtılar. Mahallemiz, Kürt
ve Arap göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı, çetelerin cirit attığı bir
gettodaydı. Ancak çok geçmeden Metin bölgenin atmosferini ve kültürünü değiştirdi. Uyuşturucu bağımlıları ve çeteler ya Akıncılara
saygı duymaya başlamışlardı ya da bağımlılıklarından ve yaşam tarzlarından kendiliklerinden vazgeçerek, Akıncılara katılmışlardı. Bu,
189
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
benim hayal gücümü aşan çok kısa sürede ulaşılan bir başarıydı. Sonradan haftalık şeriatçı bir dergide heyecanlı makaleler yazacak olan
ve 12 Eylül darbesinden sonra da uçak kaçıracak olan yakın dostu tıp
öğrencisi Ömer Yorulmaz ve diğer tıp öğrencileri ve doktorlar sayesinde haftada iki kez yoksullara ücretsiz tıbbi hizmet, röntgen, enjeksiyon ve ilaç veren bir sağlık kliniği açmıştı. Fatih Akıncılar şubesinin avlusunda karate dersleri de veriyorlardı. Konferans salonunda
ücretsiz çay servisi, TV ve kütüphane bulunuyordu.
Spor etkinliklerine sonra Kung-Fu’yu da ekledi. Ancak bir hafta
içinde Kung-Fu hocasının gizli polis olduğunu öğrendik. Ramazan
geceleri uzun saçlı Kung-Fu hocasının derslerine katıldığımı hatırlıyorum. Yaklaşık bir ay boyunca bize sadece yararsız birkaç süslü
hareket öğretmişti. Muhtemelen departmanından kavgalarda kullanabileceğimiz hareketleri bize öğretmemesi talimatını almıştı. Üyelerimizle hep silahlarla ilgili konuşur ve onlara kendi silahlarını gösterirdi. Gerçek misyonu ortaya çıkar çıkmaz kaybolmuştu.
Örgütün diğer etkinlikleri, evlerin ve binaların duvarlarını sloganlarımızı ilan eden yazılarla kaplamaktı. Geziler, yürüyüşler düzenlemek, para toplamak, örgütün aylık ve haftalık dergilerini satmak,
Ramazan aylarında halka açık iftarlar vermek etkinliklerimiz arasındaydı. Fatih’in ana caddesindeki esnaflar, örgütümüze her ay küçük
miktarda bağış yapmak zorundaydılar. O küçük miktarda paranın
toplanması işi iyi organize edilmemişti. Fatih bizim bölgemiz olsa
da hangi esnafın gönüllü, hangisinin gönülsüz olarak bağışta bulunduğunu bilemiyordum. Hiç para toplamamama ve para toplama fikrini sevmememe rağmen, bu işe fazla karşı çıkmamıştım. Etkinliklerimizin finansal desteğe ihtiyacı vardı ve gençler arasındaki yarı iç
savaş ortamında örgütümüz esnaflara güvenli bir çevre sağlıyordu.
Ancak beni en çok endişelendiren şey bu uygulamanın kötüye kullanılması ihtimaliydi. Esnaftan, farklı genç gruplar tarafından bağış
verilmesi için birkaç kez ziyaret edildiklerini işitiyorduk. Bazı fırsatçılar açıkça bu durumu istismar ediyordu.
190
Bütün bunlar kabul edilebilir aktiviteler olabilirdi; ama grubumuzun
ahlak polisi olma isteği, özellikle Ramazan ayı boyunca kalabalık
ana caddede yürüyen yayaları korkutması rahatsız ediciydi. Kafeteryaları, barları ve restoranları da ziyaret ederek Ramazan ayı boyunca
akşam oluncaya kadar dükkânlarını açmamaları için esnafı uyarıyorlardı. Bir keresinde yaklaşan Ramazan ayı için kafeterya ve lokantaları uyarma işine ben de katılmıştım. Orada bulunan müşterilere kısa
bir nutuk çekme fırsatını da değerlendirmiştim. Kalabalık önünde iyi
Norşin’den Arizona’ya
konuşabildiğimi düşünüyordum ve dinleyicilerimden aldığım tepkiler haklı olduğumu gösteriyordu. Ama tüm otoriter rejimler gibi gerçeği göremiyordum. Bizden korktuklarını ve bizden nefret etseler
bile yüzümüze güldüklerini ve alkışladıklarını düşünemiyordum.
Kendimizi doğru dönütler alma ve böylece gelişme ve insanlarla iletişime girme fırsatlarından mahrum bırakıyorduk. Ramazanda gündüz vakti Fatih’te sigara içenleri döven, tokatlayan ve onlara bağıran
Akıncılar görüyordum. Bu bir kontrol gösterisiydi. İnsanların bu yasadışı cezalandırmaya, bu ahlaksız saldırganlığa ve bu aşağılamaya
razı olmaları şaşırtıcıydı. Muhtemelen, kurala uymayıp dayak yiyen
birkaç kişinin haberleri fısıltı labirentlerinde ve umumi alanlarda yapılan dedikodularla katlanarak büyümüş ve çok abartılı olarak anlatılmaya başlanmıştı. Biz, birkaç yüz kişiden oluşan gençlerdik ama
bir milyondan fazla insanın yaşadığı bir semtin sokaklarında kendi
isteklerimizin egemen olmasını başarabilmiştik. Bildiğim kadarıyla
Fatih örgütümüz tarafından kimse öldürülmemişti; ama liselerdeki,
fabrikalardaki, üniversitelerdeki ve mahallelerdeki huzursuzluk haberleriyle birlikte günlük katliamlar ve terörist saldırı haberleri bir
korku atmosferi yaratmıştı.
Şeytan korku atmosferini sever… Biraz cesaret ve birliktelikle çoğunluk; okullarının, fabrikalarının, üniversitelerinin ve sokaklarının
kontrolünü eline alabilirdi. Korku kurbana hiçbir zaman yardım etmez. Tam tersine, korku, avcının ve saldırganın suçlarını ve gücünü
artırır. Bir saldırganın üzerine yürüyüp alnımdan vurularak ölmeyi,
onlardan merhamet dilerken veya yalvarırken sırtımdan vurulup öldürülmeye veya yaralanmaya tercih ederim. Biz gençlerin saldırgan
davranışlarına karşı dururken; aydınlar ve politikacılar bizi kendimize zarar vermeye götüren sebepleri araştırmalı, tartışmalı ve yabancılaşmamızı önleyecek tedbirler bulmalıydılar.
Kardeşim yufka yürekli ve merhametliydi ama onu birkaç kez Ramazan ayında sokakta bir şeyler yerken, sigara içerken veya kız arkadaşını öperken gördüğü bazı insanları döverken görmüştüm. Örgütte lider konumunda olmama rağmen zor kullanılmasına -özellikle
sivillere karşı- karşıydım. Metin'i ve arkadaşlarını ahlak polisi gibi
davranarak insanları taciz ettikleri için birkaç kez azarlayıp eleştirmiştim. Bir süreliğine söylediklerimi ciddiye alıyorlar, ama sırtımı
döner dönmez, özellikle Ankara’ya geri dönünce maço tavırlarına
devam ediyorlardı. O zamanlar Kuran’a göre bir İslam anlayışım
yoktu; zihnim dini yasakları ve kuralları uygulamakta zora başvurmayı ve şiddeti yücelten hadis, sünnet ve mezhep hukuku tarafından
kirletilmişti. Fıtratımla dini dogmalarım arasında bir gerilim vardı.
191
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
192
Örneğin; aşağıdaki hadis ilk başta gayet makul görünebilir:
“Aranızdan kim bir fenalık, kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, eğer bunu yapamıyorsa o zaman diliyle düzeltmeye
çalışsın, bunu da yapamazsa o zaman kalbinde bunu saklasın. Ve bu üçüncü kısım, kalbinde tutması imanın en zayıf
kısmıdır.”
Sünniler bu hadisin doğruluğunu sorgulamaz. Şiilerin de benzer dini
talimatları vardır. Onun için hikmetini sorgulamayı bile akıl edemezler. Biraz kritik düşünme, bu hadisin insanlar arasına kendi ahlak
versiyonlarını zor kullanarak kabul ettiren milyonlarca firavunluğun
ortaya çıkmasından sorumlu olan en kötü dini talimatlardan biri olduğunu ve hoşgörüsüz ve zalim bir topluma neden olduğunu açığa
çıkartır. Sadece müdahalenin sırasına dikkat edin. İlk olarak sorunu
araştırmak ve tartışmak, yanlış yapanı eğitmek veya gerçeği öğrenmek yerine Sünniler, fiziksel müdahalenin doğru olduğunu düşünürler. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinden birinde sizinle Tahran sokaklarında yaşadıklarımı paylaşacağım; yukarıdaki talimatı uygulayanların insanlığını nasıl kaybettiğine kendi gözlerimle tanık oldum.
Sünni bir gençlik lideri olarak baskıcı ve zalim uygulamalara karşı
çıkacak teolojik delillerim ve zihin berraklığım yoktu. Ama yine de
mantığım biraz olsun çalışıyordu, vicdanıma ihanet etmemiştim ve
fıtratımın yani yaratılışımın bir parçası hâlâ bu dini dogmalar tarafından bozulmamış durumdaydı.
Kardeşim eğitimini yarıda bıraktığı ve kendini eyleme adadığı için
eğitimlerine yoğunlaşan üniversite öğrencilerinden hazzetmiyordu.
İslami Devriminin Türkiye'de kısa bir zamanda gerçekleşebileceğine
inanıyor ve devrimci aktivitelere katılmadan kendini eğitime vermenin bizi tarihin akışını değiştirme fırsatından mahrum edeceğini düşünüyordu. Acil durum modundaydı. Metin ve yoldaşları aktivitelere katılmayan öğrencilere “tatlı su mücahitleri” veya “koltuk mücahitleri” ismini vermişlerdi.
Metin 1977’de Fatih’teki Daruşşafaka Lisesinin arkasında Komünistlerin saldırısına uğradı. Karnına ve bacaklarına üç kurşun yarası
aldı. O yıllarda Metin, Salih Mirzabeyoğlu takma adını kullanan Salih Erdiş’le yakın ilişki halindeydi. Salih ve grubunun Akıncılarla iyi
ilişkileri vardı ve kitapları ve şiirleri çok seviliyordu; lakin kişisel bir
gündemi olan bağımsız bir liderdi. 1979 yılının sonunda ayrılık açık
hale geldi ve Salih ve takipçileri Akıncı Güç’ü kurdu. Yıllar sonra
yasadışı Sünni bir örgüt olan ve Türkiye AB ve ABD’nin terörist
örgütler listesine aldığı İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi
Norşin’den Arizona’ya
(IBDA-C)’ni kuracaktı. İstanbul’daki bir sinagoga ve İngiltere Elçiliği’ne yapılan ve düzinelerce insanın hayatına mal olan intihar saldırılarına adı karışacaktı.
Salih ve müritleri bazı cahil Amerikan terör uzmanlarının iddia ettiği
gibi Selefi değildi. Tam tersine Sünni Sufizmini uyguladıkları için
teolojik olarak onların karşısındaydılar. Selefiler, Sufizmi reddeder
ve onları kâfir sayarlar. İran’a sempatileri de yoktur. Tersine, devrimden hemen sonra İran’ı karşılarına alarak Şii rejiminin ateşli eleştiricileri oldular. Birçok Sufi’nin aksine Salih ve grubu kot pantolon
giyiyor, batı klasiklerini okuyor ve modern kültürle kol kola yürüyordu. Salih, hiyerarşik bir yapı yerine hücrelerin İBDA’nın idealleri
ve ilkelerine yapıştığı, bağımsız silahlı gruplar ve cepheler ortaya
çıkaran sözde İbda Diyalektiği yöntemini geliştirdi. Büyük Doğu
Mimarı diye yücelttikleri Necip Fazıl'ın pergeli ve cetveliyle çizilen
İbda Diyalektiğini, Sünnilik mezhebinin fikir ve aksiyonunu tezgâhlamanın ana kalıbı olarak sundular. Bir hücrenin faaliyetlerini diğeri
bilmezdi. Bu sebeplerden Salih’in grubu özgün bir gruptu.
Salih çok zekiydi ve iyi bir edebi yeteneği vardı. Salih de benim gibi
Bitlis kökenli bir Kürt’tü. Norşin'in yaklaşık 30 kilometre arkasında
bir saatlik mesafedeki Mutki köyündendir. Akrabalarının bir kısmı
TC'nin kuruluş yıllarında katliama maruz kalmıştır. Dedesi babamın
dedesi ile birlikte Konya'ya sürgüne gönderilmiştir. Atalarının Atatürk ve devrimlerine karşı verdiği savaşı başka bir düzeyde ve kendi
tarzıyla devam ettiriyordu. Salih o zamanlar Moro’da yaşayan Müslümanların Amerika’nın desteğini arkasına alan Filipinli diktatör
Marcos’a karşı verdiği gerilla savaşını öven haberler yapan, Gölge
isminde bir dergi yayımlıyordu. Modern İslamcı aktivistler için Osmanlıca Akıncılar sözünü ilk onun kullandığı iddia edilir. Mısır, Suriye, Libya, Pakistan, Filistin ve Lübnan’daki Müslümanların mücadelesini iyi biliyorduk; ama İslami medyamızın Moro’daki mücadelemizden neredeyse hiç haberi yoktu. Pasifik Okyanusu’nun uzak bir
köşesinde aynı dava için savaşan kardeşlerimizin olduğunu bilmek
ferahlatıcıydı. Onların Amerikan yardakçısına karşı verdiği mücadele, bizim aynı emperyalist gücün yardakçılarına karşı verdiğimiz
mücadelemizi güçlendiriyordu. Salih’in ataları kendi aşiretlerinin
faaliyet alanında Atatürk ve reformlarına karşı savaşmıştı; şimdiyse
Salih aynı düşmana karşı yazılarıyla, küresel dayanışma ve tecrübeyle karşı koyuyordu. Kendini İslami uyanış hareketinin lideri ilan
etmişti.
Salih’e komutan diye hitap eden birkaç eğitimli gençle iyi ilişkilerim
193
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
vardı; ama Salih’le yalnızca bir kez karşılaşma fırsatım olmuştu.
Asosyal, münzevi bir hayat sürüyordu. Nedense o vakitler yazarlar
ve ünlülerle tanışmaya ilgi duymuyordum. Henüz tanınan bir yazar
değildim ama elitlerden biriydim. Eğer isteseydim, herkesle toplantı
ayarlayabilirdim. Bir gün müritlerinden birisi onu ziyaret etmemi istedi, kabul ettim. Görüştüğüm çoğu liderden farklı davranmış ve
beni hoş karşılamamıştı. Cağaloğlu'ndaki Gölge dergisinin bürosunda onunla buluştuğum anı tam olarak hatırlamıyorum. Ama ne
ayağa kalkmış, ne de elimi sıkmıştı. Yüzünde gülümsemenin izi bile
yoktu. Dalgın ve sıkıntılı görünüyordu. Sessizce yanına oturmamı
istedi. Hemen konuya daldı ve tuhaf ve şifreli bir dille Necip Fazıl’ın
fikirlerini temel alan “İdeolojya Örgüsü” veya İslami sistemle ilgili
konuşmaya başladı. Beni bir celsede ikna edip örgütüne transfer etmeyi umuyordu. Çoğu zaman Necip Fazıl’ı (1905-1983) anlayabiliyordum; ama Salih, Sokrates ve Marks’a benzettiği mürşidinin yolunda değildi. Platon veya Lenin olma arzusundaki saçı sakalına karışmış bu genç adamın sunumunu dinlemek zordu.
Salih, kendisi gibi bir şair olan mürşidinin izinden giderek reform
fikrini reddetti. Bunun yerine Sünni mezhebini temel alan şeriat kanunlarına tam bağlılığını ilan etti. Mürşidi, “İslam güneşti ve biz
Müslümanlar da güneş ışığını alan gözlerdik. Yenilenmesi gereken
İslam değil, gözlerdir.” diyordu. Ne yazık ki İslam adını verdikleri
öğretilerin Muhammed'in tebliğ ettiği biricik kitap olan Kuran'ın İslam’ı ile hiçbir ilgisi yoktu. Kuran’ın peygambere indirilişinden yüz
yıllar sonra din adamlarının uydurduğu apayrı dinler koleksiyonuydu Sünnilik. Salih de mürşidi gibi mümkün olan her aracı kullanarak dünyanın Sünni dinine boyun eğeceği günleri hayal ediyordu.
Allah esirgesin, eğer bir gün bu rüya gerçek olursa, Türkiye, devlet
yetkililerinin muhaliflerin boynunu vurduğu karanlık çağlara geri
döner. Özetle, İBDA ideolojisi faşist ve ahlak despotları olmak için
çok sıkı mücadele veren sanatçı ve narsist yobazlar yetiştirdi.
194
Habire özel terminolojiler türetiyor ve karmaşık fikirler üzerine daha
karmaşık fikirler oluşturuyordu. Demokrasiyi reddediyor ve seçkinlerin ve eğitimlilerin yönetimi olan bir tür aristokrasiye destek veriyordu. Felsefi tartışmalara alışkındım, ama Salih, Immanuel Kant,
Hegel ve İbni Arabi'nin birleşimi kadar karmaşıktı. İlginçtir ki kendisini sadakatle izleyen müritleri vardı. Örgütün üyeleri, daha doğrusu müritleri arasından konuştuklarında anlayabildiklerim vardı ve
onlar Salih'i anlayabildiklerini sanıyorlardı. İşte ben bunu hiç anla-
Norşin’den Arizona’ya
yamıyordum. Ne kendi zekâmdan kuşku duyuyordum ne de onunkinden kuşku duymam için bir sebep vardı. Bu yüzden onun diline
ve kullandığı jargona alışık olmadığımı varsaydım. Dünyada gerçekleştirmeyi hedefledikleri Sünni versiyonu cehennemin, ateşini oluşturdukları ağdalı ve çarpıcı bir dil ile gizleyip savunmaya çalışan
üyelerden birisinin yazısından uzunca bir alıntı ile örneklemek istiyorum. İbretle okuyunuz:
"İbda’nın Büyük Doğu’nun devamı olduğunu söylemiştik.
Büyük Doğu’da nasıl Necib Fazıl merkezde yer alıp fikir ve
eylemin motoru olma vasfını deruhte etmişse, İbda’da da
merkezdeki ad Salih Mirzabeyoğlu'dur. Bu fikir ve hareket
ekolünün sistemleştirici kişisi o."
"O halde “İbda Mektebi” derken, Mirzabeyoğlu’nun kurmaya çalıştığı fikir ve hareket âlemiyle, “Bu âlemde ben de
olmalıyım” diyebilme cesaret ve liyakatini gösteren yıldız
teorisyen ve aksiyonerlerin oluşturduğu kitleyi kastediyoruz
demektir. Burada ne “âlem” tabirim ne de “yıldız” tabirim
abartı sayılmasın. Bir ortam düşünün ki; fikir, fikre sadakat,
fikri sürekli takip ve yenileyiş namına hiçbir ciddi çaba yok.
Kendilerini düşünür ve aydın sıfatıyla yaftalayanlar, sistematik düşünceden, hâl ve tarih muhasebesinden, sorumluluk almaktan kaçıyorlar. Kaderin cilvesi “Al da yap ne yapacaksan” misüllü bir fırsatla karşı karşıya kaldıklarında,
temel ölçütleri ve esnek ayrıntılarıyla her hâli ve zamanı
kavrayıp götürücü bir düşünce ve pratik külliyatından yoksun kaldıkları, bu yoksulluklarının da farkına varamadıkları
için keleş sloganlarla durumu idare etmeye çalışıyorlar.
Hemen dümen kırıp yıllardan beri güya muhalif oldukları
sistem, kişi ve kurumlara: “Biz de aslında sizin gibiyiz. Yoktur sizden farkımız. N’olur kabul edin bizi. Evinize almazsanız kapınızdan kovmayın. Sobanızın kısık ateşinden, çorbanızın ılık lezzetinden mahrum etmeyin.” diye sesleniyorlar."
"Hiçbir şey öyle ucuz değil. Bir “mütefekkir-düşünün” ki;
zihnindeki sistemi kemâle erdirmek için, muhalifinin söylediğini dahi en son noktaya kadar tasavvur etmiyor ve şakakları zıtları beraber düşünme acısıyla zonklamıyorsa boş
yere piyasaya çıkıp oyalamasın insanları. Yazı yazmasın,
gazetelerde köşe doldurmasın diyeceğim ama bu da ayrı bir
mesele. “Gazetenin ve derginin fonksiyonu ne?” sorusunu
gündeme getireceği için böyle temkinli yaklaşıp durdum."
195
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
"Bugün öyle basit, öyle oyuncakvâri laf ebeliklerine, öyle
ucuz aydın edalarına, İslamcı yaftalı öyle dönek yazar bozuntularına, öyle kalitesiz sanatçı döküntülerine rastlıyoruz
ki; İbda Mektebi Mensupları bunu eleştirmesin de ne yapsın? Kalitesizlik her yerde yaygın. Ben İbda sistemini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir fikir işçisiyim. Kuşkusuz bir
tasvirci olmak vasfımla bazı noktaların hakikatine tam nüfuz edememe durumum var. Ancak ne Türkiye’de, ne de takip edebildiğim kadarıyla diğer Arap ülkelerinde İbda kadar dinamik, İbda gibi müntesiplerinin ruh dünyalarını her
yönden besleyen bir fikir sistemine sahip başka bir hareket
yok. Bu bir hakikatin ifadesi! Kuşkusuz bu mektebin dili
ağır. Ama onu anlayabilme cehdini gösterebilecek cins kafaların, basit bir dil, mekanik bir üslup ve derinliksiz kelimelerden haz alacağını mı sanıyorsunuz? Hayatın kendisi
sır zaten... Ân gelir bir çırpıda anlayıverirsiniz kendinizi,
rolünüzü, hayatınızı. Ân gelir, hiç ama hiç içinden çıkamadığınız mücerret ve müşahhas problemlerle karşılaşırsınız.
İşte o zaman öyle sandığınız basitlikte ve düzlükte olmadığını anlarsınız hayatın, düzenin ve kâinatın." (Bir Fikir
"Ekolu-Mektebi" olarak İBDA, Said Aykut, 30 Nisan 1998,
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi / İstanbul Akademya
Dergisi)
Salih’in ilk şiirleri, konuşmaları ve düz yazılarının tersine anlaşılır
ve etkileyiciydi. Hala o şiirleri okumaktan zevk alıyorum. Şiirlerde
genellikle soyut düşünceler ve mecaz kullanılır; ama Salih’in ilk şiirleri sanatsal sloganlardan, savaşan ve dans eden kelimelerden oluşuyordu. Şiirin savaşçıları ve eylemcileri motive etmekteki rolü hafife alınmamalıdır. İşte, siyasi mitinglerimizde ve yürüyüşlerimizde
satır satır okuduğumuz ―özellikle de kardeşimin okuduğu― Salih’in ilk şiirlerinden bir örnek:
196
Moro Destanı
işte
çekildi
isyan
bayrağı
gemileri yakmışız isteyerek
mümkünü yok dönüşümüzün
çizgimize gelen gelsin
köy köy
Norşin’den Arizona’ya
dağ dağ
ve şehir şehir
yankı gelir bu kutsal çağrıya.
…
çölde susuz nasıl yürürse suya
öylesine bir akıştır bizimki
kararlı
inançlı
inatçı
ister bozkır olsun, ister çöl, ister yemyeşil vadi.
senin vatanın benim vatanım özüm.
sen oradan kıracaksın zinciri.
ben buradan. Bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz...
her şey aydınlığa çıkmak için her şey "mutlak bir" için…
…
el birlik olmak, gayesine ermemiş savaş
bitmemiştir diyenlerle
dayanmak omuz omuza
kalelerine emperyalizmin
bu uğurda
ne dur
ne durak
yükseğe
daha yükseğe
en yükseğe dikilsin bu bayrak
haykırmak kurşun gibi
haykırmak inançla:
palet yürekli yaratıkların
artık çiğneyemeyecek
insan onurumuzu
ey karaya bulanmış çağ
ey marcoslar doğuran çağ
palet yürekli yaratıkların
artık çiğneyemeyecek
insan onurumuzu
çiğneyemeyecek
yabancı adam
toprağımızı
çiğneyemeyecek yabancılaşmış adam...
ey karaya bulanmış çağ
ey marcoslar doğuran çağ
197
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
198
- insanı gerçeğe yaban kılınmış tutuşturduk
buradan da meş'alemizi
yüzün ağartmaya geldik.
…
oyuncak tanımadan tüfeği tanıdı
kurşunu tanıdı
gerçek dostu
düşmanı tanıdı
konuşamadan öğrendi
özgürlüğün ne olduğunu
yürümeden daha ölümü tanıdı
çocuklarımız.
öğrendiler onlar için olmadığını
insan hakları beyannamesinin
öğrendiler birleşmiş milletler
domuzlar diktatoryasını
ve tanıdılar parçalanmış göğüslerinde
annelerinin
çağdaş uygarlığın sırtlan yüzünü
filipin ordusu
amerikan uydusu
ya moskof ayısı
ya çin
işi var fahişe yüzlü devlerin.
…
... ferdinant marcos
"mutlak fikir" düşmanı
ferdinant marcos
celladı insanımın
- ülkemin hali ayna yüzünü gör gerçeğin:
- bangsa mora'da kanlı kırım
... şen kahkahalar
- amerikan emperyalizminin
... kayıtsız bakışlar
- dökülen kanı kardeşimin
... ahmak tebessüm
işi var fahişe yüzlü devlerin
- birleşmiş milletler toplantıları
silahsızlanma konferansları
Norşin’den Arizona’ya
ve anlatmak barış masalları cücelerse kuyrukçusu devlerin.
bilemediler dağın, taşın
açan tomurcuk, uçan kuşun
ak öfke kesileceğini...
sandılar yalnızlığımız
suskunluğumuz olacak
suskunluğumuzun bahanesi olacak
yalnızlık.
sandılar sesi soluğu çıkmaz
kolu kanadı kırık insanımın.
bilemediler dağın, taşın
açan tomurcuk, uçan kuşun
ak öfke kesileceğini...
bilemediler oy
kadın, ihtiyar
genç, çocuk
her can bir siper olup
burç burç direneceğimizi...
bilemediler her inançlı
bir kıvılcım taşır
böyle günlere...
bilemediler yalnız "mutlak hakime"
bağlılığımızı
- yalnız ona kul ona eğileceğimizi bilemediler oy
kadın, ihtiyar
genç, çocuk
her can bir siper olup
burç burç
direneceğimizi!..
Bu satırları okuduğumda hâlâ heyecanlanırım. Vicdan sahibi her insan gibi ben de sömürgeciliğin, emperyalist müdahalenin kınanmasıyla; yaratılışımızdaki özgürlük, adalet ve bağımsızlık arzusuna
vurgu yapılmasıyla duygudaşlık kurarım.
Ama eğer Salih’in ütopyası iktidara gelseydi, mutlak gücü eline geçirerek “Mutlak Bir” ve “Mutlak Amaç” uğruna canavarlıklar yapan
totaliter bir rejim ortaya çıkaracaktı. Salih, Osmanlı hayranı ve sapına kadar Sünni bir Kürt'tür. İktidar ihtirası ile gözlerini kan bürümüş, babasını zorla tahttan indirmiş, kardeşlerini boğdurmuş, başta
199
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Alevi Kürtler olmak üzere on binlerce insanı katletmiş ve seçimle
başa gelen Muhammed peygamberi izleyen dört cumhurbaşkanından sonra Emevilerle birlikte İslam dışı bir Sünni hanedanlığına çevrilen makamı, yani Firavunî bir hilafeti ordusuyla ta Mısır'a kadar
gidip kan akıtarak zorla almış bir diktatör olan Yavuz Selim'e hayran
olması, onun uyduruk hadis ve sünnet hikâyelerine dayalı Sünni
mezhebinin dogmalarının fanatik bir mukallidi oluşunun bir sonucudur. Kutsanmış rivayetler ve dogmalar söz konusu olunca, onlarla
beyinleri zehirlenmiş çok zeki insanların nasıl aptallaştığını, şefkatli
insanların nasıl canavarlaştığını biliyoruz. Salih, uyduruk din ve
mezheplerin milyonlarca mukallidi ve müridi gibi maalesef böylesine çelişkili ve ahlaki yönden şizofrenik bir kişiliğe sahipti.
Dünya, dünya üzerinde cennet kuracakları vaadiyle vahşet ve büyük
acılara sebep olan insanlara tanıklık etti. Papanın Katolik Kilisesi,
Pol Pot’un Kızıl Khmerleri, Stalin’in Bolşevikleri, Hitler’in Faşistleri, Kör Şeyhin Taliban’ı ve Humeyni’nin Devrim Muhafızları ideolojileri ve dini dogmalarıyla dünyada cennet kurma vaadiyle, hem
kendilerine inananlara hem de karşıtlarına cehennemi yaşatan grup
veya kişilere sadece birkaç örnektir.
Salih, Batı sömürgeciliğini lanetliyordu; ama türünün diğer örnekleri
gibi o da Osmanlı İmparatorluğu’nun saldırgan, sömürgeci ve köleci
siyasetine karşı kör ve sağırdı. Örneğin; Osmanlı Bizans’ın başkenti
Konstantinopolis’i işgal edinceye kadar birçok kez saldırmıştı. Ne
yazık ki herkes gibi o da tarihi sadece tek bir bakış açısından anlatan
kitaplardan öğrenmişti; tıpkı Amerikalıların 'barbar ülkeler'i işgal
ederken çarpıtılmış haberlerle kandırılmaları gibi… Irkına ve dinine
bakmaksızın tüm saldırganları lanetlememiz gerekir. Salih ve onun
peşinden gidenlerin eski Amerikan yardakçısı, Amerika'nın emriyle
İran'a savaş açan ve kitlesel cinayetler işleyen bir Arap ırkçısı olan
Saddam’ı yüceltmeleri ve Amerika’nın Irak’taki yeni yardakçıları
tarafından asıldıktan sonra onu şehit ilan etmeleri bir ironidir.
200
Salih, Türk hapishanelerinde yıllarca yatan ünlü Türk şairi ve ideoloğu Necip Fazıl Kısakürek’in fikirlerine âşıktı. Salih’in NFK takıntısı hastalık derecesindeydi ve onu putlaştırmıştı. Kitaplarının kapağına kendi resimlerini NFK’nin resimleriyle üst üste basardı. Marks,
Engels ve Lenin’i resmeden Komünistlere bir çeşit nazire yapıyordu.
Necip Fazıl, yanlış siyasi tarafta yer almış, Türk elitler tarafından
ezilen dâhi ve yürekli bir edebiyatçıydı. Necip Fazıl “Yüzünde En
Fazla Kırışık Olan Adam” kategorisinde Guinness Rekorlar Kitabına girebilirdi. MTTB'de yaptığı bazı konuşmalarında yüzündeki
Norşin’den Arizona’ya
bu kırışıklarla övünür ve onları İslam davası uğruna verdiği mücadelenin bir işareti olarak görürdü.
Necip başlarda Necmettin Erbakan’ın Milli Gazetesinde günlük yazılar yazdı. Bir süre MSP’yi desteklemiş ve MTTB ve Akıncıların
düzenlediği konferansların en önemli katılımcısı olmuştu. Ancak
Necmettin Erbakan’ın otoriter tarzından rahatsız olarak Milli Gazete’den ayrıldı. Necip Fazıl’ın geçmişini araştıran araştırmacı yazar
Ayşe Hür, Menderes'ten aldığı ulufelerle Menderes'e kelime şövalyeliği yapmadan önce Necip'in Atatürk'e methiyeler dizdiğini, Menderes'ten sonra da 27 Mayıs ihtilalcilerine övgüler yağdırdığını belgeleriyle ortaya çıkarınca, Necip’in bu tavrının pek de necip olmayan bir karakter sorunu olduğuna işaret ediyordu. MSP'de geminin
ikinci kaptanı olduğunu sanıyordu; ama bu bir yanılgıydı. Bütün ipler Necmettin’in elindeydi. Necmettin'i "din tüccarı" ve benzeri ağır
ifadelerle suçladıktan sonra, Hitler’in Mein Kamph’ından ilhamını
alan emekli milliyetçi bir albay olan Alparslan Türkeş’in kurduğu
MHP’ye katıldı. Ancak, büyük beklentilerle ve abartılı övgülerle katıldığı MHP'deki balayı kısa sürdü. Büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tüm hayallerinin kırıldığı bu anda, yıllardır kendisini bir âşık
gibi kitaplarından izleyen Salih ve grubuyla tanıştı. Tencere nihayet
kapağını, Tebrizli Şems Romalı Celalettin'i bulmuştur.
"N. Fazıl yukarıda da belirttiğimiz gibi 1977 seçimlerinde
MHP’yi desteklemesinden sonra 1979 yılında ise Akıncılar
dergisinin yayına girmesiyle birlikte Akıncılar’a övgüler
yağdırmaktadır. MTTB tabanı N. Fazıl’ı her zaman okumaya devam etmiş ve söyledikleri üzerinde düşünmüştür.
Ancak N. Fazıl, MSP çevresine sığmayacak bir gençliğin
Büyük Doğu idealini gerçekleştirebileceğine inandığını, bu
gençliğin de Akıncı-Güç olduğunu belirtir. Akıncı-Güç’ün
başında ise İBDA-C’nin lideri Salih Mirzabeyoğlu bulunmaktadır. Akıncılar da gözden çıkarılmıştı aslında, çünkü
N. Fazıl, Akıncılar'ı kuru kalabalık bir kitle olmakla suçlayıp onların bu kitlesiyle “vicdanları infilak halinde ve kurmay zekâsında halis zümreye ne nispette kulak vereceği ve
onların güdümünde kendisine nasıl bir istikamet arayacağı
meçhul’427 diyerek eleştirmektedir. N. Fazıl bir deklarasyon yayınlayarak neden Akıncı-Güç’ü desteklediğini açıklamıştır. Ona göre asıl sebep, bu gençlerin Büyük Doğu idealine bağlılıklarını bildirmiş olmalarıdır. Akıncı-Güç kendilerinin çok büyük iddialar taşımadıklarını, geliş yolunu tıkamak değil geliş yolunu tıkayanları yoldan çekmeyi kendi-
201
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lerine amaç olarak belirlerken, eski nesilden de hiçbir beklenti ve ümitlerinin kalmadığını belirterek yollarını ayırmıştır. Akıncılar’ı, “hortumun ferasetsiz ucu”, MSP’yi, “hocanın etrafındaki üç-beş balmumu adam”, MTTB’yi, “ruhunu
yitirmiş” olarak niteleyen Akıncı-Güç, Ülkücüleri de “ruhları kirli” olarak nitelendirir.
(Serkan Yorgancılar, 1965 Sonrası İslamcı Bir Öğrenci Hareketi Olarak Milli Türk Talebe Birliği, Dokuz Eylül Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, 2006, İzmir, sa. 144)
Akıncılar olarak Necip’in MSP’den MHP’ye transferini ihanet olarak nitelendirmiştik. Nedense Salih ve takipçileri bu durumu bir
inanç değişikliğinden ziyade planlı bir taktik olarak görüyordu. Bu
geçiş, kardeşim Metin’in MHP gençlik liderleri tarafından suikasta
kurban gitmesinden sonra olmuştu. Salih ve çevresi Akıncılar bünyesi içinde çalıştıkları için grup içinde duygusal ve ideolojik sıkıntılar yarattı… Bu yüzden, Akıncı Güç’te örgütlenen Necip'in teğmeni
Salih’in çavuşu Hüsnü Kılıç'ın ısrarıyla bir mektup yazdım Necip'e.
Onun bizi terk ederek ırkçı bir partiye katılmasını eleştirdim. Necip
uzun mektubumu Rapor adını verdiği dergisinin 5'inci sayısının ilk
konusu olarak yayımladı. Sadece bir satırlık bir yorum yapmıştı.
“Bay bay gençler!” Ben de cevap olarak, “Bay bay ihtiyar!” diye
yazdım. Bu iletişimi Serkan Yorgancılar şöyle anlatır:
202
"Aslında N. Fazıl’ın MTTB ile olan bağlarını gevşetmesi bir
bakıma MTTB-MSP arasında olan yakınlıktan kaynaklanmaktadır. N. Fazıl kendi tavrını“ MSP’ye karşı, bir işkembeyi 40 kere kaynar sudan geçirdikten sonra elde yine necisten başka birşey kalmadığını” görmek olarak nitelendirirken, 40 yıllık mücadelesinin sonunda “Milli Melamet” ismini onlar daha uygun bulur. Erbakan’ı çok sert şekilde
eleştiren N. Fazıl, onu tevhit ticareti yapmak ve bazı ciğeri
yanık, aklı sönük Müslümanları sömürmekle suçlar, partinin
İslam’a hizmet etmediğinden hatta partinin iktidarı eline alması halinde İslam’a en büyük belaları yapacağından dolayı
yollarının ayrıldığını belirtir. N. Fazıl’ın ülkücüleri destekleme kararı alması Akıncı teşkilatında da yankı bulacaktır.
19 mucizesi savunucularından ve Metin Yüksel’in abisi olan
Edip Yüksel, Milli Gazete’de Fatih Akıncıları başkanı sıfatıyla N. Fazıl’a bir mektup yayınlayarak, kendi teşkilatlarının neden milliyetçilere düşman olduğunu ve N. Fazıl'ın neden milliyetçilerin arasında yer aldığını sorar. N. Fazıl ise
Norşin’den Arizona’ya
kendi kırılmalarını şu şekilde ifade edecektir: “15 yıllık oluşunun harcı içinde alın terim, hummalı nefesim ve olanca kımıldama gücüm yatan MTTB’nin nihayet ölü kalıplar içerisinde donduruluşu, tek ümit halinde yöneldiğim Ülkücü
gençliğinde henüz ruh adalelerine büyük vecd ve tefekkür cereyanını vermeye fırsat bulunamayış önünde bu en beklenmedik yerden kendi kendisine yükselen ses, bana müjdecilerin müjdesini getirdi” demektedir. Kendi kendisine yükselen
beklenmedik ses ise Büyük Doğu idealini diriltip yaşayacağına inandığı Akıncı-Güç’tür" (Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 5, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, Y1979 s.43.) (Serkan
Yorgancılar, yukarıda adı geçen eser, sa. 145)
Salih ve örgütüyle ilgili olarak, grubun bazı üyelerinin Üç Işık ve
Okulumuzun Üç Önemli Kişisi başlıkları altında yaptığı birkaç yorumu da paylaşmak istiyorum:
“Başlıca amacı En Ulu’nun Devletini kurmaktı. İBDA’nın
amacı Türkiye topraklarından başlayarak dünyada bir İslam
Devleti kurmaktır ve sonra da bütün İslam Devletlerini konfederasyon benzeri bir sistemle bir çatı altında birleştirmektir. Bu devleti, İslam Dünyasının AB modeli olarak nitelendirmek mümkün görünmektedir. Birliğin hem sınırları içinde
hem de sınırları dışında daha bağımsız bir devlet… Önerdiği
düzen İBDA’ya özel bir tür seçkinler rejimidir, başka bir deyişle zamanının en önde gelen şahıslarının oluşturduğu bir
aydınlar aristokrasisi. İBDA, toplumun yalnızca en iyilerinin
ülkeyi yönetmeye hakkı olduğunu söylemektedir. Bu sistem
bütün gücün tek bir kişide toplandığı otokrasiden ve âlimin
oyunun sıradan insanınkine eşit olduğu demokrasiden farklı
bir sistemdir. Önerdiği sistemi, şaheseri “Başyücelik Devleti”nde aşağıdaki gibi anlatmaktadır:” …
“İslam dünyasının ve diğerlerinin kabul etmesi gereken şey,
Birleşmiş Milletler örgütünün reddedilmesi ve Avrupa Birliğine girme girişimlerine güçlü bir şekilde karşı çıkılmasıdır. Bu tutumun zavallı ve saf bir tutum olarak görülmemesi
için tek geçerli tez Başyücelik Devletimizin ileri sürdüğü tez
olmalıdır; başka bir deyişle, Büyük Doğu kavramının otoritesini kucaklamak ve onu hâkim kılmaktır.”
http://jihad.boardcity.com/topic.288.html
İBDA-C örgütünü Vehhabiliğe benzetmesi hariç, örgütün yerinde bir
değerlendirmesini yapan Bilgi İletişim Teknolojileri araştırmacısı
Yoni Fighel’in yazdığı bir makaleden küçük bir alıntıyı da sunayım:
203
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
“İBDA-C kendi ürettiği bir ideolojiyi benimseyip, şiddet vasıtasıyla uygulamaya koymaya çalışan özgün ve tuhaf bir
örgüttür. Örgüt, İslami gündeminin yanına solcu bir Vehhabilik olarak tanımlanabilecek, Troçky tarzı bir komünizmi
kabul etmiştir. Sünni bir grup olarak, örgüt, İran’a ve Şii
İran Devrimine düşmanca bir tavır almaktadır.” (www.terrorism-info.org.il)
Salih, 29 Aralık 1998'de devletin anayasal düzenini silah zoru ile değiştirmek suçundan eski ceza kanununun 146. Maddesine göre idam
cezası alır ve daha sonra cezası ömür boyu hapse dönüştürülür. Yıllarca çeşitli işkencelere maruz bırakılır. Fikirlerini beğenmesek de
birey ve toplum için zararlı görsek de sadece fikirlerinden dolayı bir
yazarın böylesine bir zulme maruz bırakılması adalet ve hukuk adına
utanç vericidir. (Bu satırları yazdıktan yıllar sonra Salih Haziran
2014’te serbest bırakıldı).
Dünya genelindeki İslamcıların ortak konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra eski parlak günlerin sona ermesi
ve Batı’nın Müslümanlara karşı takındığı saldırgan tavırdır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşüne üzülmüyorum, aksine bu durumu kutluyorum. 1923’ten çok daha önce gitmeliydiler. İyi ki yıkıldı. Aksi
takdirde, hâlâ saraylarda oğlanlar ve cariyelerle aşna-fişne, kundaktaki kardeşlerini bile öldürebilecek kadar zalim, canı sıkılınca vezirlerini asan, halkı 'reaya' ve 'kulları' olarak gören, Türkleri aşağılayan,
matbaayı yasaklayan, kendilerini haşa Allah'ın yeryüzündeki gölgeleri sanan, "gâvurların" ülkelerini yağma/talan etmek ve halkını uyduruk cizye vergisine bağlamak için savaş üstüne savaş açan ve işgal
ettiği ülkelerin çocuklarını ailelerinden zorla alıp yeni ülkeleri talan
etmek için onları asker olarak kullanan Osmanlı Firavunları hâlâ zulümlerine devam edecekti. Osmanlı hanedanı paraya, oğlanlara, cariyelere ve güce tapan sultanlar yetiştirdi... Din, bilim, kültür, adalet
umurlarında değildi...
Türkiye'de son yıllarda inanılmaz bir Osmanlı hayranlığı modası
yaygınlaşmış durumda. "Ecdadımız" diyerek yüceltilen Osmanlı padişahları birer kahraman, birer evliya olarak tanıtılıyor. Bu yüzden
burada Osmanlı hakkında bazı gerçekleri paylaşmak istiyorum ki
bazı çevreler tarafından halkın dini ve milli duyguları gıdıklanarak,
örnek bir devlet olarak anlatılan 600 yıllık imparatorluğun aslında
bir Firavun imparatorluğu olduğunda kuşku kalmasın.
Osmanlı’nın Gösterilmeyen Yüzü
204
Osman Bey, Amcası Dündar Bey’i kendi elleriyle boğdu.
Norşin’den Arizona’ya
Murat kendi öz oğlu Savcı Bey’i katletti.
Yıldırım Beyazid, on kardeşini birden taht için öldürttü.
Çelebi Mehmet, kardeşi İsa’yı öldürttü.
Murat, kardeşi Mustafa’yı öldürmekle yetinmedi, diğer kardeşlerinin
gözüne de mil çektirdi.
Murat, amcası Mustafa’yı saltanatı için Edirne surlarına astırdı.
Fatih, kundaktaki kardeşi Ahmet’i saltanatı için boğdurttu.
II. Beyazid, İtalya’ya kaçan kardeşi Cem’i ve oğullarını öldürttü.
Yavuz, saltanatı için tüm akrabalarını öldürttü.
Kanuni, öz oğlu Mustafa’nın öldürülmesini seyretti.
Kanuni, oğullarından başka dört torununu da öldürttü.
II. Murat, tahta çıkar çıkmaz beş kardeşini de öldürttü.
Mehmet, saltanatı için on dokuz erkek kardeşini katletti.
II. Osman, kardeşi Şehzade Mehmet’i öldürttü.
Murat, taht için üç kardeşini birden öldürttü.
II. Mahmut, IV. Mustafa’yı öldürdü.
II. Beyazid’i, oğlu Yavuz Sultan Selim öldürttü.
II. Selim, hamamda kadınlarla âlem yaparken öldü.
Mustafa, uzun hapislik hayatından sonra öldürüldü.
Osman Yedikule zindanında öldürüldü.
Sultan İbrahim, sarayında öldürüldü.
Sultan II. Ahmet, zehirletilerek öldürüldü.
Selim, sarayda kılıçla parçalanarak öldürüldü.
Yavuz, Yunus Paşa’yı atı üstünde kılıcıyla öldürttü.
Yavuz, Derviş Paşa’yı önce boğdurdu, sonra kendi elleriyle kellesini
kesti.
Selim, Sadrazam Dukak’ın oğlu Ahmet Paşa’yı, kendi elleriyle hançerleyerek öldürdü.
Osmanlı’da Uygulanan Bazı Ceza Türleri
Padişah önünde öldürme.
Padişaha kelle gönderme.
Kelleden piramit yapma.
Fetvalarla adam öldürtme.
Kazığa vurularak öldürme.
Kol ve ayaklar kırılarak öldürme.
Ata bağlayıp, parçalayarak öldürme.
Çengele asarak öldürme.
Çarmıha gererek öldürme.
Vücudu parçalara ayırarak öldürme.
Cinsel organı demirle dağlayarak öldürme. (Kadınlar için)
Derisi yüzülerek öldürme.
Ağza kurşun akıtılarak öldürme.
Av. İsmail Metin'in Osmanlı’nın Kanlı Tarihi kitabından belli başlı alıntılardır.
205
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
206
4. Mehmet av partisine 35 bin kişiyle çıkardı. Adam halktan çok avı
düşünürdü.
Padişah deli İbrahim yatak odasına aynalar koydurup, aynaya bakarak
tahrik olurdu bu hızla cariyelere saldırırdı. En sevdiği cinsel eğlencesi
bütün cariyeleri çıplak bir yere doldurup, onları kısrağa benzetip, kendisi de aygır rolünde onları kovalayarak yakaladığıyla yatmasıdır.
3. Murat'ın annesi; haftada oğluna bir bakire kız sunan Sultan İbrahim'in annesine nispet, oğluna her gün bir bakire kız sunuyordu. 3.
Murat hayatta iken 130 çocuğu vardı.
Fatih kızını üç yaşında kocaya vererek, genç yaşta dede oldu
Sultan IV. Ahmet'in yedi yüzden fazla cariyesi vardı.
Osmanlı şeyhülislamı köle olarak satılan Hıristiyanlarla beraber Alevilerin de pazarlarda satılabileceğine dair fetva çıkardı.
Veziri azamların sürekli dokunulmazlık belgesi almasının nedeni,
ölümü burunlarının dibinde hissettikleri içindir.
Padişah Abdülhamid bir gün kendi hizmetini gören hizmetçisinin ceketini düzeltmesi, kendisini öldürmek için belinden silah çıkaracak
diye yorumlayarak, kendi hizmetçisini kurşunlayarak öldürdü.
30 bin alevi öldüren Kuyucu Murat Paşa kana doymamış ki 10 yaşındaki bir çocuğa ölüm emri verir. Kimsenin bu emri yerine getirmek
istememesi nedeniyle kendisi çocuğu boğarak öldürür. Sonra da Alevileri gömdüğü çukura atar.
2. Mahmut bacakları güneşten yanıp koyulaşan halktan şüphelenirdi;
yeniçeri olduğu için onu hemen öldürtürdü.
Savaş yenilgisini halka söyledi diye 20 kişi öldürüldü.
Fermanda; eğer öldürülecek kişi bulunamazsa, öldürülecek kişiye yakın, tarife benzeyen biri öldürülür. Örneğin; uzun boylu, zayıf, yeşil
gözlü.
4. Murat'ın veziri azamı Kemankeş Ali Paşa, 4. Murat’a Bağdat'ın
İranlılar tarafından alındığını söyleyemedi. Çünkü öldürüleceğini çok
iyi biliyordu. Bunun yerine padişaha uydurma bir yalan söyledi. O
yalan da elinde patlayınca kellesi koleksiyona gitti.
4. Murat’ın yoluna çıkan 30 derviş tekkelerine yardım isteyeceklerdi
ki 30’u da canından oldu. Çünkü padişahın atını ürküttüler. Sultan
Murat attan düşecek gibi oldu. Böyle bir hata tabii ki devletin bekası
için affedilemezdi.
Gene 4. Murat cirit oyununda oyunun hilesini yutmayan, cirit oyuncusu içoğlanı öldürttü.
Şam beylerbeyi Murtaza Paşa, asker yiyeceğini zamanında getirmedi
diye öldürttü.
Osmanlı devletinde devleti işletmenin cezası öldürmeydi. Mesela 155
polisi aradın kafa yapmak için Osmanlı zamanında kafanı gövdenden
ayırıyorlardı.
4. Murat kafasına göre koyduğu içki ve tütün içme yasağı yüzünden
10 bin kişiyi öldürttü. Fakat kendisi ayık gezmezdi.
Gene Osmanlı’da görülen bir saçmalık daha. Bir kadını sahibi Hıristiyan olan dükkânda fazla kaldı diye öldürme.
Norşin’den Arizona’ya
Ayrıca Osmanlı’da her yıl hareme kaynak sağlanması gerekiyordu.
Bunun için iki seçenek vardı. Birincisi halkı inanılmaz bir şekilde vergiye boğuyordu. İkincisi hemen hemen her yıl savaş yapılıyordu. Herkes ortalama 3-5 savaş görüyordu. Yani genç erkeklerin birçoğu padişahların fantezileri için ölüyorlardı.
Osmanlı’da her Türk kendi karısının ve hareminin yaşam ve ölüm kararı verme hakkına sahipti.
Kanuni vezirine sana “hayatta hiç dokunmayacağım” diye söz verdiği
için tüm ulemayı toplar ve farklı bir yol bulunur ve Kanuni sözü yenmemiş olur. Yani Vezirini uykuda öldürtür. Çünkü “hayatta sana hiç
dokunmayacağının” sözünü vermiştir.
Yavuz kardeşi Korkut Bey'i bulana ödül vereceğini söyler ve Korkut
Bey'i bulup Yavuz’a ihbar eden 15 çobanın ödülünü verir, sonrada
öldürtür.
Osmanlı'da Yunus Emre türkülerini söyleyen öldürülürdü.
4. Murat hekim başının üstünde esrar yakalar ve onu zehirleterek öldürtür. Tabi o ölmeye yakın 5,10 dakika hekimbaşının zehirden nasıl
etkilendiğini, zekâsının ne seviye düştüğünü görmek için satranç masasına oturttur ve öylece can vermesini bekler hekimbaşının.
Osmanlı’da gebe kalan cariyeler diri diri denize atılarak öldürülürdü.
Suya tam batsın kurtulamasın diye ayağına taş bağlarlardı.
2. Mahmut yeniçeri ocağını dağıttı. Yakalanan 20 bin yeniçeri öldürüldü. Kaçanlar ormanlara saklandı. Bunun üzerine İstanbul çevresinde bulunan Belgrat Ormanı’nı ateşe verdirtti.
Osmanlı devletinde adam asmak için darağacıyla uğraşılmaz, darağacı şehrin ortasında hazır dururdu. Çünkü onu sürekli kullanırlardı.
Ramazan orucu tutmayanların ağzına kurşun akıtılarak öldürülürdü.
3. Selim’in hamamda kadınlarla sefa yaparken sabuna basarak kayıp
öldüğünü herkes biliyor.
Osmanlı’da memuriyetler, yani devlet makamları padişahtan para
karşılığında alınır- satılırdı.
Göreve gelen de halkı talan ederdi. Padişaha verdinin 5 katını halktan
çıkartırdı. Sonra da kaçarlardı. Yoksa padişahın karambolüne gelecek
ya da zenginleştiğini gören padişah onu yağmalayacaktı.
Ve son olarak cellatlar Osmanlı’da gayet itibar gören önemli bir meslekti. Öldürdükleri insanların cesetlerini ailesine vermek için ciddi
rüşvet alırlardı. Bazen de mahkûmu evin önüne götürür, ev sahibi;
mahkûmun başının burada kesilmemesi için cellatlara rüşvet verirlerdi.
VE DAHA NİCELERİ…
Osmanlı, böylesine felaket örneklerle doludur. Ama Batı’ya yönelik
eleştirilere de katılıyorum. Batı medeniyeti propaganda makinesinin
ileri sürdüğü gibi hümanist değildir. Batı’nın korkunç bir sicili vardır. Batılı ülkelerinin kendi arasında birbirine karşı işlediği vahşeti
207
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve yaptığı savaşları bir yana bırakalım, sadece Batı medeniyeti tarafından Müslüman kitlelere çektirilen acılara kısaca bir bakalım.
Örneğin; Avrupalı devletler önemli sayıda Müslüman nüfusa sahip
Hindistan (Pakistan ve Bangladeş dâhil) gibi ülkeleri, Orta Doğu’daki düzinelerce Müslüman ülkeyi ve Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı birçok Kuzey Afrika ülkesini işgal edip sömürgeleştirdiler ve yönettiler. Bu işgaller, başka bir tür Haçlı Seferi olarak nitelendi ve Müslümanlar özgürlüğü ve itibarı için karşı koymak zorunda kaldı.
Cezayir gibi bazı ülkelerde özgürlük mücadelesi çok pahalıya mal
olmuştu. Ancak, sömürgeci devletlerle yaptıkları kanlı savaşları kazanıp, onları kapı dışarı ettiklerini düşündüklerinde, aslında onların
ülkelerinden hiç çıkmadıklarını fark etmeleri uzun zaman almamıştı;
sadece kılık değiştirmişler, duvarlardan tırmanarak bacadan içeri
girmişlerdi. Ama Noel Baba gibi değil de, çoğu zaman yozlaşmış
kukla diktatörler ve krallar vasıtasıyla sömürüye devam etmişlerdi.
Orta Doğulu ülkeler, Batılı efendileriyle işbirliği yapan merhametsiz
krallar ve yöneticilerle karşılaşmıştı. Sömürgeciler, jeopolitik çıkarlarına hizmet eden yapay sınırlar çizmeyi başarmışlar ve bu sınırlar
içine, eskisi gibi kendi valilerini değil, yerlilerin arasından satın aldıkları kukla yöneticiler atamışlardı. Enformasyon devrimiyle şu
anda kolonyalizmin üçüncü evresindeyiz. Yerli diktatörler yerine
çok uluslu şirketler ve emperyalist güçlere hizmet eden yerli liderler
ve partiler çeşitli yönlerden desteklenip seçimle iktidara getiriliyorlar. Bu liderler milli ve dini duyguları istismar ederek, halkın dikkatini uyduruk ve önemsiz konulara çekerek ülkelerinin kaynaklarını
efendilerine satarlar.
Sonra, nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan Almanya, çok büyük
bir sayıda Yahudi’yi öldürerek soykırım yapınca; Batı, hayatta kalan
Yahudilere onların yoğun olarak yaşadığı Almanya, İtalya, Rusya
veya başka bir Avrupa ülkesi yerine Filistinlilerin yaşadığı topraklarda bir ülke bahşetti. Yahudiler, Avrupa’daki korkunç tecrübenin
ardından Birleşmiş Milletler’in yardımıyla bu toprak gaspını adalet
olarak ilan etti ve ona uluslararası hukuk ismini koydu. Bu tarihi
olayı size karikatürize ederek anlatacağım:
208
-
Ah! İmdaat, İmdaat! Shultz sıramı almaya çalışıyor.
Ne?
Ah! Yardım edin. Shultz bana zulmediyor.
Ne mırıldanıyorsun Cohen? Seni anlamıyorum.
Ah! İmdaat! Shultz beni tekme tokat dövüyor.
Norşin’den Arizona’ya
-
Ne?
Aahh! Yardım edin! Shultz kontrolden çıktı. Şimdi kitapları etrafa
atmaya başladı.
Hey, Shultz! kitapları atmayı bırak. Neredeyse birisi de bana çarpacaktı. Cohen, sıranı Shultz mu aldı?
Evet, öğretmenim; Shultz sıramı aldı. Şimdi iki sırada birden oturuyor. Hem ensemi tokatladı hem de kıçımı tekmeledi.
Shultz bir zorba; hem de gerçekten çok fena bir zorba. Endişe etme
Cohen, biz onun kıçına şaplağı yapıştırırız.
Shultz’u tokatladıktan sonra bir acemi birliği çavuşuna dönüşen ilgisiz öğretmen, uzakta bir yerde, henüz ateşe verilmemiş bir çalının
etrafında diğer çocuklarla oynayan Ahmet’e döner:
-
-
-
Hey sen, Ahmet! Kalk ve sıranı akraban Cohen’le paylaş.
Sıramı mı? Benim sıram bana zor yetiyor, öğretmenim!
Ama iki bin yıl önce onun ataları senin atanla o sırayı paylaştılar.
Aslında üç bin yıl önce onların ataları seninkilerin kıçlarına tekmeyi
vurdu ve sıralarını ellerinden aldı. Bir eşek çenesiyle binlerce Filistinliyi öldürüp, atalarının sünnet derilerini düğün hediyesi olarak
toplayan büyük Yahudi kahramanı Samson’u hatırla! Şimdi sıralarını onlara geri vermenin zamanı geldi. Onlar Samson’un zavallı torunlarıdır. Bak Cohen’e, ağlıyor! Cohen’in hortlamış bir Samson olmasına izin verme! Bak sonra bedeninin hiçbir yeri güvende olmaz!
Ama bizim Cohen’in babası Musa’yla hiçbir sorunumuz yoktu. Bu
eski, küflenmiş köşeyi burada bırakarak daha iyisini bulmak için
oraya gitti. Almanlar ona karşı gelinceye kadar banker ve başarılı bir
işi adamı olarak hayatın tadını çıkartıyordu. Eğer Cohen isterse yüzlerce yıl önce anne ve babalarımızın yaptığı gibi bu sırayı onunla
paylaşabiliriz. Ama sıramın yarısını temelli olarak vermek istemiyorum. Bu sırayı ve sandalyeyi seviyorum. Cohen uzun zamandır ne
yanmış çalıların ne de henüz yanmamış çalıların civarında bizimle
oynamıyor. Değişmiş. Züppeleşmiş görünüyor. Artık sarık takmıyor,
İbranice bile konuşmuyor; Avrupa isimlerini tercih ediyor. Şimdi bizim sarığımız ve isimlerimizle alay ediyor. Burnunun kıvrımı bile
küçülmüş ve derisinin rengi açılmış. Avrupa dillerini konuşuyor, onların şapkasını takıyor ve pantolonlarını giyiyor. Öyleyse o artık
oraya ait. Hem, sen niye çok sayıda sırandan birini ona vermiyorsun? İhtiyacından fazla sıran var ve onların çoğu hiç kullanılmıyor.
O halde ben niye sandalyemi Cohen’e vereyim.
Çünkü ben öyle istiyorum. Çünkü dostlarım öyle istiyor. Thrasymachus’u duymadın mı hiç, seni cahil çocuk? Lafı dolandırıp durma
da sıranın en iyi yarısını Cohen’e ver.
209
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
-
-
-
-
-
210
Öğretmenim, Ahmet’in sırasını çok sevdim. Bana dedemi hatırlatıyor. Zavallı dedem bu zorba tarafından öyle tekmelenmişti ki, günlerce sandalyesinin üzerine oturamamıştı. Lütfen o sandalyeyi almama yardım edin, şimdilik en azından yarısını… Ah! Ayak parmaklarım acıyor. Shultz geçekten çok kötü bir zorbaydı. Öğretmenim seni seviyorum, hem de çok seviyorum! Masanda oturmama
izin verdiğin için teşekkür ederim. Burası çok daha iyi bir yer! Ama
o yaşlı ve küflü köşedeki sırayı her şeyden çok istiyorum.
Cohen haklı. Müdür Balfour’u duyuyor musun? Bak, hoparlörle
adını okudu ve derhal karara uymanı istedi. Sıranı paylaşsan iyi
edersin; yoksa daha fazlasını kaybedersin. Ahmet, beni duyuyor musun?
Peki ya Cohen’in sırası? Kıçına tekmeyi vuran bir zorba onu ondan
almıştı. Hem Shultz'un birden fazla sırası var hem de onlar benimkilerden daha büyük. Şimdi zorba yerde sürünerek çizmelerinizi
öpüyor. Neden ondan Cohen’in sırasını geri almıyorsunuz?
Ahmet, fırsatı kaçırıyorsun. Eğer beni dinlemezsen Cohen’in sıranın
diğer yarısını almasına da izin veririm. Dahası, suratına vursun diye
eline bir cetvel, kıçını tekmelesin diye de sivri uçlu bir ayakkabı veririm. Seni Arap oğlu Arap, seni sıradaki zorba olarak ilan etmeye
zorlama beni!
Eee! Seni kötü kuzen! Sıramı bana ver! O benim sıram! Başka bir
yere git!
Ahh! Öğretmenim! Cohen kıçımı tekmeliyor, burnumu yumrukluyor! Cohen beni köşeye itiyor! Aaahh!
Ahmet, sıranı Cohen’e verip onunla barışsan iyi olur. Yoksa sana
yardım edemem. Hadi odanın ortasında barışalım.
Aahh! Canım yanıyor öğretmenim! Cohen bana zulmediyor. Arkadaşlar, yardım edin!
Ah! Canım acıyor! Ben seçilmiş özel bir öğrenciyim. Ahmet sırasına
sahip çıkıyor! Yardım edin! İmdaaat!
Cohen o gün bugündür çok iyi iş çıkarıyor. Cohen ağlamayı ve başkalarını kendine ağlatmayı çok iyi biliyor; bu konuda uzman oldu.
Zalimin başka mağdurları ve başka zalimlerin başka mağdurları olmasına rağmen, Cohen kendini bütün okulun en mağduru konumunda tutmayı başardı. Hem de sadece en mağdur değil, ebedi mağdur konumunda tutmayı… Okul arkadaşlarının aklında kendine yapılan kötü muameleyi sürekli canlı tutmak için birkaç şiir yazdı ve
birkaç film yaptı. Kendi hakkında yapılan olumsuz yorumların yasa
ve ahlak dışı kabul edilmesini de başardı. Cohen öğretmenleri de
unutmadı. Birkaç kalem ve kitap bulup onları hediye olarak öğretmenlerine verdi. Öte yandan, Ahmet’in aksine Cohen çok çalıştı.
Norşin’den Arizona’ya
Ahmet medyumlar ve soytarılardan yardım isterken, Cohen aklını
kullandı. Cohen sınıfının en iyi öğrencisi olarak hep 5 üzerinden 5
aldı. Cohen, okul dışı aktivitelere ve sporlara da katılarak sınıfındakilerin hayranlığı dâhil birçok ödül kazandı. Ahmet’se bütün derslerinden kaldı; kılığına bile özen göstermedi. Ahmet hep kötü arkadaşlıklar kurdu ve hep tembel öğrencilerle birlikte oldu. Hepsinden kötüsü Ahmet nefretle doldu ve Cohen’e çok kötü şeyler yapmaya çalıştı. Cohen’in Shultz tarafından zulme uğradığı gerçeğini yadsımaya bile çalıştı ve zorbanın Cohen’e yaptığı zulmü savunmaya
kalktı. Kuzeni Cohen ise Sam adındaki Amcasıyla dostluk kurup,
sonraki hamlelerini akıllı bir şekilde planlarken, Ahmet, budalaca,
hem de çok budalaca siyasi kararlar verdi.
Sonuç olarak Ahmet sırasının yarısını kaybettikten sonra, kalan yarının yarısını da Cohen’e verdi. Ahmet duvara doğru itiliyor ve her
gün şamarlanıp tekmeleniyor. Cohen ise hâlâ yüksek sesle ağlayıp
öğretmenden yardım istiyor. Her nasılsa Ahmet’in yardım çığlıkları
öğretmenin kulağına ulaşmadan kaybolup gidiyor. Bugün, öğretmenin de onayıyla eski ve küflü köşeyi yöneten Cohen, Ahmet’in öfke
kontrolünü öğrenmesi için kafese kapatılmasına karar verdi. Ahmet
kötü, hem de çok kötü bir çocuktur; köşedeki belalı, tehlikeli ve sırasız sandalyesiz kötü çocuk! Şimdi Ahmet’in kaybedecek fazla şeyi
kalmadı; bu yüzden kendine zarar verme fikriyle oyalanıyor. Ama
nasıl?
Ahmet şimdi ayağının bir tanesiyle beceriksiz bir şekilde geri adım
atmaya zorlanarak duvara sıkıştığı halde sırasının üçte birinin üzerinde tünemektedir. Ahmet’ten çok korkuyor görünen zavallı Cohen
birkaç metal cetvel, sivri ayakkabılar, bir İsviçre bıçağı, bir beyzbol
sopası, biber gazı spreyi, kerpeten, tornavida, doktor alet edevatı, bir
tüfek, bir tabanca ve bir takım kebap şişi edinmiştir. Bunlardan bazıları Cohen’e hayırsever öğretmeni veya amcası tarafından doğum
günü hediyesi olarak verilmiştir. Tabii Ahmet de bazı şeyler edindi;
uzun tırnaklı birkaç parmağı, kırık bir kurşun kalemi ve elinde birkaç
misketiyle birlikte Cohen’i kokutmaya çalışmaktadır. Cohen ve
üvey amcası bazen Ahmet’in kötü talihine üzülüyor olsa da; bir koyuna dönüşseydi veya ölü olarak denize düşseydi çok mutlu olacaklardı. Ahmet özellikle uzun tırnakları, ağzındaki misketleri ve elindeki kırık kurşun kalemiyle çok tehlikeli bir havyandır! Ahmet'in siyah-beyaz ürkütücü bir resmi şimdi okulun tüm sınıflarının duvarlarına asılmış bulunuyor. Böylece öğrenciler Ahmet'in muhtemel bir
saldırısına karşı uyarılıyor.
211
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Her madeni para gibi bunun da iki yüzü vardır. Size paranın öteki
yüzünün karikatür versiyonunu anlatmazsam haksızlık etmiş olurum. İşte size kuzenlerinin parasının Cohen yüzü:
-
-
212
Şalom Ahmet. Diğer sınıftaki zorbalıktan dolayı canım yandı. Yaralıyım ve iyileşmek için bir yer bulmaya çalışıyorum. Başka bir sınıf
arıyorum. Bu yüzden anne ve babamın katıldığı bu eski sınıfa dönmeye karar verdim. Burada bizim özel bir sıramız olduğunu biliyorsun. Bana burada, kendi sıranda biraz yer açar mısın?
Selamünaleyküm. Hayır, daha iyi bir sınıfa katılmak için burayı terk
ettin sen. Uzun zamandır burada değilsin. Git ve başka bir yer bul
kendine.
Evet, Ahmet. Anlıyorum. Ama oturduğun sıraya bir bak. Üzerine kazılmış o yazıları görüyor musun? O karalamalar bize özgü yazılardır.
Bak, soyadım da üzerinde? Her şeye rağmen o zamanlar benim büyük büyük babamın karalamalarının seninkilerin yanında olduğunu
görüyorsun.
Ama Cohen, artık bu sıra da bu sandalye de bana ait. Büyük büyük
babalarım da aynı sırayı kullandılar.
Ama Ahmet, önünde duran kitaba bir bak! Beşinci bölümün 21.
cümlesini oku. Ne diyor?
Diyor ki, “Halkım! ALLAH'ın size ayırdığı kutsal toprağa girin.
Geri dönmeyin, yoksa kaybedersiniz.” (Kuran, 5:21)
Kim bu insanlar?
Dur bir bakayım. Hımmm. Senin ailen.
Peki 7:28'e ne dersin? Lütfen onu da okur musun?
Cohen, sen bu kitabı sevmiyorsun değil mi? O halde neden benden
okumamı istiyorsun?
Peki ya sen, Ahmet? Sen o kitaba güveniyor musun?
Evet, güveniyorum. O kitabın benim en sevdiğim kitap olması gerekiyor.
O zaman neden o cümleyi okumuyorsun?
Tamam son kez okuyorum. İşte 7:128, “Musa, halkına: ‘ALLAH'tan
yardım dileyin, sabırla direnin. Yeryüzü ALLAH'ındır ve onu kullarından dilediğine verir. Sonuç erdemli davrananlarındır,’ dedi.”
Öyleyse şimdi sıranı benimle paylaşmayacak mısın? Gördüğün gibi
aslında o sıra ikimizin de değil. Onu ustasından kiralamışız sadece.
Görüyorsun ki ders kitabın da aynısını söylüyor.
Cohen, benim başka birçok ders kitabım daha var.
Hangileri?
Birincinin basımından iki ya da üç yüzyıl sonra başka yazarlar tarafından yazılıp başka basımevleri tarafından basılan kitaplar.
Evet, ama biliyorsun ki o yayınevleri güvenilir değiller. O kitapların
kabul edemeyeceğin birçok aptal ve çelişik öykülerle dolu olduğunu
Norşin’den Arizona’ya
-
-
-
-
-
da biliyorsun. Yanlış bilgileri bazı gerçeklerle karıştırıyorlar ve gerçek kitaba rakip olmaya çalışıyorlar.
Fark etmez, Cohen. O kitaplardaki öyküleri seviyorum. Doğrusunu
söylemek gerekirse o güvenilmez kitapları orijinalinden daha çok
seviyor ve onları orijinaline tercih ediyorum. Orijinal kitap sıkıcı;
masalları babaannemin anlattığı şekilde anlatmıyor. Aslında o, bu
ciltlerce masal kitabı olmadan uygulamada çok faydasız bir kitap.
Bunu duyduğuma şaşırdım Ahmet. Bu demek oluyor ki senin büyük
büyük babaların kuzenlerini, yani bizi taklit etmişler. Senin büyük
büyük babalarının tam olarak benim büyük büyük babalarımın yaptığını yapmış olmaları çok ilginç. Cohen ailesi de ana ders kitabı yerine aptal masal kitaplarını beğeniyordu. Benim büyük büyük babalarım, o aptal masalları gerçek orijinal ders kitabına karıştırmayı bile
başardılar. En çok onları beğendik biz. Ama şimdi o eski kitapları
bir yana bırakalım. Gel düşünelim. Gerçekten yardımına ihtiyacım
var. Büyük zorbanın bana yaşattığı sarsıntılardan sonra kendimi güvende ve mutlu hissedeceğim tek sınıf burası. Eğer birbirimize yakın
yaşar ve yardımcı olursak ikimiz de kazanırız.
Cohen, sen kötü, hem de çok kötü bir kuzensin. Büyük büyük babam
beni Cohen ailesine karşı uyardı; senin çok fena bir ailen var. Cohen
ailesinin dünyadaki her türlü şeytanlığın kaynağı olduğunu söylediler bana.
Evet, benim büyük büyük babam da aynı şeyi senin ailen için söylemişti. Senin ailen de kötü şeyler yapmış. Ama şimdi geçmişi unutup
arkadaş olabilir miyiz?
Hayır, Cohen. Senin kendini değiştirmen mümkün değil. Senin ailen
suçlu. Benimkiyse asil ve hiçbir kötülük yapmamış bir ailedir.
Ahmet, beni kışkırtıyorsun. Sana gerçeği söyleyeyim. Biz, en iyileriz; biz seçilmişleriz.
Hayır, en iyi biziz. Sizse en kötüsünüz.
Beni Kureyza neydi, Ahmet? Herhangi bir şey hatırlatıyor mu?
Evet. Asıl ders kitabı o olayı iyi anlatmıyor ama diğer ders kitaplarından o olayla ilgili üzücü şeyler öğreniyoruz. O kitaplara göre büyük büyük babalarım onları fena halde dövmeye karar vermişlerdi.
Bence onlar bunu hak etmişlerdi.
Sen kötüsün, Ahmet!
Sen kötüsün Cohen!
…
Ahmet! Cohen! O eski ve küflü sıra yüzünden çekişmeniz ve kavga
etmenizden bıktık. Lütfen sadece oturun ve çenenizi kapatın. Birbirinizle çekişip kavga etmek yerine, birbirinize yardım edebilirsiniz.
Bizim kendi sorunlarımız var ve bir dahaki ders başlamadan önce
ödevimizi bitirmemiz gerekiyor.
213
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Çizgi dizimizi bir tarafa koyup gerçek dünyamıza dönelim. Terörizmin yeni yüzünü Orta Doğu’ya batılı güçlerin desteklediği, Müslümanları yeni gerçekliğe karşı alarma geçiren, Irgun6 ve diğer Siyonist terörist örgütler tanıttı. Nitekim ilk başta Siyonist hareketi destekleyen Einstein ve diğer vicdan sahibi Yahudiler, Siyonistlerin Filistinli köylülere ve çiftçilere karşı işlediği cinayetleri ve katliamları
öğrenince Siyonistlere olan desteklerini kestiler ve hatta Siyonizm'i
dünya kamuoyuna yazdıkları bir mektupla lanetlediler. Nitekim
Noam Chomsky ve Norman Finkelstein gibi şahsen tanıştığım vicdan sahibi Yahudi bilim adamları, Siyonizm’in ve İsrail'in faşist politikasına karşı cesurca mücadele veriyorlar.7
Arka planda Filistinlilere karşı işlenen vahşetlerle ve 80’li yılların
başında Lübnan ve Afganistan’ın işgal edilmesiyle yeni bir dalga
Batı istilası (Yeni Haçlı Seferi diyelim) başlamış oldu. Petrol alanlarını kontrol etme arzusuyla bir Anglo-Amerikan müttefikliği kuruldu ve faturayı Orta Doğu halkı ödedi. Moskova ve Washington
arasındaki rekabet Orta Doğu’yu kanlı bir satranç tahtasına dönüştürdü. Afganistan, Çeçenistan, Irak ve Lübnan’da “uygar dünya” tarafından sivil halka karşı sayısız vahşet işlendi; benzeri vahşet ve
zulmü Pakistan, Mısır, Cezayir ve Suudi Arabistan vb ülkelerdeki
Batılı güçlerin kuklaları uyguladılar. Bunun nasıl olduysa ilginç ve
ümit verici bir istisnası vardı: Bosna. Bosnalı Müslümanlar birkaç
yıl boyunca Sırp Hıristiyanların soykırım politikasına maruz kalmıştı. Avrupa, yıllarca, Müslümanların kendilerini koruyacak silahlara sahip olmasını yasaklamıştı. En sonunda binlerce Bosnalının hayatını kaybetmesinden sonra Bill Clinton’ın başkanlığı esnasında
6
7
214
Irgun (İbranice: ;ארגוןTam adı: Ha'Irgun Ha'Tsvai Ha'Leumi B'Eretz Yisrael ,
הארגון הצבאי הלאומי בארץ ישראל, "İsrail Ulusal Askeri Örgütü") gizli Yahudi örgütüdür. 1931 yılında Filistin'de revizyoncu parti tarafından kuruldu. Irgun hem Filistinli Araplara hem özellikle Sefer Abıvan'ın (Beyaz Kitap) yayımlamasından
sonra Büyük Britanya'ya karşı eylemci bir siyaset yürüttü ve Filistin'de gizli göç
ağları oluşturdu. İngiltere'ye karşı eylemlerine II. Dünya Savaşı sırasında büyük
bir ara verdikten sonra, yeniden harekete geçti. Aralık 1943'ten başlayan Menahem Begin'in yönettiği örgüt manda yönetimine karşı eylemlerini yoğunlaştırdı. Bunların en çarpıcıları Filistin'deki İngiliz yönetiminin merkezi olan Kudüs'teki King David Oteli'nin dinamitlenmesi (96 ölü)(Temmuz 1946) ve Arap
köyü Deyri Yasin'e karşı düzenlenen saldırıydı (250 ölü). Eylül 1948'de İsrail
devletinin ilan edilmesinden sonra Irgun dağıtıldı ve üyeleri İsrail ordusuna katıldı. http://tr.wikipedia.org/wiki/Irgun (Ç.N.)
Noam Chomsky ile plütokrasi, kapitalizm, İsrail-Filistin ve Kürt sorunu üzerine
yaptığım sohbetin filmini yotube'deki kanalımda izleyebilirsiniz. Suriye'deki iç
savaş başta olmak üzeri Sünniler ve Şiiler arasında çıkarılan mezhep savaşları
üzerine yaptığım diğer söyleşiyi de o kanalda izleyebilirsiniz.
Norşin’den Arizona’ya
ABD, Bosnalı Müslümanların yanında olaya müdahale etti. Ancak
bu gecikmiş müdahalenin de iyi niyetle yapılmadığını ileri sürenler
var. Bosnalı Müslümanların yıllar sonra üstünlüğü ele geçirdiğini
gördükleri için inisiyatifi Müslümanlara vermemek için müdahale
etmişler…
Dünya genelindeki Müslümanların yaşadıklarını düşününce, 20.
yüzyılın sonlarına doğru İslamcılığın yükselişe geçtiğini görmek
normaldir. Müslüman ülkeler içeriden kukla yöneticiler ve dışarıdan
askeri işgallerle sürekli saldırı altındadır ve Batılı güçler tarafından
acımasızca sömürülmektedirler. Batı kendi vahşetini, terörizmini,
barbarlığını birkaç aldatıcı ahlaki bahaneler, edebi kelam ve medya
vasıtasıyla gizlemekte usta olsa da; hâlâ açgözlü bir canavardır. Hem
de geçmişte olduğundan daha tehlikeli ve daha zalim bir canavar...
Sözde uygar Batı’nın ve barışsever Hıristiyanların bombaları ve kurşunlarıyla öldürülen çocuklar dâhil, sivil sayısının sözde Müslüman
terörist örgütlerin öldüklerinden binlerce kat fazla olmasına rağmen;
propaganda makineleri aracılığıyla dünyayı Müslümanların terörist
ve barbar oldukları fikriyle aldatması bir ironidir. Kitabın sonunda
bu konuyu bir makaleyle tartışmaya açacağım. Zira, Batı’nın bu ikiyüzlülüğü ve saldırganlığı Noam Chomsky gibi cesur Batılı entelektüellerin gözünden kaçmamaktadır:
“Krizi alevlendiren son eylemleri dâhil, İran’ın sert kınamaları hak ettiğine hiç şüphe yoktur. Ancak İran, Kanada ve
Meksika’yı işgal etseydi ve oradaki ABD hükümet temsilcilerini işgale (özgürlük adı verilen bir işgal tabii ki) karşı geldikleri gerekçesiyle tutuklasaydı, nasıl tepki gösterirdik diye
kendi kendimize sormalıyız. İran’ın Karayiplere de büyük
miktarda savaş gemisi gönderdiğini ve ABD tüm nükleer
enerji programlarına son vermediği (ve tabii ki tüm nükleer
silahlarını sökmediği) takdirde ABD’deki birçok bölgeye nükleer ve başka- silahlarla geniş çaplı saldırılar başlatacağına dair inandırıcı tehditler savurduğunu düşünün. Bütün
bunların İran’ın ABD’deki hükümeti devirip oraya kötü bir
tiran yerleştirdikten (ABD’nin 1953’te İran’a yaptığı gibi)
sonra olduğunu ve sonra milyonlarca insanın ölümüne sebep
olan Rusya’nın ABD’yi işgaline destek verdiğini farz edin
(Tıpkı ABD’nin 1980’de Saddam Hüseyin’in İran’ı işgaline
destek olarak yüz binlerce İranlının ölümüne neden olması
gibi). Böyle olsaydı, olan biteni sessizce izler miydik?” [What
if Iran had Invaded Mexico? (İran Meksika’yı İşgal Etseydi),
Noam Chomsky, Tom Dispatch, 05 Nisan 2007.]
215
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Batı demokrasilerinin veya Hıristiyan Âleminin yoksul ülkelere uyguladığı bugünkü barbarlık korkunç bir gerçektir, ama Müslümanların yakınmaları dünyada barış ve adalet için uğraş veren hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. İslamcılar veya Sünni ya da Şii Müslümanların çoğu, atalarının Emeviler, Abbasiler ve Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki emperyalist gündemini ne kınıyorlar ne de eleştiriyorlar. Tam tersine, Doğu’nun ve Batı’nın, Hıristiyan ve kâfir ülkelerin işgaliyle övünüyorlar ve bu saldırganlık ve işgallerini Kuran’dan aldıkları Fetih (zafer) ve Cizye (savaş tazminatı) gibi çarpıtılmış ve kötüye kullandıkları birkaç terimle tanımlıyorlar. Bu yaptıklarını işgal ya da emperyalizm olarak kınamıyorlar. Aksine, aynısını yeniden yapma tutkularını açığa vuruyorlar. Düşmanlarınız üzerinde aynı adaletsizlikleri uygulamak arzusundayken adalet isteyemezsiniz. Salih’in İBDA-C’sinden Usame’nın El Kaide’sine, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’inden Lübnan Hizbullah’ına kadar hepsi
Batılı muadilleriyle aynı ikiyüzlülüğü göstermektedir. Gücü ele geçirdiklerinde -az ya da çok-, aynı vahşet ve adaletsizlikleri yapacaklardır. (Bu satırları yazdıktan yıllar sonra dünya Boko Haram ve
IŞİD gibi örgütlerin hadis, sünnet ve mezhep kaynaklarında dinin
birer gereği olarak aktarılan icraatları dünyanın gözü önünde tekrar
uygulamaya başlayacaktı. Zina edenleri taşlayarak öldürme, esirlerin kellesini kesme, cariyecilik gibi…)
Bu kitabın ana konusu siyaset değildir. Ama yaşantım siyasetle o
kadar iç içe ki hayat hikâyemi sizinle paylaşırken, siyasi görüşlerimi
de paylaşmadan edemiyorum. Buraya bu kitabın taslağını okuyan
rahmetli arkadaşım emekli pilot Ron Popelka’nın yaptığı harika bir
yorumu almak istiyorum:
“Biz Amerikalıların, tek yanlı jeopolitik propagandayla şekillendirildiğimiz fikrini kabul ediyorum. Ama ben bunu
şahsen Hıristiyan bir uygulama olarak görmüyorum. Bunu,
Batı medeniyetinin kendini doğru cevaplara ve dünyaya
hâkim olma hakkına sahip olma durumunda gördüğü siyasiekonomik bir ideoloji olarak görüyorum. Eğer ekonomik
hâkimiyeti din konumuna getirirseniz, bu, tabii ki bizim siyasi görüşlerimiz ve eylemlerimiz doğrultusunda olurdu.
216
Diğer bir nokta da ABD ve Rusya’nın Soğuk Savaş’ın idaresinde Orta Doğu, Asya ve bir ölçüde de Orta Amerika ülkelerini üstünlük mücadelelerinde piyon olarak kullanmalarıdır. İsrail, ABD’ye Orta Doğu’da var olma ve nüfuz ola-
Norşin’den Arizona’ya
nağı vermekte gerekliydi. İsrail ve Suudi Arabistan birisi siyasi, diğeri ekonomik olmak üzere ABD’nin orada iktidar
sahibi olmasına yarayan iki kapıydı.”
Ron’ın yukarıdaki kısa değerlendirmesi hedefi on ikiden vurmaktadır. Ancak aynı veya benzer değerlendirmeleri sık sık televizyona
çıkıp uzman olarak tanıtılan şu veya bu kurumun, gazetenin, web
sitesinin veya düşünce kuruluşlarının, büyük finans şirketlerinin desteklediği ve CIA ajanı uzmanlarından işitemezsiniz.
***
Artık kardeşim Metin’e geri dönelim. Salih ve yoldaşlarının yanında
Metin’in de Yıldız Teknik Üniversitesi’ne hâkim olan ve Mehmet
Güney, Dursun Özcan, Akif Emre, Mustafa Bayraktar, Yunus Torpil
ve başka birkaç kişinin daha liderlik ettiği bir grup İslamcıyla iyi
ilişkileri vardı. Bu arkadaşlar İskender Paşa cemaatinin müritleri olarak, hem nefisleriyle hem de üniversitede saldırgan Komünist militanlara karşı onurlarını ve özgürlüklerini savunma amacıyla cihad
ediyorlardı. Sonra, alt grubumuz olup lise öğrencilerini organize
eden Ak-Lis’in lideri Metin Külünk de Yıldız grubuna katıldı. Gayretli bir genç olan Metin Külünk daha sonra politikaya girecek ve
AKP'de milletvekili olacaktı. Yıldızlı Akıncılar bir koltuğa iki karpuzu sığdırıyorlardı. Hem mühendislikte iyi öğrenci olmayı hem de
şeriat uğruna savaşmayı başarıyorlardı.
Bu yüzden Metin kendinden 4 veya 5 yaş daha büyük olan Mehmet
Güney’i seviyor ve ona saygı duyuyordu. Mehmet Güney’in grubu,
Necmettin’in Fatih semtindeki İskender Paşa Camisi’nde konuşlanan dini tarikatına bağlı olduğu için özgün bir gruptu. Mehmet Güney ve ekibi bu oldukça sofistike olmuş tarikatın genç yüzüydü. İskender Paşa cemaati, o zamanlar Şeyh Zahid Kotku’nun (18971980) liderlik ettiği Sufi Nakşibendî Tarikatının bir koluydular. Ama
birkaç sebepten dolayı diğer Sünni tarikatlardan farklıydılar. Elit bir
tarikattı. Tarikatın üyeleri oldukça eğitimliydi; birçoğu yüksek mevkilerde bürokrattı (bazıları sonradan milletvekili, bakan ve başbakan
olacaktı) ve bazıları da profesör ve başarılı işadamıydı. Bu yüzden
siyasete girmeleri de normaldi. Necmettin Erbakan, MNP’yi (Milli
Nizam Partisi) kurarak siyasete atılınca grubun tam desteğini almıştı.
Zahid’in siyasetçi müritleri, ordu ve yüksek mahkemeler gibi güçlü
kurumlara hâkim olan laik tarikata karşı beklenmedik bir direnç gösteriyordu. Tarikatın şeyhi sakin ve barışsever bir adamdı. Batı medyasında resmedilen basmakalıp dini liderlerden değildi. Bağırmıyor,
217
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
işaret parmağını sallamıyor, duygularına kapılmıyor, kışkırtıcı konuşmalar yapmıyor veya vaazlarında cihat çağrısında bulunmuyordu. Aksine, Papa’nın Müslüman versiyonuydu; hesaplı hareket
eden bir siyasetçiydi. Papa’nın tersine camisinin dışındaki kalabalığa görünüp halka el sallamazdı. Müritleriyle, sağ kollarından oluşan sıkı bir çemberin içinden iletişime girerdi. Ancak Papa veya herhangi bir din adamı gibi, siyasi bir gündemi olan ve büyük miktarda
mali, siyasi ve kutsal güç bahşedilen saygın bir pozisyondaydı. O ve
selefleri bu gücü militarist bir laik ortamda kurnaz siyasi becerileriyle bıçak sırtında yürüyerek, bağlantılar kurarak, bağış toplayarak,
müritler edinerek ve insan yönetimini iyi bilerek edinmişlerdi. Zahid
İran’daki gibi kitlesel bir devrimden yana değildi; toplumsal ve siyasi süreçler vasıtasıyla yavaş bir değişimden yanaydı. Necmettin
siyasete girip Mehmet Güney Akıncıların lideri olduğunda Zahid
çoktan 70’li yaşların sonuna gelmişti.
Babamla birlikte Zahid’i birkaç sefer ziyaret etmiş olmamıza rağmen ne onunla ne de tarikatıyla yakın bağlarımız yoktu. Babamdan
22 yaş büyüktü ve babamın tersine o iyi kurulmuş bir tarikatın lideriydi. Zahid, babamın itibarının farkındaydı. Babamın öğrencileri
bile kendisine Arapça ve Sünni fıkıh dersleri verebilirdi. Zahid ve
Sadreddin Müslüman dünyasında iki tür liderliğin temsilcisiydi. Zahid, müritleriyle birlikte Sufi bir tarikat miras almıştı ve çevresinde
ruhani bir hale vardı. Din bilgisinin seviyesine bakılmaksızın müritleri üzerinde otorite sahibiydi. Konumunu, ilahiyat bilgisinden ziyade önceki liderle olan akrabalığı, ilişkileri, karizması, psikolojik
ve sosyal becerilerine borçluydu.
218
Lakin Sadreddin’in şöhreti yıllar süren emeğin sonunda kazanılmıştı
ve genetik hariç mirasla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Zahid atanmış, Sadreddin seçilmişti. Zahid’in ölümünden uzun yıllar sonra bile
faaliyetlerine devam edebilecek, kendini adamış müritlerden oluşan
iyi örgütlenmiş bir grubu vardı; Sadreddin ise davaya pek de sadık
olmayan, iyi organize olamamış ve ölümünden sonra dağılıp gidebilecek bir grubun sahibiydi. Zahid’in eli altında büyük bir servet varken, Sadreddin’in böyle bir güce ulaşma arzusu bile yoktu. Zahid bir
cami ve çevresini üs olarak kullanıyordu; Sadreddin ise evindeki misafir odasını… Zahid’e ulaşmak kolay değildi, bunun için etrafındaki bürokrasi çemberinden geçmeniz gerekirdi; ama Sadreddin’e
bir telefonla veya sadece kapı zilini çalmak suretiyle ulaşabilirdiniz;
hatta önceden haber vermeksizin insanlar kapımızda bitiverirdi. Za-
Norşin’den Arizona’ya
hid yeni gelenlerle ilk teması onlara elini öptürerek kurardı; Sadreddin ise kimsenin elini öpmesine izin vermez, görüşlerini tutkuyla
paylaşarak kendini uzun sorgulama ve eleştiri seanslarına maruz bırakırdı. Zahid, insanlar arasında zenginlik ve itibar bakımından ayrımcılık yapardı; Sadreddin ise zengin-fakir, evli-bekâr herkese aynı
özeni göstermeye çalışırdı. Zahid, müritlerinin önünde kahkaha atmaktan kaçınırdı; ama Sadreddin böyle Süpermen rollerinden uzak
dururdu. Zahid’in konumu tarikatın önceki liderlerine tapınmaya dayanırken, Sadreddin’inkiyse dini konular ve o konular üzerindeki
bilgisi ve ustalığı üzerine inşa edilmişti. Zahid’in sakalı vardı, ama
Sadreddin tıraş olurdu. Zahid dişlerini misvakla temizlerken, Sadreddin diş macunu ve fırça kullanırdı. Zahid hadis kitaplarını okumayı tercih ederdi; Sadreddin ise fıkıh, tefsir, sarf ve nahiv bilgisi
(gramer kitapları) çalışır ve ara sıra şiir ve ender de olsa bilimsel
makaleler okur ve bulmaca çözerdi. Zahid çevresinde insanlar olmadan asla sokakta dolaşmaz ve hiç alışveriş yapmazdı; Sadreddin ise
her ikisini de yapardı. Zahid haberleri genellikle yakın çevresinden
bilgilendirme olarak alırdı; Sadreddin ara sıra izleyicilerinden haber
öğrenirdi ama çoğu zaman radyo dinler, gazete ve dergi okurdu. Dini
liderliklerindeki farklılık kuşak farkıyla daha da artıyordu. Zahid Osmanlı İmparatorluğu’nun; Sadreddin ise kabul etmemesine rağmen
Türkiye Cumhuriyeti’nin ürünüydü.
Sufi tarikatlar geleneğinde şeyhlerin putlaştırılması bir norm haline
gelmiştir; onlara, müritleri tarafından keramet adı verilen birçok uyduruk mucize atfedilir. Ölümünden sonra damadı ve halefi olan Halil
Necatioğlu (Prof. Esad Coşan) yazdığı bir makalede onu şu şekilde
göklere çıkarmaktadır:
“İlk bakışta gözleri kestane renkli görünür, ama onlara
bakmak mümkün değildir; çok derin manalı ve mistik gözleri vardır."
Bu abartılı değerlendirmelere katlanılabilir; ancak kayınpederinin ölümü ardından yazdığı anma yazısında, sonradan o konumu miras alan ilahiyat profesörü Esad, Kuran’da çok açık bir şekilde tanımlanan monoteizme ters
düşmüştür. Onun bu çoktanrıcılığı özgün değildir; çünkü
Sünnilerin ve Şiilerin çoğunluğu monoteizmi terk ederek
Muhammed’i, sahabelerini ve dini liderleri putlaştırmışlardır. Yanına Muhammed’in ismini eklemeden Allah’ın birliğine şahitlik edememektedirler. Yani Kelime-i Tevhid yerine
219
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kelime-i Tesniye'ye tanıklık ederler. Ama Esad’ın çoktanrıcılığı düşük standart sahibi, genel kabul gören anlayışın
temsilcisi din bilginleri tarafından bile pervasız ve aşırı bulunmaktadır. İşte size Esad’ın kayınpederinin ölümü ardından yazdığı yazıdan bir bölüm. Kuran'da sadece Allah için
kullanılan sıfatları utanmadan ilahlaştırdığı efendisine
(rabbine) yakıştırıyor:
“Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de
buna teşvik ederdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin
muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerler o gelince nimet dolardı.
Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere,
maddî ve manevi hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.”
(http://www.iskenderpasa.com/A4DE1890-B2BC-4EFA8288-DF4DCFF0D22C.aspx)
Ne babam Zahid’in tarikatına mürit olarak katılabilirdi, ne de Zahid
babamın akademik çemberine öğrenci olarak girebilirdi. Birincisi
çok çalışarak edinilmiş bilgilerin, kişisel özgürlüğün ve inancın
reddi anlamına gelirdi. İkinciyse imana, saygınlığa, vicdana ve sorgulamadan peşinden gitmeye önem veren kutsal konumun reddedilmesi olurdu. En iyisi barış ya da ateşkes yapmaları, çatışma ve kavgadan uzak durmalarıydı. Babam, hem devlet kurumlarının hem de
tarikat liderlerinin nezdinde anarşist ve serseri mayın olarak algılanıyordu. Gençken dini tarikatları reddetmişti. Muhtemelen TBMM’ye girmek için uğraştığı sırada anne tarafımın ve öteki Sufi şeyhlerin
ihaneti bu duruşunu sağlamlaştırmıştı. Babamın Kürt molla Said
Nursi’ye, Vehabi mezhebinin ünlü âlimi İbn Teymiyye’ye ve Müslüman Kardeşlerin kahraman ideoloğu Seyyid Kutub’a sempatisi
vardı. Son yıllarında Sünni geçmişine rağmen İran mollalarının da
hayranı olmuştu. Siyasi partiler vasıtasıyla yapılacak bir reformdan
ziyade kitlesel bir devrimden yanaydı. Şeriatın kâfirlerle uzlaşma yapılmak zorunda kalınacağı demokratik süreçlerle iktidar olamayacağını düşünüyordu.
220
Babam, başka motosikletlilerin peşinden gittiği maceracı bir motosiklet sürücüsü gibiydi; Zahid ise dikkatli bir otobüs şoförüydü. Kendisine tam bir güvenle uyan ve bu yüzden din söz konusu olunca
hemen uyuklayan mürit yolcuları taşıyordu. Babam çevresindekiler
Norşin’den Arizona’ya
için endişelenmezdi; ama Zahid köşelerden dönerken ve gizli ve
resmi trafik polisleriyle dolu bir ortamda sarı ışıkta geçerken çok
dikkatli olmak zorundaydı. Laik devlet ikisini de yakından izliyor
olmasına rağmen, Zahid’den daha çok endişeleniyorlardı; çünkü
kontrolden çıkarsa daha büyük bir baş ağrısına sebep olabilirdi. Zahid’in ölümü veya suikasta kurban edilmesi büyük bir ihtimalle tarikatın dağılmasına sebep olmazdı; çünkü damadı ya da hiyerarşideki
başka biri derhal onun yerini alabilirdi.
Tarikatlar sosyal ve siyasi oluşumlardır; manzaranın çiçeği, dikeni
ya da çalılık veya yabani otlarıdırlar. Atatürk ve İsmet İnönü zamanında uygulanan kanunlar ve baskıcı tedbirlerle yok edilemediler.
Yeraltına indiler veya kendilerini şartlara uydurdular. Bir dereceye
kadar değişmiş olsalar da; zulümlerden, yasaklardan, hapishanelerden ve sürgünlerden canlı çıkmayı başardılar. Tarikatların yasaklanmasından on yıllar sonra, ülkenin ileri gelenlerinin akılları başlarına
geldi ve Türkiye’nin toplumsal gerçeklerini kabul etmek zorunda
kaldılar. Sağcı siyasi partiler tarikatların işleyiş tarzından yararlanmayı bildiler; tek bir “kutsal adamla” müzakere yapıp anlaşmaya
varmanın binler hatta milyonların oyunu almak için çok kolay bir
yol olduğunu öğrendiler. Mutasyona uğramış tarikatların varlığının
laik oligarşi için bir avantajı vardı: gizli kapaklı kapılar arkasında
tarikat liderleriyle anlaşmalar yaparak, dindar yığınları kontrol altında tutabiliyorlardı. İyi idare edildiği takdirde, dinin yığınların afyonu olabileceğini çok iyi biliyorlardı. Onları yeraltına inmeye zorlamak istemiyorlardı.
Dahası, tarikatların toplum içinde devletin yapamadığı önemli bir
rolü vardı; manevi desteğin yanında sosyal güvence, sosyal ağ ve
yandaşları arasında ekonomik işbirliği sağlıyorlardı.
Babamın mürtlerine gelince, takip edilmeleri ve kontrol edilmeleri
biraz daha zor olduğundan onlar da tehlikeliydiler. Devlet babama
suikast yapıp organize olmamış müritlerini dağıtabilirdi. Ama bu da
devlet için daha fazla sorun yaratırdı. Babamın sırları, hesaplı ve
gizli planları yoktu. Dağılan grup yeraltına inip takip edilmesi daha
zor hale gelebilirdi. Yaban arılarına benzeyebilirlerdi. Ya da babamı
hapse atabilirlerdi; bunu yapması hem daha kolay hem de yasaldı.
Babam her gün, ceza yasasının dini bir hükümet kurmayı amaçlayan
fiilleri suç sayan 163. maddesini ve başka birkaç maddeyi daha ihlal
ediyordu. Ama galiba onu iyi izleyebildiklerinden ve zaten radikal
olan müritlerinin daha da radikalleşmesini istemediklerinden o yola
da başvurmadılar.
221
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Babam ve müritlerinin radikalleştikçe daha az tehdit oluşturuyor olmaları bir ironiydi. Babam, İslami bir hükümete sahip olmadığımız
iddiasıyla artık Cuma namazlarına gitmenin dini bir görev olmadığı
fetvasını yayınlayınca tecrit edildi. İzleyicilerinden çoğu böyle bir
dini ödev ve geleneği terk etmeyi zor bulmuştu. Sonra radikal konumuyla tutarlı olarak, devlet dairelerinde çalışmanın küfür sayılacağına dair bir fetva daha verdi. Bir Müslüman’ın kâfir bir hükümete
bağlı görev alamayacağını iddia ediyordu. Böylece babamı izleyen
birçok öğretmen, yargıç, milletvekili ve belediye başkanı kendilerini
bir ikilemin içinde buldular; ya işsizliği kabul edecekler ya da kâfir
olacaklardı. Sadece birkaç tane mürit devlet dairelerindeki kariyerine son verirken, elbette çoğu işlerinde kalmayı tercih etti. Çok geçmeden babam ve müritleri köktenci marjinal bir grup halini aldı; politik olarak Amerika'daki Amish mezhebinin Sünni versiyonuna dönüştüler.
Babam bu radikal tavrıyla yıllarca kahramanım olmuştu. Bunun sonucu olarak kardeşim Metin ve kendimi radikal İslam hareketinin
lider şahsiyetleriyle birlikte hareket ederken bulmuştum. Babam, her
nasılsa, özellikle 1970'li yıllarda farklı grupların -hatta rakip grupların bile- saygısını kazanmıştı. Nur Cemaati, MSP milletvekilleri, Suriye ve Mısır Müslüman Kardeşler örgütü, Irak Hizbul Tahrir’i, Afganistan Hizbi İslami’si ve Sufi tarikatların liderlerini şahsen tanıyorduk. Ancak babam 1970’lerin sonlarına doğru daha radikal oldu
ve pasif tarikatlar ve cemaatlerle iletişimi kesti. İran devriminden
sonra MSP’yi, kâfir Türk rejimiyle uzlaşmaya varmakla bile suçladı.
Babam, teokratik bir yönetimi iktidara getirecek bir devrimden Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan al Banna, Seyyid Kutub,
Abul A'la al Mevdudi, Said Havva ve diğer Selefi liderlerin ideallerindeki bir devrimden- yanaydı.
1978 yılının sonlarından başlayarak İran’da Şah rejimine karşı kitlesel gösteriler yapılıyordu. Babam, geçmişte Şii mezhebinin dini konumu aleyhine makaleler yazmış olan Sünni bir din bilgini olmasına
rağmen, İran Devrimi’nin sesli savunucusu olmuştu. Türk hükümetinin İran Devrimi’nin salgın bir hastalık gibi Türkiye’ye sıçramasından korktuğu göz önüne alınınca, babam çok büyük bir risk alıyordu. İşkence görebilir, hapse atılabilir hatta gizli ajanlar tarafından
öldürülebilirdi. Ama sağlam karakterli cesur bir adamdı. Bazı dogmaların önemli sınırlamalarına rağmen, diğer dini liderlerle karşılaştırıldığında, bağımsız düşünebiliyordu ve inandığı şeyi ifade etmekten korkmuyordu.
222
Norşin’den Arizona’ya
Geri dönüp bakınca Türkiye’deki laik rejime karşı en büyük tehdidin
İran yanlısı gruplar değil, Nurcular olarak algılandığını görüyorum.
Nurcular, Türk halkının kültürel şartlarına uyum sağlayacak derecede mutasyona uğramıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Nurcular en
çok baskı altında tutulan ve öcüleştirilen gruplar arasındaydı. Polis
sık sık evlerine girer, toplantılarını basar ve onları tutuklardı. Dini
grupların faaliyetleri konusunda aşırı derecede paranoyak olan yarı
resmi Türk gazeteleri, onlara terörist muamelesi yapardı. Suç sayılan
silahları dini kitapları, tespihleri, terlikleri ve takkeleriydi. Şaka yapmıyorum. Polis bunlara el koyar ve mahkeme de suç delili olarak
listelerdi.
Ancak, Yeni Asya grubunun kurduğu siyasi ittifaklarla Nurculara
yapılan kötü muamele ve kovuşturmalar zamanla azaldı. Çok geçmeden Türk gazetelerinin manşetlerini dini ayin (ki bu Hıristiyanlara
özgü bir kelimedir) yaparken yakalanan Nurcular işgal etmez olmuştu. Hükümetlerin propaganda amaçlı kullandığı her medya gibi,
Türk medyası da masum dini bir toplantıyı tanımlarken kasıtlı olarak
sevilmeyen bir sözcük seçiyordu. Örneğin; sözde nesnel Amerikan
medyası, İsrail’in Filistinli militanlara yaptığı saldırılar için “misilleme” sözcüğünü kullanırken, Filistinlilerin ülkelerini işgal eden İsrail’e karşı giriştiği saldırılar için “intikam” sözcüğünü kullanır.
Aynı medyaya göre İsrail, Filistin’in seçimle işbaşına geçmiş görevlilerini ve Lübnan liderlerini “tutuklar”ken, Lübnan halkı ülkelerini
işgal eden İsrail askerlerini “kaçırmak”tadır. Düşman bir grup bir sivili öldürdüğünde “terörizm” olur, ama hükümet güçleri daha fazla
sivili katlettiğinde “paralel zarar” adını alır.
Aynı propaganda modern tarihin en büyük terörist eylemi olan Hiroşima ve Nagazaki gibi bütün bir şehrin yerle bir edilmesinin haklı
gösterilmesinde de kullanılmıştı. Kelimelerin ikiyüzlüce kullanımına sayısız örnek verebiliriz. Birkaç büyük şirketin ve devletin yönettiği Amerikan kitle iletişim araçları dili özenle kullanarak çirkini
güzel ve güzeli çirkin, canavarı mağdur ve mağduru canavar gibi
gösterme işinde uzmandır. Aynı sanatı kullanan Hitler, propaganda
makinesiyle halka kendilerinin doğru tarafta olduğunu ve düşmanlarının şer ekseni olduğunu düşündürerek, Almanya’nın kendi halindeki Hıristiyan vatandaşlarını kısa zamanda cellâtlar ve katillere dönüştürmüştü. Türk hükümetinin barışçıl bir dini gruba karşı yaptığı
zulmü ve saldırganlığı haklı göstermek için, Türk basını özenle seçtiği kelimeleri kullanarak saf kitleleri yönlendiriyordu. Hıristiyanlar
için kullanılan terimleri seçerek, bir tarikatı Sünni çoğunluğa karşı
223
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yabancılaştırmak ve böylece onları haksız yere cezalandırma niyetindeydiler.
Nitekim benzeri devlet propagandası, katliamlar, varlıklarını inkâr,
ana dillerini yasaklamak, aşağılamak, faili meçhuller, karakollarda
ve hapishanelerde işkenceler ve daha nice zulme maruz bırakılan
Kürt halkının insan hakları, özgürlük ve onurları için isyan eden fertlerini "vatan haini" ve "terörist" olarak yaftalamak ve alabildiğine
gaddar bir faşist politikayı haklı çıkarmak için başarıyla kullanılacaktı. Halkın çoğunluğu maalesef kritik düşünme yetenekleri çocuk
yaşta köreltilmekte ve devletlerin propaganda araçları tarafından rahatlıkla güdülebilmekte ve kandırılmaktadır. Hemen hemen tüm
devletleri kontrol eden elit ve süper-zengin sınıf, vatandaşlarına çocukluk yıllarından başlayarak okullarda ve tapınaklarda iki düğme
takmak için uğraşır. Eğitim ve dini kurumları, sosyo-ekonomik ve
politik konularda kritik düşünmeyi öldürmek için kullanır. Spor ve
eğlence bile bu amaçla kullanılır. Nitekim halkın ulusal ve dinsel
hormonlarını harekete geçiren bu iki düğmeye farklı biçimde basıp,
onları gıdıklayıp uyuşturmak veya didikleyip ajite etmek çok kolay
bir iştir.
Nurculara dönelim. Onlar aslında o kadar da tehlikesiz değildi. Dini
örgütler, hükümetler ve virüsler gibi, şüpheyle değerlendirilmeli ve
demokratik seçimlerle iş başına geçmiş hükümetler tarafından izlenmelidirler. Aynı şekilde hükümet de insan hakları ve sivil toplum
örgütleri tarafından kanuna uygun süreçlerle takip edilmelidir. Yeni
Asya grubunun eski üyesi Fethullah Gülen adındaki Nurcu vaiz,
Türk oligarşisine karşı en büyük tehlikeydi. Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Atatürkçülük veya Kemalizm adı verilen Türk oligarşisine
mensup olanlardan yana olduğum zannedilmesin. (1986’dan beri
dinci olsun, laik olsun, sarık taksın ya da şapka giysin; zorbalar ve
tiranlar arasında bir ayırım yapmıyorum. Eğer ikisi de emrindekilerin, sivillerin, çocukların ve masum insanların ölümüne sebep olmasına izin veriyorsa; hükümet lideri ve çete lideri arasında bir fark
göremiyorum. Her ikisi de vahşet ve saldırganlığını propaganda vasıtasıyla haklı gösterme gayretindedir; ama bu, gerçeği değiştirmez:
barışçıl bir çözüm için yeterince gayret etmezler/etmediler.)
224
Fethullah bağış toplama hünerinin ustası olmuş, eğitim kurumları
açmış, üniversite öğrencilerine barınma imkânları sağlamış ve onların vaktini ve enerjilerini davasının reklamı için kullanmış, iyi hesap
edilmiş siyasi ittifaklar kurmuş, bürokrasi, emniyet ve orduya sızmak için gizli operasyonlara girişmiştir. Grubun geçirdiği değişim
Norşin’den Arizona’ya
ve gelişme araştırma yapmaya değse de bu konu bu kitabın kapsamı
dışındadır; ancak faaliyetleri Türkiye sınırlarını aşan ve şimdi
ABD’ye kadar sızmış olan Fethullah Gülen ve örgütü hakkında yazdığım birkaç makaleyi kitabın ekler bölümünde okuyabilirsiniz. Ftipi tarikatın global güçlerin tehlikeli bir truva atı olduğu konusundaki tezime karşı beni eleştiren binlerce kişi vardı... Fethullah'ı ve
cemaatini savunup duruyorlardı. O avukatların büyük bir kısmı
şimdi bana hak vermeye başladır… Aynı sebepten olmasa da başka
sebeplerle Harun Yahya ve Hans Aiberg takma adlarını kullanan tipler popüler oldukları zamanlarda da onları ifşa eden yazılarıma ve
sözlerime karşı da kalabalıklardan benzeri tepkiler almıştım. Onları
şiddetle savunan milyonlarca kişi aldatıldıklarını anlayınca hayal kırıklığına uğradılar ve yıllar sonra benim tespitimi kabul etmek zorunda kaldılar.
Burada Nurcuların dini konulardaki değişimlerine bir örnek vermek
istiyorum. Bir zamanlar tarikatlardan farklı olmakla övünen Nurcuların, şirk inancını içeren dini palavralar uydurmada tüm tarikatları
solladığına tanık olacaktık.
Hatırladığım kadarıyla eskiden sadece Menzil tarikatının şeyhleri
peygamberle ve sahabelerle "mutat" görüşmeler yapardı. Daha sonra
vekiller de bu hikâyeleri anlatmaya başladılar. Örneğin; İstanbul'daki vekillerden birisi olan emekli "albay" ismiyle tanınan sahtekâr o zaman Şehzadebaşı camisinde dervişleri toplayıp onlara hadis, siyer ve menkıbe okurdu... Ben de meraklı idim. Birkaç kez katıldım toplantılarına. Mürit olarak değil; uzaktan bir gözlemci olarak... Uyduruk hikâyeleri dinleyen dervişlerin uyuklamaya başladığını fark ettiğinde bizim "albay" hemen "Hazret-i Ömer'in ruhu burada" veya "Orada Hazret-i Hamza'yı görüyorum; bize selam veriyor" derdi ve dervişler topluca heyecanlanır ve salavat getirirlerdi.
Her seferinde meclislerine gelen putlaştırılmış hazretlerin rütbesini
ve dozunu artırdı ve daha sonra Ebu Bekir'e ve nihayet Peygambere
kadar çıktı... Bir kez bile "Allah burada" demedi. Diğer tarikatlar
benzeri hikâyeleri güvendikleri halkalarda söylerlerdi ama öyle uluorta konuşmazlardı. Tarikatlar arası yarış iyice kızışınca İsmailağa
tarikatı başta olmak üzere diğerleri de Muhammed peygamberle mutat görüşmeler yapmaya başladılar.
Bu palavrada rekor kıran tarikat, sonunda F-tipi tarikat oldu... Tarikat pazarlama işinde dünya çapında beceriye sahip bir şeyhi ve kadrosu var. Diğer tarikatların şeyhleri peygamberle hep rüyalarında gö-
225
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
rüşüyorlardı ve ruhunu görüyorlardı. Bizim emekli vaiz bu hikâyelerin artık orijinalitesini ve etkisini kaybetmeye başladığını sezdi ve
rüya veya ruh yerine CİSMEN görüşmeleri başlattı... Bundan sonra
F-tipi her okul açılışında, Türkçe Olimpiyatları’nda peygamber onları destek için arz-ı endam etmeye başladı. Dünyada eşi görülmemiş
bir kitle aptallaştırma yeteneğine sahip olan emekli vaizden bazı hezeyanlar ve yalanlar:
226
Kuran yetim, Kuran yetiiiiim, Kuran yetiiiiiiiiiiiiiiiim. Babası
öldü Kuran'ın.
Kuran Müslümanlığı diye bir sapıklık çıkmış ortaya… Hadislerin
Kuran’a ihtiyacından çok Kuran’ın hadislere ihtiyacı var.
Namazda sağa sola bakanlar... Tenasül uzuvlarını çıkarıp başıma işeseler daha iyi…
İsa'nın babası muhtemelen Muhammed peygamberdir.
Ben doğmadan önce Hz. Ali benim köyüme kazık çaktığı için köyüm depremden kurtuldu.
Muhammed peygamber Olimpiyatlarımıza cisimleşerek teşrif
edip bizi destekliyor.
Ben bir kıtmirim yani köpeğim, ama hepiniz bana hocaefendi
diye hitap edeceksiniz ve sürekli ben konuşacağım ve beni eleştirmeyeceksiniz.
Mürtetin hakk-ı hayatı yoktur.
Evliyalar, gavslar, kutuplar öldükten sonra da tasarrufta bulunurlar.
Gavsı Azam bebekken konuşuyor ve Ramazan olunca anasının
sütünü emmiyor.
Cebrail parti kursa desteklemem.
***
Tüm yeteneği yukardakine benzer saçmalıkları, hatta daha korkunçlarını Allah ve peygamberi adına üreten binlerce profesyonel ve
amatör din adamı sayıları iki milyara yaklaşan Sünni ve Şii toplumlar için kolera mikroplarından, kanser hücrelerinden, AIDS virüslerinden daha tehlikeli bir beladır. Binlerce beyin yamyamı şirk, nifak
ve hezeyan ile medyada dikkat çekme yarışına girmiş bulunuyorlar.
İslam dünyası denilen cehalet, hurafe, nifak ve zorbalık dünyasında
vaizleri, imamları, şeyhleri sorgulamadan dinlemeye koşullandırılmış milyonlarca insan iyice aptallaştırılmakta ve rahatlıkla sömürülen koyunlara ve ineklere dönüştürülmektedir.
Son zamanlarda, sünnilik dininin fetvalarını tekrar gündeme getiren,
Norşin’den Arizona’ya
örneğin küçük kız çocuklarıyla bile evlenilebileceğini marifetmiş
gibi anlatan, evlenmeye bile gerek kalmadan bir kişinin yüz cariye
yani seks köleleri edinebileceğini salyalar akarak anlatan, bir yerden
bulduğu bir demet kılı suya bandırıp şifa dağıtan, herkesin kendisi
gibi şeyhlere kul ve köle olması gerektiğini açıkça ifade eden, idrarlı
kabir azabından koruyan kefenler uydurup bunları fahiş fiyatla pazarlayan seks manyakları, sapıklar, tağutlar ve din tüccarları milyonlarca izleyici ve mürit bulabiliyor.
Kardeşim Metin ve Mehmet Güney’e geri dönelim. Kardeşimle
Mehmet arasındaki farklılıklar, Babamla Mehmet’in şeyhi arasındaki farklılıklara benziyordu. Ama birbirlerine seleflerinden daha
yakındılar. Mehmet Güney, grubuna Yıldız yerleşkesindeki oldukça
değişken çatışma alanında önderlik ediyor olmasına rağmen; rakip
Komünist grupları uzak tutmak için diplomatik ve stratejik hareket
ediyordu; kardeşimden daha yaşlı ve olgundu. Eğitimi, olgunluğu,
tarikattan edindiği disiplin, partinin gençlik kamplarında gördüğü
karate ve silah dersleri ve üst-orta sınıf çevresi onun bir militan gibi
davranmasının yanında iyi bir siyasetçi ve işadamı gibi hareket etmesini de sağlıyordu. Mehmet, İsviçre bıçağı gibi bir eylemciydi.
Uzun boylu, yakışıklı, inandırıcı, sakin ve karizmatikti. Mehmet’i
siyasi gösterilerde ve sokak protestolarında grubuna liderlik ederken
göremezdiniz. Genellikle bir general gibi sahne arkasında mücadele
ve savaş planları yapardı. Kardeşim ise aynı zamanda hem bir general hem de bir erdi. Hem sahne arkasında hem de sokaklarda yoldaşlarına liderlik ederek polise ve rakip gruplara karşı mücadele verirdi.
Polisle ve karşıt gruplarla ilk karşılaşanlardan olurdu. Sonradan
Akıncılar Örgütü’nün resmi lideri olan Mehmet Güney’in iyi örgütlenmiş ve düzenlenmiş bir ofisi vardı. Ama kardeşimin Fatih Akıncılarının binasında kendine ait bir odası bile yoktu. Eski ve yıpranmış bir masa ve sandalyesi vardı; ancak onları neredeyse hiç kullanmazdı. Örgütünün her üyesi o kırık masa ve yıpranmış sandalyeyi
kullanabilirdi. İkisinin de sakalları vardı ama yaşlı kuşaktan olanların aksine, onlar hippilere benziyordu. İkisinin de saçları nispeten
uzundu. Kendilerini günün modasında uydururlar ve çağa uygun
giysiler giyerlerdi.
Mehmet Güney’e ne olmuştu? Bu konuda bazı bilgilere ulaştım.
Edindiğim bilgiler o ve grubuyla ilgili bildiklerime uyuyordu. ABD
destekli 1980 darbesinden birkaç gün önce Türkiye’den ayrılmıştı.
Rahmet adında yeni bir grup kurmuştu. 1989’da ona bağlı eski Akıncılardan bir grup, mücahitlere katılmak üzere Afganistan’a gitmişti.
227
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Sonra, 1990’ların başında Türkiye’ye geri dönmüştü. Grubu güçlü
İslami çağrışımlar yapan BİAT (Halife’ye bağlılık) adında bir inşaat
şirketi kurmuştu. Söylentilere göre yoldaşımız Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı olduğu sırada, şirket belediyeyle kârlı sözleşmeler yapmıştı. 2001’de Mehmet Güney DGM (Devlet Güvenlik
Mahkemesi) tarafından Usame Bin Ladin’le bağlantılı olmakla suçlanmış, ancak delil yetersizliğinden beraat etmişti. Şimdi başarılı bir
işadamıdır. Gazeteci Emin Demirel, Türkiye'de El-Kaide Unsurları
başlıklı yazısında Güney ve grubuyla ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir. El Kaide’nin Türk militanı Baki Yiğit’in itiraflarını anlatan bölümde, Güney, Bin Ladin’le bağlantılı olmakla suçlanmaktadır. Güney, büyük bir ihtimalle Bin Ladin ve yardımcılarıyla Afganistan’dayken karşılaşmıştır. Ancak, Güney’i tanıyan birisi olarak onun
El Kaide’nin terör eylemlerine direkt olarak katıldığı konusundan
kuşkuluyum. Hatta bu eylemleri onayladığını bile düşünmüyorum.
Bununla birlikte, dini ve siyasi arzularının yakınlığı, dostları, tanıdıkları ve geçmişte yaşadığı coğrafi bölgeler; başkalarının o ve Bin
Ladin arasında kolay bağlantılar kurmasını sağlamış olabilir. Ancak
BİAT adı verilen kestirme bir yol olduğu sürece bir Rahmet elektronunun El Kaide’nin yörüngesine sıçraması için fazla enerjiye gerek
yoktur.
1977’nin ortalarında ODTÜ’deki eğitimime son vermeye karar verdim. Kolay bir karar değildi bu. Üniversiteye girinceye kadar başarılı bir öğrenciydim, ama şimdi başarısızlığı tadıyordum. Başarısızlık düşüncesi beraberinde ziyadesiyle stres de getiriyordu. Stres yüzünden başımın arkasında bir su şişesi kapağı büyüklüğünde daire
biçiminde saç kaybetmiştim. Kafamın arkasındaki o utanç verici kılsız deriden çemberi saklamak için kalpak takmaya başlamıştım. Saçlarımın bir bölümüne ek olarak, birkaç yıl içinde, aldığım hatırı sayılır bursu ve yenilikçi bir mühendis olma hayalimi de kaybedecektim. Bununla birlikte, ODTÜ’den ayrılmak için iki tane güçlü sebebim vardı: Mühendislik okumaya fazla ilgi duymuyordum artık. İslamcılık denilen ve sosyal beceri ve vakit gerektiren yeni bir amaç
bulmuştum. Dahası, faşist olduğu iddia edilen yeni Dekan Hasan
Tan’ı protesto etmek için Komünist öğrenci örgütlerinin kararıyla
üniversite öğrencileri greve gitmişlerdi. Grev 13 Şubat 1977’de başlamış ve 9 ay sürmüştü.
228
İlk zamanlar Lütfi’yle birlikte Suudi Arabistan’a gidip Medine Üniversitesi’nde ilahiyat okumayı düşünüyordum. Ekim 1978’de pasa-
Norşin’den Arizona’ya
port almak için gerekli başvuruyu yaptım. Partinin genel merkezinde, desteğini almak için, Prof. Necmettin Erbakan’la bile özel bir
toplantı yapmıştık. Ancak hatırlayamadığım sebeplerden ötürü Medine’ye gitme planımız suya düşmüştü. Çok üzülmüştüm. Babam
gibi bir molla olmak istiyordum ve Suudi Arabistan bunun için en
iyi yerdi. Geri dönüp bakınca bu başarısızlığı Allah’ın büyük bir
lütfu olarak görüyorum.
Bu hayalleri yaşadığım günlerden üç yıl öncesi 1975’te aynı üniversite, ünlü bir din adamı olan Bin Baz’ın yazdığı bir kitap yayımlamıştı. Bu ünlü din adamının yazdığı kitabın adı: “Dünyanın Sabit
Olduğuna, Güneşin Hareket Ettiğine ve Gezegenlere Gitmenin
Mümkün Olduğuna Dair Bilimsel ve Sözel Kanıtlar.” Yanlış okumuyorsunuz. Neil Armstrong'un Ay'a ayak basmasından 6 yıl sonra,
1975'te bu ünlü din adamına göre dünya sabitti! Atalarıyla karşılaştırıldığında Bin Baz bir adım daha ilerideydi. Hiç değilse “kâfirlerin”
Ay'a ve gezegenlere gitmesine izin veriyordu. Fakat sevgili
Baz’ımız Müslüman bir ailede doğanlara karşı hiç de nazik değildi.
Kitabında dünyanın dönmekte olduğunu iddia eden Müslümanların
öldürülmesinin haklı bir eylem olacağına dair de bir fetva veriyordu.
Bin Baz’ın hiç şakası yoktu. 1989’un sonlarında verdiği kanlı fetvalarının biri beni ta Arizona'ya kadar izleyip zarar verecekti. Bu öyküyü sonra anlatacağım.
İşte böylesine zır cahil olan Bin Baz’ın eteğinin dibinde Suudi Arabistan’da din eğitimi görme fırsatını kaçırdıktan sonra, Üniversiteye
Giriş Sınavına katılarak ilk tercihim olan İstanbul’daki bir üniversiteyi kazanmıştım yine. Artık özgürdüm ve eğitimimi sürdürmek için
babamdan 645 kilometre uzağa gitmem gerekmiyordu. Böylece hem
yüksek eğitimime devam edebilecek hem de siyasi gençlik eylemlerine katılabilecektim. Böyle düşünüyordum.
Dünyanın en güzel deniz manzaralı tepelerinden birine oturtulmuş
olan Boğaziçi Üniversitesi o yıllar Türk üniversitelerinin Harvard’ı
gibiydi. ABD’nin ülke dışındaki ilköğrenim kurumu olarak 1863 yılında Robert Kolej adıyla eğitim hayatına başlamıştı. O vakitlerde
yalnızca bir eski yerleşkesi ve 3000’den az öğrencisi vardı. Öğrencilerinin çoğunluğu varlıklı ve seçkin ailelerin çocuklarıydı. Benim
oradaki varlığım aykırı bir durumdu. Anne tarafım seçkin bir aileydi,
İstanbul'da yaşıyorduk ama ben hâlâ bir köylüydüm. Dahası esmer
tenli bir Kürt'tüm. İyi beslenen ve iyi giyinen seçkin öğrencilerle
karşılaştırıldığında yüzüm kuruydu, elbiselerim hırpani idi. Öğrencilerin büyük bir bölümünün dinle ilgisi yoktu. Dindar Türkler henüz
229
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
besin zincirinin zirvesine ulaşmamıştı; gözleri daha yeni açılıyordu.
Her nasılsa, dindar öğrenciler olarak birbirimizi orada da bulmuştuk.
Namaz kılan küçük bir gruptuk. Okulun namaz kılanlar için ayırdığı
herhangi bir hizmeti yoktu. Küçük bir ibadethane veya mescit bile
yoktu. O yıllar böyle bir hizmet talep etmek hayal bile edilemezdi.
İngilizlerin yaptığı binalarının tasarımından, profesörlerinin keçisakallarına, üniversitenin her köşesine yansıyan batı kültürüne, eğitim
diline ve çoğunluğu laik olan öğrencilerine kadar ortam bizim geleneksel kültürümüze tamamen yabancıydı. Kendimizi gizli bir kulübün veya tarikatın üyeleri veya çöl yaşamına uyum sağlamaya çalışan penguenler gibi hissediyorduk. Yurdun birkaç tane odasından
birinde toplanır, kapıları kapatır ve ayrı ayrı namazlarımızı kılardık.
Murat Ülker, Nazife Şişman, Ahmet Davutoğlu ve Mehmet Köse
grubumuzu oluşturan birkaç kişiydi. Zengin bir bisküvi üreticisinin
oğlu olan Murat, dost canlısı ve alçakgönüllüydü. Sonra, 2007’de
Forbes’in milyarderler listesine girdiğini öğrendim. Ama şimdi o
günlerdeki gibi bir araya gelip sohbet etmemizi engellen milyarlarca
sebep vardır galiba. Zenginlik ve iktidar, din gibi, birçok insanı değiştirir, yabancılaştırır. Murat’ın böyle bir dönüşüme karşı bağışıklığı olduğundan şüpheliyim.
230
Yıllar sonra Murat’la tekrar görüşecektim. 1986-1987 yılında hadis
ve sünnete yönelik eleştirilerimi kamuda tartışmaya açtıktan sonra
yazarlık hayatım son bulmuştu. Tüm yakın arkadaşlarımı ve akrabalarımı kaybetmiştim. Yalnızdım ve maddi sıkıntı çekmeye başlamıştım. Ayrıca sürekli hakaret, iftira ve tehditlere maruz kalıyordum. O
dönemde, risk alarak bana yardım eden birkaç yeni arkadaş ile tanıştım. Onlardan birisinin reklam ajansı vardı ve beni copy editör olarak
işe aldı… Meraklı bir yazar olarak reklamcılığın yaratıcılık yönü çok
ilgimi çekiyordu… Beni işe alan o arkadaşa minnet borucunu ödemek için firmaya yeni müşteri bulmak istedim. Aklıma Murat geldi.
Murat'a telefon ettikten sonra Ülker fabrikasındaki ofisinde görüştüm. Bir süre sohbet edip eski günleri yâd ettikten sonra beni hem
İmam Hatip’ten ve hem de Boğaziçinden arkadaşım olan Mehmet
Köse'ye gönderdi. Meğerse Mehmet, Ülker'in reklam işlerini yürüten bölümün müdürü yapılmış. Ben çalıştığım firmanın küçük bir
firma olduğunu, ama Ülker'in bir ürünü için çok iyi etkin bir reklam
kampanyası ile işe başlayabileceğimizi söyledim. Meğerse yanlış
konuşuyormuşum. Hiç tahmin etmediğim bir cevap aldım. Mehmet
bana özetle şunları söyledi: "Doğrusu Ülker olarak pek reklam yapmak istemiyoruz. Eğer çok reklam yaparsak diğer holdingler bu işin
Norşin’den Arizona’ya
kârlı bir iş olduğunu öğrenip bize rakip olabilirler. Onları uyandırmamak için reklamı mümkün derece asgari derecede tutuyoruz."
Mehmet, bana verdiği olumsuz cevabı için normal hiçbir reklamcının aklına ve işine gelmeyecek ilginç bir sebep ileri sürmüştü. Her
bahanesine karşı bir cevap verebilirdim ama buna verecek bir cevabım yoktu. Hani, "Dilersen Ülker isminin hafızalardan silinmemesi
için reklam yapalım" diyemezdim! Haklıydı. Ülker'in reklama ihtiyacı yoktu. Tek rakibi olan Eti Bisküvileri piyasanın yaklaşık yüzde
onuna sahipti. Eti'yi tümden öldürmek de işine gelmezdi. "Tekel"
olarak dikkatleri üzerine çeker ve bir anda kendisine karşı bir sürü
rakip şirket üretebilirdi. Soğuk bir kişiliği olan Mehmet Köse'nin o
cevabından sonra tekrar Murat ile görüşüp onu devreye koymayı da
düşünmedim. Onurumu eski arkadaşım Murat'ın tüm bisküvileriyle
ve çokomelleriyle değişemezdim.
Küçük grubumuzun tek kadın üyesi olan Nazife Şişman varlıklı bir
ailenin kızı olup Boğaziçi Üniversitesinde başörtüsü takan tek ve
belki de ilk öğrencisiydi. O ve erkek öğrenciler arasında her zaman
camdan bir namus duvarı olurdu. Zekâsı, cesareti ve dik duruşuyla
bir rol modeldi. Ekonomi eğitimi görüyordu ve sonradan sosyoloji
eğitimi de alacaktı. İlerleyen yıllarda başarılı bir sosyolog ve yazar
olacaktı ve benimle bir kez olsun haberleşmeyecekti.
Ahmet Davutoğlu çalışkan ve sakin bir siyaset bilimi öğrencisiydi.
Ahmet bizimle, yani İslamcılarla arkadaş olmasına rağmen; çevresi,
aile altyapısı ve mizacı onu ılımlı bir muhafazakâr konumuna götürüyordu. Düşüncelerini pek belli etmezdi. Örneğin; ABD’ye yaptığı
ziyaretlerden birinden sonra, beni evine davet etmiş ve bana Ansarullah isimli bir Sünni tarikatla yaşadıklarını anlatmıştı. Kitapçıklarına baktıktan sonra liderlerini kınamıştım. Ahmet’in tepkisi teolojik
olmaktan uzak bir antropolog gibi olmuştu. Bu özelliği profesyonel
hayatında kendisine avantajlar sağlamış görünüyor. Sonra siyaset bilimi profesörü ve Tayyip Erdoğan’ın etkili bir dış politika danışmanı
oldu. 2009’dan beri de dışişleri bakanıdır. (Kitabı tashih için okuduğum şu günlerde ise başbakan!)
O okulda paylaşmaya değer bir anımı hatırlıyorum. Aslında o zamanlar için gözümde normal bir olaydı; ama zamanla ilgi çekici olmaya başladı. Otopark, okulun batısındaki tepelerinden birindeydi.
Her öğrencinin arabası yoktu. Parkın yalnızca bir kapısı vardı. Arabaya binmek isteyen öğrenciler çıkışta kuyruk oluşturur ve sürücüler
yanlarında durarak onlara gittikleri yeri söylerdi. Bu şekilde ücretsiz
231
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olarak arabalara binebiliyorduk. Bu uygulama o vakitlerde bir gelenek haline gelmişti. Amerikan filmlerinde gördüğümüz türden bir
psikopatla da hiç karşılaşmamıştık.
Yüksek öğrenimdeki ikinci şansımı da iyi değerlendiremedim. Okuldan daha çok dernek işlerine yoğunlaştım. 1978’de kardeşime yardım etmeye başladım. Üniversitedeki kendi başarısızlığımı görmezden geliyor ve kardeşimin geleceği için endişeleniyordum. Karşılık
olarak o da benim entelektüel tutkularımı eleştiriyor ve beni, kendimi davaya adamakta kusurlu davranmakla suçluyordu.
Bu arada Konyalı Hüseyin, Musa Budak, Sıtkı Doğan, Cemil Yıldız,
Boksör Mehmet ve başka birkaç gençle birlikte gizli bir örgüt kurma
işine iştirak ediyordum. (Victor Hugo’nun klasik romanındaki fanatik müfettiş Javert gibi birinin çıkıp onları kara listeye alması ihtimalini düşünüp, soy isimlerini gizli tutmayı düşündüm ama aradan
geçen uzun yılları düşününce bu kaygı silindi). Fatih Akıncılarının
yasal ve açık eylemlerine katılıyorduk, fakat Akıncıların en iyi üyelerinden oluşan bir grupla gizli bir örgüt kurma niyetindeydik. Amacımız, gerekli şartları hazırlayarak ülkeyi İslam Devrimine götürecek gizli bir örgütün çekirdeğini oluşturmaktı. Ama ne paramız ne
bir ismimiz, ne yandaşlarımız ve ne de sarık ve sakallarımız vardı.
Sahip olduğumuz tek şey tutkularımız, vaktimiz, sadakatimiz, hayal
gücümüz, rüyalarımız ve kâbuslarımızdı. Fatih Akıncılarının ana binasının bitişiğindeki örgütün klinik olarak kullandığı binada gizli
toplantılar düzenliyorduk. Uzun müzakerelerden sonra gizli örgütümüze Sıtkı'nın önerisiyle CC (Cihat Cephesi) ismini vermeye karar
verdik. Hücrelerimiz beş kişilik küçük gruplardan oluşacaktı ki bu
sayı küçük gruplar için en etkili rakam olduğu bilimsel deneylerle
ispatlanmıştı.
Hücremiz sonra mali destek de buldu ve Fatih Camisi’nin kuzeyinde
Fatih Caddesi’yle Fevzipaşa Caddesi arasında iki katlı bir binayı kiraladık. Bazen geceleri orada kalıyorduk. Bina eskiydi ve yalıtımı
iyi değildi. Kışın soba yakmaya gücümüz yetmiyordu. Gece yarılarına kadar orada arkadaşlarla takılıyor ve sünger yataklarda ince battaniyelerle uyumak zorunda kalıyorduk. Geceler soğuk yüzünden işkenceye dönüşürdü. Ama sabah olunca geceyi unutuverirdim. Anne
ve babamla sıcak bir evde kalmak yerine geceyi yine orada geçirmeyi tercih ederdim. Birbirimizin hayallerini besliyorduk çünkü.
232
Yoldaşlarımdan bazıları tabanca almışlardı. Günün birinde Musa
bana tabancasını sakladığı zulasını gösterdi. Beni mutfağa götürerek
tezgâhın yanında durdu. Tezgâhın kare şeklinde beyaz fayansları
Norşin’den Arizona’ya
vardı. Fayanslardan birini köşesinden bastırarak yerinden çıkarttı. Altından dokuz mm. çapında Colt veya Check marka bir tabanca çıktı.
Kendime ait bir tabancam yoktu, olmasını da istemiyordum; ama onların tabancası olmasını da umursamıyordum. Silahlarını sadece savunma amaçlı kullanacaklarını umuyordum. Bir gece Mehmet bir
makineli tüfek gösterince biraz şaşırmıştım. Tüfekten hiç hazzetmemiştim. Gecenin birinde en büyük odada oturmuş birlikte olmanın
keyfini çıkartırken, birisi kazara makineli tüfeğin tetiğine dokundu.
Kurşunlar vınlayarak kafamızın üzerinden geçti ve duvarın üst köşesine saplandı. Komşularımızın polise haber vereceği korkusuyla telaş
içinde binayı terk ettik. Gruba para sağlamak için birkaç yoldaşımız
banka soymayı düşünüyordu. Allah’a şükür ki bu düşünce eyleme
dönüşmedi. Olsa da benim haberim olmadı. Çok geçmeden de grubumuz herhangi bir şiddet eylemine girişmeden dağıldı.
Şiddet kullanımına karşı doğal bir nefretim vardı. Müzakere etmeyi
ve entelektüel eylemleri tercih ediyordum. Düşmanlarımızla meydanlarda tartıştığımızı hayal ediyordum. Mantıklı tartışmalar yoluyla
bir devrim gerçekleşeceğini ve radikal bir rejim değişikliği olacağını
düşünerek saflık ediyormuşum. Gandhi’nin bile sadece şiddeti kınayarak başarılı olmadığını biliyorum. Gücü elinde bulunduranlar hâkimiyetlerinden kolay kolay vazgeçmezler. İngilizlerin lojistik problemleri, iç sorunları, halkın desteğini alan Hintli sömürge karşıtı "terör" örgütleriyle baş etmenin masrafı ağır olmasaydı, Gandhi’nin yüzüne bile bakmazlardı. Bu başka bir tartışma konusudur.
Şiddet yanlısı bir ortamda, nasıl oluyorsa, şiddet içermeyen eylemelerin destekçisiydim. Bu yüzden, ortaokul ve lise öğrencilerinden
oluşan bir grup kurmaya karar vermiştim. Uzun vadeli bir projeydi
bu. Riski de azdı. Elli altmış kadar aktivist öğrenci yetiştirecek ve
onları üniversiteye hazırlayacaktım. Bir üniversiteyi veya bölümü
hedefleyecek ve öğrencilerimizin hepsi giriş sınavlarında o üniversiteyi veya bölümü ilk tercihleri olarak seçeceklerdi. Eğer sempatizanlar ve aynı görüşte olan başkalarıyla birlikte 40 kadar iyi eğitimli
militanı küçük bir üniversiteye veya bir üniversitenin bir bölümüne
yerleştirmeyi başarabilirsek, o kurumun kontrolünü elimize almış
olacaktık. Üç ulusal gençlik grubu arasındaki bölge savaşlarının en
popüler muharebe meydanlarının üniversiteler olduğu bir zamanda,
planım uzak görüşlü, amaca uygun ve sonuca varır gibi gözüküyordu. Elbette on binlerce genç üyesi, 500 şubesi, birkaç milyon
sempatizanı olan ulusal gençlik örgütündeki liderlik konumumla
karşılaştırıldığında bu iş küçük bir işti. Ama önemli gördüğüm bir
233
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
projeydi. Bu oldukça eğitimli ve uyumlu grubun üyeleri yetişkin olduğunda onlardan yararlanabilirdik. Her birinin binlercesine liderlik
edip onları yöneteceğini ümit ediyordum.
Gruba bir isim vermeyi düşündüm. Fatih 19 isminin kısaltması olan
FT-19 isminde karar kıldım. Tabii ki o zamanlar 19 rakamının gelecekte kişisel, siyasi ve teolojik olarak dönüşümüm üzerinde oynayacağı rolle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Benim için keyfi ve rastgele bir
seçimdi bu. Örgütüm polis tarafından takip ediliyordu. İsmi birkaç
kez gazetelerde de yer almıştı. Arkadaşlarım bana “Ondokuz” diye
takılıyorlardı ve grubum da Fatihli gençler arasında çok popülerdi.
İki yıl sonra uluslararası bir konferansta seçtiğim rakamın hayatımın
en önemli kitabı olan Kuran’ın mucizevi bir şifresi olduğunu öğrenecektim. Altı yıl sonra da önemli ölçüde bir değişim geçirecektim.
Bu öyküyü sizinle bir sonraki bölümde paylaşacağım.
Yirmi üç yaşında uzatmalı bir üniversite öğrencisiydim. Örgütümüzün gücü Fatih’te yaşayan destekçilerden, üyelerimizin ve minarelerimizin sayısından, silahlarımızdan ve otoritemizin saldırgan bir biçimde ve sürekli olarak onaylanmasından geliyordu. Duvarlar yazılarımızla doluydu. Esnaflar gönüllü ya da gönülsüz bağışta bulunarak ve dergilerimize abone olarak faaliyetlerimizi desteklerdi. Otobüs duraklarına, iş hanlarının duvarlarına ozalitten büyük boy gazetelerimiz asılırdı. Merkezimiz Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Fatih Camisi’ni çevreleyen bir üniversite yurduydu. Yurdumuz sekiz bölümden oluşan, tek katlı, 500 yıldan daha eski bir binaydı. Yıllar sonra binayla ilgili o zamanlar farkında olmadığım birkaç mimari ayrıntıyı öğrendim: Her bir bölümün Kuran’ın ilk ayetinin -BiSMi ALLaH ALRaHMaN ALRaHiM- harflerini temsil
eden 19 tane kubbesi olan odaları vardı. Kale gibi sağlamdı. Yaklaşık 400 öğrenciye barınak oluyordu. Çoğu sakallıydı ve gençlik örgütümüze mensuptu. Fatih’in her yerinde evlerimiz, daha doğrusu
hücrelerimiz vardı. Yasal gençlik örgütünün yanı sıra bir de yeraltı
örgütüne sahiptik. Ben her seviyede aktiftim.
234
Çocuklarla çok meşguldüm. Faaliyetlerimi ve kardeşimin örgütüne
katkılarımı azaltmıştım. Birkaç ay içinde Fatih'teki mahallelerin her
köşe başında FT-19 üyelerinin seçtiği ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan küçük bir grubum olmuştu. Güvenilir ve kendini işine
adamış olan bir aktivist olan Hamza Dönmez’i, ticarette yetenekli
olan Mehmet Kaya’yı, kekeme ama geveze ve dikkat çekmeye aç
Nazım’ı, Daruşşafaka Lisesi’nin çevresinde poster asmaya çalışır-
Norşin’den Arizona’ya
ken kardeşim Metin’le birlikte sırtından ve boynundan vurulan soyadı gibi ince Turhan İncemızrak’ı, kısa boylu ve cesur Muttalip Ermiş’i, babasının lokantasında komi olarak çalışan uzun boylu Ahmet’i, babası toptan patates ticareti yapan Kasım Atasoy’u ve tanıdığım en sakar çocuk olan Ömer Sevim’i hiç unutmuyorum.
O zaman grubumuzda bir tane bile kız olmadığı gerçeğinin farkında
değildim. Sanki doğal bir kural gibiydi bu. Dikkatimizi bile çekmiyordu. Hayır, esin kaynağımız, hepsi erkek olan Amerika’nın kurucu
babaları değildi. Çocuklar broşür dağıtma işine katılıyor, duvarlara
siyasi sloganlar yazıyor ve en önemlisi eğer varsa, bizi rakiplerimizin eylemlerinden haberdar ediyorlardı. FT-19, adını Fatih’te duyurmaya başlamıştı. Lakin ismi göz korkutucuydu; Türkiye’nin birçok
bölgesinde terör estiren yeraltı gençlik örgütlerinin kısaltmalarını
akla getiriyordu. Yabancı birinin FT-19’la ilgili duyabileceği hislerin aksine, dünyanın en barışsever gençlik örgütlerinden biriydi.
(Sünni bir şeriat hayalimizin barış getireceğine artık inanmıyorum
kuşkusuz; eğer bu rüyamız gerçek olsaydı, hayatını böyle bir kâbusa
adayan bizler için tam bir pişmanlık olurdu.)
FT-19 ne bir sokak kavgasına karışmış ne de polisle çatışmıştı. Duvarlara yazı yazmak o zamanlar normal bir eylem olarak kabul ediliyordu. Polis bu duruma sadece gözlerinin önünde yapıldığında müdahale ederdi ve ben de çocukları böyle gereksiz bir karşılaşmadan
uzak durmaları konusunda eğitiyordum. Bu yüzden, polis beni yaptığım işlerle ilgili sorguya çektiğinde yasadışı bir sokak örgütü kurmakla suçlamamıştı. Örgütümle ilgili sordukları tek soru neden ismini 19 olarak koyduğumdu. Bu soru polisin bana o ana kadar sorduğu en zeki soruydu. Cevabım meraklarını haklı çıkarmıştı.
FT-19’daki faaliyetlerimi kardeşim ve yoldaşları biraz küçümsüyor
ve garipsiyordu. Bu faaliyetleri çocukça buluyor ve vakit kaybı olarak değerlendiriyorlardı. Onlar katı gerçeklerle uğraşarak polis ve
diğer gruplarla sokaklara, mahallelere, şehirlere ve üniversitelere
hâkim olmak için savaşıyorlar; dalga geçmiyorlardı. Belki de haklıydılar; bilerek ya da bilmeyerek kolay yolu seçmiştim ben. Kardeşim ve dava arkadaşları hayatlarını riske atıyorken; ben vaktimi yurtlarda, kütüphanelerde ve güvenliğimizi onlara borçlu olduğumuz sokaklarda çocuklarla harcıyordum. Ama sanırım kişiliğimin özünde
toplumu ve yönetimi şiddet kullanarak değiştirmemeye inanmak
vardı. Hayatım; etik olarak doğru ve gerekli olduğuna inandığımda,
hayatımı riske atmaktan kaçmadığıma dair örneklerle dolu olma-
235
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
saydı o günkü tavrımı bir karakter zafiyeti olarak değerlendirip, kuşkuyla bakabilirdim.
Kardeşimin kısa süren hayatında yorulup bittiği bir an vardı. Birkaç
aydır nerdeyse hiç haberleşemiyorduk. Onunla ilgili bir dedikoduyu
duyunca şok geçirmiştim. Çınarcık’ta bir plajda tatil yapıyordu. Halk
plajları günah işlenen yerlerdi ve kardeşimin orada tatilde olmasına
imkân yoktu. Onu oraya götüren kişi, söylentiye göre, uyuşturucu kullanan bir genç olan Halit’ti. Ondan derhal beni görmesini istedim. Metin’in kötü bir niyeti olmadığına beni ikna etmeye çalıştı. Bazı masonların izini sürmek için oradaymış. Ama oldukça tuhaf ve aptalca bir
mazeretti bu. Fakat hâlâ kardeşimin bu sebepten orada bulunduğuna
inanmak istiyordum. Halit kısa boylu, eğri burunlu, yüzünde büyük
bir doğum lekesi olan genç bir adamdı. Bana askerliğini komando olarak yaptığını söylemişti. Yalan veya doğru şu bir gerçekti: Halit mitinglerimiz ve yürüyüşlerimiz esnasında gösteriş yapmaya bayılıyordu. Vaktinin çoğunu örgütte geçirirdi. Ne okula ne de işe giderdi.
Özellikle Galatasaray Lisesi’nin tam karşısında bir gösterimiz esnasında yaptığı şeyi gördükten sonra gözümden düşmüştü.
236
İstiklal Caddesi, her iki yönde akan yoğunluğuyla yayalardan oluşan
bir Amazon Nehri gibi İstanbul’un en kalabalık caddesidir. Yaklaşık
70 Akıncı yasadışı kısa bir gösteri yapacaktık. Önceden belirlediğimiz
bir vakitte caddenin kalabalık kavşağında ansızın bir araya gelerek trafiği kesecek, gösterimizin amacıyla ilgili kısa bir nutuk çekecek, birkaç slogan atacak ve sonra dağılıp kalabalığa karışacaktık. Polisle karşılaşmak ve rakip gruplarla çatışmak niyetinde değildik. Kalemiz Fatih’le karşılaştırılınca daha modern ve batılı olan İstanbul’un farklı
bölgelerinde de varlığımızı duyurmak istiyorduk. Bu bir vur-kaç eylemi, korsan bir gösteriydi. Gelecekteki eylemlerimizin süresini ve yoğunluğunu artırabilirdik. Gruba ben önderlik ediyordum ve her şey
planlandığı gibi gidiyordu. Galatasaray Lisesi’nin önünde yaptığım
birkaç dakikalık konuşma ve izleyen sloganlardan sonra, dağılmış, insan kalabalığına karışmıştık ki bir tabanca sesiyle irkildim. Sesin geldiği yere dönüp bakınca, Halit’i elindeki tabancayla kafası önde havaya rastgele ateş ederken gördüm. Çok kızdım. Sorumsuzluğun zirvesiydi; o binaların balkonlarında olan biteni izleyen birini vurabilirdi.
Bu, aynı zamanda talimatıma isyan anlamına geliyordu: Hiçbir sorun
çıkarmayacaktık. O andan sonra, Halit’in gaga burnunun yanağıyla
buluştuğu yerdeki doğum lekesine ek olarak, alnında “güvenilmez bir
psikopat” ve “polis muhbiri” damgaları da yer aldı.
Norşin’den Arizona’ya
Kardeşimi, arkadaşı Muzaffer’le birlikte plaja yakın yazlıklardan birinde buldum. Muzaffer, Eskişehirli yakışıklı bir adamdı ve Darüşşafaka Caddesi’nde birkaç yıl önce gerçekleşen silahlı çatışma olayı
sırasında kardeşimle birlikte yaralanmıştı. Çevre hiç hoşuma gitmemişti. Hem erkekler hem de kadınlar şort giyiyordu. Metin böyle bir
ortamda göründüğü için utanmıştı. Onu oraya bir arkadaşının davet
ettiğini ve birkaç günlüğüne rahatlamak istediğini anlattı. Ancak kardeşimi sigara içerken görünce şok geçirdim ve ihanete uğradığımı
düşündüm. İnanamıyordum. Olağan dışı bir tepkiyle Halit’e dönüp
suratına bir tokat attım. Bu, bir yoldaşı tokatladığım yegâne andı.
O’nu kardeşimi ayartmakla ve yanlış yönlendirmekle sorumlu tutuyordum. Kızdığımı ve ciddi olduğumu gören kardeşim hiç karşılık
vermedi. O’na geri döneceğimizi söyledim. Yıllardır ilk defa kardeşim emirlerime uyuyordu. Benden daha güçlüydü ve daha sert bir
hayat yaşamıştı. Akıncıların efsanevi lideriydi. Hiç itiraz etmeden
dediğimi yapması beni şaşırtmıştı. Kardeşimi bulmuş ve ahlaksız Çınarcık plajlarından kurtarmıştım.
Lakin onunla konuşacak, sıkıntılarını düşünecek ve onu böyle bir
kaçamağa zorlayan endişelerini öğrenecek kadar akıllı değildim.
Muhtemelen bir çıkmazda olduğunu düşünüyordu. Kardeşime olması gerektiği gibi davranmadığım için pişmanım. İtibarını ve dini
temizliğini korumak istiyordum; ama insan olan Metin’i düşünmek
hiç aklıma gelmemişti. Onu plajlara götüren sebepleri de umursamıyordum. Aklındakilerin ağırlığı altında eziliyor olmalıydı. Gözaltına
alındığında polisin ona nasıl işkence yaptığını anlattığını hatırlıyorum. O cesur ve kararlıydı. Çok iyi hatırlıyorum.
Ankara’da büyük bir politik gösteri vardı. Kardeşim o gösteride polisten korunmak için maskeler takan Fatih Akıncıları grubunu yönetiyordu. On binlerce İslamcı İç Cebeci’den başladık ve Tandoğan
Meydanına kadar yürüdük. Üzerlerinde Amerikan ve TC devletini
eleştiren sloganlar taşıyan sayısız pankart ve afiş taşıyorduk. Sloganlar ve devrim şarkıları bu görselliği tamamlıyordu. ''Sınırsız, sınıfsız
İslâm toplumu'' hedefini sloganlaştıran Metin’in kurduğu ve liderliğini yaptığı Fatih Akıncılar Derneği her zamanki gibi dikkatleri üzerine çekiyordu ve bu gösteride en son grup olmayı tercih etmişlerdi.
Katılımcıların korumasında gönüllülerdi.
Metin, grubunu bu tarz gösterilere hazırlamakta yaratıcıydı. Bu sefer
onları iyi eğitmişti. Onlar Türkçe dışında bu sefer İngilizce, Arapça,
Farsça ve Kürtçe de slogan atıyorlardı. Bu bir yenilikti ve kamuoyu-
237
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
nun ilgisini çekiyordu. Bu, dünyadaki Müslümanların evrensel birlikteliğinin ve dayanışmasının bir ilanıydı. Büyük olasılıkla, grup
üyeleri maske takıp "hain" bir dilde, Kürtçe, slogan attıkları için kardeşimin grubu Maltepe Camisi’nin yakınlarına geldiğinde polis müdahale etti. Maltepe meydanında, polis arabaları gösteriyi kesti ve
neredeyse bir düzinesi kardeşime saldırdı. Arabalarına koymak için
onu tutup çekiştirdiler. Metin bütün gücüyle karşı çıkıyordu. Hatırlıyorum, iki polis bırakmasını sağlamaya çalıştığı ve diğer polisler
arabanın içine doğru çekmeye çalıştıkları halde elinde sımsıkı tuttuğu megafonunu bırakmıyordu. Kardeşime yardım etmek istedim
ve kargaşanın içine atladım. Ona yakın bir yere geldim ve megafonu
tutan elini serbest bırakmaya çalıştım. Belli ki karşı koymadan onu
polise vermeyi onuruna yediremiyordu. O yüzden megafonu kemerinden tutup çekmeye başladım. O kargaşa içinde beni görmediği
için, megafonu serbest bırakmadı. O an kendisini daha çok takdir
ettim; cesareti, direnişi ve fiziksel gücü dolayısıyla büyük hayranlık
duydum.
"Zalim devletin köpekleri" için işi kolaylaştırmak istemiyordu. Maalesef, onu kıstırabilecek kadar çok fazla polis bulunmaktaydı. Onu
polis minibüsünün içine koydular. Ne var ki, oturduğu yerden arkadaşlarına bazı işaretler vermeye başladı. Kardeşimi polise kaptırmış
olmanın derin acısını hissettim. Ne yazık ki o esnada kardeşimi kurtarabilmek için yapılabileceğim bir şey yoktu. Meğerse kardeşimi ve
dava arkadaşlarını az tanıyormuşum. Birkaç saniye içinde Fatih
Akıncıları polis minibüsünün etrafını sardılar. Minibüsün etrafını
öylesine sıkı bir ablukaya aldılar ki minibüsün geri ve ileri hareket
etmesini engellediler. Çok gergin bir direniş vardı ve orada korkunç
bir şiddet ve katliam olabilirdi. Zaman polisin aleyhine işliyordu.
Önde yürüyen diğer Akıncılar, polisin müdahalesini ve Metin Yüksel'in haksız yere tutuklandığı haberini aldılar. Polis, Metin’i tutmanın yarar ve zarar hesabını doğru yapmış olacak ki onu serbest bırakmaya karar verdi. Polis minibüsünden çıktıktan sonra kardeşimin
yüzünde zafer kazanmış bir komutan edasıyla beliren gülümsemeyi
hâlâ hatırlıyorum. Arkadaşları onu alkışlar ve büyük coşkuyla karşıladılar. Metin’in ağırbaşlı, haklı ve cesaretli duruşuna bir kaç kez
daha tanık olacaktım. Fatih’teki polisler bile ona saygı duyacak bir
noktaya gelmişlerdi.
238
İran'dan ulaşan iyi haberler kardeşime hayatta daha yüksek bir amaç
duygusu verdi. O idaresi zor ve lümpenlerin de karıştığı bir grup ile
uğraşmaktan yorgun düşmüştü; değişikliğe ihtiyacı olduğu belliydi.
Norşin’den Arizona’ya
Bu yüzden, derneğin liderliğinden ayrılmaya karar verdi ve dernek
üyelerinin protestosuna rağmen liderlik görevinden istifa etti. Hem
üzüntü hem de rahatlama hissediyordu. Nitekim bu istifadan sonra
en yakın militan arkadaşları ile seyahat etmeye başladı. Onun gerçek
planını sonradan öğrenecektim. İstifasından sonra örgüt lideri olarak
ben seçildim. Ancak, ben de birkaç aylık başkanlık döneminden
sonra istifa ettim. Başkanlığa Boksör Mehmet lakaplı uzun boylu bir
genç seçildi.
Metin'in yakın arkadaşlarından Mehmet Ali Tekin, daha sonra Metin
hakkında bir kitap yazacak ve şehadet yıldönümlerinde makaleler
yayımlayacaktı. "Şehid Metin Yüksel: Kardelenlerin Kan Kırmızı
Açtığı Gün" adlı kitabının 2008 yılında yayımlanan 3'üncü baskısında, Metin'in yakın arkadaşı Mehmet Şahin'in Metin ile ilgili hatıralarına ayırdığı bölümü şöyle başlıyor:
O, bizim öğretmenimizdi...
Bize sevgiyi, merhameti, şefkati,
O bize haksızlıklar karşısında direnmeyi, kavgayı öğretti
En iyiye ve en kötüye gebe olan gecelerde,
Yüreğimizdeki aşkı, beton duvarlara nakış nakış işlemeyi
öğretti.
Yoksulların yokluğuna, mazlumların feryadına sevdalanmayı…
Kurşunlara kafa tutmayı ve erkekçe dimdik ayakta durmayı…
Soğuk demirin temasında kor gibi yanan direniş meşalesini
ateşlemeyi, Sonra;
Karlı bir Şubat gününde, bir cami avlusunda, Cuma günü
Son dersini verdi ve gitti…
Mehmet Şahin benim de arkadaşımdı. Şair değil, yazar değil. Ama
yukarıdaki mısralar, özellikle son mısra Metin'in arkadaş çevresinin
yaşadıkları ve hayatları boyunca hâlâ sıcaklığını korudukları derin
duyguları çok güzel bir biçimde yansıtıyor. Metin'in arkadaşlarından
ve hâlâ Cihat’a devam eden Nureddin Şirin'in 2009 yılındaki anma
töreninde paylaştığı anısında da aynı samimiyet, sevgi, özveri ve
kardeşlik ruhuna tanıklık ediyor:
“Metin abi, caminin çıkışında dergi dağıtırdı. Kendisi reis
olarak bilinirdi. İçinde bulunduğu çevrede bir ağırlığı
vardı. Buna rağmen dergi dağıtmaktan geri durmazdı. Bugün ise bir yere başkan olanlar bu tür işlerden geri dururlar. Mesela, bir yerde temizlik işi olsa, eskiler yenilere bu
239
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
işe devreder. Başkan olan hiç karışmaz bu tür işlere. Oysa
Metin abi, bu tür işlere her zaman ilk koşan olmuştur… "
“Güngören Lisesi, Komünistlerin kalesi durumundaydı.
Okula başladığımız ilk günlerde sınıfa geldiler ve manifestolarını ilan ettiler. 'Yobaz ve faşistler, bu lisede barınamaz'
dediler. Bir başörtülü kızı da tehdit ederek okulu bırakmasını sağladılar. Komünistler, kimliklerini göstermek için
Cumhuriyet, Milliyetçiler her gün bizler de İslami kimliğimizi göstermek için Milli Gazete'yle birlikte gezerdik… Bir
gün beni çağırdılar ve cebimde neden Milli Gazete taşıdığımı sordular. Sonra da 'Biz, burada yobazları barındırmayız' dediler…"
"Bu olaydan sonra bir gün Metin abiyle karşılaştım. Bir
derdimin olup olmadığını sordu. Kendisine okulda yaşadıklarımızı anlattım. Sonra elini omzuma koydu ve 'Senin kılına
dokunursalar, tek başıma o okulu başlarına yıkarım' dedi."
"Elini omzuma koyuşu bana güç verdi. Bu olaydan birkaç
sonra hafta sonra da şehadet haberini aldım. Defnedilirken
mezarının başındaydım. Mezarının başında ona 'Senin yolunu sürdüreceğiz' dedim. Onun sözleri değil, omzumuza
değen elleri, bizleri cesur, kararlı ve yürekli olmamıza yetmişti."
Yirmi bir yıldan fazla yaşamayan bir gencin vefatından 30 yıldan
fazla süre geçmesine rağmen hâlâ böylesine anılması hem o gencin
yürekli duruşu, azmi ve samimiyeti hakkında, hem düşmanlarının
kalleşliği ve haksızlığı hakkında, hem de arkadaşlarının azmi ve sadakati hakkında bilgi verir. Nitekim bir zamanlar Türkiye'nin başına
musallat olan paşalar tarafından haksız yere idam edilen Deniz Gezmiş'in de vefatından kırk yıl sonra hâlâ sevgi ve övgüyle anılması
benzeri koşulların bir arada bir kişide veya olayda gerçekleşmesinin
bir sonucudur. Metin İslamcı mücadelede kritik bir dönemin sembolüydü. İslamcıların paraya ve iktidara tapmadığı, davaları için hayatlarını riske soktuğu bir dönemin...
240
Komşu İran'da büyük değişim haberlerini öğrenince heyecanımız ve
azmimiz doruğa ulaşmıştı. Bu haberleri yerleşik medyadan değil, haftalık dergi Şûra yoluyla aldık. Yerleşik medya, İran'da gelişen olayları
aylar sonra fark etti. Şura dergisi Türkiye'de bir İslami devrimi destekleyen profesyonelce tasarlanmış büyük boy dergi idi. Derginin editörü kışkırtma uzmanıydı. "Allah'ın kullarından biri" anlamına gelen
Abdullah Birisi takma adını kullanan Yılmaz Yalçıner idi. Kendisi
Norşin’den Arizona’ya
gibi abartılı ve provokatif dil kullanan Ömer Yorulmaz'ı ekibine almıştı. Her ikisi daha sonra 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra
uçak kaçırmaya çalışacak ve Diyarbakır cezaevine gireceklerdi. Doğruluk derecesini bilmiyorum, ama iddialara göre Yılmaz Yalçıner Diyarbakır cezaevinde işkenceci Esad Oktay Yıldıran tarafından Kürt tutuklulara zorla dayatılan sözde dini ve milli eğitim için kullanılmış!
Selahattin Eş, Hüsnü Aktaş ve diğer bazı köşe yazarları ile Şura, radikal İslamcıların sesi haline geldi. Kadrosundan birkaç yaş daha genç
olduğum için Şura'ya yazar olmak aklıma bile gelmiyordu. Her bir sayısı mahkeme tarafından yasaklanıp toplanacaktı. Toplatılma bir komedi idi; zira toplanması yayını ve dağıtımından günler sonra uygulanıyordu. Nihayet tamamıyla kapatılınca, aynı ekip onun yerine Tevhid
dergisini yayınlayacak ve o da kapatılınca bu kez üçüncü dergi, Hicret
yayınlanacaktı. Ben yazarlık kariyerime Hicret dergisi için birkaç makale ile başladım. Hicret dergisi Selahattin Eş tarafından yayımlanıyordu ve üslubu Yalçıner gibi kışkırtıcı değildi. O yazılarımdan biri,
din sömürüsüyle damadı Enver Ören’e büyük bir holding bahşeden
Nakşibendî şeyhi Hüseyin Hilmi Işık'ın yazdığı Saadet-i Ebediye adlı
kitaba yönelttiğim bir eleştiriydi. Babam sayesinde, Hüseyin'le kendi
evinde bizzat görüşüyordum.
Konuya bir paragrafla ara verip Hüseyin Hilmi Işık'ı tanıtayım. Orduda zehirli gazlar uzmanı bir kimyager olarak görev yapmıştı ve
albay olarak emekliye ayrılmıştı. Hanefi mezhebine ve Nakşilik tarikatına sıkı sıkıya bağlı idi ve birincisi için Fetavay-ı Hindiye kitabını, ikincisi içinse İmami Rabbani'nin Mektubat adlı kitabını temel
iki kitap olarak izlerdi. Kuran meali okunmasına, yani Kuran'ın anlaşılarak okunmasına açıkça karşı idi… Hatta hadislerin de okunmasını eleştirirdi… Ona göre mukallitler, "Kuran'ın açıklaması olan hadislerin" açıklaması olan ilmihal kitaplarını okumalıydılar. Nitekim
mukallitler için Tam İlmihal Saadet-i Ebediye adlı iki kiremit boyunda kap-kalın bir kitap yazmıştı. Kuranın açıklamasının açıklamasının açıklaması olarak… Tavşanın suyunun suyunun suyu!
Kıldan tüyden takıntıları vardı ve ona bağlı müritlerin diğer Sünni
mukallit ve müritlerle yaptıkları tartışmalara yoğunlaşırdı. Hoparlör
ile ezan okunmasını ve namaz kıldırılmasını bidat olarak görürdü.
Bunun için teknik bir tartışma yapıyordu. Hoparlörün ürettiği sesin
imamın sesinin aynı olmadığını, elektrik akımı yoluyla oluşturulan
titreşimler olduğunu uzun uzadıya açıklıyordu. Ayrıca, diş dolgusunun gusül abdestine engel olduğunu savunuyordu. Hüseyin Hilmi
Işık "diplomalı salak" diyebileceklerimizin tipik, klasik bir örneği
241
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
242
idi. Buna rağmen bu tür saçma sapan tartışmaları ciddiye alan binlerce mürit toplamayı başardı. Gerçi ben de o zamanlar dogmatik bir
Sünni idim ama mezhepçi fıkıh kitaplarının dipnotlarındaki tartışmalı detaylar üzerinde vesveseli analizler yapan Hüseyin'i, iğnenin
ucunda kaç meleğin dans edebileceğini tartışan Hıristiyan papazlarından veya Sebt ve kap kacak konusunda kılı kırk yaran Yahudi hahamlardan farklı görmüyordum.
Hicret dergisinde yayımlanan ikinci ve dördüncü makalelerim sıkıyönetim mahkemeleri tarafından altı yıl hapisle cezalandırılmama
sebep oldu. "Hicret" başlığı bir öngörü gibiydi veya kendi kendini
gerçekleştiren bir ifade idi. Nitekim 12 Eylül 1980 ihtilalinden hemen sonra Hicret dergisinin kurucusu Selahattin Eş gizlice İran'a
hicret edecek ve orada yeni bir hayata başlayacaktı.
1979'un Şubat ayında İran’da devrim gerçekleşti. Humeyni Fransa’dan İran’a döndü. Bazargan ve Bani Sadr liderliğindeki ilk kabine
ilan edildi.
Yirminci Yüzyıl’da iyi izlediğimi hatırladığım birkaç anı var. Biri
Apollo 11’in aya inmesiydi. O zaman on iki yaşımdaydım ama kozmik maceramızı çok merak ediyordum. Neil Armstrong’un sözlerinin ve NASA’daki bilim adamlarının kutlama sözlerinin canlı radyo
yayınını duyduğumu yeri hatırlıyorum. Şehzadebaşı Camisi’nin biraz güneyinde sinemaların ve büfelerin bulunduğu caddede yürüyordum ve bir büfenin önünde durarak radyo yayınını dinledim. İkincisi
de 1974 yılının Ekim ayında Muhammed Ali ile George Foreman
arasındaki “The Rumble in the Jungle” olarak bilinen karşılaşmaydı.
Gün ışımadan uyandım ve maçı televizyonda canlı seyretmek için
Kadınlar Pazarı denilen sokaktaki bir kahveye gittim. Muhammed
Ali'nin o devasa rakibine yenilebileceğinden endişeliydim; resmen
titriyordum. Dikkatle izlediğim üçüncü olay ise İran Devrimi’ydi.
Bu da aya inmek ya da çirkin bir yüzün çenesine yakışıklı bir yumruk kondurmak kadar heyecan vericiydi.
***
Kardeşim Metin’in hikâyesine dönelim. Kardeşim geçici olarak geri
geldi ve tekrar bize katıldı. Bu habere çok sevinmiştik. O ve onun
grubu Fatih bölgesinde yüzlerce duvarı Farsçadan çevrilmiş sloganlarla doldurdular. Bazı duvarlara Humeyni'nin portresini de çiziyorlardı. Fatih Camisi’ni saran tarihi kubbe kompleksinde yer alan Vakıflar Yurdu’nun duvarları bu propagandadan istisna edilmedi.
Kompleks, orijinalinde bir medrese, bir kütüphane, bir hastane, bir
kervansaray, bir market ve bir hamam içeriyordu. Ama o yıllar o eski
Norşin’den Arizona’ya
binanın büyük bir bölümü öğrenci yurdu olarak kullanılıyordu. Vakıflar Yurdu’nun Fevzipaşa Caddesi’ne bakan 100 metre uzunluğundaki ve 20 metre yüksekliğindeki duvarları Metin'in dikkatinden
kaçmamıştı. Bir yöntemle oraya Türkiye'nin en büyük grafitisini
yazmayı başardı. Her harf yaklaşık dört metre uzunluğundaydı.
Şöyle yazıyordu: HÂKİMİYET ALLAH'INDIR! Yani bu slogan,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni taçlandıran ama aslında pek rağbet
edilmeyen, “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” resmi deyişine
karşı parodi niteliğinde bir duvar yazısıydı. Fatih, Fevzipaşa Caddesi’nde yürüyen herkes Türk devletine yönelik bu meydan okumayı
fark ediyordu. Her nedense polis bu yazıyı silmedi. Belki yazılar çok
yüksekti ve bir itfaiye arabası gerektirecekti. Ya da bu bizi mutlu
edecek önemsiz bir tavizdi.
Birden kendimi İranlı üniversite öğrencileriyle buluşur buldum.
Daha önce varlıklarından bile haberim olmayan İranlı üniversite öğrencileri yine hiç bilmediğim bir Şii Camisi’nde toplanıyorlardı.
Rıza, Behruz, Behnam gibi tuhaf isimleri olan arkadaşlardı. Hepsinin güzel bir aksanı vardı ve günde üç kez ve biraz farklı biçimde
namaz kılıyorlardı. Hatta bizim aksanı bile biraz etkilediler. Türkçe
makamıyla söylediğimiz Arapça "Selam’ımızı, Farsça makamıyla
söylemeye başladık. Fars dili, tarihi, kültürü ve gelmiş geçmiş Şii
mezhepleri ile ilgili konulara dalıp hızlı bir öğrenimden geçtik. İran
devrimine o kadar sempati duyuyorduk ki, Sünniler ve Şiiler arasındaki büyük teolojik farklılıkları ve tarihi çatışmaları bir anda unutmaya hazırdık! Onlar da benzeri bir tavır gösterdiler ve uzlaşmaya
çalıştılar. Biz Amerikan piyonu diktatör Şah Rıza'yı erkânıyla birlikte kovan İran halkı ile birlikte coşku ve sevinç içindeydik. O sloganlarımızı halen çok net hatırlıyorum:
İstiklal, Azadî, hukûmet-i İslami!
Bağımsızlık, özgürlük, İslami hükümet!
Hukûmet-i şahenşahî âmil-i her tebahî!
Şah'ın hükümeti: tüm kötülüklerin kaynağı!
Allahu ekber, Humeyni rehber!
Allah En Büyüktür; Humeyni liderdir!
Merg bar Amrika!
Amerika'ya ölüm!
O zamanlar taçlı bir Firavun’un yerine sakallı Firavunların iktidara
geleceğini bilmiyordum. Türkiye’de sıranın bizde olduğunu umuyorduk saf saf. Sadece kendi Humeyni'mizi bulmaya ihtiyacımız
243
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
vardı. Erkek kardeşim daha derinden ilgiliydi. Elçilikleri ve konsoloslukları bir bir teslim alan, İslami devrimin destekçisi olan İranlı
öğrencilerle beraber çalışıyordu. Metin, vurulmadan bir gün önce,
22 Şubat’ta, İran asıllı ruhban Ahund Mehdipur ile birlikte İzmir’de
idi ve Şah’ın adamlarından elçiliği teslim almışlardı. Mehdipur bir
basın açıklaması ile devrimi kutladı. Mehdipur İstanbul'daki bir Şii
camisinin imamıydı. Ayetullah ya da Hüccetülİslam değildi. Onun
Şii hiyerarşisindeki adı Ahund idi. Artık ne anlama geliyorsa… Meğer devrimin liderlerinden Ayetullah Şeriatmedarî’nin gözde öğrencilerinden imiş. Ayetullah Şeriatmedarî'nin uzlaşmacı tavrı, sonradan onu Humeyni ile karşı karşıya getirecekti. 1978'lerin sonunda ve
1979'ların başında İran’da yaşanan kargaşa ve devrim sırasında bu
bilinmeyen basit din adamı bir aktiviste dönüştü. Medyanın ilgisini
çekti, konuşmalar yaptı, politik gösterilere katıldı. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibiydi ya da bir kedinin aslana... Hoş aksanı ve
zekâsıyla açık ve hırslı bir aktivistti. Görevi, radikal Şii ideolojiyi
yaymaktı. Kardeşim Akıncıların karizmatik bir lideriydi ve hepimiz
gibi İran devrimine âşıktı. Bu yüzden yolları kesişti. Kardeşim Mehdipur ile İzmir'de İran devriminin dışarıdaki dalgalarını yönlendirirken, o gün ben İstanbul’daydım. Sonraki gün hem benim, hem de
ailem ve arkadaşlarımız için büyük bir trajedi olacaktı.
Yakınımızda beş veya altı katlı bir apartman vardı. Bozkurtlar veya
Faşistler tarafından kullanılıyordu. Kalemizin iki yüz metre doğusunda, burnumuzun dibinde ülkücülerin yurdunun olduğunu bile bilmiyordum. Meğerse orası Niğde Öğrenci Yurdu imiş. Normal öğrenci yurtlarında görmeye alışık olduğumuz aktiviteler göstermiyorlar ve varlıklarını hissettirmiyorlardı. Sanırım orayı bir çeşit Komünistlerden saklanma yeri olarak görüyorlardı…
Birkaç ay öncesi kardeşim Metin ile birlikte evimizden yurdumuza,
yani Fatih Camisi’nin etrafındaki medreseler doğru yürüyorduk.
Evimiz Caminin yaklaşık bir kilometre güneyindeydi. Daha önce alışık olduğum bir sokaktan geçmek istedim. Ancak kardeşim başka bir
sokak önerdi. O zaman Bozkurtlar hakkındaki endişelerini benimle
paylaştı; kendisine zarar verebilirlermiş… Orayı bir yılan deliği olarak varsayarak bir sokak ötesinden geçtik.
244
22 Şubat günü Fatih Camisi’nin avlusunda bir olay vuku buldu: Arkadaşlarımızın dediğine göre yurttaki faşistlerin reisi Ali Bilir, bir
arkadaşımızı silahıyla tehdit etmiş. Yine duyduğumuza göre, Fatih
Akıncılarından birkaç arkadaşımız Ali’yi avluda tabanca ile hava
Norşin’den Arizona’ya
atarken yakalamış ve cami avlusunda silahla dolaşmaması konusunda uyardıktan sonra, silahına el koymuşlar.
Bu olaydan sonra yurtta gergin bir hava hâkimdi. Benim kurduğum
FT-19 grubundaki bazı gençler bile olayla ilgili çok şey duymuşlardı. Derken, öğleden sonra Niğde Öğrenci Yurdu’nda kalan Ülkücülerin reisinden bir mesaj geldi. Benimle görüşmek istiyordu.
Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun (o günün şartlarında) ne kadar inanılmaz olduğunu, Ülkücüler hakkında hiç bir şey bilmediğimi
anlıyorum. Daha önceden söylendiği gibi buluşmaya tek gittim. Buluşmaya faşistlerin reisi Ali Bilir, İhsan Barutçu ve birkaç arkadaşı
gelmişti. O, kaptırdığı silahının derdindeydi ve hemen silahın iade
edilmesini istiyordu. Silahı onun için bu kadar değerli kılan şey onun
bir antika ya da üzeri değerli taşlarla süslü olması gibi şeyler değildi.
Zaten alelade bir silahtı. Ülkücülerde silahtan bol ne vardı ki? Silahı
geri istemelerinin sebebi, inandıkları ideolojinin silahı kutsaması,
namusla eşdeğer tutmasıydı. Bunun da kökeni Orta Asya’da, özellikle Moğolistan’da yaşayan Türklerin o geleneksel deyişinde saklı:
At, Avrat, Pusat! Bunların her üçü de erkeğin şerefi, namusu imiş.
Bunların herhangi birine halel gelmesi erkeğin şerefini iki paralık
etmesi anlamını taşırmış. Yani Akıncılara silahını kaptıran Ülkücü
reisinin şerefiyle oynanmış ve artık başı dik gezemez olmuştu. Diğer
bir deyişle, onuru ve şerefi de silahıyla beraber gitmişti. Ona silahını
kimin aldığını araştıracağıma ve silahı bulup kendisine iade edeceğime dair söz verdim. Maalesef onun o kadar çabuk beklediğini bilmiyordum.
Görüşmeden döndükten sonra grubum olan FT-19’lular aracılığıyla
haber gönderdim. Akşam olmadan yiğit ve sessiz bir üniversite öğrencisi olan Nuh’la konuşuyordum. Nuh; olgun, barışçı ve şiddete
eğilim göstermeyen biriydi. Meşru müdafaa güdüsüyle Ali Bilir’in
silahını almıştı ve geri vermeye de niyeti yoktu. O gece Nuh, Ülkücüler tarafından vuruldu, kurşun başını sıyırıp geçmişti. Aynı gece
askerler yurtlarda arama yapıyordu ve ben o akşam yurt girişinde
asker tarafından üstüm aranırken çekilen bir fotoğrafımı her nedense
yurdumuzun aranmasını ana haber yapan Milliyet gazetesinin ilk
sayfasında manşetinin yanında buldum.
Halen o geceyi nerede geçirdiğimden emin değilim, evde mi yoksa
yurtta mı? Metin’in vurulacağı o trajik günde, 23 Şubat 1979 sabahı
bazı arkadaşlar ile birlikte yurttaydım. Kardeşimle yurtta karşılaştım. İzmir’den yeni gelmiş ve faşistlerin Nuh’a saldırdıklarını haber
almıştı. Hem kendini hem de bizi kendi bölgemizde faşistlere rahat
245
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
hareket etme hakkı tanıdığımız için suçluyordu. O, faşistlerin ne kadar vahşi ve saldırgan olabileceklerini iyi biliyordu. Bir defa ülkücü
militanlar ‘kurt’ sembolüyle tanımlanıyordu ve buluştuklarında da
kurtlar gibi uluyorlardı.
Metin’in kendi burada ama ruhu/aklı başka yerdeydi. Artık duygusal
olarak Fatih’e bağlı değildi, aklı fikri Afganistan’daydı. Oradaki mücahitlere katılmak, Rus işgaline karşı onlarla beraber cihat etmek
için hazırlık yapıyordu. Metin Afganistan’daki Müslümanların Türkiye’dekilerden daha fazla ve acil olarak mücahitlere ihtiyaçları olduğu kanaatindeydi. Mehmet Ali Tekin’le, yani en yakın dostuyla
çoktan hazırlıkları yapmıştı. Mehmet Ali, “Reis” diye çağırdığı can
yoldaşını kaybettikten sonra Afganistan cihadına katılacaktı.
O gün Cuma idi. Türkiye'deki İslamcı gençliğin tarihinde unutulmaz
günlerden bir gün, 23 Şubat 1979 günüydü. Birkaç Akıncı ile birlikte
Çarşamba’da küçük bir mescide Cuma namazına gitmiştik. Orada
imam hutbe verirken ayağı kalkmış ve geleneği çiğneyerek açıktan
protesto etmiştim. Diyanetten kendisine gönderilen resmi propagandayı hutbe diye okumasını eleştirmiştim.8 Namaz sonrası yurda döndüğümde Fatih Camisi’nin doğusundaki kalabalık dikkatimi çekti ve
FT-19’dan bir delikanlı o haberi getirdi: Kardeşim, ülkücü Faşist
çete tarafından cami avlusunda vurulmuştu! Çok acı verici bir andı.
O ana kadar kardeşimi bu kadar çok sevdiğimi fark etmemişim.
Hatta bazen yılları bulan ayrılıklarımıza rağmen aramızdaki bağ hep
güçlüydü. Suikast haberi, yani kardeşimin ‘şehadet’ haberi tüm Türkiye’de bir şok dalgasına neden oldu. İslam dünyasında bile yankı
buldu… O andan itibaren sağcı siyasilerin, Akıncılar ile Ülkücüler
arasındaki çatışmayı durdurma çabaları nihayeti imkânsız olan bir
sürece dönüştü. Artık aramıza kan girmişti, sıradan/alelade birinin
değil, Metin Yüksel’imizin kanı, yani efsane reisimizin… Herhangi
bir yerde değil, Fatih Camisi avlusunda, yani kurtarılmış bölgemizin
kalbinde dökülmüştü kan… Ve herhangi bir zamanda değil mübarek
Cuma günü, Cuma namazı sonrası… Hem de herhangi biri değil dört
faşist reisi tarafından… Yüz yüze, erkekçe değil; Metin’de silah olmadığı halde kahpece arkadan saldırmışlardı.
8
246
Metin'in şehadetinin 33'üncü yıldönümü nedeniyle şu twit’i paylaştım: "Metin
Yüksel, emperyalizme, kapitalizme ve faşizme karşı bağımsızlık, sosyal adalet
ve eşitlik için kıyam edip yükselen vicdanın sesiydi." Buna cevap verenlerden
birisi hatırlamadığım eski bir arkadaştı. O zaman benimle birlikte Cuma namazı
kılan Yusuf Yıldırım adlı bir arkadaş. 33 yıl sonra ismini unuttuğum camiyi bir
twitter ile bildirdi. "Öbür Yüksel de (Edip) o gün Pirinci Sinan Camisi’nde bir
heybet abidesiydi sanki ısmarlama hutbeye başkaldırırken."
Norşin’den Arizona’ya
Dürüst değillerdi, kardeşim onlarla konuşma niyetindeyken çok kısa
mesafeden saldırıp vurmuşlar, ardından da tekbirler getirerek kaçmışlardı. Kardeşim onların herhangi birine bir şey yapmış değildi,
hatta katillerden biri olan İhsan Barutçu, Fatih’te Vefa Lisesi’nde
okurken Komünistlerin elinden kardeşim tarafından kurtarılmıştı.
İhsan’ın Akıncılar derneğine gelip yardım istediğine bizzat tanık olmuştum. İhsan, kardeşimi katletmek dâhil birkaç şiddet suçundan
toplam 12 yıldan az yatacak ve 1991'de cezaevinden koşullu olarak
serbest bırakılacaktı… Bu yetmiyormuş gibi, İhsan MHP'nin İstanbul örgütünün başkanı oldu ve sonunda yine MHP'den milletvekili
adayı olarak listenin başına alındı. Kardeşimin katili bu adam 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden bir süre önce
ortaya çıkarılan uygunsuz görüntüleri yüzünden MHP milletvekili
adaylığından ayrılmak durumunda kaldı ama yine milletvekili olarak
seçilip, TBMM'ye girdi.
Kardeşimin cenaze töreni büyük bir olaya dönüştü. Ertesi gün elli
binden fazla insan, yani Metin’i reis bilen binlerce Akıncı veya sempatizan, Fatih Camisi’nde toplanarak kardeşimin cenazesine katıldı.
Fatih Camisi ve onun devasa avlusu çok duygusal bir kalabalığa ev
sahipliği yapıyordu. Ben kızgındım ama dava uğruna buna sabredip
yolumda ilerlemeye karar vermiştim. Cenaze namazı sonrası avluda
kısa bir konuşma yapmam için çağırdılar beni. Faşistlerin cinayetini
lanetledikten sonra Türkiye’de davamızın kesintiye uğramadan İslam devrimine kadar devam edeceğine ve bu davaya sadık kalacağımıza dair kısa bir konuşma yaptım. Babam Molla Sadreddin, daha
kısa bir konuşma yaparak cinayetin nedeni/azmettiricisi olarak ırkçı
ideolojiyi göstermişti. Cenaze merasiminden sonra birkaç kilometre
ötede, kabrin olduğu Edirnekapı Mezarlığı’na yürümek istedik. Sıkıyönetim toplu yürüyüşü yasaklamış olmasına rağmen askerler kızgın kalabalığı tahrikten uzak duruyordu. Askerler bizim sıkıyönetim
yasasını çiğnememize göz yumdular. Merasim boyunca, kardeşime
yazdığım mektubumun olduğu devasa bir poster ve Metin’in fotoğrafları kalabalığa dağıtıldı. Milli Gazete matbaasında büyük harflerle
tam sayfa yayımlanan makaleyi aşağıya alıyorum:
“Karlar üzerinde kıpkırmızı kanını gördüm kardeşimin.
O’na ait en son gördüğüm; bu kan birikintisiydi. Kardeşim
yiğitti, mertti, cesurdu, güzelin ve mazlumun yanında idi.
Irkçı, faşist canilerce Cuma namazından çıkışta cami avlusunda vurulmuştu.
Silahsızdı kardeşim.
247
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Öldürmekten başka şey düşünmeyen bir grup caninin kurşunlarına hedef olmuştu, kahpe kurşunlara!..
Cuma namazından sonra sessizce dua etmişti, mutlaka şehit
olmak için dua etmiştir, her zamanki gibi. Allah da kabul
etti.
Daha önce de Komünistler tarafından kurşunlanmıştı. Vücudunda üç kurşun yarası kalmıştı Komünistlerden. Biliyordu bir gün şehit olacağını ancak Türkçülerden yani düzenin uşağı MİT ve CIA'nın piyonu ırkçılardan beklemiyordu. Hele camiden çıkarken bunu yapacaklarım düşünemezdi. Hatta Cumayı yanında kılan münafık katillere, çıkarken Müslümanca selam da vermişti. Yanıldı... Evet, biz de
yanıldık. Unutmuştuk daha geçen sene Erdoğan kardeşimizin ve daha nicelerinin faşistler tarafından şehit edildiğini...
Kardeşim,
Canım kardeşim, affet ağabeyini. Seni şimdi anlıyorum. Allah yolundaki mücadeleni devam ettireceğim. İslâm devriminin gerçekleşmesi yolunda ya şehit ya gazi!.
Metin'imi vuranlar Müslüman olamaz. Hem de camiden çıkarken, silahsızken vuranlar Müslüman değil, insan bile
olamaz.
Sevgili Peygamberimiz boşuna buyurmamıştır: "Irkçılık davası güden, onun için savaşan ve onun yolunda ölen bizden
değildir."
23.2.1979
Metin’i iyi tanıyan görgü tanıklarına göre babam da Cuma namazını
o gün aynı camide kılmıştı. Silahlar patladıktan sonra insanların Metin’in adını fısıldadıklarını duymuş. Böyle bir şeyi zaten beklediğinden hemen eve gitmiş ve anneme Metin’i canından çok seven anneme şöyle demiş: “Müjde hanım, sen artık bir şehit anasısın!”
Annem bu büyük acıya zor dayanmıştı. Ömrünün son zamanlarına
kadar, oğlunun şahadetinden otuz yıl sonra bile Metin’den bahsederken derin bir kederle söylerdi sözlerini. Babamın, göstermese de,
duygusal olduğunu bildiğim için ne kadar acı çektiğini tahmin edebiliyorum. Fakat o barışçıl ve sıcakkanlıydı. İnsanların intikam isteklerine rağmen babam onları sükûnete ve barışa davet ediyordu.
248
Birkaç ay sonra, yani kardeşimin katilleri yakalandıktan sonra, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden birkaç ülkücü genç, babamdan oğlu
Metin’in katilleri olan Ali Bilir, İhsan Bal ve İhsan Barutçu’yu af-
Norşin’den Arizona’ya
fetmesini istemek için evimize gelmişti. Görgü tanıklarının mahkemeye çıkmamasını istiyorlardı. Ayrıca babama katil Ülkücü Ali Bilir’in dindar biri olduğunu, görgü tanıklarının yanlışlıkla, başka biriyle karıştırarak şahitlik yaptıklarını söylüyorlardı. Tabii ki bu su
götürmez bir yalandı. Çünkü onlarca kişinin gözleri önünde mezkûr
şahıs kardeşime kıymıştı.
Babam Molla Sadreddin Yüksel, inançlarında ve düşüncelerinde her
ne kadar radikal olsa da dediğim gibi sulh taraftarıydı. Onların önerisini kabul etmek istiyordu. Fakat ilk defa o gün babamın benim
fikrime de önem verdiğini fark ettim. Onların davetini, ricasını ya da
tehdidini, artık ne denirse, düşünürken bana bakıyordu. Oysa ben
böyle bir şeye kesinlikle karşıydım; çok kızmıştım! Birçok zaman
yaptıkları gibi dindarlığa dair duyguları kötüye kullanarak katil arkadaşlarına aracı olmaya çalışan bu sağcılara derhal evi terk etmelerini söyledim. Babamın içinde bulunduğu sıkıntılı durumu anlayabilecek durumda değildim. Herhalde babamı tehdit etmişlerdi. Ağabeyi olarak Metin’le ilgili verdiğim tepki sonrasında babam şu karara vardı: Tanıklar ne istiyorlarsa onu yapacaklar, babam ne avukat
tutacak, ne de tanıkların dinlendiği duruşmalara katılacaktı. Tağutî
bir düzenin mahkemesine inanmıyordu. Öte yandan, tanıkların mahkemeye gitmemeleri yönünde onlardan herhangi bir istekte bulunmaktan uzak durmuştu. Bu da katillerin işine gelmişti.
Mahkeme günü duruşmanın yapılacağı Selimiye Kışlası’na gittim.
İhtilalden sonra siyasi tutukluların tutulduğu bir yer haline gelecekti.
Açıkçası ne olup bittiğini bilmiyordum. Bana ne iddianamenin bir
kopyası verilmişti, ne de avukatım vardı. Dahası, görgü tanığı bile
değildim. Orada ne yapacağımdan, hatta nereye oturacağımdan bile
habersizdim… Fakat nasıl olduysa mahkemeye davet edilmiştim ve
son ana kadar da gitme niyetim yoktu. Son anda gitmeye karar verdim. Duruşma salonuna çağrılınca içeri girip de kardeşimin katillerini (Ali Bilir vs.) ve onların yakınlarını görmemle kendimi kaybetmem bir oldu. Bağırıp çağırdım, katillere bela okudum. Kendimi
apar topar duruşma salonun dışına çıkarılmış buldum. Kaderin bir
cilvesi olarak, mahkemedeki bu duygusal tepkimin üzerinden henüz
bir yıl bile geçmeden, zalim askeri hükümet beni kardeşimin katilleri
Ali Bilir ve İhsan Barutçu ile askeri tutukevinde bir araya getirecekti.
Gazete haberlerine göre, görgü tanıklardan biri saygın bir YTÜ öğrencisi ve aynı zamanda İstanbul Akıncılar Teşkilatı’nın da başkanı
idi. Dursun Özcan mahkemede şu ifadeyi vermişti:
249
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Cumadan önceki gece her yer karla kaplanmıştı. Cuma namazından sonra camiden çıkıyorduk ki caminin doğu kapısında bir hareketlenme oldu. Bizden önce çıkan bazıları heyecanla bir şeyler yapıyordu. Derken çınar ağaçlarının arkasına saklamış birinin sol eliyle ateş ettiğini gördüm. Hedefte caminin Çarşamba semti yönündeki kapısında kalabalık oluşturan arkadaşlar vardı. Fakat sadece o el değildi
ateş eden, sanırım onunla birlikte başkası ya da başkaları
da havaya ateş ediyorlardı. Ve tüm bunlar olurken ortalıklarda bunu önleyecek kimsecikler yoktu. Nasıl olduysa bunu
yapanlar bir şekilde korunmuştu. Zira bunlar vuku bulurken
bunu yapan failler adeta izole edilmiş gibiydi. O anda Metin’in yere düşmesiyle o güruhun kaçması bir oldu. Kaçarlarken de tekbir getiriyorlardı. Metin’i derhal hastaneye götürdük. O’nun vurulduğuna şahit olduk fakat yanına ulaşmadan şehit olduğunu anlamamıştık."
Otopsi raporlarına göre Metin Yüksel cinayetinde dört farklı silah
kullanılmıştı: kurşunlar 6.23’lük, 7.65’lik ve 9 milimetrelikti ve bir
de Sten tabancasına aitti.
Bir aydan fazla bir süre boyunca Milli Gazete ve Yeni Devir gibi
gazeteler ile birçok dergi farklı organizasyonlardan, siyasi partilerden, bireysel olarak veya politikacılardan gönderilen sayfalarca taziyeyi yayınladılar. Ayrıca yeni kurulmuş olan İran İslam Cumhuriyeti’nin liderlerinden ve dünyanın dört bir yanından Müslüman organizasyonlardan taziye mektupları gelmişti. Aynı şekilde diğer İslamcı gazetelerde de Metin’in şehadetiyle ilgili yazılar çıktı. Metin’in hayatını anlatan birkaç kitap yayınlandı. Bununla birlikte tehditkâr açıklamalar da olmadı değil. Örneğin; faşistlerin partisi olan
MHP’nin gençlik kolları başkanı Kazım Ayaydın, arkadaşlarının
kardeşimi şehit etmesinden sadece üç gün sonra bir gazeteye verdiği
demeçte adres göstermeden bizi, yani Akıncıları tehdit etmeye devam ediyordu:
“Böyle olaylara karşı uyanık olmalıyız. Bazı Komünistler ve
dönekler Akıncılar teşkilatının içine sızdı. Eğer bu unsurlar
tasfiye edilmezse bu ve benzeri kazalar vuku bulmaya devam edecektir.”
250
Tüm bunların tuzu biberi olarak ironik bir şekilde Ayaydın’ın başbuğu(!) Alparslan Türkeş de taziye mektubu gönderenler arasındaydı. Ayrıca taziye mektuplarının içinde öne çıkan çok farklı bir
Norşin’den Arizona’ya
tanesini de unutmamak gerek. Hayır, içeriğinden ya da göndereninden kaynaklanan bir farklılık değil bu, kullanılan dil ve alfabeyle ilgiliydi. Tedavülden kalmış bir dil ile yani Osmanlı Türkçesinin Arap
alfabesiyle yazılmıştı bu mektup. Fethullah Gülen, Türkiye'deki en
güçlü Nurcu grubunun lideri/hocası özel mektubunu nesli tükenmiş
bir dilde yazmayı tercih etmişti.
Niçin? Belki de bunu anlatmak için bir kitap yazmak gerek. Aslında
bu konuda çok güzel bir kitap yazılmış bile. Cengiz Özakıncı’nın
yazdığı bu ve buna benzer olayları anlattığı Türkçe yazılan çok değerli bir kitabı var: Dil ve Din. Tabi Bourdeu’nun yazdığı ‘Language
and Symbolic Power’ -Dil ve Sembolün Gücü- adlı yapıtını da unutmamak gerek.
Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve beraketuhu
Muhterem Hocam
Mahdûm-i âlîlerinin mazlûmen şehîd edilmesi peder-i
muhteremleri sizler için ciğer-sûz bir hâdise olmakla
beraber “Allah yolunda katledilenleri ölüler olarak
saymayın” medlûl-i âlîsince Hazret-i pervardigâra
takdîm edilmiş bir tuhfe-i mübeccele olduğu zât-ı devletlerince derkârdır.
Mazlûm-ı muhtereme Hazret-i Rabbu’l-İzzet’den derecât-ı âliyât dileği ile siz çok muhterem hocamın ve
mazlumun vâlide-i muhteremelerinin gamnâk olan
fuâd-ı münkesirelerinin sabrıyla medâr-ı teselli-yi vâri-
251
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
dat-ı celile-i seniyyenin devam ve temâdisini niyâz ederim muhterem hocam
Ed-Dâ’i Ve’l-Müsted’î
M. Fethullah
(Şehid Metin Yüksel: Kardelenlerin Kan Kırmızı Açtığı
Gün, Mehmet Ali Tekin, Beka Yayınları, 3. baskı, 2008,
p: 215.)
Fatih Camisi’nin avlusunda, Metin’in şehit olduğu yer, hatırasını
taze tutmak için sık sık kırmızıya boyanır. Her sene, 23 Şubat’ta Metin’in yaşayan arkadaşları ve genç İslamcılar aynı yerde toplanır
sonra da onu anmak için mezarına giderler. Bazı televizyon kanalları
hâlâ bu anmaları yayınlıyor ve anısını da acısını da canlı tutuyor.
Metin’in ismi bazı kamuya ait yerlere verildi. Mesela İstanbul’da bir
park… Onun ardından ezgiler ve marşlar söylendi. Bunları internette
ve YouTube'da bulmak mümkün.
Daha 21 yaşına bile girmemiş bir gencin nasıl böylesine bir efsaneye
dönüştüğünü ve anılarının nasıl bu kadar uzun sürdüğünü açıklamak
zordur. Aşağıdaki ifadeler bir internet sitesine ziyaretçiler tarafından
asılan notlardan bir demettir. Sevilen birisini ansızın zalimlere kaybetmenin gücünü gösteriyor ve böylesi bir kaybın ortak inanç, kültür, deneyim ve mağduriyeti paylaşanlara nasıl ilham verdiğini ve
onları nasıl birbirlerine kenetlediğini gösteriyor.
1. Allah razı olsun!!! – Sümeyye
2. Allah (c.c) şehadetini kabul etsin. ALLAHUEKBER -- Ali
Cil
3. Allah rahmet eylesin. Onun için söylenilen marşlara şahit
olmuştum ama resmini bile görmemiştim, bu küçük tanıtım
klibini yapandan da Allah razı olsun. -- Mikail
4. Metin Yüksel ölmedi çünkü şehitler ölmez, -- Halit
5. şehidler ölmez, Metin Yüksel: şehadet bir çağrıdır, nesillere
ve cağlara... Ne mutlu onlara… Selam olsun… -Metin
6. Selamünaleyküm ne mutlu metin yüksel hocama Allah ondan razı olsun. Canı gönülden inşallah ben de bir metin
yüksel olurum. - Abdussamed
7. Selam olsun Metin Yüksellere. Selam olsun şehadet isteyen
mücahitlere. Allah bizi mahşerde metin yüksel safın bir kılsın - Ömer Akça
8. Allah c.c. bizleri de şehit mertebelerine yükseltsin inşallah
-- Usnauk
252
Norşin’den Arizona’ya
9. Adını unutmadık unutturmayacağız. Şehadet bir çağrıdır
tüm nesillere ve çağlara… -- Akif
10. ALLAH ım bir insan bu kadar mı genç yaşta bu kadar icraat
yapar… O yaşta koskoca siyasetçileri ardından koşturdu
helal olsun… Ve ALLAH [C.C] KENDİSİNE VE BÖYLE
BİR EVLAT YETİŞTİREN MOLLA SADRETTİN EFENDİYE RAHMET EYLESİN. -- Mehmet
11. RABBİM BİZLEREDE METİN YÜKSEL’ DEKİ GİBİ İMAN
VE AZİM VERSİN. BİZLERİ DE SEHADETE ERİSTİRSİN.
O NE MÜBAREK BİR KULMUS. ALLAH RAHMET EYLESİN. -- SÜLEYMAN ÇEVİK
12. Seni seviyoruz ŞEHİDİMİZ senin gibi yaşayıp senin şahadetini tatmayı nasip eder inşallah rabbim -- seyyah
13. ESSELAMU ALEYKUM DEĞERLİ DOSTLARIM ALLAH
HEPİMİZİ METİN YÜKSEL GİBİ GENÇLERDEN EYLESİN AMİN.- Sefahaddin
14. Selamün Aleyküm Metin Yüksel’in benim hayatımdaki rolü
çok büyük bunun için ona minnettarım. Bana davamı, davam için, davam uğruna gerekirse canımı vermem gerektiğini… şehadeti, şehadete âşık olmayı öğretti. Rabbim şehadetini kabul etsin. Bizi de şefaatine nail eylesin. İnşallah
cennette şehitlerin makamında buluşmak üzere vesselam. Zehra Şirin
15. Çok değerli dava kardeşim sizlerin sayesinde bizler bu davayı omuzladım nur içinde yat Alanya’dan Lekalem DÜZGÜN
16. Allah şehadetini kabul etsin en büyük seda İslam’ın sedası
olacak onlar istese de istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır -- muzaffer
17. Rabbim bizleri de onlar gibi etsin inşallah -- arzu nas
18. Allah razı olsun. Tüm mücahit akıncılarına selam olsun -Ahmet Nuri Demir
19. Mücahittir ALLAH’ın askeri! Metin Yüksel’dir 3 kurşunun
şehidi o ölmedi ölmeyecek! selametle rabbim cümlemize şehitlik nasip etsin arkadaşlar..! - MUSTAFA
20. Adın anıldıkça yürekler titresin, ey şehit makamın pek yüce
gençler imrensin, heyhat… Gafillere ne mümkün, âmâ bilinsin sen ölmedin. Kalplerdesin… Biliyorum peygamber
mekânına en yakın yerde mutlusun, onun o pamuk elleri ellerinde öpüp kokluyorsun. Sen ölmekle dirildin yüreklere
girdin, şehadete erdin. Biz gençler ise isminle ismimizin
253
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
anılmasından korktuk nefsimize ve modern şeytanlara uyduk, sen: canınla cenneti aldın. Biz: ihtiraslarla şeytanın
bayiliğini. Önce kendimi sonra zamanın duygusuz, ruhsuz
gençlerini şikâyet ediyorum. Ey şehit; ey alinin yoldaşı,
Hamza’nın gardaşı, Hasan ve Hüseyin’in sırdaşı selam olsun sana vahyin diliyle selam… - Mükremin
21. Akıncılar yeniden kurulacak büyük bir eksiğiyle METİN
YÜKSEL siz ama onun davasını güden yiğitleri var – Emre
Ertaş
http://ivideo.wordpress.com/2006/07/07/metin-yuksel/
İnanamıyorum. Sanki dün gibi hatırlıyorum. Aradan 35 yıl geçmiş...
Benden iki yaş küçük olan kardeşimi kahpe kurşunlara kaybedeli.
O’nun hakkında birkaç kitap, yüzlerce makale yazılmasına ve her yıl
anılmasına rağmen şahsen sadece bir veya iki makale yazdım ve sadece bir anma toplantısına katılabildim.
Türkiye'de şeriat devrimi yapmaya teşvik etmekten ceza evinde geçirdiğim 4 yıl ve sakıncalı piyade olarak yaptığım 1,5 yıl yüzünden
fırsat bulduğum 1984 yılında… Dinimi sadece Allah'a özgülemeye
karar verdiğim 1986 yılından sonra o tür toplantılara katılmam mümkün olmadı zaten. Metin hayattayken onunla bir kez olsun eyleme
çıkmamış ve karakter olarak da neredeyse Metin'in zıddı olan küçük
kardeşim Müfid, şimdi o anma toplantılarının baş konuşmacısı…
Müfid iyi bir tarihçi, ama Sünni dogmalar ile malul olduğu için kötü
bir analizci. Onu dinleyenler kim bilir Metin'i de Müfid gibi bir Osmanlı hayranı hayal ediyorlar. Sünni gazeteler arada bir Metin konusunda Müfid ile söyleşi yaparlar ve tarihin o kesitinden benim ismimi unutturmak için özellikle dikkat ederler. Benden söz edince de
"zındık, mürtet, deli, ondokuzcu" gibi yaftalarla anarlar.
Metin 1970'lerin samimi, idealist, temiz ve yürekli İslamcı gençliğinin sembolü. Bize öğretilen İslam'ın dünyada cennet oluşturacağına,
asr-ı saadeti gerçekleştireceğine, barış ve adalet ortamı sağlayacağına inandırılmıştık. Ne Metin ne de ben o zamanlar ne hadis külliyatındaki felaketli hadisleri ciddiye alıyor ne de Sünni fıkhının ve
şeriatındaki zulüm ve çelişkilerden haberdardık. Metin'e nazaran ben
daha çok haberdardım, ama olumsuz gördüğüm bazı uygulamaların
aslında reel dünyada uygulanmasının mümkün olmayacağı biçiminde bahaneler ile görmemeye çalışıyordum.
254
Ben ve Metin, milyonlarca İranlı özgürlük mücahitleri gibi İran devriminin Şahlık rejiminin zulüm ve baskılarına, soygun ve sömürüsüne son vereceğine inanıyorduk. İstiklal, Azadi, Hükûmeti İslami
Norşin’den Arizona’ya
diyorduk. Ancak, devrimin gerçekleşmesinde ön saflarda aktif rol
oynayan birçok özgür önderler, Beni Sadr, Mehdi Bazargan, Ayetullah Muntazarı, Ayetullah Talegani gibi devrimin ilerici ve özgürlükçü öncü kadrosu bir iki yıl içinde devrimin içindeki gerici ve despot güçler tarafından oyuna getirilip tasfiye edildi. Bir kısmı öldürüldü, bir kısmı tehditle susturulup tecrit edildi, bir kısmı da İran'dan
kaçmak zorunda kaldı. Devrimin ilk yıllarında Ayetullah Khalkhali
adındaki psikopat yargıç sadece 1979 yılında 2000 kişinin idamına
karar verdi. İran'da binlerce cinayet işlendi ve sonunda İran despotik
bir sömürü ve zulüm cehennemine dönüştü. İran'daki küçük ve büyük mollalar lüks villalarda zevki sefa sürerken ve Mercedeslerle
hava atarken, halkın büyük çoğunluğu açlığın sınırında…
Metin daha 18 yaşını doldurmadan, bir hastanenin başhekimini ikna
ederek gönüllü doktorların katkısıyla Akıncılar bünyesinde ilk kez
yoksullar için bedava klinik açtı, bedava ilaç dağıttı, yoksul öğrenciler için bedava matematik ve fen dersleri için öğretmenleri ve üniversite öğrencilerini görevlendirdi. Metin Akıncıların konferans ve
yürüyüşlerinde ilk kez Türkçe’ye ek olarak Kürtçe, Farsça, İngilizce
ve Arapça sloganlar eklemiştir. Özellikle Kürtçe slogan eklemesi
O’nu Türkiye'deki karanlık güçlerin yani ülkücülerin hedef noktası
haline getirdi. Nitekim O’nu "Kürtçü Komünist" olmakla suçladılar... Komünistler o gün ateistlikle eş anlamlı kullanılırdı. Hatta o
zamanların İstanbul Ülkü Ocakları başkanı Metin'in kahpece vuruluşunun ertesinde Akıncılar içine sızan Kürtçü Komünistlerin temizleneceğini söyledi. Hâlbuki Metin ne Kürtçü idi ne de Komünist.
Vicdan sahibi bir Müslüman idi Metin.
Metin'in abisi olarak ve Metin'in cihat arkadaşı olarak şu tahminde
bulunabilirim:
Eğer benim tanıdığım Metin yaşasaydı İran devrimi konusunda büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı. Dahası, büyük olasılıkla kapitalizme abdest aldıran AKP bünyesinde yer almayacaktı. Metin vicdan sahibi bir insandı; zenginlerin sofrası yerine, yoksullarla birlikte
olmaya tercih ederdi. 17 yaşında Fatih Akıncılar derneğinin başkanı
olan Metin'i üç yıl içinde Türkiye'deki İslamcı gençliğin efsanevi lideri yapan işte onun adalet ve özgürlük aşkı idi. İdealindeki adil ve
özgür ortamı gerçekleştirmek için beynini, yüreğini, sesini ve bileğini tüm azmiyle kullandı ve nihayet dünyadaki tüm varlığıyla bu
gerçeğe şahit oldu. Mehmet Ali Tekin, Mehmet Şahin gibi Metin'in
hâlâ yaşayan dava arkadaşları bu anlattıklarımı doğrulayacaklardır.
NOT: Sünniliği İslam dışı bir din olarak gördüğüm için bazıları bana
255
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Metin'e niye rahmet okuduğumu soruyorlar. Kısaca cevaplayayım.
Metin dürüst bir insandı. Vicdan sahibiydi. Hadislere düşkün değildi. Sadece Kuran mesajını işitmiş değildi. Fetret döneminde yaşadı. Allah onu ve onun gibi yürekli ve vicdanlı kişileri, örneğin;
Malcolm X'i, Ali Şeriati'yi, Martin Luther King'i, kritik bir süre olan
40 yaşından önce bu dünyadan alarak onlara rahmet etti.
Kardeşim Metin'i anan ve onun mücadelesinden ilham alan gençler
çok iyi niyetli olmalarına rağmen maalesef politikacılar tarafından
kullanılmaya uygun ham maddeyi oluşturuyorlar. Metin'in birkaç
hain kurşunla aniden aramızdan alınmasına gösterdiğim tepki yukarıda bazı örneklerini verdiğim tepkilerden farksızdı. Duygu atlarım
akıl ve realitenin kontrolünden çıkmış dörtnala gidiyorlardı.
Akıncılar döneminde gerek amaçladığımız teolojik devlet ve gerekse ona ulaşmak için kullandığımız yöntemler problemliydi. Devletlerin ve politikacıların işledikleri suçlar, hırsızlıklar, cinayetler ve
savaşlar ile karşılaştırdığımızda bu gençlerden hiçbirisinin işleyeceği cinayet ve şiddet kayda değer olmayacaktır.
***
Dünyadaki savaş teknolojisinin üreticileri, satıcıları ve kullanıcıları,
yani günümüz devletleri ve özellikle sözde "medeni devletler" veya
"gelişmiş çağdaş uluslar" aslında hem kendi işledikleri büyük çaplı
zulüm ve katliamlardan sorumludurlar hem de o zulüm ve katliamlara tepki gösteren bireysel veya örgütsel şiddetten. Medenî insanlar
daha barışçıl çözümlerle olaylara yaklaşmalı; şahinlere has sert çözümler sunmak yerine ya da barbarlara özgü kurallara uymak yerine
bunu yapmalılar.
‘Teröre karşı savaş’ olarak tanımlanan dış politikayla, ABD’nin
özellikle Bush ve onu izleyen Obama dönemindeki tavrı böyleydi.
ABD ve Avrupa devletleri ya duygularını kontrol edemeyen bir sürü
gencin kontrolündedir veya "terör" denilen tepkisel şiddeti bahane
ederek ve hatta alabildiğine abartarak ülkelerinde bir korku atmosferi oluşturmak ve böylece kendi halklarını manipüle etmek isteyen
ucuz kahramanlar ve savaş tüccarlarıdırlar.
256
ABD ve Batı emperyalizmini birçok yerde eleştirdim. Örneğin; makaleler yazdım. Amerika'da Katolik Haçlı, Siyonist ve Ateistlerden
oluşan ünlü İslam düşmanları ile tartışmalar yaptım ve onlar Peacemaker's Guide to Warmongers adlı kitabımda paylaştım. Amerika'daki ilerici eylemlere katıldım. 2011 yılında Ground Zero'da çift
Norşin’den Arizona’ya
kulelerin bulunduğu yerde Amerikalılara "Eğer Müslümanlar teröristse, Hıristiyanlar 666 kat daha fazla teröristtir" diyerek meydan
okudum.
İslami Reform konusunda çektiğimiz dokümanter film Running
Like Zebras'ın beş bölümünden biri için 25 Temmuz 2011 tarihinde
York’taki Ground Zero denilen noktada Amerikan vatandaşlarına
meydan okudum. Orada yaklaşık iki saat boyunca Amerikalıları, Allah'ın elçileri gibi azgınlıklarına karşı uyardım:
Benimle barış içinde entelektüel ve felsefi bir tartışmaya
girmeye çağırıyorum sizi. Dini ve politik tezlerimi eleştiriniz. Sokaktan rastgele üç Amerikalıyı hakem olarak seçiniz.
Eğer üç dakikalık bir tartışmanın sonunda haklı olduğunuza
karar verirlerse o zaman şu elimdeki 100 doları kazanacaksınız. Eğer üç hakem tartışmayı kaybettiğinize karar verirse
o zaman aşağıdaki iki seçenekten birisini bedavadan seçeceksiniz:
Quran: a Reformist Translation’in bir kopyası.
Kuran’dan korkuyorsanız veya okuma yazma bilmiyorsanız, o zaman:
Bir kutu gazlı içecek ve bir torba patates cipsi.
Kaybedecek bir şeyiniz yok: Ya bir şeyler öğrenirsiniz, ya
100 dolar kazanırsınız veya az kilo alırsınız.
Ground Zero’a toplam yaklaşık 30 dakika süren dört bölümlük konuşmasında Edip şunları iddia etti:
ABD hükümeti halka hizmet için halk tarafından seçilen bir halk hükümeti değil bir oligarşidir. O ABDCo’ya dönüşmüştür: şirketlere hizmet için şirketler tarafından seçilen bir şirket hükümetidir.
Zengin domuzlar sınıfı, çalışan sınıfa karşı çoktandır
savaş halindedir. Bu savaşta, en alttaki beşte biri hapishanelere mahkûm etmiş, onun üstündeki beşte biri oluşturan fakir Amerikan çocuklarını ise bir bayrak sallamasıyla gıdıklayarak diğer ülkelerdeki fakir çocukları
öldürmek ve böylece kanlı şirketlerin menfaati için kullanmaktadır.
Kapitalizm ve tüketicilik ne adildir ne de sınırlı kaynaklara sahip bir dünyada sürdürülebilir. İhtiras ve maddeperestlik, bir yandan çalışan sınıfı sömürürken diğer
yandan karayı, denizi ve havayı zehirleyip yıkıyor.
257
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
258
Amerikan Anayasası yenilenmeli. Devlet ile şirketleri
birbirinde ayırmak, politik kampanyaları kamu bütçesiyle desteklemek, şirketlerin medya üzerindeki etkisini
ve tekelini azaltmak ve çevreyi korumak için yeni maddeler… Ayrıca, sağlık hizmetlerinden, silah üretimi ve
satışından ticari kazanç elde etmek yasaklanmalıdır.
Amerikan Anayasasına yeni bir madde eklenerek Meclis ve Senato’ya ek olarak, milletvekilleri ve senatörlerin finansal ilişkilerini ve işlemlerini gözlemek için ve
gerekirse aleyhlerinde dava açmak için yeni bir kurum
oluşturulmalı. (Detaylar için, Edip Yüksel’in arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı Barışseverler Anayasasına
bakınız).
Eski başkan Eisenhower’in kehanetini doğrulayan
ABD-Co savaşlara bağımlı hale gelmiş ve Askeri Sanayi Kompleksi savaş için doymak bilmez iştihasıyla
bir canavara dönüşmüştür.
Kılıçla yaşayanlar kılıçla öldürülürler.
ABD, ordu canavarını ve yüzde 1’i doyurmak amacıyla
öğrenim ve eğitim için, sağlık hizmetleri ve altyapı için
ayrılan bütçeyi kısıyor.
ABD-Co diktatörleri, Suudi Arabistan ve İsrail gibi
baskıcı ve faşist rejimleri destekliyor.
ABD-Co yıllanmış diktatörleri kukla demokratik(!) hükümetlerle değiştirmek zorunda kaldı.
El-Kaide ve benzeri terörist örgütler Amerikan emperyalizminin gizli ve açık askeri operasyonları, işgalleri,
terörü, işkencesi ve fakir ülkelerin doğal kaynaklarını
yağmalaması ve hortumlaması suçlarının yan ürünleridir.
Savaş yanlısı sağcı Hıristiyanlar ikiyüzlüdürler; kiliselerinde barış şarkıları söyledikten sonra daha büyük bir
ordu, daha çok silah, savaş çığırtkanları, işkenceciler ve
katliamcılar için oy kullanırlar.
Dünyanın en büyük terörist örgütleri devletlerdir, global silah üreticileri ve tüccarlarıdır.
Amerikan ordusu ve teröristleri sadece Irak’ta bir milyondan fazla insan öldürdü. Irak ne Amerika’ya saldırmıştı ne de El-Kaide’ye destek vermişti.
Norşin’den Arizona’ya
Eğer Müslümanlar teröristse, Hıristiyanlar 666 kez
daha çok teröristtir.
Dünyanın barışseverleri, savaş çığırtkanlarına, büyük
şirketlere, bankalara, Wall Street’e ve Siyonist örgütlere karşı güç birliği yaparak mücadele vermeli.
Dekart ‘Düşünüyorum; öyleyse varım’ dedi. Bense
şöyle diyorum: Ben ise iki kez düşünüyorum; öyleyse
inanmıyorum.
Yukarıda metnini verdiğim konuşmamın videosunu youtube kanalımda "Challenge at Ground Zero" başlığıyla bulup izleyebilirsiniz.
Ortak kurucusu olduğum MPJP yoluyla Occupy hareketini destekledim. Noam Chomsky başta olmak üzere birçok barışsever ile yaptığım söyleşiler yoluyla Amerikan emperyalizmini, askeri sanayii ve
Siyonist saldırganlığı ifşa ederek, Amerikan halkını eğitmeye çalıştım. Avrupa Parlamentosu Yeşiller Partisi’nin davetlisi olarak katıldığım bir konferansta 7 Haziran 2012 günü yaptığım konuşmamı şu
sözlerle bitirdim:
"Azgınlık, sömürü ve hegemonyamıza karşı çıkan herkesi
mahkemelerde bile yargılamadan insansız uçaklarla katlediyoruz... ABD-Co'nun savaşlarının, gizli operasyonlarının
ve bombaladığı ülkelerin listesini Times Roman fontuyla, 9
puntoyla, tek satır boşluğuyla, her ülke için tek satır kullanarak listelesek orta parmağımdan beş kat daha uzunlukta
olur. Bilişsel uyumsuzluk ile her kanlı liste mümkündür!"
Fakat tarihsel olaylarla doğrulanan ve Doğuluların Karma dedikleri
ilahi sünnet/yasa var. Bu sünnet, İncil’den alınan bir özdeyişle özetlenebilir: ‘Kılıçla yaşayanlar kılıçla ölürler". İnternet, uydu iletişimi,
hızlı ulaşım, global ekonomi ve nüfus patlaması ve benzeri bir çok
etmenin de katkısıyla, aynı zamanda yaptığımız eylemlerin de etkisiyle günden güne daha hızlı küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Etme
bulursun dünyasında, etmek ile bulmak arasındaki zaman çok daha
kısalmış bulunuyor. Yerel veya küresel çapta güce sahip olanlar dünyanın içine girdiği kötü gidişe dur deme gücüne de sahiptir aynı zamanda.
Dünyaya kaba kuvvetle hükümran olmak isteyenler şunu unutmamalıdırlar ki geçmişte sahip oldukları kaba kuvvet vasıtasıyla dünyaya hâkim olmuş olan imparatorluklardan hiç biri sahip oldukları
güce rağmen tarihe karşı günahlarını örtememiştir. Kibirlenerek
halkı göz ardı eden devletlerin ömrü uzun olmamıştır ve hiçbir imparatorluk da sonsuz değildir. Hiç kimse hesap gününde Tanrı'nın
259
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
karşına çıkmaktan kaçamaz, hele ki bunlar haksız saldırılarına Tanrı'yı veya Tanrı adına putlaştırdıkları isimleri alet edenler ise!
Mantıklı insanlar Haçlıların veya Cihatçıların dünyayı bir Armagedon savaşına sokmalarını engellemek zorundadır. Politik sorunlarımızı konuşarak, barışçıl yollarla çözmemiz gerekiyor; zira bu, gelecek nesillerimize yaşanılır bir dünya bırakmak için bizim boynumuzun borcu olan bir görevdir. "Önleyici Savaş" yerine önleyici önlemlerden bahsetmek gerek. Akıl ve mantığa karşı yapılan saldırılara
hep birlikte karşı durmalı, tüm eylemlerimizi akıl/mantık çerçevesinde yapmalıyız.
260
Norşin’den Arizona’ya
6
Humeyni’den Davet
“Gelecekteki toplumumuz özgür bir toplum olacaktır ve bütün baskı ve zulüm unsurları yok edilecektir.” Ayetullah Humeyni, kendisiyle 1978’de Der
Spiegel Dergisi’nin yaptığı röportajdan 29 Temmuz 2009’da Newsweek Dergisi’nin yaptığı bir
alıntı, sayfa 29.
Kardeşimin suikastından sonra kendimi tamamen eyleme verdim. Fatih Akıncılarının lideri oldum. İran’daki devrimin ilk günlerinin tadını çıkartıyorduk. Yurtlarımız ve örgütlerimizde devrim şarkıları ve
marşları çalıp söylüyorduk. Onların müziklerine Türkçe sözler yazıyorduk. Yoldaşlarımızda aşırı iyimser bir hava hâkimdi. Toplantı ve
yürüyüşlere katılıyordum. Bu arada Akıncılar ve diğer gruplar arasında ölümcül çarpışmalar oluyordu. Komünistler ve Milliyetçiler
birçok Akıncıyı öldürmüştü. Rakiplerimiz gibi silah kullanma eğitimi
almamıştık. Bu yüzden genel olarak kısasa kısas mücadelelere girişmiyorduk. Öldürücü versiyonumuzun kuluçka dönemi on yıl daha sürecekti. Devlete bağlı bazı karanlık güçlerin yardımıyla grubumun
içinden, Türkiye’de en çok korkulan Türk-Kürt karışımı bir grup,
Hizbullah doğacaktı. İnsanlara dehşet saçmakta İslamcıları, Komünistleri ve Milliyetçileri gölgede bırakacaktı. Taliban, El Kaide ve diğerlerinin ortaya çıkmasıyla bu durum küresel bir hal alacaktı.
23 Şubat 1979’dan 12 Eylül 1980 gecesine kadar bir girdabın içinde
yaşadım. Polis ve askerle saklambaç oynuyordum. Faşist suikastçılardan canımı kurtarmak için rampa yukarı koşuyor, Komünistlerin
sıktığı mermilerden sakınmak için yerlerde yuvarlanıyordum. Dostlarımdan birini, onu benimle karıştıran Komünist bir çetenin kurşunlarıyla kaybetmiştim. Belediye otobüslerinde ve meydanlarda halka
siyasi konuşmalar yapıyordum. İzinsiz ve sıkıyönetim yasalarına
261
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
göre her biri suç teşkil edecek konuşmalar… Çok sayıda miting ve
yürüyüş düzenliyordum. Bölge çatışmalarına katılıyordum. Gizlice
İran’a gidip aynı devrimi ülkemde de gerçekleştirmek için devrim
liderleriyle buluşmuştum. İşgalci Komünist emperyalist güçlere
karşı Afgan mücahitlere katılmak üzere 300 Akıncıyla birlikte uçak
kaçırmaya teşebbüs etmiştim. Birçok dostumu ve yoldaşımı siyasi
örgüt ve çetelerin bölgeleri kontrol için verdikleri çatışmalarda kaybetmiştim…
262
Bu riskli İslami radikalizm sık sık polis ve askerin müdahalesine uğrardı. Bu zaman zarfında on beş kereden fazla askeri hapishanelerde
ve polis hücrelerinde bir hafta ile bir ay arasında değişen kısa süreler
boyunca gözaltına alındım. Bu, rampa aşağı kontrolden çıkmış vaziyette sürekli hızlanarak ilerleyen bir arabayı on beş veya yirmi kez
frenlemek gibiydi. Ne hayatımı kaybetmekten korkuyordum ne de
üniversite eğitimim umurumdaydı. Günübirlik yaşıyordum ve ülkemde gerçekleştirilecek İslami Devrim için üstüme düşen görevi
yerine getirmeye çalışıyordum.
Şahsımla ilgili bütün polis kayıtlarını ve mahkeme belgelerini kaybettim. Ancak 2007 yılındaki kısa ziyaretim esnasında babamın
evindeki bir çantada bazı resmi belgeler buldum. TCK’nın 146 (Silahlı bir isyanla yönetimi değiştirmeye kalkışmak) ve 163. maddesine (Teokratik bir devlet kurmaya çalışmak) aykırı eylemler haricinde hepsi önemsiz zabıt ve suçlamalardan oluşuyordu. İşte size
savcının hakkımda askeri mahkemeye sunduğu 1980/3085 dava numaralı kısmi liste:
Sıkıyönetimin yasakladığı Akıncılar örgütünden sonra Edip
Yüksel TCK’nın 313. maddesini ihlal ederek yasadışı bir örgüt kurmuştur; daha doğru bir ifadeyle TCK 168’de tanımı
yapılan ve 146’da bahsi geçen bir suç örgütü kurmuştur.
Yüksel, Selahattin Yazıcı tarafından kullanılan ve bombalar
ve silah bulunan, Keserciler Sokağı 24 numaradaki hücre
evine giderken görülmüştür.
25 Mart 1978’de Yüksel, 36 arkadaşıyla birlikte Akıncılar
örgütünde toplantı yaptığı için gözaltında alınmıştır.
26 Eylül 1978’de, Yüksel, Fatih semtinde duvara siyasi slogan yazdığı için tutuklanmıştır.
24 Nisan 1979’da Orhan Eriş’in içinde tabanca bulunan
arabasında yolcu olduğu için gözaltına alınmıştır.
26 Ağustos 1979’da 12 arkadaşıyla birlikte Karagümrük
semtinde izinsiz gösteri yaparken tutuklanmıştır.
Norşin’den Arizona’ya
15 Mayıs 1980’de Fatih Camisi’nde Muhammed’in televizyonda yayınlanan doğum günü kutlamaları esnasında Atatürk’ün manevi kişiliğine hakaret etme suçundan gözaltına
alınmıştır.
6 Mart 1981’de, Yüksel, TCK’nın 163/4. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 1 Nolu Askeri Mahkemenin 1980/437
dava numaralı 1981/191 sayılı kararıyla üç yıl hapis cezasına çarptırılmış ve 1 yıl Muğla’da gözetim altında tutulmasına karar verilmiştir.
Sizinle, bir ortaokulda katıldığım eylemlerin doğasıyla ilgili
daha fazla bilgi verebilmek için 5 Ekim 1979’da Selimiye’deki savcının 979/872 sayılı davada 979/803 numaralı
kararında listelediği suçlamaları da paylaşıyorum:
2 – 5 Ekim 1978’de, Edip Yüksel, 8 – 10 gençle birlikte Gelenbevi Ortaokulu’nun müdürünü durdurarak açılış töreninde Atatürkçülüğü destekleyen konuşmasıyla ilgili olarak
uyarmıştır.
11 Ekim 1978’de Yüksel, bir sınıfa girerek öğrencilerden
rakip ideolojilerden öğretmenleri kendisi ve örgütüne bildirmelerini istemiştir.
12 Ekim 1978’de 10 – 15 gençle birlikte, Edip Yüksel, okul
çıkışında bahçe kapısını kapatarak bir duvara tırmanmış ve
elindeki hoparlörle davasının propagandasını yapmıştır.
25 Ocak 1979’da Vakıflar yurdundaki ücretsiz dersleri duyuran ve üzerinde “Ağabeyiniz Edip” imzalı bir poster okul
kapısına asılmıştır.
14 Şubat 1979’da İran’daki olaylarla ilgili “Fatih Akıncıları” imzalı bir poster okul kapısına asılmış ve okul müdürü, posteri kaldırınca, Akıncılardan bir grup genç tarafından tehdit edilip saldırıya uğramıştır.
13 Mart 1979’da Edip Yüksel, öğretmenler odasına girerek
Yaşar Çetinkaya isimli bir öğrenciyle ilgili bilgi almak istemiş ve siyasi görüşüyle ilgili olarak bir öğretmenle tartışmaya girmiştir.
7 Nisan 1979’da Edip Yüksel, Bünyamin Gündüz adında bir
öğrenciyi tehdit etmiş ve onu Akıncılar örgütüne götürerek
şunları söylemiştir: “Şu anki rejim iyi değil. Kadınlar başörtüsü takmalı ve yüzlerini örtmeliler; bu rejimin hırsızlık
için uyguladığı ceza çok hafiftir, hırsızlar elleri bileklerinden kesilerek cezalandırılmalılar…”
263
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Son maddesi çarpıtılmış olan yukarıdaki iddialar sadece bir eylemin
detaylarıydı… Hâkim Ahmet Koç ve savcı yüzbaşı tarafından imzalandıktan sonra, mahkeme davayı daha yüksek bir mahkemeye taşımaya karar verdi. Çünkü ithamlar siyasi faaliyetleri düzenleyen sıkıyönetim kanunu çiğnemekten daha ciddiydi; anayasanın laiklik ilkelerini ihlal etmekle suçlanıyordum. Sakarya Akıncılarına elle yazdığım bir mektup da el konulan belgeler arasındaydı ve gerçekten
yasaya göre suç içeren bir mektuptu bu. Sadece suç içerse iyiydi; bu
mektup devrim planımızın ana hatlarını çiziyor ve karşı karşıya olduğumuz sorunlardan bahsediyordu. Mektupta yasal ve yeraltı örgütlerinin yararlarını sıralıyor ve iki metodun da kullanılmasını öneriyordum. Aynı zamanda yoldaşlarımdan İran’da Humeyni’nin yaptığı gibi yapıp bize liderlik edebilecek potansiyel liderleri araştırmalarını da istiyordum.
Listesi yapılan faaliyetler doğru olmasına rağmen, bana atfedilen
bazı ifadeler basitti ve bazen hükümet propagandasıyla karıştırılıyordu. Müdür, polis veya savcı tarafından kasten çarpıtılmışlardı.
Örnek verecek olursam, o günlerde bile hırsızların ellerinin bileklerinden kesilmesi beni rahatsız ediyordu ve kadınların yüzlerini peçeyle örtmesi fikrine karşıydım. O yıllarda yazdığım bazı yazılarda,
“bilek kesme” gibi ağır bir cezanın uygulanması için bir mezhebin
ileri sürdüğü bütün şartların karşılanması gerektiğini ileri sürerek,
böyle cezaların uygulanmasının zorluğunu anlatıyor ve İslam’ı, eleştirilere karşı savunuyordum. Atatürkçülüğü kınamam konusuna gelince, evet kınamıştım ve bugün de hâlâ kınıyorum. Bütün dogmalar
ve kült ideolojileri zararlıdır ve bunlar devlet destekli olunca zararları katlanarak artar. Eğer hükümet bu ideolojileri vatandaşlarına
zorla kabul ettirmeye çalışırsa zarar çok daha kötü olur. Nitekim
Türkiye'de Sünni halk ve Kürtler bu resmi dayatmayı yaşadı; sonunda dayatanlar kaybetti.
Akıncıların efsanevi Fatih şubesinin lideri olarak bölgemizi kontrol
altında tutmak için çok çalışıyordum. O günler Türkiye’sinde hemen
hemen her mahalle, her sokak, her okul bir grup tarafından sahiplenilmişti. Her gün birkaç genç, rakip gruplar tarafından öldürülüyor
ve birçoğu yaralanıyordu. Bozkurtların varlığına olan hoşgörümüz
bize pahalıya mal olmuştu. Bu yüzden bu soruna çok ciddi bir şekilde eğildik. Liderlik vasıfları gösteren birkaç üyeyi Fatih’teki çeşitli bölgeleri izlemeleri için görevlendirdim.
264
Bir gün Malta adı verilen merkezi bir bölgeden alarm raporu aldık.
Muhasebe işletmelerinin birinde toplanan faşist bir grup olduğunu
Norşin’den Arizona’ya
öğrendik. İş yeri sahibi o hücrenin de lideriydi. O bölgede çok dikkatliydik. Bir gün Malta’nın açık hava kafelerinden birinde arkadaşlarla birlikte otururken yeni gelen birisiyle tanıştırıldım. Soy ismini
öğrenemedik, ama ona Cellât Mustafa diyorlardı. Cellât; mavi gözlü,
tıknaz ama güçlü ve yakışıklı biriydi. Küçük bir suçtan dolayı girdiği
hapishaneden daha yeni çıktığı ve yoldaşlarımdan biriyle tanıştıktan
sonra Akıncılara katılmaya karar verdiğini söylediler.
Bu hapisten yeni çıkmış adi suçlunun zeki bir görünümü yoktu.
Okuma yazması zayıftı ve davranışlarıyla, vereceğim bir emirle
kavga etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. İnsan kılığına girmiş bir
çoban köpeğine benziyordu. Eylemlerimiz esnasında etrafımda olmasını istediğim türden insanlardan değildi. Muhtemelen kardeşim
onu nasıl kullanması gerektiğini biliyordu; ama benim psikopatlara
ne tahammülüm ne de onlarla baş edecek becerilerim vardı. Fakat
onu başımdan da atamazdım. Onu zamanla eğiteceğimizi ve daha iyi
bir insan yapacağımızı umuyordum. Karışık duygular yaşıyordum.
Bir yandan onu yararsız buluyor, ama öte yandan düşmanlarımıza
karşı bir çeşit koruma sağlayabileceğini düşünüyordum.
Toplantımız, FT-19’dan genç bir üyenin nefes nefese yanımıza gelmesiyle sona erdi. Tam arka sokakta bir Bozkurtun olduğunu söyledi. Daha evvel varlığından haberdar olduğumuz faşist hücresinin
lideri olduğunu da söyledi. Haber ciddiydi ve ivedilikle ele alınması
gerekiyordu. Yılanın başı bölgemizin tam ortasındaydı. Olay, güvenliğimizin önemli ölçüde bozulması anlamına geliyordu. Derhal
harekete geçtim. Kalktım ve aceleyle kafeye doğru ilerledim. 20 kadar yoldaşım da peşimden geliyordu. Köstebeğimiz 40 yaşlarındaydı
ve öğrendiğimiz kadarıyla Bozkurtların veya Ülkücülerin liderlerinden biriydi. Sigara içerek arkadaşlarından birisiyle konuşuyordu.
Onu daha evvel hiç görmemiştim. Masasına yaklaştım ve ona Metin
Yüksel’i öldürdükleri için Fatih’i faşistlerden arınmış bir bölge yapmaya kararlı olduğumuzu söyledim. Derhal bölgeyi terk etmesini istedim. İstenmeyen kişiydi. Yaptığımın onu herkesin içinde küçük
düşürme anlamına geldiğini biliyordum; ama başka seçeneğim
yoktu. Başlangıçta bana karşı koymaya kalkıştı; fakat her dakika artmakta olan sayımızı görünce bölgeyi terk etmeye karar verdi. Gitmeye hazırlanıyordu.
Ancak, tam yanımda duran Cellât gitmesine izin vermedi. Ahşap
sandalyelerden birini kaparak art arda adamın başına vurmaya başladı. Örgütümüz için değerli olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Yeni
patronuna yeteneklerini gösteriyordu. Şok ediciydi. Kendimden
265
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
utandım. Böyle bir şey olacağını tahmin edip önlem almalıydım.
Ama artık çok geçti. Alçakça bir saldırıydı; bir düzineden fazla sayıda üye tek bir adama saldırıyorduk. Özellikle de bölgeyi terk etmeyi kabul ettikten sonra… Ben Cellat’ı durduruncaya kadar ülkücü
lider kafasına birkaç darbe almış ve kanlar içinde kalmıştı. Derin bir
suçluluk hissederek Cellat’ın alçak saldırısı için düşmanımdan özür
dilemek istedim; ama ne dostlarım ne de düşmanım özrümden anlamazdı. Ne yazık ki düşmanca siyasi atmosfer merhamet ve insani
duyguları ifade etmeye izin vermiyordu. Kendimize, yaratılışımıza
yabancılaşmıştık. Ülkücü lider, büyük bir ihtimalle bütün bunların
benim önderliğim ve talimatlarım üzerine olduğunu düşünmüştü.
Bunu kısa zamanda öğrenecektim.
Olaydan birkaç gün sonra, biri İşkembeci Ahmet iki yoldaşımla birlikte Haliç Caddesi’nden aşağı yürüyordum. Geniş bir caddeydi ve
az trafik olurdu. Arkamızda bir araba sesi duyduk. Arkaya dönüp
bakınca bize doğru hızla gelen bir Mercedes gördük. Şoförün yüzü
tanıdıktı. Hemen kaldırıma zıpladık ve her birimiz farklı istikametlere doğru koşmaya başladık. Ben Otlukçu Yokuşu’na tırmanmayı
seçmiştim. Merakla geri bakınca, iki gün önce Cellat’ın dövdüğü
adamı gördüm. Arkadaşıyla arabadan iniyordu ve ikisinin de elinde
tabanca vardı. Yoldaşlarımla ilgilenmiyorlardı; bana doğru ilerleyerek sıcak bir takip başlattılar.
Korkmuştum ve acımasız bir av köpeğinden kaçan bir tavşan gibi
koşuyordum. Sıranın bana geldiğini düşünüyordum. Birkaç ay önce
kardeşime olduğu gibi, kısa mesafeden başıma doğrultulmuş namlulardan çıkan kurşunlarla öldürülmekten kaçmak için şansım azdı.
Bütün gücümle yokuş yukarı koşarken, bir yandan da saklanacak bir
yer arıyordum. Fahri Bey Caddesi’yle Misvak Caddesi’nin Otlukçu
Tepesiyle birleştiği yerin köşesinde FT-19 gençlik örgütümden birkaç genci gördüm. Kovalamacanın farkına vararak bana yardımcı
olmaya çalışıyorlardı. “Edip abi,” diye ismimi bağırıyor ve beni evlerine davet ediyorlardı. Tekliflerini geri çevirdim. Beni öldürmek
için kovalayan Ülkücülerin gözleri önünde bir apartmana girsem sağ
çıkamayabilirdim; beni kapıda veya merdivenlerde yahut dairelerin
birinde köşeye sıkıştırabilirlerdi.
266
Birkaç yıl önce kardeşim Metin'in arkadaşı ile birlikte Komünist militanlarca kurşunlandığı sokaklardı. Daha uzağa kaçmalıydım. Hem
daha hızlı koşmaya çalışıyor hem de çok hızlı düşünüyordum. Aramızdaki mesafe 70 metreden daha az olduğu için bana ateş etmelerini bekliyordum. Yokuş yukarı 200 metre sürat koşusu yapmıştım.
Norşin’den Arizona’ya
Saniyeler sonra nispeten daha kalabalık olan Darüşşafaka Caddesi’ne ulaşmıştım. Batısındaki Müstakimzade sokağına vardım ve
Başhoca sokağının kesiştiği kavşakta örgütümüzün ana noktalarından birine doğru sola döndüm, artık beni göremiyorlardı. Sağ köşede
inşaat halinde bir bina gördüm, çalışan kimse yoktu. Bozkurtlar köşeden dönmeden önce burası saklanacağım yer olabilirdi. Binanın
ikinci katına çıktım, tükenmiştim. Nefes nefese idim. Tamamlanmamış bir pencerenin yanındaki kum yığınına yıkıldım. Yerde kırmızı
bir tuğla vardı. Saklandığım yeri bulmaları durumunda kendimi savunmak için kullanırım diye düşünerek tuğlayı yerden aldım. Yaklaşık on dakika hiç kıpırdamadan orada durdum. Sonra dışarı çıktım
ve hızlı hızlı yürüyerek toplanmak için kullandığımız kafeye gittim.
Yoldaşlarım kovalamacayı öğrenmişlerdi ve beni arıyorlardı. Beni
canlı görünce çok mutlu oldular. O öğleden sonra Fatih Akıncıları
üyeleri, Fatih sokaklarında faşist aramak için devriye gezdiler. Bölgemizde varlık gösteren birkaçını dövecek ve tehdit edeceklerdi.
Normal bir Akıncının aksine ben birçok çatışmaya girdim. Kavgalarımdan bazıları bölge çatışmalarının ötesine geçerek, hapishanede
hayatımı koruma savaşına hatta daha da ötesine giderdi. Her biri için
bir İsviçre bıçağım vardı.
Uzun süren tutukluluklarımdan birinde askeri mahkeme tarafından
Kartal Maltepe cezaevine gönderilmiştim. 1979’ların sonu, 80’lerin
başıydı. Ebubekir Doğan yoldaşlarımdan biriydi. Ona saygı duyuyordum. Sağlam karakterli, dürüst, cesur ve hepsinden önemlisi iyi
bir dosttu. Muş’un Malazgirt ilçesinden bir üniversite öğrencisiydi.
Şiire âşıktı. Şiiri ben de seviyordum ama onun şiir zevki biraz tuhaftı. En sevdiği şiirler bana anlaşılmaz geliyordu. Aşırı sembolik ve
gizemli, mecazlarla dolu şiirleri seviyordu. Biraz Farsça, biraz Fransızca ve biraz Arapça karıştırılmış bir Türkçe sözlükteki bütün kelimeleri içeren koca bir kara torbadan çekilmiş kelimeler demeti gibi
geliyorlardı bana. O şiirleri zırva olarak adlandırır, onu da bir dolu
saçma sözden anlam çıkarmaya çalışan edebiyat eleştirmenlerinden
etkilenmekle suçlardım. Çok kızar ve büyük bir ciddiyetle savunmaya geçerek her bir şiiri anladığını ve bu yüzden onlara kıymet verdiğini söylerdi.
Geri dönüp bakınca kendi edebi zevkimin ilkel siyasi sloganlarla sakatlanmış olduğunu görüyorum. Ne iç huzurum ne de sanata karşı
sabrım vardı. Ebubekir de İslamcı olmasına rağmen, benim yaptığım
gibi sokaklarda polis ve askerle saklambaç oynamamıştı. Kütüpha-
267
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
neler ve kitapçılardaki “koca adamlarla” takılıyordu. Bu onun ilk tutuklanışıydı ve muhtemelen yanlışlıkla olmuştu.
Ebubekir’e bir oyun oynamaya karar verdim. Koğuştaki arkadaşlarım bu muzipliğimi seviyorlardı. En sevdiği şair Sezai Karakoç’un
bir kitabını aldım. Kitaptan bir şiiri kopya ederek üzerinde birkaç
değişiklik yaptım. Melek kelimesini şeytanla, geceyi gündüzle, iyiyi
kötüyle vs. değiştirdim. Bu oyunu oynamadan önce, gizlice diğer arkadaşlarımı bilgilendirdim. Fikrimi beğendiler ve merakla sonucu
beklemeye başladılar. Zamanı gelince, değiştirilmiş şiiri kitabın
içine koydum ve Ebu Bekir'den dinlemesini istedim. Şiiri okumaya
başladım, mahkûmlar da dikkatle dinliyordu. Ebubekir beni en sevdiği şiir kitabını okurken görmekten mutlu gözüküyordu. Şiir bitince
ona sordum:
-
Gerçekten bir şey anladın mı?
Elbette, her satırını ve her kelimesini anladım.
Bahse girerim en ufak bir şey anlamadın.
Nasıl böyle söylersin? Çok anlamlı ve muhteşem bir şiirdir.
İyi de, o şiiri bu kâğıttan okudum.
N’olmuş yani? Çoğunu hatırlıyorum. Kitabımdaki şiirlerden
biri.
Peki, gel ve bu kâğıda bak; sonra onu kitabındakiyle karşılaştır. Ne görüyorsun?
Hiçbir fark göremiyorum.
Dikkatli bak. Bir bu kelimeye bak bir de şuna… Eğer bir
edebi eserde cennetle cehennem, geceyle gündüz, melekle
şeytan arasında bir fark yoksa o edebiyat bir zırvadır, dostum!
Koğuştaki herkes gülüyordu. Eşek şakamdan Bart Simpson gibi
zevk alıyordum; ama arkadaşımı utandırmış ve küçük düşürmüştüm.
Lakin amacım onu küçük düşürmek değildi. Onu sahiden seviyor ve
ona saygı duyuyordum. Sadece Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi, saçmalıkları şiirlere dönüştürerek süslü isimlerle yayımlayan şairlere
katlanamıyordum. Onlar bana daima masaldaki çıplak kralı hatırlatırlardı ve ben de kendimi o masaldaki çocuk gibi hissederdim.
Böyle yaparak kralın üstünde elbise olmadığını ispatlamıştım ama
ne yazık ki arkadaşım Ebubekir kalabalığın yanındaydı. Onun orada
olması benim suçum değildi.
268
Yaklaşık dört beş yıl sonra, 1984’te şiir kitabı olan ikinci kitabımın
basımıyla dünyam kısa bir süreliğine şairler dünyasıyla çakıştı. Şiirlerim hapishane yaşamımdan oluşuyordu ve hepsini parmaklıklar ar-
Norşin’den Arizona’ya
kasındayken yazmıştım. Bu yüzden, şiirlerim genelde kafiyeli sözleri tuhaf bir romantik havayla harmanlayan siyasi muhalefet ifadeleri içeriyordu. Basit propaganda ve naif didaktik şiirler olarak tanımlanabilirlerdi. Aynı zamanda birçok değişik şekilde ve üslupta
yazabilme yeteneğimin gösterişiydi. O şiir kitabında Fuzuli ve Ziya
Paşa gibi Osmanlı şairlerinin, Nazım Hikmet ve Orhan Veli gibi
daha sade yazan şairlerin üslubunu taklit ediyordum. Aruz vezninden hece veznine ve serbeste kadar… Konular da karmaşıktı… Bazı
sayfalarda bir Nurcu'nun gözüyle böcek ve çiçekte Allah'ın ayetlerine dikkat çekiyordum, diğerinde ise Siyonistlere meydan okuyordum. Her makamda şarkı söyleyebildiğimi zannediyordum.
Tahliye olduktan sonra, hapishane şakamı geliştirip profesyonel şairlerin dikkatini çekecek bir makaleye dönüştürdüm. Makalem gazetenin bir sayfasının yarısını kaplayacak şekilde Milli Gazete'de yayınlandı. Belli bir şekilde yayınlanmasını istiyordum. Bu yüzden gazetenin editörü sayfa düzeninden sorumlu kişiye talimatlar vermeme
izin verdi. Makalemin başlığı “Edebi Hastalıklar”dı ve hemen göze
çarpacak biçimde basılmıştı. Gazetelerde, üniversite yerleşkelerinde
ve kitapçılarda bir dizi tartışmanın fitilini ateşleyerek sansasyon yaratmıştı. Edebiyat seçkisinde makalemden alıntı yapma fırsatını kaçırmayan Mustafa Miyasoğlu gibi karşıt sanatçılar da işin zevkini
çıkartıyordu. Makalenin gözden kaçması mümkün değildi. Altı santim kalınlığında siyah bir dikdörtgen çerçevenin üzerine kırpılarak
serpiştirilmiş şiir örneklerinin ortasında yer alan bir makaleydi. Çerçevenin siyah zeminde mürşitleri Sezai Karakoç dâhil popüler İslamcı şairlerin kitaplarından seçtiğim 12 tane şiiri örnek vermiştim.
Sayfalarından koparılıp alınmış gibi üstünkörü siyah çerçeveye yerleştirilmişlerdi. Her bir şiiri beyaz renkle 1’den 12’ye kadar büyükçe
numaralamıştım. Şiirlerin şairlerini ve kaynaklarını açıklamamıştım.
Makaleye çıplak kral masalıyla başlamış ve şairlerimize de bulaşan
hastalığı açıklayan çocuk olmuştum. Şairlerimizin elbiseleri yoktu.
Buna Sezai Karakoç ve İsmet Özel de dâhildi. (Sonradan bu iki büyük şairle yüzyüze tanışacaktım. Ama hâlâ masaldaki çocuk gibi
davranıyordum.) Makalenin sonuna doğru bu tür şiirleri sevenlere
meydan okudum. İki şizofreni hastasının yazdığı şiirleri de örnek
olarak makaleye koymuştum. Ünlü psikiyatr, Dr. Ayhan Songar’ın
akıl hastalıklarıyla ilgili bir kitabına koyduğu şiirlerdi bunlar. Meydan okuyuşum şuydu: “Siyah bir çelenk gibi bu makaleyi çevreleyen
şiirler arasından on tanesi ünlü şairlerin basılmış eserlerinden alınmıştır. Diğer ikisiyse şizofren hastalar tarafından yazılmıştır. Bu iki
269
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
hasta şiiri bulabilir misiniz? Eğer yapamıyorsanız, hasta şairlerin zırvalarını okumayı bırakmalısınız!” Saçmalık, palavra, zırva, boş laf,
martaval, anlamsız, deli saçması, çer çöp, maskaralık ve fasa fisoydular.
Bu vesileyle kısaca İsmet Özel'den söz edeyim. İsmet Özel sol kanattan bize transfer olunca büyük bir sevinçle karşılamıştık. Benden
on üç yaş büyüktü. 1980'lerde İsmet İslamcı çevreler içinde ünlü bir
şair, ben de ünlü bir yazar ve gençlik lideri iken üslubumuz ve mücadele yöntemimiz ve takıldığımız mekânlar farklı idi. Türkiye'de
kitapları en çok satan yazarlar listesinde bir numara olduğum yıllarda bile sokaklarda mücadele veriyordum. Hiçbir vakit fildişi kulelerde yaşamayı istemedim. Ancak bu arkadaşın burnu o zaman da
havalarda idi. Genelde kendisi gibi bazı yazarlar ve şairler ile takılır
ve arada bir o yıllarda dini kitap satan dükkânların yer aldığı Beyazıt'taki Beyaz Saray'a uğrardı.
Bir gün yolumuz Tohum Yayınevi’ne ait kitapçıda kesişti. Kitapevini bir grup üniversite öğrencisi doldurmuştu. İlk kez İsmet ile
Edip'i karşı karşıya görmüşlerdi. O zaman Yusuf'un 40'ıncı Emri adlı
bir şiir kitabım yayınlanmıştı. Cezaevindeyken yazdığım şiirimsi
sloganları ve hâlâ beğendiğim birkaç şiiri içeriyordu. İsmet masaya
kurulmuştu; bense ayakta idim.
İkimiz de Sünni idik o zamanlar. İkimiz de Milli Selamet Partisi bünyesinde çalışıyorduk. Ama kanımız o zamanlar da kaynamadı. İsmet'in damarlarında taşıdığını sandığı "asil kanı" kastetmiyorum.
Farklı dünyaların çocuğu idik... Orada şiir üzerine bir tartışma yaptık. Kendisini ezoterik ve anlamı belirsiz sisli ifadeler üretmekle ve
İslamcı gençliği lüzumsuz laflarla meşgul etmekle suçlayıp eleştirdiydim… Etrafımızı saran gençler iki grubu ayrılmıştı. Tartışma sanırım yarım saat kadar sürdü. Ondan sonra kendisiyle bir daha yüz
yüze görüşme ve tartışma gerçekleşmedi.
270
İsmet aslında hiçbir vakit Müslüman olmadı... Sünni oldu, Nakşi
oldu, Türkçü oldu, ama muvahhit bir Müslüman olmadı. Şimdi de
49:13; 30:19-22 ve daha nice ayetlere inat Sünnilik +Osmanlıcılık
+Türkçülük sentezini satıyor… Maalesef, faşist tavır ve politikaları
26:221-226 ayetlerinde anlatılan sözlerin dumanıyla vaftizleyen bir
laf cambazı. 19 Aralık 2012 tarihinde SKYTURK360 kanalında yayınlanan “Şimdi Söz Sizde” programında şöyle zırvalıyor: "Allah
bana Türk olmayı bahşetti… Aklım ermeye başladığından beri Türk
olmanın büyük bir kazanç olduğunu bilerek yaşadım… Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yaratmıştır..." Trajikomedi… "Aklım
Norşin’den Arizona’ya
ermeye başladığından beri… " diyor. "Aklıma yüzde yüz ihanet etmeye başladığımdan beri" demesi gerekirdi!
Yaklaşık iki ay süreyle kaldığım Alemdar Askeri Hapishanesi’nde,
Atasoy Müftüoğlu adlı şair/yazar ile de haberleştim. İran’daki sözde
İslam Devriminden yana cesur duruşuyla bizi şaşırtan, mütevazı ve
tatlı dilli birisiydi. Büyük bir ihtimalle 1980 yılının ilk günlerinde
Alemdar Hapishanesinden yazdığım bir mektupta onunla Türkiye’de gerçekleştireceğimiz İslam Devriminin yöntemini tartışmıştım. Düşüncesizce yapılan, gelişigüzel, polis tarafından manipüle
edilmeye açık ve uzun vadeli amacımıza ulaşacak stratejiden yoksun
gençlik eylemlerimize yönelik eleştirilerini anlıyor ve onlara değer
veriyordum. Benden 15 yaş büyüktü; muhtemelen tecrübeleri sayesinde laik ve kapitalist rejimi devirmeye yönelik mücadelemizi daha
iyi organize etmenin yollarını araştırıyordu.
Halka açık toplantılar, protestolar ve yürüyüşler yapmamıza karşı
olan önerisini kibarca reddettim. Bunlar birinci öncelikli eylemlerimiz olmamalıydılar ama halka ulaşmakta ve davamızın tanıtılmasında önemli role sahiptiler. Bir uzlaşmadan yanaydım. Açık siyasi
eylemlerin yanında, kısa süreli gündelik gelişmelere daha az duyarlı,
düşüncesiz tepkilere karşı daha az hassas ve polisin içimize sızmasına karşı daha az hoşgörülü yeraltı örgütlerimizin de olmasını gerekli görüyordum. Kitlesel gösterilerimizin devam etmesini desteklemek için Mekke’deki Hac ibadetlerini yerine getirirken iman sloganları atarak yürüyen hacıları örnek gösterdim. Ona İran’daki devrimi ve o devrimin gerçekleşmesinde kitle gösterilerinin oynadığı
önemli rolü de hatırlattım. (Devrime giden en önemli adımların gizlice atıldığını; yeraltına inen din adamlarının, öğrencilerin, tüccarların ördüğü dikkatli ağları ve gizlice doldurulmuş ses bantlarını görmezden geliyordum.)
O mektubun bir bölümü 22 yaşında entelektüel evrimimin yeni bir
safhasına geçtiğimin ipuçlarını veriyordu:
Abiciğim,
Türkiye'de gördüğüm kadarıyla dört başı mamur İslami bir
cemaatimiz yok. İfratlar ve tefritler içerisinde faaliyet gösteren topluluklar ve fertler var. Ancak ileride bu aykırılıkların büyük bir rahmete vesile olacağına dair içimde büyük
bir ümit var. Benim şahsen ileriye ait bazı düşüncelerim
mevcut. Bir kısmı şu anda yalnız düşünce planında, bir
kısmı da söz planında…
271
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Şu anda yaşamış olduğum faaliyetler ise tamamen tasvip etmememle beraber, tecrübe kastıyla içinde bulunduğum eylemlerden ibarettir. Bazı şeyleri görmek istiyorum, tecrübe
etmek istiyorum.
Kurşun menzili içerisinde, silaha sarılmaktan başka bir çaresi kalmayan Müslümanın durumunu hissetmek istiyorum.
Düzenin işkence hanelerinde akla gelmedik işkence ve insanlık dışı hakaret ve hareketlere maruz bırakılan sağcının,
solcunun ve Müslümanın duyduğu kinin derecesini ve fonksiyonlarını görmek istiyorum. Yürüyüşlerde, manasını bilmediği sloganı dahi sesi kısılıncaya kadar bağırabilen bir
kitlenin ve o kitle içerisinde heyecanına mağlup olmuş bir
ferdin veyahut da o kitleyi dışarıdan izleyen bir kimsenin
hissiyatını, efkârını anlamak istiyorum. Bunun yanında dört
duvar arasında İslam'ı öğrenmeye ve yaşamaya çalışan kardeşlerimizin de eksik ve üstün yönlerini görmek istiyorum.
Velhasıl şu anda pratik bir tecrübe içerisindeyim ve bununla beraber kafamda bazı çelişkilerin de oluştuğu muhakkak.
Diyebilirsin ki bu tecrübeleri yaşayan abilerin sözlerini ve
yazılarını inceleyerek vaktini heba etmekten, belki de hayatını hep tecrübelerle geçirmekten kurtarabilirsin. Olabilir,
ancak güvenebileceğim kişileri tespit için de bazı şeyleri bilmem gerekir.
Yukarıdaki mektubu yazdıktan otuz küsur yıl sonra, hiç kimseyi güvene ve imana dayalı olarak körü körüne izlemeyeceğimi ilan eden
o mektubun son paragrafını önemli ve ilginç buluyorum. Bu benim
özümdü ve beni bir ateş çukurunun dibinden, beni kuşatan çevremin
karanlığından kurtaran şeydi aynı zamanda.
***
272
İki yoldaşımla birlikte Alemdar Askeri Cezaevi’nden Maltepe Askeri Cezaevi’ne gönderildim. Bu olay 1980 askeri darbesinden önce
ilan edilen sıkıyönetim esnasında oluyordu. Cezaevinde çoğunlukla,
şiddet suçları işlemiş faşistler kalıyordu. Alt koğuşa yerleştirilmiştik. Bir bozkurt sürüsünün ortasına düşmüş üç kuzu gibiydik. Bizi
hemen ısırmadılar. Lider kadroları üst katlardaki koğuşlarda kalıyordu. Bizim koğuşumuz ana bölümden bir şekilde tecrit edilmişti;
ancak, temiz hava almak için avluya çıktığımızda birbirimize karışırdık. İki ya da üç günlük balayından sonra, sürünün liderinden bir
Norşin’den Arizona’ya
mesaj aldık. Kardeşimin katilleri Ali Bilir ve suç ortağı İhsan Barutçu’nun orada tutuklu oldukların öğrenmiştim. O suçtan ve bir Komünist liderin öldürülmesi de dâhil birkaç cinayetten oradaydılar.
Ali Bilir reisleriydi. Mesaj, koğuşunda onu ziyaret edip onunla tanışmamızı bildiriyordu. Konuyu biliyordum. Yoldaşlarının babamdan istediği gibi, kardeşimin suikastına tanık olan insanlara baskı
yapmamızı isteyecekti. Tereddüt etmeden reddettim ve gardiyandan
beni yönetime götürmesini istedim.
Yüzbaşıya durumu anlattım ve fiziksel bir saldırıya uğramaktan
korktuğumuzu söyledim. Onlara kardeşimin katilleriyle aynı çatı altında olduğumuzu ve benim de hayatımın tehlikede olduğunu ifade
ettim. Cezaevi yönetimi isteğimizi geri çevirdi. Burada birlikte yaşamayı öğrenecektik. Artık birbirimize düşmanlık göstermememiz
gerekiyordu. Kardeşimin katillerinin orada olduğundan habersiz değillerdi; beni, kasıtlı olarak oraya göndermişlerdi. Ordu içindeki rütbeli bir Bozkurdun, beni o tutukevine kardeşimin katilleri tarafından
baskı görüp onları kurtarmak amacıyla gönderip göndermediğini
merak ediyorum. Bize oynatmaya çalıştıkları bu tehlikeli oyunun adı
da “Karıştır ve Barıştır”dı.
Yaklaşık üç yıl sonra başka bir cezaevinde, cezaevi yaşantımı bir
şiirle ifade ettim.
Hapishane
İki gün kaldı iki seneye
Gireli ben bu hapishaneye
Dışarda yerimde duramazken
Çakıldım üç-beş metrekareye
Kapı hep demir, gök ve yer beton
İnsan rengarenk, hayat monoton
Ruhta dans ederken çelişkiler
İsyan an be an, umut ton be ton.
"Sayım var!" koğuşta bir yaygara.
Dizilir sıra sıra duvara
"Edip Yüksel!" "Burdayım komutanım!"
Ve mahkûm para, zindan kumbara.
Hamdolsun, karavanamız büyük
Yazık, bugün şeftaliler çürük.
Ve yemekten sonra tok karına
Günde bir saat Atatürkçülük!
"Orta maltada volta atalım."
"Bir sotada zula patlatalım."
273
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
274
Tutsaklar tutsakça konuşur.
"Mevzuya takıl da anlatalım:"
Suçlar çeşit çeşit: kimi irsi,
Kimi iktisadi ve namusi
Kimi bir kaza veya iftira
Benimse suçum biraz siyasi
Zincir kabul etmeyen beynimde
Düşüncemi hapsetmedim diye
Çağdışında bir fanatik oldum
Atıldım bu çağdaş hapishaneye
Kurtla kuzu burada yan yana
Sabır ver rabbim sabır ver bana
Bu ne dayanılmaz manzara
Kardeşimin katili karşımda!
10 ağustos 1982
(Yusuf'un Kırkıncı Emri, Edip Yuksel, Madve, İstanbul,
1984.)
Kardeşimin katilleriyle bir araya gelmeyecektim ve böyle bir karıştırmanın barış yapmamızı sağlayacağını da düşünmüyordum. Yüzlerini bile görmek istemiyordum. Bu yüzden, temiz hava almak için
avluya çıkmaktan kaçınarak loş ışıklı ve aşırı kalabalık koğuşta kalmayı tercih ettim. Çirkin ranza manzarasını mavi gökyüzüne yeğliyordum. Ama bu çözüm olmadı. Çok geçmeden koğuşumuzdaki
mahkûmların artan düşmanlığı, dik bakışları, ince hakaretleri, sözlü
tacizleri ve itiş kakışlarına maruz kalmaya başladık. Gerginliğin
amacı belliydi ve verilmek istenen mesaj da açık ve netti. Ya kardeşinizin katillerine boyun eğecektiniz ya da…
Sonunda cezaevi yönetimi eli kulağında olan belanın farkına vardı
ve bizi idare odalarının karşısındaki büyük pencereli bir odaya geçici
olarak yerleştirdiler. Odayı doktorlar mahkûmları muayene etmek
için kullanıyordu. Yüz kadar bozkurtla birlikte katillerin kafeslendiği üst kattaki koğuşlara açılan kapı olarak kullanılan demir parmaklıkların bitişiğindeydi. Mahkûmlar yönetime giderken veya temiz hava almak için avluya çıkarken bizi görebiliyorlardı. Görünürden öte bir durumdaydık. Tamamen korunmasızdık. Camlı ahşap
kapı ufak bir zorlamayla kolayca açılabilirdi. Yüzbaşı bizi temin etti;
başka bir askeri cezaevine gönderilecektik.
Öğle yemeğinden sonra öğle namazımızı kılmak istiyorduk. Abdest
almak için koridorun sonundaki tuvalete gitmek için gardiyandan
izin istedik. Birer birer gitmemize izin verdi. İlk Ebubekir gitti. Önce
Norşin’den Arizona’ya
bir kargaşa ve ardından acı dolu bir çığlık duyduk. Uzun boylu ve iri
bir bozkurt, Ebubekir’i göğsünden birkaç kez bıçakladı. Sonradan
bu bozkurdun ölüm cezasına çarptırıldığını ve devam etmekte olan
başka cinayet davaları yüzünden orada tutulduğunu öğrendik. Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Kiralık katil olmak için kusursuz bir
adaydı. Asıl hedefinin Ebubekir olmadığını işittim. Ali Bilir veya
belki de rütbece ondan daha yüksek olan Yunus Meral ondan beni
öldürmesini istemişti. Ama küçük bir sorun vardı; yüzümü hiç görmemişti. Alt katta yaptığım gönüllü inzivanın istemeden de olsa
bana bir faydası olmuştu. (Daha sonra, twitter yoluyla tekrar buluştuğum Ebubekir'e bu olayı hatırlattığımda, aslında beni savunduğu
ve koruduğu için kendisinin hedef alındığını yazdı.)
Ebubekir, acilen hastaneye götürüldü; orada yaklaşık bir ay kalacaktı. Bıçak bir santimetre farkla kalbini ıskalamış ve ciğerlerine
saplanmıştı. Tedavi olumlu sonuç verdi ve hemen hemen tamamen
sağlığına kavuştu. Ama o olaydan sonra Ebubekir’i bir daha göremedim.
İhsan Barutçu ile yaklaşık bir yıl sonra tekrar karşılaşacaktım. Kardeşlerimin katillerinin kaldığı tutukevine bir kilometre ötede Osmanlı döneminde silah deposu olarak kullanılan bir cezaevine sevk
edilmiştim. Hala devam eden bazı davalarım vardı. 14 Nisan 1981
günü Selimiye'deki askeri mahkemeye ifade vermek için gidecektim. Sabah 10’da Selimiye Askeri Mahkemesi’ne çıkartılmak üzere
askeri kamyonun çelik kutusuna koyulduğumuzda, eziyet en üst
noktasına ulaştı. Kamyonun bir köşesinde kardeşimin katilinin oturduğunu görünce kontrolümü kaybettim. Ona, “Faşist!” diye bağırdım. Püriten yetiştirilmiş mizacıma o zaman bile ters davranmadım,
sövmedim. Başlangıçta endişelenmişti ve suçlu birinin duyduğu korkuyu gösteriyordu; ama saniyeler sonra dişlerini gösterdi. Gardiyanlara beni kardeşimin katiliyle yalnız bırakmamaları için yalvardım.
Ama hiç umursamadılar veya ellerinden bir şey gelmiyordu. Komutanlarının emri böyleydi.
Birkaç cinayetle yargılanıyor olmalarına rağmen, kardeşimin katilleri Ali Bilir ve İhsan Barutçu yaklaşık on yıl yattıktan sonra serbest
bırakıldılar. Ali Bilir şu an MHP’de liderlik konumundadır. İhsan’sa
MHP İstanbul il başkanı oldu ve 2011 seçimlerinde milletvekilliğine
aday gösterildi. Milletvekilliğine aday olduğu sırada bir fahişeyle
evlilik dışı ilişkiye girerken çekilmiş videokaset skandalıyla günlerce manşetleri işgal etti. İstifası istendi ama kabul etmedi. Bu suçu
kanıtlanmış katil, şimdi mecliste ülkesine "hizmet" ediyor. İkisi de
275
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
milliyetçilik ve Allah yolunda verdikleri hizmetten dolayı genç Bozkurtların kendilerine gösterdiği saygının keyfini sürüyor.
Serüvenlerimiz Ülkücüler ile sınırlı değildi. Onlar şeytan üçgeninin
sadece bir köşesiydiler. Aralarında cesur ve dürüst birçok vatansever
genç vardı ama lümpenlerin ve psikopatların sayısı da az değildi. Diğer iki köşeyi de polis/asker ve Komünistler tutmuştu. Başlangıçta
Türk hükümetini bir numaralı düşmanımız olarak görmemize rağmen, asker ve polisle karşılaşmaktan kaçınıyorduk. Onlarla kapışacak kadar güçlü değildik. Komünistlerle karşılaşmaktan da kaçınıyorduk; faşistlerle olan mücadelelerinde onlara engel olmak istemiyorduk. Düşmanımın düşmanı dostum değildir; ama başlıca düşmanımız da onlar değildi. Komünistler iki düşmanımızın -faşistler ve
devlet- da düşmanıydı. Bu yüzden bize bulaşmadıkları ve bölgelerimizdeki üstünlüğümüze saygı gösterdikleri sürece onlara hoşgörülüydük. “Bırak birbirlerini yesinler” geçici politikamızdı.
Serbest kaldıktan sonra da ölüm tehditleri almaya devam ettim ve
daha fazla olay yaşadım. Yoldaşlarım tabanca taşımam konusunda
ısrar ediyorlardı. Tabanca taşımak, hele de o zamanlar yasal değildi.
Ancak siyasi eylemci birçok gencin tabancası hatta bazılarının otomatik tüfekleri vardı. Polisin Komünist ve faşist hücrelerini basıp bir
oda dolusu tabanca, tüfek, makineli tüfek, bomba bulması sıradan
günlük haberler arasındaydı. Ülkede silah bolluğu vardı. Ulus olarak
biz şiddete alışmıştık, “haşlanmış kurbağa sendromu”na yakalanmıştık.
Sonunda tabanca taşımayı kabul ettim. Kendimi savunmaya fırsat
bulamadan bir faşist ya da Komünistin atış menzilinde öldürülmeye
niyetim yoktu. Ama tabancayla dolaşmaktan hoşnut da değildim. İster yanlışlıkla olsun ister kendini savunma maksadıyla bir insanın
öldürülmesini kabul edemiyordum. Şehir içinde rahatça hareket etmeme de mani oluyordu. Polise ve askere karşı daima gözümü dört
açıyordum. Sık sık yolları kapatırlar, insanlar üzerinde ve arabalarda
silah ararlardı. Polis ve askere ateş açmayacağıma göre üzerimde tabancayla yakalanıp yıllarca hapsedilme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Bu yüzden, iki hafta kadar gömleğimin altında tabanca taşıdıktan sonra ondan kurtulmaya karar verdim. Zarar ve riskinin olası yararından daha fazla olduğunu düşünüyordum.
276
Bu dönem boyunca birçok yoldaşımızı faşistlerin ve Komünistlerin
kurşunlarına kurban verdik. Bazılarını şahsen tanıyordum. Mustafa
Yaşar, Sedat Yenigün ve Mustafa Başal onlardan bazılarıydı. Bu üçü
Norşin’den Arizona’ya
Komünist çeteler tarafından öldürülmüştü. Mustafa Yaşar Esenler’den cesur bir gençti. Hem Esenler hem de Fatih’te birlikte şiddet
içermeyen bazı eylemlere katılmıştık. Sedat Yenigün başarılı bir yazardı. Yazıları duyarlılığını, merhametini, ayrıntıları görme yeteneğini ve toplumsal analizlerini yansıtırdı. Dürüst ve idealist bir düşünürdü. O ve arkadaşı Profesör Sami Şener’le bir yaz kampında bir
ya da iki hafta geçirmiştim. Bu grup daha sonra İslam Kurtuluş Ordusu’nu da çağrıştıran İKO (İslam Kültür Ocağı) adıyla örgütlenmişti.
Mustafa Başal’ın suikasti ise başkasıyla karıştırılarak öldürülmesinden ötürü trajik bir öyküdür. Ara sıra örgütümüze ziyarete gelirdi
ama aktif değildi. Kibar bir gençti. 26 Temmuz 1980’de Küçük Mustafa Paşa’da bir grup Komünist tarafından öldürüldü. Tanıkların bildirdiğine göre, Komünist bir çete tarafından sokak ortasında durdurulmuştu. Ona “Edip!” diye bağırmış ve durmasını istemişlerdi. Durmuştu ve hemen oracıkta öldürülmüştü. Aslında Mustafa bana o kadar benziyordu ki tek yumurta ikizleri gibiydik. Örgütümüze gelen
konuklar bazen onu benimle karıştırırlardı. Artık karıştıramayacaklardı. Mimlenmiş bir adam olan Edip’e benzerliğinin faturasını ödemiş ve bu dünyadan ayrılmıştı. Bu kaybın üzerine bir ya da iki gün
yas tutmuştum; ama yoğun ve macera dolu programım çok geçmeden bana onu unutturdu. Annesi, babası veya kardeşleri hâlâ yaşıyorlarsa; yüreklerinde açılan boşluğun acısını hâlâ hissettiklerini çok
iyi biliyorum. Böylesine trajik bir olaydan bir aile bireyinin kaybı,
yaşayan aile üyelerinin yüreklerinde kalıcı bir acı bırakır; zihinlerinin derinlerinde kozmik radyasyon gibi devamlı bir hüzün taşırlar.
Fatih’in önemli bir bölgesindeki hâkimiyetimizden endişe ettiğimiz
bir dönem olmuştu. Üyelerimizin söylediğine göre, Dülgeroğlu ve
Gemiciler sokağının kesiştiği sakin bir köşede gizli bir hücre vardı.
Fatih İtfaiyesinin kuzeyindeydi. Şu an tam olarak hatırlamıyorum
ama dedektif gibi çalışarak hücrenin kime ait olduğunu öğrenmiştik.
İstanbul’un başka bölgelerinde hâkimiyet kurmuş olan bir Komünist
örgütün daha büyük stratejilerinin bir parçasıydı. Küçük ve kuytu bir
sokaktı, ama onlara izin vermemiz durumunda yavaş yavaş çevreyi
tanıyarak bölge sakinleri ve esnafla bağlantılar kurup önünde sonunda bölgede militanlarını ve silahlarını dolaştırmaya başlayacaklardı. Zaman aleyhimize işliyordu. Kötü huylu bir kanser hücresinden farkı yoktu. Ne kadar geç müdahale edersek onları bölgemizden
çıkarmanın faturası o kadar ağır olacaktı. Taciz haberleri almaya
başlamıştık. Büyük Karaman Caddesi’ni kullanan yayaları rastgele
277
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
durdurup sorguya çekiyorlardı. Ortamı, bağışıklık sistemimizin tepkisini test ettiklerini biliyorduk.
Bir cuma günü otuz kadar yoldaşımla birlikte Şehzadebaşı Camisi’nden Fatih’e dönüyordum. Kestirmeden Büyük Karaman Caddesi’ne girdik. Gemiciler Sokağı kavşağına yaklaşınca Komünistlere
ve sakin köşelerine bakmak istedim. Yoldaşlarım gelişigüzel bir biçimde beni izliyordu. Verdiğim kararla ilgili önceden bilgileri yoktu.
Aslında o sokağa varıncaya kadar aklımda herhangi bir plan da
yoktu. Dürtüye dayalı bir karardı bu. Adı çıkmış kafeye doğru ilerledim. Aniden binanın arkasından bir gencin çıktığını gördüm. Yüzünü bir kaşkolla örtmüştü ve kollarını yere paralel tutarak gerip ileri
doğru uzattığı ellerinde bir tabanca vardı. Bana nişan alıyordu. Yaklaşık altı metre uzağımdaydı. İlk ateş sesiyle birlikte kendimi yere
attım. O an Clint Eastwood ve John Wayne’i hatırladım ve yerde
yuvarlanmaya başladım. Üst üste ateş edildiğini duyuyor ve sağa
sola yuvarlanıyordum. Sonra tabanca sesi kesildi. Ölmemiştim, en
azından şimdilik. Yaralanıp yaralanmadığımı merak ediyordum.
Kurşun yarasının çabuk hissedilmediğini biliyordum. Çabucak kendimi kontrol ettim ve ayağa kalktım. Komünist militanı boş tabancasıyla kaçarken gördüm. Doğuya, Bizanslıların yaptığı Bozdoğan
Su kemerlerine doğru koşuyordu. Peşinden gittim. Ancak, koştuğumuz yönden silah seslerinin geldiğini duyunca durmaya karar verdim. Orada saklanan yoldaşları vardı.
Olay yerine geri döndüğümde büyük bir kalabalık gördüm. Yoldaşlarım oradaydı. Arka bahçenin birinin tuğla duvarlarının arkasından
bir imdat çığlığı duydum. Ben yerde yuvarlanırken tam arkamdaki
duvardı. Duvar iki-üç metre yüksekliğindeydi. Birisi hemen bir merdiven buldu ve çığlığın gizemi çözüldü. Örgütümün genç üyelerinden Mustafa Göker’di. Poposundan vurulmuştu. Silahlı adam ateş
ederken arkamda duruyormuş. Korku ve panikle duvara tırmanmış,
ancak tırmanırken beni ıskalayan kurşunlardan biri ona isabet etmişti. Yumuşak bir noktasından vurulduğu için şanslıydı. Yaranın
yeri kalabalığın gerginliğini hafifletmişti. Komik bir şeyler söyleyip
onu hastaneye götürmek için taksi çağırmalarını istemiştim. Polisle
uğraşmak istemediğimiz için yoldaşlarımdan olay yerini hemen terk
etmelerini istedim. Düşmanlarımıza karşı polisten yardım istemezdik. Polisi en büyük düşmanımız olarak görüyorduk; başlıca hedefimiz olan kâfir rejimin muhafızıydı polisler. Onlara güvenmiyorduk;
akıllarına gelen herhangi bir şeyle bizi suçlayarak tutuklayabilirlerdi.
278
Norşin’den Arizona’ya
Ertesi gün Fatih'in ortasında güvenlik ve otoritemize meydan okuyan
bu olayı tartışmak için örgütümüzün lider konumundaki kişilerini
topladım. En popüler fikir, iyi eğitimli silahlı bir grup Akıncıyı göndererek onlarla anladıkları dilden konuşmaktı. O zaman için en net
"çözüm" buydu. Ahlak dışı, zararlı ve gereksiz bulduğum için bu
fikri reddettim. Ahlak dışıydı çünkü Faşistlerin ve Komünistlerin
yöntemlerini uygulamamalıydık. İnsan hayatı kutsaldı ve oraya gidip militanlarımızın, bölge sakinlerinin ve hatta düşmanlarımız olan
Komünistlerin hayatını tehlikeye atamazdık. Büyük bir ihtimalle
daha delikanlı yaşlarda veya bizim gibi yirmili yaşların başlarındaydılar. Bu fikir, aynı zamanda, zaten her yerde bizi rahatsız eden polis
ve askeri bölgemize daha çok çekeceği için de zararlıydı. Dahası, bu
durum vahşetle sonuçlanacak kısasa kısas bir intikam çemberinin
oluşmasına olanak sağlardı. Gereksizdi de. Bunun yerine alternatif
bir fikir ileri sürdüm.
Her şeyden önce onların amacını ve planını bilmeliydik. Bölgeyi
zapt etmek için buradaydılar. Bir apartman dairesindeki hücreyle
başlayarak bölgelerini sokak-sokak, kafe-kafe ve blok-blok genişletmek istiyorlardı. Onları küçük bir bölgede tutup psikolojik baskı altına almaya çalışmalıydık. Kısa bir tartışmadan sonra önerim kabul
edildi. Çevreleyen bölgeye odaklanıp dairesel bir alanda daha güçlü
bir hâkimiyet kurmaya karar verdik. Dairenin merkezine sık sık
adamlarımızı gönderip varlıklarından haberdar olduğumuzu ve bölgenin kontrolünün bizim elimizde olduğunu bilmelerini de sağlamamız gerekiyordu. Böylece bölgede yoğun bir propaganda ve halkla
ilişkiler faaliyetine giriştik. Bölgelerini genişletmek isterken ilk yöneldikleri yerin orası olduğunu düşündüğümüz için Kadınlar Pazarı
esnafına ayrı bir özen gösteriyorduk.
Taktiğimizin ikinci kısmı tehlikeli olanıydı; istenmeyen sonuçlar doğurmaya çok elverişli bir taktikti bu. Kanserli hücreyi tecrit ederken
onu tamamen ortadan kaldırmamız gerekiyordu. Aksi takdirde karantinaya aldığımız alanın zayıf olan noktasını bulup bölgemize
doğru yayılabilirdi. Vicdanım bir general gibi hareket etmeme izin
vermiyordu. Böylesine tehlikeli bir göreve yoldaşlarımı yalnız gönderemezdim, ben de onlara katılmalıydım. Sadece katılmakla kalmamalı, o enfeksiyonlu köşede onlara liderlik de etmeliydim. Amacımız silahlı bir çatışmaya girmek değil, onları varlığımızla şaşırtmaktı; bu yüzden tetikte olmadıklarını bildiğimiz bir saati seçtik.
Bir öğleden sonra beş tane yoldaşımı görev için hazırladım. Üç tanesi tabancalarıyla birlikte bizi uzaktan izleyecekti. Saldırı olması
279
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
durumunda hemen karşılık vereceklerdi. Onlara önce havaya, sonra
da saldırganın ayaklarına ateş açmalarını söyledim. Silahlı olan diğer ikisiyse Komünistlerin üs olarak kullandığı kafeye girerken peşimden gelecekti. Kafe ada gibi duran bir binanın bodrum katındaydı. Elimde İslamcı bir derginin artık sayıları vardı. İki yoldaşımla
birlikte kafeye girdim. Merdivenlerin başındayken birkaç Komünist
militanla göz göze geldik. Ani bir hareketten kaçınıyorduk. Hava oldukça gergindi. Kımıldamıyorlardı ama yere bir kaşık düşse veya
birisi genelde olduğundan daha hızlı hareket etse yıkıma hazır gözüküyorlardı. İyi, Kötü, Çirkin… Bu adamlar çirkindiler. Kâğıt oynayan, çay içen veya TV izleyen apolitik müşteriler de vardı. Sessizlik
korku veriyordu. Yüzümde bir gülümsemeyle merdivenlerden aşağı
indim ve insanlara dergilerimizi dağıtmaya başladım. Dergilerini verirken büyük bir güvenle militanların gözlerine bakıyordum. Bu moral bozma operasyonu iki ya da üç dakika sürdü. Aralarından biri her
an silahını çıkarıp bize ateş edebilirdi, bu yüzden gergindim. Allah’tan böyle bir şey olmadı. Bu eylemi bir kez daha tekrarladık ve
bir ay kadar sonra ortadan kayboldular.
"Kurtarılmış bölgeler" oluşturmak için canımızı riske sokarak yaptığımız çalışmalara ek olarak, sokakta ve halka açık yerlerde konuşmalar yapmayı seviyordum. Polisten izinli veya izinsiz düzenlediğimiz konferanslarda konuşurdum. Nerede, beni dinlemeye mecbur
bir kalabalık görsem, örneğin; sinema veya otobüste onlara dini ve
politik mesajımızı vermeye çalışırdım. Sıkıyönetim; askerden izinsiz toplantıları ve konuşmaları yasakladığı için bunlar yasadışı etkinliklerdi… Fatih bölgesindeki sinemalarda, filmler arasında ara verildiğinde hemen perdenin önündeki sahneye çıkar ve aktüel olaylar
hakkında örgütümüzün görüşünü paylaşırdım.
280
Tam zamanlı bir aktivistten daha fazlasıydım. Uykudan arta kalan
zamanımı davaya adamıştım. Bir gece yoldaşlarım beni açık hava
sineması Haydar’da bir film izlemeye davet ettiler. Projeksiyon makinesinin olduğu odanın yakınındaki en arka sıralardan birine oturdum. Film arasında sahneye fırlayarak Afganistan’da Ruslara karşı
verdiğimiz cihatla ilgili konuşmaya ve yeni gelişmelerden haber vermeye başladım. Yaklaşık beş dakika içinde konuşmamı bitirmiştim.
Sinemadaki insanların çoğu bize sempati duyanlardan meydana geliyordu. Bu yüzden sürpriz propaganda seansı bir alkış tufanı ile
bitti. Polis ve asker tarafından aranan bir şahıs olduğumu biliyordum. Fatih’in her yerinde beni arıyorlardı. Bir gün önce kıl payı ellerine geçmekten kurtulmuştum. Eve giderken, evimizin önüne park
Norşin’den Arizona’ya
etmiş iki tane askeri kamyon görmüştüm. Askerler gittikten sonra
babam arama hakkında beni bilgilendirmişti. Eve birkaç dakika erken varmadığım için şanslıydım.
Polis karakolu sinemanın tam yanındaydı. Orada kalmak düpedüz
çılgınlıktı. Ama arkadaşlarımla filmin geri kalanını izlemek istiyordum. Zevkim uzun sürmedi. İçeri giren asker sesleri duydum. Komutan, personele filmi durdurup ışıkları yakmaları emrini verdi.
Kısa bir açıklama yaptı, birini arıyorlardı. Beni aradıklarını biliyordum. Arkadaşlarımın oturduğu sıradan uzaklaştım ve üç sıra ilerideki boş sıralardan birine süzülerek sıradan insanların arasına oturdum. Komutan sinemanın bekçisiyle birlikte benim koltuğuma
doğru ilerliyordu. Bekçi komutanı direkt olarak birkaç dakika önce
oturmakta olduğum koltuğa doğru götürüyordu. Komutana benim
yanımda filmi izlediğine dair yemin ediyordu. Doğru söylüyordu;
yanımda oturuyordu ama yerel bir bekçinin muhbir olabileceğini
beklemiyordum. Ne kadar safmışım. Komutan kalabalığa yerlerinden ayrılmamalarını söyledi ve her bir sıranın koltuklarına tek tek
bakmaya başladılar. Yanımda oturanların beni ele vereceklerini düşündüm. Ama yapmadılar. Komutan yandaki sıralara ve beni şahsen
tanıyan birkaç polis memuru da diğer sıralara bakıyordu. Gergindim
ve endişe içindeydim. Ancak kendimi ele vermemek için elimden
geleni yaptım. Gözlüğümü çıkardım ve kafamı etrafımdaki insanların baktığı yöne çevirdim. Bazı Kuran ayetlerini sessizce okuyarak
dua etmeye başladım. Geçen her dakika komutanı öfkelendiriyordu.
Oturduğum sıraya da baktı ama beni fark edemedi. Askerlere beni
yüz metre öteden bile tanıyabileceğini söylüyordu. Oysa ondan sadece üç metre ötedeydim. Muhtemelen o günlerde yakalanması zor
olduğum için burnunun dibinde saklanabileceğimi beklemiyordu.
Tekrar tutuklanmak istemiyordum. Gözaltına alınmaktan ve polis ve
asker karakollarının işkence dolu karışık labirentlerinden ve nezarethanelerinden geçmekten yorulmuştum. Birkaç dakika sonra polis ve
askerin aramaya son verdiğini duydum. Film yeniden başladı ama
bitmeden sinemadan ayrılmak istiyordum. Çıkışı kontrol etmesi için
yoldaşlarımdan birini gönderdim. İki tane asker çıkışta bekliyorlarmış. Yoldaşlarım sinemanın duvarları arkasındaki sokakları da kontrol ettiler, oralar da polis ve asker tarafından gözetleniyordu. On dakika daha bekledikten sonra kaçmayı başardım. Şanslıydım.
Bir hafta kadar sonra polis tarafından tutuklanınca özel olarak Fatih’teki jandarma karakolunun komutanına götürüldüm. Beni tekme
ve yumruklarla karşıladı. Polisten çok dayak yemiştim; ama ilk kez
281
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
üç yıldızlı bir askerin yumrukları ve postallarını tadıyordum. Birçok
yere bakmasına rağmen beni bulamadığı için çok sinirli olduğu
açıkça belli oluyordu. Öfkesinin daha üst rütbeli bir askerin öfkesinden kaynaklandığına bahse girerim. Nasıl oluyorsa, üst rütbelerden
aşağı doğru indikçe gerilimin derecesi artıyordu.
Aynı zamanda ülke çapındaki mitinglere, yürüyüşlere ve konferanslara katılıyordum. İzmit, Adapazarı, Ankara, Zonguldak, Sivas, Malatya, Kayseri, Erzurum, Batman, Muş, Tatvan, Diyarbakır… Bu illerdeki miting ve yürüyüşlerin hepsine grubumla birlikte katıldım.
Adapazarı ve Sivas’ta polis ve asker tarafından gözaltına alındım.
Adapazarı’nda büyük bir kongre merkezinde bir akşam geçirdik.
İran Devrimi’nin slayt gösterisini sunuyorduk. Konuşmacılardan bazıları Türk hükümetine karşı aşırı derecede muhalifti ve Türkiye’de
gerçekleşecek bir İslam Devrimine bağlılıklarını ilan ediyorlardı.
Hele toplantıya İstanbul'dan sarık sakal ve cübbeyle katılan ve Satır
Abdullah namıyla bilinen adam şeriat devleti için resmen TC'ye cihat ilan etti. Etkinliğin liderlerinden birisi olarak beni de tutukladılar
ve birkaç gün daha nezarethanede kalmak zorunda kaldım.
Sivas’taki tutuklanmamsa beklenmedik olmuştu. Çok başarılı geçen
barışçıl Tatvan mitingi ve yürüyüşünden dönüyorduk. On binlerce
kişi katılmıştı. Metin’i anmış, ırkçılığı lanetlemiş ve resmi ideolojiyi
kınamıştık. Gösterilerimiz ve mitinglerimiz için genellikle otobüs
kiralardık. Ama bu defa değişiklik olsun diye trene binmeye karar
vermiştik. Yaklaşık yirmi Akıncıyla Tatvan’dan İstanbul’a yolculuğumuzun keyfini sürüyorduk. Trende iki tane İranlı grupla da karşılaşmıştık. Gruplardan biri dindar ve genç üniversite öğrencilerinden
oluşuyordu. Namaz vakitlerinde içlerinden biri kompartımanları gezip tatlı İran şivesiyle “Nemaaz Nemaaz” diye bağırıyordu. Hemen
onlarla iletişime geçerek aralarına katılmıştım. Lisedeyken iki yıl
Farsça okumuştum ve şimdi Farsçamı pratik etme fırsatı bulmuştum.
Diğer küçük grup yaşça daha büyük olan ve dindar olmayan insanlardan meydana geliyordu. Onları da tanımak istiyordum. Sohbetimiz onların bana karşı kendilerini rahat hissetmelerini sağlamıştı.
Farsça bilgimi göstermek için Sadi Şirazi ve Hafız’ın bazı Şiilerini
okumaya başladım. Sıradan İranlılar bile şiiri çok sever ve Hafız en
sevdikleri şairlerden biridir. Tahran sokaklarında rastgele birini durdurun ve onun klasik şiirler okuduğunu görünce şaşırırsınız.
282
Orta yaşlı İranlının birisi daha önce hiç duymadığım bir şiir okudu.
Norşin’den Arizona’ya
Şiir hoşuma gitti ve ondan yazmasını istedim. Eğer o şiir Türkçe olsaydı, muhtemelen hiç dikkatimi çekmezdi ve muhtemelen böylesine şeytani bir mesaj veren biriyle sohbet etmeye devam etmezdim.
Ama orada ben devrim karşıtı bir taşlamayı beklemiyordum. O şiirden aklımda kalan birkaç satırı sizinle paylaşmak istiyorum. Kelime
kelime çeviri yerine anlamını yansıtacağım:
Zahida man ki kharabatiyu mastam ba tu çah?
Sağaru bada buwad bar sari dastam ba tu çah?
Ey Sofu, ben günahkâr ve sarhoşsam sana ne?
Elde kadeh şarap fıçısına koşsam sana ne?
Tu ki ba mihrab nişasti ahadi goft çara?
Man ki şab ta be sahar yak rah mastam ba tu çah?
Mihraba kurulmuşsun sana karışan mı var?
Ben gece gündüz sarhoşsam sana ne?
Eger ateş-i duzakh bar man-u ta ruy kunad,
Tu ki khishki çah ba man, man ki tarhastam ba tu çah?
Karşımıza çıksa bir gün cehennem ateşi?
Sen kuruysan bana ne, ben yaşsam sana ne?
Sivas’ın Kangal ilçesinin bir köyünde ıssız bir yerde tren aniden
durdu. Trenin kafeteryasında birkaç yoldaşımla birlikte çay içip sohbet ediyordum. Haberler kötüydü. Akıncılardan biri, solcu olduğu
söylenen bir grup öğrenciyle kavga çıkarmıştı. Aralarından birine
vurmuştu ve kızlardan birisi yardım için alarm kolunu çekmişti. Saldırganın kim olduğunu biliyordum. Yirmili yaşlarda olan psikopat
Ali olmalıydı. Yüzünde kurnaz bir gülümseme taşıyan keçi sakallı
bir gençti. Zengin bir ailesi vardı ve örgütümüzün davasından ziyade
maceralarına ilgi duyuyordu. Hiç kitap okumaz ve teorik tartışmalarımıza iştirak etmezdi.
Aramıza katılmasından hoşnut değildim; ama hizaya geleceğini ümit
ediyordum. Ona özel olarak sorun çıkarmaması konusunda talimat
da vermiştim; lakin bela onun gölgesiydi. Duran trende biz polisin
gelmesini bekliyorken, o trenden kaçmayı düşünüyordu. Hepimizi
bir askeri kamyona aldılar ve kimlik tespiti için bir polis karakoluna
götürdüler. Olayın mağdurları, kıyafetinden dolayı Adil Hoca diye
bilinen Adil Gökburun’u ve beni tanımışlardı. Grubun lideri olduğumu bildiklerinden beni seçmişlerdi. Adil de grubumuzun en uzun
boylusu, gösterişli sakalı ve şalvar pantolonu olduğu için seçilmişti.
Çarşambalı Şeyh Mahmut'un müridiydi. Adil sonradan Mehdi’nin
gelişiyle ilgili bir kitapçık yazacaktı. Gelmekte olan Kurtarıcı ve dış
283
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
görünüşüyle ilgili ne kadar saçma hikâye varsa toplamıştı. En karanlık Sünni günlerimde ve Şiilere sempati duyduğum zamanlarda bile
Mehdi’ye ilgi duymuyordum. O hadislerin uydurma olduğunu seziyordum. Nedense bu düşünce bana çocuksu geliyordu. Benim Mehdi
gücüm, Tom Miks ve Örümcek Adam olarak çizgi romanlarda ve
filmlerde kalmıştı. Ali’nin ilkel saldırganlığı yüzünden birkaç günümüzü nezarethanede geçirmek zorunda kalmıştık.
1980’in sonlarına doğru askeri yönetim tarafından kapatılmadan
önce Akıncılar Örgütü zirveye tırmanmış ve ülkenin her yerinde
500’den fazla şubesi, resmi ve gayrı resmi üye sayısıyla ülkenin en
büyük gençlik örgütü konumuna gelmişti. Kanunlar ve yönetmelikleri çok fazla önemsemiyorduk. Eylemlerimizin çoğunu kayda geçirmez ve polise veya askere bildirmezdik. Örgütümüzün resmi adı
ve yapısı gerçek eylemlerimizin üstünü örtmek için bir kılıf konumundaydı: yaklaşan kitlesel başkaldırı için daha fazla militan toplamaya yönelik bir propaganda…
Ulusal eylemlerle meşgul olduğum sırada Fatih Akıncılarının günlük liderliğinden istifa etmiştim. Boksör lakaplı Mehmet kısa bir süreliğine örgüte liderlik etmişti. Sonradan İlahiyat Fakültesi öğrencisi
Selahattin Yazıcı görevi devralmıştı. Sakin, kendine güvenli ve etkili
bir gençti. On yıllar sonra Selahattin’in, ilahiyat fakültesi mezunlarından oluşan TİYEM-DER adında ulusal bir örgütün başkanı olduğunu öğrendim; artık sokaklarda bölge savaşları vermiyor, Türkiye’nin baskıcı kanunlarına karşı sivil haklar için mücadele ediyordu. Selahattin ile yaklaşık otuz yıl sonra tekrar karşılaştım. 10
Ocak 2014 tarihinde o ve bir başka katılımcıyla Ceviz Kabuğu programında dört saat kırk altı dakika tartışacaktım.
Her zaman bölge savaşları vermiyor ya da trenlerde önemsiz kavgalara girişmiyorduk. Bunlarla paralel olarak, İslami Devrim için son
sürat propaganda üretiyorduk. Kitapçıklar, duvar gazeteleri, duvar
yazıları, doğaçlama halk konuşmalarının yanında yüz yüze tartışmalara da katılıyorduk. Diğer insanları da davamız tarafına çekmek için
sürekli çaba harcıyorduk ve bu iş benim ana hedefimdi ve uzmanlık
alanıma giriyordu. Ve bu işte oldukça başarılıydık.
284
Örneğin; civarda Arap Ahmet adıyla ün salan Ahmet Derbay’ın kardeşi aramıza katılmıştı. Fatih’in doğu sınırında bulunan Karagümrük
semtinde bir grup Komüniste liderlik eden korkulan bir isimdi. Arap
Ahmet ve çetesi bölgedeki Akıncıları ve iş sahiplerini taciz ettiği
için, o bölge oldukça uzun bir süredir dikkatimizi çekiyordu. Ah-
Norşin’den Arizona’ya
met’in küçük kardeşi Cumali’nin FT-19 gençlik örgütümüze katılması bizim için güzel bir sürprizdi. Ağabeyini ve arkadaşlarını sevmiyordu. Onun sayesinde Ahmet’in faaliyetleriyle ilgili değerli bilgiler alıyorduk. Küçük kardeşini tehlikeye atmak istemiyordum, bu
yüzden bize arabuluculuk edecek başka birini arıyordum. Sonunda
Ahmet’e ulaşmayı başardık ve onu bizimle buluşmaya davet ettik.
Olay, birkaç yıl öncesine kadar tamamıyla unuttuğum bir mektupla
başlamıştı.
Mayıs 2007’de Türkiye’ye yaptığım kısa seyahat esnasında kız kardeşim Aynur’a otobiyografimi yazdığımı söylemiş ve babamın
evinde benimle ilgili herhangi bir belge veya resim olup olmadığını
sormuştum. Babamın en sevdiği kitaplığının camdan kapısını açtı.
Babama ait içinde özel belgeler, hatıralar ve çoğu kendi el yazısıyla
Osmanlıca yazılmış kâğıtlar olan 40 yıllık deri çantasını ve kişisel
eşyalarını görünce çok duygulanmıştım. Bir zamanlar küçük dünyamızın merkezi olan babam artık orada değildi ve bütün o Arapça kitapları terk edilmişti. Kardeşim Nedim onları miras almıştı. Kız kardeşim, üzerinde Fatih Belediyesi’nin amblemi olan plastik bir bakkal poşetini eline aldı. Poşetin içinde eski fotoğraflarım, Ankara’da
öğrenciyken ve hapishanedeyken bana gönderilmiş çeşitli mektuplar
ve türlü insanlara gönderdiğim mektupların kopyaları vardı. O vakitler önemli gördüğüm mektupların müsveddelerini saklardım.
Bunların arasında 22 Mart 1979 tarihli, Ahmet’e yazdığım bir mektubu buldum. Bütün eski mektuplarım gibi bunun da kenar boşlukları yoktu. Fakat diğer mektuplarımın aksine, bu mektup kâğıdın tek
bir yüzüne yazılmıştı. Mektuba önce Arapçaları, ardından Türkçe
çevirileri yazılmış beş tane Kuran ayetiyle başlamıştım. Yaklaşık
otuz yıl sonra bu mektubu okumak, bana, geçmişteki benle şimdiki
beni karşılaştırma şansı da vermişti. Mektubu ilkel ama dürüst buldum. Kısmen çarpıtılmış ve kısmen yanlış bağlama yerleştirilmiş olmasına rağmen hâlâ orada doğruluk payı görüyorum. İşte size Sünni
bir militan olduğum günlerdeki hareket tarzıma ışık tutan mektuptan
bir bölüm. İmla hatalarını, ifade bozukluklarını ve kelime seçimlerini değiştirmeden buraya alıntılıyorum:
“Bismillahimrahmanirrahim
3:104 Sizin aranızdan bir taife çıksın ki hayra çağırsın,
iyiliği emretsin ve kötülükten menetsin. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir.
16:125 Rabbinin yoluna (İslam’a) hikmet ve güzel sözlerle
davet et.
285
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Allah'ın yolunda, size karşı savaşanlarla savaşın.
Aşırıya gitmeyin. Mutlaka Allah, aşırı gidenleri
sevmez.
9:36 … Müşriklerle toptan savaşın, onların sizinle toptan
savaştığı gibi… Bilesiniz ki Allah, Müslümanlarla
beraberdir.
2:193 Fitneden eser kalmayıncaya din de yalnız Allah'ın
dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse
artık zalimlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.
Allah'a hamd-u senadan ve onun resulüne salat-u selamdan
sonra…
Allah'ın selamı ona tabi olanların üzerine olsun.
Ey Ahmet,
Senden bir mektup aldım. Çoktandır sana cevap yazmak istiyordum ancak şu anda nasip oldu. Sana mektup yazmak
isteyişimin en büyük sebebi bana gönderdiğin mektupta samimi bir dil kullandığın içindir. Yani bildiğin gerçekleri veyahut inandığın şeyleri açıkça, ikiyüzlülük yapmadan ifade
etmişsin. Bu sebeple inşallah, Allah sana doğru yolu gösterir ve bende ona sebep olurum, diye sana mektup yazıyorum.
Ahmet,
Önce bir iki hususu belirteyim.
1. … Davetimle ilgili olarak bir yanlış anlaşılma olmuş.
2. Mektubunda bir-iki kişinin isimlerini zikrederek
onlara küfrediyorsun. Şunu bilesin ki … onların
davranışlarını biz tasvip etmiyoruz.
3. Faşizme karşı beraber olmak meselesine gelince…
Bu çok uzun bir tartışma konusudur. Ancak şunu
bilesin ki biz, bütün beşeri sistemlere, yani kula kulluğu sağlayan bütün zulüm sistemlerine, İslam-dışı
bütün fikir ve düzenlere karşıyız. Yalnız biz, bize
düşmanlık beslemeyen karşıt görüşlülere karışmayız. Bize saldıran ve tebliğimize engel teşkil edenleredir savaşımız. Eğer düşmanlarımızı sıralamak
gerekirse, bizim ilk ve en baş düşmanımız mevcut
laik ve kapitalist zulüm düzenidir.
2:190
286
Norşin’den Arizona’ya
[Düşmanımızın kimliğini ifade ettiğim kelimeler biraz daha
koyu renkli başka bir tükenmez kalem ile karalanmış.. Işık
altında dikkatle inceledikten sonra okuyabildim… Mektubun bu kelimelerini, ben hapishanedeyken, büyük olasılıkla,
bir aramada polisin eline geçerse aleyhimde 163'üncü maddeden tekrar açılabilecek bir davadan ve birkaç yıl ek hapis
cezasından korumak için muhtemelen babam veya benim tarafımdan karalanmıştı.]
Ahmet,
Biz, tek kelimeyle Müslümanız; ancak eminim ki senin kafanda tasarladığın veya senin bildiğin Müslümanlıktan çok
uzak ve değişik bir şekildeyiz.
Biz, Allah'a inanıyoruz. Bu inancımız bize babamızdan miras kalmadı. Biz düşünerek, fikir yürüterek Allah'a inandık.
Bu kâinatın tesadüf eseri meydana gelmeyeceğin isbat ettik.
Materyalist felsefeyi yani Marxizmi çürüttük.
Biz bütün peygamberlere inanıyoruz ve en son peygamber
Hz. Muhammed'in dinine bağlandık ve Müslüman olduk.
…
Şunu bilesin ki esas "devrimci" biziz. Bu zulüm düzenini devirecek ve yerine gerçek adaleti ve huzuru getirecek olan
biziz. Biz, mutlak fikrin savunucuları olarak gerekirse bu
uğurda gözümüzü kırpmadan şehit olmayı en büyük şeref
sayarız. Çünkü kesinlikle inanıyoruz ki ölüm, bir yok oluş
değil bilakis değişik bir dünyaya doğuştur, imtihandan bir
terhistir.
En yakın zamandan bir misal gösterilecek olursak işte
İran’daki Müslümanların soylu mücadelesi!.. ABD emperyalizmine ve küfür (İslam dışı) diktatörlüğüne karşı yüz elli
bin şehit vererek İslam devletini kurmaya başlayan İranlı
kardeşlerimiz iyi bir örnektir. Şu anda Afganistan'daki Müslüman kardeşlerimiz de, Rus emperyalizminin uşağı olan
Nur Terakki yönetimine karşı dağlarda gerilla savaşı veriyorlar. Eritre, Moro, Patani, Filistin… Müslümanlarının
bağımsızlık ve istiklal mücadeleleri ise her türlü zulme karşı
yine devam ediyor. Evet hicri 1400 yılına girmeye ramak
kala Müslümanlar topluca zalimlere, emperyalistlere, beşeri sistemlere karşı isyan bayrağını kaldırıyorlar. Çünkü
bizi yaratan Allah (c.c.) bizden bunu istiyor.
287
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Ahmet,
Durup bir düşün. Niçin yaratıldığını düşün ve mutlaka öleceğini de düşün. En büyük gerçek olan ölümü düşün ve ölümün
bir dirilişe gebe olabileceği ihtimalini göz önüne al! Yarın Allah'ın huzurundasın ve yaptığın her hareket ve geçirdiğin her
saniyeden hesap vereceğini bir düşün. O zamanki pişmanlığın
faydasız olacağını da bil.
Ahmet,
Bize düşen ancak tebliğ etmektir. Sana düşen de daha önceki
bütün yargılarını ve ön fikirlerini bir yana itip sakince düşünmendir. Ben inanıyorum ki seninle görüşürsek çok daha faydalı
olacaktır.
Şu hususları da belirtmek istiyorum.
288
Bu düzen, İslam-dışı bir düzendir ve bu düzenle uzlaşan babalarımız da gerçek Müslümanlıktan çok uzaktır. Beş vakit namaz
kılan, hatta hacca da gitmiş olan nice sözde Müslüman vardır
ki kafalarındaki fikir İslam değil de kapitalizmdir. Sen böylelerine bakarak değerlendirme yaparsan yanlış sonuca varırsın.
Eminim ki ilişkin kaç kitap okudunuz?
Ahmet, işittiğim kadarıyla siz Allah'a inanmıyormuşsunuz. Ancak isminizi değiştirmemeniz ve hele mektubunuzun sonunda
"Eyvallah" demeniz beni şaşırttı.
Sizinle teşhiste İslam'ı bilmiyorsun. Bildiğin hususlar ise büyük
bir kısmı yanlıştır. Şimdiye kadar İslam’ın devlet sistemine birleşiyoruz, yani bu düzenin bozuk olduğu ve bir avuç sermayecinin milyonları sömürdüğü gerçeğinde mutabıkız; ancak tedavide yani kurtuluşun İslam'da mı yoksa sosyalizm de mi olacağı
hususunda ayrılıyoruz. Şu bir gerçektir ki sizinle anlaşma ihtimalimiz bir kapitalist veya faşistle anlaşma ihtimalinden daha
yüksektir.
Görüşmek ümidiyle..
Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.
Ne mutlu İslam için savaşanlara
Ne mutlu gerçeği görüp de ona dönenlere.
22-3-1979
Edip Yüksel
(Arap harfleriyle imza)
Norşin’den Arizona’ya
Ahmet’e yazarken “sevgili” ve “sayın” unvanlarını kullanmadığımı
fark etmişsinizdir. O benim düşmanımdı ve dostluk ifade edecek hiçbir sözcüğü kullanmamam gerektiğine inanıyordum. Hasım grupla-
289
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
rının liderleriyle böylesine cüretkâr ve dürüst bir yaklaşımla iletişime geçmem Müslümanca bir davranıştı ama hadis ve sünnet öğretilerini izlediğim için, onu selamdan (barış anlamına gelir) mahrum
bırakıyordum. Bir kâfire selam, yani barış, kelimesini kullanarak selam vermemeliydim. Elbette ki, diğer birçok öğreti gibi bu da, düşmanlarımız dâhil herkesi barışa davet etmemizi isteyen Kuran öğretileriyle çelişiyordu. Sık sık Kuran’dan ve İslam'dan bahsetmemize
rağmen Kuran’dan ve tanımladığı İslam'dan habersizdik. Sınırlı Kuran bilgimiz hadis, sünnet hikâyelerinin ve mezhep fetvalarının filtresinden geçerek çarpıtılmıştı.
Kurtarılmış bölgeler yaratma yarışında bize karşı silahlı kavga veren
yerel bir düşman gençlik örgütün liderine böyle bir mektup yazmak
o sıkıntılı zamanlarda pek görülmeyen bir yöntemdi. Güvenliğiyle
ilgili güvence aldıktan sonra Ahmet davetimize olumlu yanıt verdi.
O günün ortamı içinde büyük bir risk alıyordu. İlk buluşmamız onun
bölgesinde oldu. Sonra da biz onu güvenli yerlerimizden birine davet
ettik. İkna ve dönüşüm ekibimize Malatyalı Dr. Remzi Pekdemir önderlik ediyordu.
Doktor Remzi tıp fakültesi son sınıf öğrencisiydi ve örgütümüze
kendini ziyadesiyle adamış bir yoldaşımızdı. Kardeşim Metin’in akıl
hocasıydı. Fakat ne yazık ki, kronik bir akciğer hastalığı vardı.
Ölümcül hastalığına rağmen, felsefi ve siyasi tartışmalarla meşgul
olma çabası takdire şayandı. Bazen oksijen eksikliğinden yüzü morarırdı; ama yine de tartışmaya devam ederdi. Komünistlerle tartışmakta ustaydı; on veya yirmi dakika içerisinde prestijli diyalektik
materyalizm ideolojisini Düz-Dünya-Teorisi'nin seviyesine indirirdi. Satranç oyuncusu gibi hareket eden profesyonel bir dönüştürücüydü. Remzi’yi tanımadan önce ateistlerle tartışmakta harikulade
olduğumu düşünürdüm. Ancak onun tartışmalarına canlı şahit olduktan sonra, o varken neredeyse hiç ağzımı açmıyordum.
Melez bir üslubu vardı. Üç farklı tarzın sentezini yapmıştı: dinleyicileriyle entelektüel olarak ilgilenmesine olanak sağlayan Sokratik
Metot; muhatabın gönlünde duygusal bir ilgi oluşturan Said
Nursi’nin tutkulu vaaz tarzı; ve hezimete uğrattığı muhatabına bunu
bir ihtida zaferi olarak sunması ve onların ağzından kendilerinin
Müslümanlığı kabul ettiklerini tanıklar huzurunda itiraf ettirmesi ve
böylece toplantıyı genelde bir kreşendo ile bitirme sanatı. Din değiştirme: Beyin + Gönül + İtiraf!
290
Hamlelerinden biri, teleolojik, yani klasik "tasarımdan sanatçıyı çıkarsama" tartışmasıydı. Biraz değiştirilmiş ama hesaplı ve ilgi çekici
Norşin’den Arizona’ya
bir versiyonuydu. Bir kâğıda tartışmakta olduğu kişinin adını yazarak bir diyalog başlatır ve hemfikir olunan kelimeleri not ederdi. Ahmet’le diyaloğunu da şöyle başlatmıştı:
- Ahmet, bu ne?
- Ahmet. Benim ismim.
- İsmini yazmak için neye ihtiyacımız var?
- Kâğıt ve kalem.
- Evet... Cisim ve mekân lazım. Başka ne?
- Parmaklar.
- Harika. Enerji ve güç de lazım. Başka?
- Şey…
- Buna ne dersin "<*>\\]^R@?"
- Ama bu "Ahmet"değil ki.
- Öyleyse başka ne lazım?
- Şey, alfabenin harfleri…
- Kesinlikle. O zaman, “Ahmet” yazabilmek için cisme, güce,
mekâna, zamana, harflere veya şekillere ihtiyacımız var,
doğru mu?
- Evet, hepsine ihtiyacımız var.
- Peki ya "TMAEH"veya "EMHTA"nedir?
- Galiba düzene ve düzenlemeye de ihtiyacımız var.
- Harika. Demek oluyor ki anlamlı bir kelime ortaya çıkması
için akıllı bir yazarın belirlediği bir düzene de ihtiyacımız var.
Kabul ediyor musun?
Bu kısa açılış hamlesi sonunda Ahmet cisim, güç, mekân, zaman,
şekil ve Akıllı Tasarımcıyı kabul etmişti. Sonra Remzi, Ahmet’in
isminden bir böceğin kanadına veya Ahmet’in gözünün yapısına atlardı.
Onun geçmişteki zaferlerine şahit olduğum için, doğu cephesindeki
baş düşmanlarımızdan biri olan Ahmet’i de İslam'a kazandıracağını
bekliyordum. Fazla uzun sürmedi. Yaklaşık iki saat ve beş on çaydan
sonra Ahmet yenilgiyi kabul etti. Bir Allah’a inandığını ve bize katılacağını ilan etti. Bu kazanımı birlikte kutlamıştık.
Bir dini kabul etmekte veya reddetmekte veya bir siyasi duruşu, modayı, evleneceği eşi seçmekte insanların kararlarına etki eden faktörlerin karmaşık ağını göz önüne alınca, Ahmet’in bize katılma kararının sadece o tartışmaya bağlanamayacağını düşünüyorum. Muhtemelen entelektüel bir tatmin ve gerekçe Ahmet için bir gereklilikti
ama büyük bir ihtimalle grubuyla iletişimi veya bazı duygusal, top-
291
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lumsal, siyasi ve kişisel sorunlar gibi sebepleri de vardı. Hatta o zamanlar ilgiyle izlenen İran'daki devrimin manyetik etkisi de azımsanmamalı. Ahmet daha sonra Ahmet Kara adıyla İslami tiyatro grubuna da katıldı ve sanatsal becerilerini gösterdi. Yanılmıyorsam Hasan Nail Canat, İbrahim Sadri ve Ulvi Alacakaptan ile birlikte çalıştı.
Bir grup İslamcının çalıştırdığı bir yayınevinde de çalıştı. Daha
sonra, Sultanahmet'te denize nazır bir kafe işletti. Şu anda aynı işi
Eyüp'te devam ettiriyor.
1-22 Ocak 2014 tarihleri arasında Türkiye ve Avrupa turuna çıktım;
Türkiye'de 8 ilde, Avrupa'da 4 ülkede toplam 25-30 konferansta konuşma ve tartışma, 5 TV programıyla söyleşi yaptım. Her ziyaretimde eski arkadaşlardan bazılarıyla görüşme imkânım oluyordu.
Yeni Şafak gazetesinde Salih Tuna ismiyle yazan eski dostum Davut
benimle görüşmek için Ahmet'in kafesini seçmişti. Oraya Ensar
Üzümcü adındaki arkadaşla birlikte gitmiş ve 25-30 yıldır görmediğim eski iki dostumla eski günleri yâd ettikten sonra Parti ve Pırtı
arasında 17 Aralık 2013'te alevlenen iktidar savaşını tartışmıştık.
Yakın arkadaşlıkların bittiğine tanıklık etmek çok üzücüdür. Dostluklar eskidikçe değerleri de artar. 1986’da Sünni dinini reddettikten
sonra eski dostlarımdan çoğunu kaybettim. Sadece birkaç arkadaşım
kalmıştı. ABD’ye yerleşince, arkadaşlıklarını kesmeyerek risk alan
geri kalan arkadaşlarımı da kaybettim.
En parlak dönemimde şimdi uzun zamandır kendilerinden haber alamadığım birçok gençle arkadaşlık kurmuştum. Kim bilir, belki bu
kitap yayımlandıktan sonra benimle iletişime girerler. Konya’daki
ilk hapishane deneyimim sırasında bir ay boyunca periyodik olarak
ziyaretime gelen ve sonra tıp okumak için İstanbul’dan Edirne’ye
giden Burhan Birlikbaş’la tanışmıştım. Sonradan İstanbul’a gelince
birbirimizi kardeş bilip şartlar ne olursa olsun birbirimize yardım etmeye sözleşmiştik. Dört yıllık hapishane hayatı ve bir buçuk yıllık
askerlik vesaireden sonra okyanus ötesine savrulduktan sonra ilişkimiz kesildi. Şimdi otuz yıl sonra nerede olduğunu merak ediyorum.
Google sayesinde izini bularak 2008’de onunla temas kurmayı başardım. Bir hastanede doktor olarak çalışıyordu. Konuşmamız sadece birkaç dakika sürmüştü ve sesinde bir heyecan duymamıştım.
Arkadaşlık ölmüştü, kemikleri çürümüştü. O günden sonra da benimle hiç iletişime geçmedi.
292
Ankara’da öğrenciyken bir başka yakın arkadaşım da mühendislik
okuyan Lütfi Aydemir olmuştu. Esenler’e taşındıktan sonra siyasi ve
Norşin’den Arizona’ya
sosyal sahneden uzaklaşıp gitti. Birçok yakın arkadaşım gibi, monoteizmi seçince, o da benimle iletişimi kesti. Ortak arkadaşımız Cemil
Yıldız ile birlikte beni sildiler. Fakat feleğin çemberi bizi yine bir
araya getirdi. 15 yıllık bir aradan sonra 2004’te İstanbul’a gidince
onunla buluştuk; yaşlı ve farklı görünüyordu. Muhtemelen, o da benim hakkımda aynı şeyi düşünüyordu. Geçmişteki dostluğumuza
saygı gösteriyorduk. Yoldaşlarımdan bir diğeri olan İTÜ’de mühendislik okuyan Sıtkı Doğan da gözden kayboldu. Fatih Camisi’nin
imamının oğluydu; hem çok zeki hem de nazikti. Ben Ankara’dayken samimi ve nüktedan yazışmalarımızın bazı kopyalarını hâlâ saklıyorum. Yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra Facebook bizi yeniden buluşturacaktı ama artık yabancılaşmıştık birbirimize… Yollarımız
çok farklı olmasına rağmen Sıtkı ile dostça bir iletişimi devam ettiriyorum hala.
Çok yakın olmasak da Burhan Kılıç İstanbul’daki Antalya Öğrenci
Yurdu’nda başkan iken çok aktif bir yoldaşımızdı. Cesur ve vefalıydı. Sonradan memleketi Antalya’dan AKP milletvekili seçildi.
Aslında, TBMM’nin güvenliğinin sorumluluğunu üstüne almıştı. İslamcıların yurduna göz kulak olmaktan, Türkiye'nin yasama organının güvenliğinin sorumluluğuna terfi etmişti. Akıncıların liderlerinden biri olan Yakup Yıldırım’a ne olduğunu bilmiyorum. Zeki bir
entelektüel olan Hüsnü Kılıç’a ne demeli? Bir aralar İBDA-C’nin
kurucusu Salih Mirzabeyoğlu’nu destekleyenlerin arasındaydı. Necip Fazıl'ın hayranlarından idi. Onun çok başarılı bir âlim olmasını
bekliyordum. Maalesef Sünnilik ve Nakşi tarikatın beyninin etrafında ördüğü duvarları aşma cesareti ve feraseti gösterememiş… Bir
ara küçük bir yayınevi kurmuştu. Daha sonra "Dayanışma Vakfı"
yoluyla Filistin halkının mücadelesini destekledi. En son onu bir
programda Necip Fazıl'ın Menderes'e para için yalvaran mektubuyla
ilgili olarak kendisiyle yapılan bir televizyon programında gördüm.
Bir Necip Fazıl uzmanı ve savunucusu olarak üstadına toz kondurmamaya çalışıyordu.
Yazdıkça daha fazla arkadaşın solgun anılarını hatırlıyorum. Örneğin aile doktorumuzun oğlu ve İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşım Numan Kurtulmuş... Babası mütevazı ve kibar bir aristokrattı.
O da babası gibi beyefendiydi. Politikaya atılması beni şaşırtmıştı.
Erbakan’ın sadık bir kuluyken sonradan yollarını ayırdı. Siyasi konuşmalarını takip ettiğim kadarıyla onu ciddi, bilgili, kararlı, mütevazı ve güvenilir buldum. Teolojik duruşunu beğenmesem de onu
Türk siyaseti için bir nimet olarak gördüm. Tayyib'e alternatif bir
293
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
294
lider olmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Daha sonra AKP'ye katılarak, eleştiriye tahammülü olmayan Tayyib'in ikinci adamı ve muhtemelen ondan sonra başbakan olmak için hazırlanıyor. Oldukça kirli
politik arenanın onu bozmamasını diliyorum.
Hikâyeme geri dönelim… Politik eylemlerden, bölge savaşlarından,
polis ve askerle saklambaç oynamaktan çaldığım zamanlarda gazetecilik de yapıyordum. Şura ve Hicret gibi İslami dergilere makale
yazmaya başlamıştım. O yayınlardaki sözlerim 12 Eylül 1980 askeri
darbesinden sonra yakamı bırakmayacak ve birkaç yıl hapis cezasına
dönüşerek bana geri dönecekti. 12 Eylül 1980'e birkaç ay vardı…
Ama hayatımın en önemli eylemlerini ve günlerini içeren bir dönem
olacaktı.
Bir gün babam benden Mahdipur’u görmemi istedi. Onu evinde ziyaret ettim. Yanında İranlı bir genç daha vardı. Beni, Türk gençliğini
temsilen devrim liderleriyle tanışmak üzere İran’a davet ediyorlardı.
Heyecanlanmıştım. Böyle bir fırsatı bekliyordum zaten; ama nasıl
olacağını bilmiyordum. Onlardan İran’da Türk sınırına yakın bir
yere Türkçe propaganda yapmamız için bir radyo istasyonu kurmalarını isteyecektim. Aklımdaki tek şey buydu.
Pasaport almak için çok uğraş vermem gerekti. Sınırda bir dağ geçidini kullanarak yasadışı yollardan İran’a gidebilirdim; ama önce bürokratik dağları aşmak istiyordum. Sicilimdeki seyahat yasağını büyük uğraşlar vererek bir haftada kaldırmayı başardım. Milletvekili
dayım bürokratik engelleri aşarak pasaport almak için Ankara’da
anahtar bürokratı bulmamı sağlamıştı. Sonunda pasaport almayı da
başarmıştım. Yurtdışına ilk çıkışım olacaktı ve otobüsle gitmeyi tercih etmiştim. O zamanlar henüz uçakla hiç seyahat etmemiştim ve
bu yüzden olası yolculuk planlarım arasında uçakla gitmek yoktu.
Daha popüler olan Van sınırı yerine Hakkâri Yüksekova sınırından
geçmeyi tercih etmiştim. Önlem olarak daha uzun süren ve daha az
gidilen sınır kapısını seçmiştim. Bilinmeyen sebepler yüzünden polis tarafından durdurulma riskini azaltmak istiyordum. Polise güvenmiyordum. Kaprisli bir polis beni gözaltına alabilirdi veya kendi kayıtlarında henüz kaldırılmama ihtimali olan seyahat yasağı yüzünden tutuklanabilirdim. Temmuz 1980, yani Hicri 1400 yılının Ramazan ayındaydık.
Sonunda Tahran’a varınca İran’ı ve halkını gördüğüm için heyecanlıydım. Onlar benim kahramanlarımdı. Şah’ın yozlaşmış ve zorba
rejimine karşı gelmişler, rejimin gizli polisi SAVAK’ı yenmişler,
Şah'ı kapı dışı etmişler ve sonunda Humeyni’nin liderliğinde devrim
Norşin’den Arizona’ya
gerçekleştirmeyi başarmışlardı. İran Devrimini evrensel ölçüde daha
da muhteşem kılan şey Büyük Şeytan ABD’nin müdahalesine karşın
yapılmış olmasıydı. Bölgedeki en büyük kabadayıya atılan bir Müslüman tokadıydı bu: “Defol git! Bizi yalnız bırak! Yanki evine dön!”
CIA’in gizli bir operasyonuyla 1954’te sevdikleri başbakan Musaddık ve hükümetini devirerek başa geçen ve katlanabileceklerinden
fazla sürerek 25 yıldan daha fazla bir zamandır iktidarda olan monarşi altında yaşayan İranlı bir kuşağın intikamıydı bu. İslami Devrim; özgürlük savaşçılarının, zalimlere karşı ezilenlerin ve açgözlü
sömürenlere karşı yoksul halkın zaferiydi. Bu yüzden, Komünistler
ve liberal laikler dâhil toplumun her kesiminden destek almış olmalarına şaşmamak lazım.
Temas halinde olduğum kişinin evine giderken yolda gördüğüm her
poster, devrimi işaret eden her şey, her sakallı yüz ve her çarşaflı
kadın bana mutluluk veriyordu. Siyah ve beyaz sarıklı din adamları
benim kahramanlarımdı; meleklere benziyorlardı. Devrim kitapları
ve kasetleri satan bir masanın yanında durdum. Kırık dökük Farsçamla masanın sahibi genç adamla konuşmaya başladım. İyi görünümlü ve kibar bir üniversite öğrencisiydi. Çocukluğumdan beri arkadaşımmış gibi ona kendimi çok yakın hissettim. O da bana aynı
duygularla karşılık verdi. Beni evine götürdü ve mühendis olan babasıyla tanıştırdı. Akşam yemeğinden sonra beni iki hafta geçireceğim Güney Tahran’daki adrese bıraktılar. Rıza’nın geniş ailesiyle
birlikte kalacaktım. Ev büyüktü ve bana bir oda tahsis etmişlerdi.
Yemeklerini sevmiştim, özellikle de çilo pilo ve zirişk piloyu. Ama
yanlarında yenen taze naneyi ve turpu sevmemiştim.
İlk gün Rıza beni Behişt-i Zahra’daki, yani Zahra’nın Cennetindeki,
Ayetullah Murteza Mutahhari’nin mezarına götürdü. Zahra, Muhammed peygamberin, Talib'in babasının oğlu Ali ile evlenen kızı
Fatima’nın takma adıydı. Cennet kelimesi aklınıza bahçeleri ve şelaleleri olan bir resim getirmesin; mezarlık, altında çürüyen kemikler
olan çorak ve boş bir araziden ibaretti. Devrim şehitlerinin gömüldüğü ünlü bir mezarlıktı burası. Fransa’dan Tahran’a geldiği ilk gün
Ruhullah Musevi Humeyni ilk olarak orayı ziyaret ettiği için bir yıldan fazla bir zamandır bu mezarlığı biliyordum. O tarihi gün söylenen Farsça şarkının sözlerini hâlâ hatırlıyorum. Otuz küsür yıl önce
hissettiğim duygulardan bazılarını hissediyorum, tutkulardan yoksun olarak tabii ki.
Ey şehidan-i muselmanan be pa khîzid, be pa khîzid!
Ey Müslüman şehitler; ayağa kalkın, ayağa kalkın!
295
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kavurucu sıcağın altında devrimden önce Şah rejimi tarafından şehit
edilen uçsuz bucaksız insan mezarlarına bakıyordum. Birden bire
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kendimi kontrol edinceye kadar
Rıza beni yalnız bıraktı. Hatırladığım kadarıyla bu benim toplum
içinde ilk ağlamamdı, ama Şiiler için ağlamak bir kültür idi, yaşam
biçimi idi. Kendilerini, 1400 yıl önce Ali’nin suikastı ve ardından
Hicri 680 yılında 72 yoldaşıyla birlikte Kerbela’da Emevi ordusu tarafından katledilen Hüseyin’den sonra ağlayanlarla ilişkilendiriyorlardı. Şii mezhebinin en popüler mezhebi On İki İmam’dır. Kuran’la
açık bir şekilde çelişerek 12 İmamın günahsızlığına inanıp, onları
putlaştırırlar. Miladi 900 yılında son imamın mucizevî bir şekilde
kaybolduğunu ve dünyanın sonuna doğru Sünni ve Şiilerin Mesih
versiyonu Mehdi olarak geri döneceğine inanırlar. Şiilerin, Sünnilerin aksine birçok matem günü vardır. Hatta bazıları geçmişte putlarının çektiği acıları hissetmek için vücutlarını zincirlerle döverler,
pala ile doğrarlar.
296
Dini putların mezarlarına tapınmak çok yaygın bir gelenektir; ölülerden yardım isterler! Özellikle de Yargı Günü’nde şefaat etmelerini dilerler. Kuran’ın anlattığı Muhammed peygamber, sadece yarım saatliğine dünyaya gelecek olsa, Şii ve Sünni dinlerinin çeşitli
mezhep ve tarikatlarını izleyen mukallit ve müritlerin ölülerden yardım dilediklerini, din adamlarının uydurduğu hadisleri ve mezhepleri izlediklerini, ruhbanlarını günahsız sayıp putlaştırdıklarını, namazlarında Yaratıcının isminin yanında yaratılmışların isimlerini
andıklarını, Allah’ın insanlara nimet olarak verdiği birçok şeyi yasakladıklarını, inanma özgürlüğünü ortadan kaldırdıklarını, insanları
kendi dini öğretilerini uygulamaya zorladıklarını, kadınları Allah
vergisi haklarından mahrum bıraktıklarını, ciltler dolusu uyduruk rivayetleri takip edip onları Kuran’a tercih ettiklerini, Allah vergisi
beyinlerini kullanmadıklarını… görseydi; şüphesiz onları müşrik
veya münafık olarak nitelendirip geri çevirir ve mezheplerini de taassub al-cahiliyya (cehaletin dogmaları) diye adlandırırdı. Onlara
gelecekten haber veren 25:30 ayetini hatırlatır ve onları kendi zamanının Mekkeli putperestlerinden daha kötü bir yerde görürdü. Başka
her insan gibi kanatları olmayıp iki ayağı, iki gözü, iki kulağı, dudakları ve bir burnu olduğu için Sünni ve Şiiler onu tanımazdı. Rivayetlerin aksine gölgesi de olacaktı. Uydurma kitaplarını, cahil din
adamlarını ve mezheplerini eleştirdiğini işitince, Muhammed'i kâfir
veya mürtet, hatta Deccal ilan ederler ve bazıları onu taşlayarak veya
hançerleyerek öldürmeye bile kalkışırdı. Öyleyse ölüler için ağlamak yerine kendileri için ağlamalıydılar. Lakin o zamanlar ben de
Norşin’den Arizona’ya
bir monoteist değildim; milyonlar, hatta milyarların yaptığı gibi kendimi monoteist sanıyordum.
Ağlamamın kardeşimi kaybetmemle ilişkili olduğunu biliyorum. Bu
mezarlarda kardeşim gibi idealist, cesur, samimi, dürüst ve fedakâr
gençlerin kemikleri vardı. Elbette şimdi onların özelliklerine ekleyecek başka sıfatlarım da var: Büyük bir kısmı saf ve bilgisiz gençlerdi;
siyasi ve dini liderler tarafından kemiklerine kadar sömürülen insanlardı onlar.
Dini kanaatlerimin entelektüel bir yönü vardı ama çoğunlukla duygusaldı. Duygular sayesinde kolayca aldatılırız. Duygular bizi sarhoş eder. Din adamları ve siyasetçiler tarafından kolayca sömürülen
duygular, aksi durumda iyi insan olacak yerde bizi kana susamış emperyalist askerlere, Haçlı savaşçılarına veya El Kaide teröristlerine
dönüştürür. Duygular insanları hayal edebileceğiniz her türlü canavara çevirebilir. Duygusuz olmayı idealleştirdiğim sanılmasın. Aksine, duygulara saygı duyuyor ve duygusuz bir insanın iyi insan olamayacağını düşünüyorum. Ama erdemli bir insan için duyguların
dozu önemlidir ve duyguların akla ve sünnetullaha itaat etmesi zorunludur.
Şii teolojisi ve alt yapısıyla ilgi daha fazla bilgi verdiği için Quran:
a Reformist Translation (Reformist Kuran Çevirisi)’den 30:31-32
ayetleriyle ilgili yazdığım dipnotları alıntılamamı hoş karşılayın:
30:31
O'na yönelin; O'nu sayıp dinleyin. Namazı gözetin ve
ortak koşanlardan olmayın.
30:32
Onlar ki dinlerini parçaladılar ve mezhep-mezhep oldular. Her parti kendine ait (imam ve kitap)’larla sevinip övünmektedir.
Not: Falanın veya filanın mezhebini Tanrı'nın dini diye sunan din
adamları bu ayetlerle mahkûm edilir. Maalesef, tarih boyunca, profesyonel din adamları, Gerçek olan Tanrı'nın ve monoteizmin en büyük düşmanları olmuşlardır. Bkz: 23:53
Muhammed Peygamber ne Şii ne de Sünni’ydi. O rasyonel bir monoteist, bir Müslüman, barış içinde yalnızca Allah’a teslim olan biriydi. Ondan önceki bütün peygamberler ve elçiler de monoteist ve
Müslümandılar. Âdem’den başlayarak dünyanın sonuna kadar bütün
monoteistler bir tek gruba aittirler. Kuran, mezhepsel ayrılıkları sert
bir şekilde kınar ve bize iktidar mücadelesinin, dini ve politik liderleri abartıp onları insanüstü varlıklara dönüştürmenin mezhebi sapmalar olduğunu söyler (6:153-159; 98:4; 21:92; 23:52; 2:285).
297
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Mezheplere bölünmeler Muhammed Peygamberin ölümünden
sonra, çoğunlukla, kabilesel ve siyasi ayrılıklar yüzünden ortaya çıkmıştır. Muhammed’in damadı Ali ve kayınpederi Osman arasında
iktidar mücadelesi gelişince, halk da bölünmeye başladı. Osman zayıf bir liderdi ve tarih göstermektedir ki önemli yönetim konumlarına kendi kabilesinin (Emeviler) üyelerini yerleştirmek suretiyle taraf tutmuştur. Bu yolsuzluk, diğer kabilelerde kızgınlık yarattı ve
Kuran’ın nuruyla neredeyse ortadan kalkan kabile çatışmalarını yeniden diriltti.
Osman’dan sonra Ali, dördüncü halife, yani izleyen cumhurbaşkanı
olarak seçilmesine rağmen çok geçmeden suikasta uğradı. Ali’nin
yönetimi sadece iki yıl sürdü. Kabileler arasındaki ayrılıklar kanlı
çatışmalara dönüştü. Temel olarak iki grup vardı. Ali ve oğulları Hasan ve Hüseyin’i destekleyen grup ve Emevi Hanedanlığı tarafında
yer alanlar. Birincisi kendini Ali’nin Şiileri (Ali’nin tarafı/partisi);
ikincisiyse, bazı Ali taraftarlarının da kendilerine katılmasıyla, kendilerini Ehli Sünnet (Geleneği İzleyenler) olarak adlandırdılar. Mezhep çatışmaları tarihi korkunç bir iktidar mücadelesidir. Emeviler,
Muhammed Peygamber tarafından Medine’de kurulan laik federal
cumhuriyeti teokratik bir monarşiye dönüştürdüler. Emevi krallığı
sayısız vahşete imza attı. En hatırlanan katliamlarıysa, Muhammed
peygamberin torunu Hüseyin ve 72 destekçisini Bağdat yakınlarında
bir çölde, Kerbela’da katletmeleridir.
Şiiler ve Ehli Sünnet arasındaki ayrılık keskinleşerek dini ve teolojik
konulardaki farklılıklara daha da büyüttü. Her iki grup, hikâyelerin
ravilerini mezheplerinin politik tavrına yakınlıklarına göre diskalifiye ettiler veya kabul ettiler. Burada Şiilerden bahsedeceğim, çünkü
Sünnilerden ve onların çarpıtmalarından çok bahsettik.
İlk Şiiler genelde erdemli insanlardı. Adam kayırma, kabilecilik ve
yolsuzluğa karşıydılar. Fakat sonra gelen kuşaklar bu erdemleri sürdürmeyi başaramayarak orijinal ve asil amaçlarından uzaklaştılar.
Kendilerini Ali ve torunlarıyla tanımlayan bir tarikata dönüştüler ve
peygamberin torunlarına Allah’ın dinini tanımlama ve tasarlama
yetkisi vererek onlara tapınmaya başladılar. Din adamları doktrinler
uydurarak Muhammed Peygamberin torunlarını kutsallaştırdı; Muhammed’in Ali ve Fatima’dan olan torunlarınınım hatasız/günahsız
olduklarını ileri sürdüler. Bu tarikatı desteklemek için ciltlerce masal
uyduruldu. Artık merkezde Allah yoktu. Bunun yerine imam-i masumin yani günahsız imamlar merkeze alındı.
298
Şii camilerinde Allah’ın isminin yanında Muhammed'e ek olarak bu
Norşin’den Arizona’ya
12 putun isimlerini görürsünüz. Sünni camilerindeyse beş (dört halife ve Muhammed) veya yedi (dört halife + Hasan ve Hüseyin +
Muhammed) putlaştırılmış isim Allah’ın yanında anılır. Mezhepler
arasındaki mücadelenin özü ortak olmayan putlardır. Şii din adamları 42:23 gibi bazı ayetlerin anlamlarını çarpıtarak Muhammed Peygamberin torunlarına Allah’ın yanında yetki vermiştir. Şu an İran’da
bu ayrıcalığa sahip olduğunu iddia ederek bu durumun sefasını süren
siyah sarıklı binlerce mollasalak (molla + asalak) vardır.
Sünni mezhebiyle yaptıkları ve kaybettikleri bir savaşta on ikinci
imamın kayboluşundan (ölümünden) sonra, Şii âlimler onun kayboluşuyla ilgili masallar üretmeye başladılar. Bu masallara göre o ölmemişti ve bir yerde veya bir mağarada yaşamaya devam ediyordu.
Zamanı gelince geri dönerek Şiilerin Sünniler üzerinde nihai zafere
ulaşmasını sağlayacaktı. Başlangıçta Şiilerin mücadelesini devam
ettirmek ve azimlerini korumak için uydurulan bu masal zamanla bir
mitoloji haline geldi. Yüzlerce yıl geçmesine rağmen, Şii tarikatın
üyeleri, savaşı kaybettikten sonra bir mağarada saklanan on ikinci
imamlarının dönüşünü beklemektedirler. Konuyu biraz araştırırsanız
bu söylencenin kaynağını Pavlos'un uydurduğu İsa’nın dönüşü masalında kolayca bulabilirsiniz. Liderlerin ölümünü kabullenememek
veya ruhlarıyla irtibat masalları uydurmak bir tarikat hastalığıdır ve
puta tapınma belirtisidir; çünkü bu gibilerin putları olmadan yaşamalarına imkân yoktur ve putlar üzerine kurulu alabildiğine kârlı bir
endüstri vardır.
Şiiler, baskıcı Sünni hükümdarların hâkimiyeti altında hayatta kalma
yeteneği geliştirdiler. Bu yetenek takiyye olarak bilinmektedir. Şiiler, zalim düşmanların zararından korunmak amacıyla tevhid inancını saklama izni veren 3:28 ayetinin anlamını çarpıtmışlardır. Bu
iznin kapsamını genişleterek bir yaşam biçimi haline getirdiler. Dahası bu izni bir zorunluluğa dönüştürdüler. Tarih boyunca Şiiler, zorlayıcı bir neden olmadığı bir durumda bile ikiyüzlü bir dini hayat
yaşama becerilerine eriştiler. Bu dini maskeyle (takiyye) birleştirilen
on ikinci imamı bekleme durumu, Şii kitleleri itaatkâr elemanlara
çevirdi. Sünni ve zorba sultanlar, krallar ve şahların hükümdarlığı
altında hayatta kalmayı başardılar.
Ancak, karizmatik lider Ayetullah Humeyni bu geleneksel inancı değiştirdi. On ikinci imamın yokluğunda bile onun vekilinin düşmana
karşı harekete geçip savaşabileceğini iddia etti. Birkaç tane daha küçük teolojik değişiklikle birlikte, sosyalist ve liberal gruplarla koa-
299
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lisyon kurarak, Şah’ın baskıcı ve yozlaşmış rejimine karşı uzun süredir kilit altında tutulan öfkeyi açığa çıkararak onu gösterilere dönüştürmeyi başardı. Takiyye ile bastırılan duygular bir volkan gibi
patlamıştı. Maalesef devrim, özgürlük ve adalet vaatlerini yerine getirmedi; başka bir tür baskıcı ve yozlaşmış sisteme dönüştü. Devrik
Şah’ın yerine daha geniş yetkilerle devrim adına, imamlar, kayıp
imam ve Allah adına günahsız bir molla, Velayet-i Fakih, yerleştirildi. Monarşi, mollarşiye dönüşmüştü!
Sünnilere gelince, onlar da yolsuzluk ve adaletsizlikle dolu tarihlerini haklı göstermek için; birçok hadis uydurdular. Ali ve Osman ve
sonra Muaviye arasındaki çatışmalarla ilgili sessiz kalmayı seçerek
Emevi Hanedanlığı’nın vahşetlerini akladılar. Her bir zalim ve yolsuz sahabe ve tabiin (yani Muhammed’in yoldaşlarının yoldaşları)
için genel aflar ve dokunulmazlıklar uydurdular. Hatta Muhammed
Peygamberin torununun katili Şam Valisi Yezit için bile eleştiriye
karşı dini dokunulmazlık uydurdular.
Şii ve Sünni mezhepleri arasında yığınla benzerlik ve farklılık bulabilirsiniz. Aslında bunlar İslam’dan farklı iki dindir. Doğrusunu isterseniz dini konularda birbirinden büyük oranda farklılıkları olan
bir düzineden fazla Şii mezhebi vardır; aynı şekilde aralarında
önemli ölçüde farklılıklar olan düzinelerce Sünni mezhebi de mevcuttur. Ancak bugün dört Sünni ve birkaç Şii mezhebi ayakta kalmıştır. Hepsinin ortak özelliği dini kaynak olarak yalnızca Allah’ın
sözünü kabul etmekten nefret etmeleridir. Ve hepsi birden davalarını
haklı göstermek için, uydurulmuş olan hadis rivayetlerini mezheplerine göre seçmektedirler.
***
300
Tahran’da yaşadıklarıma geri dönelim. İzleyen günlerde Rıza beni
birkaç cami ve anıta götürdü. Ramazan’dı ve şehirdeki hayat iftardan
sonra canlanıyordu. Camiler sabah namazına kadar halka açılır ve
çevre Las Vegas’a rakip olacak şekilde aydınlatılırdı. Camiler Türkiye’deki camilerden çok farklıydı. Türk camileri, ironik bir şekilde,
camilerden topluma sızabilecek dine karşı paranoyak olan laik Türk
hükümeti tarafından yönetiliyordu. Türk camileri, bu yüzden, devlet
daireleri gibi sıkıcı ve resmi yerlerdi; yalnızca Cuma günleri, poker
suratlı insanlar tarafından dolduruluyorlardı. Bu, devletin istediği
şeydi; insanların birlikte namaz kılmasına izin ver ama açık ya da
gizli önlemlerle onların sosyalleşmesine mani ol! Buradaysa, camiler yaşayanlar içindi ve camiler sadece birer tapınak değil, aynı za-
Norşin’den Arizona’ya
manda toplumsal ve kültürel etkinlikler merkeziydi. Kocaman avluları ve alt bölümleriyle, camiler, aynı anda birden fazla amaca hizmet veren odalardı. İnsanlar camide çay içiyor, namaz kılıyor, Kuran
okuyor (tabi anlamadan; anlasa bile umursamadan), dini destanları
dinliyor, tanışıyor veya bir köşede vaizlerini dinliyorlardı. Bu geleneği sevmiştim ve hâlâ da seviyorum. Ancak eleştirel düşünme ve
sorgulama o camilerde yasaktı. Bütün dinlerde olduğu gibi kitleler
düşünmemeleri ve miras aldıkları dini sorgulamamaları için beyin
yamyamı ruhbanlar tarafından hipnotize edilmişlerdi. Afyonlanmışlardı.
Dikkatimi çeken birkaç tane de tuhaf şey vardı. 10 veya 11 yaşlarında bir çocuğun cemaate namaz kıldıran imamın sesini yükseltmeye çalıştığını görmek… Bu beni hem şaşırtmış hem de güldürmüştü. Çocuk namaz kılmıyor, yüzünü cemaate dönerek imamın talimatlarını mikrofonla tekrarlıyordu. Muhtemelen mezheplerine
göre çocuklar masumdular ve bu yüzden sadece onlar on ikinci imamın vekili olabilirdiler. (Şii sözlüğüne göre imam kelimesi birkaç
üst düzey din adamından başkası için kullanılamaz, camilerdeki din
adamlarına da bu yüzden pişnamaz yani 'namaz önderi' denir.) Camilerin girişinde düz taşlarla ve sertleştirilmiş kille dolu kutular
vardı. Öğrendim ki bunlar Irak’taki "kutsal şehirler" olarak sayılan
Necef ve Kerbela’dan getirilmişlerdi. İnsanlar camiye girerken onlardan bir tanesini alır ve secdeye vardıklarında alınlarını koyacakları yere koyarlardı.
Bu uygulama bana Sünni öğretilerin zihnime kazdığı Mekkeli putperestleri hatırlattı. Monoteizmi seçtikten sonra onların bu yolun çok
uzağında olduğunu öğrendim. Taşlara tapınmakta olduklarını inkâr
etseler bile, geçmişteki taşa tapanlardan daha iyi değildirler. İsa ve
Meryem’in resimlerine veya başka putlara tapınanlardan hiç de faklı
değiller. Hemen hemen bütün putperestler tapındıkları resim, heykel
veya taşlara sembolik bir anlam verirler.
***
Aşağıda Reformist Kuran Çevirisi’nden 1986’daki durumumu yansıtan bir alıntı göreceksiniz. Bir otobiyografide böyle bir şey okumak
biraz sıkıcı olabilir; ama umarım bir fincan kahve veya bir bardak
çay alır ve okursunuz. 5:90 ayetinin dipnotunda okuyucunun dikkatini dünyadaki en popüler “taş putlara”, Kâbe ve Karataş’a (Hacerül
Esved) çekmek istedim. 2:48 ayetinin dipnotundaysa şefaatçiliği tartışıyorum.
5:90
İnananlar, sarhoş edici maddeler, kumar, kutsal
301
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
taş ve türbeler, şans oyunları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan sakının ki kurtulasınız.
NOT: Ayetteki ensab kelimesi, kutsallaştırılan taşları, türbeleri kapsar. Kâbe etrafındaki dönüş sayısını belirlemek için konulmuş bulunan, ancak sonradan putlaştırılan siyah taş ve Muhammed peygamberin Medine'deki mezarı başta olmak üzere İslam dünyasında sayısız taşlar ve türbeler birer putperestlik merkezi olmuşlardır. Kâbe
kutsal bir bina değil, monoteistlerin yılda bir araya geldiği tarihi bir
noktadır. Allah’ı anmak için bir yeri ziyaret etmek oranın putlaştırıldığı anlamına gelmez. Muhtemelen ilk olarak tavafın başladığının
işareti olarak Kâbe’ye yerleştirilen Karataş, milyonlarca tapınanı
olan büyük bir puttur. Kuran’ın vahyedilmesi sırasında var olmayan
Muhammed’in mezarı da dünyadaki en popüler putlardan biridir.
Bütün bu türbeler ve taşlar ensab kelimesinin kapsamı alanındadır.
Kuran’ın açık ayetlerine zıt olarak milyonlarca Sünni ve Şii kayalara, taşlara, türbelere ve putlarının çürümüş kemiklerine tapınmaktadır. Bkz. 2:48; 6:23; 25:3; 39:3.
2:48
Öyle bir günden sakının ki, kimse kimsenin yerine
bir şey ödeyemez, aracılık (şefaat) kabul edilmez,
kimseden bir fidye alınmaz ve yardım da edilmez
NOT: "Şefaat" mitolojisi dünyanın birçok dininde yaygın bir inançtır. Şeytan, hadis rivayetçisi, toplatıcısı ve din adamı kılığına girerek
Muhammed'in tüm ümmeti için şefaat edeceği yalanını Müslümanların inancına sokmuştur. Kuran bu şeytani inancı reddeder; Muhammed hiç kimseyi kurtaramaz. Muhammed'in şefaat ederek kendilerini Allah'tan kurtaracaklarına inananlar, Muhammed'in ahiretteki
biricik şikayetine muhatap olacak ve umdukları şefaat tam tersine
gerçekleşecek (25:30). Kuran'a göre şefaat, gerçeğe tanıklık etmekten ibarettir (20:109; 43:86; 78:38). Her gün namazlarında okudukları Açılış (Fatiha) suresiyle sadece Allah'tan yardım isteyeceğine
söz veren sözde Müslümanların, namazdan hemen sonra, kendilerini
işitmeyen, kendisine bile yarar ve zarar vermekten aciz olan Muhammed'den (39:30 ve 16:20, 21) yardım dilemeleri ne büyük bir
çelişkidir! Açılış suresinde geçen "Maliki yevmid-Din"; yani "Yargı
gününün Sahibi" ifadesi, konuyu tek başına açıklamaya yeter
(82:17-19). Ayrıca 2:123,254; 3:80; 5:109; 6:51; 6:70,82,94; 7:53;
9:80; 10:3,18; 13:14-16; 19:87; 33:64-68; 34:23,41; 39:3,44;
43:86;53:19-23; 74:48; 83:11 ayetlerine bakınız.
302
Hiç kimsenin suçluları Allah’ın yargılamasından kurtarma yetkisi
yoktur. Kuran, şefaat inancını şirk veya çoktanrıcılık olarak niteler.
Norşin’den Arizona’ya
Eğer bir şefaat varsa, gerçeğe şahitlik etmek şeklinde vardır
(2:48,123,254; 6:70,94; 7:53; 10:3; 20:109; 34:23; 39:44; 43:86;
74:48; 78:38). Kuran’ın bize Muhammed’in halkının -iddia edildiği
gibi “sünnetini terk etmelerini” değil- Kuran’ı terk etmelerini şikâyet
edeceğini bildirmesi bir ironidir (25:30). Muhammed'e tapanlar ataları gibi o kadar bilgisiz ve kibirlidir ki, Allah’a olan kulluklarının
yanına şefaatçi güçler ve başka yanlış güçler eklemekte olduklarını
inkâr etmektedirler (6:23-26; 16:35; 17:57; 39:3,38; 19:81-82). Kuran’ı onaylayanlar, Allah’ın elçilerinden birine bir başkasını tercih
etmezler; çünkü onların hepsi aynı topluluğa aittir (21:92; 23:51-53).
Kuran putlaştırılan birçok kavram ve nesne örneği verir. Örneğin çocuklar (7:90), dinadamlarını ve dinbilginlerini (9:31), para ve zenginlik (18:42), melekler, ölmüş evliyalar, elçiler ve peygamberler
(16:20,21; 35:14; 46:5,6; 53:23) ve ego/hüsnükuruntu (25:43, 45:23)
putlaştırılabilen şeyler arasındadır.
İnsan beynindeki doğal sistem programına rakip bir program oluşturmak ve böylece insanları hipnoz altına almak için şeytan şirk virüsünü kullanır. Şeytan, değer-bilmez zihinlere kendini eleştirme yetisini yok eden bir virüs enjekte eder. Bunun sonucunda bozulan
mantık programında delik açılır ve beyinler şeytanın kontrolüne geçer. Böylece, Allah’a çeşitli şekillerde ortak koşanlar kendi çoktanrıcılıklarını fark edemezler (6:23; 6:148; 16:35). Çoktanrıcılar hipnozun her belirtisini gösterirler; hipnoz ustaları da şeytandır.
Bize, bizim gibi insanlar olan elçileri değil; Allah’ı övüp yüceltmemiz emredilir (3:41; 3:191; 33:42; 73:8; 76:25; 4:103). Sevgi dolu
ve merhametli Allah bizden elçilerini ilk isimlerini kullanarak ve yüceltmeden anmamızı ister ve Muhammed de diğer elçilerden farklı
değildir (2:136; 2:285; 3:144). Muhammed de bizim gibi bir insandı
(18:110; 41:6) ve Kuran’da onun ismi diğer insanlardan farklı olarak
anılmayarak Muhammed diye anılır (3:144; 33:40; 47:2; 48:29).
Muhammed’in isminden sonra -Şii ve Sünnilerin ortaklaşa yaptığı
gibi- salli ala ifadesini söylemek, yaşayan bir elçinin desteklenmesini ve teşvik edilmesini emreden bir fiilin anlamının çarpıtılmasına
dayanmaktadır (33:56 ayetini 33:43; 9:103 ve 2:157 ayetleriyle karşılaştırınız). Kelimenin anlamını açıklayan bu ayetlere rağmen, Kuran’ın bizden hiçbir şey söylememizi değil bir şey yapmamızı istemesine rağmen, uydurma sözcüğün öbeğindeki üçüncü şahıs zamirinin bunun Muhammed’in vefatından sonraki bir icat olduğunu işaret etmesine, bu ve birçok başka gerçeğe rağmen, Sünni ve Şii din
adamları bu Muhammed’e tapınma işini sürdürme konusunda bir
303
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
mazeret bulmak için çok çalışmaktadırlar. Kitlelerin niyetine ve uygulamalarına aykırı olarak, bazı din adamları bu söz öbeğinin onu
yüceltmek değil ona bir dua niteliğinde olduğunu bile ileri sürüyorlar. Muhammed, özellikle de onların hayallerinde tanrılaştırdıkları
Muhammed, sürekli olarak milyonların duasına ihtiyaç duyan son
kişi olmalıydı. Onlara göre Muhammed cennetin en yüce yerindeki
yerini çoktan aldı ve yine onlara göre hiç günah işlemedi. Öyleyse
dualarının adresi yanlıştır. Muhammed için değil, kendileri ve birbirleri için dua etmeleri gerekiyor. Bu, on kuruşunu ülkenin en zenginine bağışlayan evsiz insanın durumuna benzemektedir. Nereden
bakarsan bak, çok saçma bir durum.
Şii ve Sünni müşriklerin büyük çoğunluğu namazlarında ayakta duruyorken barışçıl bir biçimde yalnızca Allah’a teslim olurlar; ancak
oturur oturmaz bu ifadelerini iki kez geçersizleştirirler. İlk olarak
Allah’a “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz,”
derler ve hemen ardından bu sözlerini unutup İKİNCİ kişi zamirini
kullanarak “Barış üzerine olsun ey peygamber” (as salamu alayKA
ayyuhan nabiyyu) diyerek onu sanki her yerde hazır ve nazır ve her
şeyi bilen bir tanrıymış gibi selamlarlar. Ayaktayken monoteizme
sözde bağlılık gösterirler ama oturunca putperest olduklarını itiraf
ederler. Namazlarında çok kez “din gününün sahibi” ifadesini (1:4;
82:17-19) kullanıp sonra o ifadenin anlamına ihanet edenler, namazın amacıyla (20:15) çelişenler şüphesiz ki namazlarına önem vermeyenlerdir (107:4-7; 8:35). Kuran’a inat, birçok mezhep ve tarikat,
Muhammed’i, Muhammed’in su götürmez bir şekilde reddettiği bir
pozisyona koymak için birbiriyle yarıştılar. (39:30 ve 16:20, 21).
Ayrıca bkz. 2:123,254; 3:80; 5:109; 6:51; 6:70,82,94; 7:53; 9:80;
10:3,18; 13:14-16; 19:87; 21:28; 33:64-68; 34:23,41; 39:3,44;
43:86; 53:19-23; 74:48; 83:11.
İsa’nın ölümünden sonra Farisi Paul onu ilahi bir kurbana ve cemaatiyle Allah arasındaki bir aracıya dönüştürmüştür: “Çünkü tek bir
Tanrı ve Tanrı ile insanlar arasında tek bir aracı vardır. Bu da insan
olan ve kendisini herkes için fidye olarak sunmuş bulunan Mesih
İsa'dır. Uygun zamanda verilmiş olan tanıklık budur” (1. Timoteyus
2:5-6). Katolik Kilisesi daha da ileri giderek kutsal güç simsarlarının
sırasına Meryem ve birçok azizi daha eklemiştir.
304
Sünni ve Şiiler de aynı doktrinin peşinden gitmektedirler. Bir putu
başka bir putla değiştirerek Muhammed’i Allah’la kul arasında bir
aracı olarak yerleştirmişler ve Muhammed’i kabul etmeyen hiç kim-
Norşin’den Arizona’ya
senin kurtuluşa eremeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Paul’un ve ardından Katolik Kilisesi’nin geleneğini takip ederek kendi azizlerini
üretmişler ve böylece bir aracılar piramidi yaratmışlardır. Sonraki
bazı putlarının popülerlikte temel putlarını geçmiş olması ilginçtir.
Örneğin; İran’da halk ikinci kuşak putları olan Ali’ye, Muhammed’e
tapındığından daha fazla tapınmaktadır. Her fırsatta Ali’nin ismine
sığınırlar. Suriye’deyse üçüncü kuşak putu olan Hüseyin, Ali’den de
Muhammed’den de daha popülerdir. Bu uzun put listesi ülkeden ülkeye, şehirden şehre, tarikattan tarikata değişir ve hatta yaşayan yerel putların isimlerini de kapsar.
***
Evet, İran’da şahit olduğum her türlü rezil putperestlikle teolojik sorunlarım vardı; ama seçiciydim. İran’a âşıktım ve gözlerim lekeleri
ve kusurları göremez olmuştu. Bir Sünni olarak şirkin birçok formuna karşı kördüm. Tapınağımın bir köşesinde yeni putlar için yer
açmıştım. Yoldaşlarımın seçtiğim putlara tapmalarını sağlamak için
küçük bir yer!
Dikkatimi çeken önemli ve önemsiz birçok şey vardı. Örneğin; bazı
mollaların başında siyah sarık varken, başka mollaların başında neden beyaz sarık olduğunu öğrenmiştim. Siyah sarıklıların Muhammed peygamberin torunları olduğu iddia ediliyordu. Onlara seyitler
deniyordu ve ölmüş atalarının kutsal konumu sebebiyle fazladan
saygı ve imtiyaz talep ediyorlardı. Bazı peygamberlerin yakın akrabalarının ve hatta çocuklarının bile kurtuluşa eremediğini bildiğim
için o zamanlar bile böylesi imtiyaz iddialarına itibar etmiyordum.
Örneğin; Nuh’un oğlu ve İbrahim’in babası… Ama o zamanlar bu
rezil sömürünün önemsiz olduğunu düşünüyordum.
Orta Doğu’nun kavurucu sıcağında kadınlar tepeden tırnağa kara
çarşaflara sokuluyordu. Annemin yüzündeki peçeden utanmama
rağmen, öteki kadınların giydikleriyle bir sorunum yoktu. Dahası
kara çarşaf burada modaydı; Türkiye’de olduğu gibi anormal bir durum olarak görülmüyordu. Ancak, Şii mezhebi zina için bir hiley-i
şeriye uydurmuştu. Muta Nikahı diye bilinen geçici nikah ile bekâr
veya evli bir adam dilediği kadınla bir geceliğine yatabiliyor ve bu
arada bol bol sevap da kazanabiliyordu.
Cuma namazı için Rıza beni üniversiteye götürdü. Namaz, kampüsün açık meydanında kılınmıştı. Namaza katılanlar yüz binlerle ifade
edilebilirdi. O vakitlerde namaz, on yıl sonra İran’ın en güçlü dini
lideri olarak Humeyni’nin yerine geçecek olan Hamaney tarafından
305
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kıldırılıyordu. Muhtemelen Rıza’nın derin bağlantıları sayesinde insan okyanusunun ön sıralarına alınmıştık. Hamaney’in tam karşısındaydım ve yüzündeki çizgileri görebiliyordum. Kalabalık arada bir
slogan atıyordu. İran’ın iç politikasıyla ilgili çok şey bilmiyordum
ama bu kez vaazın konusu Büyük Şeytan değildi. İç şeytanların, münafıkların sırasıydı şimdi. İki numaralı kutsal adamın lanetine mazhar oluyorlardı. Halkın Mücahitlerini devrime karşı çıktığı için kınıyordu. Mujahidin, yani Mücahitler önceleri devrime destek olduğu
için bu öykü acıklı bir öyküdür. Devrim, çocuklarını yiyecekti. Mujahidin-i Khalk (Halkın Savaşçıları) şimdi resmi bir ağızdan Munafiqin-i Khalk (Halkın Münafıkları) olarak nitelendiriliyordu. Namazdan sonra Humeyni yandaşları muhalif örgütleri lanetleyen broşürler dağıtıyordu. Sonra kalabalık, sloganlar eşliğinde kampüsten
ayrıldı. En popüler sloganlardan birini hâlâ anımsıyorum:
Emam ifsha kard, ifsha kard; munafiqeen ra rusvay kard!
İmam ifşa etti, ifşa etti; münafıkları rezil etti!
O istikrarsız ortamda kendi küçük maceramı da yaşamıştım. Ama
biraz utandırıcı bir maceraydı bu. Ziyaretimin ilk günlerinde yolculuk ruhsatını kullanarak oruç tutmuyordum. İkinci gün bir şekilde
Rıza’dan ayrılıp tek başıma Tahran sokaklarında dolaşmanın zevkine varıyordum. Öğle olmak üzereydi ve bir dükkândan atıştıracak
bir şeyler almıştım. Muhtemelen insanlar iki saatlik öğlen tatilinde
olduklarından arka sokakta sadece birkaç yaya vardı. Sokakta yürürken bir yandan da atıştırıyordum. Ramazan olduğunu unutmuştum.
Bir esnafın beni fark etmesi uzun sürmedi. Hızlı el hareketleriyle
bana sesleniyordu. Şok olmuştum. Başka birkaç esnafın daha ona
katıldığını fark ettim. Benden derhal yemek yemeyi bırakmamı veya
bölgeyi terk etmemi istiyorlardı. Tepkilerinin samimi bir dini hoşgörüsüzlük mü, yoksa devrim muhafızları yani ahlak polisinden
korktukları için mi olduğunu hâlâ kestiremiyorum. Aşağılanmıştım.
Kâfir bir turist olarak orada bulunmuyordum; devrimlerini Türkiye’ye ihraç etmek için kendimi riske atarak Türkiye’den gelen biriydim. Saygı bekliyordum ama onun yerine tehdit ve azarlama ile
karşılanmıştım.
306
Bu olay bir uyanış çağrısı olmalıydı. Başka insanların kararlarımı
yargılamasını gerçekten istiyor muydum? Bunlar, birçok Sünni'ye de
makul görünen felaketli bir hadisi/sünneti izliyorlardı. "Kötülüğü
görsen önce ellerinle değiştir… Buna gücün yetmiyorsa dilinle, ona
da gücün yetmiyorsa kalbinden buğzet…" Ve şimdi dindar İranlılar
Norşin’den Arizona’ya
ellerine güç geçtiği için artık imanlarının ideal şıkkını tercih ediyorlardı. Benimle konuşmaları veya niye oruç tutmadığımı sormaları
bile imanlarının zayıf olmasının işaretiydi.
Ahlaksız olduğuma karar verdikleri veya izlemem gerektiğine inandıkları dini kuralları izlemediğim için polislerin beni cezalandıracağı
bir ülkede yaşamayı gerçekten istiyor muydum? Hangi dini veya
mezhebi seçeceğime devletin karar vermesini mi istiyordum? Cevap
vermek bir yana, o vakitler bu soruları soracak kadar bile akıllı değildim. Ama altı yıl sonra Osman Bostan adındaki bir dostum sormayı akıl edemediğim bir soruyu bana soracaktı.
Altı yıl sonra bir paradigma değişiminden geçecektim; ama hâlâ İslami yönetimle ilgili bazı Sünni fikirlerim ve çekincelerim vardı. Osman bana basit bir soru sormuştu: “Edip, polisin senin dinini seçmesini ve o dini sana zorla kabul ettirmesini ister misin?” Bu basit soru
başımdan aşağı dökülen, beni uykumdan uyandıran, kırk litre buzlu
su gibi olmuştu. Osman çok zeki bir adamdı. Polise olan alerjimi
biliyordu. Toplumun ve hükümetin bireysel anlamda ilgilenmemesi
gereken konularda polis tarafından yargılanıp taciz edilme fikrini
sevmediğimi de biliyordu. Ahlak polisliği yapan bir devlet yalaka ve
münafık reaya üretir... Böylesine bir devlete karşı çıkmak her Müslüman’ın görevidir. Batı ülkeleri ahlak polislerinin insanları hayvan
gibi dövüp aşağıladığı ülkelerden kat be kat daha ahlaklı, daha İslami. Niye? Çünkü o ülkelerde onurlu bir Müslüman olarak yaşamak
mümkün. Ama insan uydurması şeriatların ve mezheplerin mukallitlerinin hayalindeki İran, Afganistan, Suud gibi ülkelerde zulüm ve
baskı altında insanlar sadece münafıklaşır, aşağılanır.
Artık sıra seyahatimin en önemli toplantısına gelmişti. Pasdaran
(Devrim Muhafızları)’nın komutanı, Ebu Şerif takma adını kullanan
Abbas Zamani’yle buluşacaktım. Karargâhı Tahran’ın kuzeyindeki
eski SAVAK merkezindeydi. Daha evvel orada Şah rejimi tarafından Pasdaran’ın üst düzey yetkililerine işkence edilmiş olması bir
ironiydi. Büyük karmaşık bir yapıydı. Üzerinde birkaç gencin çalışmakta olduğu birkaç masası olan üst kattaki büyük bir odaya girdik.
Bana burada beklememi söylediler. Birkaç dakika sonra üç ya da
dört meslektaşıyla birlikte Pasdaran’ın lideri geldi. Ebu Şerif resmi
olmayan tavırlar sergileyen eski bir öğretmendi. Uzun kara sakalı
vardı; rahat giysiler giymişti, kot pantolonu ve bir zamanlar Fidel
Castro veya Yaser Arafat’ın taktığı uzun siperli bir şapka takmıştı.
Etrafındakilerin de üniformaları, Türkiye’de aşina olduğum yapma-
307
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
cık bir resmiyeti ve formalite takıntıları yoktu. Bir masanın etrafındaki sandalyelere oturmadık. Masaların kenarlarına oturduk veya
yaslandık ve ayakta konuşmaya başladık. Toplantı sadece 5 veya 10
dakika sürdü. Hiçbir hazırlık yapmamıştım. Sadece bir şeye ihtiyacımız vardı. Türk sınırına yakın bir yerde radyo istasyonu kurmak
için bize yardımcı olacağına söz verdi. Kolay olmuştu. Hatta daha
fazlasını da teklif etti. Militanlarımızı yasadışı yollardan sınırdan geçirip onlara gerilla savaşı eğitimi verebileceklerini söyledi. Ben bu
konuya ilgi duymuyordum. Ama ona bunu söylemedim, bu cömert
teklifine karşı değer bilmez görünmek istemiyordum. Hazır olduğumuz her an bize yardım etmeye hazır olduklarını söylediler. Çok
iyimser görünüyor, masrafları ve ayrıntıları dert etmiyordu.
Ama bir de hayal kırıklığı oldu. Pasdaran’ın komutanı benden Türk
ordusuyla ilgili istihbarat toplamamı isteyince kırıldım ve hayal kırıklığına uğradım. İstanbul’a dönünce bir şirkette çalışan Abbas
adında bir gençle tanıştım. Tahran’da anlaşmaya vardığımız konuları takip etmekle yükümlüydü. Ancak ilgilendiği tek konu Türk ordusuyla ilgili bilgi edinmekti. Onunla bir daha buluşmadım ve
İran’dan yardım almaktan vazgeçtim. Hala devrime destek vermeye
devam ediyordum ama artık kitabın, kapağından farklı olduğunu da
öğrenmiştim. Evet, Türk hükümetini kâfir ve düşman olarak görüyordum; ama örgütümü Türkiye ile İran arasında olası bir savaşa
katkı yapacak bir casusluk servisine dönüştürmeye de hiç niyetim
yoktu. Ülkemizdeki sistemi barışçıl araçlar, propaganda ve entelektüel tartışmalarla değiştirebileceğimize ve değiştirmemiz gerektiğine güçlü bir şekilde inanıyordum.
Pasdaran’daki toplantıdan sonra Rıza beni dışişleri bakanlığına götürdü. Aynı binada Kültür ve İslami İrşat Bakanlığı da vardı. Bakanlıkta üst düzey bir yetkili, bir Ayetullah’la da tanıştım. Pasdaran’daki
toplantının tersine bu resmi bir toplantıydı. Koltuklarda oturarak
Türk halkını devrime hazırlamanın yöntemlerini tartıştık.
308
Rıza bana programımda kısa bir gezi daha olduğu bilgisini verdi:
Ayetullah Humeyni’yi ziyaret edecektik. Onunla tanışıp ellerini öpmek benim için bir şeref olurdu. Ama Tahran’ın 240 km. güneyindeki kutsal Kum Şehrine gideceğimizi öğrenince teklifi geri çevirdim. Yolculuk en az bir gün sürerdi. Böyle bir teklifi nasıl geri çevirebildiğimi merak edebilirsiniz. Muhtemelen benim gibi İran Devrimine âşık hiçbir ziyaretçi böyle bir teklifi geri çevirmezdi. Damdan
düşer gibi ansızın yeraltı sığınağından çıkıp kaçak ses kasetlerine
okuduğu kitlesel bir devrime neden olan fetvalarla ABD uşağı petrol
Norşin’den Arizona’ya
zengini bir rejimi yenen bu yaşlı adamı görmeyi, devrim karşıtı bir
kişi bile geri çevirmezdi herhalde. Devrimimizin lideriyle yüz yüze,
belki de bire bir görüşme fırsatım vardı. Türkiye’de tanınan bir İslamcı gençlik lideri olduğumu ve jeopolitik konumu itibarıyla
önemli bir ülkeden geldiğimi bildiklerinden onların gözünde önemli
bir konuktum. Humeyni ile tanışmak benim için büyük bir sembolik
ve manevi deneyim olurdu; ama buraya kendim için gelmemiştim.
Sembolik merasimleri ile vakit kaybedemezdim. Türkiye’deki devrimimiz için somut yardım ve faydalı bir rehberlik bulmak için oradaydım. Ve hepsinden önemlisi kendi Humeyni’mizi bulacak veya
yaratacaktık.
Tahran’da ziyaret ettiğimiz önemli yerlerden biri de Hüseyn-i İrşad’tı.
İran Devriminin ideoloğu toplumbilimci Dr. Ali Şeriati’nin kurduğu
akademik bir kurumdu burası. Ali Şeriati yeni keşfettiğim kahramanlarımdan biriydi. İran Devriminin başladığına dair haberler Türkiye’de duyulunca, onun birkaç makalesini okumuştum. 1980’lerin ilk
yarısında kitapları Türkçeye çevrilmiş, Akıncılar ve diğer İslamcılar
arasında çok popüler olmuştu. İslamcılar üzerinde çok fazla bir etkiye
sahipti. Mısırlı Kutub ve Karadavi, Pakistanlı İkbal ve Mavdudi, Suriyeli Hava ve Sibai gibi ideologlar listemizin zirvesinde yer alıyordu.
Ama Ali Şeriati başkaydı. Her şeyden önce ünlü yazarlarımızın aksine
sadece bir din bilgini değil, aynı zamanda Fransa’da eğitim görmüş
bir sosyologdu. İkincisi, kendimizden bilerek kucakladığımız ilk Şii
yazardı. Üçüncüsü; entelektüel birikimi, yaratıcılığı, Doğu ve Batı’yla
ilgili bilgisinin derinliği ve genişliği, analitik becerileri, tutkusu, düzyazılarındaki şiirsel üslup, hepsi olağanüstüydü.
Severim Ali Şeriati'yi… Sünnilerin ve Şiilerin arasında böylesi düşünürler son bin yılda parmakla sayılacak kadar az çıkmıştır. Hem
beyin hem de yürek sahibi birisiydi Ali... Batı eğitimli ve bilgili bir
entelektüel olan Seyyid Kutub cesur bir şehitti; ama özgünlükten,
yaratıcılıktan ve şiirsel üsluptan yoksundu. Onun yazılarını kendini
tekrarlayan sıkıcı yazılar olarak görüyordum. Lakin Ali Şeriati
(1933-1977), yeni ve hoş kokular yayan karmaşık bir paketti. Onun
kitaplarını iki hatta üç kez severek okuyabilirdim. Sünni dininden
bilimsel veya rasyonel monoteizme geçtikten sonra yukarıda bahsettiğim İslamcı yazarlardan hepsini okumaya katlanamaz oldum. Onlar yanlış yolda olmalarına ek olarak sığ ve sıkıcı... Ali Şeriati’yi saf
bir monoteist olarak görmediğim halde, onun eserleri telafi edici
özellikler taşır: orijinal düşünceler ve zekâ pırıltıları içerirler. Hac
isimli kitabı tek başına, onu 20. yüzyılın üst düzey Müslüman aydınları arasına koymaya yeterlidir.
309
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Elbette bazı konularda çok farklı düşünüyorum kendisinden (Ehl-i
Beyt takıntısı veya Habil ve Kabil hikâyesi üzerinde temelsiz analizler yapması, gibi), ama düşünen, sorgulayan, vicdan ve yürek sahibi
birisine sadece saygı duyarım.
Ünlü varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın, “Dinsizim, ama bir tane
seçseydim; bu Şeriati’nin dini olurdu.” diyerek öğrencisini övdüğü
söylenir. Şeriati İran’daki devrimin esin kaynağı ve öğrencilerinin
çoğu Humeyni’yle yan yana devrime önderlik etmiş olmasına rağmen; Şeriati’nin öğrencileriyle mollaların kafa yapısı arasında uzlaşması mümkün olmayan farklılıklar vardı. Şeriati din adamalarını çok
eleştiriyordu ve mollalar tarafından yönetilen bir İslami hükümete
daima karşıydı. Mollaların, Beni Sadr’ın oluşturduğu hükümette kabine üyesi olan Şeriati’nin öğrencisi ve Amerika'da benimle yakın
arkadaş olan Ali Behzadnia’nın özenle özetlediği Ali’nin fikirleri ve
eserlerine karşı savaş başlatmaları uzun sürmeyecekti: “O, ne yeni
her şeye karşı çıkan bilgisiz gerici bir fanatikti ne de bağımsız bir
muhakeme yapmaksızın Batı’yı taklit eden sözde Batılılaşmış aydınlardan biriydi.”
Bir sokak satıcısından Şeriati’nin konferanslarından oluşan bir kaset
seti satın aldım. Dönüşte beraberimde getirdiğim tek şey Ali'nin Hüseyni İrşad'da verdiği konferansların kasetiydi. Coşkun sesini dinlemekten zevk alıyordum. Türkiye'ye birkaç kitap ve el yapımı birkaç
süs eşyasıyla birlikte bu kasetlerle geri döndüm. Maalesef o kasetleri
birkaç hafta sonra Fatih'te bir polise kaptırdım...
310
Humeyni’nin Tozih al-Masael (Meselelerin Açıklaması) adlı kitabından birkaç sayfa okuduktan sonra düşünsel olarak Humeyni’den
ziyade Ali Şeriati’ye daha yakın olduğumu anladım. Tarihi bir devrime liderlik etmiş olan bu din adamı, o kitapta, önemsiz ve saçma
sorunlarla meşgul oluyordu. Örneğin; Humeyni, “Eğer tuvaletin deliğine üzerinde İmam’ın ismi olan bir kâğıdı düşürürsek, ne yapmalıyız?” sorusuna yanıt arıyordu. Totemci bir kafa yapısının oluşturduğu bu sorunun İslami bir sorun olduğunu düşünen Humeyni, tartışmaya giriyordu. Ona göre kişi, bu durumda, o kâğıdı o bok çukurundan kurtarmak için elinden geleni yapmalıydı. Şehrin en maharetli tesisatçısının bütün çabalarına rağmen kâğıdı bokun ortasından
alamazsak ne yapacaktık? Humeyni’nin hükmü, o tuvaletin servis
dışı ilan edilmesiydi. Tuvaletin lanetlenmesinin sonsuza kadar sürmesi mi gerekiyordu, yoksa mantıken kâğıdın yok olduğunun düşünüldüğü bir zamana kadar mı tuvalet kullanılmadan kalacaktı, hatırlamıyorum. Kitapta tartışılan konuların çoğu, Kuran’ın 2:67-71
ayetlerinde Yahudilerin düvenin rengi ve yaşıyla ilgili yaptığı saçma
tartışma gibiydi. Böyle gereksiz ayrıntılarla uğraşmak ve onlar için
Norşin’den Arizona’ya
ilahi bir cevap talep etmek veya uydurmak Kuran’da şiddetle eleştirilmektedir; ama akıllarına ihanet ederek ciltler dolusu uyduruk masalların peşinden gidenler, Yahudi öncellerinin yaptığı hatayı aynen
tekrarladılar. Bu kahramanım, dini ve mezhebi sorunlara dalarak
mantıklı düşünme yetisini kaybediyordu. Humeyni, Şabat Asansörü
gibi saçma ve aptalca dini kurallar uyduran Ortodoks Hahamlardan
farklı değildi.
Hayır, saçma bir sorun değildir bu. Günahsız/Hatasız olarak düşünülen bir lider büyük bir ülkenin yönetimini eline geçirip bir de ona
mutlak iktidar verilince, artık bu sorun ciddi bir sorundur. Bu durum
milyonların hayatını cehenneme çevirebilir. İran’da gördüğümüz
gibi, sonra bütün bir ülke “kutsal bir kâğıt parçası” gibi ansızın kendini tuvalette bulabilir. Devrimden sonra “bağımsızlık” dışında altı
çizilen hiçbir söz tutulmadı. Evet, İran daha bağımsız olmuştu; lakin
büyük ve korkunç bir cezaevine dönüşme pahasına… Mollalar kendilerinden önceki Şah Rejiminin “özgürlüğün altın çağı” gibi gözükmesine sebep oldular. Adalet değişmemişti; yolsuzluk, rüşvet, adam
kayırma ve zulüm norm haline gelmişti artık. Halka açık meydanlarda gençleri taşlayarak öldürmek, başlarını örtmedikleri gerekçesiyle kadınları dövmek, alkol kullanımını yasaklamak, muhalifleri
gözaltına alıp tutuklamak, siyasi eylemcileri katletmek, zenginliği
ve iktidarı mollalar ve yandaşlarına transfer etmek… ve daha birçok
Firavunca tecavüz ve Karunca sömürü örnekleri…
Maalesef sözde Müslüman kitleler polis ve devlet gücüyle “ahlak”
zorbalığı yapmanın kendisinin bütün eylemler içinde en ahlaksız ve
rezil bir eylem olduğunun farkında değildir. Toplumu suçlulardan ve
bireyleri de toplumdan korumak bir ulusun en hayati görevidir ve
analitik düşünme, mantık, tarihten ders çıkarma ve toplumun her kesiminin katkısı ve katılımını gerektirmektedir.
Kitaplığımda Humeyni’nin kitabını bulundurmuyorum. Bu yüzden
Humeyni karşıtı bir internet sitesinden bazı alıntılar bulabildim. Hatırladığım kitaptan biraz farklı olan Tahrir ul-Vasyla isimli kitaptan
bazı alıntılar yapmışlardı. Ancak bu alıntılar kökleri Mişna ve Gemara ve Talmud’a kadar inen mezhep saçmalığının özgün örnekleriydiler. Humeyni, antisemitik fikirlerini ne kadar ifade ederse etsin;
dini kafa yapısı bakımından bir Müslüman âlimden çok daha fazla
bir oranda Yahudi bir hahama benzemektedir. Daha doğrusu aynı
şirk dininin ikizleridirler.
1. Humeyni’nin Çocuklarla ve Hayvanlarla Seks Üzerine Öğretileri
2. “Bir erkek, bir bebek kadar küçük olan bir çocuktan cinsel
311
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
312
zevk alabilir. Ancak içine girmemelidir. Eğer içine girer de
çocuk bundan zarar görürse, bu durumda, hayatı boyunca
çocuğun geçiminden sorumlu olur. Ancak bu kız, dört karısından birisi olarak görülmez. Erkek bu kızın kız kardeşleriyle evlenmeye de uygun değildir.”
Bu sözün Farsça metninin tamamı "Ayatollah Khomeini in
Tahrir ul-Vasyla, Dördüncü Baskı, Darol Elm, Qom" kitabından okunabilir.
Abdest Üzerine
“Cinsel münasebet esnasında penis kadının vajinasına veya
erkeğin anüsüne tamamen veya sünnet halkası kadar girerse, -ergenlik çağına gelmemiş olsalar bile- iki partner de
cenabet sayılır ve bu nedenle abdest almaları gerekir.”
Not: Eğer durum buysa İslam’da homoseksüellik ve sübyancılık kabul edilmektedir. O halde eşcinselliğe ölüm cezası
vermenin ne anlamı var?
“Eğer bir erkek boşaldıysa ve henüz abdest almadıysa şu
on eylemden kaçınmalıdır: yemek, içmek, Kuran’ın yedi
ayetinden fazlasını okumak, Kuran’ın kapağına veya sayfa
boşluklarına veya satır arasındaki boşluklarına dokunmak,
üzerinde Kuran taşımak, uyumak, sakalına kına yakmak,
yağ veya gres yağıyla mesh etmek, uykusunda boşaldıktan
sonra cinsel ilişkiye girmek.
“Eğer bir erkek başka bir kadın tarafından uyarıldıktan
sonra kendi karısıyla ilişkiye girerse ve terlediyse dua etmemesi tercih edilir; ama eğer önce kendi eşiyle ve sonra
başka bir kadınla ilişkiye girerse, bu durumda ter içinde
bile olsa dua okuyabilir.
“Eğer bir erkek karısından başka bir kadınla ilişki sonucu
boşalmışsa ve ardından karısıyla ilişkiye girerek boşalırsa,
terlerken dua etme hakkına sahip değildir; ama eğer önce
kendi eşi ve sonra başka bir kadınla ilişkiye girmişse terlese
bile dua edebilir.”
Not: Eğer bir erkek eşinden başka bir kadınla ilişkiye girebiliyorsa, zinaya taşlayarak ölüm cezası niye veriliyor? Sadece kadın mı suçlanmalıdır?
“Eğer bir sinek veya başka bir böcek kirli ve nemli bir şeye
konar ve sonra temiz ve nemli bir şeye konarsa, kişinin birincinin kirli olmasından emin olması şartıyla ikincisi de
kirli sayılır.”
Not: İşi gücü bırakalım ve sinek ve böceklerin nerelere konduğunu bilmek için peşlerinden koşalım.
Norşin’den Arizona’ya
13. Kadınlar ve Özel Günleri ile İlgili Humeyni’nin Düşündükleri
14. “Kadının adet dönemi boyunca erkeğin, tam bir birleşme yani sünnet halkasının boyu miktarınca bir birleşme olmasa- ve boşalma olmasa bile kadından uzak durması tercih edilir. Bu zaman boyunca erkeğin kadınla anal yoldan
ilişkiye girmesi de hiç tavsiye edilmez.”
15. “Eğer kadının adet dönemi üç gün sürüyorsa ve erkek ilk
iki gün kadınla ilişkiye girmişse, yoksullara 18 nohut ağırlığında (her nohut yaklaşık 3 gramdır) altın vermelidir;
üçüncü veya dördüncü gün ilişkiye girmişse 9 nohut ağırlığında; son iki gün ilişkiye girmişse 41/2 nohut ağırlığında
altın ödemelidir. Adet halindeki kadınla anal yoldan ilişkiye
girmek böyle bir ödeme yapmayı gerektirmez.
16. “Eğer bu üç günün üçünde de ilişkiye girmişse, 31/2 oranında nohut ağırlığında yoksullara altın vermek zorundadır. Eğer ilişkiyle ödeme günü arasında altının fiyatı değişirse, ödeme gününün fiyatı geçerlidir.
17. “Eğer erkek ilişki esnasında kadının adet görmeye başladığını fark ederse geri çekilmelidir; yapamazsa fakirlere sadaka vermek zorundadır.
18. “Eğer bu durumdaki bir erkek fakirlere sadaka verebilecek
durumda değilse en azından bir dilenciye bir şeyler vermelidir; bunu yapacak durumu bile yoksa Allah’tan bağışlanmasını dilemelidir.
19. “Kadının adet döneminden sonra, erkek, kadın henüz abdestini almamış olsa bile onu geri çevirebilir. Dilerse
onunla ilişkiye de girebilir, ama abdestini alıncaya kadar
beklemesi tavsiye edilir. Bu arada kadına, adetliyken yasak
olan Kuran yazılarına dokunmak ve camiye gitmek gibi eylemler abdestini alıncaya kadar hâlâ yasaktır.”
20. Not: Adet döneminin tamamı boyunca çiftin ilişkiye girmemesi daha mantıklı gözüküyor. İlk iki günde olması durumunda 18 nohut verecekken, tamamında ilişkiye girerse
31/2 nohut ödeyecektir. Ve aynı zamanda sadece adet dönemi boyunca anal yoldan ilişkiye girilmemesi tavsiye ediliyor. Ama yaparsa da bir cezası yok! (www.homa.org)
21. Bu alıntıların, “Müslümanlar bir zamanlar uygarlık lokomotifi ve bilim merkeziyken, neden bu kadar geri kaldılar?”
sorusunu aydınlattığına inanıyorum. Cevap istiyorsanız
Humeyni ve fikirlerini okuyun yeter.
313
Norşin’den Arizona’ya
7
Siyah Kuğu:
Kaderin Yol Çatalında
Birkaç Saniye
“Maddi olanı, kanıtları, elle tutulur şeyleri, gerçeği, görülebileni, somutu, bilineni, görüneni, göze çarpanı, sosyal
olanı, saklı olanı, duygu yüklü olanı, belirgini, basmakalıp
olanı, hareket edeni, yapmacığı, aşk hikâyesini, güzelliği,
resmi ve akademik dille sunulan palavraları, kulağa hoş gelen laf kalabalığını, kibirli Gausçu ekonomistleri, matematikselleştirilen saçmalıkları, ihtişamı, Academie Française’yı, Harvard Ticaret Fakültesini, Nobel Ödülünü, beyaz
gömlek ve Ferragamo kravatlı siyah takım elbiseleri, duygulu söylevleri, korkutucu olanı severiz. Hepsinden önemlisi rivayetleri severiz.
“Yazık ki şu anki insan ırkı basımımızda imal edilmiyoruz
ve soyut şeyleri anlamak için bağlama ihtiyaç duyuyoruz.
Rastlantı ve belirsizlik soyuttur. Olasılıkları görmezden gelerek olana saygı duyuyoruz. Başka bir deyişle doğal olarak
sığ ve üstünkörüyüz ve bunu da bilmiyoruz. Bu psikolojik bir
sorun değildir, bilginin birincil özelliği olarak gelir. Ayın
karanlık yüzünü görmek daha zordur; oraya ışık tutmak
enerji gerektirir. Aynı şekilde görünmeyene ışık tutmak da
hem sayısal hem de zihinsel bakımdan masraflıdır.” Nassim
Nicolas Taleb9
Aklımda canlı İran hatıraları ve kasetlerde Ali Şeriati’nin konferans9
Nassim Nicholas Taleb, The Black Swan (Siyah Kuğu), The Impact of the Highly
Improbable (Olanakdışının Etkisi), Random House, 2007, sayfa 132
315
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
larıyla Türkiye’ye geri döndüm. Fakat ne yazık ki, Fatih Polis Karakolunun yakınlarında, Fevzipaşa Caddesi’nde görünür bir sebep olmaksızın yeniden gözaltına alındım ve polis İran’dan getirdiklerime
el koydu. Özgürlüğümü kaybetmekten çok, kasetleri polise kaptırdığım için üzülüyordum. Ama önemli bir görevi yerine getirme fırsatını kaçırdığım için daha fazla üzülüyordum. Bu gözaltı ve peşinden
gelen tutuklama, bir veya iki uçak kaçırıp işgalci Rus ordusuna karşı
Afganistan’daki cihada katılma planımızı suya düşürmüştü.
Dikkatimizi İran’dan Afganistan’a yoğunlaştırdığımız bir zamandı.
İran’daki görevimizin en önemli bölümünün tamamlandığını ve iyileşme yolunda ilerlediğini düşünüyorduk. Birkaç yıl sonra bütün
dünyanın oraya gıpta edeceğini sanıyorduk. Fakat Afganistan, vahşi
bir Rus ayısının pençesi altında acı çekiyordu. 1980 yılının Ağustos
ayıydı… Çaresiz bir durumda yardımımıza ihtiyaç duyuyorlardı.
Birkaç arkadaşla konuyu tartıştıktan sonra kararımı verdim ve harekete geçtim. Kulaktan kulağa, önümüzdeki Pazar öğlen vakti Şehzade Camisi’nde toplanacağımız haberini saldım. Onlardan çantaları
ve yolculuk boyunca ihtiyaç duyacakları şeyleri de alarak gelmelerini istemiştim. Bu duyuruyu yaparken henüz bir planım yoktu. Anlık karar alan bir liderdim. Ara sıra plan da yapardım ama bu gibi
görevler ve operasyonlar için hiç plan yapmamayı tercih ederdim.
Pratik ve pragmatiktim. Zaman darlığı ve aciliyetin derecesi bana
esneklik, kontrol ve yaratıcılık sağlamıştı. Çoğu zaman bir başlangıç
noktası ve hedefe ihtiyaç duyardım, gerisi teferruattı. Örneğin belediye otobüslerini doldurup telsiz bağlantılarını keserek şoförden bizi
direkt olarak havalimanına götürmesini isteyecektik. Orada da güvenlik görevlilerini alt ederek kutsal görevimizin hedefine gitmemizi sağlayacak bir ya da iki uçak ayarlamalarını isteyecektik.
Uçak kaçırma misyonu için bir plan yapmamıştım, bir hazırlığım da
yoktu; çünkü misyonum çok amaçlıydı. İşte temel amaçlarım:
1. Emperyalizm altında ezilen kardeşlerimizin acılarını halkın
görmesini sağlamak.
2. Militanlarımızı ciddi görevlere hazırlamak, azimlerini pekiştirmek ve bağlılıklarını sınamak.
3. Özellikle dar zamanlardan sonraki hazırlıklarımızın etkinliğini ve hızını bir kez daha test etmek.
316
4. Her şeyin yolunda gitmesi durumunda da Afganlı kardeşlerimize katılma şansımız olacaktı.
Norşin’den Arizona’ya
Uçak kaçırabileceğimize veya onları Türk hükümetinin bir lütfu olarak alabileceğimize doğrusu pek ihtimal vermiyordum. Bizi Afganistan’a göndererek Türk Hükümeti bir taşla iki kuş vurmuş olurdu.
Toplumun yabancılaştırılmış dindar kesiminin desteğini alabilirdik
ve böylece hükümet en zorlu İslamcı militanları ülkeden ihraç edebilirdi. Tabi uluslararası hesap ve dengeleri hesaba katmazsak…
Bu görev için silahlanmak istemiyordum. Silahlara gerek yoktu. Dahası, kamuoyunun ilgisine çekmeye yönelik amacımıza bir katkısı
da olmazdı. Uçak kaçırma eylemimizin başarıya ulaşma şansının neredeyse hiç olmadığını biliyordum ve eğer beklenmedik bir başarı
olsaydı o da aktivistlerin çokluğu sayesinde olacaktı. Havaalanındaki ve medyadaki kargaşa bize propaganda yapma şansı verebilecekti. Uçak kaçırmayı, yukarıda listelediğim dört amacımdan en az
önemli olanı olarak görüyordum. Çoğumuz Afgan dilini bilmiyorduk ve ne ülkelerini ne de kültürlerini tanıyorduk. Bu yüzden, Türkiye’de onlara olan ilgiyi artırabilirsek onlara daha çok yardımcı olacağımızı düşünüyordum. Halkın ilgisi ve sempatisi parasal yardıma
dönüşüp Afganlıların daha iyi silahlara sahip olmasını sağlayabilirdi
ki öyle oldu.
Gözaltına alınmamla amaçlarımın ancak yarısına erişebilmiştim: yukarıda sıraladığım iki ve üç numaralı amaçlar… Ailelerine ve sevdiklerine hoşça kalın deyip, sırt çantalarıyla birlikte Afganistan’a
gitmek üzere camiye gitmişlerdi. Kuryelerden biri gözaltına alındığım haberini yayınca, camiden ayrılarak hayal kırıklığı ile evlerine
dönmüşler.
Cihat davasına olan bağlılığı kendisini İran, Afganistan ve Pakistan’a götüren yoldaşlarımdan Yakup Aslan’ın otobiyografisinden
uzun bir bölümü sizinle paylaşmak istiyorum. Anıları birçok değerli
özeleştiri içermektedir:
"Tahran’da bizi İran ortamından ve gündeminden uzaklaştıracak çareler ararken, Afganlı cemaatler aklımıza geldi.
O zamanlar Rabbani, Amerika yanlısı ve karşı grupların uydurduğu belgelerle ajan olarak yaftalanmış, mahkeme tutuklama kararı almış ve gizli bir şekilde İran’dan kaçmak
zorunda kalmıştı. Hikmetyar tek seçenek olarak karşımızda
duruyordu. Görüşmelerden sonra bizi Pakistan’a götürme
sözü verdiler ve biz orada kalan arkadaşlarla vedalaştıktan
sonra Afgan kıyafeti ve elimize sıkıştırılan belgelerle Zahedan’a kadar gittik ve oradan da Peşaver şehrine.
İnsanların hayvan gibi istiflendiği, otobüsün damının bile
317
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
318
insan dolu olduğu araçlarla sınırdan Peşaver’e kadar yaşadıklarımızın özetini arkadaşlarla birbirimize bakarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorduk. Rıkşalarla tanıştığımız
Peşaver’de bize ait olan bir misafir evi vardı ve Afganistan
yolculuğu için, Hizbi İslami’nin kapılarını aşındırmaya devam ediyorduk. Büyük ümitlerimiz, beklentilerimiz ve kocaman hedeflerimiz vardı. Bütün bunları gerçekleştirmek için,
kalabalık bir arkadaş grubuyla projeler üretiyorduk.
Yoksulluğun, sefaletin ve Afgan göçmenlerinin şehrin varoşlarında toplandığı kampların korkunç hayat şartlarına
aldırış etmeden, biran önce Ruslara karşı savaşıp, şehit
olma arzusu taşıyan arkadaşların sakinleşmesi ve hayatta
şahitler olarak yaşamanın zorluğuna inanması için Bahattin kardeşle adeta ikna odaları kurmuştuk. Kimi arkadaşların ailelerine vasiyetler yazarak şehit olmaya gideceklerini
yazmaları ve pazardan Rus öldürmek için kama almaları,
bize gülünç gelse bile kardeşlerimizin duygularını anormal
çizgiden normale kavuşturmak için yoğun çaba gösteriyorduk. En sonunda beklediğimiz cevap geldi ve hafta içerisinde yola çıkabileceğimiz söylendi. Sabırsız bir bekleyiş,
sinirlerimizi tahrip etmeye yetiyordu. Her birimizin üzerinde Afgan giyimi, başımızda takkeler ve boynumuzda petularımızla, sakalımızla, bizim yabancı olduğumuzun anlaşılması neredeyse imkânsızdı.
Burada da farklı bir kültür, inanç şekli ve bakış açısıyla tanışıyorduk. Nerdeyse açık bir şekilde susuz tuvaletlerde istinca yapılması, kadınların çarşafların kenarını açarak açık
alanlarda ihtiyaçlarını gidermesi, her banyodan sonra saçlarına bolca yağ sürmeleri, kanalizasyon veya kuyu sisteminin olmadığı bu ülkede sokakların pis su birikintileriyle dolu
olması, camilerde takkesiz namaz kılanlara iyi gözle bakmaması, kapalı gibi görünen bu toplumda düğünlerde dansöz
oynatılması, esrarın serbest bir şekilde bakkallarda satılması bizim yabancı olduğumuz bir kültürdü. Mevdudi’nin
çizgisinde gelişen Cemaati İslami veya sadece tebliğ etmeyi
görev telakki edenlerin varlığı hissedilemeyecek derecede
azdı. Buna rağmen onları bulduk ve düşüncelerini öğrenmek
istedik. Ortaya çıkan manzara bizim düşüncelerimizi hezimete uğratıyordu. İnkılapçı çizgimizi Mevdudi ve benzerlerinden almış Müslümanlar olarak, onların Amerika’ya, Z.
Hakka ve benzerlerine bakış açılarıyla örtüşmüyordu."
Norşin’den Arizona’ya
"Özellikle Bahattin, onların Amerikancı tutumlarına tahammül edemiyor ve her fırsatta onların duruşlarının yanlışlığına işaret ediyordu. İran’a nazaran daha özgür bir ortama
kavuşmuştuk, dolayısıyla her kesimle görüşme onları dinleme veya düşüncelerimizi onlara anlatma imkânı bulmuştuk. Rabbani ile yaptığımız görüşme bizi tamamen şaşkına
uğratmıştı. Onunla konuştuktan ve onu tanıdıktan sonra
ABD ajanı olmadığını ve belli bir seviyede İslami kültür ve
hassasiyete sahip olduğunu görmüştük. Hizip olarak, bize
Hikmetyar’ın çevresinden daha samimi ve yakın gelmişlerdi. Özellikle Türkmen Kerimi’nin anlattıklarının da
doğru olmadığını orada gördük. Esasen, Cemaati İslami’den ayrıldıktan sonra, Hizbi İslami’de önemli bir konum kazanmak için geçmişiyle ilgili bir sürü rivayet uydurduklarını daha önce de tahmin etmiştik.
Rabbani’yi tanımamızda Tuncer kardeşin büyük bir etkisi
olmuştu. Durum böyle olunca, içinde bulunduğumuz grubu
kuşkulandırmadan gizli gizli ziyaretler düzenliyorduk. Kısa
bir zamanda Afganistan’ın gerçeğini kavramış, karalama,
iftira ve çoğu zaman ciddi zararlar veren çatışmaların arka
planını yaşayarak öğrendik. Orada olduğumuz dönemde,
Erdem Beyazit ve ekibi geldi; günlerce Bahattin ile birlikte
onları hiziplere götürüp dolaştırdık ve Afganistan gerçeğini
bütün açıklığıyla anlamalarını, görmelerini ve yakından
hissetmelerini sağladık. Bununla da yetinmedik, Türkiye
Müslümanlarının gerçeği öğrenmesi için olayı olduğu gibi
objektif bir şekilde anlatmaları için adeta yalvardık. Onlar
ne yaptılar, döndükten sonra “Afganistan Destanı” diye
özel bir sayı çıkararak, adeta Afganistan kahramanları gibi
kendi isimlerini destanlaştırdılar. Ortada olan gerçeğe rağmen, yalan üzerinde şekillenen hayaller karşısında, birbirimize acı acı bakmakla yetindik.
Sonradan duyduğumuz kadarıyla “Afganistan gerçeğini yazıp, aforoz edilmeyi mi kabullenelim!” şeklinde bir savunma
yapmışlardı. Onlardan önce bir konuşmasında, Afganistan
gerçeğine yumuşak bir dokunuşta bulunanların nasıl eleştirildiklerini de bilmiyor değildik, ama buna rağmen cesaret
göstermelerini ve gerçeğin üzerindeki örtüyü atmalarını arzulamıştık. Bu cesareti gösteremedikleri gibi cesur yürek de
olamadılar. Onların bütün yürek acısını da biz omuzladık…
319
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Afganistan gerçeğini bilmeden tanışmamız cihat süreci neticesinde gelişen çelişkili durum ve derinden büyüyen ümitsizlik dalgası, Türkiye Müslümanlarının olanlardan haberdar
olması gerektiği sorumluluğunu omuzlarımıza yıkıyordu.
Bunu ancak, Müslümanların kültürel ve moral kaynağı olmaya namzet olan medyamız halindeki Mavera dergisi yapabilirdi. Gerçeklerle yüzleşmeyi canlı bir şekilde yaşamaları
için elimizden geleni yaptık. Ancak bütün çabamız boşa çıktı.
Mavera, ‘Afgan Destanı’nı yeniden yazdı, ancak yazılanların
büyük kısmı hayal ürünüydü. Protesto etmek için gönderdiğimiz mektupları da büyük bir ustalıkla sansürlediler ve baş kısımda yer alan selam ve sorumluluklarla ilgili bölümü yayınlayarak, bizi de kendilerine yandaş olarak tanıtmış oldular.
Biz onların tarihe tanıklık yapmalarını isterken, onlar bunun
tam tersine korku, endişe ve içten hesapların üzerine inşa ettikleri fildişi kulelerinden hayali bir destan üretmişler; Türkiyeli Müslümanlar da buna tav olmuştu. Çünkü toplum olarak, bize verileni araştırma, tartışma veya daha doğrusu gerçek olanla yüzleşme geleneğimiz yoktu.
Türkiye’de biz slogan atarken, onlar mücadelenin edebiyatıyla uğraşıyorlardı ve bizim duygu yanımız onlarla doluyordu. Slogan atanlar darbeyle birlikte dağılınca meydan
onlara kaldı ve onlar her iki yanı da doldurma iddiasıyla
taleplere cevap vermeye çalışıyorlardı. Onların, Pakistan
gezilerinin sadece yeni çıkan bir otomobilin çöllerde ve
uzun yollarda denenmesi amacına ek olarak Afganistan ve
az da olsa İran’la ilgilenmeleri, beklentimizin aksine özel
sayı çıkıncaya kadar hep ümit verici olmuştu. Ortaya çıkan
manzara, İbrahim ismime bir de çavuş ekleyip, bana sıksık
‘İbrahim Çavuş’ şeklinde takılan Bahattin (Abdülhamit)’i
çok etkilemişti. Müslüman kamuoyunun her taraftan kuşatılmasına vesile olan yoğun propagandaya rağmen, konuyla
ilgili çoğunluğun ekser inanışı karşısında birinin çıkıp gerçekleri söylemesinin, onların inançlarına küfretmek şeklinde algılanacağını ve kimsenin de buna cesaret etme yürekliliği gösteremeyeceğini savunur hale gelmiştik. Abdulhamit, “bunlardan ne köy olur ne kasaba!” diyerek tepkisini
ortaya koydu. Böyle düşünmede haklıydı, çünkü gerçekleri
bilenler susmayı ve gerçekleri gizlemeyi yeğlemişlerdi.
320
Arkadaşlarımızın buzları kırıp abdest alarak namaz kıldıkları ülkeye kaçak yollarla girdikleri yerden İran’a gitmeden
Norşin’den Arizona’ya
önce, özgün bir düşünceyi aksiyonla sentezleyen ağabeylerimiz, çaresiz olarak bir uçak kaçırmış ve Diyarbakır’da
oyuna gelerek yakalanmışlardı. O ekipten, mahkemede bir
çok davası olan, daha gençliğimizin başında ceza evinden
kurtulması için duvarlara “Eş’e Özgürlük” sloganları yazdığımız, uçak kaçırma eylemine katılmayan Selahattin Eş
çaresiz olarak yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Çoğumuz onları daha Sebil döneminden beri tanıyorduk. Sebil
Dergisi ile bizim aramızdaki en büyük ayrışma noktası, Osmanlı sevgisinin, bağlılığının fazlaca işleniyor olması ve
bundan daha önemlisi düşüncenin bireye hareketlilik kazandırmaması ve aksiyonun topluma indirgenmemesiydi.
Sebil Dergisi’nin bastırmış olduğu padişah posterlerini satmaktan başka bir işle meşgul olmadığımız bir zamanda, suların artık iyice ısındığının farkındaydık. Kadir Mısıroğlu
eyleme, slogana karşı olduğunu her defasında dile getirmişti. Öyle olunca da oradan ayrılanlar, biraz sol rüzgârın
da etkisiyle safların daha fazla keskinleşmesine çalışmışlardı. Özellikle, buna ülke şartlarının darul harp dönemine
uygun olduğunu, devlet memurluğunun, partinin, diyanet
camilerinin ve benzeri konuların dinle bağdaşmayacağı yolunda, Hüsnü Aktaş ve Sadrettin Yüksel hocanın da aralarında bulunduğu şura tarafından verilen fetvalar eklenince
garip, ama radikal siyasi bir atmosfer oluşmuştu. Mısıroğlu
ile en son konuşmam bir karakol macerası neticesinde gerçekleşti.
Tayyip Erdoğan ve Edip Yüksel’in gözaltında bulunduğu
Fatih karakolundan ağır darbeler alarak çıkmıştım, bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kadir Mısıroğlu’na geldik ve durumu anlattık. Tayyib’in (Erdoğan) ve Edib’in de nezarette
olduğunu hatırlatınca konuşmaya başladı ve daha önce Metin’e aklını başına alması gerektiğini sık sık söylediğini;
buna rağmen kendisini dinlemediğini ve dinlemeyince de
kendisine böyle bir son hazırladığını söylüyordu… Edib’e
de defalarca Metin gibi olmaması için uyarıda bulunduğunu
hatırlatarak, dolaylı olarak bizi de uyarıyordu. Suçsuz yere
tutuklandığımızı ve dolayısıyla Komiser Naci’nin yaptıklarına karşı rapor alıp mahkemeye vermek istediğimizi ve bizi
bir avukata göndermesini söyleyince, bize yardımcı oldu.
Avukata onun referansıyla gittik, bize yara bere sordu. Bir
haftaya yakındır yapmadığını bırakmadığını, ancak ustaca
321
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bir şekilde iz kalmamasına dikkat ettiğini, sürekli olarak soğuk suda tutarak darp izlerinin oluşmamasına çalıştığını
hatırlattık. Bize, adli tıbbın içteki arızalarla ilgilenmeyeceğini sadece görünüşte bir şey varsa ona göre rapor yazacağını ve gözle görülür izlerin olması… Sıcak su yardımıyla
parayla cildin üzerinde darp izi oluşturmamızın gerekeceğini tavsiye etmesi üzerine, madeni para yardımıyla göğsümde ve sırtımda büyük morluklar oluşuncaya kadar cildi
tahriş ettik ve adli tıptan 20 gün rapor alarak, avukata verdik. Aynı gün davayı açtı açmasına da, hiçbir zaman sonuçla ilgili bilgi alamadık. Çünkü kısa bir süre sonra darbe
olmuştu ve biz ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştık.
Komiser Naci, Feti ismindeki bir arkadaşın açtığı telefon
neticesinde her ne hikmetse benden korkmuştu ve aşağıda
nezarette bulunan arkadaşlardan Tayyip veya Edip gibilerini yukarıda bulunan sorgu/işkence odasına çağırarak, benim onu tehdit ettiğimi söylüyordu. Arkadaşların hepsi benim böyle bir şey yapmayacağımı söyleyerek beni kurtarmaya çalışırken, Edip daha ikna edici bir dille, ‘Müslümanların şu anda tebliğ devresinde olduğu ve hiçbir şekilde kan
dökmelerinin mümkün olmadığını, tebliğ bütün insanlara
ulaştıktan sonra, eğer karşı çıkanlar veya engelleyenler
olursa ancak o zaman Müslümanların kendilerini savunmak
zorunda kalacağını, tebliğ devresi olan bu merhalede öldürülsek bile cevap vermeyeceğimizi’ söyleyerek, onu ikna etmiş ve dolaylı olarak da beni onun elinden kurtarmıştı.
Metin Yüksel, Fatih camisinin avlusunda vurulduğu zaman,
aynı kurşunlarla ağır yara almış duygusu içerisinde Van cezaevinde yatıyordum. Çıktıktan sonra yeniden İstanbul’a
gelmiş ve daha önce pasif durumda olan veya Metin Yüksel’in hareketli temposundan dolayı hissedilmeyen Edip
Yüksel’in bizim gruplar halinde girebildiğimiz, solcularca
kurtarılmış bölgelerdeki kıraathanelere tek başına giriyordu. Televizyonu kapattırıp, oyunları durdurduktan sonra
bir masanın üzerine çıkıp uzun konuşmalar yaparak, İslam’ı
tebliğ ediyordu. Defalarca ona çıkışmamıza ve korumasız
gitmemesini istememize rağmen, her fırsatta aynı yöntemle
tebliğine devam ediyordu.
322
Pütürgeli Dr. Remzi Pekdemir ve Solhanlı Tahir Tikici ile
Norşin’den Arizona’ya
kaldığımız evler polis tarafından basılıp, karakol haline getirildikten sonra yolculuğa başlayıp, İran ve ardından da
Pakistan topraklarına gelişimizin üzerinden aylar geçiyordu, ama biz henüz Peşaver topraklarından çıkamamıştık.
En sonunda, bizi göndermemeleri durumunda Hizbi Cemaati İslami’ye gideceğimiz yolunda tehditler yapınca bize birkaç gün sonrasına hazırlık yapmamızı söylediler."
"Dev mitinglerle, sokaklardaki güçlü duruşumuzla yakın bir
zamanda İslami bir yönetim kurabileceğimizi hayal ederken,
ön hazırlıklı bir senaryoyla darbe olmuş ve ümitsizliğin içerisinde boğulmuştuk. Türkiye’de mücadelenin kırılmasıyla
birlikte kitlesel olarak içerisine düştüğümüz zilleti daha fazla
kaldıramayacağımız düşüncesiyle, gönüllü bir şekilde kendimizi ateşin içerisine atmaya hazırdık. Türkiye’de ümitlerimiz
kırıldıktan sonra, kuru pratik yerine ilimle donanma hayalleriyle sığındığımız İran’dan da istediğimiz/beklediğimiz umut
ışığını göremeyince, şehadet sloganıyla, ölüme koşuyorduk
adeta. Gözlerimiz karaydı, korkusuzduk. Geride bizi yönlendirecek, bekleyecek, yol gösterecek hiçbir değer kalmamıştı
artık. Dolayısıyla gerimizde kalan köprüleri yıkmış, gemileri
de yakmıştık. Aramızda, sadece Bahattin Yıldız’ın geride ara
sıra mektuplaştığı bir gönül bağı vardı. Onun dışında her birimiz gencecik yaşımızda, ideolojik, sosyal ve çözüm alanında tamamen çıkmaza girmiş, tıkanmış, tükenmiş ve kurtuluş yolu olarak da mukaddes topraklarda cihat ederek, şehit
olmayı düşlemiştik ve bu hayalimizin yakın bir zamanda gerçekleşeceği söylenince de mutluluğa gark olmuştuk. İnsanlara ‘şehadetin bütün çağlara ve nesillere bir çağrı’ olduğunu söyleyenler olarak, buna öncülük etmeliydik ve artık tıkanma noktasına gelen yolumuzun açılacağı müjdesi de verilmişti. Oraya vardıktan sonra, Dr. Remzi’yi de ‘yaralı mücahitlere yardımcı olması için çağırma kararı’mızı uygulayamadık, çünkü daha İran’dayken onun ölüm haberini her tarafı keçe kalemlerle karartılarak sansürlenmiş Türkiye’den
gelen gazetelerden okumuştuk. Bizden geriye kalan bir Dr.
Remzi’miz vardı, o da şimdi yoktu.
Biz dünyadaki her sosyal veya siyasal hareketlerin kopyasıydık ve dolayısıyla ayaklarımızın üzerinde duramıyorduk.
Geriye dönüp baktığımızda, bizi kasırga gibi savuran darbenin öncesinde her birimiz bir yerlerde hazır ideolojilerin,
323
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
324
düşüncelerin kalıplarıyla mücadele vermeye çalışmıştık. En
belirgin özelliğimiz, oluşturulan şuranın verdiği kararları
uygulayabilmekti. Fatih, Camisi’nde darbe öncesi okunan
mevlitte muhalif isimlere dua edildiğinde tekbirlerle protesto edişimiz, mücadele bilincimizi pekiştirmiş, ciddi tutuklamalar karşısında firar ettiğimiz yerlerde halka büyük moral veren bu çıkışımızın izlerini ülkenin en uzak köşelerinde
görerek, ümitlenmiştik."
(Yakup Aslan, Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz
Devrimcilik, Ozan Yayınları’ndan yayınlandı.)
Birkaç hafta içinde tekrar dışarı çıkıp bıraktığım yerden devam etmeye başladım. 1980 yılının Ağustosunun ikinci yarısıydı. Kafese
kapatılmış bir hamsterken günlük işlerime dönmüştüm. Lakin günlük düzen basit bir olayla bozulacaktı ve bizi hayal bile edemeyeceğim bir yere götüren bir tepki zincirinin ortaya çıkmasına sebep olacaktı.
- Selamünaleyküm, Edip.
- Aleykümselâm, Dursun.
- Edip, uluslararası bir konferansa katılmak ister misin?
- Nerede yapılacak?
- Çanakkale yakınlarında, deniz kenarında Gençlik Bakanlığının kampında yapılacak.
- Ne zaman?
- Birkaç gün içinde...
- Ne kadar sürecek?
- İki hafta.
- Kimler katılıyor?
- Dünyanın her yerinden gençler.
- Tabii ki katılırım.
Dursun Özcan’ın Hattat Nazif ve Dersvekili Caddelerinin köşesindeki öğrenci evinin önünde sorduğu bu soru ve verdiğim olumlu cevap, hayatımın seyrini değiştirdi. On beş-yirmi saniye erken ya da
geç kalsaydık, onunla o gün o kavşakta karşılaşamayacak ve konferansa katılamayacaktım. O konferansta ruhumu uçurup beni en çok
satan yazar konumuna getirecek, daha sonra zirveden düşürüp akrabalarım, dostlarım ve okurlarımı öfkeli düşmanlara dönüştürecek
olan SIRrı öğrenecektim. Bu SIR beni önce ülkedeki en popüler ve
Norşin’den Arizona’ya
sonra en nefret edilen yazar yapacak, ilk seferinde bir inanan daha
sonra da bir mürtet yapacaktı. Bu SIR yüzünden Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve yine bu SIR yüzünden İslami Reform için uğraş
vermeye başlamıştım. Her şey, Dursun Özcan’la Fatih'teki o kavşakta “tesadüfî” ama kaderi belirleyen o karşılaşmayla başladı. O
köşede, birkaç saniyeliğine, sonradan gökkuşağının renklerini taşıyan Anka kuşuna dönüşecek olan meşhur siyah kuğu ile karşılaşmıştım.
Hayatım boyunca birçok konferansa katıldım ama o konferans en
çarpıcı olanıdır. Size o önemli olayla ilgili deneyimimi biraz anlatmak istiyorum. 1980 Ağustosunun son haftasıyla, Eylülün ilk haftası
arasında hayatımın en mutlu günlerinden birini geçirdim. Coğrafi,
sosyal, manevi ve entelektüel anlamda bir cennetteydim. Benim için
her anlamda olası en iyi zaman ve mekândaydım. Kamp rahat odaları
olan, yeni yapılmış iki katlı binalardan oluşuyordu. Her sabah namaza kalkıyorduk. Harika bir kahvaltının ardından sosyalleşmek
için serbest kalıyorduk. Sonra öğle namazı ve yemeğine kadar bir
dizi konferansımız oluyordu. Öğleden sonra da konferanslara,
yüzme, futbol ve voleybol gibi etkinliklere katılıyorduk.
Uluslararası İslami Gençlik Konferansı (The International Islamic
Youth Conference , WAMY) Türkiye Gençlik Spor Bakanlığı’nın
işbirliğiyle gerçekleşiyordu. 42 değişik ülkeden yaklaşık 150 genç
vardı. Aramızda bir tane bile kadın yoktu. Oradan kovulmuşlardı.
Hayır, tabi ki denize atılmamışlardı. Yalnızca İslami Gençliğin bir
parçası olarak kabul edilmeye uygun bulunmamışlardı. Belki bana
inanmayacaksınız ama orada onların eksikliğini özlemiyorduk bile.
Konferanslar, namazlar, oyunlar, yüzme, sosyal ve diğer faaliyetlerle yeteri kadar meşguldük zaten. Günün sonunda kafamızı yastığa
koyduğumuzda güzellik yarışması dâhil hiçbir şey uyumamıza engel
olamazdı. X kromozomlarının yokluğunu bile fark etmiyorduk.
Şimdi tecrübelerim sayesinde Tanrı’nın kadınsız bir cennet yaratabileceğini biliyorum. Ve elbette erkeksiz başka bir cennet… Vay be!
Konferanslar İngilizce, Arapça ve Türkçe olmak üzere üç dilde veriliyor ve profesyonel mütercimler tarafından tercüme edilerek kulaklıklarımıza taktığımız radyo alıcılarına gönderiliyordu. O zamana
göre çok modern bir olanaktı bu. Ama ben konferansları üç dilde de
izleyebildiğim için o radyolara ihtiyaç duymuyordum.
Gençlik ve Spor Bakanı konferansın açılışına gelip açılış konuşmasını yapmıştı. Bursa’dan gelen Kılıç Kalkan ekibi açılış törenini bayram yerine çevirmişti. Ekipte sadece erkekler dans ediyordu ve
325
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bursa’nın Osmanlılar tarafından fethedilişini canlandırıyorlardı. Fatih Saraç ve ben birkaç hiperaktif katılımcıyla birlikte kalabalığı kışkırtmıştık. Daha sonra, 2014 yılında Türkiye halkının AloFatih olarak tanıyacağı Fatih Saraç’ın babası, Emin Saraç da benim babam
gibi ünlü bir İslam âlimiydi ama Suudi Arabistan’la aynı eksende ve
daha muhafazakârdı. Babam fıkıh uzmanıydı o ise hadis uzmanı. Lakin o vakitler Fatih’le aramızda fazla bir farklılık yoktu. AP’den
(Adalet Partisi) olduğu için bakanı protesto ediyorduk. Arapça sloganlarla bakanın konuşmasını kesmiştik:
La masoniya la sihyoniyya; islamiyya islamiyya
Ne masonluk, ne Siyonizm; İslamiyet, İslamiyet
Zavallı bakan! Konferansın ev sahibi olarak hizmetimize ülkenin en
iyi kampını tahsis etmişti ve şimdi kıymetli misafirleri tarafından
protesto ediliyordu! Allah’a şükür ki, WAMY yetkilileri ve konuşmacılar dâhil genç katılımcılarının çoğu aklı başında kimselerdi. Bu
sayede bizi görmezden gelebilmişti. Lakin biz sakinleştirilmesi zor
bir gruptuk. Şort giydikleri ve diz kapaklarının birkaç santimetre
üstü göründüğü gerekçesiyle halk dansı ekibini de protesto edip yuhalıyorduk. Masonlara veya şortlara hoşgörümüz yoktu.
Birkaç gün sonra bir söylenti duydum. Atatürk büstü kırılmıştı. Ama
söylenti doğru değildi. Fakat etrafta dolaşan doğru bir haber de
vardı. Birisi, resmi tarikat kahramanının pirinçten yapılma büstünün
kafasından aşağı süt dökmüş ve o sütü bir kediye yalatmıştı. Mezarında canlı olduğu düşünülerek siyasetçilerin ve generallerin düzenli
aralıklarla rapor sunduğu bir numaralı, kategorik olarak farklı
Türk’ün kafasından bir kedinin süt yaladığını aklınızda canlandırın.
Bu, o zamanlarda da ciddi bir suçtu ve şimdi de bir suç olarak görülmektedir. Sütü döken ve Atatürk’ün saygınlığına hakaret eden kişi
suç ortağı kara kediyle birlikte tutuklanacak ve “Atatürk’e Hakaret”
başlıklı ceza yasasına göre cezalandırılacaktı. Kimin yaptığını bilmiyordum. Barışçıl toplantımızı bozmak için polis tarafından yapıldığına dair kuşkularım bile vardı. Daha sonra bu söylenti yakama
yapışarak askeri mahkemede aleyhime kullanılacaktı.
326
O konferanstayken fotoğraflar da çektirmiştim. Uzun kara sakalım
ve büyük bir gözlüğüm vardı. Resimdekilerden bazılarının isimlerini
ve adreslerini not etmiştim. Sonra onları Google vasıtasıyla aradım
ama çoğunu bulamadım. Örneğin; Barbadoslu neşeli zenci genç Fahim Abdul Ghany; enerjik, yakışıklı ve uzun boylu Mısırlı militan
Ahmad Hani al-Shawkany; Floridalı Akbar Hussain; uzun fistanlı,
Norşin’den Arizona’ya
kara sakallı, dev cüsseli Mısırlı İslamcı militan Khalid Muhammad
Ali’ye ne olduğunu bilmiyorum.
Ama o fotoğraflardaki eski dava arkadaşlarımdan bazılarıyla ilgili
bilgiler bulmayı başardım. Suudi prensi dâhil yaptığı iş anlaşmalarıyla büyük bir servetin sahibi olan Fatih Saraç’ın Türkiye’de Suudi
propagandanın sözcüsü olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Google
vasıtasıyla edindiğim bilgiler onun Selefi gerici ve hatta terörist örgütlere yardım ettiğini de bildirmektedir.
Malezyalı Mohd Anuar Tahir, bir yazar ve ünlü bir politikacı olmuştu. Malezya Milli Adalet Partisi ve ABIM örgütünün genel sekreteri görevlerini yapmış ve 2009’da Malezya İslami Partisi’ne başkan seçilmişti.
Kanadalı Suhail Ahmad başarılı bir işadamı olarak ülkedeki Müslüman azınlığa finansal hizmetler veren Ittihad Capital’in CEO’su olmuştu. Avustralyalı Kürt centilmen Mustapha Omari AIM (Avustralya İslami Misyonu) için çalışmaktadır. ABD’li Samer Minkara,
Maryland College Park’ta matematikten doktora derecesi almış ve
terörist bağlantıları olduğu iddia edilen yazılım şirketi Ptech Inc’te
çalışmaya başlamıştı.
WAMY’nin temsilcisi ve Müslüman Kardeşler’in tutkulu bir üyesi
olan İngiltereli Kamal Helbawy’nin ise aşırılıkları lanetleyen ılımlı
bir Müslüman olduğunu öğrenince mutlu oldum. Mısır'da Mübarek’i
indiren sokak ve meydan protestolarında Müslüman Kardeşler örgütünün önde gelen liderlerinden biriydi. Ancak, Mursi iktidar olduktan sonra takındığı otoriter tavırları yanlış bulmuş ve eleştirmeye
başlamıştı. Nitekim 2013 Haziran'ında Müslüman Kardeşler sözcüsü
olmaktan istifa etmişti.
İngiltere'deki Müslüman Birliği kurucusu, Avrupa'daki İslami Birlik Forumu'nun genel sekreteri ve Ocak devriminden sonra çözülen Mısır Kurtuluş Cephesi danışmanı Şeyh
Kamal Helbawy Batı'da ve Mısır'da İslamcılar arasında büyük otoriteye sahiptir. O Müslüman Kardeşler içinde büyüdü ve sonunda onun önde gelen isimlerinden biri oldu.
Müslüman Kardeşler'in Batı'da eski sözcüsü olan Şeyh Helbawy yurt için ve yurt dışındaki eylemleri için Müslüman
Kardeşler'e açıkça eleştiriler yöneltti. 23 yıl süren uzun sürgün ardından, Ocak devriminden sonra ülkesi Mısır'a geri
327
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
döndü. Müslüman Kardeşler'i Mısır'da her şeyi kontrol etmeye çalışmakla suçladı. Müslüman Kardeşler'in Yüce Liderlik Bürosu eleştirilerini reddedince, o canlı televizyon
yayınında istifasını açıkladı. …
Biz, bir tek ümmet olmalıyız ve birliğimizi tekrar tekid etmeliyiz; Kuran ve Sünnetin ışığında ülkemizin selameti için lanetli kabileciliği terk etmeliyiz. Ne yazık ki, Müslüman Kardeşler ve İslamcı müttefiklerinin bazı liderleri Kuran'ı kelimesi kelimesine ezberledikleri halde onun öğretilerine ters
bir tavır sergilemektedirler.
Yüce Allah der ki: "Allah'ın anlaşmasına hepiniz sağlamca
yapışınız ve bölünmeyin." Ama onlar tersini yaptılar ve bölünmeyi körüklediler. Nitekim Allah vahyinde şöyle buyurur: "Aranızda çekişmeyiniz; aksi takdirde gücünüzü kaybedersiniz." Konuşmalarında kaybetmeyi destekliyorlar. Ezberledikleriyle çelişiyorlar.
(Kamal Helbawy, Müslüman Kardeşler Eski Sözcüsü, Mursi
Kovuluşunu üzerine, Asharq Al-Awsat, Londra, 26 Temmuz
2013)
Selefilikten uzaklaşmakla beraber hâlâ hadis ve sünnete dayanan
şirk dininin gerici öğretilerinin peşinden gitmektedir. Maalesef, "İslam dünyasındaki" problemlerin temelinde hadis ve sünnet adı verilen şirk öğretisi olduğunu fark etmedi.
328
Kamal Helbawi'ye ek olarak Çanakkale'deki kampta Mısırlı Muhammad al Qaradawi gibi ünlü bilginler de vardı. Ortaokulda öğrenciyken onun Helal ve Haram adıyla Türkçeye çevrilen kitabını satmıştım. İlk ticari deneyimim olmuştu bu. Suudilerin Türkiye’deki
kültürel ajanı olan babamın arkadaşı Salih Özcan, Seyyid Kutub’un
ilk çevirileri ve birkaç başka Selefi yazarla birlikte o kitabın basımını
yapmıştı. Beni pazarlamacısı olarak kullanmak istemişti. Bana 50
kitap verdi ve onları babamın vaazlar verdiği İstanbul camilerinin
kapılarında satmamı istedi. O vakitlerde babam dönüşümlü vaizlik
yapıyordu; yani her hafta farklı bir camide vaaz veriyordu. Kitap
satma işim için çok iyi bir fırsattı bu; çünkü her hafta farklı bir pazarım olacaktı. Envanterimde sadece bir kitap vardı ve ben onu henüz okumamıştım. Cuma hutbesinden önceki vaazını bitirince babam dinleyicilerden Qaradawi'nin kitabını satın almalarını isterdi.
Namazlardan sonra susamış insanlara su verir gibi satıyordum kitabı.
Norşin’den Arizona’ya
Geri dönüp bakınca bu işi etik dışı bulmuyorum, çünkü fazla olmasa
da “çıkar çatışması” sorununu ortaya çıkartacak kadar para kazanıyorduk. Qaradawi'nin kitabından yaşıma göre iyi para yapmıştım.
Ama tanıyınca onu sevmedim. Moruğun tekiydi; yani sıkıcı ve aksi
tavırlıydı.
Fakat başka bir gezegenden gelen başka bir konuşmacı daha vardı
konferansta: Ahmet Deedat. İslam bilginlerinin çoğunda olmayan
enerjik, zeki, kolay anlaşılır, interaktif, canlı, komik, mütevazı ve
dost canlısı gibi özelliklerin hepsi birden bu adamda vardı. Muhteşem bir hafızaya ve iyi bir Kuran ve İncil bilgisine sahipti. Kuran’daki matematiksel mucize üzerine verdiği konferanstan sonra
onun sıradan âlimlerden olmadığını anladım. Yeni yayımladığı “AlQuran, The Ultimate Miracle (Kuran, En Büyük Mucize) adlı kitabını özetliyordu. Kendini Kuran mesajını yayma işine adamıştı ve
hoş bir mizah anlayışı vardı.
Benim için Deedat o konferansta keşfettiğim bir hazine olmuştu.
Bana SIRrı tanıştıran kişiydi. Kuran’daki matematiksel mucizeyi ilk
defa ondan duyuyordum. Hiçbir zaman unutmayacağım bir andı bu.
İki yıldır, kutsal kitabımızdaki önemini bilmeden, gençlik örgütüme
FT-19 (Fatih 19) ismiyle hitap ediyordum. Şimdiyse bunun, yüz yıllar önce haber verilen büyük bir Kuran mucizesinin kodu olduğunu
öğreniyordum. Hem bu tesadüften hem de geçmişte ateistlerle yaptığım tartışmalardan dolayı çok heyecanlıydım. Bu yüzden, Deedat’ın kitabını çevirmeye karar verdim. Deedat kararımdan mutlu
oldu ve Kuran, En Büyük Mucize kitabını çevirmem için izin verdi.
Ek olarak, evanjelik misyonerlerine karşı çıkan aşağıda listelediğim
kitapçıklarını da çevirmem için verdi:
Who Wrote the Bible? (İncili Kim yazdı?)
"50,000 Errors in the Bible?" (İncil’deki 50.000 hata)
What was the Sign of Jonah? (Yunus’un İşareti Neydi?)
Is the Bible God's Word? (İncil Allah’ın Sözü mü?)
Who Moved the Stone? (Taşı Kim Yerinden Oynattı?)
Resurrection or Resuscitation? (Dirilme mi, Diriltme mi?)
What the Bible Says About Muhammad? (İncil Muhhammed
Hakkında Ne Diyor?)
Islam's Answer to te Racial Problem (Irk Sorununa İslam’ın Cevabı)
The God that Never Was (Hiç Varolmayan Tanrı)
329
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Crucifixion or Cruci-fiction? (Çarmıha Gerilme mi, Çarmıh-ı
Kurgu mu?)
Hristiyanlıkla ilgili kitaplarına ilgi duymuyordum. Yüzyıllar önce
Kuran'da haber verildiği gibi ortaya çıkan GİZLİ mesajını çalışıp
onu Türkçeye çevirecektim.
330
Norşin’den Arizona’ya
8
Bitler, Fareler, Sopalar,
Çizmeler ve Sayılar
“Eşit olması beklenen adalet ve özerk olması beklenen
ama her tür cezai kontrolün asimetrilerini içeren hukuk
mekanizması, işte bu kavşakta cezaevleri doğdu… Yoldan
çıkarılmış bireye yeni bir şekil vermekte en güçlü mekanizmadır bu.” (Michel Foucault.Discipline and Punish:
the Birth of the Prison (Disiplin ve Ceza: Cezaevinin Doğumu.)
“Ne taş duvarlar hapishane yapar, ne de demir parmaklıklardan kafes.”
Richard Lovelace.
“Herhangi bir kişiyi haksız yere hapseden bir yönetim altında yaşayan dürüst bir adam için de en doğru yer hapishanedir.”
Henry David Thoreau
“Sen Rabbi kendine sığınak, Yüceler Yücesi'ni konut edindiğin için, başına kötülük gelmeyecek, çadırına felaket
yaklaşmayacak. Çünkü gideceğin her yerde seni korusunlar diye O meleklerine buyruk verecek; elleri üzerinde taşıyacaklar seni, ayağın bir taşa çarpmasın diye… Aslanın
ve kobranın üzerine basıp geçeceksin; büyük aslanı ve yılanı çiğneyeceksin. ‘Beni sevdiği için onu kurtaracağım,’
diyor RAB, ‘İsmimi iyi tanıdığı için onu kurtaracağım, onu
koruyacağım. Bana seslendiği vakit ona yanıt vereceğim;
sıkıntıda onun yanında olacağım; onu kurtarıp onurlandıracağım. Onu uzun ömürle tatmin edecek, ona kurtarışımı
göstereceğim.”
Zebur 91:9-16.
331
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Konferanstan sonra katılımcılardan bazıları birkaç gün daha İstanbul’da kaldı. 11 Eylül 1980 gecesi Britanyalı ve Khalid Muhammad
Ali adlı Mısırlı yoldaşlarımı ağırlıyordum. Daha önce söylediğim
gibi Khalid uzun boylu ve iri yapılı bir Müslüman Kardeşler üyesiydi ve İslam halifeliğinin altın günlerini geri getirmeye tutkuyla
bağlıydı. Sakallıydı ve uzun beyaz bir etek ve Yahudi takkesi giyiyordu. Britanyalı arkadaşımız Arap olmamasına rağmen, Khalid gibi
beyaz bir etek giymiş ve boynuna Katolik tesbihi takmıştı. O da hepimiz gibi Orta Çağ Arap kültürü ve modasından oluşan dini benimseyip saygı duymaya yönlendirilmişti. Bu İngiliz yoldaşın adını hatırlamıyorum ama Sünni mezhebini benimsedikten sonra muhtemelen kendine Arapça bir isim bulmuştu. Orijinal ismini kaybetmesinin yanında, bu uğursuz Britanyalı büyük bir ihtimalle Yahudilikten alınan ve acıtan kanlı bir
adet olan sünnete de katlanmak
zorunda kalmıştı.
12 Eylül sabahının ilk saatlerinde,
üçümüz birlikte Daruşşafaka Caddesi’nden Fatih Camisi’ne doğru
yürüyorduk. Bizi orada bir sürpriz
bekliyordu. Arkamızdan gelen bir
polis minibüsü bu loş sokakta
durdu ve bizden kimliklerimizi
göstermemizi istediler. Minibüsün farlarının ışığında kimliklerimize bakarken, komiserin yüzünde bir sırıtma belirdi. Bana
baktı ve “Edip, seni gökte ararken yerde bulduk,” dedi. Madenden
çıkartılan altın külçeleri gibi alınıp minibüse fırlatıldık.
332
Geceyi Fatih Polis Karakolu’nda geçirdik ve gün ağarırken tuhaf bir
kargaşa duyduk. Polis memurlarından bir askeri darbenin yapıldığını
öğrendik. Türkiye için tarihi bir sabahtı. 12 Eylül 1980 darbesi gelecek birçok kuşak boyunca Türk halkı tarafından hatırlanacaktı. ABD
destekli askeri rejim anayasayı askıya aldı ve tüm siyasi partileri kapattı. Türkiye’deki siyasi süreç daha emekleme devresindeydi ve
arada bir askerin açıktan veya gizli müdahaleleri yüzünden felce uğruyordu. Askerin sürekli müdahalesinin sebep olduğu yetersizlik ve
Norşin’den Arizona’ya
siyasi kutuplaşmaların, hükümeti tamamen ele geçirmenin gerekçesi
olarak açıklanması nasıl bir çelişkiydi?
Bu askeri darbenin Türkiye’nin ekonomik, siyasi kurumları ve gelişmesi üzerindeki faturası çok ağır olacaktı. Dahası, Kürtçeyi ve
Kürt kültürünü yasaklayan
uygulamaları 1982 Anayasası ile destekleyerek, Diyarbekir (Amed) cezaevi
başta olmak üzere birçok
cezaevinde binlerce Kürt
vatandaşına en iğrenç ve alçakça işkencelerle zulmederek, estirdiği devlet terörüne nihayet bir tepki olarak PKK örgütünü doğuracaktı. İlk yıllarda Faşist
Mussoloni'nin İtalyasına
özenen Türkiye Cumhuriyeti 12 Eylül ile tekrar kanlı dişlerini tüm
haşmetiyle göstermiş ve Kürt kimliğini tamamıyla sindirip yok etmeyi hedeflemişti. Kültürel soykırım beklenen sonuçları vermediği
gibi nihayetinde ektiğini biçmiş ve onlarca yıl sürecek bir iç savaşa
Türkiye'yi mahkûm etmişti.
Ben Türkiye'de doğdum, atalarım Türkiye'nin yerlileri... Türk değilim, hiçbir zaman da Türk olmadım. Çocukken bana veya beni doğuran anama sorulmadan "varlığım Türk varlığına armağan" edildi.
(Sorsalardı da anam anlamayacaktı ve onlara "varlık çiye, armağan
çiye?" diye soracaktı). Çocukken, askerdeyken ve cezaevindeyken
bana zorla "Ne mutlu Türküm diyene" dayatıldı... Ama hiçbir zaman
kendisini bana zorla dayatan bu Türklüğü hissetmedim. Hani zorla
dayatma yerine sevdirmeye çalışsalardı bana uymamasına rağmen
belki kabul edebilirdim, hazmedebilirdim... En azından yalandan
Türk geçinebilirdim, zamanı gelince ben de hindi gibi kabarabilirdim. Hani "Ne mutlu Fenerbahçeliyim" der gibi...
2007 yılında babamın evinde bulduğum belgeler arasında babama
yazdığım mektuplardan birine rastladım. Mektup 9 Ekim 1980 tarihliydi. Muhtemelen daha evvel serbest bırakılan bir tutuklu vasıtasıyla onu hapishaneden dışarı çıkarmayı başarmıştım. Hapishane
tecrübemin ilk günleri daha az kısıtlı olmasına karşın böyle bir iletişime kesinlikle hoşgörü gösterilmezdi.
333
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
“Sevgili babacığım, Selam eder ellerinden öperim.
Şu anda yoldaşlarımla birlikte Maltepe askeri ceza evindeyim.
Burada rahatımız fena değil. Ancak, 12 Eylül’den sonra
mahkûmların bazı haklarını kaybettiklerini öğrendim. Bunun
yanında dört koğuştan birinin faşistlerle doldurulması burada
ortamın gerilmesine sebep oldu. Faşistler, sabah namazları
için ezan okuyarak uykularını böldüğümüz için bizi yönetime
şikâyet ediyorlar. Hakkımızda ispiyonculuk da yapıyorlar;
Mustafa Kemal’e hakaret ettiğimiz bilgisini yönetime ileterek
dayak yememize sebep oluyorlar.
Dayaktan bahsetmişken, sana Birinci Şube’de 13 gün boyunca sorgulanmamla ilgili bilgi de vereyim. Burası muhtemeldir ki dünyanın en aşağılık insanlarının birlikte çalıştığı
bir yerdir. Aşırı dozda her türlü işkenceyi uyguluyorlar. Gözaltına aldıkları altı, yedi kişiyi üç metre karelik pis ve karanlık bir hücreye tıkıyorlar ve onları günlerce, hatta haftalarca
orada acı içerisinde bırakıyorlar. Tutuklular gün içerisinde üç
kereden fazla tuvalete gidemiyorlar. 24 saatte verdikleri yiyecekler kişinin canlılığını sürdürmesine yetecek kadar. Dışarıda satılanın yarısı büyüklüğünde bayat bir asker ekmeği, bir
yumurta, bir patates ve küçük bir parça krem peynir…
Sorunlarımız bunlardan ibaret kalsa katlanabilirdik. Fakat en
korkutucu şey işkence… Gün boyunca 24 saat aralıksız işkence var burada. Şüpheliler gözleri kapalı bir şekilde üst
kata çıkartılıyor ve orada saatlerce işkenceye maruz bırakılıyorlar. Ayaklar kanayıncaya kadar kızılcık sopasıyla falakaya
yatırmak, yerinden çıkıncaya kadar tırnaklara vurmak, beyin
sarsıntısına sebep olacak şiddette kafaları duvara çarpmak,
vücudun karaciğer bulunan yerini kum torbasıyla dövmek, idrardan kan gelinceye kadar böbrekleri yumruklamak, baştan
aşağı sıcak çay dökmek, su istendiğinde (tutuklu gözleri kapalı
olduğu için rengini göremediğinden muhtemelen idrar bulaştırılmış) tuzlu su vermek, kulak memelerinden ve cinsel organlardan elektrik şoku uygulamak, çıplak vücuda soğuk su dökmek… ve hayal bile edilemeyecek sayısız işkence yapılıyor burada. Bu fiziksel işkencelerden daha da kötüsü kişinin gün
boyu utanç verici hakaretler ve aşağılamalara maruz kalmasıdır. İşkence edilmeseniz bile burada gündüz ve gece işitmek
zorunda kaldığınız mahkûm çığlıkları, feryatlar, inlemeler ve
polislerin naraları ve hakaretleri size yetiyor.
334
Doğrusunu söylemek gerekirse bu sefer bana işkence etmedi-
Norşin’den Arizona’ya
ler. Anlayamadığım bir ikiyüzlülükle bana gayet iyi davranmaya çalıştılar... 30 saati bulan sorgulanmam süresince gözlerim kapalı bir şekilde bir sandalyede oturdum. Bana çay bile
ikram ettiler. Dahası, kulpsuz cam fincan dokunulamayacak
kadar sıcak olduğundan altında tabak olmadan çay fincanı
getirdikleri için özür bile diliyorlardı. İçine şüpheli bir takım
kimyasallar karıştırdıklarını düşünerek ilk çay fincanını geri
çevirdim. Onun yerine başka bir fincanı almama izin verdiler.
Polislerden birisini sesinden tanıdığımı duyunca şaşırdılar.
Çabalarıma rağmen beni sorgulayan MİT ajanının sesini tanıyamadım. Muhtemelen grubumuzun daimi üyelerinden birisiydi; evimizi ziyarete bile gelmişti ve bizi bizim kendimizi tanıdığımızdan daha iyi tanıyordu. Nereden ve ne kadar maaş
aldığınızı bile biliyorlardı.
Her neyse, bana akla ve hayale gelmeyecek sorular sordular
ve bu soruları cevaplamamı istediler. Bu soruları tam doğrulukla yanıtladım. Arada sırada verdiğim öğütlerle onları
kendi inancıma döndürmeye bile çalıştım. Münafık olduklarından bu onları hiç etkilemiyordu. Bana bazen şakayla “Beyinlerimizi yıkama” diyorlardı. Bu belgelerde bana sordukları ve söyledikleri her şeye uygun değildim.
Tabii ki sorgulanmam esnasında sürekli olarak komşu odalarda işkence edilenlerin çığlıkları ve feryatlarını da işitiyordum. Bu mektubun sana ulaşabilmesi için acele etmek zorundayım.
Polis merkezinde kalışımın son gününde bana gönderdiğin
1500 TL’yi aldım. Daha sonra Selimiye askeri tutuklu merkezine götürüldüm ve on gün orada tutuldum. Birinci Şube ile
karşılaştırılınca, Selimiye cennet gibiydi.
Gerisini sen de biliyorsun; tutukluluğum mahkeme tarafından
onaylandı ve buraya gönderildim.
İşlediğim iddia edilen suçlar şunlardır:
Gizli bir örgüte üye olmak
Silahlı başkaldırı için eylemler düzenlemek
Kürt Komünistlerle işbirliği yapmak
Ve bunlar gibi birkaç saçmalık daha
Selam eder ellerinden öperim. Ayrıca annemin ellerinden ve
kardeşlerimin de gözlerinden öperim.
9 Ekim 1980
Edip Yüksel”
335
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Mektubumda bazı tutukluların ölümünden bahsetmedim. İstanbul
Üniversitesi’nde ekonomi öğrencisi olan solcu bir eylemcinin adını
-Zeki Yumurtacı- hiç unutmadım. Gayrettepe’deki Birinci Şube’de
işkence edildikten sonra tuzak kurularak öldürüldüğünü duyduk.
Ama yine de bu kötü haberlerin arasında bir de iyi haber vardı. İki
arkadaşım serbest bırakılmıştı. Onlar adına sevinmiştim. Ülkeme ziyaretçi olarak gelmişlerdi ve tutulmaları için benim misafirlerim olmalarından başka bir sebep yoktu.
Bu kitabın ilk bölümünde eskiden Osmanlı’nın cephanelik binası
olarak kullandığı Kartal Maltepe Cezaevi’ndeki anılarımı paylaşmıştım. Sizinle paylaşmak istediğim birkaç ayrıntı daha var.
ETKO’nun (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) sözde lideri ve TİT’in
(Türk İntikam Tugayı) tuğamirali Cengiz Ayhan da cinayet suçlamasıyla oradaydı. Komando Cengiz diye ünlenen bu ülkücü militan
yirmili yaşların sonlarındaydı. Ömür boyu hapis cezası alacaktı ama
suçunu itiraf ettiği için cezasını birkaç yıla indireceklerdi. Serbest
bırakıldıktan sonra Almanya’ya giderek orada da suç işlemeye devam etmiş ve sonunda cinayet ve soygun suçlarından kendini demir
parmaklıkların arkasında bulmuştu. Cengiz, sonradan Uğur
Mumcu’nun katlinin sorumluluğunu da üstlenecekti. Cengiz kötü
şöhretli faşist terörist bir liderdi.
336
Cengiz, karşımızdaki koğuşun demir parmaklıkları arkasındaydı.
Gece yarısına doğru bir gardiyan vasıtasıyla bana bir kitap göndermişti. Kitabın içinde, çirkin bir biçimde yırtılmış bir kâğıt parçasının
üzerine berbat bir el yazısıyla yazılmış bir not buldum. Kardeşimin katili Ali
Bilir’e karşı tanık ifadelerini
benimle tartışmak istiyordu.
Bu haberleşmenin gizli tutulmasını da istiyordu. Ali’nin
davasıyla ilgili bir anlaşma
yapmaya çalışıyordu. 2007’de bulduğum belgeler arasında 28 Kasım 1980 tarihli
o not da vardı:
11 Kasım 1980’de ona on
altı sayfalık bir mektup yazdım ve koğuşunun kapısının penceresinden, bir kitabın içinde ona gönderdim. Yaklaşık 27 yıl sonra evde
bulduğum belgeler arasında olan mektupta, davetini kesin olarak
Norşin’den Arizona’ya
reddediyordum ve Dokuz Işık’ı (Alparslan Türkeş’in yazdığı rezil
kitap) analiz ederek ırkçı ideolojilerini çürütüyordum. Kitaplarında
tanıtılan fikirleri Kuran ayetleri ve hadislerle karşılaştırarak birer birer çöp sepetine atıyordum. Örgütlerini devrim karşıtı emperyalizmin kuklası olarak kınıyor ve tartışmamı Seyyid Kutub’un ünlü Kuran tefsiri Fizilal-il Kuran’dan alıntı yaparak bitiriyordum. “İslam
devrimci bir ideolojidir. İslam devrimci harekettir. Bütün yanlış sistemleri yıkacak ve yerine evrensel ilahi kanunları koyacaktır…”
Mektubu aldıktan sonra Cengiz bir kez daha bana yaklaşmaya çalıştı
ama olumlu yanıt alamadı. Kısa bir süre sonra onu başka bir cezaevine götürdüler. Şimdi, itibarlı bir faşist lider olan katil Ali Bilir ile
ilgili bana baskı yapmak için kendini o hapishaneye yollamaları konusunda ordudaki bazı bağlantıları kullanıp kullanmadığını merak
ediyorum. Cengiz’in faaliyetleriyle ilgili size fikir vermek için, devlet içine yerleşen belirsiz ama güçlü bir çete tarafından kullanılan,
TİT adlı yarı askeri örgütünün işlediği öne sürülen suçların listesini
veriyorum:
16 Mayıs 1979: Ankara, Etlik’te bir kafede yedi kişiyi
öldürmek.
11 Eylül 1979: Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Fikret
Ünsal’ı öldürmek.
28 Eylül 1979: Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u öldürmek.
10 Mart 1980: İstanbul Mecidiyeköy’de bir restoranda altı
kişiyi öldürmek.
30 Mayıs 1980: Adana’da bir askeri öldürmek.
15 Temmuz 1980: İstanbul’da milletvekili Abdurrahman
Köksaloğlu’nu öldürmek.
22 Temmuz 1980: DİSK başkanı Kemal Türkler’i
öldürmek.
4 Kasım 1993: Ankara’da istihbarat subayı Albay Ahmet
Cem Ersever, Kürt kökenli milletvekili Mehmet Sincar ve
siyasetçi Mehmet Özdemir’in öldürülmesi olayına
karışmak.
6 Temmuz 1996: Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın katli.
12 Mayıs 1998: İnsan Hakları Örgütü başkanı Akın
Birdal’a suikast girişimi.
12 Eylül 2006’da, Diyarbakır’da yedisi çocuk on Kürt’ün
öldürülmesi olayı şüphelisi.
337
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Hürriyet gazetesinin 22 Ocak 2013 tarihli sayısında "12 Eylül'ün Ülkücü katili din ve isim değiştirdi" başlıklı haber meğerse bu katil
hakkındaymış:
"12 Eylül öncesi Prof. Bedri Karafakioğlu’nu öldüren,
Mihri Belli’yi yaralayan ülkücü Cengiz Ayhan, İçişleri Bakanlığı’nın Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gönderdiği rapora göre adını “Ron Aaaron” yaptı, yeni dini de
‘Hıristiyanlık’ oldu."
Katiller ve teröristlerle aynı cezaevini paylaşıyor olsam da benim suçum kategorik olarak farklıydı. Yaklaşık 15 kez tutuklanmama rağmen itham edebildikleri tek suçum siyasi görüşlerimi ve amaçlarımı
açıklamaktı. İslami dergilerde yayınlanan İslam devrimini teşvik
eden iki makalemden dolayı 6 yıl hapis cezası almıştım. Bununla
birlikte, iki tane de küçük duruşmam vardı. Bir tanesi Dünya Müslüman Gençleri Meclisi’nin (World Assembly of Muslim Youth,
WAMY) Çanakkale’deki konferansında ortaya atılan Atatürk’ün siyah büstüyle ilgili süt ve kedi hikâyesiydi. Birkaç başka şüpheli daha
vardı; ancak hâlihazırda tutuklu bulunan bir tek bendim.
Erkek kardeşim Nedim de davalılar arasındaydı. WAMY’nin Çanakkale kampı katılımcılarından birisi olarak şüpheliler listesinde
onun da adı vardı. Polis, kampa katılan tüm Türk vatandaşlarını
suçlu görüyordu. Herhalde bu, yuhaladığımız gençlik bakanının bir
intikamıydı. Ancak Nedim her zaman pasif olmayı seçer ve hiçbir
eylemimize katılmazdı. Bu, bizim eylem anlayışımıza göre bir eylem sayılmasa da Nedim’in katıldığı tek eylemdi ve iki hafta boyunca bir hayalet gibi davranmıştı. Sonra, onu o kampa davet ettiğim
için yıllarca bana gücenmişti. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi
teorik fizik bölümünde öğrenciydi. Sonradan öğrendim ki bu olayı
ziyadesiyle abartmış ve zihnini endişelerle doldurmuştu. Derslerini
aksatıp düşük notlar almaya başlamıştı. Nezarethanede veya cezaevinde bir gün bile geçirmemiş olmasına karşın, sonunda orayı boylayacak olma korkusu onun için yeterli bir işkence olmuştu. Erkek
kardeşimize yapılan suikast bizi daha da ayırmıştı. Bu olaydan sonra
ben kendimi tamamen davaya adamıştım ancak Nedim gidişatımızla
ilgili daha eleştirel olmaya başlamıştı. Bana kızıyordu ve onu belaya
bulaştırmakla suçluyordu. Duruşma salonunda bana selam dahi vermemişti.
338
Uzun listenin en başında benim ismim vardı. Salonda aksiliği üzerinde iki tane askeri hâkim vardı. Baş yargıç beni Atatürk’e hakaretle
Norşin’den Arizona’ya
suçladı. Benden önceki birçoğu gibi benim de suçlamaları reddedeceğimi sanıyordu. Suçlamaları kabul ederek Atatürkçü olmadığımı
açıklamam kürsüdekileri şok etti. Hâkim gözlerini açıp kafasıyla
bana doğru eğilerek:
-
-
Ne dedin sen?
Atatürk’ü sevmiyorum dedim. Atatürkçü değilim ve devrimlerini de onaylamıyorum.
Sayın yargıç, müvekkilim diyor ki…
Kes sesini! Ben ne sağırım ne de anlama özürlüyüm. Direkt
olarak Atatürk’ü sevmediğini söyledi. Evet, Sayın Yüksel; bu
durumda suçlamaları kabul ettiğiniz sonucuna varıyorum.
Hayır, suçlamaları kabul etmiyorum.
Suçlamaların hangi bölümlerini kabul etmiyorsunuz?
Söylediğim gibi ne Atatürk’ü ne de devrimlerini seviyorum.
Eğer Atatürk büstüne bir şey yapmak isteseydim, kafasından
aşağı süt döküp bir kediye yalatmazdım. Bu bir eşek şakası ve
ben bu tür fiilleri sevmem. Ben bir aktivistim. Putunuzla ilgili
fikrimi eyleme geçirmek isteseydim, üzerinde bir kedinin oturduğu alçıdan pis bir büstle karşılaşmazdınız.
Neyle karşılaşırdık?
Binlerce parçaya ayrılmış olarak yerde duran kırık bir büstle
karşılaşırdınız.
İlk olarak duruşma salonunda gördüğüm avukatım şok geçiriyordu.
Konu dışında kalmıştı. Kendi sonumu hazırladığımı düşünüyordu.
Kendimi olası en kötü şekilde suçlamıştım. Muhtemelen mevcut
suçlamalara ek olarak fazladan ceza alacaktım. Ülkemin resmi putuyla ilgili inançlarımı açıklayarak çok büyük bir risk aldığımın farkındaydım. Ama başka bir seçeneğim yoktu. Suçlamaları reddetsem
bile, geçmişte yaptıkları gibi, benim sözlerime değil polis raporuna
güveneceklerdi. Farkında olmadan Immanuel Kant’ın “kategorik zorunluluk” adı verilen ahlaki ilkesini takip ediyordum: Şartlar ne
olursa olsun yalan söylemeyecektim. Dürüstlüğe inanıyordum. Dahası, cesur ifadelerimin suçlamaları kabul etmeyişimi daha güvenilir
kılacağını umuyordum. Öyle de oldu. Beraat etmem herkesi şaşırttı.
Görüldüğü kadarıyla hâkimler dürüstlüğümü ve cesaretimi takdir etmişlerdi ve putlarının büstüne sütü benim dökmediğime ikna olmuşlardı. Doğru olanı yapmışlardı.
Cezaevinden mahkemeye olan yolculuğumuz, dönüştürülmüş büyük
askeri kamyonlarla yapılıyordu. Bu araçlar, dikdörtgen şeklinde bü-
339
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yük metal kafeslerdi. Çelik parmaklıklarla emniyete alınmış küçücük pencereleri vardı. Bu tekerlek üstü kafesler yazın aşırı sıcak ve
kışın da aşırı soğuk olurdu. Aynı gün duruşması olan tutuklular zincirlerle birbirlerine bağlanırdı. Sıcağa, soğuğa, zincire ve küçük pencerelere rağmen cezaevi ve mahkeme arasındaki yaklaşık iki saatlik
yolculuk sabırsızlıkla beklediğim bir olaydı. Başka yüzlerle karşılaşmak, duruşma salonları gibi farklı ortamlarda zaman harcamak, duruşma salonlarında veya koridorlarda aile fertlerimizi ve dostlarımızı görmek Hawaii’ye yapılan bir aile seyahati gibiydi. İlk birkaç
ay boyunca birden fazla duruşmam olduğu için şanslıydım.
İlk cezaevinde, yani Osmanlı eski cephaneliğinde, harika vakit geçirdik. Kendimi neredeyse bir sağkalım kampında hissediyordum.
Aşırı kalabalık, penceresiz ve titrek ışıklarla aydınlanan bir binada
mahkûm olmakla ilgili hiçbir negatif şeyi dert etmiyordum. Yoldaşlarımın varlığı bana yetiyordu. İşkence olmadığı için zamanla askeri
gardiyanlarla daha iyi bir iletişim geliştirdik. Diğer koğuşlardaki
yoldaşlarımıza katılabiliyorduk. Az sayıdaki faşistler güvenliğimiz
için tehdit oluşturmuyordu. Onlarla iletişimimiz asgari düzeydeydi
ve karşılaşmamak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorduk.
Bir süreliğine hapishanede tespih çılgınlığı baş gösterdi. Bazı
mahkûmlar zeytin çekirdeklerinden tespih yapmaya başlamıştı. Tespih ustası olmak niyetinde değildim ama reddetmek için de bir sebebim yoktu. Ben de kendi birkaç tespihimi yaptım. O günlerde bile,
bir tarikata bağlı olan bazı yoldaşlarımın yaptığı gibi, tespihle dua
etme taraftarı değildim. Tehlikesiz de olsa onu bir icat olarak değerlendirdiğinden olacak, babam da tespih kullanmazdı. Tespih, Muhammed peygamberin ölümünden uzun bir zaman sonra diğer birçok
bidat, sembol, uygulama ile birlikte Hıristiyan geleneğinden alınmıştı.
340
Sert bir şeker gibi ağzımızda emerek zeytinin etini çekirdeğinden
iyice ayırıyorduk ve onları yıkadıktan sonra, günde iki kez verilen
bir saatlik taze hava molaları esnasında cezaevinin yüksek beton duvarlarına dikey olarak sürtüyorduk. Çekirdeğin ortasındaki boşluğu
görünce sürtmeyi kesiyorduk. Sonra aynı şeyi diğer sivri uç için de
yapıyorduk. Bu işi köşede beklerken ya da duvarlar arasındaki avluda volta vururken yapıyorduk. Yüzden fazla çekirdeğin uçlarını
açtıktan sonra onları naylon bir ipe geçiriyorduk. Bildiğiniz gibi tespihlerin her biri sözüm ona Allah’ın adını temsil eden 99 tane boncuktan oluşur. Ve bunlar da 33 boncukluk üç bölüme ayrılır ki bu da
Norşin’den Arizona’ya
her bir boncuğun İsa’nın dünyada yaşadığı yılları temsil ettiği Hıristiyan geleneğinden alınmıştır. Tespihi bölümlere ayırmak için iki çekirdeğe farklı muamele yaparak onları uçlarından değil yanlarından
açardık. Tabii bir de imame vardı. Çok uzun çekirdeklerimiz olmadığından imame için birkaç çekirdek kullanıyorduk. Son olarak tespihleri içinde zeytinyağı olan cam kavanozlara koyuyorduk. Bazı
mahkûmlar bu işi daha ciddiye alıp çekirdekleri çok daha karmaşık
işlemlerden geçirerek bu işi bir sanat haline getirmişlerdi. Televizyonu, kütüphanesi, spor salonu ve 3 metreye 9 metre ebatlarındaki
cezaevi duvarlarının arasındaki şeritten başka avlusu da olmayan
böyle bir hapishanede uzun tespih yapma süreçleri bir nimetti.
Tespihlere ilaveten birkaç kitaba sahip olmamıza da izin veriliyordu.
Ne raflarımız ne de bir masa koyacak kadar boş yerimiz vardı. Bu
yüzden kitaplarımızı yastıklarımızın altına veya yanına koyuyorduk.
Ahmet Deedat’ın SIRla ilgili kitabını çevirmeye karar vermiştim.
Tutuklanarak hapishanede geçirdiğim süre için sonradan Allah’a
şükrettim. Eylemlerle o kadar meşguldüm ki muhtemelen Deedat’ın
bana iki ay önce gençlik konferansında verdiği o kitabı çevirmek için
hiç zaman bulamayacaktım. Kesintisiz üç buçuk yıl süren mahkûmiyetim boyunca (önce ve sonraki mahkûmiyetlerim ve nezarethanede
kaldıklarım da hesaba katıldığında 5 yıla yaklaşıyordum) ara sıra işkence görüyorduk ve kendi seçtiğimiz bir kitabın okunmasına izin
verilmemesi gibi katı kurallarla yaşıyorduk; ama Deedat’ın kitabını
inceleyip çevirecek kadar vakit bulabilmiştim.
Cezaevindeki ilk aylarım sadece kitabı çevirmek için fırsat sağlamamış aynı zamanda kitapta verilen Kurani bilgileri test etmem için de
fırsat tanımıştı. Mahkûm yoldaşlarımı doğrulama ve çürütme işlemi
için görevlendirmiştim. Daha sonra kitabın konusuna ben de katkıda
bulundum ve kitabın ortak yazarlarından birisi oldum. Kuran’ın bilimsel yönüyle ilgili kendi çalışmalarımı ekledim ve kitap bu haliyle basıldı. Kitap, basılır basılmaz en çok satan kitaplar listesinin zirvesindeki yerini aldı ve dini kesimler tarafından yasaklanıncaya kadar yaklaşık beş yıl süreyle en çok satan kitaplar arasındaki yerini korudu.
Hapishaneye arada yeni gelenler oluyordu ve biz bu durumu kutluyorduk; çünkü ruhsuz ve sıkıcı ortamın yeni yüzleri oluyorlar ve sansür olmadan dışarısıyla ilgili detaylı bilgiler ediniyorduk. Ancak
1981’in sonuna doğru mahkûm sayısında bayağı azalma oldu. Sokağa çıkma yasağı gibi küçük suçları ihlal edenler bir-bir ve grupgrup serbest kalıyorlardı. Çelik parmaklıklar ve yüksek duvarlar arasındaki küçük dünyamızda mahkûmların gelişi ve gidişiyle ilgili kar-
341
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
maşık duygular yaşıyorduk. Onlar adına mutlu oluyorduk ama arkadaşlıklarından yoksun kaldığımız için de üzülüyorduk. Küçük suçlardan orada bulunanların aksine, siyasi gençlik örgütlerine bağlı
olanlar çok yakın dostluklar geliştiriyorlardı. Ortak kültürümüz, ortak mücadelemiz, ortak yaşantılarımız, ortak davamız, ortak düşmanlarımız ve hakkımızdaki suçlamalar aramızda güçlü bağlar örüyordu. Ziyaret günlerinde ailelerimiz de birbirini tanır ve bu da aramızdaki bağları daha da kuvvetlendirerek hapishanenin dışına taşırdı. Doğrusu birçok cezaevi siyasi gençlik örgütleri için eğitim
merkezlerine dönüşmüştü. Siyasi mahkûmlar daha bir beyni yıkanmış, daha katılaşmış ve daha iyi bağlantılar kurmuş olarak serbest
kalıyorlardı.
En büyük kaybımızı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi bir düzine Akıncı öğrencinin serbest kalmasıyla yaşamıştık. Onlara “Edebiyatçılar" veya "Edebiyat Grubu” diyorduk. Grup tek vücut olarak hareket ediyordu ama yakından bakınca aralarında büyük
bir fay hattı olduğunu öğrenmiştim; karmaşık bir gruptu. Birbirine
rakip iki ekolün üyeleriydiler; bazıları Sufi bazıları da Selefiydi.
Doğrusunu isterseniz şimdi o zamanki merak eksikliğime şaşıyorum. Hangi siyasi ve toplumsal şartlar bu iki rakip teolojik anlayışın
müttefik olmasını sağlamıştı? MSP ve Akıncılar birçok farklı ekolün
birleşmesini sağlayarak adeta bir mucizeye imza atmıştı. Belki de
ortak düşmanın varlığı en önemli sebepti. Grubun bazı üyeleri; çok
sayıda siyasi parti, milletvekili; aralarında Korkut Özal, Turgut Özal
ve Necmettin Erbakan da olan bakan, başbakan ve hatta cumhurbaşkanı ve Mehmet Güney, Dursun Özcan, Hasan Hüseyin Ceylan, Metin Külünk, Tayyip Erdoğan, Numan Kurtulmuş gibi gençlik liderleri ve başka birçok politik figür olan insanlar çıkartmış ve İskenderpaşa Camisi’nden Zahit Kotku’nun liderlik ettiği Nakşibendî Tarikatına bağlıydı.
342
Edebiyat grubunun bazı üyeleri hiçbir tarikata bağlı değildi; onlar
Mısır Müslüman Kardeşleri’nin sempatizanıydı. O grubun başkanı
daha sonra bir İslami dergide köşe yazarlığı yapmaya başlayan Kazım Sağlam’dı. Kazım etnik olarak Zaza, teolojik anlamdaysa Selefiydi ve Seyyid Kutub hayranıydı. Kibardı ve doymak bilmez bir kitap okuruydu; lakin ona güçlü bir dini virüs bulaşmıştı. Kazım günün
birinde gücü eline geçirseydi; Afganistan’daki Taliban, Suudi Arabistan’daki Mutava veya İran’daki Pasdaran gibi eli sopalı ahlak polisine dönüşüverirdi. Evli olduğu halde zina yapanların taşlanarak
öldürülmesini uygulamaya koyar, kadınları tepeden tırnağa kapan-
Norşin’den Arizona’ya
maya zorlar ve benim gibi mürtetler için ölüm cezası verirdi. O günlerde onunla arkadaştık. Aynı ideolojiye inanıyor ve aynı hayalleri
paylaşıyorduk. Belki de kanımdaki virüs iyi huylu bir mutasyona uğramıştı; gittikçe daha barışsever ve medeni olmaya meylediyordum.
Fakat İran Devrimi’yle ilgili deneyimlerim, nihai amaca ulaştıktan
yani ulusun kontrolünü eline geçirdikten sonra, daha zararsız virüslerin en kötü şekilde mutasyon geçirmiş virüsler tarafından ıskartaya
çıkartıldığını göstermişti. Bazargan, Beni Sadr ve dostum Bahzadnia
gibi başka birçok ılımlı devrimci; sonradan, mollalarla ittifak kurdukları için pişman oldular. İnsanlar zaferle kendinden geçtiklerinde, ılımlılıkları yenilgilerinin sebebi olacaktı.
Edebi grubun kaybıyla sayımız azaldı. Bu yüzden yönetim bizi cephanelik binasından, yoldan aşağıda yarım km mesafede olan 3 Nolu
Cezaevi’ne taşımaya karar verdi. Bu yeni eski cezaevi ikinci zırhlı
tugayın aynı komutanları tarafından yönetiliyordu. Ancak burası ilkinden daha kötüydü. Yarısı yeraltına gömülü olan kalın duvarlı eski
bir binaydı. Doğal yollardan ışık alamayan nemli bir bodrumdu. İlk
günden sonra temiz hava almak için dışarı çıkmamıza izin verilmeyeceğini öğrendik. 24 saat boyunca o büyük kutunun içinde olacaktık. Eğer şanslıysak civardaki bir binaya haftalık duşumuzu almaya
giderken birkaç dakika boyunca ve hâlâ duruşması olanlar için cezaevi kapısından kamyonlara ve kamyonlardan, duruşmaların yapıldığı binalara giderken geçirilen birkaç dakikada güneş ışığı görebilme fırsatını buluyorduk.
Dışarısıyla ilgili gemlenemeyen arzum sağlığımdan endişelenmem
yüzünden değildi; bilinçli bir arzu değildi bu. Bilgi tiryakisi olmama
rağmen güneş ışığının fiziksel sağlığımız üzerinde ne kadar önemli
bir role sahip olduğunu bilmiyordum. “Güneş girmeyen eve doktor
girer” atasözü doğruluğunu kanıtlamıştı. Birkaç ay sonra muhtemelen zehirli olan bir tuhaf hastalık baş gösterdi. Vücudumuzda, özellikle de kollarımız ve bacaklarımızda enfeksiyon oluşmaya başladı.
Ben bu enfeksiyonları peş peşe üç kez geçirdim. Çok acı vericiydiler; o kadar ki ne kolumu ne de bacağımı oynatabiliyordum. Enfeksiyon derimin üzerinde bir ceviz büyüklüğüne kadar ulaşacaktı. Patlamaya hazırlanan ama patlayamayan irinle dolu etten bir volkan
gibi… Basınç onu sertleştirecek ve hassaslaştıracaktı. Doktorlar periyodik olarak ziyarete gelirlerdi. Askeri bir doktor gelir ve hastaları
görürdü:
-
Şikâyetin nedir?
Kolumda iltihap var.
343
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
-
Bakayım
Başka bir tane de bacağımda çıkmaya başladı.
Tamam, bu bir şey değil. Önemli değil.
Nasıl olur? İltihaplı ve çok acı verici.
Kılların derinin içine doğru büyüyor.
Ne? Kıllarım mı?
Evet.
Ama ömrüm boyunca kıllarıma böyle bir şey olmadı?
…
Ayrıca başka arkadaşlarımın da vücutlarında aynı iltihaptan var.
Ne yani?
Nasıl oldu da tam da buraya geldikten sonra kıllarımız
bize komplo kurmaya başladılar?
Çok fazla konuşuyorsun. Sıkı dur ve kımıldama. İltihabı
sıkacağım ve sonra steril gazlı bezle saracağım. Bu
bezde antibiyotik var ve mikropları öldürür.
O ana kadar yalnızca bir kez ve üçüncü sınıftayken bayılmıştım.
Kendisine dikkatimi vermediğim bir sırada öğrencinin birisi mideme
bir yumruk indirmişti. Doktorun neşterinin verdiği acı bu nadir tecrübeyi yeniden yaşatmıştı bana. O, kavgacı bir çocuk değil doktordu
ve ben de çok dikkatliydim ama başka bir seçeneğim yoktu. Doktor
anestezi uygulamaksızın iltihabın ucuna bir buçuk cm uzunluğunda
bir yarık açtı ve sonra sıkarak iltihabın dışarı çıkmasını sağladı. Kendime gelince iltihabın gazlı bezle sarıldığını ve kolumun tarifi
imkânsız bir acı yaydığını gördüm. Bu acı veren toynak-üstü-cerrahi
operasyonunu üç kez yaşadım. Doktor ne zaman kıllarımın suçlu olduğunu söylese ardından tenimde acı veren bir çimdik hissediyordum. Mehmet Emin Erdal ve Recep Olgaç gibi birkaç yoldaşa daha
aynı tanı konmuştu. Kıllarımız da mı onların tarafına geçiyordu? Organize kıl isyanı hikâyesine inanmamızı mı bekliyorlardı gerçekten?
Yakında öğrenecektim.
344
Doğduğum ülkenin hâlâ bir vatandaşı ve bir insan olduğumu düşünerek hepimizin ortak tecrübesi olan enfeksiyonla ilgili hapishane
yönetimine bir dilekçe yazmaya karar verdim. Dilekçede resmi tıbbi
tanıya saygılı bir üslupla karşı çıktım ve problemin kaynağına daha
iyi bir şekilde bakılmasını talep ettim. Çok safmışım. Hayatımızın
her alanını kontrol edenlerden gerçekten biraz ilgi bekliyordum. Ertesi sabah cezaevinin şaşı ve cana yakın komutanı Memduh sırıtarak
Norşin’den Arizona’ya
geldi. Elinde bir kâğıt vardı ve okumaya başladı. Okuduğu şey benim dilekçemdi. Daha sonra onu yırtarak parçalara ayırdı ve çöpe
attı. “Bu türden hiçbir dilekçe almak istemiyorum. Nerede ve kim
olduğunuzu ve bizim kim olduğumuzu bilseniz iyi olur!” Kapanış
sözleri bunlar olmuştu.
Memduh’la iyi bir dostluğumuz var sanıyordum. Zeki ve bilgiliydi
ve aynı zamanda iyi bir mizah anlayışı vardı. Bana saygı gösterirdi.
Bu olaydan sonra ihanete uğradığımı hissettim. O ana kadar cezaevi
yönetiminin ve askerlerin yasalara göre hareket eden devlet memurları olduğuna inanmak istemiştim. Onlara karşı daima samimi ve
saygılıydım. Siyasi ve dini anlamda rejime karşı olsam da, sistemle
görevlileri birbirinden ayrı tutabiliyordum. Askerle polisi de birbirinden ayrı görüyordum. Generalleri, polisleri ve yargıçları sevmiyordum ama onlara karşı kişisel bir düşmanlığım da yoktu. Polis
vahşetine tanık olmuştum ama aranan biri olarak yakalandıktan
sonra bir yüzbaşı tarafından kafamın birkaç kez yumruklanmasından
başka asker tarafından herhangi bir şiddete maruz kalmamıştım. Her
nasılsa o zaman bana kızdığı ve yumrukladığı için yüzbaşıyı suçlamamıştım. Genellikle kurnaz davranan ve kötü niyetli olan polisin
aksine yüzbaşı sadece bana vurduğu anda öfkeliydi. Ve şimdi canavar ilk defa dişini gösteriyordu. Dilekçem baş yöneticiye ulaşmamıştı, ancak ulaşsaydı bile o da Memduh gibi onu çöpe atardı.
Atmosfer yavaş yavaş ve dramatik bir şekilde değişmeye başladı.
Binanın fiziki durumundan bahsetmiyorum; o zaten içler acısı bir
durumdaydı. Askeri yönetimle mahkûmlar arasındaki ilişki bozulmuştu. Kuralları değiştiren askerdi. Bir gün, o andan sonra artık her
gün İstiklal Marşı’nı okuyacağımız bildirildi. İlk bölümde bahsettiğim gibi bu direktife itiraz etmem sonucunda işkencelere ve hücre
cezasına maruz kaldım. 1981 Nisan’ının ilk günleriydi.
Çok fena bir şekilde dövüldükten sonra çok pis hücrelerden birine
kapatıldım. Bütün vücudum acıyordu ve her tarafım eziklerle doluydu. Yaşlı binanın duvarları arasında dar ve uzun bir delik vardı.
Kendimi eğlendirmem için hiçbir şey hatta boş bir kâğıt ve kalem
bile yoktu. Hiçbir şey! Tüm sahip olduklarım duvarlar, demir parmaklıklar, köşede duran bir banyo iskemlesi, lavabo ve kirli bir yataktan ibaretti. Diğer mahkûmlarla hiçbir iletişimim yoktu. Tek görebildiğim, o da yemek vakitlerinde ve günlük yarım saatlik temiz
hava anlarında, gardiyanlardı. Günler geçtikçe tecride katlanmak
daha zorlaşıyordu. Bir film senaryosu gibi görünebilir ancak küçük
bir fare ile arkadaş oldum. Her yemekten sonra ekmeğimin birazını
onunla paylaşıyordum.
345
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bundan daha ilginci başka bir yaratıkla olan deneyimimdi: bir kargayla. Bir sabah bir karga gürültüsüyle uyandım. Duvardaki o dar
delikten hücreme girmeyi başarmıştı. Karga fareler gibi mutlu bir
arkadaş olmadı. Galiba klostrofobisi olan bir kuştu. Hücreme girdiğine pişman olmuştu ve dışarı çıkmak istiyordu. Ama girdiği delikten dışarı çıkamıyordu. Zavallı karga hücrenin içinde bir yandan
öbür yana uçuyor, duvarlara çarpıyor, düşüyor ve tekrar uçuyordu.
Hücrem toz ve kuş tüyü birbirine karıştı. Bir anda sessizlik yerini
gürültü ve kaosa bırakmıştı. Bu durum bana heyecan ve canlılık
verdi. Ama çok geçmeden zavallı karganın beyin sarsıntısından kendini öldüreceğini düşünerek üzüldüm. Hücremin görkemli duvarlarıyla yaptığı o kadar çarpışmadan sağ kurtulması mümkün değildi.
Yeni arkadaşımı çektiği ıstıraptan kurtarmaya kara verdim. Onu yakalamaya çalıştım. Yüksek tavanlı küçük hücremde kargayla birlikte
zıplamaya başladım. Birkaç gün önce yediğim dayağın etkisini üzerimden atmaya fırsat bulamadan ikinci bir bedensel ceza olmuştu bu.
Gardiyan yardımıma gelinceye kadar, çektiğim acıyı görmezden gelerek, kargayı yakalama çabamı sürdürdüm. Gürültüyü duyan gardiyan kendimi yaralamaya ya da öldürmeye çalıştığımı düşünmüş olacak ki heyecanlı bir tavırla koşuştu. O vakitlerde hapishane yönetimi
henüz sistemli işkence ve kötü muameleye başlamamıştı. Belki de
gardiyan mahkûmlar hakkında bazı insani duygular besliyordu. Hücremde kargayı yakalamak için verdiğim acınası çabayı gören gardiyan, başka bir gardiyanı yardıma çağırdı. Gardiyanlardan biri içeri
girerek kargayı yakaladı. Bu yolunu şaşırmış kargayı kaybedince
kuşların en akıllısıyla arkadaş olma şansını da yitirmiş oldum.
Hücreye kapatılmamdan yaklaşık iki ay sonra cezaevi yönetimi boş
olan komşu hücreme yeni birini gönderdi. İTÜ’lü genç bir öğrenciydi ve Marksist-Leninist Dev Sol örgütüne üyeydi. Cinayetten oradaydı. Satranç bilip bilmediğimi sordu. Hayır, dedim. Bana öğretmek istedi. Başlangıçta reddettim. Sıkıcı bir oyun olduğunu düşünüyordum. Denemeye karar verdim. Küçük kâğıt parçalarının üzerine
piyonları çizdi ve boş bir kâğıt parçasından satranç tahtası yaptı.
Tecrit cezam artık tecrit sayılmazdı; hücreme satrancın gelişiyle birlikte özgürlük dışında şikâyet edeceğim çok az şeyim vardı.
346
19 Mayıs 1981’e kadar orada altı hafta kaldım. Resmi tatilin şerefine
yoldaşlarımın bulunduğu bodrum katına geri gönderildim. 19 Mayıs
1919’da Mustafa kemal önderliğinde 19 Genç Türk, modern Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sonuçlanacak olan istiklal savaşını
Norşin’den Arizona’ya
başlatmak üzere Samsun’a çıkmışlardı. Aynı anda dört tane 19’un
jestiyle bodruma geri dönmüştüm.
Ancak bodrumdaki durum çok daha kötü olmuştu. Bir gün yaklaşık
on tane asker hışımla koğuşumuza daldı ve derhal koridorda toplanmamızı emretti. Avuç içlerimiz yukarı bakacak şekilde ellerimizi
uzatmamızı istediler. Sopalar ve coplarla ellerimize vurmaya başladılar. Bu korkunç acı vericiydi… Ellerimize vururken aynı anda
“emret komutanım” diye bağırmamızı istiyorlardı. Hızlı bir şekilde
avuç içlerimize inen sopaların sesiyle, düzensiz bir şekilde “Emret
komutanım! Emret komutanım” diye bağırışlarımız birbirine karışıyordu. Ellerimize inen darbelerin hızı ve şiddeti arttıkça, haykırışlarımız da artıyordu. Ortama yayılan gürültü ve manzara dehşet vericiydi. Psikolojik olarak aşağılanıyor ve fiziksel olarak acı çekiyorduk. Bu muameleyi haklı gösterecek bir durum da yoktu ortada. Siyasi bir mahkûm olarak İstiklal Marşı’nı okumayı reddetmemin dışında bütün kurallara uyuyorduk ve aşırı kalabalık koğuşlara rağmen
birbirimizle iyi geçiniyorduk. Çok geçmeden bunun bir başlangıç olduğunu öğrenecek, buna, hatta daha kötüsüne bile alışacaktık.
Hikâyeye devam etmeden şu gerçeği vurgulamak isterim. Subayların ve askerlerin arasında vicdan sahibi birçok insan vardı. Ancak
sistem bozuk olunca veya en üstteki komutanların kalpleri kararıp
fıtratlarına yabancılaşınca o subayların ve askerlerin yapacakları sınırlı oluyordu. Yaptıkları iyilikler de gizli kalıyordu. Örneğin; Davutpaşa'da tutuklu olduğum zaman gardiyanlık yapan bir asker 2014
yılında Facebook yoluyla benimle irtibata geçti ve bana fotoğraflarıyla birlikte birkaç uzun e-mail gönderdi. Mektubundan kısa bir
alıntı yapmak istiyorum.
"Edip bey merhaba 1979/1980 yılları arasında Davutpaşa’da askerlik görevimi ifa ettim.12 Nisan 1980- 21 Nisan
1980 arasında yemekhane olarak kullandığımız salona 60
yakın MSP Partisi İstanbul Gençlik kolları üyesi Akıncı
gençler getirildi. Ben o gençlerle 13 Nisan 1980 saat 18 sıralarında kendilerine geçmiş olsun ziyaretinde bulunduğumda karşılaştım. İçlerinden bir iki arkadaş aç olduklarını, iki gündür hiç bir şey verilmediğini söylediler. Ancak
akşam yemeği yenmiş genç arkadaşlara verilecek bir şey
kalmamıştı. Bunun üzerine, kışlamızda bulunan diğer birlikleri dolaşıp yalnızca kalan somunları taze-bayat demeden topladım ve onları oradaki gençlere verdim… Edip bey
347
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
emek verdiğim için söylüyorum. Komutanımız yemek meselesini bir şekilde halletti ama somunları mutfaktan alamıyorduk. Bir arkadaşımız askeri kamyonla kasaların içinde
bölüklere dağıtıyordu, bunu komutanımıza söylemeyi unutmuştum. Tekrar yanına gidip aynı şeyleri söylemeye cesaret
edemediğim için sizin orada geçirdiğiniz dokuz gün boyunca bölük-bölük dolaşıp somun topladım. Tüm bunları
yaparken veya yaptı diye hiç kimse tarafından ne falakaya
yatırıldım ne işkence gördüm ne de oradaki gözaltında bulunanlar tarafından sonradan aranılıp bulundum ne de biri
çıkıp benden helallik aldı."
Hasan Uyanık adındaki bu askerin bu vicdanlı davranışından ve diğer askerlerin gösterdiği fedakârlıktan ancak 25 yıl sonra haberdar
oldum. Bizim için yazılı bir istihkak emri olmadığını öğrenince, üstlerinden bağımsız olarak kendi istihkaklarını bizimle paylaşmışlar.
Bunlar gazete manşetlerine ve haber bültenlerine çıkmayan binlerce
insanlık ve kahramanlık örnekleridir!
Kartal Maltepe'ye dönelim. Haftalık ziyaret hakkımız vardı ve ziyaret esnasında yakınlarımızla durumumuzla ilgili olumsuz hiçbir şey
konuşmamamız konusunda uyarılmıştık. Her birimiz metal parmaklıkların her iki tarafında ikişer asker tarafından gözetlenirdik.
Mahkûmları hafife almayın, özellikle de siyasi mahkûmları… Gizli
bir şekilde iletişime girmenin bir yolunu bulmuştuk. Nasıl olduğunu
hatırlamıyorum ama babam bana Arapça bir kitap vermeyi başarmıştı. Kitap Arapça bir romandı ve babam onu Türkçe’ye çevirmemi
istiyordu.
Sevgili babamın benim için seçtiği kitabı okumaya sabırsızlanıyordum. Muhtemelen Arap ülkelerinden bir misafiri o kitabı babama
vermişti. Gece yarısına doğru koğuşun rahat bir köşesine çekilerek
kitabın ilk sayfalarını okumaya başladım. Gençlere göre bir roman
değildi. Bir aşk romanı da değildi, bilimkurgu da. Propaganda romanıydı. Soruşturma’ydı adı. Müslüman Kardeşler’den genç bir militanın Mısır polisi tarafından gözaltında alınıp işkence altında sorguya
çekilmesini anlatıyordu. Birkaç sıkıcı olay vardı ve laik Mısır Hükümeti’nin Müslüman Kardeşler lehine yıkılmasını teşvik eden vaazlar
tekrarlanıp duruyordu. Şeriat yönetimini yeniden kurmak gibi asil
bir amacı destekliyordu. Kendimi hemen, her türlü insanlık dışı işkenceye katlanan, suçlamalara ve yanlış düşüncelere harika karşılıklar veren kahramanla özdeşleştirmiştim.
348
Kitabın yasal yollardan basılma şansının olmadığını biliyordum. Her
Norşin’den Arizona’ya
şeyden önemlisi, o kitabı basmaya gönüllü olarak kendini vahim bir
riske atacak yayınevi bulmak çok zor olurdu. Dahası, çılgın bir yayınevi bulsak bile, kitap basılır basılmaz askeri mahkeme tarafından
yasaklanırdı. Kitapta anlatılan soruşturmanın aynısına maruz kalırlardı ama kitabın kahramanı kadar cesur ve açık sözlü davranmazlardı. TCK’nın 163. maddesini ihlal etmekten suçlu bulunup bu bodrum katta yanımdaki ranzalardan birinde yaşamanın tadına varırlardı. Bu yüzden kitabın yeraltında basılıp dağıtılacağını da tahmin
edebiliyordum. Babam, böyle bir sorumluluğu üstendiği için çıldırmış olmalıydı. Türkiye’de teokratik bir yönetimin destekçisi olunacak zaman değildi. Türk ordusu ve hükümeti teokrasi ve İslamcılara
karşı nefret ve kinle doluydu. Özellikle de komşumuz İran’da yaşanılanlardan sonra... Bu iş için askeri bir cezaevini bir ofis olarak kullanmak ve oradaki bir mahkûmu riske sokmak hiç de iyi bir fikir
değildi.
Risklerin farkındaydım ama yine de kitabı çevirmeye karar verdim.
Ben babamın oğluydum. İki ay içinde kitabı gizli bir şekilde çevirerek geri gönderdim. Çevirmen olarak gerçek ismimin kullanılmasını
beklemiyordum. “Soruşturma” adıyla bir yeraltı yayınevi tarafından
basılacaktı. 2008 yılında bir yazar olan arkadaşım Kaan Göktaş’tan
bu kitapla ilgili bir e-posta aldım. Kaan, bana ilk ve kayıp kitabımla
ilgili iyi bir haber veriyordu. Bir kitap tutkunu ve sahafların gediklisi
olan Kaan, elimde nüshası olmayan, baskısı tükenmiş birkaç kitabımı bulmuştu. Kaan’ın verdiği bilgiler ışığında şimdi o kitabın künyesini tam olarak biliyordum:
Adı:
Yazar:
Çevirmen:
Yayınevi:
Basım Yılı:
Soruşturma
Muhammed Tevfik
Abdullah Şanlı
Mücadele Yayınları
1981
O kitabı dışarı çıkarmayı nasıl başardığımı hâlâ şaşıyorum. Eğer her
iki taraf, mahkûm ve ziyaretçi, ellerini çift katmanlı demir parmaklıklardan uzatırlarsa neredeyse birbirlerine dokunabiliyorlardı. Ama
hâlâ parmaklarımız arasında yaklaşık 50-60 santimlik bir boşluk kalıyordu. Kâğıtları sıkı bir şekilde rulo yaptım ve uzun silindirik bir
tüp oluşturacak biçimde, teleskop gibi iç içe geçirdim. Sonra etrafına
birkaç lastik bant sardım. Sonra onu uzatıp kısaltıp uzatma deneyleri
yaptım. “Soruşturma” artık bir dönüştüreç olmuştu: Gevşek kâğıtlar
yığınından portatif uzun bir boruya dönüştürülebiliyordu. Şimdi me-
349
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
350
safenin yanında aşılması gereken bir engel daha kalmıştı: demir parmaklıkların her iki tarafındaki askerler. Ziyaret saatlerimiz boyunca
bizi izliyor ve dinliyorlardı. İşe yoldaşlarımı da dâhil etmek zorundaydım. Bir kumpas kurduk. Arkamda oluşan kuyruğu gördüklerinde, gardiyanların dikkatini dağıtmak için bir şeyler yapacaklardı.
Gardiyanların hepsinin dikkati dağıldığında altı saniyeden daha az
bir sürede kitabımı karşı tarafa geçirebilecektim. Cezaevinden çıkınca, evde o kitabın kopyalarından birini görecektim. Görev başarıyla tamamlanmıştı.
1981 baharıyla birlikte başka bir cezaevine taşınacağımız söylendi.
Eşyalarımızı toplamamız ve kamyonlara yüklememiz için sadece on
beş dakikamız vardı. Ancak hangi cezaevine gideceğimizi söylemediler. Bize her şey için daima çok az zaman ve bilgi verirlerdi. Çok
uzak bir yere gideceğimizi düşünüyorduk ama yalnızca beş dakika
sonra kamyonun durduğunu duyduk. Artık yeni yerimizdeydik; Kartal-Maltepe askeri üssünde bulunan üç cezaevinin en büyüğü olan 1
Nolu cezaevindeydik. 12 Eylül askeri darbesinden önceki tutuklanmalarımdan birisi sırasında erkek kardeşimin katiliyle karşılaşmış
olduğum cezaeviydi burası. Burada kendisini ben sanan bir kiralık
katil tarafından yoldaşım Ebubekir bıçaklanmıştı. Şimdi faşistlerle
aynı cezaevini paylaşacaktık. Kardeşimin katiliyle karşılaşmamak
için dua ettim.
Kalacağımız yere varınca bambaşka bir atmosferle karşılaştık. Askerler çok kaba ve acımasızdı. Eşyalarımla birlikte büyük salona kadar götürüldüm. Burası geçici karşılama ve dağıtım merkezi olarak
kullanılıyordu. Ellerinde belgeler olan birkaç asker vardı. Kimliğim
belirlendikten sonra elbiselerimi çıkartmam istendi. Alışık olduğum
bir rutindi bu. Ancak başka bir odaya alındım ve birkaç asker sopalarıyla bana saldırmaya başladı. Aynı zamanda hakaretler, küfürler
yağdırıyorlardı. Canım çok yanıyordu. Vücudumda yeteri miktarda
ezik ve çürük açtıklarına kanaat getirince koğuşuma gönderdiler.
Burada diğer yoldaşlarım da vardı. Allah’a şükür ki bizi ayırmamışlardı. Ancak, aramızda birkaç da yabancı vardı. Hepimiz dayak yemiştik. Muhtemelen ben Akıncılar grubunun lideri olduğum için diğerlerinden daha fazla dövülmüştüm.
Cezaevi her biri birbirinden çok iyi ayrılmış birkaç bölümden oluşuyordu. Bizim kısmımızda ranzalı iki oda, ortada kare şeklinde küçük
bir hol, iki banyo ve iki tuvalet ve yaklaşık 30 metre kare büyüklüğünde betondan zemini ve uzun duvarları olan bir avlu vardı. İki
odada toplam hepsi de ranzadan olan otuz yatak vardı. Avlu bu
kısma aitti ve her zaman açıktı. Bu yüzden en azından güneş ışığını
Norşin’den Arizona’ya
görebildiğimiz için kendimizi şanslı hissediyorduk. Yeni binamız
geride bıraktığımızdan çok daha iyi bir durumdaydı. Kendimizi hiç
yıldızı olmayan bir otelden beş yıldızlı bir tatil köyüne gelmişiz gibi
hissediyorduk. Ama kederli ve endişeliydik. Buraya geldiğimizde
yaptıkları karşılama ile daha ilerde neler olabileceğinin işaretlerini
vermişlerdi. Sayısız dayak, küfür ve işkence… Aslında dayak ve
sözlü kötü muamele günlük rutin olacaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbir zaman güvende değildik. Askerler eğlence olsun diye
bazen gece yarısından sonra bizi kaldırır hakaret eder ve döverdi.
Temmuz 1981’den, 1982 Eylül’üne kadar yaklaşık on altı ay işkence
gördük ve dövüldük. Fiziksel ve psikolojik kötü muameleyle karşı
karşıyaydık. İsimlerimizle değil, küfürlerle çağrılıyorduk. Kötü muamele yapmaktan zevk alan, çoğu okuma yazma bilmeyen genç askerlerin insafına kalmıştık. Bu gardiyanlar ya zihinsel ve duygusal
yönden hasta olan insanlar arasından kasıtlı olarak seçilmişlerdi ya
da sadist psikopatlar gibi davranmak için iyi bir şekilde eğitilmişlerdi. Bu yaşananlar belki de ünlü Milgram deneyinin bir örneğiydi:
zavallı kişileri canavarlara dönüştüren otorite gücünün... İşkenceleri
ayrıntılarıyla anlatmayacağım, ancak içinde bulunduğum ortamla ilgili size bir fikir vermek için yapılanlardan bazılarının ana hatlarını
veriyorum:
Hapishaneye yeni gelen herkesi yüzü ve kafası dâhil
morartıncaya kadar dövmek,
Rastgele birimizi çağırıp ayaklarımıza sopalarla vurmak,
Hepimizden gardiyanları “Emredersiniz komutanım”
şeklinde cevaplamamızı istemek,
Avluya çıkartılıp tükeninceye kadar fiziksel egzersiz
yapmaya zorlamak. Örneğin; 100 şınav çekmemiz istenirdi. Şınav esnasında takılanların kafasına belden aşağı
hakaretler eşliğinde tekmeler atılırdı.
Duş vakitlerinde çıplak vücutlarımıza sopalarla
vurulurdu; ancak bunu nadiren yaparlardı.
Susuz ve sabunsuz bir şekilde jiletle tıraş olmaya zorlamak,
Mahkûmlardan birisi emirlere uymadığında ya da bir
hata yaptığında bütün koğuşu cezalandırmak,
Güldüğümüz, üzgün göründüğümüz, yukarı ya da aşağı
baktığımız gibi gerekçelerle dayak atmak,
351
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Tamamı Atatürk’le ilgili olan birkaç kitaptan başka kitapları, dergileri, televizyonu ve her türden eğlenceyi
yasaklamak,
Bizi holde toplayarak birkaç tane resmi kitabı çalışmaya
zorlamak; bu birkaç kitabın hepsi de Atatürk
hakkındaydı. Yabancı yazarlar tarafından yazılan birkaç
Atatürk biyografisi ve kutsal kitapları olan Nutuk... Bu
okuma ve ders çalışma işine başkan olarak atanmıştım.
Her dersin sonunda okuduğumuzun bir ya da iki sayfa
özetini yapmak zorundaydım. Konu hakkında hiçbir
bilgisi olmayan bir gardiyan gelir ve rastgele seçtiği
mahkûmlardan birine o günkü derste ne öğrendiğini sorardı. Eğer mahkûm bir şey söyleyemezse veya uyduramazsa bunun karşılığında fiziksel şiddet görürdü.
Ali Bulaç’ın da kısa bir süreliğine tutuklanıp koğuşumuza gönderilmesi trajikomik bir olay olmuştu. O zamanlar ünlü bir yazardı ve
birbirimizi siyasi aktivitelerimiz vasıtasıyla tanıyorduk. Benden altı
yaş büyüktü. Düşünce isminde ciddi bir dergi yayınlıyordu, birkaç
kitap yazmıştı ve kaliteli kitaplar yayınlayan bir yayınevi sahibiydi.
Düşünce Yayınevi bize Ali Şeriati’nin de aralarında bulunduğu birçok yabancı yazarı tanıtmıştı. Zamanın en popüler İslami yazarlarından birisiydi ve bugün de bir kesim içinde hâlâ popülerliğini sürdürmektedir. İslam Ansiklopedisi için makaleler de yazıyordu. Koğuşa
ilk geldiği gün fena halde dövülmüştü. Yüzü aldığı darbelerden mosmor olmuştu. O da ilkokul mezunu veya okuma yazma bilmeyen erler tarafından test edilecek ve değerlendirilecekti.
Birçok fiziksel ve psikolojik kötü muameleye maruz kalsak da Allah’tan, Gece Yarısı Ekspresi ve Esaretin Bedeli gibi filmlerde gösterilen türden hiçbir cinsel istismara maruz kalmadık. Birçoğumuz
belli türden kötü muameleye katlanabilirdik ama yukarıda özetlenenlerin bileşimi biçiminde bir yıl süreyle yapılan muamelenin üzerimizdeki etkisi çok ağır olmuştu.
352
İşgalci Amerikan güçlerinin Ebu Garib ve Guantanamo hapishanelerindeki mahkûmlara yaptıklarıyla karşılaştırınca biz şanslıydık.
Amerika ve İngiliz müttefik askerlerinin o mahkûmlara yaptıkları işkence ve cinsel istismar dillerinden ahlaki değerleri, demokrasiyi,
insan hakları laflarını düşürmemelerine rağmen, Batı medeniyetinin
Norşin’den Arizona’ya
aslında bir Janus10 olduğu gerçeğini ispatladı. Emperyalist batı güçleri vergi verenlerin parasını savaşlardan geçimini sağlayan vurgunculara, petrol ve silah endüstrilerine aktarırken Haçlıların, Siyonistlerin ve Jingoistlerin (aşırı milliyetçilerin) cehaletini ve saf duygularını sömürerek, Müslüman toplumuna karşı terör eylemlerinin en alçakçasını ve korkuncunu uyguluyorlardı. Yeniden doğmuş sağcı Neocon Hıristiyan başkanın önderlik ettiği sekiz yıllık dönem, hiç
şüphe yok ki Amerikan tarihinin en karanlık dönemlerinden birisi
olarak hatırlanacaktır. (Bu konuda yazdığım İnglizce bir kitap var:
Peacemaker's Guide to Warmongers: Exposing Robert Spencer,
Osama bin Laden, David Horowitz, Mullah Omar, Bill Warner, Ali
Sina and other Enemies of Peace.)
Neyse, biz Türk cezaevlerine geri dönelim. Bazı cezaevi arkadaşlarım zihinsel zayıflık ve tükenmişlik belirtileri göstermeye başladılar.
Milliyetçilerin zihinsel ıstırabı artmıştı. Darbeden sonra, sokaklarda
ve üniversite yerleşkelerinde Komünistlerle savaştıkları için ödüllendirileceklerini sanıyorlardı. Kendilerini gönüllü polis ve milis
olarak kullanan devlet tarafından ödüllendirileceklerini umuyorlardı. Geçici birer piyondular ve ıskartaya çıkartılmışlardı.
Artık onlara ihtiyaç kalmamıştı. Bu yüzden büyük bir hayal kırıklığı
yaşıyorlardı. Her işkence deneyiminden sonra onları, “Devlet için
hayatımı riske attığım için ne kadar aptalmışım!” diyerek, pişman ve
şikâyet eder bir vaziyette görüyordum. Ülkücüler veya Bozkurtlardan bu sözleri işitmek bana karmaşık duygular yaşatıyordu. Bu insanlar, ellerine kardeşim dâhil birçok gencin kanı bulaşmış faşist bir
gençlik örgütüne bağlıydılar. Şimdiyse hapse atılmışlar ve “şanlı askerleri” tarafından işkence ediliyordu. Ancak bu ayık durumları, fiziksel acıları kadar sürüyordu. Dayak seansından bir veya iki saat
sonra biraz önce pişman olduğunu söyleyip devlete lanet eden bu
milliyetçiler, eski yollarına geri dönüyorlardı. “Yaptıkları ne olursa
olsun bu bizim ordumuz. Tanrı ordumuzu korusun!” diyerek, günah
çıkartıyorlardı. Bu çelişkili tutum, devlet için gönüllü milis ve kontrgerilla olarak çalışarak şerefli bir iş yaptıklarına inanmaya devam
etme ve o yanılsamalarını muhafaza etme çabasının bir ürünüydü.
Dışarıdayken aldatıldıkları acı gerçeğiyle yüzleşmemek için şimdi
içeride kendilerini aldatıyorlardı. Şimdiki durumları tamamen buda10
Janus, bir yüzü o yana, bir yüzü bu yana bakan ikiyüzlü Roma tanrısıdır. (Ç.N)
353
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lalıktı. Bu Bozkurtların serbest kaldıktan sonra değişen toplum şartlarında bir iş bulamayıp mafya için çalışmalarına şaşmamak lazım.
Şüphesiz ki biz de budalaydık. Ailelerimizin sosyal ve ekonomik yabancılaşmasını ve dini duyarlılıklarını sömüren politikacılar tarafından kullanılmıştık. Bizi gönüllü askerler olarak kullanmışlardı. Politikacılar güçlerine güç, zenginliklerine zenginlik katarken biz sokaklarda bölge savaşları veriyorduk. Âdemin ve aynı yurdun çocukları olarak kardeşçe birlikte yaşamak yerine, yetişkinler tarafından
kutuplara ayrılmış gizli ya da açık bir şekilde birbirimizden nefret
etmeye ve birbirimizi öldürmeye teşvik ediliyorduk. Halkın bu terör
denizine düşüp kendilerine sarılacakları anı bekleyen karanlık güçler
nihayet bu sağ-sol kavgasına "vatan kurtaran kahramanlar" edasıyla
son verdiler. Oyunun kurbanları yine alt gelir tabakasının genç çocuklarıydı. Politik taktikler veya savaşlar sırasında harcanırdık. Milliyetçiler, Komünistler ve İslamcılar; bir devrin Üç Kavgacı Çavuşları (The Three Stooges), aynı zincirleri ve aynı koğuşları paylaşıyor
ve hayvanlar gibi muamele görüyorlardı. Burada, farazi düşmanlarımızla aynı kaderi paylaşıyorduk. Şiddette ve kan dökmede diğer iki
grup bizden epey ileride olsalar da aynı şeytani yoldaydık. Biraz
daha zamanımız olsa biz de onlar gibi olacaktık. Onlar milliyetçilik
veya komünizm uğruna öldürüyordu, biz ise Allah adına öldürecektik. Şimdi hep birlikte dünyadaki cehennemi paylaşıyorduk.
Birkaç ay sonra psikolojik patlamalar yaşanmaya başladı. Günlük
dayak seanslarından birinden sonra reis bozkurtlardan birisi çıldırdı
ve bileklerini kesmeye başladı. Başka bir eski bozkurt da pişmanlık
ve stresten kafasını duvara vurmaya başladı. Evet, beyinsiz kafasını
duvara şiddetle vurmaya başladı. Bang, bang, bang! Böylece hayatına son vermek istiyordu. Her mahkûmun davranışında türlü gerginlik belirtileri vardı. Olumsuz koşulların bana ödetebileceği zihinsel maliyeti bildiğimden, cehennemin ilk günlerinde bir takım tedbirler almıştım. Beni fiziki olarak kontrol ediyorlardı, ama onların
beni zihinsel olarak kontrol etmelerine izin vermeyecektim. Beynimi
cehennemlerine teslim etmeyecektim.
354
Bu işkence evine gönderildikten kısa bir zaman sonra zihnimi sürekli
meşgul etmeye çalıştım. Atatürk'ün hayatı hakkında birkaç sıkıcı kitabı bitirdikten sonra birkaç yıl evvel lisedeyken ezberlediğim Kuran
surelerini yazmaya karar verdim. Bu sureleri ezberlerken zihinsel iş-
Norşin’den Arizona’ya
kenceye maruz kalmıştım, ama şimdi onları kelime kelime hatırlayacak ve içinde bulunduğum işkenceyi unutmak için harf harf yazacaktım. Bu durum gizemli bir ironiydi. 78. sureden 114. sureye kadar
olan son ve en kısa Kuran surelerini, hepsini Arapça olarak yazdım.
Sonra ezberimde olan 2. surenin ilk sayfalarını, 36 ve 67. surelerin
tamamını ve oradan buradan ezberlediğim duaları yazdım. Dikey
olarak katlanmış çizgili beyaz kâğıtlara her sayfada iki sütun olacak
şekilde Kuran’ın onda birini yazmıştım. Bunu gizli tutmam gerekiyordu, yönetim duyacak olursa çok kızardı. Kuran bulundurmamıza
izin vermiyorlardı. Onların kutsal kitabı Nutuk’tu ve cezaevinde ona
rakip başka bir kutsal kitap daha olmasını istemiyorlardı. Ancak yüreğimde ve beynimde o kitabın bir bölümünü taşıdığımı bilmiyorlardı. Yoldaşlarımın yarım düzineye yakınını meşgul edebilmek için
onu onlarla da paylaşmaya başladım gizlice. O sureleri yazmak, okumak ve çalışmak, içine atıldığımız cehennemden cennete küçük bir
pencere açmıştı.
Ne yazık ki, rastgele aramalar yapıyorlardı ve bazen kâğıtları saklamaya zaman bulamıyorduk. Askerler el yazımla yazılmış Arapça sureleri bulunca özel bir dayak faslı çekiyorlardı. Ama vazgeçmeyecektim. Bedensel ıstırap bir süre sonra dinecek ve ben sureleri yeniden yazmaya başlayacaktım. Geçmişteki kötülükleri unutacak ve yarın için endişe etmeyecektim. Anı yaşayacaktım ve onu düşmanlarımdan saklamak için elimden geleni yapacaktım. (Tanrı’ya şükür ki
mektup yazmamız için kâğıt ve kaleme izin veriliyordu, ama bu
mektuplar hapishane yönetimi tarafından sansürleniyordu.
Daha sonra arkadaşlarımdan birine yazdığım o mektuplardan biri
elime geçecek ve var olduğunu asla bilmediğim başka bir kötü muamelenin daha varlığını öğrenecektim. Yakın bir arkadaşım olan
Sıtkı Doğan'a gönderdiğim mektuplardan birisini üzerine değişik bir
mürekkeple şu cümle yazılmıştı: “Bu geri zekâlıyı dinleme!” Ne kadar iğrenç! Masum bir dostluktan başka bir şey ifade etmeyen bir
mektubun üzerine öyle bir söz yazabiliyorlardı.)
Akıl sağlığımı korumak için kullandığım başka bir araç da satranç
oynamaktı. Söylediğim gibi, bu cezaevinde psikolojik baskının zirveye çıktığı dokuz ay boyunca satranç oynamamız da yasaktı. İhtiyaç varsa yaratıcılık ortaya çıkar; istek varsa çözüm de vardır. İlkel
bir satranç takımı yapmak zor olmadı. Tıraş bıçaklarının plastik sap-
355
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
larının minyatür bir satranç takımı için mükemmel bir materyal olduğunu fark ettim. Sapların uçlarını farklı büyüklük ve şekillerde
kestim. Sonra bir kâğıda 64 tane kare çizdim. İşte, şimdi yasa dışı
bir satranç takımımız vardı! Küçük koğuşumuzun en sevilen şeyiydi.
Tabi bir mahkûmun döşeğinin altında bulununcaya kadar…
Durmaksızın Kuran yazamazdım ve bunu zaten birkaç kez yapmıştım. Her an satranç da oynayamazdım. İkisi de çok tehlikeli aktivitelerdi. Okurken veya satranç oynarken her yakalanışımızın; plastik
satranç taşları ve kâğıtların, yani kaçak kişisel eşyaların, her yakalanışının bedelini dayak ve kötü muamele olarak ağır bir şekilde ödüyorduk. Onların lideri ve bu yasadışı aktivitelerin arkasındaki beyin
olarak bana özel dayak faslı geçerlerdi. Bu yüzden, kolayca bulunamayacak bir zihinsel faaliyet istiyordum. Matematiği ve rakamları
yeniden keşfettim. Hoş geldiniz arkadaşlarım, hoş geldin aşkım! Rakamların büyülü dünyası, Tanrı’nın evrendeki dili hoş geldin!
Rakamlar beni meşgul ediyor akıl sağlığımı koruyordu. Bedenim cehennemdeyken, rakamlar, cennete özgü bir mutluluk veriyordu.
19’un asal bir sayı olduğunu bildiğimden asal sayılara karşı zaten bir
merakım vardı. Asal sayılar evreninin bir şablonu yoktu. Başka bir
deyişle, tüm asal sayıları üretecek bir formül yoktu. Ama sınırlı sayıda asal sayıya ulaşmamızı sağlayacak bir takım formüllerin olduğunu da biliyordum. Peki, “Bu sorunu üstlenmeye ne dersin? Asal
sayılar için bir formül bulmaya ne dersin?” diye sordum kendime.
Ergenlik yıllarımda olduğu gibi kolay kandırılan biri değildim. Asal
sayılar için bir formül bulmanın sonsuza kadar çalışacak bir makine
bulmak kadar zor olduğunu biliyordum. Ancak amaçtan çok süreç
ilgimi çekiyordu. Belki de matematik dünyasında en çok aranan formülü keşfetmek için zaman harcayarak kaybedecek bir şeyim yoktu.
Üstelik kazanacak çok şeyim vardı. Her şeyden önce aklımı olumsuz
şartlardan uzak tutacak ve rakamlar hakkında daha fazla şey öğrenecektim. Bedenim mahkûm olsa da zihnim beynimdeki milyarlarca
sinaps arasında seyahat etmek için özgürdü.
356
Çok geçmeden ardışık asal sayılar listesi veren üç basit formül buldum. En uzun liste sıfırdan başlayan ardışık 24 sayma sayısının kullanılması vasıtasıyla üretilmiş 24 tane asal sayıdan oluşuyordu. Bu
üç formülü, sayısal müzik tadı versin diye, çok satan “Kuran, En Büyük Mucize” isimli kitabımın 1983’te çıkacak olan üçüncü basımında yayınladım.
Norşin’den Arizona’ya
19
2n (n-1) + 19
2n2 – 2n + 19
0
19
1
19
2
23
3
31
4
43
5
59
6
79
7
103
8
131
9
163
10
199
11
239
12
283
13
331
14
383
15
439
16
499
17
563
18
631
703
(19x37)
n2+(n-2) (2n-5)+19
3n2 – 9n + 29
0
29
1
23
2
23
3
29
4
41
5
59
6
83
7
113
8
149
9
191
10
239
11
293
12
353
13
419
14
491
15
569
16
653
17
743
18
839
19
941
20
1049
21
1163
22
1283
23
1409
24
1541
(23x67)
n (n-3) + 19
n2 – 3n + 19
0
19
1
17
2
17
3
19
4
23
5
29
6
37
7
47
8
59
9
73
10
89
11
107
12
127
13
149
14
173
15
199
16
227
17
257
18
289
(17x17)
Başka zihinsel egzersizlerim de vardı. Örneğin; mozaik döşeme…
Kutulara sayısız geometrik şekiller yerleştirmeye çalışıyordum. Çeşitli büyüklükte üçgen, kare ve dikdörtgenleri belirli bir kutuya yerleştirmenin formülünü bulmaya çalışmak eğlenceliydi. Bunların
kaydını tutmadım ama hatırladığım kadarıyla rakamlar ve şekiller
arasında hayalimde canlandırdığım problemleri çözmeye çalışmaktan büyük zevk alıyordum. Bazen de Pisagor’un evreninin kara deliğine çekiliyordum. Bir kâbus anında kendi gerçekliğini yaratma
konusunda beynimin nasıl güçlü olduğuna tanık olmuştum. Matematiksel gerçekliğim kibirli, cahil ve kaba bir müdahaleyle bozulabilirdi ama kolaylıkla onu geri alabilir ve bıraktığım yerde bulabilirdim. Rakamlar ve sayılar zihnimi buradaki cehennemin zebanilerinden koruyordu…
Bir de bedensel oyun bulduk. Ona patent aldığımızı söylemeye ça-
357
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lışmıyorum. Muhtemelen yüzlerce yıl önce Vikingler ve Avustralyalı Aborjinler tarafından oynanıyordu. Genellikle küçük bir koğuşta olduğumuz için koşmaya ya da yürümemize yetecek büyüklükte bir alanımız yoktu. Uyarlama yaptık. Minik avluyu henüz bir
isim bulamadığımız bir oyun için kullanıyorduk.
Bu oyunu hâlâ oynarım. Örneğin; Running Like Zebras başlıklı dokümanter film için Atlanta'daydık. Yönetmen ile birlikte orada bir
metroda tren beklerken The Wall Street gazetesini ciddi ciddi okuyan birisini görmüş ve o anda muzipliğim tutmuştu. Bu ciddi adamla
çocuklar gibi oynamaya karar vermiştim. Bir dakika bile sürmeyecekti. Tanımadığım insanlarla, kim olursa olsun aramdaki duvar çok
incedir; bir tül perde gibidir. Birkaç saniye içinde hemen hemen herkesle, üç yaşındaki çocuktan tekerlekli sandalyedeki yaşlı adama
veya kadına kadar, herkesle arkadaşça bir sohbet başlatabilirim…
Ne yaş, ne cinsiyet, ne dil ne renk bir engel değildir… Çin'e yaptığım
ilk seyahatte Çince tek kelime biliyordum ve dilediğim Çinli ile yüz
ve el hareketleri ile iletişime girebiliyordum… Duvara sırtını vermiş
gazete okuyan o işadamının yanıbaşında tek ayağım üzerinde durarak dikkatini çektikten sonra birkaç kelime ile beynini gıdıklamış ve
kahkahalar eşliğinde kendisini bu oyunu oynamaya davet etmiştim… Yanımızda kamera ekibi yoktu. Bu sahnenin yönetmen tarafından elindeki küçük kamerayla kaydedildiğini bilmiyordum. Dokümanter filmi ilk gördüğümde, giriş sahnesinin metrodaki adamla
oynadığım bu oyunla başladığını görünce bana sürpriz olmuştu.
Oyunu ayrıntılarıyla anlatayım. Belki siz de evinizde, parkta, alış veriş merkezinde, işyerinde veya yurtta oynamak istersiniz. Eğer bedensel oyunlar ilginizi çekmiyorsa takip eden iki paragrafı okumayabilirsiniz.
358
İki mahkûm yüzleri birbirlerine bakacak şekilde yaklaşık bir metre
birbirlerinden uzakta ayakta dururdu. Her ikisi de ayaklarını aralarında hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde birbirlerine bitişik tutar.
Avuç içleri ileriye uzanmış vaziyette, elleri açık ve parmakların ucu
havada birbirlerinin avuç içlerine vurmak suretiyle birbirlerini itmeye çalışırlar ama birbirlerinin ellerini ve başka hiçbir organını tutmadan. Karşısındakinin avuç içine vurmak için kendi avuçlarını kullanırdı. Bunu yapmanın en iyi yolu, yere paralel hayali bir çizgi üzerindeki ikiz pistonlar gibi her iki avuç içinin de ileri geri hareket etmesiydi. Amaç, rakibin ayaklarını durduğu yerden hareket ettirmekti. Güç, denge, çeviklik, yoğunlaşma, kurnazlık gerektiriyordu.
Norşin’den Arizona’ya
Bu beş noktada zorlandığımda yalnızca oyunda ustalaşanların keşfedebileceği "altıncı nokta" adını verdiğim bir teknik devreye girerdi. Bu tekniği benden başka keşfedene rastlamadım daha. Zira, bu
oyunu yüzlerce kez oynadım ve beni yenen ne bir ayı ne de dayı
çıkmadı daha.
Oyunda ustalaşmış ve kimsenin yenemediği bir şampiyon olmuştum. Oyunda ustalaşacak olan potansiyel şampiyonların emeğine
saygı duyarak bu altıncı noktayı açıklamayacağım. Kurnazlıklara
gelince, onlar sır değiller. Rakibim beni tüm gücüyle itmeye çalışırken ona direnmeyerek onun dengesini kaybetmesini sağlamak ve
hızlı bir şekilde vuracakmış gibi yapıp rakibini kendi tarafına çekmeye çalışmak gibi… Oyun bizi müthiş eğlendiriyordu. Örneğin;
uçmaya çalışan yavru bir kuş gibi ellerini saat yönünün tersine hareket ettirerek sırt üstü düşmemeye çalışan bir rakibime o sırada üflemek beni çok eğlendirirdi. Rakibimin dikkatini başka yere çekmeye
çalışır ya da moralini bozardım. Eğer oyunculardan birisi köksüz bir
ağaç gibi diğerinin üzerine düşmeye başlamışsa puan kaybetmemek
için kasten ayaklarını çakıldığı yerden ayırıp geriye çekilebilirdi. Rakiplerimi parmaklarını dikey bir şekilde bana doğru uzatmamaları
konusunda uyarırdım çünkü kural gereği ellerimiz her zaman açık
vaziyette ve parmak uçları yukarı bakıyor olmalıydılar. Eğer ikimiz
birden dengemizi kaybedersek hiçbirimiz puan alamazdık. Her seansı 10 puanla sınırlı tutardım. Bu oyunu çok iyi oynardım, o kadar
ki otuz yıl sonra bugün bile beni yenebilecek insan bulmakta zorlanıyorum. Elli yaşımı geçmiş olmama rağmen benden otuz yaş daha
gençleri, daha uzun boyluları ve kısaları ve benden daha hafifleri ve
ağırları hâlâ yenebiliyorum. Bazen irikıyım atletleri ve Amerikan
futbolcularını da yenerek kibirlendiğim bile oluyor. Ama bu kadar
önemsiz bir alanda elde edilen bir başarının nasıl oluyor da insanı
kibirlendirdiğini bir türlü anlayamıyorum. Özellikle de bu başarı, kişinin yaşı, sağlığı ve gücü ile birlikte eriyip gitmeye mahkûm bir
başarı ise… Gelin bu oyuna onu zor zamanlarında oynayan Türk siyasi mahkûmlarının onuruna “Maltepe” adını verelim.
Zihinsel ve bedensel kötü muamele dayanılmaz bir seviyeye ulaştığında olaylar arttı. Sonunda işkence tenceresindeki kabarcıklar kaynama noktasına gelindiğini gösterdi; tencere kaynamış ve öfke ile
patlamıştı. Sloganlar atıldı, kapılar gürültüyle çarpıldı, pencereler kırıldı, ranzalar parçalandı, bilekler kesildi ve kafalar duvarlara vuruldu… Korkunç bir manzara, bir insan trajedisiyle karşı karşıyaydık. Ben ve bir düzine kadar yoldaşım bu kanlı isyana katılmamaya
359
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
karar verdik. Birkaç saat içinde isyan bastırıldı. Bazı mahkûmlar
başka koğuşlara taşındı, bazıları da hücre cezası aldı. Bu olay yönetimin dikkatini çekti ve albay bazı kısıtlamaları yumuşatmaya karar
verdi. Bunlar arasında satranç yasağı da vardı. İnanamıyorduk, sonunda etrafa göz gezdirmek zorunda kalmadan satranç oynayabilecektik. Bir dahaki ziyaret gününde ziyaretçilerimizden gelecek sefer
bize satranç takımı getirmelerini isteyebilecektik.
Mahkûmiyet dönemimin ilk yılında babam daha çok ziyaretime gelirdi. Kız kardeşlerim Aynur, Ayşegül ve erkek kardeşim Müfit de
birkaç kez ziyaretime geldiler. Erkek kardeşim Nedim ve annem hiç
ziyaretime gelmedi. Nedim’in benimle ve Metin’le sorunları vardı
ve çocukluktan beri hayatımın her döneminde benden uzak durmuştu. Anneme gelince, beni ziyaret etmek istemiyor değildi ama
çarşaf ve peçesi hapishane duvarlarından daha büyük bir engel teşkil
ediyordu. Yüzü kapalı bir vaziyette cezaevi binalarına girmesine izin
verilmiyordu. Oğlunu görebilmek için makul bir ölçüde yüzünü açmak zorundaydı. Ancak o da çocukluğundan beri ailesindeki despot
erkekler tarafından kara çarşaf giymeye mahkûm edilmişti. Özgürlüğünü tamamen yitirmişti; hapishanesinin erkek gardiyanları ölmesine ve kilitleri paslanmış olmasına rağmen, artık kendi hapishanesinin kapısını açamazdı. Bununla birlikte 70 yaşına geldiğinde
Mekke’yi ziyaret ettiği zaman yüzünü açacaktı.
Artık ziyaretime çoğunlukla ablam Süreyya geliyordu. Daima arkadaşı Sabiha Ünlü de ona eşlik ederdi. İkisi de tepeden tırnağa siyah
çarşaf giyiyorlardı. Yalnızca yüzleri açıktı. Ablam ve arkadaşı
mahkûmiyetimin son günlerine kadar beni ziyaret etmeye devam ettiler. Mahkûmiyetimin son yılını çekmek üzere askeri cezaevinden
sivil Çanakkale cezaevine gönderildiğimde, her iki hafta da bir ziyaretime gelmeye başladılar. Sadece yirmi dakikalığına beni görebilmek için İstanbul’dan Çanakkale’ye 640 kilometrelik gidiş dönüş
yolculuğu yapmak zorunda kalıyorlardı.
360
Ablama sevindirici haberi verdim. Cezaevine bir satranç takımı getirmesini söyledim. "Satranç" Hintçe’den Farsça’ya ve oradan da
Türkçe’ye geçmiş bir kelimeydi. Başlarında iki asker vardı ve ben
de iki asker tarafından gözetleniyordum. İki + iki = dört gardiyandan
oluşan bir cehennem! Sohbetimiz uzun boylu Hakkârili bir Kürt asker tarafından bozuldu. Beni yabancı dil konuşmakla suçladı. Odada
zehirli bir yılan ya da korkunç bir ayı görmüşçesine, gardiyanlar,
hayli endişelenmiş ve gerilmişlerdi. Cezaevi yönetimi her "görüş"ten önce bizi hapishanedeki işkencelerle ilgili konuşmamamız
Norşin’den Arizona’ya
için tehdit ediyordu. Böyle bir şeyden söz edenler uzun süreliğine
ziyaret haklarını kaybedecekler ve diğer mahkûmlara örnek olacak
biçimde cezalandırılacaklardı. Ama ailelerimiz aptal değildi. İşkence gördüğümüzü anlayabiliyorlardı. Bunun için haykırmamız gerekmiyordu.
Ablam ziyaretçi odasından dışarı çıkartıldı ve ben de yönetime götürüldüm. Yüzbaşı Mustafa her zamanki aksi yüz ifadesiyle masasında oturuyordu. Diğer rütbeli askerlere benzemiyordu. Türk askerleri kılık kıyafetine karşı titizdir. Ama bu, üstüne başına hiç dikkat
etmiyordu. Yakasının boyun kısmında parlayan kir lekelerini görebiliyordunuz. Terfi edilme umutlarını yitirdiği çok aşikârdı. Belki de
alkolik veya psikopat askerin biriydi ve ordu onu gözlerden uzak bir
yerde tutmak istiyordu. Mahkûmlara karşı neredeyse hiç merhameti
de yoktu. Ordu böyle bir askeri buraya göndererek bir taşla iki kuş
vuruyordu. Odasına girdim ve onu bir asker gibi selamladım. Böyle
yapmak zorundaydım. Okuma yazma bilmeyen Hakkârili asker ona
olayı anlatmaya başladı:
⁻
⁻
⁻
⁻
⁻
⁻
⁻
⁻
⁻
Edip kuralları çiğnedi.
Hangi kuralı çiğnedi?
Ziyaretçisiyle yabancı bir dil konuştu.
Hangi dili konuştu?
Hatırlamıyorum ama onu yabancı bir sözcük kullanırken duydum.
Ne dedin, Edip?
Bir dahaki ziyaretinde ablamdan satranç getirmesini istedim.
Edip "satranç"kelimesini mi kullandı?
Evet, komutanım. “Satranç” istedi.
Yüzbaşı elbette satrancın ne olduğunu biliyordu. Herkesin bildiği bir
Türkçe kelimeydi. Bütün gardiyanların ortalama eğitimi galiba orta
okul birinci sınıftan daha aşağıdaydı. Normal bir insan bu olaya gülerdi. Ama yüzbaşının çirkin yüzü değişmedi. Yüzbaşının emriyle
koğuşuma geri gönderildim. Ne yazık ki ablam çoktan dışarı çıkartılmıştı. Fatih'ten ta Kartal-Maltepe'deki cezaevine gelmiş ve saatlerce kapıda bekledikten sonra beş dakika bile görüşemeden geri
dönmek zorunda bırakılmıştı.
Hapishane yıllarıyla ilgili anılarım bir kitabı doldurabilir. Bu bölümü Çanakkale E tipi ceza evindeki bazı yaşantılarımı sizinle pay-
361
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
laştıktan sonra bitireceğim. Siyasi hükümlülere tahsis edilmiş koğuşlar vardı; ancak mahkûmların çoğu önemsiz suçlardan oradaydı.
Çanakkale hapishanesi asker tarafından yönetilmiyordu ve şartları
nispeten daha iyiydi. İşkence, sözlü kötü muamele ve beyin yıkama
seansları yoktu. Mavi üniformalar giyiyorduk. Tesisimiz temiz bir
gençlik yurdu gibiydi. Üst katta uyur, alt katta yemek yer, televizyon
izler ve masa tenisi oynardık. Her koğuşun kendine ait avlusu vardı.
Avlumuz profesyonel bir voleybol sahasının şartlarına uygun yapılmıştı. Elbette avlular bazen aşırı kalabalık olur ve hava sigara dumanıyla kaplı olurdu, ancak vücudumda asker postalları ve coplarını
hissetmekten ve sözlü hakaretler ve aşağılamalardan kurtulmuştum.
Normal sayılabilecek sınırlamalar ve sansür olmasına rağmen istediğimiz birkaç kitabı okumamıza izin veriliyordu. Burada şiir kitabımı bitirdim ve daha sonra “Kuran En Büyük Mucize” adıyla basılacak olan Kuran çalışmalarımı tamamladım. Ne gardiyanlardan ne
de yönetimden ciddi bir şikâyetim vardı.
Hatırladığım kadarıyla sürekli artan özgür olma arzum yanında en
büyük şikâyetim temiz hava alamamaktı. Yoldaşlarımla birlikteyken
onları taze ve temiz havanın önemi konusunda ikna etmiştim. Bu
yüzden hiçbiri koğuşta sigara içmezdi. Ama Çanakkale’deki koğuşlarda yeterli sayıda yoldaşım olmadığından, cömert bir temiz hava
krallığı kuramamıştım.
Kaldığım askeri cezaevinin aksine burada koğuşların pencereleri
vardı. Yatağımın kenarındaki pencereyi açık tutmak kolay değildi.
Çoğunluğu sigara bağımlısı olan diğer mahkûmlardan hatırı sayılır
miktarda protesto sesleri yükseliyordu. Beynimizin sağlığı için oksijenin önemi konusunda sunduğum bilimsel delilleri ciddiye almıyorlardı. Galiba kafalarının içinde oksijenin önemini takdir edecek
miktarda beyinleri kalmamıştı.
Çanakkale E Tipi ceza evinde şiir yazmaya devam ettim. İşte oradayken yazdığım şiirlerden biri.
Umut Dolduralım Bardaklarımıza
bir şiir yaz dostum
al kelimeleri eline
kırmadan bağla birbirine
sabır barajının duvarında
şiirden kanallar aç öfkene!
362
Norşin’den Arizona’ya
yık dostum,
yık duvarını monotonluğun
başka kokular
başka renkler ara
bir çiçek bul
doyasıya kokla
mesela
bir papatya yakala
incitmeden okşa
konuş onunla
kapa dostum
tıpkı bir ama gibi
sımsıkı kapa gözlerini
görmesin karanlıktan başkasını
tanımasın renkleri
seçemesin uzağı yakını
ve bekle öylece
tam bir gün bir gece
sonra aç gözlerini
seyret o nefret ettiğin
demir parmaklıkları
üçlü ranzaları
ve duvardaki mazgalları
ne kadar güzel değil mi?
gel dostum
umut dolduralım bardaklarımıza
bol bol sevgi
ve merhamet dökelim içine
biraz nefret
biraz da şiddet katalım,
sonra karıştıralım tüm içtenliğimizle.
(26 Ocak 1983
Yusuf'un 40'cı Emri, Edip Yüksel, Madve Yayınevi, Istanbul,
1984)
Çanakkale cezaevindeyken ablam Süreyya beni o kadar sık ziyaret
edemiyordu. Bu yüzden ona mektup yazıyordum. Bir kâğıt büyüklüğünde küçük bir pencere açtığını düşündüğümden, buna çok önem
veriyordum. Ablam tek mektup arkadaşımdı. Mektuplar yazıp, sonra
o mektuplara cevap almak cezaevinde kaldığım dönemde bana en
363
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
çok mutluluk veren anlardı. Genellikle mahkûmlarla ilgili gözlemlerimi ve yaşanan ilginç olayları yazardım. Bilimsel dergilerden öğrendiğim ilginç bilimsel keşifleri ve gözlemleri de paylaşıyordum.
Ama mektuplardaki el yazısından, ablamın değil yakın arkadaşının
o mektupları yazdığını farketmiştim. Hangi sözün ablama, hangisinin arkadaşına ait olduğunu kestiremiyordum; bu yüzden hepsinin
ablam tarafından yazıldığını varsayıyordum.
Arkadaşı Sabiha Ünlü yetenekli bir yazar, bir biyolog ve tutkulu bir
Müslüman aktivistti. Yıllardır ablamın en yakın arkadaşıydı. Onlardan birini gördüğünüzde, diğerinin de oralarda bir yerde olduğunu
bilirdiniz. Tereyağı, bal veya ketçap, mayonez gibi ayrılmaz ikiliydiler. İkisi de devrimdeki İranlı kadınlar gibi tepeden tırnağa çarşaf
giyinirdi. İkisi de İran’daki sözde İslam Devrimi’nin tutkulu destekçisi ve Türkiye’deki radikal İslamî devrim hareketlerinde oldukça
aktiftiler. Cezaevine girmeden evvel ablamla aynı davaya inanıyorduk. Bu yüzden sadece biyolojik kardeşim değil aynı zamanda yoldaşımdı ablam. Onun yoldaşı ve en yakın arkadaşı da böylece otomatikman benim de yakın arkadaşım oluyordu.
ABD’ye kaçarken sahip olduğum tek şeyi, kitaplığımı kaybetmiştim. Cezaevindeyken yaptığımız yazışmaları içeren dosya da oradaydı. Kitap Okumanın Zararları isimli kitapta "Bir Yayla Öyküsü"
başlığıyla yayımlanan aşağıda okuyacağınız mektup haricinde ablamla olan tüm yazışmaları da kaybettim. Mektupta, 1963 -1964 yılları arasındaki ortak yaşantılarımızdan bahsediyorum. O zamanlar
ne televizyonumuz, ne elektriğimiz ne de onların varlığından haberimiz vardı. Dağdaki otlak alanda yazın yaşadıklarımızın hikâyesinden oluşan bir mektuptu bu:
Ben yedi-sekiz, sen dokuz-on yaşlarındaydın. Biz yaylada,
babamız İstanbul'da idi. Arada bir bize güzel hediyeler gönderirdi. O hediyelerin bana verdiği mutluluğu hayatımın hiçbir devresinde tatmadım. Hatırlarsın, alttan basmalı bir
oyuncak televizyon bizi nasıl renkli âlemlere götürüyordu.
Hele o birinci hamur, rengârenk cam kapaklı Hayat Ansiklopedisi’ni hayranlıkla seyredişimiz, sahifelerini incitmeden
çevirişimiz, dikkatimizi ilk çeken çoban kılığına bürünmüş
kurt posterinden dolayı Ansiklopediye, "kitapba güri" yani
"kurt kitabı" deyişimiz yok mu, gerçekten güzel ve tatlı anılardı.
364
İşte yine böyle tatlı bir günü yaşıyorduk. Babamız, hayal ülkesi İstanbul'dan bize yine hediyeler göndermişti. Çevredeki
Norşin’den Arizona’ya
çocukların kıskançlık dolu bakışlarına aldırış etmeksizin sevinçten uçuyorduk. Nasıl sevinmezdik? Tek oyuncakları;
bezden, çaputtan yapılmış korkuluk gibi bebekler, yahutta
karpuz kabuklarından yapılmış tekerlekli arabalar olan bizler, tekniğin nimetlerinden, çağın getirdiği yeniliklerden
asırlarca uzak olan bizler, köyün çocukları... Dağların çocukları... Hatırlıyorum. Köye bir cip veya bir pikap geldiğinde tüm çocuklar koşuşur onu karşılardık. Bir kaç metre
öteden hayranlıkla, saatlerce seyrederdik. Yaklaşamazdık.
Belki bize çifte atar sanıyorduk. Belki de sahibinden çekiniyorduk. İnanmazsın ama köy yolunda tozu dumana katarak
giden bir otomobilin peşinden koşar, o tozun içinde kaybolur ve bundan garip bir zevk alırdık.
O zamanlar yaylaya at ve katırlarla giderdik. Hatırlarsın.
Upuzun bir konvoy... Tam bir gün süren bir kervan yolculuğu... Köylerden geçerken molalar verirdik. Mükellef ziyafetlerle karşılanır, saygıyla uğurlanırdık. Dedemiz o bölgenin en saygın kişisiydi. Vilayetteki tüm halkın dert babasıydı. Anlaşmazlıklarında hakemlik yapar, sorunlarına çözümler bulurdu.
Evet, tatlı bir günümüzü anlatıyordum. Yaylada geçen o ilginç olaydan bahsedecektim. Ama o yayladaki tabii hayatın
tabloları gözümün önünde canlandıkça, o sopsoğuk suları,
tertemiz havayı hatırladıkça, büyük bir özlem hissediyorum.
Ne kadar mutluyduk değil mi o volkanik kayaların arasında
oynarken? Boyumuzun birkaç misli yüksekliğindeki kayaların üzerine çıkıp onu kamyon olarak tasavvur edişimiz, kendimizi şoför yerine koyuşumuz, ne güzel anlardı. Karpuzlarımızı hep o kayaların zirvesinde yerdik değil mi? Bazen ononbeş çocuk, yanımıza bir kuzu, kazan, yağ, kapkacak alır
yayladan birkaç kilometre ötedeki pınarlara giderdik. Bir
gün boyunca biz bize eğlenir piknik yapardık. Piknik demezdik buna, "geşt" derdik. "Yarın geşte gidiyoruz" diye bir karar alındı mı ertesi sabah erkenden uyanır, payımıza düşen
malzemeyi temin ederdik. Unutmuyorum. Kızlar ve erkekler
ayrı ayrı yerlere giderdik. "Geşt" için aynı yere gitmek istesek de günlerimizi ayırırdık. Velhasıl unutulmaz günlerdi o
günler... Sözle anlatılamayacak kadar mutlu ve renkli bir
yaşantıydı.
365
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İşte bu yaşantımızı daha da renklendiren hediyeler, oyuncaklar gönderiyordu babam. Bu seferki hediyelerin arasında garip bir alet vardı. Kadınlar, erkekler, bilumum yaylalılar bu nesnenin ne olduğunu merak ediyorlardı. Biliyorsun; bizim aile, kapalı ancak çok kalabalık bir aile idi.. Dedeler, nineler, dayılar, amcalar, teyzeler, kaynanalar, yeğenler, enişteler, gelinler, damatlar...Bunlara ilaveten kadın ve erkek hizmetkarlar ile birkaç yüz kişilik bir aile.. Hemen hemen herşeyleri ortak bir sülale...
Sanırım birçok kişi bu garip hediye hakkında fikrini beyan
etti. Birbirinden değişik tarifler ve teklifler yapılıyor, hatta
tartışılıyordu. Bunları detaylarıyla hatırlamıyorum. Sonunda bir kadının fikri makul karşılandı. İttifak edildi. Meğerse bu nesne bir kadın ziyneti, bir süs imiş. Hemen kadınlardan birisi senin saçlarını arkaya doğru topladı. At kuyruğu gibi bağladı. Herkesin meraklı bakışları arasında o işlemeli, rengarenk nesneyi kurdela gibi oraya sımsıkı bağladı. Her ne hikmetse açılıp kapanan bir ziynet idi. En uygunu onu açık olarak bağlamaktı. Nitekim öylece uyguladılar. Herkesin hayran bakışları arasında sen dışarı fırladın.
Zıplayarak koşuyor, sevinçten oynuyordun. Başına bağlı o
kocaman nesne ise bir o yana bir bu yana sallanıyor, adeta
dansediyordu. Fakat hiç devrilmiyordu. Demek ki çok sıkı
ve ustalıklı bağlanmıştı. Tüm bakışlar senin üzerinde, tüm
çocuklar sana imreniyordu. Bu sevinç ve bu hayran bakışlar
uzun sürmedi. Biraz sonra senin başındaki bu nesneyi kahkahalarla söktüler. Büyük bir hata etmişler. Medeniyeti gören birisi varmış. İşte o seni bu halde görünce o nesnenin
neye yaradığını tüm bilgeliğiyle söylemiş. Meğer o mikadan
mamul nesne, kapalı çarşıda turistlere satılan bir yelpaze
imiş. Yelpaze de rüzgar estirmeye yararmış.
İşte yayladaki bir yelpazenin hikâyesi...
Aralık 1983’te şartlı tahliye edildim. Geceyi genç bir imamın evinde
geçirdim. Abdullah benim gibi bir İslamcı değildi ama koğuşumuza
yaptığı haftalık ziyaretlerde benimle konuşmaktan hoşlanırdı. Üç
buçuk yıllık mahkûmiyet beni yolumu bulamaz etmiş gibi, ertesi sabah beni eve götürmek üzere kardeşim Müfit gemiyle gelecekti. Benim haberim yoktu ama serbest bırakılmam İran İslam Cumhuriyeti’nde ve İslamî basında haber konusu olmuş.
366
Cezaevi dışındaki ilk sabahım bana eşsiz bir haz vermişti. Genç bir
Norşin’den Arizona’ya
yaşta hapsedilmenin ne kadar zalimce olduğunu kimse anlayamaz;
bunu anlamak için yaşamak gerekir. Özgür olma arzusu demir parmaklıklar arkasında geçirilen zamanla orantılı olarak sürekli artar.
Halter kaldırmak gibidir. Ağırlık hissi her an aynı değildir. Yirmi
kilo bir zaman sonra iki yüz kilo gibi gelmeye başlar. Yüksek duvarlarla engellenmeden ufka bakmak, sokaklarda ellerinizde kelepçe ve
etrafınızı saran muhafızlar olmadan yürümek, bir lokantada dilediğinizi yemek, taksiye binmek gibi düşünmeye bile gerek kalmadan
yaptığım sıradan şeyler paha biçilemeyen bir ödül olmuştu.
Gemiden inen kalabalık arasından yaklaşık yüz metre ötede kardeşim Müfit’i tanıdım. Elinde bir kitap vardı. Müfit’ten ziyade elindeki
kitabın adını merak ediyordum. Bu kitap onun için çok özel olmalıydı. Üç buçuk yıl boyunca kardeşimin ne yaptığıyla ilgili bana değerli bilgiler verecekti. Bu süre boyunca birbirimize tek bir mektup
bile yazmamıştık. İstanbul’daki cephane deposunda veya bodrum
katında tutulduğum sırada birkaç kez ziyaretime gelmiş olmasına
rağmen, konuşmak için yalnızca birkaç dakikamız olmuştu. Dört asker tarafından gözetleniyorduk, bu da iletişimimizi büyük oranda bozuyordu. Şimdi bu uzun yolculuk için yanına aldığı kitabın başlığından kardeşim hakkında yeni şeyler öğrenecektim.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Kitabın ismi “Babürname” idi. Kitap
hakkında hiçbir fikrim yoktu. Babür isimli ünlü bir adamla ilgili bir
tarih kitabı olmalıydı. Onun kim olduğunu bilmiyordum. Hücre cezası sırasında okumamız gereken bir kitap olarak verilmediği sürece
o kitabın kapağını bile açmazdım muhtemelen. Kardeşimden Hindistan’ı fetheden Babür Şah’la ilgili olduğunu öğrendim. Tarih benim ilgi alanıma girmiyordu ve Hindistan’daki Türk sultanları da
umurumda değildi. Ailemi, dostlarımı ve kitaplarımı özlemiştim; İstanbul sokaklarını özlemiştim.
367
Norşin’den Arizona’ya
9
Edip Yüksel ya da
Yazar Yüksel
Kardeşim Metin hariç tüm aile yeniden bir araya gelmiştik. Annem
ve babam uzun zamandır bu anı dört gözle bekliyordu. Babam her
zaman olduğu gibi duygularını belli etmemeye çalışıyordu. Annem
ise hiçbir şeyi içinde tutamadığı için bunu çığlık çığlığa kutluyordu.
Ablam Süreyya da çok mutluydu. Diğerlerinin tepkilerini tam olarak
hatırlamıyorum ama eminim ki hepsi de çok mutluydu.
Yeni bir ortamda, yeni bir hayata başlamadan önce halletmem gereken birkaç şey vardı. Askeri darbe nedeniyle savaşan gençlik örgütleri kalmadığı için, yeni bir ortamdaydık artık. Sokaklar sakindi. Askere gitmem gerekiyordu, bu yüzden önce Fatih Askerlik Şubesi’ne
gitmek zorundaydım. Herkes 20 yaşında giderken ben 27 yaşında
askere gidecektim. Bana birkaç hafta izin verdiler. Ama yarım kalan
üniversite eğitimimi tamamlamak için tecil hakkından yararlanmak
istiyordum. Hala üniversiteyi bitirmek niyetindeydim. Türkiye’nin
en iyi iki üniversitesinde okuma şansını yakalamış ama bu fırsatı değerlendirememiştim. Diploma verecek her üniversiteye gidebilirdim
o vakitler. Kendimi bir lise mezunu olarak kabullenmekte güçlük çekiyordum. Tecil isteğim kabul edildi ama üniversite eğitimi için değil, şartlı tahliye edildiğim için mahkûmiyetimin kalan bir yılını
Muğla’da geçirmek için. 1985 yılı başına kadar tecil hakkı aldım.
İstanbul’dan ayrılıp daha önce hiç yaşamadığım bir şehre gitmek istemiyordum. Muğla halkı pek dindar olmadığı için mi hâkim bana o
şehri seçmişti? Türkiye’de hukuk, benim gibilerin lehine pek nadir
işlerdi. Ama şanslıydım. Tam Muğla’ya gidecekken Meclis bir yasa
çıkardı ve sürgün cezalarını uygulamadan kaldırdı. Şimdi, en hayati
döneminde sekteye uğrayan yaşamıma yeniden başlamak için
önümde bir yıl vardı.
18 aylık askerlik kâbusuna başlamadan evvel İstanbul’un tadını çı-
369
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
karmak istiyordum. Kendimi yazıya verdim. Çanakkale cezaevindeyken yaptığım araştırmaları da eklediğim “Kuran En Büyük Mucize” kitabının üçüncü baskısı çok tutmuştu. İnkılâp Yayınevi talebi
karşılamakta zorlanıyordu. Farklı yayınevlerinin piyasaya sürdüğü
ilk iki baskıdan sonra, İnkılâp Yayınevi her biri beş bin, on bin sayıda 16 baskı daha yapacaktı. Ben cezaevindeyken, parayı önemsemeyen babam telif hakkımı yayınevlerine bağışladığı için, kitabın
ilk dört baskısının telif hakkını alamamıştım. Çok az kitap okunan
bir ülkede, bu kitap çok büyük bir başarıya imza atmıştı. Silahlar
arasında polis tarafından ele geçirilen “yasadışı kitaplar” ve "yanlış
siyasi fikirler" yayan yazarların tutuklanma haberleri dâhil birçok etmenin doğal sonucuydu bu. Silahlı laik bir tarikatın yönettiği bir demokrasiden daha fazlası beklenemezdi zaten.
Son zamanlarda, Avrupa Birliğine girmek için uğraş veren nüfusun
ilerici kesimleri sayesinde ifade özgürlüğü açısından daha iyi bir ortam oluşmuştur. Örneğin; devlet Orhan Pamuk’u hapse atmaya hazırlanıyordu. Ama Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanınca geri adım atmak zorunda kaldı. Orhan Pamuk, Nobel Ödülü alan ilk Türk’tü; lakin Nobel Ödülü alan her Türk ve Kürt yazarı engizisyonun Türk
versiyonundan kurtarmak mümkün olmayabilir.
370
Kuran En Büyük Mucize 150.000’den fazla sattı. Sonra bazı kitapevlerinde düşük kaliteli baskıların farkına vardık. Bu kitaplar bir grup
yayınevi tarafından basılmış ve dağıtılmıştı. Dini yayınlar yapan yayınevlerinin karargâh kurduğu İstanbul Beyazıt’taki Beyaz Köşk’ün
korsanlarıydı onlar. Kısa bir araştırmadan sonra korsanların kimliğini tespit ettik; diğer çevirilerden derlenmiş çalıntı bir Kuran çevirisi dâhil dini kitaplar yayımlayan tanıdığımız bir aile şirketiydiler.
O zamanki kitap kapaklarıyla karşılaştırıldığında, kitabımın kapağı
şaheser sayılırdı. Kitabın ismi o zamanki hesap makinelerinde rastlanılan rakamlara benzeyecek şekilde yazılmıştı. Mekke’den çıkan
bir ışının dünyayı çevreleyerek kitabın ismine bağlandığı güzel bir
resim kullanmıştık. Kuran’ın mucizevî doğasına vurgu yapan isim,
nurunu Muhammed’e vahyedilen kaynaktan alıyordu. Işığın, dünyanın çevresinde dönüşü Kuran’ın evrensel olduğuna işaret ediyordu.
Kitabın arka kapağı da sıra dışıydı. O vakitlerde kitapların -özellikle
de dini olanların- arkasına resim basılmıyordu. Kitabın arka kapağına uzun süreli mahkûmiyetimden önceki son durağım olan Çanakkale Uluslar Arası İslamî Gençlik Konferansı’nda Ahmed Deedat ile
çektirdiğim bir resmi koymuştum. Ahmed’in beyaz ve düzgün sakallarının aksine benim kocaman kara sakalım vardı. Eksik olan
Norşin’den Arizona’ya
şeyse mucizenin gerçek kâşifi Reşad Halife’nin fotoğrafıydı. Onu
dikkate almıyordum, başkalarının da umursadığı yoktu; lakin günün
birinde zihnimi darmadağın edecekti. Gelecek bölümde bu konudan
bahsedeceğim.
Sonra Ahmed Deedat’ın üç tane küçük kitabını daha çevirdim ve onları Hıristiyan Din Adamlarına 63 Soru isimli kitabımda topladım.
Kitap, “İncil Allah Sözü müdür?” adıyla basıldı. Kitabın satışları iyi
değildi, kitapla ilgili gerçekçi beklentiler belirleyemediğimiz açıkça
belli oluyordu. İnsanlar, Pauline Hıristiyanlığını neden okuyacaklardı ki? Halkın büyük bir kısmı kendi kutsal kitaplarından bile habersizdi. O günlerde misyonerler bugünkü kadar faal değildi. “Yusuf’un 40. Emri” isimli şiir kitabım da beklenilenden az satmıştı.
Ama yine de birçok şiir kitabını geride bırakmıştı. Birinci baskıdan
sonra bir defa daha basılmadılar. Kırkıncı emrin ne olduğunu merak
ediyor olmalısınız. 12. surenin (Yusuf Suresi) 40. ayetine atıfta bulunuyordum.
Dördüncü kitabımla yine turnayı gözünden vuracaktım. Reklam ve
pazarlama konularında eğitimli değildim ama evrensel kurallarını
kendi kendime öğrenecek kadar akıllıydım. Kuran En Büyük Mucize
(KEBM) kitabının son iki sayfasına bir anket yerleştirmiştim. Diğer
ülkeleri bilmiyorum ama bu yaptığım 1984 yılında Türkiye’de bir
ilkti. Okurların isimleri, doğum tarihleri, meslekleri, eğitim durumları ve adreslerini; sonra hangi üç alanda okumayı sevdiklerini ve en
sevdikleri beş yazarın ismini yazmalarını istiyordum. Anketin arka
sayfasını ikiye bölmüştüm. Bir bölümde KEBM kitabıyla ilgili düşüncelerini, diğer bölümde de yazmakta olduğum kitapta yanıtlamak
üzere, cevabını en çok merak ettikleri soruları yazmalarını rica ediyordum.
Ankete birkaç bin cevap alınca bir değil, birkaç cilt kitap yazacak
fikirlere sahip olmuştum. Zamanın yazarlarından farklı olarak hedef
kitlemin kalbine ve zihnine dolaysız bir şekilde giriyordum. Okurlarımın yaşı, eğitim durumu ve en fazla ilgi duydukları konular hakkında çok güvenilir istatistikî bilgilere sahiptim. Çoğunlukla genç
üniversite öğrencisiydiler. Ama aralarında profesörler ve ünlüler de
vardı. Okurlarım arasında KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş olduğunu da öğrendim. Bana gönderdiği mektubunda destek veriyordu. Nükleer fizik konusunda ünlü bir bilim adamı olan Prof. Ahmed Yüksel Özemre’den de bir takdir mektubu almıştım.
Sonraki kitabımın adı ilginçti: İlginç Sorular. Kapak tasarımını ken-
371
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
dim yapmıştım. Düzgün kıvrımları olan bir yazı tipi belirleyip kırmızıyla yazmıştım. İLGINÇ SORULAR. Sonra güneşe benzeyecek
şekilde, beyaz bir dairenin içine soru işareti koydum. Daha sonra kitapta tartışılan 20 soruyu, farklı uzunluklardaki güneş ışınları gibi
normal ve kalın yazı tiplerini kullanarak dairenin etrafına yerleştirdim. İlginç, çekici ve tanıtıcı bir kapak olmuştu. Konuları geleneksel
İslamî bakış açısıyla işlememe rağmen, özgün bir yaklaşımım ve üslubum vardı. Nüfusun farklı kesimlerinin ilgisini çekebilmek amacıyla soruları kasıtlı olarak farklı konulardan seçmiştim. Bazıları
ciddi teolojik ve felsefi konularla ilgiliyken diğerleri saçma ve hatta
gülünç konulardan bahsediyordu:
372
Muhammed neden çok fazla kadınla evlendi?
Âdem ve Havva’nın kan grupları neydi?
Niçin Allah, Âdem’in çocuklarının birbiriyle evlenmelerine
izin verdi?
Bir Müslüman’ın siyasi konumu ne olmalıdır: sağ mı, sol mu?
Müslümanlar bir gün Kudüs’ü Yahudilerden geri alırlar mı?
Tanrı’yı kim yarattı?
Eğer Tanrı geleceği biliyorsa, irade özgürlüğüne nasıl sahip
olabiliyoruz?
Madde mi ruhtan önce gelir, ruh mu maddeden önce?
Hırsızların ellerini kesmek zalimlik değil midir?
İnsanlar kalp ameliyatı esnasında imanlarını devrederler mi?
Kadın erkeğin yarısı mıdır?
İslam’da futbol oynamak yasak mıdır?
Cinler gibi gözle görünmeyen yaratıklar var mıdır?
“Cinler beni Hıristiyan mı yapmak istiyorlar?”
İslam dininden haberi olmayanlar cennete gidebilir mi?
Bu gezegendeki varlığımızın amacı nedir?
Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğunu nasıl bilebilirim?
19 mucizesi nedir?
K.T.M.T mucizesi nedir?
Artık bir tane daha çok satan kitabım vardı. Yaklaşık iki yıl boyunca
KEBM ve İlginç Sorular, Kitap dergisinin en çok satan kitaplar listesinin zirvesinde yer almıştı. Kitap fuarlarındaki imza günlerinde
en uzun kuyruklar benim masamın önünde oluşuyordu. İmza işinden
gerçekten hiç zevk almıyordum. Okurlarımı daha yakından tanımak
için onlarla konuşmayı tercih ediyordum. Kendimi onlardan ayrı birisi olarak değil, tam tersine onlardan biri olarak görüyordum.
Norşin’den Arizona’ya
Artık vaktimi Cağaloğlu'nda yazarlar ve yayıncılarla birlikte geçiriyordum. En sevdiğim yer, Beyazıt’ta, bodrumunda yayınevlerinin,
kitapçı dükkânlarının yer aldığı Beyaz Saray binası idi. Orada Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç ve başka birçok ünlü yazarla karşılaşıyordum. Orada ülkenin her yerinden gelen kitapçılarla da tanışma
fırsatı buluyordum. Çoğundan daha gençtim ama yaşlarına aldırmaksızın fikirlerimi söylüyordum. Dinleyicilerim ister cumhurbaşkanı, ister bir hizmetli olsun herkese eşit konuşma hakkı tanımışımdır. Kimseye saygısızlık etmiyordum ama saygının aklımın önüne
geçmesine ya da geri çekilmeme neden olmasına da izin vermiyordum. Yayıncılar ve yazarlar cesaretimi, açık sözlülüğümü, çocuksu
ve şakacı tavrımı seviyorlardı. Belki de kitaplarımın neden kendi kitaplarından daha çok sattığını merak ediyorlardı. Benden daha entelektüel olduklarını biliyordum; hiç duymadığım kitapları okuyorlardı. Tutkulu bir okur değildim. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir
kitap okuru bile sayılmayabilirdim. Kitaplara karşı pek tahammüllü
değildim. Çoğu kitaba şöyle bir göz gezdirir, birkaç tanesini okur ve
o birkaçının da birkaçını bitirirdim.
1 Temmuz 1986 gecesi yaşadığım değişim sonucu, İlginç Sorular'ın
ikinci cildi çok farklı olacaktı… Hadis ve Sünnet diye Kuran'a ortak
koşulan külliyata ve mezhep öğretilerine yönelik bir kritik olacaktı… Nitekim bu kitap yayımlandıktan sonra aforoz edildim ve
"sapık" ve "mürtet" olarak damgalandım.
Beyan Yayınevi’nin sahibi Ali Kemal Temizer, Sünni fakat aklı başında ve çok dürüst bir insandı. Geleneksel İslam’la sorunlar yaşamaya başladığımda iki kitabımın basımını yaparak çok büyük bir
risk alacaktı. Kitaplarımı radyoaktif olduğum, bir kahramanken hiç
olmaya başladığım ve yükselen bir yıldız konumundan düşen bir
göktaşına dönüştüğüm bir zamanda basmıştı.
İşaret Yayınları’nın sahibi İsmet Uçma da hoşgörülü ve dürüst biriydi. İkisinin de ifade özgürlüğüne büyük saygıları vardı. Her ikisi
de hâlâ geleneksel dinin sınırlarını sınayan kitaplar yayınlamaya devam etmektedir. İsmet, 2007 seçimlerinde İstanbul Birinci Bölgeden
AKP listesinden seçime girmiş ama listedeki yerinden dolayı milletvekili seçilememiş. 24 milletvekili çıkartan bölgenin 13 milletvekilini AKP kazanmıştı ve İsmet listenin 14. sırasında yer alıyormuş.
2011 yılında yapılan milletvekili seçimlerinde de katıldığını biliyordum. Seçim sonuçlarını merak ettim. Bazı akrabalarımın ve eski arkadaşlarımın durumunu merak ediyordum. İsmet meğerse bu kez
AKP'den milletvekili seçilmişti ama yanlışlıkla eski haberi okudum
373
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve onu yeni sandım. Bana göre kıl payı kurtulmuştu! Milletvekilliğini kazanan hiçbir arkadaşıma telefon etmedim ama kaybeden birkaç eski arkadaşa telefon edip onları teselli etmek istedim. İsmet'e
telefon ettim. 1987 yılında İslamcılar arasındaki saflardan ayrıldığımdan beri bu, onunla ikinci konuşmam olmuştu. Seçimdeki mağlubiyetinden ötürü onu kutluyordum; ona belki de Tanrı’nın onu siyasetin pisliğine çekilmekten kurtarmak istediğini söyledim. Böylesi
bir kayıptan ötürü hiç kimse onu kutlamamıştı ve benim tepkime
minnettar olduğu izlenimini veriyordu. Meğerse ben onu gereksiz
yere teselli edip yanlış yere kutluyormuşum. Üstelik de sevinçle girdiği politik ortamı pisliğe benzeterek adamı rencide etmiştim... Teselli edeyim derken kim bilir kalbini kırmıştım.
(Not: Hazret-i Google Radiyallahu Anh ve Kudissellahu Sirrahul
Aziz gerçi dünyanın ve tarihin en büyük alimidir, ama ona soru sorarken dikkatli ve uyanık olmalıyız. Yoksa hazretin eskiden sorulan
sorulara verdiği cevabı bulursunuz. Ölmüş alimlerin mukallitleri nasıl yanlışlara mahkûm oluyorsa Hazreti Google'ın geçmiş nesillere
verdiği cevapları sorgulamadan, incelemeden izlemek de yanlış ve
hatta zararlı olabilir.)
Yayıncılık dünyasının zirvesinde yer aldığım zamanlar, yayınevlerinin yakın takibindeydim. İki kitabım için içlerinde Hekimoğlu İsmail’in de olduğu bir grup nurcu tarafından işletilen TİMAŞ Yayınlarını seçmiştim. Kuran Görülen Mucize ve Kuran'da Demir'in Kimyasal Esrarı kitaplarımı yayımlamışlardı. Ayrıca iki Nurcu grubunun yayımladığı Zafer ve Sızıntı dergilerine de makaleler yazmıştım.
374
Yeraltı İslamî örgütlerinin de sıkı markajındaydım. Onlardan biri
Iraklı Hizbut Tahrir ve bir diğeri de Mısırlı İslamî Cihad örgütüydü.
Benim teolojik anlayışım Hizbut Tahrir’le uyuşmuyordu. Buna sebep muhtemelen babamın açık bir şekilde kurucuları el-Nebhani'nin
bazı fikirlerine karşı çıkmasıydı. Lakin ikinciyi bize çok yakın buluyordum. İslamî Cihad, Mısır başkanı Enver Sedat’a İsrail’le barış
anlaşması yaptığı gerekçesiyle suikast yapınca adını duyurmuştu. 6
Ekim 1981 gecesi cezaevinde televizyonda bu flaş haberin verildiğini ve bir stadyumda bir grup suikastçıya önderlik eden cesur Halid
İslambuli’nin görüntülerini izlediğimi hatırlıyorum. “Firavun’a
ölüm!” diye bağırarak makineli tüfeğiyle askeri bir kamyondan fırlayan Halid, Enver Sedat’ı ve yakınındaki bazı siyasetçileri öldürmüştü. Şiddete karşı olmama rağmen, coşkuya kapılarak Halid’i
kahramanım olarak nitelendirmiştim.
Norşin’den Arizona’ya
İslamî Cihad’ın adını unuttuğum ajanlarından biri, babamın tavsiyesi üzerine benimle temas kurmuştu. Büyük olasılıkla bana kod
adını vermişti. Kırklı yaşların başında uzun boylu Iraklı bir Arap’tı
fakat çok iyi Türkçe konuşuyordu. Beni evimizin yakınlarında bir
lokantaya götürdü. Diğer masalardan uzak bir masada otururken örgütüyle ilgili propaganda yapmaya başladı. İdeolojilerini zaten beğeniyordum ve Halid İslambuli benim kahramanımdı; bu yüzden
propagandaya ihtiyacım yoktu. Onlara katılmamı istiyordu. O her
şeyi berbat edinceye kadar davetini kabul etmeyi düşünüyordum.
Anlattığı bir şey beni fazlasıyla rahatsız etmişti. Şehit olan bir militanlarını örnek veriyordu. Polis, genç bir İslamî Cihad militanının
peşine düşmüştür. Konuşması için işkence edildiği takdirde yoldaşlarının suçlu bulunmasına yol açacak bazı bilgilere sahiptir. Yoldaşlarını korumak için koşarak bir fırına girer ve polis onu yakalamadan
önce kendini yanmakta olan fırına atarak intihar eder. İnsanın yoldaşlarını korumak istemesindeki erdemi anlıyor ve takdir ediyordum
ama intihar etmesinde temelden yanlış bir şeyler olduğunu düşünüyordum. Hayır, kendimi ateşe atmayacaktım.
Her daim anarşist takılmıyorduk; eğlendiğimiz de oluyordu. Ama
eğlencelerimiz başka tür bir şeye dönüşme eğilimindeydi. 1987’de
adalardan birinde piknik düzenlemeye karar verdim. İslamcı gençliğe veda partisi olacak olması bir ironiydi. 1 Temmuz 1986’da sevgilisi, kahramanı ve yükselen bir yıldızı olduğum toplumun güçlü bir
bölümünün siyasi ve dini fikirlerini çoktan terk etmiştim. Geri dönüp
bakınca çevremden fiziksel olarak ayrılışımın aldığı süre beni şaşırtıyor. Yüzlercesini şahsen tanıyordum ve onların da binlercesi beni
yakından tanıyordu. Yüzlerce muhalif ve aktivistle birlikte apolitik
bir gezi düzenlemek benim için yeni bir olaydı.
Hayatım boyunca İstanbul’da yaşamıştım ama bu adaların hiçbirine
gitmemiştim henüz. Davetiye için, “Yılın En Uzun Gününde Bir
Adada Piknik Yapmaya Ne Dersiniz?” başlığıyla güzel bir metin
yazdım ve davetiyeyi Beyaz Saray Kitapevinin kapılarına astım.
(Başlığı hatırlamak bu etkinliğin günü ve tarihini hatırlamamı sağladı. 1980 darbesinden sonraki üç Haziran’ını, yani 1981, 1982 ve
1983 Haziran’ını cezaevinde geçirmiştim. 1985 ve 1986 Haziran’ında da askerdeydim. 1989 Haziran’ında da artık cemaatlerin ittifakıyla aforoz edilmiştim. Geriye 1984, 1987 ve 1988 kalıyor. Bu
etkinlik, büyük bir ihtimalle, 1987 yılının 21 Haziran Pazar günü
gerçekleşmişti.)
375
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bana birkaç kuruşa mal olan bu basit ilan 200’den fazla yoldaşın
dikkatini çekmeye yetmişti. Bilet fiyatları çok düşüktü. Nedense, bu
tür etkinlikleri düzenlemekte hiç zorluk çekmem. Ben bir şeyler yapmaya karar verdiğimde, kendiliğinden bir şeyler olur. Yoldaşlarımdan birinin büyük bir balıkçı teknesi olan bir amcası vardı. Tekne
aynı anda 250 insanı taşıyabiliyordu. Pazar günü bize hizmet vermeyi kabul etti. Başka bir yoldaşımızın bir akrabası da toptan sebze
pazarlama işiyle meşguldü. Bize kasalarca domates, düzinelerce karpuz ve kilolarca beyaz peynir vermeye gönüllü olmuştu. Ve böylece
Kınalıada'ya gitmeye karar verdik.
Yenikapı’dan tekneye binerek Kınalıada’ya gitmek üzere denize
açıldık. Teknede olan bazı arkadaşları siz de tanıyabilirsiniz. Örneğin, yoldaşlarım arasında o zaman bir lise öğrencisi muhalif bir yazar
olan Mehmet Efe vardı. Mehmet Efe yıllar sonra Yeni Şafak gazetesinde yazacaktı, film yönetmenliği yapacaktı. Hem Türkçeyi kullanmaktaki ustalığıyla, hem zekâ ve vicdanıyla Türkiye’de doğan en iyi
yazarlardan biri olacaktı. Daha sonra benim gibi Atlantiği aşacak ve
Yahoo dâhil birçok büyük şirkete hizmet veren başarılı bir web teknolojisi uzmanı olacaktı. Üstün yeteneklerine rağmen maalesef bir
türlü sigarayı bırakabilecek yeteneğe sahip olamayacaktı. Teknede
komedyen arkadaşım Hüseyin Goncagül de vardı. Yıllar sonra televizyonlarda şiir okumakla ünlenecek olan İbrahim Sadri de oradaydı. Daha sonra Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapacak
olan Hakan Albayrak da aramızdaydı. Taşınabilir bir hoparlörüm
vardı. Kısa bir konuşma yaparak programı başlattım. Yoldaşlarımı
mantıklı düşünebilmenin önemiyle tanıştırmaya çalışıyordum. Eleştirel ve mantıklı düşünmeyi teşvik eden sorular hazırlamıştım. Ödüllerim de vardı. Ödül alanları hatırlamıyorum ama kazananlardan biri
22 yıl sonra Facebook aracılığıyla benimle temasa geçerek kendisini
hatırlayıp hatırlamadığımı sordu. Bana kendisinin de o teknede olduğunu ve yaptığım mantık yarışmasında bir radyo kazandığını hatırlattı. Hayır, bana 22 yıl sonra bunu anlatan Hasan Tanrıkulu’nu
hatırlayamadım ama o, o geziyi unutmadığı için memnun oldum.
Sonra hoparlörü devrim marşları söylemesi için Hüseyin’e verdim.
Kısa bir süreliğine aradaki boşluğu “Tek Yol İslam; İslam Gelecek,
Vahşet Bitecek” gibi sloganlarla doldurduk. Hüseyin, Farsça bir
devrim şarkısının müziğiyle aşağıdaki şarkıyı söylüyordu. Sözler
bana tanıdık gelmişti; şiir kitabımdan alınmıştı:
376
Norşin’den Arizona’ya
Allah-u Ekber
Kahraman Afgan gerillalarına…
Allah-u Ekber, Allah-u Ekber
yolunda İslam'ın
kardeşler olalım
acıyı paylaşıp
sevgiyle dolalım
emperyalizmin sağ soluna karşı duralım
müstezafinin hakkı için haydi vuralım
Allah-u Ekber, Allah-u Ekber
bir inkılaptır bu
güneş gibi doğdu
hakikatın nuru
karanlığı boğdu
Allah-u Ekber bayrağımız dalgalanmakta
halka be halka halklar Hak'ta halkalanmakta
Allah-u Ekber, Allah-u Ekber
yıkıldı Firavun
Haman ile Karun (29:30)
Nemruta ne oldu
çağdaşlara sorun
bu inkılap tağutların korkulu rüyası
bu inkılap mazlumların en haklı davası
(Ağustos – 1982, Yusuf’un 40’ıncı Emri, Edip Yuksel)11
Marmara Denizindeki Kınalıada isimli o küçük adayı görünce heyecanlanmıştık. Kıyıya yaklaşınca kayalık tepelerin altındaki plajlarda
uzanan, sandalyelerde oturan ve yüzen insanları gördüm. Teknenin
güvertesine sloganlar atıyorduk. Adada bir hareketlenme olduğunu
fark ettim. Kumsalda yatanların bazıları ayağa kalkıp bizi izlemeye
başlamıştı. Kıyıya 150-200 metre kadar yaklaşınca bazı genç yoldaş11
Ben ABD’ye yerleştikten sonra bu şarkı İslamcıların en sevdiği devrim şarkılarından biri oldu ve hâlâ Youtube ve internet vasıtasıyla bu şarkıyı bulup dinleyebilirsiniz. Ne ironiktir ki yeni kuşak bu şarkının “mürtet” Edip Yüksel tarafından yazıldığını bilmemektedir. Dilerseniz, “Yolunda İslamın Kardeşler Olalım”
kelimelerini aratarak bu şarkıyı internetten bulup dinleyebilirsiniz. Örneğin, şu
linke bakabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=ANHYXmdzfzw
377
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lar iznim olmadan suya atlamıştı. Disiplin kurallarımıza aykırı olmasına rağmen, hoş görebileceğim bir eylemdi bu. Ama plajdakiler benim gibi düşünmüyordu. Sandalyeleri ve havlularını arkalarında bırakıp panik içinde tepeyi tırmanarak yerleşim bölgesine doğru kaçıyorlardı. Önceden plan yapmadığımız ve böyle bir niyetimiz olmadığı halde, şimdi küçük bir adanın bir köşesine barışçıl bir işgal yapmak üzereydik.
Fakat saniyeler sonra çoğu lise öğrencisi olan ikinci bir grubun kendilerinden öncekilere uyarak denize atladığını gördüm. Çok büyük
bir sorunumuz vardı: ikinci gruptakilerin bazıları yüzme bilmiyordu.
Yol boyunca atılan sloganlar nedeniyle aşırı heyecanlanmışlar ve
suya atlayan yoldaşlarını görünce kendilerini kontrol edememişlerdi. Denizi fethetme cihadında öncekilerin yolundan gitmişlerdi.
Mutluluğum birden bire endişe ve korkuya dönüşmüştü. Çığlık atan
ve panik içinde yardım isteyen kafalar... Artık bizim tarafımızda da
panik vardı. Hareketsiz kalmıştım. Ben de yüzme bilmiyordum. Bu
yüzden kimseye yardım edemiyordum. Kargaşa ve gürültüden kimseye talimat da veremiyordum. Allah’a şükür ki bir adalı, hız teknesiyle yakınımızdan geçiyordu. Sloganlarımızı duymamıştı ve önceden yaşanılanları bilmiyordu. Tek görebildiği bazıları adaya doğru
yüzen, birkaçı da su yüzeyinde kalmak için çırpınan bir düzine genç
adamdı. Hız teknesi boğulmakta olanlara yaklaşarak birer birer hepsini sudan çıkardı. Bu arada bizi adaya getiren balıkçı teknesinin
kaptanı suya bir filika indirmişti. İki tekne de denizde 0 veya 8 rakamı çizerek boğulmakta olan gençleri balkabakları ve salatalıklar
gibi denizden topluyordu.
Kıyıya ulaşmayı başarmıştık ama çocuklardan birinin durumu ciddiydi. Çok fazla su yutmuştu ve nefes almıyordu. Tıp fakültesinde
öğrenci olan bir arkadaşımız ona suni teneffüs yapmaya başladı.
Onun için endişeleniyordum. Anne ve babasıyla nasıl yüzleşir ve onlara kötü haberi verirdim? Bu gezinin felaket değil eğlence olması
gerekiyordu. Birkaç saniye sonra, çocuk akciğerlerindeki suyu dışarı
atmayı başardı. Hayata dönmüştü ve ben de rahat bir nefes almıştım.
Ve artık sıra adadaki pikniğimizin zevkini çıkarmaya gelmişti.
378
Ama yanılıyordum. Tepenin üzerinde ellerinde silahlarla jandarmaların beklediğini gördüm. Orada olmalarını haklı gösterecek bir sebep bulamıyordum. Oraya siyasi bir toplantı için gitmemiştik. Küçük bir adanın küçük bir köşesine barışçıl bir istila yapmış olmamıza
rağmen, ne böyle bir planımız ne de niyetimiz vardı. Kendimizi boğulma tehlikesine atmaktan başka yanlış hiçbir şey yapmamıştık.
Üsteğmen dikkatli bir şekilde kayalıklı tepeden aşağı inerek grubun
liderini sormuştu. Beni işaret ettiler:
Norşin’den Arizona’ya
-
Adın nedir?
Edip.
Hemen bu adadan gitseniz iyi edersiniz.
Neden?
Çünkü ada halkı bizi aradı ve sizi şikâyet etti.
Onlara yanlış bir şey yapmadık ki. Akşam 5’e kadar burada
kalacağız. Beraber öğle namazını kılacağız ve sonra burada
piknik yapacağız.
- Hayır, derhal burayı terk edeceksiniz.
Jandarma komutanıyla aramdaki zıtlaşmayı fark eden Hüseyin araya
girdi. Gerginlikten ve çatışmadan hoşlanmayan akıllı bir adamdı.
Arabuluculuk yapmasına izin verdim. Üsteğmen sorunun olay çıkmadan çözülmesine istekli görünüyordu. Belki de bizi gözaltına almasına yetecek kadar adamı ve kamyonu yoktu. Ya da ülkesinin vatandaşlarına karşı silah kullanma fırsatını yakalayıp kahraman olma
veya terfi etme arayışında olanlardan biri değildi. Sebep ne olursa
olsun bizimle konuşuyordu. Bu alışılmadık muameleyi takdir ediyordum. Sonunda bir uzlaşmaya varmaya karar verdim. Namazımızı
kıldıktan sonra piknik yapacak ve sonra gidecektik; gün batımına
kadar orada kalmayacaktık. Orayı hemen terketme niyetimde olmadığını anlayan üsteğmen anlaşmayı kabul etti. Namazımızı kılıp tepedeki jandarmaların bakışları altında piknik yaptıktan sonra, saat
ikiyi geçerken adadan ayrıldık.
Ertesi gün Hürriyet gazetesinde bir haber okudum: “200 kadar
Akıncı ‘Kahrolsun Yahudiler’ diye slogan atarak Kınalı Ada'yı işgal
etmeye kalkıştı.” Yahudiler aleyhine slogan atmamıştık; adada Yahudi azınlığın yaşadığından bile haberim yoktu; adayı işgal etmek
gibi bir niyetimiz de yoktu. O kadar politik olmuştuk ki, pikniğimiz
bile askerlerin ilgisini çekip faaliyetimizi Yahudilerin yaşadığı yeri
işgal etme eylemine dönüştürmüştü. İşgalse Yahudiler ve Hıristiyanlara özgü bir tutumdur.
Kâfirlerin bölgelerini işgal etme alışkanlığımızı uzun zaman önce
bırakmıştık. Kendi bölgelerimizi emperyalist ve sömürgeci Batı’nın
işgallerinden kurtarabilseydik çok mutlu olurduk. Afganistan ve Filistin’i, Çeçenistan ve Bosna’nın işgal edilmesi izleyecekti. Ve günümüzde yeniden Afganistan, Lübnan ve Irak… Bu işgaller kapıların kırılması şeklinde oluyordu. Noel baba kılığında bacadan içeri
girmek biçiminde ve kukla diktatörler, generaller, krallar ve tiranlar
vasıtasıyla işgaller de yaşanıyordu. ABD, Rusya ve İsrail orduları
tarafından milyonlarca Müslüman katlediliyor ve milyonlarcası yerinden, yurdundan çıkarılıyordu. Ama Batı medyası Müslümanları
379
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
barbar ve terörist göstermeyi başarmıştı. Ülkeleri işgal edilen, aileleri katledilen ve işkence görenler, yani mağdurlar saldırgan Hıristiyan ve Siyonistlere karşılık verip onların verdikleri zararın yüzde birinden bile az bir zarar verince insanlığın geleceği için tehlikeli ilan
edildiler. Emperyalistler ve ırkçı güçlerin kameraları, mağdurun en
çirkin ve en öfkeli yüzünü bularak medya (çağın sihirbazları) ekranlarını ve sayfalarını onunla doldurdular.
Özgür bir adam olarak yaptığım balayı yaklaşan askerlik hizmetiyle
son bulacaktı. Özgürlüğümden bir yıl sonra, bu defa daha fazla hapis
cezası tehdidi altında, zorunlu askerlik görevi sebebiyle yeniden
Türk hükümetinin hedefindeydim. O zamanlar bedelli askerlik şansımız yoktu. Ama yine de önümde dört seçenek vardı. Bir daha geri
dönmemek üzere ülkeyi terk edebilirdim. Çürük raporu almak için
kendime zarar verebilirdim. Birkaç askeri doktora rüşvet verip psikolojik veya fiziksel olarak askerliğe uygun olmadığıma dair rapor
alabilirdim. Ya da inanmadığım bir kurumda 18 aylık işkenceye katlanmayı kabul edebilirdim. Birinci seçenek aşırı, ikincisi aptallık,
üçüncüsü ahlaksızlık olurdu; dördüncüsüyse kötünün iyisiydi. Her
nedense gönlüm kardeşimin en sevdiği şiiri okumak istedi:
Kurşun Gazeli
Savaşa girdin kalbim bin yara aldı beni
Ne denli acı varsa aradı buldu beni
Seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste
Bir Ebubekir kıldı bir Ömer kıldı beni
Kurmak bize düştü bu kalbi sökülmüş çağı
Buyruk en ağır yükün altına saldı beni
Atıldık kurşun gibi kentin alanlarına
Bir kaç put ve taş gördü birden irkildi beni
Parça parça bir yürek delik deşik bir bağır
Bir beş değil sevgili bin kurşun deldi beni
Böyle çıktım alana ve yürüdüm yürüdüm
Ne görebildi kimse ne anlayabildi beni
Ve put alanlarından geçtim Ibrahim gibi
Bir savaş bildi beni bir eylem bildi beni
Osman Sarı
380
Norşin’den Arizona’ya
10
Sakıncalı Piyade
Üstler tarafından “sakıncalı piyade” olarak adlandırılarak diğer askerler tarafından sürekli izleneceğim ve sanki bulaşıcı ve ölümcül
bir hastalığa tutulmuş gibi karantinaya alınacağım 18 aylık zorunlu
askerlik hizmetimi tamamlamak üzere askere alındım.
Şubat 1985’te Erzurum’un Dumlu ilçesindeki 51. Piyade Tümeni’ne
teslim oldum. Kış gelmişti ve Dumlu çok soğuk bir yerdi. Oraya vardığımda 30 cm kalınlığında kar vardı. Eğitim alanı çok büyüktü. Ülkenin her yerinden binlerce genç gelmişti. Bakımlı ve üniformalıydılar. Komutanlara nasıl selam verecekleri, hep birlikte nasıl yürüyecekleri, sağa sola nasıl dönecekleri, nasıl tekmil verecekleri, yoklamada nasıl sayım yapacakları ve tüfeklerini nasıl omuzlarına alıp
nasıl indirecekleri gibi temel şeyleri öğreniyorlardı. Bütün bu törensel saçmalıklar, askeri eğitimden ziyade testosteron yüklü amigo eğitimini andırıyordu.
Akşam dersi için 150 acemi asker portatif bir odada toplandık. Dersten önce bedensel ve psikolojik kötü muameleye şahit olmuştum.
Kıdemli askerler acemilere hakaret ediyor ve onları tokatlıyordu.
Geleceğimi tehlikeye atacak bir şekilde karşılık vereceğim böyle bir
muameleye maruz kalmaktan korkuyordum. Fakat şanslıydım. Bana
sataşmadılar. Etüde birkaç çavuş önderlik ediyordu. Askerin el kitabından sıkıcı birkaç paragraf okuduktan sonra yeni gelenlerden fıkra
anlatmalarını istediler. Çok geçmeden herkes müstehcen fıkralar anlatmakta birbiriyle yarışmaya başlamıştı. Kendimi buraya ait görmüyordum. Onlardan on yaş kadar büyüktüm ve bu müstehcen şeyleri
dinlemek istemiyordum. Hayatım boyunca bu tür müstehcen hikâyelere ilgi duymamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse, vergilerimizin gençlerin zihinlerini bozmak için harcandığını görünce çok üzülmüştüm. Eleştirel düşünme becerilerinin geliştirilmesi, bilim ve edebiyat alanlarında eğitilmeleri yerine burada birbirlerine iğrenç fıkralar anlatmaları konusunda teşvik ediliyorlardı. Galiba bu, Türk ordusunun gençleri dine karşı duyarsızlaştırma politikasıydı.
381
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
382
Daha fazla dayanamadım. Bir an için fikrimi söylememin taşıdığı
riski hesapladım. Ama umurumda değildi. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yapmak zorundaydım. Elimi kaldırdım:
- Ülkeme hizmet edeceğimi düşünerek buraya geldim. Ama bugün burada gördüğüm şey, vergileri iğrenç fıkralar anlatmak
için harcadığımızdır. Vatanseverlik bu mu?
Milliyetçilikle veya ulusçulukla övünen insanları hiçbir zaman sevmemişimdir, çünkü bu kelimenin de din gibi kötüye kullanıldığını
biliyorum. Vatanını ve halkını seven bunun reklamını yapmaz. Zaten
bu, sözle değil, dürüst, bilgili, yardımsever, barışsever bir vatandaş
olmakla gerçekleşir. Milliyetçilik şovenizm ya da riyakârlığın üstünü örten bir kelimedir. Bunun yanında, kanlı savaşları haklı göstermek için de kullanılmıştır. Vatanseverlik veya ulusal çıkar devletlerin işlediği vahşetleri aklamaya yarayan sihirli terimlerdir. Fakat
orada oyunu onların kurallarıyla oynuyor, onları kendi silahlarıyla
vuruyordum.
Çavuşlar şok olmuş, birbirlerine bakıyorlardı. Bırakın rütbesiz,
acemi ve yaşlı bir askeri; böyle bir karşı çıkışı hiç kimseden duymadıkları açıkça belli oluyordu. Neler düşündüklerini okuyabiliyordum. Ya bir uzaylı olmalıydım ya da akşam derslerini değerlendirmek üzere bir general tarafından görevlendirilmiş bir subaydım yahut yüksek rütbeli tanıdıklarım olmalıydı. Beş on saniyelik bir sessizlikten sonra içlerinden en cesur olanı yere bakarak cevap verdi:
- Alışırsın.
- Hayır, alışmayacağım; diyerek azarladım onu.
“Ustalarımızı” herkesin içinde azarlamam, alt rütbeli askerler ve
yeni gelenler tarafından takdir edilmişti. Püriten hassaslıklarıma katılmasalar da, itirazımı yiğitlik olarak nitelendirmişlerdi; onlardan
biri, bir parya, emir komuta zincirinin en dibinde yer alanlardan biriydim. Kıdemli askerler ve çavuşlarsa kafa karışıklığı yaşıyorlardı.
Kim olduğumu ve onlara karşı çıkma cesaretini nereden aldığımı bilemiyorlardı. Birkaç gün radyoaktifmişim gibi benden uzak durdular. Ama sadece bir cüretkâr anın sağladığı bir korumaya güvenemezdim. Korumamın sınırlarını ve doğasını yavaş yavaş test edebilirlerdi.
Allah’tan nadiren maddi şeyler istemişimdir. Böyle duaları hep aşağılık dualar olarak görürüm. Gençken bile ettiğim dualar sonsuz kurtuluşumla ilgiliydi. Dinsel olarak ruhani anlamda yetiştirilmemiştim.
Babamın dini bir yaşantısı yoktu. Bir din bilginiydi ama yaşantısında
uzun namazlar veya dini ritüeller olmazdı. Tam tersine günlük farz
namazlarını mekanik olarak kılar ve namazlarında da yemeklerinde
Norşin’den Arizona’ya
ve yürüyüşlerinde olduğu gibi acele ederdi. Belki de dindar gözükmekten kasten kaçınıyordu. Derin dini duyguları nadiren yaşamıştım. Birisini çok iyi anımsıyorum. Babam bana Arapça öğretirken
Gazali ve Maverdi’den bir metin okuyorduk. İlgilenmediğim bir
konu olan riyayı (dini gösterişi) eleştiren bir makaleydi.
Dinin gösteriş için kullanılabileceğini o zamana kadar hiç düşünmemiştim. Doğrusunu isterseniz o yaştayken dini de din adamlarını da
önemsemiyordum. Din gösterişi bana yabancı, tuhaf ve aptalca bir
kavram gibi geliyordu. Ama Arapça metnin tespitlerinden etkilenmiştim. Yalnızca, semboller ve namazlar vasıtasıyla gösteriş yapmaya karşı uyarıda bulunmuyor; gösteriş yapmayarak gösteriş
yapma konusunda da uyarılar yapıyordu. Belirttiğim gibi dindarlık
gösterisinin kendisi bana yabancıdır. Şimdi onun en iğrenç ve utanmaz biçimiyle tanışıyordum. Bana yetişkinlerin zavallı ikiyüzlülüğünü göstermiş olmasına karşın, o makale bana görünenden daha
ötesini düşünmeyi öğretmişti. Bana niyetlerim konusunda eleştiri
yapmayı ve kendime ve Yaratıcıma karşı dürüst olmayı öğretmişti.
Allah bazı dualarımı kabul etmedi. Çoğu zaman, genellikle yıllar
sonra, o duaları kabul etmediği için Allah’a şükretmişimdir. Ancak
en umutsuz olduğum anlarda kabul edilen dualarım da vardır. Yorgundum ve Dumlu’daki durumumdan endişe ediyordum. Eğitim alanında toplanmış ve akşam sayımı için binaya girmeye hazırlanıyorduk. Dondurucu soğukta kuyrukta beklerken, kuyruktaki yerim perdeleri olmayan bir pencereyle çakışmıştı. Revirdi orası. Pencereden
bir askeri doktor ve birkaç hastanın siluetlerini gördüm. Orada olmayı istiyordum. Ama hastalık belirtilerim olmadan oraya gidemezdim. Bedensel olarak yorgun ve zihinsel olarak endişeliydim.
O an cevaplanacağına inanmadan çocukça bir dua ettim. “Allah’ım
yardım et! Bu doktorun beni çağırmasını ve beni bu ıztıraptan kurtarmasını sağla.” Birinci katın dar ve uzun koridorunda hepimiz sıraya girmiş, yoklamaya cevap veriyorduk. Yoklamadan hemen
sonra akşam yemeği ve gece nöbetlerine hazırlanmak üzere serbest
bırakıldık. Tam binadan ayrılırken ismimin ikinci kez çağrıldığını
duydum: “Edip Yüksel!” Etrafıma baktım ve adımı seslenen askere
cevap verdim. Doktorun beni görmek istediğini söyledi. Kulaklarıma inanamıyordum. Doktor tesadüfen adımı duymuş ve beni görmek istemişti. Onu tanımıyordum ama kitaplarımı izleyen bir okurum imiş. Benim için ne yapabileceğini sordu. Birkaç dakika önce
ettiğim duaya Allah’ın verdiği yanıtı geri çevirmek aptallık olurdu.
Bana bir veya iki gün istirahat vermesini istedim. Bir reçete yazdı ve
iki gün istirahat verdi. O iki gün hem iyileşmemi sağladı hem de
eleştirilerimden rahatsız olan kıdemli askerlerin olası tacizlerinden
korunmak için bana zaman kazandırdı.
383
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bereket versin ki iki günlük istirahatimi bitirmeden önce babam askerlik görevimi kolaylaştıracak birini bulmuştu: Albay Doktor Sabahattin Elçi. Asker olmadan çok önceleri babamın öğrencilerinden
biriydi. Patnosluydu. Bir kardiyoloji uzmanı olarak askeri personele
hava değişimi yazma hakkına sahipti. Bu yüzden rütbesinin kendine
verdiğinden daha fazla gücü vardı diyebiliriz. Generallerle iletişimi
kendisiyle aynı rütbeden olanlardan daha samimiydi. Albay beni bölüğümde ziyarete gelince koruyucu zırhım daha da sağlamlaştı. Artık herkes yüksek rütbeli subaylarla bağlantılarım olduğunu biliyordu; at, fil ve vezir tarafından korunan satranç tahtasındaki piyon
gibiydim. Bana diğerlerine yaptıkları gibi kötü muamele edemeyeceklerini düşünerek rahatlamıştım. Cezaevindeyken payıma düşen
kötü muameleyi çekmiştim ve artık daha fazlasına katlanacak gücüm
kalmamıştı.
Bir gece Kürt kökenli bir asker bana bir sır verdi. Komşu koğuşlardan birindeki hırsızlıkla ilgiliydi. İstanbullu çavuş Volkan’ın arkadaşlarından birinin cüzdanını çaldığını kendi gözleriyle gördüğünü
söyledi; cüzdanı yastığın altından çalmıştı. Kanıtlayamayacağı ve
eğitimdeyken dövmek ve kötü muamele etmek vasıtasıyla çavuş çetesinin intikam alacağından korktuğu için, hırsızın kimliğini açıklamaktan korkuyordu. Bölük komutanının çavuşlarla ilişkisinin iyi olduğunu biliyor ve bölük komutanı-çavuş çemberinde bir takım parasal dolaplar döndüğünden de şüphe ediyordu. Ona endişelenmemesini, hırsızın kimliğini açıklayarak arkadaşına yardımcı olacağımı
söyledim.
Derhal başçavuşun odasına gittim. Orta yaşlı, yumuşak huylu bir
adamdı. Ondan, hırsızlık olayını araştırıp hırsızı bulabilmem için çavuşlar dâhil tüm koğuşu toplamasını istedim. Dini geçmişimi bildiği
için, “Büyü mü yapacaksın?” diye sordu safça. “Kendime özgü yöntemlerim var,” diye cevap verdim ona.
384
O gece 80 asker içinde hırsızı bulmaya hazırdım. Ne var ki, görgü
tanığının kimliğini açıklayamazdım. Bu, hırsızı suçlamaya yetmeyeceği gibi, onun için düşmanca bir ortam oluşmasına da yol açardı.
Bu yüzden hırsızın kim olduğunu ortaya çıkartmalı ve sonunda itiraf
ettirmeliydim. Kıdemli çavuştan yoklama yapmasını istedim. Ranzalardan birinin boş olduğunu fark ettim. Araştırınca boş yatağın
şüpheliye, yani Volkan’a ait olduğunu öğrendik. Nedense gösteriye
katılmak istememişti! İstisnasız herkesin koğuşta olması gerektiğini
söyledim. Günün 24 saati askerler çeşitli yerlerde nöbet tutuyordu.
Bu yüzden, bu soruşturma boyunca başka koğuşlardaki askerlerin bu
koğuşun askerleriyle nöbet değiştirmesini istedim. Bütün askerler
gelip yatağına oturunca gösteriye başladım.
Norşin’den Arizona’ya
Hırsızı bulma aracı olarak botumun sol teki, bir hesap makinesi, tükenmez kalem ve bir ekmeğim vardı. Botu komuta bölümüne açılan
kapının arkasına yerleştirdim; o saatte kimse orada çalışmadığı için
çok az ışık vardı. Kapıyı kapattım ve daha önce botumun içine sakladığım sıvı boya tüpünün ucundaki süngerle boyadıktan sonra boya
tüpünü botun içine sakladım. Sonra içeri girip herkesin sol elinin işaret parmağını uzatmasını istedim. Sonra tükenmez kalemle birden
başlayarak herkesin parmağına sırayla rakamlar yazdım. Volkan’ın
parmağına yazdığım rakamı aklımda tuttum.
Herkesin parmağını yazdıktan sonra koğuşun ortasına giderek rakamları hesap makineme girmeye başladım. Türk medyumlar izleyenleri aldatmak için dini semboller ve dualar kullanırlardı. İzleyicilerimi aldatacağımdan emin olduğum için dini sembolleri kullanmadım. Hesap makinesini normal ötesi yeteneklerimi açığa çıkarmak için kullanıyordum. Hesap mesap yaptığım yoktu… Tam bir
parodi yaşanıyordu. Büyük bir merakla, şaşkınlık içinde ve sessizce
beni izliyorlardı. Bir dakika kadar sonra, rakamları çıkarmaya başladım. Rastgele seçtiğim rakamlar arasında şüphelinin rakamının da
olmasına özen gösterdim.
Beş asker önüme dizildi. Şüpheli ortadaydı. Onlara hırsızı teşhir edeceğimi söyledim. Ama hassas bir insan olarak, hırsızın kendiliğinden
öne çıkarak cüzdanı iade etmesini tercih ederdim. Buna karşılık olarak ben de hırsızın kim olduğunu üstlerin bilmesine engel olacak ve
mağdurun da onu affetmesini sağlayacaktım. Hırsızın ortaya çıkarak
suçunu itiraf etmesini ve sorunun barışçıl bir şekilde çözüleceğini
ümit ediyordum. Bu, kıdemli askerlere yaptıklarının yanlarına kar
kalmayacağını öğretecek, acemi askerlerin itibarını artıracak ve rütbeli askerlerin bana karşı düşmanca tavır sergileme olasılığını da düşürecekti. Şüpheli, yemi yutmamıştı. Kendi kendine itiraf etmedi…
Beş kişi içinde yüzde 80 olarak gördüğü şansını kullanmak istiyordu… Bu yüzden tuhaf soruşturmanın ikinci bölümüne geçmek
zorunda kaldım.
Önümde duran beş askerden sağ ellerinin işaret parmaklarını yukarı
kaldırmalarını ve diğer askerlere göstermelerini istedim. Sonra, her
birinden kapıyı açıp arkalarından kapatmalarını rica ettim. Köşede
duran sihirli botu/çizmeyi göreceklerdi. İşaret parmaklarıyla çizmeye dokunup geleceklerdi. Onlara ellerini yumruk yaparak parmaklarını kapatmaları gerektiğini ve sonra geri gelerek önceki yerlerini almalarını hatırlattım. Her asker geldikten sonra, ben koridora
giderek kapıyı arkamdan kapattım ve boyayı çizmenin içinden alarak çizmenin boyasını tazeledim. Şüpheli blöfü yutarsa parmağıyla
çizmeye dokunmayacak ve böylece parmağı ıslak siyah boyaya bu-
385
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lanmayacaktı. Diğer dört kişi tahmin ettiğim gibi çizmeye dokunurken, Volkan akıllısı dokunmamıştı.
İyi ki bir B planım vardı. İlk testimin başarısız olduğunu bilmelerini
istemiyordum. Tersine testin şüpheli sayısını beşten üçe indirdiğini
söyledim. Öteki iki askerden yataklarına dönmelerini istedim. Çok
zalimceydi bu. Kaderleri ve onurları üzerinde tam yetki sahibi olmuştum. Yüzlerinden rahatladıkları çok açık belli oluyordu. Kendini
yaşanacaklardan kurtarması için hırsıza bir şans daha verdim. Hala
suçunu itiraf etme şansı vardı. Ama yapmadı. Böylece ben de diğer
testi uygulamaya geçtim. Kalan üç şüpheli için elimde üç büyük ekmek parçası vardı. Onlardan ben işaret verince ekmekleri ağızlarına
atarak çiğnemelerini istedim. Hırsızın ekmeği yutamayacağını ve
ağzında bir kumaş parçası gibi dönüp duracağını açıkladım. Bu fikir
kendini gerçekleştiren bir kehanet gibiydi. Hırsız aşırı derecede huzursuz olacak ve bu huzursuzluk ağzının kurumasına yol açarak ekmeği yutmasını engelleyecekti. Oyun işe yaradı. Baş şüphelimiz astlarının ve arkadaşlarının meraklı bakışları altında kızarmaya ve terlemeye başlamıştı. Diğer askerler ekmeği çiğneyip tamamen yutunca yaklaşık otuz saniye kadar bekledim ve Volkan’la uğraşmaya
başladım. Sıkıntı içinde bütün gücüyle dişlerini zorluyor ve çenesini
oynatıyordu ama bu durum ekmeği yutmasını daha da zorlaştırıyordu. Sonunda hırsızın Volkan olduğunu açıkladım ve ondan cüzdanı geri vermesini istedim.
Ertesi sabah arkadaşları olan kıdemli askerler onu üstlere söylememem için rica etmeye geldiler. Durumu komutanlara bildirmemem
ve onu affetmem için yalvarıyorlardı. O ana kadar Erzurum’un asıl
eğitim yerim olmadığı ve üç aylık eğitimimin kalan kısmını Denizli’de geçireceğimi öğrenmiştim. Bu yüzden parası çalınan askere
karşı daha fazla kin beslenmesini istemiyordum. Ben gittikten sonra
korumasız kalacaktı. Bir anlaşma yaptım. O askerle sürekli iletişimde olacağımı ve ona her hangi bir kötülük yapmaları halinde
bunu ödemeleri için elimden gelen çabayı göstereceğimi söyledim.
Denizli’deki 11. Piyade Tugayı’na teslim oldum. Her kasaba ve şehirde örgütüme bağlı bir grup insan vardı. Teslim olmadan önce bir
grupla toplantı yapmış ve askerlik yaşantılarıyla ilgili bilgiler edinmiştim.
386
Türk ordusunun göz kamaştıran bir tarihi vardır. Resmi ideoloji Osmanlı tarihinden uzak durur ancak zaferlerinin çoğundan övgüyle
bahseder. Dahası 1950’lerin başında dünyanın Süpermen’iyle Kuzey Kore gibi küçük bir ülkeye karşı aynı saflarda kahramanca çarpışmalarını da gururla anarlar. Süpermen ve onun diğer NATO müt-
Norşin’den Arizona’ya
tefikleriyle birlikte dünyayı Örümcekadam’ın kötülüklerinden kurtarmıştık. Geçmişteki ve gelecekteki yardımlarından ötürü, Türk ordusu Süpermen’den ödül olarak omuzlarındaki vatanseverlik nişanlarının yanında Süpermen’in kullanılmış ve ıskartaya çıkartılmış silahlarını almıştı. Türk ordusunun göğsünü kabartan başka bir serüven de 1974 yılında Kıbrıs’ı işgal etmesidir. Ancak Türk ordusunun
gerçek kahramanlığı, Süpermen’in onayını alarak kendi halkına
karşı yaptığı eylemlerdir. Türk ordusu kendini seçilmiş siyasetçiler
üzerinde bir yüksek yargıç gibi görür. Eğer siyasetçilerin Kemalist
ideolojiden saptıklarını hissederlerse generaller kaşlarını çatar, gürler veya sadece kıçlarına tekmeyi basarlar. Ordu nüfusun belli bir
bölümünden koşulsuz destek almaktadır. Milyonlarca Türk ve güçlü
bir medya, ordu siyasete müdahale ettiğinde generallere alkış tutar.
Ancak 2000 yılından sonra 2011’e kadar Türk ordusunun gücü, Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP’nin peş peşe üç seçimden
büyük bir farkla galip ayrılmasından sonra azaldı ve iktidar askerden
sivillere geçmeye başlayarak generaller de utanç verici bir konuma
düştüler. Çok sayıda general ve askeri personel tutuklanarak demokrasiye müdahale etmek ve askeri darbe planlamakla suçlandı.
Türk ordusu gayri safi milli hâsılanın yaklaşık yüzde altısını harcayarak dünya orduları içinde ilk 15’te yer alır. İşte CIA’in Türk ordusuyla ilgili tespitleri:
“1990’ların başında Türk Kara Kuvvetleri büyüktü ama piyade güçleri kötü donanımlıydı. 14 piyade tümeninin sadece
bir tanesi; 16 piyade tugayının da sadece altısı mekanizeydi.
Sonradan yapılan düzenlemelerle NATO’nun stratejik konseptine uygun olarak oldukça gelişmiş bir ateş gücü olan,
gayet hareketli kuvvetler üretmeyi başardılar. (2005)”
Denizli’de şanslıydım. Bürokratik bir boşluğa düşmüştüm ve atamamı beklemek zorunda kalmıştım. Bu yüzden yaklaşık iki haftam
belirsizlik içinde geçti. Kışlada boş boş gezindiğimi gören bir başçavuş beni çağırıp bana çeşitli işler verdi: yeşil bez parçalarını kamuflaj için kullanılan büyük bir ağa bağlamak, depoyu temizlemek,
bulaşıkları yıkamak vesaire. Kendini düşünen mantıklı her insan gibi
şartları mantıksız buluyor ve uyanıklık yapıyordum. Uyanıklığımı
ahlaksızlık veya mantıksızlık olarak nitelendirmiyordum, çünkü
benden yapmamı istedikleri işlerin çoğu yararsız ve anlamsız şeylerdi. Elbette rütbesiz her piyade eri gibi, benim de, yaptığım işin
anlamını düşünmem istenmiyordu. Bu sıkıcı işler anlamsız olmasına
rağmen, zor ve sıkıcı işlere katlanma gücümü artırmama yardım ediyordu. Türk devleti ve ordusuna kendimi bağlı hissetmediğim için
387
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
388
yaptığım şeyin etik olup olmadığı konusunda kafamı fazla yormuyordum. Orduyu düşmanımın bir kurumu olarak görüyordum. Bu
yüzden kendimi kendi işime verdim; kütüphanede kitap okumaya
başladım.
Kendimi terk edilmiş peynir fabrikasındaki bir fare gibi hissediyordum. Orada beni kimse bulamazdı. Tek yapmam gereken sayım esnasında ortaya çıkmak ve zamanında yatmaya gitmekti. Ara sıra bazı
görevler için beni seçiyorlardı ama iş biter bitmez kendimi yeniden
kütüphaneye atıyordum. Ordu kütüphanesi sığınağım olmuştu.
Orada Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın çıkardığı aylık dergiyi de
keşfettim. Silahlarla, savaş stratejileriyle, çeşitli askeri konularla ve
savaş "sanatıyla" ilgili haberler ve bilimsel makalelere yer veriyorlardı. İki hafta içinde yaklaşık elli tanesini baştan sona okumuştum.
Bazı yüksek rütbeli subayın varlığından bile haberdar olmadığı askeri bilgiler edinmiştim. Sonra bu iki harika hafta boyunca edindiğim bilgilerle komutanlarımı hayran bırakacak ve bazen de gözlerini
korkutacaktım.
Sonra bana askerliğimin geri kalan kısmını tamamlayacağım yer
söylendi. Amasya’daki 15. Piyade Eğitim Tugayı’na gönderildim.
Orada ilginç şeyler hissediyordum. Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nın tohumlarını attığı iki anahtar şehre gitmiştim: Erzurum ve Amasya. Nedense sonunda kendimi Samsun’da bulacağımı
düşünmeye başlamıştım. Ters istikamette olsa bile Atatürk’ün yolundan gidiyordum. Halkı sırasıyla Samsun, Amasya ve Erzurum’dan örgütlemeye başlamıştı. Kardeşim Nedim’e telefon edip bir
dahaki askeri durağımla ilgili olan tuhaf hislerimi onunla paylaşmıştım. Benimle alay etmişti. Ama hislerim doğru çıkmış ve birkaç gün
sonra Samsun’a gitmek için hazırlanmam söylenmişti.
Yaklaşık bir hafta Amasya’da kaldıktan sonra Mayıs ayında Samsun’daki 56. Piyade Alayı’na gönderildim. Samsun’un girişinde otoyol üzerindeki levhada yazılanları hâlâ hatırlıyorum: “19 Şehrine
Hoş Geldiniz.” Yüzümde kocaman bir gülümseme olmuştu. 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a gelişi her yıl 19 Mayıs’ta resmi
tatil olarak kutlanmaktadır. Osmanlı alfabesinde Samsun isminin
(S90A1M40S60U6N50) 247 (13x19) rakamsal değeri olduğunu da
biliyordum.
O ana kadar 19 rakamının Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun
hayatında oynadığı gizemli rolü de öğrenmiştim. Bildiğim kadarıyla,
bu durum ilk olarak 1951 yılında, Yeni Sabah gazetesinde köşe yazarlığı yapan Kadircan Kaflı tarafından gündeme getirilmişti. Fakat
bu bilgi bir şekilde kamunun dikkatinden kaçmış ve en ünlü Türk
hakkında herkesin bildiği bir bilgi olamamıştı ve muhtemelen bunu
Norşin’den Arizona’ya
bilen sadece birkaç kişi vardı. Atatürk’ün hayatındaki 19 merkezli
şaşırtıcı tesadüfleri öğrenince hayat hikâyesini okuyarak kütüphaneleri ve müzeleri ziyaret ederek onunla ilgili kendi araştırmamı yaptım. Atatürk’ün Anıtkabir’deki türbesini bile ziyaret ettim. Her seferinde karşıma daha fazla 19 çıkıyor ve şaşırıyordum. Bütün hayatını
19 rakamı kontrol etmişti. O vakitler radikal bir Sünni olduğum için,
onun hayatında Kuran’da adı geçen 19 kodunun bolluğunu Deccal
olduğuna dair ilahi bir işaret olarak görüyordum. Lakin bir yıl içinde
bu düşüncem, özellikle de 1 Temmuz 1986’da monoteizmi kabul
edince, tepetaklak olacaktı. Birinci basımı 1984 yılında yapılan İlginç Sorular kitabımın ilk cildinde Atatürk’ün hayatıyla ilgili yayımladığım bazı örnekleri sizinle paylaşmak istiyorum:
Doğum yılı: 1881 veya 99x19
Doğum kayıt numarası: 19
Nüfus kaydı: 993814 veya 52306x19
İlk politikaya atıldığı tarih: 1900 veya 100x19
Askeri okuldan mezun olan Türkler arasındaki liste
numarası: 19
Askeri Akademiye kaydolduğu dönem: 57 veya 3x19
Yüzbaşı olarak orduya alındığında listedeki sırası: 38
veya 2x19
Komuta ettiği ilk alayın numarası: 38 veya 2x19
Komuta ettiği ikinci alayın numarası: 57 veya 3x19
Albay rütbesine terfi ettirildikten on dokuz gün sonra 19.
Tümen’e atandı.
Samsun’a giderek 19 Mayıs 1919’da (101x19) düşmana
karşı mücadeleyi başlattı.
Ulusu bağımsızlık için örgütlediği yıl: 1919 veya 101x19
Samsun’a giden gemideki komutan sayısı: 19
Mareşal ve general unvanı aldığı tarih: 19 Eylül 1921
Aldığı şeref madalyalarının toplam sayısı: 19
İlk meclisteki sandalye numarası: 19
İstanbul’daki evinin numarası: 76 veya 4x19
10 Kasım 1938’de (19x102) 57 (19x3) yaşında öldü.
Cenazesi 19 Kasım’da kaldırıldı.
Cenazesinde çalınan marş Chopin’in 19. marşıdır.
Cenaze marşındaki nota sayısı: 19
Banka hesabında bıraktığı para miktarı: 19000 Lira veya
1000x19
389
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Osmanlı harfleriyle hayatında önemi olan şehirlerin
rakamsal değerleri,
Selanik: 171 veya 9x19;
Samsun: 247 veya 13x19 ve
Ankara: 361 veya 19x19
Mustafa Kemal Atatürk adındaki harflerin sayısı: 1912
Alaya gün batımından sonra vardım. Deniz kıyısındaki şehre yukarıdan bakan bir tepedeydi. İki ana binası ve birkaç tane de küçük
binası vardı. Kapıda güler yüzlü, mutlu görünümlü bir üsteğmen tarafından durduruldum. Orada beni beklediğini fark ettim. Dört ya da
beş katlı binaya beni götürmesi için bir asker çağırdı. İçeri girince
ranzalardan oluşan bir koğuşa alındım.
Sabah kalkıp kahvaltı etmek için kafeteryaya inince askerlerin benimle konuşmadığının farkına vardım. Sonra askerlerin benimle konuşmaması için alay çapında bir emir verildiğini öğrendim. Sakıncalı, hatta çok sakıncalı bir piyade olduğumu bildiğim için şaşırmamalıydım. Kahvaltıdan sonra çavuşun biri yukarıdaki toplantı odasına gitmem gerektiğini söyledi. Elimde spor çantamla toplantı odasına girince yüksek bir koltukta oturan bir albayın önünde on yüzbaşı
ve iki binbaşının ayakta durduğunu gördüm. Büyük otorite sahibi olduğunu zanneden bir kral gibi davranan tombul ve huysuz görünümlü bir adamdı. Onun gözünde sinek kadar değerim olmadığı izlenimini veriyordu bana.
Benim gözümde ise o süslü püslü elbiseler giymiş güçsüz şişman bir
adam, maaşını vergilerimizden alan ve ona teslim olan daha zayıf
insanlara karşı kibirli davranan şımarık bir sınıfın üyesi idi. Maalesef
bunları onun yüzüne haykırmak benim askerliğimi yakacak ve belki
hayat boyu hapishanelerde çürütecekti. Bu yüzden ruhsatı kullanıp,
albayı selamlayarak kendimi sorgulamaya hazırladım:
12
390
Edip Yüksel sen misin?
Evet, komutanım; ben Edip Yüksel.
Çantanda ne var?
Kitaplarım.
19 rakamı hem olumlu hem de olumsuz tepkiler doğurduğu için 19 rakamına
karşı alerjisi olanlar açık gerçekleri çarpıtma yoluna gitmektedirler. Örneğin birçok Sünni din adamı Besmeledeki harflerin sayısını 21’e çıkartmaktadır. Birçoğu
Atatürk’ün hayatındaki gerçekleri de çarpıtmaktadır. Onların iddialarından çoğunu Türkçe forumlarda çürüttüm. Bu tartışmaları ileride yayımlayacağım bir kitapta anlatmayı düşünüyorum.
Norşin’den Arizona’ya
-
Okulda ya da kütüphanede mi olduğunu zannediyorsun?
Hayır komutanım. Onları boş zamanlarımda okurum diye aldım.
- Şu kitaplara bir bakayım.
- …
- Kaç yaşındasın?
- 26.
- Askere neden geç geldin?
- Üniversite öğrencisiydim ve sonra da cezaevine girdim.
- Hapse neden girdin?
- Türkiye’deki laik devlete karşı İslam Devrimi yapmaya çalışmaktan.
- Hapiste ne kadar kaldın?
- Üç buçuk yıl.
- Akıllandın mı?
- Komutanım, cezaevleri insanları daha akıllı yapmazlar.
- O halde sen tehlikeli birisin. Hiç kimseyle din ve siyaset konuşmayacaksın.
- Emredersiniz komutanım.
Daha sonra yüzbaşı ve binbaşılarına dönerek resmi bir şekilde
emir verdi:
- Onunla hiçbir şeyi tartışmayacaksınız.
- Emredersiniz komutanım!
Odadan çıkmam ve koridorda beklemem emredildi. Onları birer zavallılar olarak düşünmekte haklı olduğuma tanık olmuştum. Albay
benim yanımda subaylarını küçük düşürmüştü. O emri ben gittikten
sonra verebilirdi. Subaylarının entelektüel kapasitesi ve sadakatine
güvenmiyordu. Propaganda becerilerimle ilgili olarak abartılı ve paranoyak değerlendirmelerden oluşan gizli bilgiler almış olmalıydı.
Ama sakıncalı bir piyadenin önünde subaylarına yaptığı muamele hiç
de akıllıca değildi. Dahası, subaylarını davama çevirmek gibi bir niyetim yoktu. Ben devrimci bir çiftçiydim ve tohumlarımı verimsiz ve
kayalık bir araziye ekerek sınırlı kaynaklarımı boşa harcayamazdım.
Onlar benim davama uygun değildiler; benim davam askerler ve gönüllü köleler için değil, cesurlar ve özgürler içindi. Benimle ilgili haberleri güvenilir kaynaklardan aldıysalar, deli olmadığımı da biliyor
olmalıydılar. Benim davam teokratik bir devrim için gençleri indoktrine ve organize etmeyi temel alıyordu. Propagandamızın hedefine
askeri koymamıştık henüz. Kim bilir, belki de yıllar önce İran’da olduğu gibi sonraki aşamamızın bu olacağını düşünüyorlardı.
Saçları önde seyrekleşen sarkık omuzlu ve gözlüklü bir yüzbaşı,
391
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Tayfun Özdemir, yanıma gelerek onunla dışarı çıkmamı emretti.
Bana onun bölüğüne atandığımı söyledi. Babacan ve cana yakın görünüyordu. Alayın büyük avlusunda yürümeye başladık. Bana hem
rica ediyor hem de beni tehdit ediyordu. Albayın emirlerini tekrarlıyordu: kışlada hiç kimseyle siyasi faaliyetlere girişmeyecektim.
Ama yüzbaşı kurala bir de istisna koydu. Siyasi ve dini konularda
konuşma ihtiyacı duyduğumda odasına gidip onunla konuşabilecektim. Siyasi ve dini konularda benimle tartışmaktan memnun olacağını söyledi. Büyük bir ihtimalle ben odadan ayrıldıktan sonra albayla konuşarak benimle iletişime girme kapısını tamamen kapatmamayı önermişti. Günün birinde, patlayacak düdüklü tencereye dönüşmemden korkuyor olmalıydı.
Bana masa başı işi vermeyeceklerdi, çünkü orada güvenilmez biriydim. Arazide müfreze eğitimine katılacaktım. Eğitim mi? Aslında
eğitim dedikleri basit görevlerin tekrarı, basit tanımların ve kuralların ezberlenmesinden ibaretti. Sabahtan akşama antika bir makineli
tüfeğin başında duruyor ve bütün gün aynı lanet şeyi tekrarlıyorduk.
Ya da aynı silahı tekrar tekrar söküp takıyorduk. Aynı şeyi ertesi gün
yine yapıyorduk. Askerlerle her gün U şeklinde bir araya gelip aynı
şeyi tekrarlayıp durmaktan ve sıkıntıdan çıldıracak gibiydim. Zihinsel anlamda işkence edildiğimi düşünüyordum. Beyin hücrelerimin
entelektüel işler ve bilgi eksikliğinden ölmekte olduğunu hissediyordum. Akşamları yaklaşık 70-80 askerle kafeteryada derslerimiz oluyordu. Askeri kurallar, prosedürler ve rütbelerle ilgili küçük bir kitapçığımız vardı. Ortalama entelektüel kapasite ilköğretim 7. sınıf
düzeyindeydi.
Birkaç hafta sonra kıdemli askerler belirli yerlerdeki nöbet görevleri
için acemi askerleri göndermeye başladılar. Bunu eğitim amacıyla
yapıyorlardı. Elimizde boş makineli tüfeklerle binaların ve park yerlerinin önünde nöbet tutuyorduk. Miğferlerimizi, postallarımızı ve
bütün diğer teçhizatı giymek zorundaydık. İki saatlik nöbet görevi her
gece iki saat ileri giderdi. En kötü nöbet gece 1 – 3 nöbetiydi. Başlarda bu görevlerden hoşlanıyordum. Ama zamanla başa çıkması zor
bir hale geldi. Özellikle de barın kapısı önünde nöbet tutmaya gönderildiğimde çok büyük sorun yaşadım. Bu durum içki karşıtı radikal
bir dindar için müthiş bir aşağılamaydı. Ama başka seçeneğim yoktu.
392
Hiçbir entelektüel faaliyet yapamadığım için zamanımı boşa geçirdiğimi düşünüyor ve kendimi oldukça gergin hissediyordum. Beni siyasi faaliyetlerim ve kitaplarım sayesinde tanıyan birkaç asker vardı
ve onlarla kısa süreliğine camide buluşuyorduk. Cuma günleri cami
doluyordu ve Cuma namazlarından sonra imamla ve gençlik örgütümüzden olan birkaç askerle vakit geçiriyordum; bana samimiyetle
Norşin’den Arizona’ya
saygı duyuyorlardı. Bizim gibi asker olan Karadenizli genç imamın,
Türkiye’ye şeriat getirme yükümlülüğümüzden bahsettiğini duyunca
kulaklarıma inanamamıştım. Hiçbir imam böyle bir konuşma yapmaya cesaret edemezdi. Geçmişte böyle konuşmalar yapmaya cüret
eden az sayıdaki imam tutuklanıp demir parmaklıkların arkasına konulmuştu. Dahası burası bir mahallenin uzak bir köşesindeki bir cami
değil, askeri üssün içindeki bir camiydi ve cemaatin içinde teğmenler,
üsteğmenler, yüzbaşılar ve yarbaylar da vardı. Vaazın derhal kesilip
imamın tutuklanacağını zannediyordum. Ama kimse karşı çıkmadı.
Namazdan sonra teokrasi propagandası yaptığı için tutuklanacağından emindim. Ama hiçbir şey olmadı. Namazdan sonra cesaretinden
dolayı o genç adamı kutlamak için bir süre arkada bekledim.
O cesaretin sebebini öğrenmem uzun sürmedi. İmam bir muhbirdi
ve radikal İslamcı gibi davranarak benim olası fitne çemberime sızmak için emir almıştı. Ama ben albayın çemberine sızmıştım çoktan.
Bir yüzbaşı, iki teğmen, daha da önemlisi albayın özel postası benim
gizli destekçilerim ve muhbirlerim olmuşlardı. Ama kötü bir niyetim
yoktu. Ne kimseye zarar vermek istiyor ne de kimsenin bana yardım
ettiği için zarara uğramasını istiyordum. Bana geçekten bağlı mı
yoksa çift taraflı çalışan casus mu olduklarını kestiremiyordum.
Okurlarımdılar ve benimle şahsen tanışmadan önce beni ve ailemi
tanıyorlardı. Ama şimdi en azından üçünün gerçek destekçiler olduğundan eminim. (Yüzbaşı Şevket, Teğmen Sedat Arlı ve albayın
postası Adnan Yenidoğan’la dostluğum askerlik hizmetimi bitirdikten sonra da devam etti.) Oradayken önemsediğim tek şey hayatta
kalmaktı. Kendimi Firavun’un ordusundaki bir köle gibi görüyordum ve askerden sonra yazılarıma ve siyasi liderliğime devam edebilmek için onu özgür, aklı başında ve sağlıklı tutmak zorundaydım.
İki ya da üç ay sonra kitap veya dergi okuma arzum dayanılmaz olmuştu. Okuma bağımlısı ve kitap tiryakisiydim. Buraya geldiğim ilk
gün komutanımın tahmin ettiği tedaviye ihtiyacım vardı. Birisiyle
konuşmam gerekiyordu. Arada bir ikinci kata subayların odasının
bulunduğu yere gidiyor ve yüzbaşının kapısını çalıyordum. Beni kibar bir şekilde odasına alır ve dinlerdi. Bir keresinde elimde Arapça
bir Kuran’la ona bir saat kadar vaaz vermiştim. Onun sık sık içki
içtiğini ve ateist olduğunu biliyordum. Nedense o gün, onun benim
İslam anlayışımı kabul edeceğini düşünmüştüm. Fikirlerime karşı
çıkmıyordu. O, masasında bir sandalyede oturuyorken ben yarı esas
duruş vaziyetinde ayakta duruyordum. İlk kez sözümü kesti ve elimdeki Kuran’dan rastgele birkaç ayet okumamı istedi. Her ayeti
Arapça okuduktan sonra birer birer Türkçe’ye çevirdim. O ayetleri
393
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
hâlâ hatırlıyorum. 24:54-57 ayetleriydiler. Ayetleri okurken, mesajımı bitirdikten sonra kapanış sözleri olarak onlardan daha iyisini bulamayacağımı düşünüyordum. Benim durumumu ve o adamla olan
iletişimimi tanımlıyorlardı:
24:54 De ki, "ALLAH'a ve elçiye uyunuz. Reddederseniz, o
kendi görevinden sorumludur, siz de kendi görevinizden sorumlusunuz. Ona uyarsanız, doğruyu bulursunuz. Elçinin tek görevi, mesajı açıkça bildirmekten ibarettir.
24:55 ALLAH, inanıp erdemli davrananlarınızı, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi onları da egemen
yapacağına, kendileri için seçtiği dini yerleştireceğine
ve korkularını güvene çevireceğine söz vermiştir.
Çünkü onlar bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi
ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr edenler, yoldan
çıkmış olanlardır.
24:56 Namazı gözetiniz, zekâtı veriniz ve elçiye uyunuz ki
merhamet edilesiniz.
24:57 İnkar edenlerin bizi aciz bırakacaklarını sanmayın.
Onların varacağı yer ateştir; ne kötü bir varış noktasıdır.
Orada durdum. Can kulağıyla dinliyordu ve kelimelerin gücünü hissetmiş gibi görünüyordu. Kendimi o ayetlerde belirtilen elçi gibi hissediyordum. Hiçbir şey söylemedi ve teşekkür ederek odasından ayrılmamı istedi.
Sıkıntım ve yılgınlığım doruk noktasına ulaşınca şok edici bir karar
verdim. Beni kütüphaneye koysunlar diye bir araç icat edecektim.
Kararım şok ediciydi çünkü laik Türk ordusuna yardım etmek İslamî
hareketime ihanet etmek anlamına geliyordu. Kendi irademle düşmanıma yardım edecektim. Devrimimizin doğası hakkında düşünerek kararımı aklamaya çalıştım. Orduyla savaşacak bir aşamanın yakınında bile değildik. Orduyla hiçbir zaman silahlı bir çatışma yaşamayacağımızı düşünüyordum. Benim desteklediğim devrim kansız
bir halk ayaklanması şeklinde olacaktı ve bu, orduyu da dönüştürecekti.
394
Böylece kendimi ilk icadım üzerinde çalışmaya verdim. Günde toplam dört saat süren nöbet sürelerim boyunca düşünmeme yetecek
kadar zamanım oluyordu. Bu sıkıcı dört saat, fikrimi kafamda tasarlamam için mükemmel bir fırsattı. İcat sürecini doğal olarak biliyordum. İlk iş olarak çözülmesi gereken bir sorun bulmak zorundaydım.
Sonunda aklıma birçok problem geldi. Makineli tüfek olarak G-3
Norşin’den Arizona’ya
kullanıyorduk ve şarjörleri sadece 20 fişek alıyordu. Özellikle çatışma anında yarı otomatik modda kullanıldığında, askerler şarjörde
kaç tane mermi kaldığını bilmiyordu. Fişeklerin izini sürmek uygulamada mümkün değildi ve bu da şarjörün verimsiz kullanılmasına
sebep oluyordu. Şarjörü erken değiştirmek, tüfeği kullanan kişiyi ondan maksimum kapasitede yararlanma fırsatından mahrum bırakıyordu ve tamamen boşaldıktan sonra değiştirmek de çatışma esnasında çok riskli olurdu.
Mermi-sayar’a ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Şarjörümde kaç
tane mermi kaldığını tam olarak bilmem çok iyi olurdu. Güzel bir
icat olacağını düşünüyordum. Fakat icadımı düşünmeye başlamadan
evvel yaratıcı manevra saham için üç ideal özellik belirlemiştim.
Alet çok doğru ve masrafsız olmalı ve önemli değişiklikler yapmaya
fırsat vermeden makineli tüfeklere kolaylıkla takılabilmeliydi.
Zihnimde aniden dijital bir saat belirdi. Ucuz dijital bir saati mermisayar olarak kullanabilirdim. Bu saatlerin ayarlanabildiğini biliyordum. Dakika ayarı modunda, düğmeye basarak rakamları 00’dan
60’a kadar birer birer ilerletebilirdim. O düğmeye iki tel bağlayabilirsem rakamları telleri birbirine değdirerek ilerletebilirdim. G-3 tüfeklerinin şarjörünün üzerinde,
yanlarda boş kovanların dışarı çıkmasını sağlamak
için yatay yuvaları olduğunu da biliyordum, içeri
giren şeyin dışarı çıkması gerektiğini de... Her merminin bir kovanı vardı ve kullanılan her mermi kovanı yatay yuvadan dışarı atılırdı. İşte bu kadar!
Yuvanın altında saati yerleştirmek çok kolay olacaktı. Ve eğer bakır tel yerine çelik tel kullanırsam,
bu tel aynı zamanda yay işlevi de görürdü. Boş kovan yuvadan atılırken bir an için devreyi tamamlayacak ve dakika ayarını bir rakam ileri götürecekti.
Teori güzeldi ama dijital saatin ve çelik telin tepkime süresinden emin olamıyordum. Otomatik
moda alındığında kovanlar çok hızlı çıkarlar.
Böylece bir dijital saat kullanarak deney yapmaya
karar verdim. Çarşı izinlerimin birinde dijital bir
saat ve gerekli malzemeyi aldım. Mermi-sayarı tüfeğin altındaki boşluğa takabilmek için tahtadan
bir kutu tasarlayarak bir kenarına mıknatıs yerleştirdim. Birkaç gün içinde elimde bir mermi-sayar
numunesi oldu. Yüzbaşıdan deneme atışları için
izin istemeden önce, numuneyi mermi kullanmadan test etmek istiyordum. Mahcup olmamak için
395
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
aletin çalıştığından emin olmam gerekiyordu. Şarjörden yirmi
mermi alarak aralarında iki-üç santim boşluk olacak şekilde onları
masanın üzerinde yan yana dizdim. Dakikayı 00’a getirdim. Sonra
mermi-sayarı aldım ve tellerini mermi kovanlarına paralel olacak şekilde tutarak onlara hafifçe dokunurken birinci mermiden başlayarak
son mermiye kadar mermi-sayarı hareket ettirdim. Mermi-sayara bakınca 20 rakamını gördüm ve çok sevindim. Sonra başka sayılarla
da deney yaptım ve her seferinde mermi-sayarın doğru rakamı gösterdiğini gördüm. Şimdi deneyimi gerçek hayatta yapmak için hazırdım. Dosdoğru yüzbaşının odasına gittim ve ona icatla ilgili iyi haberi verdim. Biraz şaşırmış görünüyordu ama fazla bir tepki göstermedi. Mutluluktan zıplayacağını ve test etmek için beni derhal dışarı
çıkaracağını zannediyordum. Bir dahaki atış eğitimine kadar beklememi söyledi. Ama benim bir ay bekleyecek sabrım kalmamıştı.
Denizli’deyken okuduğum askeri dergiye yazmaya karar verdim.
Mermi-sayarın amacını, yararını, tasvirini, tahmini masrafını ve kullanımdaki G-3 tüfeklerine kolaylıkla takılabileceğini yazdım. Askerlik hizmetimi yerine getirdiğim üssün adresini verdim.
Madem icat işine girişmiştim, hızımı alamayıp başka bir icat daha
yapmaya karar verdim. Bu defa bir mesafe ölçme cihazı yapacaktım.
Askerin El Kitabı’nda birkaç tane mesafe belirleme tekniği vardı
ama ben bunların yeteri kadar doğru sonuç verdiğini düşünmüyordum. Bunlardan biri başparmak ve gözü kullanmak ve diğeri de mesafeyi bir futbol sahasıyla karşılaştırmaktı. Bunların hepsi kaba tahminlerdi. Daha iyi ve daha kullanışlı bir mesafe belirleme tekniği
bulmak istiyordum. Buldum ve ona Mesafe Tahmin Cetveli adını
verdim. 15x10 cm boyutlarında dikdörtgen bir karttı bu. Yedi satır
ve yaklaşık 12 sütundan oluşuyordu. Sağdaki ilk sütun insan, otobüs,
ev veya üç katlı bir apartman gibi ölçüsü bilinen nesnelerden meydana geliyordu. Her bir sütun ya da satır, satırdaki nesnenin uzaklığını metre cinsinden temsil eden rakamlar taşıyordu. Rakamlar soldan sağa milyem cinsinden artıyordu çünkü daha uzaktaki nesneler
daha dar aralıklara sığabiliyordu. Kartın üzerinde her bir satıra hizalanabilen bir oku olan, hareket eden bir şerit muşir vardı. Kullanmadan önce kafanıza koyup gerebilmeniz için kartın her iki ucuna da
bir ip yerleştirmiştim; gözünüzden tam olarak 51 cm uzakta durması
gerekiyordu. Şimdi üç katlı bir binanın uzaklığını ölçmek istediğinizi var sayalım. Kartı 90 derece döndürüp yerle binanın çatısını sabit sağ çentikle hareket eden şeridin arasına yerleştirmeniz gerekiyor. Binanın göründüğü satırdaki hareketli şeride en yakın olan rakam, binanın metre cinsinden uzaklığıdır.
396
Askerlik hizmetimin yarısına geldiğim sırada birkaç günlüğüne eve
Norşin’den Arizona’ya
gittim. Geri döndüğümde icatları çoktan unutmuştum. Komutanım
muhtemelen değerini kavrayamadığı için icatlarımla ilgilenmemişti.
Sadece emirleri yerine getiriyordu. İcatlar onun dünyasına yabancıydı.
Bir akşam vakti, alayımız banyo yaparken onbaşının biri beni çağırdı. Hemen albayın odasına gitmem gerekiyordu. Odaya girince,
yüzbaşıyı albayla birlikte ayakta dururken gördüm.
- Edip Yüksel, geldim komutanım!
- Direk olarak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na mektup göndermeye nasıl cüret edebildin?
- Hangi mektup, komutanım?
- Emir komuta kademesindeki herkesi atladın. Onbaşını,
çavuşunu, üstçavuşunu, başçavuşunu, teğmeni, üsteğmeni,
yüzbaşıyı, binbaşıyı, yarbayı, beni, tuğgenerali, tümgenerali,
korgenerali atlayarak direkt generale yazdın.
- A evet, komutanım. Birkaç ay önceydi. Yüzbaşıya bahsettim
ama ilgi göstermedi.
Yüzbaşı sessizce duruyordu. Albayın öfkesini üzerine çekmek
istemiyordu.
- O mermisayar nerede, bana göster?
- Yanımda değil komutanım. İstanbul’a gidince onu evde
bıraktım.
- Bu gece ondan bir tane yapmak zorundasın. Tuğgeneral onu
yarın istiyor. Yarın Amasya’ya gideceksin.
- Ama bazı malzemelere ihtiyacım var, komutanım.
- Umurumda değil. Yarına kadar onu yapacaksın. Şoförümü ve
cipimi sana vereceğim. Muhabere laboratuvarı da hizmetinde
olacak. Gerekirse şehir merkezine gidip dükkân sahiplerini
uyandıracaksın. Ama her durumda onu yarına kadar hazır
istiyorum.
- Emredersiniz komutanım! Bu arada başka bir icadım daha
var.
- Ne?
- Başka bir icat komutanım.
- Nedir o?
- Mesafeyi büyük bir doğrulukla ölçen bir alet.
- Yanında mı?
- Evet, komutanım, İşte burada. Bu ipten çemberi ka-fanıza
yerleştiriyorsunuz ve kartı gözlerinizin önünde ileri doğru
uzatıyorsunuz. Sonra bir nesne buluyor ve o nesneyi tam
olarak sabit çentikle hareketli şeridin arasına yerleştiriyorsunuz. Sonra da şeridin üzerindeki okun karşısına
397
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bakıyorsunuz. Okun karşısındaki rakam nesnenin metre
cinsinden uzaklığını veriyor.
Postasını çağırdı ve dışarı çıkıp odasının bulunduğu binayla kapının
arasındaki mesafeyi ölçmesini emretti. Onun benim aletimle yaptığı
ölçü 146 metreyi gösteriyordu. Postası gelerek mesafenin 143 metre
olduğunu söyledi. Mesafe-ölçerden etkilenmiş görünüyordu. Ama
generalden aldığı mektuba geri döndü:
- Yüzbaşın yarın seni Amasya’ya götürecek. Acele etmek
zorundasın.
- Emredersiniz komutanım.
Mutlu olmuştum. Sonunda askeri eğitim işkencesinden kurtulacaktım. Sabahleyin mermi-sayar elimdeydi. Kahvaltından sonra yola
koyulduk. Amasya yaklaşık 130 km uzaktaydı. Yüzbaşı huzursuz
görünüyordu. Bana sürekli olarak iki icatla ilgili sorular soruyordu.
İkisini de beş yaşındaki bir çocuk kullanabilirdi. Ama yüzbaşı icatlarla ilgili her şeyi bilmek istiyordu. Mesafe-ölçerle ilgili formülü
anlamakta zorluk çekiyordu.
398
Generalin odasına benden önce girdi. Yaklaşık 10 ya da 15 dakika
kadar kapının yanında, koridorda bekledim. Sonra yüzbaşım kapıyı
açtı ve beni içeri davet etti. Generale selam verdim. Koltuğa oturmamı isteyerek beni şaşırttı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüzbaşım hiçbir zaman oturmama izin vermemişti. Bir saatten fazla bir
süre onunla ayakta konuşurken bile oturmamı istememişti. Deri kol-
Norşin’den Arizona’ya
tuğa oturdum. Masasında oturan general 55 – 60 yaşlarındaydı. Benden rahatlamamı istedi ki bu da başka bir sürpriz olmuştu. Yüzbaşı
çok rahatsız bir durumda karşımda oturuyordu; elleri dizlerinin üzerinde, huysuz bir öğretmenin karşısında oturan suçlu bir ilkokul çocuğu gibiydi. Generalin dört rütbe altındaydı. Bu ironiyi önemsemeyerek daha da rahatladım.
General yumuşak bir sesle benimle konuşmaya başladı:
- Parlak birisin ama öyle görünüyor ki kökten dinciler
tarafından kandırılmışsın.
Sonra masasının altından yaklaşık altı adet kitap çıkarttı ve masanın
üstüne koydu. Benim kitaplarım olduğunu fark edince meraklandım:
- Onları nereden buldunuz?
- Hepsini okudum. Senin eserlerini takip ediyordum.
Ona inanmıyordum. O soruyla anlatmaya çalıştığım şey farklıydı.
Onun düzenli bir okurum olduğuna inanamıyordum. Okurlarımın
profilini iyi biliyordum. Genellikle lise ya da üniversite öğrencileriydiler. Okurlarım arasında profesörler, öğretmenler, doktorlar, siyasetçiler, işçiler ve işsizler vardı. Askere alınan asteğmen gibi siviller hariç, imza günlerinde hiçbir askeri personelle karşılaşmamış;
general şöyle dursun, hiçbir subaydan mektup dahi almamıştım. Onlar için kariyer intiharı olurdu bu. Ama bu general, yüzbaşımın
önünde çok tehlikeli bir itirafta bulunuyordu. Doğru söylemiyor olabilirdi. Ama daha sonra masasının altında kitaplarımı bulundurmasının en muhtemel sebebini öğrenecektim. Yüzbaşım olmalıydı.
Amasya’ya gitmeden önce kitapçıdan kitaplarımı sipariş etmiş olmalıydı. Büyük bir ihtimalle, ben içeri çağrılmadan önceki 15 dakika
içinde resmi kayıtlara göre özgeçmişimi generalle paylamıştı: Atatürk’ün laik rejimine düşman, çok tehlikeli bir İslamcı…
Yüzbaşımın verdiği rapor ile çelişmeyecektim. Bu alışılmışın dışında mütevazı generale vaaz vermeye ve suçlamaya başladım.
“Kandırılmak” kelimesini kullandığı konuşması beni incitmişti.
Karşılık vermemek için kendimle savaşıyordum. General konuşmasına devam etti:
- Söylediğim gibi dinci aşırı uçların kurbanı olmuşsun. Ben de
dindar biriyim. Sabah ve akşam namazlarımı kılıyorum. Ama
gün boyunca işimi yapıyorum. Allah’la kul arasına devleti
koyduğu için teokrasi iyi bir sistem değildir. Ahlak ve din dikte
etmek devletin işi değildir.
- Eğer kitaplarımı okuduysanız omzunuzdaki yıldızların ve
göğsünüzü süsleyen madalyaların Yargı Günü’nde hiçbir değeri olmadığını da biliyor olmalısınız.
399
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Saygısız, kibirli ve kışkırtıcı sert eleştirilerime devam ettim. Türk
generallerinin dini düşüncelerin ifade edilmesine karşı hoşgörüsüzlüğü göz önüne alınınca bu generalin sabrı ve hoşgörüsü bayağı yüksekti. Önemsiz bir askerle bir general arasındaki asimetri düşünülünce o an yaşadığımız şey inanılmaz bir olaydı. Yüzbaşım karmaşık
duygular yaşıyor olmalıydı. Benimle ilgili yaptığı tanımlamadan dolayı haklı çıkıyordu ama diğer yandan, bana ve kendisine olacaklardan korktuğu için gergindi.
General asil biriydi. Vaazımı toleransla dinledi ve zeki bir şekilde
konuyu değiştirdi. İcadımla ilgili konuşmaya başlamıştı. Benden
onu geliştirmemi istiyordu.
- Kütüphane ve teknik laboratuvarda araştırma yapmasına izin
verin. Yeni malzemelere ihtiyaç duyduğunda şehre gitmesine
izin verin. Test yapmasına izin verin. Numunesini geliştirirken
paraya ihtiyaç duyarsa onun için fon oluştururuz.
- Emredersiniz komutanım!
Kulaklarıma inanamıyordum. Biraz evvel astının karşısında küçük
düşürdüğüm general, duamı gerçeğe dönüştürüyordu.
Askerliğimin geri kalan kısmını kütüphanede ve camide geçirdim.
İcatlarıma patent alınmadı ve üretilmediler ama askerlik hizmetimi
tatil yerine dönüştürmüşlerdi.
Komutanlarla ilk tanıştırılmam ve albayın emrinden sonra, bütün komutanlar benden uzak duruyordu. Ancak bir teğmen ve üsteğmen
askerliğimi zorlaştırmaya çalışıyordu. Her fırsatta beni taciz ediyorlardı. Fakat generalle buluştuktan sonra kimse beni rahatsız etmedi.
Dokunulmaz olmuştum.
Her şeye rağmen, bir subay beni rahatsız etmek isteseydi bunu kolaylıkla yapabilirdi. Sadece tüfeğimi kaybetmek benim için fazlasıyla sıkıntı yaratabilirdi. Türk ordusunu düşmanım olarak görüyordum ama bana bir düşman gibi davranmadılar. Cömert ve hoşgörülüydüler; benim onlara karşı olduğumdan daha fazla üstelik. O zamanlar askerler arasında dolaşan bir söz vardı, “Askerdeyken tokat
yemediğini söyleyen kişi yalancıdır.” Bu durumun en azından bir
tane istisnası olduğunu biliyorum artık… Bir piyade eri olarak askerdeyken hiç dayak yememiştim.
400
Norşin’den Arizona’ya
11
1 Temmuz 1986
Kadir Gecem
“Eğer Edip “normal” biri olsa, kısa sürede tam bir
best-seller olan kitabın getirdiği maddi imkânlar ve
itibarla yetinirdi. Fakat o daha ileri gitti. Tıpkı Halife’nin yaptığı gibi, geleneksel Sünni İslam anlayışıyla ve bunun temsilcisi kişi ve kurumlarla mücadele etmeye kalkıştı.” (Ruşen Çakır, O bir Serbest
Radikal, 20/08/2011, Vatan)
Kütüphane ve camide askerliğimin kalan kısmının tadını çıkartırken
Dr. Reşad Halife ile yazışmaya başladım. Ona şehir merkezindeki
İslamcı bir kitapçının adresini verdim. Bana mektupların postalanması konusunda bazen albayın postası yardım ediyordu. Başlarda,
onunla yaptığım mektuplaşmaların bir kopyasını haberi olsun diye
kendime daha yakın bulduğum Ahmed Deedat’la paylaşıyordum.
Sonra Reşad’ın beklediğim gibi bir Sünni bilgini olmadığını fark ettim. Hayal kırıklığına uğramıştım. Fakat her tartışmadan sonra kendimi ona daha yakın buluyordum. Uzun tartışmalara girmiyordu. Bir
kâğıdı ortasından katlayıp iki küçük yaprağa dönüştürüyor ve mektubumu kâğıdın dört yüzüne yazıyordum. Bu, onun bana kolaylıkla
cevap yazmasını sağlıyordu. Mektubumu bir kâğıda kopya ediyor ve
cümlelerimi daire içine alarak büyük kenar boşluklarına bir ok çizip
yanıtlarını oraya yazıyordu. Bazen fikirlerime verdiği cevaplar sadece birkaç ayet numarasından oluşuyordu. Birkaç tartışmadan
sonra “Kuran Hadis ve İslam” kitabını okuyup okumadığımı sordu.
Kitabını 31 Haziran 1986 günü aldım. O ana kadar Kuran ayetleri ve
mantığını kullanarak zihnime Hadis ve Sünnet’le ilgili bir sürü şüphe
yerleştirmeyi başarmıştı. Ama ödün vermiyordum. Seçici olmama
401
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
rağmen, o dedikodu kaynaklarının Kuran’ın yanında bir zorunluluk
olduğunu düşünüyordum. 1 Temmuz gecesi kitabı okumaya başladım.
Daha önce okuduğum kitapların hiçbirine benzemiyordu. Sayfaları
Power Point sunuları gibi hazırlandığından okuması çok kolay oluyordu. Büyük yazı tipiyle yazılmıştı ve paragraflar birbirinden satırlar ve büyük boşluklarla ayrılmıştı. Sayfalarında bir, iki ayet, o ayetlerin çevirisi ve ayetlerin Hadis ve Sünnet’le ilgili ima ettiği kısa bir
yorum vardı. Kuran ayetlerini hatırlatıyor, onları mantık ışığında
Hadis ve Sünnet’le karşılaştırıyordu. Kuran’ın doğruluğuyla ilgili
güçlü ipuçları da veriyordu. Hayatımda okuduğum en kolay ve en
etkileyici kitaptı. Aslında, bu kitabın tek özelliği, hadis, sünnet ve
mezhep öğretileri ile anlamları çarpıtılıp kendilerine kör ve sağır
edildiğim ayetlerin anlamı ve bağlamı üzerinde yapılan tahrifatları
sergilemek ve aklımı kullanmamı, gönlümü arındırmamı kolaylaştırmaktı.
İlahi mesajı almamı engelleyen duman ve sisi AYETLER ile dağıtan
güçlü bir rüzgâr gibiydi. Arka alandaki gürültüyü keserek duymamı
sağlıyordu. Beni kâbustan uyandıran ilahi bir müzikti sanki. En karmaşık teolojik problemlerden biri için basit bir kanıt gibi davrandı.
Beni cehalet, dogmatizm ve bağnazlıktan kurtarmış; ömür boyu sürecek hakikat arayışım için mantık ülkesinin ufuklarını göstermişti.
Yığınlarınn ayağıma bağladığı prangayı çözmüş, iman diye yuttuğumuz dini palavralara inanma sarhoşluğundan uyandırmış, aklı ve felsefeyi takdir etmemi sağlamıştı. Benim gibi birçok kişiyi doğrudan
veya dolaylı olarak etkilemiş olan “Kuran, Hadis ve İslam” kitabının modern çağın en etkili kitaplarından biri olarak anılacağından
eminim. Kuran ayetleri üzerinde insandan ve cinlerden şeytanların
yaptığı tahrifatları ifşa eden daha önce hiç dikkatimizi çekmeyen
ayetlere ve kelimelere dikkatimizi çeken bir kitap!
402
Kitaptan, elçiye uymanın elçiye atfedilen anlatılara uymak anlamına
gelmediğini öğrenmiştim. Başka bir deyişle, elçiye uymak; Buhari’ye, Müslim’e, Tirmizi’ye, İbn Mace’ye, İbn Hanbel’e, Ebu Davud’a ve Kuran’ın vahyedilmesinden yüz yıllar sonra yazılan diğer
dedikodu koleksiyonlarına riayet etmek anlamına gelmiyordu. Doğrusunu isterseniz, elçiye uymak bizim gibi bir insan olan Muhammed’e uymak da değildi. Elçiye uymak, getirdiği mesaja, yani Kuran’a uymak demekti. Reşad, mezhep öğretilerinin Kuran ayetlerinin
ve kelimelerinin anlamında yaptığı çarpıtmaları gözler önüne seriyordu. Çarpıtmalar o kadar fazla ve baş döndürücüydü ki örneğin;
Norşin’den Arizona’ya
“şahadet”e Muhammed’in isminin eklenmesinin, Kuran’ın özellikle
39:45 ayetinde belirtilen katı monoteist ilkesine ters düştüğünü 30
ayetin listesini vererek kanıtlıyordu. Ona keza; Muhammed’in adı
her anıldığında “sallallahü aleyhi ve selem” demek de yanlıştı.
“Salla” kelimesinin öteki ayetlerdeki kullanımını örnek göstererek
Reşad, bu kelimenin anlamının Muhamed’in Yaratıcı’sından ziyade
Muhammed’i övmek için çarpıtıldığını kuşkuya yer bırakmayacak
biçimde ispatlıyordu. Kuran ayetlerini kullanarak Muhammed’in
okur-yazar olmadığına dair genel kabul gören iddiayı da çürütüyordu; Muhammed okuma yazma biliyordu. Dahası Sünni ve Şii
mezheplerinin şefaat, zina yapanları taşlayarak öldürmek, dinden
dönmeye verilen ölüm cezası, kadın düşmanı fikirler ve uygulamalar, sayısız dini yasaklar ve din adamlarının başka birçok icatları gibi
inanç uygulamalarını da reddediyordu. Sürekli araştırma yaparak ve
tartışarak miras aldığımız din tarafından çarpıtılan birçok Kuran
ayeti bulduk. Reformist İslam anlayışımızı “İslamî Reform İçin Manifesto” isimli karşılaştırmalı çalışmamda özetledim.
Gece yarısından 1 Temmuz’un ilk saatlerine kadar kitabı bitirmiş,
bir paradigma değişimi ve radikal bir dönüşüm yaşamıştım. O gece
hayatımın en önemli kararını verdim. Ana-babamdan miras aldığım
dinin çok derin bir şekilde bozulduğu sonucuna varmıştım. Bitkin
düşmüş ve geçmişteki cehaletim ve saldırganlığıma tövbe etmiştim.
Dokuzuncu kitabım, “Sakıncalı Yazılar” o günün önemine vurgu yaparak başlar. Daha önceki kitaplarımda yayımlanan dini görüşlerimden çoğunu eleştirmek ve reddetmek zorunda kalmıştım. Geleneksel
dini reddediyordum. Yaptığım araştırmalar beni ürkütücü bir sonuca
vardırmıştı: Geleneksel İslam’ın Muhammed’in orijinal öğretisiyle
uzaktan yakından ilgisi yoktu. Tanrı’nın dini bu olamazdı.
Artık yeni bir vazifem vardı. İnşa ettiğim yapıyı bütün gücümü kullanarak yıkacaktım. Önümdeki devasa engellerin ve tehlikenin farkındaydım; ama öylesine güçlü bir inanmışlığım ve görev bilincim
vardı ki ölümden başka hiçbir şey beni durduramazdı.
O hayati gün ve karardan birkaç ay sonra zihinsel ve ruhsal bir ikilemle karşılaştım. Reşad, 19 sisteminin Tevbe 128-129'un Kuran'a
ait olmadığını, sonradan ekleme olduğnu ilan etmişti… Ondan aldığım bu haber beni yıkmıştı. Kendisine hemen orada, Fatih'teki İnkılab Yayınlarının bürosunda acele ile 15:9 ayetini hatırlatarak bir cevap yazmıştım. "Kuran Allah tarafından korunmuştur. Sen sınırı aştın ve kafir oldun!" Ancak, şok ve kızgınlığım biraz dinince konuyu
403
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
inceledim… İddialarında bazı sayım hataları vardı ama birkaç noktada güçlü delilleri vardı. Çıkmazdaydım. Üstü açılan sır, yani şifre,
günümüz Kuran metninde bazı sorunlar olduğunu gösteriyordu. Lakin Kuran’ın metinsel bütünlüğüyle ilgili böyle bir kuşku beslemek
yoldan sapma anlamına geliyordu.
Şaşırmış, korkmuş bir vaziyette soruna çare bulamıyordum. Açığa
çıkan sırrın ileri sürdüğü gerçekler, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, iki ayetin Kuran’a sonradan eklendiğini ortaya çıkartıyordu.
Dahası, bu ateşin tarihi bir dumanı da vardı. Tarihi kanıtlar bu iki
ayet üzerine bazı tartışmalı iddialar, uydurma hadisler olduğunu da
gösteriyordu. Lakin İslam âleminin bu konudaki tutumu netti.
Sorun, benden hayati bir “Evet” ya da “Hayır” cevabı vermemi istiyordu. Ama vereceğim cevap hem bu dünyadaki hem de ahretteki
kaderimi belirleyecekti. Hayatımın en önemli sorunuydu bu. “Evet”
cevabı fanatikler tarafından öldürülmeme sebep olabilirdi. Lakin hayatımdan çok, doğruyu bulma konusunda endişeleniyordum.
Yaklaşık iki hafta süreyle ortalıktan kaybolmuştum. Beni içine düştüğüm ikilemden kurtarmak üzere bir işaret göndermesi için ısrarla
Allah’a dua ediyordum. “Rabbim bana bir işaret ver.” sürekli ettiğim
duaydı. 23 Ekim 1986 saat 01.30’da odamda yalnız başıma oturmuş
“İlginç Sorular” isimli kitabımın ikinci cildini bitirmeye çalışıyordum. Lakin korkunç bir paradoks hâlâ ruhumu kemirmekteydi. Tekrar dua ettim: “Allah’ım, bana bir alamet ver!”
Sonra, aniden tuhaf bir şey oldu. Sanki 5 kilometre koşmuşum gibi
kalbim hızla atmaya başladı. Hayatımda ilk defa mantıklı bir sebep
olmaksızın o kalp atışlarını duyuyordum. Yüreğimden gelen çok net
bir ses işitmeye başladım:
Üç Kırkbir!
Üç Kırkbir!
Üç Kırkbir!
Tam olarak kaç kez tekrarlandığını hatırlamıyorum. Şok olmuştum.
Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım ve o günden sonra da bir
daha yaşamadım. Aklıma ilk gelen şey, Kuran’ın üçüncü suresinin
kırk birinci ayetine bakmak oldu. Kafa karışıklığım müthiş bir zevke
dönüşmüştü. Müthiş rahatlamıştım. Ayet, bir de cevapla birlikte, tam
olarak benim duamı tekrarlıyordu.
3:41
404
"Rabbim, bana bir alamet ver," dedi. "Alametin, üç
gün işaretle anlaşmanın dışında halk ile konuşmamandır. Rabbini çokça an, akşam sabah onu düşün."
Norşin’den Arizona’ya
Bu olağanüstü olay beni hayatımda yaşadığım en kötü durumdan
kurtarmakla kalmamış, aynı zamanda, büyük bir de ders vermişti:
Başkalarının senin hakkında ne düşündüğünü fazla önemseme. Kişisel çıkar gütmeden veya önceden bir şeylere niyet etmeden gerçeği
ara!
Sonra, her nasılsa, bu heyecan verici tecrübeyle dinimin kaynağı olarak yalnızca Kuran’ı kabul etmem arasında bir ilişki olup olmadığını
görmek istedim. Hayret verici matematiksel ilişkiyle iyice ikna olmuştum. Hayatımın en önemli günü 1 Temmuz 1986 ile 23 Ekim
1986 arasında tam olarak 114 gün vardı ki bu da Kuran’daki surelerin toplam sayısıydı.
Bu kişisel tecrübelerim yanlışlanamayacak öznel durumlardır ve
başkaları tarafından tanık olunamazlar. Geçerliliği zamanla azalmasına rağmen, iddialarımın doğruluğu çevredeki bazı olayların tanıklığı ve koşullu kanıtlarla desteklenebilir. Fakat ben o olaydan şüphe
duymuyorum. Birçok insanın bu duruma kuşkucu yaklaşarak itiraz
edeceğini biliyorum; mantıklı olan da budur zaten. Ben de bir kuşkucu monoteist (ve bunun tezat gibi algılanacağını biliyorum) olduğum için aşağıya olası itirazları yazacağım:
1. Ağır stres altındaki anlatıcının bilinçaltı, duasının geçtiği ayetin numarasını hatırlamış olabilir.
2. Şizofrenik bir olay yaşamış olabilir. Ayet numarasıyla
metin tesadüfen denk gelmiştir.
3. Anlatıcı yalan söylemektedir.
Kuşkucu olmak iyi bir şeydir ve eğitimli ve içten bir yazar tarafından
yazılmış gibi gözüken bir kitaba konulduğu gerekçesiyle bu
hikâyeme insanların inanmasını beklemiyorum. Fakat sırrı öğrenip
ona tanıklık ettiğinizde bu gibi yaşantıların nadir ama mümkün olduğunu kabul edeceğinize inanıyorum. Belki de birkaçınız benzer
olaylar yaşarsınız.
Yıllar sonra başkalarının da şahit olduğu birkaç olay, Yaradan’ın
beni izlediğini ve çıkmaza düştüğüm her an bana yardımcı olduğunu
defalarca göstermişti. İlahi bir kuralı öğrenmiştim: Allah’tan başka
her şeyden ve herkesten umudu keserek yalnızca O’ndan yardım dileyince ihtiyacım olan anda yanımda oluyordu hep. Koşulsuz ve
beklentisiz yalnızca Allah’ın iradesine teslim olmak, ilahi yardımın
anahtarıdır. Fakat öğrendim ki o anahtara ulaşmak, çölde 114 karatlık bir elmas veya Washington’da dürüst bir siyasetçi bulmak kadar
zordur. O anahtara sonsuza kadar sahip olacağınızın garantisi de
405
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yoktur; gerçek gayenizi unutarak dünya işlerine daldığınız her an o
anahtarı kaybedebilirsiniz. (Bkz. Teslim olmak)
1986 yılında verdiğim o hayati karardan sonra pasaport almak için
mücadele etmeye başladım. Siyasi geçmişim yüzünden yurt dışına
çıkmam yasaklanmıştı. Bu yasak hakkımdaki resmi kayıtlarla çelişik
gibi duruyordu. Tehlikeli bir muhalif olarak bilinen birini neden ülkede tutmak istiyorlardı ki? Belki de Avrupa veya Amerika’ya gidince Türk Humeyni’ye dönüşmemden korkuyorlardı. Fakat ülkede
kaldığım sürece beni tutsak edebilir, bana işkence edebilir veya ortadan kaldırabilirlerdi. O zamanlar Meclis’te iki tane dayım vardı
ama pasaport almam bir yıldan fazla bir zaman aldı. Ne ilginçtir ki
pasaportumun üzerinde yazan veriliş tarihi 1 Temmuz 1988’di. Önyargılı bir zihnin seçtiği katıksız bir tesadüf müydü bu? Fakat okyanus ötesinde eşim ve oğlumu da kapsayan yaşadıklarım tersini ispatlamıştı. Bu konuyu 18. bölümde anlatacağım.
406
Norşin’den Arizona’ya
12
Tekrar Zindanda…
Cehenneme Yolculuk
İlginç Sorular kitabının 2'nci cildini yazarken, beklemediğim bir
anda tekrar gözaltına alındım ve yaklaşık bir hafta sonra çıkarıldığım
mahkemede 3 Aralık 1986 günü tutuklandım. İlginç Sorular-1 Kitabında laikliğe aykırı ifadeler bulunuyormuş. Bu kez sokakta bir eylemin ortasında değil, İnkılab Yayınevinin Cağaloğlu’ndaki ofisinde
sivil elbiseler giymiş iki polis tarafından Sirkeci'deki emniyet binasına götürüldüm. Bir hafta boyunca uykusuzluk, sürekli sorgulama
ve işkenceye muhatap oldum. Daha sonra beni İstanbul'dan Ankara
Kapalı Cezaevi’ne transfer ettiler. Hırsızlar, uyuşturucu tutkunları
ve katillerle birlikte…
İlginç Sorular-1 kitabından dolayı devlet tarafından ve onu izleyen
İlginç Sorular-2 kitabından dolayı da Sünni/Şii cemaatler tarafından
cezalandırıldım. Genç yaşında tüm varlığını riske sokan Sünni bir
gençlik lideri olarak yaşadığım ülkedeki devletin rejimini ve dogmalarını sorguladığım için devletin demir yumruğuyla karşılaştım.
Daha sonra yine tüm varlığını riske sokan bir Müslüman reformcu
olarak atalarımdan miras aldığım dini ve mezhebi dogmaları sorguladığım için bu kez dini cemaatler tarafından linç edilip kanı mübah
ilan edildim. Ortodoks olmayan düşüncelerinden başka zararı(!) olmayan bir gence karşı hem laik devletin hem de dini cemaatlerin
gösterdiği tepkilerde şaytani bir estetik, zalimane bir simetri ve paralellik vardı. Kitabın ismindeki 1 ve 2 rakamları gibi birbirlerine
yakın idiler: bağnaz, yobaz, paranoyak, kalleş ve zalim!
25 Aralık 1986'da Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi görevsizlik
kararı verince, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmak üzere Sağmalcılar Cezaevi’ne transfer edildim. 18 Şubat’ta
mahkemeye çıktım ve Doç. Zeki Hafızoğulları'nın bilirkişi raporuna
407
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
itiraz ettim. İtiraz modundaydım. Ona itiraz etmişken avukatımın
tahliye istemine de itiraz ettim ve olsa olsa beraat istediğimi söyledim. İkinci itirazım kötü bir itirazdı. Mahkeme hem avukatımın hem
de benim isteğimi ret etti. 15 Mart'ta "tutukluk halinin devamına ve
yeni bir bilirkişi heyetinin oluşturulmasına…" karar verildi. Nihayet
16 Nisan 1986'da DGM İlginç Sorular kitabımın 4'üncü baskısından
dolayı açılmış olan davayı beraat ile sonuçlandırdı.
Bu kitapta, yaşadıklarımdan sadece bazı hoş ve nahoş kesitler sunuyorum bu kitabımda… Gereksiz yere transfer edildiğim Ankara Cezaevi’nden tekrar İstanbul'daki Sağmalcılar Cezaevi’ne transfer edildim. T-r-a-n-s-f-e-r kelimesi sizin umurunuzda olmayabilir; ama yaşadığım transfere tanık olsaydınız onu en kötü anılarınızdan biri olarak hayatınız boyunca unutmazdınız.
İstanbul'a transfer için beni diğer yaklaşık 15 mahkûm ile birlikte
demirden bir küp biçiminde olan bir konserve kutusuna sokuşturdular. Minibüsten çevrilme konserve kutusuna tıpkı sardalya gibi dizildik. Minibüs çok yavaş gidiyordu. Ankara ile İstanbul arası bir gün
kadar sürdü. Konservenin içi aldığımız nefeslerle hamama döndü. U
şeklinde omuz omuza oturuyorduk. Nefes alınca göğüslerimin genişlemesi iki yanımdaki tutuklu veya mahkûmun vücudu yüzünden
direnç ile karşılaşıyordu. Bu halde bile, yanımızdaki kişiyle birlikte
çifter çifter kelepçelenmiştik. Beni kelepçeledikleri kişi Ankara'da
kasaplık yapan orta yaşlı bir adamdı. Suçunun ne olduğunu anımsamıyorum.
Yolda bir şehirde veya kasabada mola verdik. Tuvalet ihtiyacımız
için teker teker indirilip geri getirildik. Bizi götüren astsubay ve asker lokantada yemek yiyecekti ama biz araçtan inmeden yiyecektik.
Ben dayanamadım. Havasızlıktan rengim kaçmış ve kusacak gibiydim. Dışarı çıkarılmazsam kusabileceğimi söyledim. Yüzümü görünce astsubay blöf yapmadığımı gördü ve beni yanımdaki kasap ile
birlikte indirdiler. Lokantanın havası bana ilaç gibi geldi. Benle yanımdaki kasabın kelepçelerini açtılar. Bizi lokantanın kapıdan uzak
bir masasına yerleştirdiler. Askerler de bizimle kapı arasında bir masayı seçti.
408
Yanımdaki kasap orada garsonluk yapan küçük bir çocuğu yanına
çağırdı ve gizlice ona para vererek kendisine bir dükkândan rakı getirmesini istedi… İnanamadım buna… Gerçekten çocuk birkaç dakika sonra ona bir şişe rakı getirdi. Kasabın sevindiği kadar ben üzüldüm. Büyük olasılıkla askerler buna göz yumdular. Benim yanımda
bardağı doldurup içmeye başladı. İçti de içti... Maalesef konserve
Norşin’den Arizona’ya
kutusuna girmeden önce beni onunla tekrar kelepçelediler… Şimdi
tüm sıkıntılarıma bir de pis kokan ve sürekli konuşan sarhoş bir
adam eklenmişti.
DGM o zaman Topkapı Sarayı'nın altında yer alan hayvanat bahçesinin giriş kapısına yakın bir yerdeydi. Sabaha karşı, daha güneş
doğmadan İstanbul'a geldiğimizde, konserve kutumuzun kapısı
açıldı. Topkapı Sarayı Müzesi’nin yanında Ayasofya'nın karşısına
park etmiştik. Orada sırayla Topkapı Sarayı’nın duvarının dibine işediğimizi anımsıyorum. Osmanlı tarihine idrardan notlar düşüyorduk! Ellerimiz kelepçeli... Asker denetiminde!
Çiviler Titiz Olursa
Türkiye'deki, dört yıllık hapishane yaşamımdan kaynaklanan, birçok
ilgi çekici deneyim belleğimde ışıldıyor. Daha önceki bölümlerde
paylaştığım işkence, korkunç koşullar, tıka basa kalabalık, tehlikeli
hapishane sakinleri, hamamböcekleri, fareler ve benzeri anılar… Bu
ters olgularla birlikte, mizah örneği olarak, hep eğlenceli ve iyi vakit
geçirten olaylar da vardı. Acıklı durumlara, ne kadar gülündüğünü
biliyorum.
Ankara Kapalı Cezaevi’ndeyim. Adi mahkûmların bulunduğu büyük bir koğuşa koydular beni. Almanya'da etkin olan Milli Görüş
teşkilatından bazı tutuklular vardı koğuşta: Hasan Damar, Osman
Coşkun, Şerafettin Özkan. Ürdün merkezli Hizb ul-Tahrir örgütünün
liderlerinden Zeynel Açar'ı da hatırlıyorum. Başka koğuşta olmasına
rağmen havalandırmada karşılaştığım Abdullah Çetin Faruki adında
bir tarikat şeyhi ve bir düzine müridi vardı. Hapishane arkadaşlarımdan birisi kırmızı sakallı dindar bir sufiydi. Aslen Adapazarı’lı olan
bu arkadaş Almanya'da işçilik yapan bir Milli Görüş teşkilatı üyesiydi. Benim aksime, bazı şeylere tutkuyla inanırdı. Bir süre sonra
onu ciddiye almamayı öğrendim. Dostluğu hoşuma gidiyordu. Yeni
tutumum, oldukça eğlenceli durumlara neden oldu. O da benim gibi
tasasız bir kişiydi; iğneleyici davranışlarıma aldırış etmezdi. Bir gün
başım ağrıyordu. Arkadaşım, bana içtenlikle yardımcı olmak istedi.
Duvara çivi çakarak başağrımı geçirecekti. Karşı konulmaz merak
ve dürüstlük güdüsü, onun bu önerisini kabul etmeme etken oldu.
Hapishane arkadaşım, duvara kenarları beşe beş bölünmüş sihirli bir
kare çizdi. Karenin içindeki her bir bölüme Arapça alfabeden ebced
değeri yöntemine uyan birer harf yazdı. Ardından, kalın camdan bir
çay kupasının dibiyle çivi çakmaya başladı. Her vuruşu duvarda derin olmayan bir delik açmaktaydı. Çiviyi her çakışından sonra, belirli
409
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bir dua okuyor, peşinden de aynı soruyu tekrarlıyordu: "Şimdi iyi
misin?" Her yeni kare bölümde, çivi çakma, dua ve soru süreci geometrik düzenle artıyordu. On dakika sonunda ben yoruldum. Ama o,
eskisinden daha istekli görünüyordu. İki seçme olanağım bulunuyordu. Ya iyileşecek, ya da iyileşmeyecektim. Ne yazık ki, iyileşmemiştim. Buna rağmen, tamamen başka bir yolda hareket ettim. Ona
acıyordum. Bu yüzden, üçüncü bir seçenek yarattım: İyileşmiş gibi
göründüm. Bu onu mutlu etti.
Daha iyi bir seçim yapamazdım; çünkü yönteminin işlemediğine onu
inandırmanın olanaksız olduğunu biliyordum. Yöntemi, yanlışlanamaz bir mekanizmayla işlemekteydi. Sihirli kutularının, çivilerinin,
dualarının yararsız olduğunu kanıtlamamın hiçbir yolu bulunmuyordu. Bana, içimde "inanç" boşluğu olduğu için yönteminin geçerli
olmadığını söyleyebilirdi. Aslında, onun çivisine "inanç"ım yoktu.
Ankara Cezaevi’nde tanıştığım Şerafettin Özkan aradan 27 yıl geçtikten sonra 2014 yılının başında Internet üzerinden benimle irtibata
geçti.
"Selamunaleyküm edip yüksel kardeşim. Telefon görüşmesine çok memnun oldum. Sen zaten vefalı birisin. Dostlarını
ararsın. Ben bildiğin gibi buradayım. Zaten hapishanede de
sana Almanya'da olduğumu söylemiştim. Hatta sen buraya
bile bir mektup yazdın. Zor hatırladın gibi geldi bana. Sen
bana hep ihtiyar diye hitap ederdin şimdi sen de ihtiyar oldun. Zaman çok çabuk geçiyor. Ben emeklyim. Şimdi bir iş
yapmıyorum. Geçen sene Milli Görüş’e bağlı bir caminın
başkanlığını yaptım. Baktım çok çalışmak gerek istifa ettim
ayrıldım. Sen nasılsın? Bir İranlı kızla nışanlıydın evlendin
mi? Çocuk var mı? Benim dört çocuk var. Adresimi sana
yazayım…"
Kendisini hatırlayabildiğime şaştım. Kendisine gönderdiğim mektupları hâlâ yanında tutuyormuş. İsteğim üzerine bana sayfa kenarı
boşluklarını bile elyazıyla doldurduğum 10 büyük sayfa tutan üç
mektubun kopyasını e-mail’le fotoğraf olarak gönderdi. İki tanesini
Sağmalcılar hapishanesinden onunla tanıştığım Ankara Cezaevi’ne
göndermiştim, bir tanesini de ikimiz tahliye olduktan sonra yazdığım
mektuplardan bazı alıntılar yapacağım.
18.2.1987 Sağmalcılar Cezaevi, C-8
Bismillahirrahmanirrahim
410
Norşin’den Arizona’ya
Ve nihayet size yazmaya karar verdim.
Sıkıntılı bir yolculuk ve birkaç günlük karantina macerasından
sonra şimdi temiz ve bağımsız bir vatana, pardon yatağa sahibim.
Koğuşumuz bir harika… İki katlı bir koğuş… Üst katta 48 kişi, alt
katta ise 20 kişi yatmakta… Alt katın önemli bir bölümünde birkaç
büyük masa, beş altı adet bank yer almakta… Bir köşede büyük bir
vitrinli buz dolabı ile bardakla çay satışı yapan çayhane mevcut. Temizlik berkemal. Hava kirliliği sorunu yok. Oradaki gibi gözüm penceredeki aspiratörlerde değil artık… İnanın gece gündüz koca pencereler açık duruyor. İçerde sigara dumanına hemen hemen hiç rastlanmıyor. On beş metrelik duvar boyunca uzanan kalorifer radyatörleri koğuşun havasını ısıtmaya yetiyor. Televizyonlar iki adet.
İkisi de renkli…
İşte böyle… Tüm bu olumlu yönlerine karşılık Ankara cezaevini özledim desem şaşmayın. Gerçekten sizlerin arkadaşlığını, tartışmaları, sohbetleri özledim. Sizin gibi mürtecileri hem de öylesine renklilerini bir daha zor bulurum.
Hasan abinin ateşli ve de parmak sallamalı nutukları, Şerafettin dayının(!) çuvaldız misali fıkraları ki "pisi pisine ölen" adamın fıkrası
ile eşek resmi çizen adamın hikâyesini unutamacağım. Osman hocanın sözümona sert bakışları ve şapkaya olan sevgisi(!), Zeynel abinin satranç oyununda yenilgiye doymayışı, Mustafa'nın açıksözlülüğü, Harun'un garibanlığı ve Sinan'ın samimiyeti, Hacı'nın olgunluğu bir sinema şeridi gibi gözümün önüne geliyor. Tabii bunlar sol
gözümün önünden geçen hatıralar…
Bir de sağ gözümün önünden geçenleri özetlesem!.. Lakin bu sağ şeridi tümüyle Cavit abi işgal etmiş bulunuyor. Baş rolünü Cavit abinin oynadığı bu filmin bazı karakterlerini hatırlayayım: Başta çivizade tik-taklar yahut tak-tikler olmak üzere gavs efendi hazretleri,
parmak yalamalı çay içişler, istihare ekranında renkli rüyalar, patronların özeneceği işçi hakları, seç-beğen makamında evlenme
imkânları, akordeonlu Kafkas düğünleri ve üç parmakla yemek yemenin lezzeti hep bu filmde!.. Yahu bir de Skinosky vardı değil mi?
Ne yazık ki son bölümünü seyredemedim...
Evet, bana gelince:
Dün mahkemeye çıktım. Kitabımı savundum. Bilirkişiye ve mahkeme
heyetine sitem ettim. Avukatımın tahliye talebine katılmayarak reddettim. Kitabımın beraatini istedim. Ve kuzu kuzu Mart'ın 17'sini
bekliyorum.
411
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
A. Çetin Farukî oradaysa selamlarımı kendisine ve arkadaşlarına
iletersiniz.
Ayrıca Behzat Şaşal'a, hani şu yedinci koğuştaki sevimli okur-yazar
var ya işte ona da sevgilerimi iletiniz. Şu mektubu da okuyabilir.
[Hatırlamıyorum ama tüm mektuplarımız idare tarafından okunup
mühürlendikten sonra gönderiliyordu. Büyük olasılıkla Ankara cezaevinde sansür işlerine bakan görevliyi kast ediyorum]
İlaveten M. Ali Yenicioğlu'na da selamlarımı iletiniz.
Soran dostlara selamlar, sevgiler
Edip Yüksel
Senin için yaptığım basit bir
bulmaca:
Soldan Sağa:
1. Mürtecilerin uğurlu sayısı.
2. Zevce; göreceli. 3. AIDS
hastalığının bulaşma yollarından biri; içine su koymak istersen sonuna A koymalısın. 4.
Irak'ta bir etnik grubun lideri.
5. Turnosol kâğıdını (galiba)
kırmızıya çevirir; Asya'da bir
göl. 6. Türkiye'nin en istikrarlı
gazetesi! 7. Kabuska yemeğini sever misiniz?; komünizmin içinde
mevcut. 8. Bu vurdi öldi çok eyi, bu vurildi öldi eyi, şu ise ne vurdi
ne vuruldi...
Yukardan Aşağıya:
1. Var mı yok mu diye kontrol etme. 2. Sineğin başında, taksilerin ise
sonunda bulunan acaip bir madde. 3. Fetvaları pencereden sarkıttığı sepetlerle vermekle ünlü Osmanlı Şeyhülislamı’nın lâkabı. 4. Yemek; ipek dokuma. 5. Strensiyomun simgesi; Esperanto dilinde gülmek. 6. Güney Anadolu Projesi. 7. Bir petrol ürünü; birdenbire. 8:
Yalnız bir hafız, yahut sakız çiğneyen bir kız, veya nasılsınız?; tersi
bir balık cinsi. 9. Şakir'in karısı. 10. Uçan daire; tersi devletlerarası
uyarı. 11. Bir Abaza veya Çerkez bilim adamı tarafından bulunan ve
aspirinin papucunu dama atan modern tedavi yöntemi (!)
(Bulmacanın çözümünü bu bölümün sonunda bulacaksınız).
***
18.3.1987 Sağmalcılar Cezaevi, C-8
Bismillahirrahmanirrahim
412
Norşin’den Arizona’ya
Bilmukabil selamdan sonra.
…
Dünkü duruşmada, bilirkişi raporu gelmediğinden Nisan'ın 16'sına
atılmasına karar verildi. Galiba Mart'ın 19'unda yani yarın sizinle
Hasan efendinin mahkemesi olacak.
Radyodan güzel bir müzik sesi geliyor şu anda… "Adaletin bu mu
dünya…" diye bir güfte ile birlikte… Bu gidişle bilumum 163'zedeler
bu şarkıyı koro halinde söyleyeceğiz galiba… Nasılsa sopronomuz
mevcut: H.D. [Hasan Damar]
Nakşi+Kadiri/2 tarikatının tutukluları ne âlemde? Tahliye umutları
söndü mü? Yoksa her sabah yatsıya kadar yanıp duruyor mu? Hem
Çetin Farukî oradalar mı? Dün Kadirîlerin balık yemediğini öğrendim. Allah'ın Kuran'a yememizi öğütlediği güzel bir rızkı kendilerine
nasıl haram bildiler diye merak ediyorum. Tabi işittiklerim doğruysa.
Sizin ifadenizle "Aydın cezaevinde çevresini aydınlatmakla meşgul"
Çerkez Cavit Çivizade (kısaca Ç.C.Ç.) [Soyadını, başağrımı dindirmek için duvara çaktığı çivilerden dolayı takılmak için böyle yazdım] ayrılmış ha! Mübarek sevimli bir antikaydı! Burada da az çok
benzerleriyle başım belada gibi…
Hoppala! Ben sağı solu uyarırken meğerse sen de yemek yerken bacak bacak üstüne atıyormuşsun. Günah değil mi? Nimete niçin saygısızlık gösteriyorsun!
Hoca, sen hiçbir şey bilmiyor musun? Hiç ekmek iki tarafından kesilir mi? Günah, günah!
Meğerse ben ekmek, pardon, ekmek hazretlerini yerken ne günahlar
işliyormuşum da haberim yokmuş. Haram ve günah koleksiyonuma
yenileri eklendi: Saç uzatmak, kısa kollu gömlek giymek, mescide sol
ayakla girmek, toplu teşbih çekmemek v.s. Sürüsüne bereket…
Hayret ediyorum… Bunca uydurmasyon haram ve günah enflasyonu
arasına nasıl Müslümanlar kalabilmiş diye… İnan ki şimdi en çok
bu tiplere kızıyorum. Kendini kiramen kâtibin meleği yerine koyan
sağın-solun hatalarını kollayan sözde emr-i bilmaruf takımının cehaletini gördükçe üzülmemek mümkün mü?
Geçenlerde seksenini aşmış bir üfürükçü geldi. Cahil, fakat kurnaz
bir ihtiyar… Üfürüğü şifalıymış! Karikatürünü çizmek geldi içimden.
Mikroplu nefesleriyle dinimizin temeline üfleyen din istismarcılarının "hoca" diye anıldığı bir ortamda hoca olmak, namaz kılmak da
zor. Zira aynı kategoriye konabiliyorsun.
413
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
414
Şaka yollu, kendisine burada [ceza evinde] bulunduğu sürece sıcak
çorbaya bile üfürmemesini tembihledim. Anlattım, uyardım, nasihat
ettim; ama…
Gönderdiğin fotoğraflar hakkında bir kaç söz etmek istiyorum.
Önce, beni ustaca eleştirdiğinizi anlayarak bilmisel karşılık vermeye
karar verdim.
Sizin ortada durduğunuz poza bakalım:
Son başta Osman Hoca biricik el beceresi zeytin çekirdekli teshibini
göstere göstere ve galiba temyizin sonucunu siyah siyah düşüne düşüne…
Soldan ikinci, sakıpt (siz de 'p' yi 't' ye cevirmişsiniz) başkan Zeynel
beyin pozu ise hem acayip, hem de garip.
Galiba uyurken yazıyor, ya da yazarken uyuyor. Yahut ta bu iki rolden birisini yapar gözüküyor. Ne varki bu üç şık da namümkün. Defterin içine yazacağına kapkara cildine yazıyor. Yoksa elindeki kalemin beyaz mürekkeple yazdığını mı göstermek istiyor. Velhasıl
karma karışık bir şey! Anlaşılmıyor.
İkinci fotoğrafta ise başroller bu sefer sizde ve hasan dayıda. Siz de
elinizde kalem poz vermişsiniz! Ne varki gazetenin üzerine yazacak
gibisiniz. ('Gibiler ' ciftledi.) Zira bakışlarınıza pek anlam verilmiyor. Trigonometrik bir tahminle üç metre ötede pire veya kertenkele
görmüş gibi (etti dört) bakıyorsunuz. Bu halinizle elinizdeki kalemle
gazetenin üzerine bir şey yazamamış olduğunuzu sanıyorum. Belki
de az önce 'gibi' leri saydınız ve dördüncüsünü bulamadınız. Şimdi
hafif bir rotarle de olsa takdim ediyorum.
Hasan dayıya gelince… Bir önceki pozda bacak bacak üstüne haşin
bir tavırla nutuk atarken seyrettiğimiz Hasan dayı bu ikinci resimde
gayet mülayim ve mütevazı ve de suskun. Bir yanda sol bileğindeki
kıymetli saatini gösterirken diğer yanda sağ elindeki akik taşlı yüzüğü ve doksandokuzluk teşbihiyle haça-dede bir sofu olarak arz-ı
endam etmekte…
İşte böyle…
Mektubunuzla birlikte bir bulmaca da almıştım. Çözdüm ve eleştirisiyle birlikte gönderiyorum. Her kim hazırlamışsa bir daha dikkatli
ola! Bu işi iyice öğrenmeden ustalığa soyunmaya!
***
Mektubunun sonunda çok "ilginç" bir ifade kullanmışsın. "… imla
mukabilinde sayısızı noktaları o zaman göndeririz." Anlaşılmıyor;
ama merak ettim. Gönder bakalım o imla mukabilindeki(?) sayısız
noktaları!
Norşin’den Arizona’ya
Madem noktalardan söz açıldı, sana sayılı birkaç noktadan oluşan
bir iki soru sorayım.
Aşağıdaki el yazısıyla yazdığım kelimenin noktalarını unuttum. Koyup okuyabilir misin?
Imnımnınn…
Ayrıca, aşağıdaki çarpma işlemindeki noktaların yerinde olması gereken rakamları
bulabilir misin? Bu rakamlar, 1 hariç asal
sayı olmal, yani 1, 2, 3, 5 ve 7 rakamlarından birisi olacak. Kısacası her nokta bu asal
sayılardan birisini temsil ediyor.
Hacı Bekir'in sorduğu arkadaşı unutmadım.
Araştırdım. Metris cezaevine sevkedildiğini
öğrenebildim. Bu kadar.
Behzat beye ve bilumum 163 felaketzedelerine selam ederim. M. Ali, Metin usta, Laziko, Yavuz hatırlayabildiğim isimler…
Edip Yüksel
1988'in Son Günü, İstanbul
Bismillahirrahmanirrahim
Nihayet becerdin!
He de bana "Allah'a ısmarladık" bile demeden.
Anlaşılan, macera filmlerinin etkisinde fazla kalmışsın. İyi de bu
filmde benim rolüm neydi? Neden benim umutlarımla oynadın?
Böyle bir senaryoya gerek var mıydı?
Şimdi kendini benim yerime koy ve düşün. Bir kızla nişanlanıyorsun.
Evin yok, barkın yok. Baban yok, anan yok. Mesleğinde de bir dönüm
noktası yaşıyorsun. Bu arada artık evlenmen gerekiyor. Bunun için
imkânlar ararken, işe yaramaz bir dostun telefonla sana dayalı döşeli dairesinde bir iki sene kalabileceğin teklifini alıyorsun. Durup
dururken gelen bu teklif karşısında umutlanıyorsun. O dostundan
böyle bir teklifin sadır olmasını pek hayretle karşılamana rağmen
saflığından ona inanıyorsun. Hatta, nişanlına Şubat ayında evlenebileceğini müjdeliyorsun. Senin dumunu soran dostlara işlerinin yolunda olduğunu söylüyorsun. Gel gör ki o arkadaşın sadece bir soğuk şaka yapmış. Yani o teklifi "artizlik" olsun diye yapmış! Şimi o
dostuna kızar mısın kızmaz mısın?
Bak ihtiyar!
415
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Gözünde büyüttüğün, nerdeyse ilahlaştırdığın o evin var ya boş durursa sana ne kazandıracak? Allah yarın bunun hesabını sormaz mı?
Boş duracağına, yeni bir yuvanın kurulması için bir işe yarasa ne
zararın olur? Eşyaların mı eskir? Sen eskimiyor musun?
Şerafettin abi,
Benim bu sözlerim seni gururlandırmasın. Senin malında hakkım olduğunu iddia edecek değilim. Sadece durup dururken bana vermiş
olduğun bir sözünden durup dururken neden caydığını merak ediyorum. Benim duygularımla oynama hakkını kendinde buluyorsan o
başka.
Şimdi sana, samimi bir arkadaşım olduğun için böyle açık açık konuşuyorum. Arada bir artistlik de yapsan yine arkadaş olmaya devmam edeceğiz. Ama birbirimizi daha iyi tanımış olarak…
Evini minimum 12 ay, maksimum 19 ya kullanmak
üzere istiyorum. Şu anda
böyle bir yardıma ihtiyacım
var…
Eğer teklifinden caymanı
gerektiren şeyler o kadar
önemli değilse (tabi ki bunları bana bildirmen gerekiyor) şartlarını bana mektupla bildir. Bana olumlu
cevap verdiğin taktirde sana
minnettar olmayacağımı da
bilmeni isterim. Ben sadece Rabbime şükrederim. Sana ise dua ederim. Yok bana olumsuz cevap verirsen yine eski arkadaşım olarak
seni sevmeye devam edeceğim. Tabii ki bu soğuk şakanı unutmaya
çalışarak…
Oradaki [Almanya'daki] hayatında başarılar dilerim.
Selamlar…
Edip Yüksel
PK: 57 / 34262 Fatih-İst
Kitap Dergisinde Yayımlanan Söyleşi
416
Beraat ettikten sonra Necati Aktülün, Ali Bulaç, Alican Kerimoğlu
gibi arkadaşların kurmuş olduğu Birleşik Dağıtım'ın aylık yayın organı Kitap Dergisi'nin 1987 yılında 3'üncü sayısında yayımlanan bir
Norşin’den Arizona’ya
söyleyişide bu tutukluluk dönemi hakkında bazı detaylar bulacaksınız.
KİTAP DERGİSi: Askerden döndükten kısa bir süre sonra "İlginç Sorular" adlı kitabınızdan dolayı tutuklandınız. Bu son gelişmeleri kısaca özetleyebilir misiniz?
E. Yüksel: Kitabın ilk baskısı üzerinden yaklaşık 1.5 sene geçmesine
ve beşinci baskısını yapmasına rağmen Ankara DGM Savcısı tarafından hakkımda dava açılmış ve Kasım 1986'da hakkımda tutuklama kararı çıkartılmıştı. İlginç Sorular kitabının ikinci cildini hazırlamakla meşgulken İnkilab Yayınevi’nin Cağaloğlu'ndaki bürosuna
gelen polislerce yakalanıp müteferrika ve karantina denilen pislik
üretme ve bulaştırma merkezlerinden geçirildikten sonra Sağmalcılar denilen insan turşusu kavanozuna kapatıldım.
KİTAP DERGİSi: Bu son hapishane hayatınızda canınızı sıkan
olaylar oldu mu?
E. Yüksel: Önce deliler koğuşunda sonra revirde kaldım. Sonra Ankara'ya sevkoldum.
Orada 1.5 ay kaldıktan sonra tekrar Sağmalcılara döndüm. Bu sefer
cinayet koğuşunda katillerin arasında kaldım. Ranzamın altında ve
yan tarafımda yatan iki kardeş tam 12 kişiyi öldürmekten yargılanıyordu. 10 senedir mahkemeleri devam eden, birkaç müebbed alan bu
kardeşlerden birisinin 13. kurbanı olmak pek uzak bir ihtimal sayılmazdı. Bir dikkatsizlik ve yanlışlık büyük bir faciaya sebep olabilirdi. Nitekim birçok yaralama ve kavga olayına tanık oldum.
İstanbul-Ankara arasında ring denilen bir arabayla yapılan bir sevk
olayı var ki başlıbaşına trajik bir roman konusu olur. Ankara'dan İstanbul'a, 15 kişi eşyalarımızla beraber tam 3 metrekarelik penceresiz
(bir iki delik istisna) bir konserve kutusuna elleri kelepçeli ve birbirine sevk zinciriyle maydonoz gibi demetlenmiş olarak üstüste yığıldık. En fazla iki kere tuvalet molası vererek bu yolu yirmi, evet yirmi
saatte tangır tungur bitirdik.
Sopsoğuk kış mevsiminde içi hamama dönen bu insan konservesinde geçen yirmi saat yerine 20 gün yatmaya razı gelirdim. Midemdeki tüm özsuları tüketen böyle bir yolculuk işkencesi ceza kanunlarının neresinde yazılıdır? Sigara denilen zakkumun korkunç dumanı, yatağının üstünde ve çevresinde kaynayan iğrenç hamam böcekleri, konuştuklarını anlamayan geri zekâlı mahluklar, "sakal" parolasıyla mahkûmun eline bakan rüşvet düşkünü gardiyanlar ve buna
benzer bir sürü özel ve genel sorunlar...
417
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
418
Tüm bunlara rağmen mutsuzluk ve umutsuzluk alametleri göstermedim. Rabbime hamd ve şükür ile sabrettim.
KİTAP DERGİSi: Mahkemedeki tavırlarınız çok garip. Son
mahkemenizde avukatlarınızın tahliye talebini reddederek beraat edinceye kadar tahliye olmak istemediğinizi söylediniz. Neden?
E. Yüksel: Valla bunun birkaç sebebi var. En önemli faktör, inancıma olan samimiyetimdir. Bana haksız yere zulmedenlere şirin görünmek gibi bir acze düşmek istemem. Onlardan merhamet dilemek
yerine onlara nasihat etmek durumundayım. Nitekim birçok mahkemede hakimlere açık açık nasihat ettim. Cezaevinden her yönüyle
(kültür, sigara dumanı, kitapsızlık, böcekler, üçkâğıtçılık) çok ileri
derecede rahatsız olmama rağmen hiçbir zaman onurumdan taviz
vermeyi düşünmedim. Ne var ki yakınlarımın ve avukatlarımın ricası ve baskısıyla bazı noktalarda zor da olsa susmak zorunda kaldım.
KİTAP DERGİSi: Mesela?..
E. Yüksel: Mesela, İlginç Sorular’daki kadın meselesi en çok laikliğe aykırı görülen ve en çok altı çizilen yerlerdendi. Hatta Ankara
DGM tarafından tayin edilen ilk bilirkişi, Encyclopedia of Social
Science adlı ünlü bir Amerikan ansiklopedisinde kadın ve erkek
farklılıkları üzerine yapılan bir deneyden sözeden tırnak içindeki bir
alıntıyı bile (s.98) dalgınlıkla benim sözlerim zannederek kırmızı kalemle çizmiş ve aklınca laikliğe aykırı görmüştü. Hiç bir dini yönü
olmayan bu ünlü Amerikan ansiklopedisindeki bilimsel bulguları
bile hazmedemeyen bizim bilirkişi (Doç. Zeki Hafızoğulları) ortaçağda yaşasaydı ve Engizisyon mahkemesince bilirkişi tayin edilseydi... Neyse şunu anlatıyordum. Bu konuda mahkemede şöyle bir
şey söyleyecektim:
"Suçlandığım konulardan birisi de kadın ve erkek hukuku üzerindeki
inancım ve görüşlerimdir. Siz ise kadın ve erkeği tümüyle eşit kabul
eden bir zihniyeti temsil ediyorsunuz. Peki şu çelişkinizi nasıl izah
edersiniz? Bugüne kadar onlarca defa değişik mahkemelere çıktım
ve hiçbirisinde kadınlardan savcı ve hakim göremedim. Bazen mahkeme heyetinin yarım metre altında verilen komutlara uygun olarak
daktilo tuşlarına vurma görevi veriliyor. Evet soruyorum: Üç kişilik
mahkeme heyeti erkek, savcılar erkek, hatta tüm bilirkişiler erkek!
Hani mangalda külünü bırakmadığınız kadın hakları? Bir de mahkeme sonunda bana nasihat vermeye kalkışan hakime cevap verecektim: Ama her mahkeme girişinde yanıma yaklaşıp bildiği birkaç
Norşin’den Arizona’ya
Arapça kelimeden biri olan: "Üsküt ya Edip!" diyerek susmamı isteyen Av. Şeref Dursun olmasaydı...
KİTAP DERGİSi: Hakim size ne demişti?
E. Yüksel: "Bir daha yazarken dikkatli ol" gibilerden çeşit çeşit yorum yapılabilecek sözler sarfetmişti. Aslında bu sözleri kendisine
iade etmem gerekirdi. Zira dikkatsizlik sonucu suçsuz yere beni beş
ay yatırmışlardı...
419
Norşin’den Arizona’ya
13
Kutsal İnekleri Ürkütmek:
Mürtet veya Reformcu
“Tüm insanlar sizin için iyi sözler söyledikleri zaman, vay
halinize!” (Yeni Antlaşma, Luka 6:26)
“Din nefrettir, din korkudur, din savaştır, din tecavüzdür,
din anlaşılmazdır, din fahişedir.” (Slayer grubunun gitaristi
Kerry King’in “Christ Illusion” (2006) albümünün “Cult”
isimli şarkısından.)
“Herhangi bir dinin en güçlü yan etkisi; ikiyüzlülük, megalomani, psikopati üretip onları geliştirmesidir ve kurumsallaşmış bir dinin ilk şehitleri kurucusunun amaçlarıdır.”
(Louis de Bernières’in “Birds Without Wings” (Kanatsız
Kuşlar) kitabından.)
“Benim din görüşüm Lucretius’unkiyle aynıdır. Dini, korkudan doğan bir hastalık ve insan ırkına anlatılmayan tarifsiz ızdırap kaynağı olarak görüyorum. Bununla birlikte, dinin medeniyete yaptığı bazı katkıları da görmezden gelemeyiz. Örneğin; ilk günlerinde takvim yapımına ve Mısırlı rahiplerin ay ve güneş tutulmalarının vaktini tahmin etmelerine yardımcı olmuştur. Bu iki hizmeti kabul ediyorum ama
başka bir katkısını da bilmiyorum.” (Bertrand Russell, “Has Religion Made Useful Contributions to Civilization? (1930) (Dinin Uygarlığa Katkıları Oldu mu?)
“Dinin tüm zamanların en saçma öyküsüne sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Düşünün! Din, insanları, gökyüzünde bir yerlerde günün her anı yaptıkları işleri izleyen görünmeyen bir
adam olduğuna inandırdı. Ve bu görünmez adamın yapmamanızı istediği on maddelik bir listesi vardır. Ve eğer bu listedeki yasaklardan herhangi birine uymazsanız sizi zamanın sonuna kadar kalacağınız ateşten, dumandan, işkenceden, acıdan, ızdıraptan, çığlıktan ve yanmaktan oluşan özel
421
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bir yere gönderecektir. Fakat sizi sevmektedir. Evet, sizi seviyor ve paraya ihtiyaç duyuyor… Yalan vaatler ve abartılı
iddiaların her daim şampiyonu olan ve huşu içinde katlanmak zorunda kaldığınız saçmalıklarsa yarışma değil dindir... Dinini kendine saklayacaksın.” (George Carlin.)
“Felsefe asla cevap verilemeyecek sorulardır. Dinse asla
sorgulanmayacak cevaplardır.” (Anonim, Breaking the
Spell: Religion as a Natural Phenomenon (2006) (Büyüyü
Bozmak: Doğal Bir Fenomen Olarak Din), Daniel C. Dennett, s. 17.)
“Bize duyu, akıl ve mantık bahşeden aynı Tanrı’nın onları
kullanmamızı istememe niyetinde olduğuna inanmıyorum.”
(Galileo Galilei, Letter to the Grand Duchess Christina
(1615) (Büyük Düşes Christina’ya Mektup.)
“Büyük İslam Bilgini Sadreddin Yüksel, oğlu Edip Yüksel’in akıl
hocası Reşad Halife gibi mürtet olduğunu ilan etti.” 11 Nisan
1989’da, haftalık haber dergisi Nokta’nın kapak konusuna ünlü
Müslüman din adamlarının verdiği tepkilerden oluşan birkaç gazete
manşetinden biriydi bu. O zaman en popüler haftalık haber dergisi
olan ve Türkiye'de gündem belirleyen bu laik dergi, dini dönüşümümü ve Reşad Halife’nin hikâyesini kapak konusu yapmıştı. Halife, Salman Rushdi’yle birlikte Müslüman din adamları tarafından
mürtet ilan edilmişti. Bu fetva, radikal Müslümanlara onun öldürülmesine yönelik sinyal vermiş ve hemen ardından Bin Ladin’le bağlantılı bir grup terörist tarafından Tucson-Arizona’da suikasta uğramıştı. Bin Ladin’in ABD’deki ilk terör eylemi buydu.13
Ve şimdi aynı fetva benim için de verilmişti. Daha da kötüsü dinci
cemaat ve tarikatları üstüme salan babamdı. Türkiye’de İran benzeri
bir devrime destek veren yiğit yoldaşım, babam… Türk zindanları
ve ceza evlerinde bana dört yıl boyunca sabırla destek olan canım
babam… Yaşayan altı çocuğunun içinde en çok beni seven babam…
Bazı gazeteler, babamın “Edip Yüksel, Reşad Halife’yle aynıdır.”
sözünü “mürtet” kelimesini kullanmadan alıntılamıştı. Muhtemelen,
babam, hakkımda o öldürücü kelimeyi kullanmaktan bilhassa kaçınmıştı. Ama “Reşad Halife’yle aynıdır” ifadesi sonuç olarak aynı kapıya çıkıyordu ve dinci gazeteler “mürtet” kelimesini de yayımlamış
ve babamı bu gayretinden ötürü tebrik etmişlerdi. Milli Selamet Partisi’nden Süleymancılara, Nurculardan Milliyetçilere, Nakşilerden
13
422
Daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 15.
Norşin’den Arizona’ya
Kadirilere kadar tüm cemaatler ve tarikatlar aleyhimde ittifak etmişlerdi… Birbirleriyle siyasi, ticari ve dini rekabet halinde olan tüm
dinci grupların benim gibi bir gence karşı ortak bir linç operasyonunda böylesine icma etmeleri aslında Kuran’ın bize hatırlattığı tarihi bir gerçeğin tekrarı idi. Artık bir “mürtet” olarak yaftalanmıştım
ve layığıyla muamele görecektim: Aforoz edilmiştim ve ölüm cezasını hak ediyordum.
Tehlikenin farkındaydım. Her şey, monoteist olmaya karar vermemle ve Sünni İslamcılık olarak betimlenen görüşlerimi reddetmemle başlamıştı.
İki seçeneğim vardı; ya aynı dini ve siyasi davayı destekleyen kitaplar yazmaya devam edecek ya da önceki tüm eserlerimi reddedecektim. İlk seçenek ülkedeki kariyerimi, aile bağlarımı, popülerliğimi
koruyacak ve siyasi arenada bana parlak bir gelecek sağlayacak fakat
dürüstlüğüme mal olarak beni bir münafığa dönüştürecekti. İkinci
seçenekse kariyerime, aileme, popülerliğime, siyasetteki geleceğime
büyük zarar verecek ve hatta hayatımı riske sokacaktı ama aynı zamanda dürüstlüğümü koruyacak ve gerçek/doğru ile barış içinde olmamı sağlayacaktı. İkinciyi seçtim; aynaya bakabilmeyi istiyordum.
Din Günü’nde Rabbimin huzurunda hesap verebilmeyi istiyordum.
Yüzondört Yayınları ismiyle bir yayınevi kurduktan sonra Ekim
1987'de kendi başıma yayımladığım “İlginç Sorular” isimli kitabımın ikinci cildinde yeni konumumu ilan ettim. Kitabın ilk cildi din,
felsefe ve siyasetle ilgili tartışmalı konuların renkli bir toplamıydı.
Kişisel temaslar ve anketlerle okurlarımın büyük bir çoğunluğunu
oluşturan üniversite öğrencileriyle iletişim halindeydim. Dikkatlerini nasıl çekeceğimi iyi biliyordum. Geleneksel İslam’a karşı eleştirilerimi nispeten saçma olan bazı konularla harmanlayarak sunmak
istiyordum. Dini dönüşümümle ilgili ilk umumi açıklamalarımı
okurlarımın anlamasını sağlamak için tonunu ve kapsamını hesaplamaya çalıştım. Lakin hesaplı eleştirilerimin bile büyük bir tepkiyle
karşılaşacağını biliyordum. “İlginç Sorular -2”nin arka kapağına dini
ve siyasi konumumdaki değişimi sembolik olarak gösteren sakalsız
fotoğrafımın altına aşağıdaki paragrafları yazdım:
"Emevilerden itibaren başlayan ve gittikçe artan cehalet ve
bağnazlık dönemi artık vadesini doldurmuştur. İslam âlemindeki fitnelerin, ihtilafların, kavgaların, zulümlerin ve
perişanlığın temel sebebini merak ediyorsanız, bu kitabı
dikkatle okumalısınız. Bu kitap, size Müslümanca bir bakış
423
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
açısı kazandırmaya yönelik bir çalışmanın ikinci basamağıdır.”
"Daha önce "Kur'an En Büyük Mucize"yle temel atmış ve
"İlginç Sorular"ın 1. cildiyle ilk basamağı çıkmış olmalısınız. Allah'ın muhlis kullarına nasip kıldığı ileri anlayış düzeyine çıkmak için gerekli koşulların başında aklınızı kullanmak ve kalabalıklara kapılmamak gelir. Eğer siz, gerçekleri, onu kabul eden kelle sayısıyla değerlendirmiyorsanız mutlak gerçeğe ulaşabilirsiniz.”
"Toplumumuzun belleğine yüzyıllardır işlemiş yanlış önyargıları kaldırmanın, atomu parçalamaktan daha zor olduğunu biliyorum. Buna gayret edenlerin, dedikodu, yalan ve
iftiralarla aforoz edildiklerini de biliyorum. Fakat Rabbimizin söz verdiği zafer ve yardım artık yaklaşmıştır. Gece,
dönmeye yüz tutmuştur.”
"Ne mutlu, sabahın aydınlığına kavuşanlara! Ne mutlu,
Rabbimizin Son MESAJINI aklederek dinleyenlere!.."
“İlginç Sorular”ın ikinci cildi, Sünni öğretilerine karşı elimden geldiğince yumuşatarak seçtiğim aşağıdaki soruları tartışmaya açmıştı:
424
Kültürümüzü çağdaşlaştırmalı mıyız?
Estetik ameliyat olabilir miyiz?
Sadece "selam" kelimesiyle selamlaşabilir miyiz?
Halley Kuyruklu Yıldızı bir mesaj mı?
Müzik helal midir?
Satranç oynamak haram mıdır?
Bilge Lokman kimdir?
Büyük cihad, küçük cihad ne demektir?
Ruhlar'dan yardım isteyebilir miyiz?
Neden uydurukça yazıyorsunuz?
Şeyhler keramet gösterebilir mi?
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan olur mu?
Kararında içki helal mi?
Doğum kontrolü ve açlık?
Gelecekteki olayları bilebilir miyiz?
Allah Adem'i kendi suretinde mi yarattı?
Yasak meyve?
Kelime uydurma?
Marifetnamenin Marifetleri?
Norşin’den Arizona’ya
Kuran ayetlerini hastalıkları iyileştirmekte kullanabilir
miyiz?
Devir ve İskat?
Yehova Şahitleri neden cehenneme inanmazlar?
Allah’ın eli?
El kesme cezası nasıl uygulanır?
Büyü, sihir, muska, hacet duaları?
Açlık sorunu nasıl çözümlenir?
KURAN ANLAMAMAK?
İsm-i Azam Hangisidir?
Yukarıda kalın puntolarla yazılan sorular veya sorunlar geleneksel
İslam’la ilgili eleştirilerden oluşmaktaydı. Özellikle Kuran’ı anlamakla ilgili olanı gelenekten radikal bir ayrılış anlamına geliyordu.
En uç noktada bir sapıklıktı bu. Sadece aklını kullanarak Kuran okuyan bir Müslümanın, din adamlarının ve onların ciltler dolusu hadis
kitaplarının yardımına ihtiyaç duymadan onu anlayabileceğini ileri
sürüyordum. Kısacası Muhammed’in sadece Kuran’ı ilettiğini ve sadece Kuran’a uyduğunu ve Kuran’ın ayrıntılı, tam ve anlaşılması kolay olduğunu söylüyordum. O halde Muhammed’e atfedilen davranışlar (sünnet) ve sözler (hadis) dâhil hiçbir dini öğretiye ihtiyacımız
yoktu. Dinimizi ve bireysel sorumluluklarımızı anlamak için Allah
vergisi aklımızı kullanmanın önemine vurgu yapıyordum. Din
adamlarının kurduğu geleneklerin izlenmesini eleştiriyordum. Bir
mezhebin üyesi olmak yerine; insanları, beyinlerini kullanarak Müslümanlar, barışseverler, mantıklı monoteistler olmaya, başka bir deyişle yalnızca Allah’a teslim olmaya davet ediyordum. Din adamlarına olan ihtiyacı ortadan kaldıracağı için tehlikeli bir davetti bu.
Müslümanlardan, dogmatik zihniyeti reddeden İslamî Bilgi Kuramı’nın özüne ters olan şu Hıristiyan mazeretini duymak oldukça
yaygındır: “İslam akıl dini değil, anlatı dinidir.” Yıllardır e-postalarımın altına otomatik olarak eleştirel düşünmeyi ve mantıklı seçimler yapmayı destekleyen ayetlerin listesini yerleştiriyorum: Doğrunun/gerçeğin peşinde her birimiz kendi aklımızı kullanmalıyız.
(17:36; 10:100; 39:17-18; 41:53; 42:21; 6:114-116; 10:36; 12:111;
20:114; 21:7; 35:28; 38:29).
Kitabıma tepki veren ilk ünlü din adamı babam olmuştu. Kınama ve
hakaretlerle dolu makalesi Türkiye’de teokratik bir yönetim kurulması amacı güden aylık Girişim dergisinde yayımlanmıştı. Babamı
425
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
başkaları izledi. Onlardan bazılarına “Sakıncalı Yazılar” adlı kitabımda cevap verdim.
“Mürtet” yaftasını hafife almayın. Mürtet, geleneğe zıt inanışları yüzünden ölüme mahkûm edilmiş bir kâfirdir. Fanatiklerin bıçak darbeleri veya kurşunlarıyla öldürülme olasılığı oldukça yüksektir. Örneğin; yakın dostum Reşad Halife Tucson Mescidi’nde El Kaide’ye
bağlı bir grup fanatik tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Fakat İslam
adına işlenen her cinayetin bu şekilde olmak zorunluluğu yoktur. Örneğin; kitaplarımda hadisçi/sünnetçi/mezhepçi/ tarikatçı dogmalara
yönelik eleştirilerimi okuyarak monoteizmi seçen Konca Kuriş
(1960-1998), sözde Türk Hizbullah’ı tarafından vahşi bir biçimde
öldürülmüştür. Sonradan, olayı araştıran müfettişler Konca dâhil birçok insanın ölümüyle sonuçlanan terörist eylemlere Türk ordusunun
da karışmış olduğundan şüphelendiler. On yıl sonra 2009 ve 2011’de
Türk ordusunun yüksek rütbeli subayları ve generallerine karşı yapılan soruşturmalarda, ordunun içinde yuvalanan bu yeraltı çeteleri
ve terörist bağlantılar ortaya çıktı ve bu şüphelerin haklılığı kanıtlandı.14
Tarih, çoğu bilinmeyen ve bazıları ünlü mürtetlerle doludur. Atinalıların çoktanrılı dinini reddedip ölüme mahkûm edilen filozof Socrates’i bilirsiniz. Arapların ve Yahudilerin atası olan İbrahim, din
adamlarına ve putlarına inanmadığı için ülkesinden sürülmüştü. İsa,
Sinagoglarda halka din satan Ferisileri ikiyüzlülük ile suçlayınca
düşmanları onu ölüme mahkûm etmişti. İsa'dan sonra uydurulan Üçleme formülünü bir mantık çelişkisi olarak red eden felsefeci ve matematikçi Hyapita bir muvahhid olmanın bedelini İsa'dan dört yüz
yıl sonra papazlar tarafından mürtet ilan edilip canıyla ödedi. Kırk
yaşında tevhid mesajı alınca halkının hurafeci, köleci, kapitalist ve
kadın düşmanı teokratik sistemine karşı çıkan Muhammed de diğer
özgürlük, barış ve adalet önderleri gibi çağının müşrik din adamları
ve onların mukallitleri tarafından ölümle tehdit edilmiş ve yurdundan göç etmek zorunda bırakılmıştı. İncil'i ilk kez İngilizceye çeviren Tyandale kilise tarafından diri diri yakılmış, Darvin ve Galileo
14
426
İşkence kayıtlarını gösteren bir videoyla ilgili bir haberde işkence altındaki sorgulamasında Kuriş’in dönüşümünde etkili olan şahıslar olarak benim ve Yaşar
Nuri Öztürk’ün adını söylediği bildiriliyordu. (Ağabeyi Konca Kuriş'in ölüm sorgusunu seyretti, Mürsel Acay, Sabah Gazetesi, 22 Ocak 2000)
Norşin’den Arizona’ya
bilimsel teorileri yüzünden mürtet ilan edilmişlerdi. Sünni ve Şii dinlerinde mürtetlerin öldürülmesini savunan ve teşvik eden birçok uyduruk masal vardır.
Sahih Buhari’den Mürtetlerle İlgili Hadisler
Cilt 9, Kitap 84, Hadis 57: İkrime anlatıyor: Ali’ye birkaç
zındık getirildi ve Ali onları yaktı. Bu olayı duyan İbn Abbas, “Eğer Ali’nin yerinde olsaydım, Allah’ın elçisi ‘Kimseyi Allah’a ait cezayla (ateşle) cezalandırmayın’, diyerek,
yasakladığı için onları yakmazdım. Onları Allah’ın elçisinin sözüne göre cezalandırırdım, ‘Her kim İslam’dan dönerse onu öldürün.’”
Cilt 9, Kitap 84, Hadis 58: Ebu Burda anlatıyor: Ebu Musa
dedi ki, “Ash'ariyin Kabilesinden biri sağımda biri solumda
iki erkekle Peygamberin yanına geldim. Resul bir misvakla
dişlerini fırçalıyordu. İki adam da ondan iş istedi. Peygamber, ‘Oo, Ebu Musa (Abdullah bin Kays)’ dedi. Ben de, ‘Bu
iki adam bana kalplerindekini söylemediler ve ben onların
iş için geldiklerini sanmıyorum/göremiyorum.’ dedim. O,
misvakını dudaklarının altındaki bir köşeden çekerken, ‘İşlerimizi, iş arayan birileri için meşgul edemeyiz. Fakat, Ebu
Musa, Yemen’e git!’” dedi. Peygamber sonra onun arkasından Muaz bin Jebel’i gönderdi ve Muaz ona ulaşınca, Musa
onun altına bir minder verdi ve ondan oturmasını istedi.
Bak: Ebu Musa’nın arkasında zincire vurulmuş bir adam
vardı. Muaz, “O adam kim?” diye sordu. Musa, “O Müslüman olan bir Yahudi’ydi ama sonra tekrar Yahudiliğe
döndü.” dedi. Sonra Musa, Muaz'dan oturmasını istedi
ama, “O öldürülene kadar oturmayacağım. Bu, Allah’ın ve
Elçi’sinin hükmüdür (bu tür olaylar için)” dedi ve bunu üç
kez tekrarladı. Sonra Musa adamın öldürülmesini emretti ve
adam öldürüldü. Ebu Musa, “Daha sonra yatsı namazımızı
kıldık ve içimizden biri ‘Dua edip uyuyacağım ve umarım
Allah beni dualarımdan olduğu kadar uykumdan dolayı da
ödüllendirir’ dedi” diye ekledi.
Cilt 9, kitap 84, Hadis 63: Abdullah anlatıyor: Yüzündeki
kanı silerken “Allah’ım onları affet, onlar bilmiyorlar!”
diye dua eden, halkının kendini dövüp yaraladığı bir peygamberden bahsederken Peygamber’e bakıyordum.
Cilt 9, Kitap 84, Hadis 64: Ali anlatıyor: Allah’ın Elçisi’nden sana bir şeyler aktarırken onun söylemediği bir
427
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
şeyler söylemektense gökyüzünden aşağı düşmeyi tercih
ederim ama sana, seninle benim aramda bir şey anlatırsam
(hadis olmayan bir şey) bu aslında bir oyundur (yani, düşmanı aldatmak için bir şeyler söyleyebilirim.) Allah’ın Elçisi’nden şunu duyduğuma hiçbir şüphe yoktur: “Ahir zamanlarda imanları gırtlaklarından öteye geçmeyen (yani,
imanı olmayan) ama en iyi sözleri eden bazı gençler ortaya
çıkacak ve okun yayından çıkması gibi dinlerinden çıkacaklar. Onları nerde bulursanız öldürün, her kim onları öldürürse Kıyamet Günü ödüllendirilecektir.”
Cilt 9, Kitap 84, Hadis 68: Yusair bin 'Amr anlatıyor: Sahl
bin Hunaif’e sordum, “Peygamber’in Al-Khawarij hakkında bir şey söylediğini duydun mu?” Eliyle Irak’ı işaret
ederek dedi ki, ‘Orada Kuran okuyan ama okumaktan öteye
geçemeyen bazı insanlar ortaya çıkacak ve onlar okun yayından çıkması gibi İslam’dan çıkacaklar’ buyurdu” diye
cevap verdi.
Muhammed, dedikodu koleksiyoncularının onun bu dünyadan ayrılışından 230-500 yıl sonra uydurduğu hadislerde anlatılan kana susamış bir tiran değildi. İslam; düşünce, ifade ve din özgürlüğünü savunur. Müslümanların Allah’a hakaret edenlere karşı bile şiddet kullanmasına izin verilmez (Şu ayetlere bakabilirsiniz: 2:256; 4:140;
6:68; 10:99; 18:29; 88:21, 22). Dahası 4:137 ayeti Sünni ve Şiilerin
mürtetlere karşı ilan ettiği ölüm cezasını tümden reddeder.
Hadis tarihiyle ilgili titiz araştırmalar, hadis kitaplarında bulunan
hoşgörüsüz öğretilerin zorba ve müşrik halifelerin ve sultanların zulümlerini haklı çıkarmak için uyduruldğunu gösteriyor. İslam dinini
kabul ettiklerini ileri süren Yahudi din adamları da uydurma hadis
işinde başarılı oldular. Niyetimiz dindeki bu bozulmadan ötürü Yahudileri suçlamak değil, bu yozlaşmadaki benzerlikleri ve ortak kaynağı göstermektir. Kuran’a göre her birey kendi seçimlerinden sorumlu olacaktır. Bu yüzden hiçbir Müslüman, Kuran’a ihanetinden
dolayı, Yargı Günü bir Emevi veya Yahudi palavra üreticisini göstererek kendi sorumluluğundan kaçamayacaktır.
428
Şii ve Sünni âlimler bile hadis ve sünnete sızan Yahudi öğreti ve
uygulamalarının dinlerindeki büyük etkisini kabul etmektedir. Bunlara İsrailiyyat adını vererek incelemek ve teşhir etmek için ciltler
dolusu kitap yazdılar. Fakat bu çabalarına rağmen, birçok öğreti zayıf ve tutarsız filtrelerinden sızmayı başardı. Şiddet içeren öğretile-
Norşin’den Arizona’ya
rin tek kaynağının yozlaşmış Yahudi doktrinleri olduğunu iddia etmiyoruz; fakat bu etki, tarihi belgelerle ispatlanmış ana etmenlerden
biridir.
İşte size, farklı düşünen ve farklı dinlerden olanlara karşı Musa vasıtasıyla Allah’a atfedilen hoşgörüsüz ve zalim cezalardan birkaç örnek; (Kuran, 2:59; 2:79; 5:13-15; 5:41-44 ayetlerinde Kitabı Mukaddes’te yapılan bu çarpıtmalara gönderme yapar):
“RAB Musa'ya şöyle dedi: ‘Onu ordugâhın dışına çıkar. Ettiği laneti duyan herkes elini adamın başına koysun ve bütün
topluluk onu taşlasın.’ İsrail halkına de ki: ‘Kim Tanrısı'na
lanet ederse günahının bedelini ödeyecektir. RAB'be söven
kesinlikle öldürülecektir. Bütün topluluk onu taşlayacak. İster yerli ister yabancı olsun, RAB'be söven herkes öldürülecektir.” (Levililer 24:13-16.)
“Öz kardeşin, oğlun, kızın, sevdiğin karın ya da en yakın
dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının
önceden bilmediğiniz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna
dek uzakta, yakında, çevrenizde yaşayan halkların ilahları
için, 'Haydi gidelim, bu ilahlara tapalım' derse, ona uymayacak, onu dinlemeyeceksin. Ona acımayacak, sevecenlik
göstermeyecek, onu korumayacaksın. Onu kesinlikle öldüreceksin. Onu önce sen, sonra bütün halk taşa tutsun. Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır'dan, köle olduğunuz ülkeden sizi çıkaran Tanrınız RAB'den sizi saptırmaya çalıştı. Böylece bütün İsrail bunu duyup korkacak. Bir daha
aranızda buna benzer kötü bir şey yapmayacaklar.” (Yasa
Kitabı 13:6-11.)
“Bu kötülüğü yapan erkeği ya da kadını kentinizin kapısına
çıkarın ve taşa tutarak öldürün.” (Yasa Kitabı 17:5.)
“Topraklarını alacağınız ulusların ilahlarına taptıkları
yüksek dağlardaki, tepelerdeki, sık yapraklı her ağacın altındaki yerleri tümüyle yıkacaksınız. Sunaklarını yıkacak,
dikili taşları parçalayacak, Tanrıça Aşera'yı simgeleyen sütunları yakacak, putları parça parça edeceksiniz. İlahların
adlarını oradan sileceksiniz.” (Yasa Kitabı 12:2-3.)
Eski Antlaşma’nın ilk beş kitabında Musa adına yapılan
çarpıtmalar ve eklemelerin ilginç ipuçlarını görüyoruz; bu
yüzden bu kitaplar Musa’ya verilen kitapla tam olarak örtüşmez (Yasa Kitabı 34:5-10; Çölde Sayım 12:3.)
429
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Yahudilerin artık bu direktiflerin peşinden gitmemesi ve çoğunun da
onları yeniden uygulamaya koymaya istekli olmaması bir ironidir.
Yahudiler bu uygulamaları, onları temel alarak bir dünya düzeni kurmayı amaçlayan hadis ve sünnet takipçilerine terk ettiler. Bu yüzden,
Yahudi fanatiğiyle Sünni fanatiğinin tutum ve zihniyeti ikizler kadar
birbirine benzemektedir. Buna rağmen, nasıl oluyorsa, birbirlerinden
nefret etmektedirler.
Artık yazar olarak hayatımı kazanamıyordum. Kendimi geçindirmek
için başka bir kariyer edinmek zorundaydım. Bir reklam şirketinde
metin yazarlığı işi buldum. Ali Murat için metin yazarlığı yaparken,
ona iş getirmek istiyordum. Murat Ülker’le bir toplantı ayarladım. İşi
hâlâ babası yürütüyordu ama oradaki iki numaralı kişi de oydu. Murat’ı aradım; beni fabrikadaki odasında karşıladı. Sonra beni pazarlama bölümüne göndererek bir toplandı ayarladı. Liseden ve Boğaziçi Üniversitesi’nden arkadaşım İsmail Köse’yi takıma başkanlık
ederken buldum. Bana karşı resmi davranıyordu. Orada ilginç bir şey
öğrendim. Ülker, bisküvi ve çikolata çeşitlerinin reklamını yapmak
istemiyordu. Çok fazla reklam yaptıkları takdirde, başka yatırımcıların uyanarak bisküvi işlerinden ısırık almaya çalışacaklarını düşünüyorlardı. Bu yüzden minimum sayıda reklam yapıyorlardı.
Bu esnada başka bir grupla aleni tartışmalar yapmaya başladım.
Mao'cu Komünist bir entelektüel olan Doğu Perinçek, 2000’e Doğru
isimli haftalık bir dergi yayınlıyordu. Dergi, İslam’a karşı bir kampanya başlatmıştı. Kapak konuları İslam’ı zulümle ve kadın düşmanlığıyla suçlayan makalelerden oluşuyordu. Ülkenin dindar nüfusuna
karşı Türk oligarşisinin katıksız bir saldırısıydı bu. Ama bu, Türkiye’de yeni bir durum değildi. Geçmişte de Müslümanlar, CHP üyeleri ve ateist profesörlerin benzer saldırılarına tanıklık etmişlerdi. Lakin Doğu’nun İslam’a karşı başlattığı kampanyanın farklı bir yöntemi
vardı. Savunduklarını haklı göstermek için dini kesimin saygı duyduğu kaynaklardan yararlanıyordu. Doğu, devletlerin gizli servisleriyle ve terör örgütleriyle belirsiz ve tehlikeli bağlantıları olan karanlık bir adam imajı yaratmıştı.
Doğu Perinçek'i iyi tanımak için onun eski yoldaşı Gün Zileli'nin anılarını okumak lazım. Dürüstçe yazılmış o anılarda Doğu'nun nereden
doğup battığını öğrenebilirsiniz.
430
Bir ara Maoculuk yaptı. Mao öldükten sonra birden bire Amerikancılık yaptı. Daha sonra Amerikan düşmanı oldu. Bir ara Kürtçülük
yaptı. Daha sonra Türkçü oldu. Bir ara Demokratlığa ara verip Orduyu ihtilal için teşvik etti. Sanırım istikrarı sadece Ateizmde korudu... Bunlara, Doğu Perinçek'in çıkardığı AYDINLIK gazetesini ve
Norşin’den Arizona’ya
daha sonra çıkardığı 2000'e Doğru dergisini 1977-1990 arası izleyen
birisi olarak bizzat tanık oldum. Elbette herkes fikir değiştirebilir.
Ama bu adamın niye böylesine önemli zik-zaklar çizdiğini bilen var
mı?
Doğu; eski Sünni din adamı, yeni ateist Turan Dursun’u keşfederek
bir altın madeni bulduğunu düşünüyordu. Turan, Sünni dininin zayıf
noktalarını iyi biliyordu ve Sünnileri kışkırtmakta oldukça başarılıydı. Turan'dan da önce Aziz Nesin gibi yetenekli yazarlar vardı;
ama o yazarlar sünni kaynakları kullanamadıkları için roman, mizah
ve şiir gibi edebi sanatlarını kullanarak dolaylı olarak eleştiri yöneltiyordu. Turan Dursun'un bazı savlarına katılmasam bile onun dogmaları sorgulamasını takdir eden birisiyim. Turan Dursun cesur ve
düşünen bir adamdı. Cemaat ve tarikat liderleri ona cevap veremedikleri için ölümüne fetva verdiler. Din tüccarları, demagog siyasetçiler ve onların kör izleyicileri tarih boyunca tüm alçakların, iki yüzlülerin, cahillerin ve firavunların tavrını sergilediler. Vardığı sonuçlara ve Kuran'la ilgili yorumlarında kendisine katılmadığım halde Turan Dursun'un farkına varmadan Kuran’ın mesajı için bir hizmet verdiğine inanıyorum. Akıllarını ve beyinlerini kullanmayan insanların
içine düşüp takıldıkları kuyuya yüzlerce taş attı Turan. Kuran'la ilgili
eleştirilerinin önemli bir bölümü, müftülük yıllarında hadis ve sünnet
denilen öğretilerin çarpıttığı yanlış anlamlarına yöneliktir. Eleştirilerinin Kuran’ı ve İslam’ı anlamada önemli bir hizmeti var. Gerçi Kuran Çevirilerindeki Hatalar, Üzerinde 19 Var, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, "Asal Tartışma" adlı kitaplarım ile MESAJ adlı Kuran
çevirim, Turan'ın Kuran ile ilgili yönelttiği birçok eleştiriye cevaplar
içerebilir, ama Dursun'un tüm eleştirilerine bir seri halinde cevap vermeyi düşünüyorum.
Türkiye’deyken ve o hayattayken Aydınlık ve Saçak dergisinde yayımlanan, orijinal el yazması Kuran’ın yanması ve Mayatepek Raporları’yla ilgili iki makalesine cevap verip tartışma yapma fırsatım
olmuştu. Kuran’ın orijinalinin yakılmasıyla ilgili yazısına verdiğim
cevap onun yazarı bulunduğu 2000'e Doğru dergisinde cevap olarak
yayımlandı, diğeri de Saçak dergisinde yayımlandı. Mayatepek Raporu ile ilgili cevabımdan kitaplarından birinde övgüyle söz edip cevap vermeye çalıştı. (Bak: Tabu Can Çekişiyor: Din Bu, İkinci Kitap,
Kaynak Yayınları, sa:157-167, 12. basım). Kendisiyle yüz yüze görüşüp tartışmayı çok isterdim. Ne var ki nasip olmadı.
Farkında olmadan Müslümanların kışkırtılmasına yönelik karanlık
bir siyasi gündeme hizmet eden Turan, bu olayın mağduru olmuştu.
Turan Dursun; Haçlı Robert Spencer, Siyonist David Horowitz veya
431
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Evanjelist Ali Sina gibi islamofobi destekçiliği yapan Amerikalı savaş çığırtkanlarıyla karıştırılmamalıdır. Ne yazık ki, Eylül 1990’da
bir grup Sünni terörist tarafından suikasta uğradı. Ama bu resmi açıklamaydı. Sonradan Derin Devlet olarak adlandırılacak olan, asker
veya polis içinde yuvalanmış gizli bir çetenin desteklediği bir suikast
çetesinin işi olma ihtimali de var. Turan Dursun'dan sonra İlhan Arsel
ve Sevan Nişanyan ateist cihad bayrağını yükseltmek için Sünnilik
dininin kaynaklarını kullanarak teolojik, etimilojik ve felsefi eleştiriler yönelttiler.
Dinlerin, teolojileri ve uygulamalarına yapılan ölümcül darbelere
rağmen varlıklarını ve bazen üstünlüklerini sürdürmeleri inanılmazdır. Örneğin; Katolik Kilisesi çoktanrıcılığı savunan özgün günahına
rağmen; Engizisyon, Haçlı Seferleri, Günah Çıkarma, Soykırım, Cadı
Avı, Kölelik, Sömürgecilik suçlara ve Kilise’ye 2 milyar dolardan
daha fazla bir fiyata mal olan en son ortaya çıkan çocuk tacizi gibi
1950’den beri işlediği ya da savunduğu rezaletlere rağmen yaşamasını becermiştir. Başka bir örnek de Evanjelik Hıristiyanlardır. Dolandırıcılıklara, seks skandallarına, kitlesel intiharlara, Evanjelik liderlerin suiistimallerine karşın; Tim LaHaye’in kurgunun da kurgusu
olan ve kurgunun karesine eş değer yalanlardan oluşan kitapları, onları ilahi aracılığın tasarımı olarak nitelendiren milyonlarca insana satılabilmektedir.
Sünnilerin veya Şiilerin de onlardan farklı bir yanı yoktur. Mezhep
ve tarikatlarına yapılan güçlü eleştirilere ve onların bu eleştirilere verdiği acınası tepkilere rağmen ayakta kalmayı başardılar. Doğrusunu
söylemek gerekirse daha da güçlü oldular. Cübbeli Ahmet, Nihat Hatipoğlu ve Fethullah Gülen gibi uyduruk masallara daha da uydurma
katarak anlatan din tüccarı aktörler, milyonlarca insanın beyinlerini
yiyerek aptallaştırmakta büyük başarı elde ettiler. Fethullah Gülen'in
salya sömük ağlayarak anlattığı hezeyanlar, palavralar, yalanlar, Allah'a ve peygambere yakıştırdığı iftiralar onlarca yıl Türkiye'de milyonlarca insanı etkilemiş ve hatta Türkiye devletinin en üst kurumlarının desteğini almış idi. Ta ki menfaatler çelişinceye kadar.
432
Çoğunlukla hadis ve diğer mezhep kaynaklarını cephane olarak kullanarak böylece Kuran mesajını çarpıtıp kötüleyen ateistlere karşı
Kuran’ı savunurken, aynı zamanda Kuran’ı Sünnilerin çarpıtmalarına
karşı da savunuyordum. Serveti ve yandaşları olmayan genç bir yazar
olarak tek başıma medya ve kurumları olan iki güçlü guruba karşı
savaş veriyordum. Laik ve dindar kesimlerin mücadelesi arasında benim yalnız ve tuhaf sesim yankılanıp dinleyici bulmayı başarmıştı.
Sünniler gelenek öğretilerine yaptığım inatçı eleştirilerden dolayı;
Norşin’den Arizona’ya
ateistler de onları Kuran’a karşı kazandıkları ucuz zaferlerinden mahrum ettiğim için rahatsız idiler. Fakat iki taraf da kendilerine karşı
güçlü teolojik ve felsefi iddialar ortaya koyduğum için beni görmezlikten gelemiyorlardı.
Ailenizin, dostlarınızın ve okurlarınızın sizi aforoz etmesi; özellikle
onlar tarafından bir kahraman ve yükselen bir yıldız muamelesi görüyorken, kolay bir şey değildir. Hadis ve sünnetin şeytani öğretiler
olduğunu, Kuran’ın besmelesiz başlayan tek suresi olan 9. suresinin
127 ayetten oluştuğunu ileri sürünce Sünnilerin beni kendilerinden
bilip savunmaları için hiçbir sebep kalmamış oluyordu.
Ancak Abdullah İbn Mesud adlı sahabenin, son iki surenin Kuran'dan
olmadığına inandığı için kendi yazdığı Kuran mushafından çıkardığını bildiren bazı hadislere rağmen, İbn Mesud'u Muhammed’in en
büyük sahabelerinden ve hadis rivayet kaynaklarından biri olarak
görmeye devam ediyorlardı. Aynı şekilde Ubeyy Bin Ka'b’ı da, kendi
el yazması Kuran mushafına iki sure eklediğini bildiren hadislere karşın Ubeyy Bin Ka'b'ı hâlâ hadis rivayetleri için güvenilir bir kaynak
olarak görüyorlardı. Sünni ve Şiilerin dinleri için "kaynak" olarak güvendikleri hadis kitaplarında Kuran'daki birçok ayeti ve hatta sureyi
inkâr eden, daha önce Kuran'dan olup da kaybolan sureler ile ilgili
olarak düzinelerce "sahih hadis" vardır. Tencerelerinin dibi böylesine
kararmış olmasına rağmen, aynı kişiler ve kurumlar, bizim iki cümlenin Kuran'dan olmadığı konusundaki tartışmamıza en şiddetli tepkiyi gösterebiliyordu. Üstelik biz bu iddiamızı matematiksel ve arkeolojik delillerle destekliyorduk ve ondan sonra kendi hadis kitaplarından bununla ilgili uyduruk hadislerine dikkatlerini çekiyorduk.
İronik olarak, bizim iddialarımızı destekleyen çok sayıda delilimize
karşın “Kutsal Hadis Kitaplarına” göre Muhammed’in bu iki ünlü sahabesi başta olmak üzere diğer sahabeler dikkate değer bir sebep ileri
sürememişlerdi.
Geleneğe aykırı olan iddialarımın ekonomik sonuçlarıyla baş edebiliyordum; ama duygusal maliyet çok yüksek olmuştu. Korkunç bir
yabancılaşmaydı bu. Sadece dünyevi değil, ebedi bir yabancılaşma…
Sevilen, hayran olunan ve saygı duyulan bir aile bireyi, siyasi ve dini
bir grubun üyesiyken birden bire aynı grubun ve ailemin lanetlediği
bir hedef konumuna gelmiştim. Yeni konumum onların savunduğu
her şeyin karşısındaydı. Ben onların gözlerinde insan sıfatını bürünmüş bir şeytan olmuştum. Aramıza aniden sonsuz bir mesafe girmişti.
Babamın İslamcı, daha doğrusu Hadisçi-Sünnetçi bir dergide yayınlanan iki makalesi bana karşı müthiş bir kampanya başlatmıştı. Yar-
433
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
gılanmadan, aleni olarak linç ediliyordum. Kutsal inekleri korkutmuştum ve onlardan sağ salim kurtulmama imkân yoktu. Popüler İslamî yazarlar gazete ve dergilerinde aleyhimde makaleler yazıyorlardı. Ali Ünal, Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş), Hüseyin Hilmi Işık,
Mehmet Şevket Eygi, Ali Arslan, Dr. İbrahim Aydınlı merhametsiz
hançerlere dönüşen kalemleriyle hakkımda açılan Sünni cihada katılmışlardı. Mahmut Toptaş, Ahmet Arvasi, Hekimoğlu İsmail, Ali Bulaç, Ali Güler, Abdurrahman Dilipak ve diğer yazarlar ve âlimler de
adımı pek anmadan bana saldırmayı seçmişlerdi. Prof. Hüseyin Hatemi daha serin üsluplu olgun bir makaleyle onlara katılmıştı. Yayınevimden çalınan kitabımda, “Şimdi her şey açık. Sünni mezhebinin
kör takipçisi çete, beni ittifak halinde aforoz etmiş bulunuyor.” diye
yazmıştım.
Babam makalesine aşağıdaki paragrafla başlamıştı.
Dikkat! İslamî ilimleri gerçekten okumamış müçtehidimiz
Edip'in iddiasına göre: Dünya çapındaki malum müçtehidler
dahil olmak üzere bin üç yüz küsur seneden beri tüm İslam
Dünya'sını kaplayan bağnazlık (taassup) ve cehalet; Edip'in
varlığıyla sona ermiştir!.. (Girişim, Sayı 28, Ocak 1988)
Babamın birinci makalesine verdiğim cevap Kitap Dergisi’nde yayınlandı. Fakat cevabımı yayınladıktan sonra bağnaz okuyucularından büyük tepki aldıkları için pişman olup daha sonraki sayılarda yalnızca beni eleştiren yazılar yayımladılar. Girişim Dergisi’nin sonraki
sayısında babam bir makale daha yazdı. Babamı diğerleri izledi. Sonradan Fethullah Gülen’e katılan etkin bir Sünni yazar olan Ali Ünal
da çelişkiler ve sorgulanmayan varsayımlarla dolu uzun bir makale
yazdı. Makalesinin başlığı “Çok Büyük Bir Müfteriye” idi.
434
"Ey bir milyarlık İslâm alemi! Bir büyük iddia karşısındasınız. Şimdiye kadar, İslâm adına Hadis, Tefsir ve Fıkıh külliyatından öğrendiğiniz hemen her şey "Allah'ın haram etmediğini haram kılan tüm ruhbanların, müşriklerin cezalarını
İslâm'a sokanların, mücrimlerin, hadis uydurucularının, ihtilâf uzmanlarının, yalan üstüne yalan düzenlerin, Allah'a,
Peygamber'e ve Sahabe'ye iftira atanların, zalim sultanlara
dalkavukluk edenlerin, kendilerini Allah'la bir tutan bir limited şirket mensuplarının, Allah'ın verdiği 'Müslüman' ismini
yeterli görmeyip, 'müctehid, mukallid' gibi isimler uyduranların, hakla batılı birbirine karıştıranların, Allah ile Rasulü'nü karşı karşıya getirenlerin, içlerinde her şeyi bulabileceğimiz çelişkiler kolleksiyonunu dini kaynak diye Kur'an'a
ortak tutanların sıkı durun lûtfen tek bir ifadeyle, Firavun
Norşin’den Arizona’ya
büyücülerinin yazılarından ibaretmiş.. Bu büyücülerin karşısına yeni bir Musa çıkmış, bu Allah'ın gönderdiği değil de
bilmiyoruz, bu iddia da var mı, çünkü aynı mantığa sahip
olanlar, rasul'den kasdın yalnızca peygamberler olmadığı,
dolayısıyle Hatemü'l Enbiya'dan sonra da rasûl gelebileceğini iddia ediyorlar kendinden Musa'nın asasını elinde tutan
biri; bu asayla bütün büyüleri iptal etmiş. Ama recmedilmekten korkuyormuş. Bu, Asayı Musa'yı kullanan zatın adı da
Edip Yüksel'dir. Şimdi, bu büyük müfter”nin Asayı Musa
diye takdim ettiği dikenli tellerine göz atalım, nelermiş?"
Uzun makale Müslümanların ve yürürlükte oldukları yılların sayısına
güvenerek sesini yükselten dayanıksız iddialarla doluydu: Kuran’ın
cehaleti ve sürüyü takip etmeyi eleştiren birçok ayetinden habersiz
olan BİR MİLYAR ve BİN ÜÇ YÜZ YIL… Kendi rakamlarıyla kendisinin bağımsız düşünmeden mahrum olduğunu ispatlıyordu. Putlarından bin dört yüz yıl uzakta olduğunu düşünmeden, Ali Ünal, geçmiş yüz yılların yazarlarını kopya ediyordu. Çoğu dindar müdafi gibi
bu yazar da, aynı iddianın inananlarının sayısını ve dinlerinin ömrünün uzunluğunu temel alarak Hıristiyanlar tarafından da yapılabileceğini düşünemediği için tutarlı bir tartışma yapmaktan yoksundu.
Her iki bakımdan da en doğru din olma konusundaki bu tartışmayı
Hıristiyanlar kazanırdı. Makalesinin sonuna doğru, Ali Ünal, benim
cevabımı basmaya cüret edecek dergi ve gazeteleri tehdit ediyordu.
435
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Sonra da Girişim dergisini çürütmelerimi yayımlamadığı için tebrik
ediyordu.
Saldırı yağmuruna uğrayan konumumu savunma şansından yoksun
bırakılınca, savunmamı cebimden para harcayarak yayımlamaya çalıştım. Babamın ve Ali Ünal’ın iddialarını ve eleştirilerini tek kelimesini bile değiştirmeden ve bir tek harfini bile atlamadan, onlara
verdiğim cevaplarımı da içeren “Sakıncalı Yazılar” isimli kitabımda
yayımladım. Kitabın serüveni içeriği kadar ilginçti. Kitabın ilk baskısını matbaadan çaldılar. İkinci baskısını da dağıttırmadılar. Türkiye'de o zamanlar iki popüler haftalık dergi vardı: Nokta ve Tempo…
Tempo dergisi 1987 yılında yayımlanan bir sayısında matbaadan çalınan kitabımın hikâyesini haber yaptı.
Ali Ünal’a yanıtımı aşağıdaki sözlerle bitiriyordum:
"Ali Ünal'ın iddialarında samimi olduğunu zannediyorum.
Eleştirisinin her bir paragrafında şahsıma katmerli hakaretler ve iftiralar yağdırmasına rağmen kendisi için hayır
dua ediyorum. Dilerse kendisiyle yüzyüze görüşmeye de hazırım. Allah'ın yüce kelamında muğlaklık, mücmellik, yetersizlik arayan negatif tavrı terketmesi halinde inşallah gecenin karanlığını dağıtan Kuran'ın iyi bir talebesi olacaktır.
Aksi takdirde 25:30'da şikayet edilen mücrimlerden olacaktır. Allah kendisine anlayış versin! Allah'ın son peygamberinin yolundan ayırmasın! Dini sadece Allah'a has kılan
muhlislerden kılsın!" (Edip Yüksel, Sakıncalı Yazılar, Devlet Yayınları, Temmuz 1988, İstanbul, s. 97)
436
İlginç Sorular kitabımın ikinci cildine babamın iki popüler Sünni
dergide yayımladığı makaleler ile başlayan ilk dalga saldırının merkezinde hedefken Reşad ile yüzyüze görüşüp tanışma imkânım oldu.
1988 yılında Reşad'ın düzenlediği yıllık enternasyonal konferansa
konuşmacı olarak davet edildim. Pasaport almak için çok uğraştım.
Sabıkamdan dolayı bana pasaport yasağı konulmuştu. O zaman milletvekili olana dayım Muhyeddin Mutlu'yu araya koyarak pasaport
alabildim. Pasaportun üzerinde veriliş tarihi olarak 1 Temmuz 1988
yazılıydı. Daha sonra vize sorunu yaşadım. İstanbul'da o zamanlar
Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan Amerikan konsolosluğu vize
vermeyi reddetti. Sebebi malumdu. Konsolosluğun bitişiğindeki
Amerikan Kültür Ateşeliği’ni telefonla arayıp sekreterden beni ateşeye bağlamasını istedim. Ateşe'ye ulaşmak tahminimden çok daha
kolay olmuştu. Bana hemen bir randevu ayarladı. Gidiş amacımın
Norşin’den Arizona’ya
tümüyle akademik ve dini bir konferans için olduğunu kendisine anlattıktan sonra bana vize vermeye karar verdi.
Tucson'a varınca hava alanında tanıştığım bir profesör ve eşi Tucson
Mescidi’ni bildiklerini ve Üniversitenin hemen yanıbaşında olduğu
için beni oraya bırakabileceklerini söylediler. Onbeş dakika sonra
adamın Mescidi aradığını farkettim. Sanırım gece olmasının etkisiyle bulmakta zorluk çekiyordu. Sonunda Euclid Avenue ve 6th
Street köşesinde tek katlı eski bir binanın bahçesinin önünde bıraktı
beni. Yatsı namazından sonra Tucson Mescidi’ne ulaşabildim. Bir
cuma gecesiydi. O gece, periyodik Kuran çalışması yapmışlardı.
New York'tan Reşad'ı aramış ve Tucson'a varış saatimi vermiştim.
Normal olarak yatsı namazından sonra mescidi kapatan Reşad beni
tek başına bekliyormuş.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Çocukluğunu ve gençliğini İstanbul'da Fatih, Süleymaniye, Sultan Ahmet camileri etrafında geçirmiş
biri olarak en azından yirmi otuz metre yüksekliğinde bir tek minaresi olan kubbeli bir bina bekliyordum. Reşad yalınayak kapının
önündeydi. Benim bu hayal kırıklığımı öğrenince Mescid’in önündeki selvi ağacını göstererek muzipçe tanıştırdı beni: işte bizim minaremiz bu; doğal bir minare!
Konferansta, çoğunluğu Amerika'dan ve dünyanın yaklaşık 20 ülkesinden muvahhid ile tanıştım. Çok meraklıydım. Sadece Reşad ve
çevresindeki genç ve yaşlı arkadaşları değil, herşey, ama herşey ilgimi çekiyordu. Arabaların modelinden sokaktaki işaretlere, televizyon kanallarından sokaktaki adama kadar. Bu arada eşimle tanıştırıldım ve kısa bir süre sonra nişanlandık. Üç ay sonra İstanbul'a dönmeye karar verdim. Orada işlerimi yoluna sokacak ve eşimi Türkiye'ye davet edecektim. Ama işler hiç de beklediğim gibi olmadı.
Sünniliği bir şirk dini veya mezhebi olarak mahkûm etmem beni yalnızlaştırmıştı. Reşad ile olan ilişkim ise daha önce arkadaş çevremle
tüm köprüleri yıkmıştı.
Bir süre bu yabancılaşmayla nasıl başa çıkacağımızı bilemedik. İletişim boyutunda karşılıklı kafa karışıklığı yaşadığımız bir dönem
oldu. Hala İslamî kitapçılara ve medya merkezlerine gidiyor ve
orada yazarlar ve okurlarla buluşuyordum. Keskin dönüşümümden
habersiz olan bazı gruplar tarafından davetler bile alıyordum. Bu dönem gerginlik, kafa karışıklığı, hayal kırıklığı ve ihanet duygusuyla
dolu bir dönemdi. Bazılarının benim dönüşümümle başa çıkmasının
duygusal zorluğu dikkate değerdi. Örneğin; o zamanlar ünlü bir
Sünni yazar olan Emine Şenlikoğlu için, benim Sünni öğretisini terk
437
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
etmemin üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen bu durumu kabullenmesi çok zordu. ABD’ye hicretimden sonra aleyhimde yazılan
birkaç kitabın içinde duygusal cazibesinden dolayı onunki göze
çarpmaktadır.
Kitabından alıntı yapmadan önce, size kısaca Emine Şenlikoğlu’nu
tanıtayım. 1953 yılında doğan Şenlikoğlu, Türkiye’nin ayrımcı ve
baskıcı yasalarına karşı kadın haklarını savunan bir aktivist oldu. İlk
kitabı, “Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar” başlığını taşır. Çok
sayıda konferans vermiştir ve şeriatı ve Ruslara karşı Afganların verdiği cihat gibi uluslararası davaları savunan aylık Mektup dergisinin
yöneticisi ve editörü oldu. Yayınlarında Türkiye’de yapılacak bir İslam Devrimi’ni savunma suçlamasıyla tutuklandı. Sayısız TV programlarına katılmış, İsimsiz Kitap ve Burası da Cezaevi gibi birçok
kitap yazmıştı.
Allah’ın Kulu Emine’den EDİP YÜKSEL’E: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Müminlere selam olsun. Bu mektuba “Sevgili mücahidimiz Edip” ya da “Kardeşimiz Edip,”
diye başlamak isterdim. Keşke senden özlemle ve sevgiyle
bahsedebilseydim. Ama kaypak ve kıymık gibi olan zekân ve
lanet mantığın aramıza girdi: Sana nasıl hitap edeceğimi,
hangi cümleleri kuracağımı ve seni hangi adla çağıracağımı bilemez hale geldim. Hain mantığın aramızdaki kardeşlik bağlarını kopardı; bizi öylesine yaraladı ki şu an kalemim sana ağlıyor. Yüreklerimizi dağlayan bu tutumuna ne
denebilir? Biliyorum ama anlatmaya dilim varmıyor! (İnsanlar da Kayar: 19’a Cevap, Emine Özkan Şenlikoğlu,
Dördüncü Baskı, Mektup Yayınları, İstanbul, 1992 - 2008)
Buraya sığmayacak kadar duygusal tepkilere maruz kaldım… Maalesef, statükoyu sorgulamamın ve düşündüklerimi söylememin faturasını çok ağır bir biçimde ödedim ve hâlâ da ödüyorum. İngilizce
yazdığım ilk şiirimi sizinle paylaşmak istiyorum:
Smile to the Child in You
Shunning mature eyebrows nearby,
I smile to the child in me, I smile conspicuously.
Peter Pan is jumping around with his little sword.
Paying my friends no special attention:
Trifling with traditions and taboos;
Prickling the illusive mask of social convention.
438
Norşin’den Arizona’ya
Ticklish questions hop from his sling:
Whizzing “why”s, buzzing “how”s
Jolt and pester sacred cows
Stunning jittery faces nearby,
I cheer the child in me, I cheer joyously
I won’t hush him when he shouts,
If kings are naked in the crowd,
If priests are telling stories on God!
Scaring travelers in bandwagons nearby,
I give candies to the child in me, I give generously.
Each time you blink at a what, or a how or a why
I think of the child in you, I think anxiously.
I wink at the child in you, I wink curiously.
Zalimler şiddetle o çocukları susturmaya çalışırlar; din adamları onların kutsal işlerini bozduğunu düşünür ve haklarında fetvalar verirler; mukallitler ve müritler o çocukları önce görmezden gelirler ya
da ülkelerinden sürgün ederler. Ama içimizdeki çocuklar biriyle tanışmaya karar verdi bir kere. Bu kitabın ötesindeki serüvenlere birlikte atılmak istiyorlar, dünyanın bütün susturulmuş ve sürgün edilmiş çocuklarını serbest bırakmak için!
Bu esnada benimle iletişimi kesmeyen birkaç kişi vardı. Onlardan
biri daha sonra Harun Yahya takma adıyla tanınacak olan Adnan Oktar’dı. O sıralarda Türkiye’de yıldızı yeni parlamaya başlamıştı Adnan’ın. Tarikatı, zengin ailelerden özel olarak seçilmiş birkaç sadık
öğrenciden oluşuyordu. O vakitler katı bir Sünni Nurcuydu, uzun sakallıydı ve aşırı dini çekincelere sahipti. Düşüncelerime ilgi duyuyordu. Başlangıçta herkesi dürüst kabul ettiğimden, onun gizli bir
hesaba sahip olduğundan şüphelenmemiştim. Sahiden de gerçeği/doğruyu önemsediğini sanıyordum. Yaklaşık bir yıl kadar ona
akıl hocalığı yaparak “Yalnızca Kuran” konumuna rehberlik ettim.
O günlerde radyoaktif sayıldığım için iletişimimizi ve buluşmalarımızı gizli tutuyordu. Buluşmalarımız özel ders şeklinde geçiyordu.
Zamanın tartışılan konularında onu eğitir ve sorularına aklın ışığında
yalnızca Kuran vasıtasıyla cevap verirdim. Ama gerçek niyetini ve
karakterini öğrendikten sonra ondan tiksinmeye başladım ve iletişimi kestim.
Kendisini haşlayıp ifşa ettiğim konuşmamız kasete kaydedildi ve
eski iki öğrencisine teslim edildi. Ancak göç etmeye zorlanmam ve
439
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Amerika’da yeni bir hayata başlamamdan sonra kasetin Mehmet
Metiner yönetimindeki İslamcı bir dergi olan Girişim’e verildiğini
öğrendim. Dergi, konuşmanın kaydını Sünni Müslümanları Adnan’ın Makyavelist politikası hakkında uyarmak için yayımladı. İşin
ilginci, üniversiteyi bile bitiremeyen, uyduruk mehdi hadislerini
Arapça kaynaklarından bile okuyamayan, resmi olarak da imamlık
veya müezzinlik yapmayan bu adam için HOCA kelimesini kullanmalarıydı. Niye? Zira Sünnilik dininde birisi yüzündeki kılları uzattıktan sonra Allah'a ve peygambere yalanlar iftira ederek etrafına birkaç mürit toplayınca hemen bu rütbeyi kazanıyordu ve bu gelenek
hâlâ sürüyor.
Aşağıdaki tartışma 1989 yılında Edip Yüksel’le Adnan Oktar’ın
yaptığı bir telefon konuşmasının çözümüdür:
Adnan Hoca- Allah kendisinden razı olsun. Şimdi onun (Reşad Halife'den bahsediyor.-Girişim) Cuma namazı fikri çok güzel.
Hayız meselesi vardı, onu araştırdık. Hani ayette diyor ki:
"Orda temizlenmeyi seven mü'minler vardır. Allah temizlenmeyi sever..."
Edip Yüksel- Gayet tabii, gayet tabii... Yani temizlenmek, ille de
maddi temizlik manasına gelmiyor. (Hayızlı kadınların temizlenmesi, yani gusül meselesi söz konusu ediliyor burada,Girişim-)
A.H.- Hem kanın kesilmesi, hem de ayrıca bir yıkanma isteniyor.
Ama bu yıkanma gusül yıkanması değil, vücut yıkanması.
Pisliğin, kanın falan yıkanması...
E.Y.- Hayır onunla alakalı değil. Oradaki yıkanma, kesinlikle yıkanma olayı değildir. Allah, "temizlenenleri sever" ifadesi
vardır.
A.H.- Hangisinde vardır?
E.Y.- Şimdi ben bu hayızla ilgili ayeti inceledim. Bu temizlenme
kelimesinin, "tahare" kelimesinin Kur’an’da geçiş yerlerini
inceledim. "Tahare" kelimesi maddi temizlik manasına geliyor. Manevi temizlik manasına geliyor. Bir de kurtulmak manasına geliyor. Mesela Allah, İsa'ya diyor ki: "Seni temizleyeceğim onlardan." Yani kâfirlerden seni kurtaracağım. Bu
ayeti kerimede hayzın necaset olduğu söylenmiyor. Bilakis
eziyet ve hastalık olduğu söyleniyor. Hastalıktan temizlenenler kurtulur. Ordaki ifade "kurtulmadır" Çünkü İsa'yı da kurtaracağım diyor.
A.H.- Hmm (Tasdik anlamında. -Girişim-)
E.Y.- Yani temizleninceye kadar, kurtuluncaya kadar...
440
Norşin’den Arizona’ya
A.H.- Peki, Allah "temizlenin" derken erkekleri mi kastediyor?
E.Y.- Tabi erkekleri kastediyor, "Kalbinizi temizleyin..."
A.H.- Hıı... Aynı şeyi Allah, o mescitteki (Mescid-i Dırar'daki) erkekler için de söylüyor.
(Sözün burasında Edip Yüksel, ilgili ayeti okuyup şerh ettikten sonra
Adnan Hoca devreye giriyor ve soruyor.)
A.H.- Manen temizlenmek mi kastediliyor?
E.Y.- Gayet tabii...
A.H.- Önceleri çok zorlandık yani. Biz iki türlü temizlik olarak kabul ettik. Hem kandan kesilme, hem de banyo yapma. Ama
herhangi bir temizlik, herhangi yıkanma olarak aldık.
A.H.- Şu başörtüsü meselesi. Ben bunu halledemedim yahu.. Şimdi
Nur Suresi'nde bir şey çıkmıyor. "Göğsünün üzerine örtü salın." Fakat o "cilbab"ı sen "manto, pardesü" olarak mı anlıyorsun?
E.Y.- Şimdi "cilbab" olayı "örtü" demektir. Bir de şu insanların dışarıda giydikleri giysileri…
A.H.- Ee, peki "tanınmaları ve eziyet görmemeleri" için deniyor.
Bunu nasıl anlıyorsun?
E.Y.- Tanınmaları, iffetli olarak tanınmaları kastediliyor ayeti kerimede. Çünkü eğer göğüsleri açık dolaşırlarsa "fahişe" olarak
görülüp ve eziyet edileceklerdir.
A.H.- Göğüsleri açık gezerlerse mi?
E.Y.- Gayet tabii… Fahişeler, göğüsleri açık, eteklerini daha yukarı
çekiyorlar, -bugünküler gibi- cazip yerlerini sergiliyorlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, "iffetli olarak tanınıp kendilerine
eziyet edilmemesi için bu daha iyidir" diyor.
A.H.- Peki normal bir kadın kıyafeti kurtarıyor mu bu işi?
E.Y.- Örtü konusunda benim bir çalışmam var. İlerde onu neşredeceğim. Başörtüsünün, tesettürün sonradan ortaya çıkarıldığını, Emevi ve Abbasi dönemlerinin bir ruhban geleneği olduğunu, daha buna benzer enteresan deliller var. Bilhassa
hadîs kaynaklarında var. Selefiler onu ortaya çıkarıyor. Bunu
İnşaallah ilerde neşredeceğim,
A.H.- Kendimi ortada kalmış farz ediyorum. Buna bir açıklık getiremiyor, kesin bir ifade kullanamıyorum, Bunu bir an önce
neşredersek çok iyi olur.
E.Y.- İnşallah.
441
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
442
A.H.- Peki bu "Kur'an Meallerindeki Yanlışlar" kitabı ne zaman çıkıyor?
E.Y.- Pikaj ve montaj aşamasında bekliyor.
A.H.- O da çok önemli… Niye bekliyor?
E.Y.- Basma ve dağılma açısından problemler var.
A.H.- Kendi kendine dağıtımını yapıyorsun. Peki, bunun satışı nasıl?
E.Y.- "Sakıncalı Yazılar" kitabı mı?
A.H.- Hı hı (Evet)
E.Y.- Engelleniyor. Dağıtım şirketleri dağıtmıyor. Okuyucu bulamıyor yani.
A.H.-(Esefle mırıldanıyor.-Girişim-) Okka gibi olmuş, bayağı olmuş. Hocam, beni ilgilendiren bunlar; Kur'an'ın hükümlerinin kolay olması hakkında, o konuda büyük faydası oldu.
Hem benim aydınlanmamda, hem de kardeşlerin aydınlanmasında büyük bir faydası oldu. Ondan sonra çığ gibi bir gelişme oldu.
E.Y.- Yalnız Adnan, senin şu hatan var. Sana söyleme zorunluluğu
hissediyorum. Yani senin biraz burnunu kısacağım...
A.H.- Hah hah hah…
E.Y.- Sen zeki bir adamsın. Samimi bir adamsın. Ama bir saplantın
var.
A.H.- Mehdilik konusunda...
E.Y.- Mehdilik konusunda...
A.H.- Hahhahhah...
E.Y.- O saplantıdan seni kurtaramadım. Ondan kurtarırsam gerçeklen çok başarılı olursun. Fakat o saplantı seni ve çevrendekileri mahvedecek. Bu çünkü Allah'ın hoşlanmadığı bir şeydir.
Bir insanın kendi kendîne o havalara girmesini Allah Teâlâ
hoş karşılamaz.
A.H.- Yahu hocam çok mütevazıyiz biz…
E.Y.- Hayır, hayır, hayır… Kendini çok aşan bir iddiadasın. Allah
bu konuda muvaffak etmeyecek seni. Bak göreceksin, sonunda yukarılara çıkıp düşeceksin.
A.H.- Hahhahhah...
E.Y.- Bak Adnan, ilerde pişman olacaksın. Beni arayacaksın da.
Ama diyeceğim ki, sen ettin buldun. Allah Teâlâ gereksiz
yere kendi kendine tahminde bulunanları muvaffak etmez.
Norşin’den Arizona’ya
A.H.- Fakat biz Mehdi, "o da olabilir, şu da olabilir" falan diyoruz.
Sen de olabilirsin hocam.
E.Y.- Sen kendini empoze ediyorsun. Seninle beraber olmuş, senelerce çalışmış (...), senin Mehdi olduğuna inanıyor.
A.H.- Yanlış anlamış... Hah hah hah...
E.Y.- Şimdi bak, senden ayrılan arkadaşlar, senin gruba, çevrendeki
kimselere kendini Mehdi olarak empoze etliğini söylüyorlar.
A.H.- Yanlış, yanlış...
E.Y.- Bu konuda sen doğru söylemiyorsun. Mehdi yalan söylemez.
Burda Mehdi olmadığın ortaya çıkıyor.
A.H.- Hahhahhah hah...
E.Y.- Korkma, Mehdi olduğunu söyle...
A.H.- Onlardan herhangi birisine Mehdi olduğum iddiasında bulunmadım.
E.Y.- Ben Mehdiyim demez, ama kendisini alabildiğine tarif eder.
İşle Mehdi efendim Ortaköy'de oturandır deyip kendi kendini
tarif etmene gerek yok. (A.Hoca, Ortaköy'de oturuyor.-Girişim-)
A.H.- Bak şimdi Mehdilikle ilgili büyük alametler var. Çıkış yeri,
çıkış tarihi, şekli-şemaili... Eee, hadis var, öyle diyor, ne diyeyim?
E.Y.- Adnan, Adnan! Hadislerin bir kere uydurma oldukları belli…
A.H.- Yahu uydurma bile olsa...
E.Y.- Ama uydurma hadisleri seçme yapıyorsun. Mehdi, "Abbasoğullarındandır", bir rivayet. "Omeyyeoğullarındandır" bir rivayet. Çelişiyor. Hangisindendir? Bir rivayete göre, Şam'da
çıkacak, bir rivayete göre, Kufe'de çıkacak. Nerde çıkacak?
A.H.- Hocam, İslam âleminin başkentinde çıkacak şeyi var...
E.Y.- Bunlar uydurma, uydurma... Bakıyorsunuz, Emevi döneminde
Şam 'da çıkıyor, Abbasiler döneminde Kufe'de çıkıyor.
A. H.- Hocam, ay-güneş tutulacak denilmiş, çatır çatır çıktı.
E.Y.- Sen Mehdi misin değil misin?
A.H.- Değilim, değilim... Peki diyebiliyorlar mı ağbi (kendisini kastediyor.-Girisim-) "ben Mehdiyim" diyor diye.
E.Y.- Peki, söylemekten ziyade, senin Mehdi olduğuna inanıyorlarsa ve sen de bunu biliyorsan, onları niye uyarmıyorsun?
A.H.- Bak. Her derste ana konu o. Çocuklar diyorum, "Biz bir
Mehdi bekliyoruz. Şahıs yok. Ama gelecek Mehdi…"
E.Y.- Mehdi'nin İstanbul'da çıkması lazım değil mî?
443
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
444
A.H.- Yok canım, bunlar hepsi farz olan bir konu değil…
E.Y.- Senin kanaatin nedir? İstanbul'da mı çıkacak?
A.H.- İstanbul, İslam âleminin başkenti değil midir?
E.Y.- Bu neye benziyor biliyor musun? Bu bir hastalık. Kur'an'da bu
tanımlanıyor. Peygamberimiz Mekke'de çıktığı vakit Yahudi
ve Hıristiyanlar dedi ki, "Medine ve Taif gibi yerlerde çıkması lazım." Bak, dikkat et! Yer belirttiler Allah için. Kesinlikle bir mecburiyet, bir istikbar ifadesidir. Sen diyorsun ki,
Allah’ın, Mehdi'yi İstanbul'a göndermesi gerekir. Hiçbir delilin yok…
A.H.- Biz kesin olarak demiyoruz, olabilir diyoruz. Hocam, bir de
çıkarsa… Hah hah hah hah... (Mehdilik meselesi nasıl da
oyuncak haline getiriliyor, tiksindirici kahkahaların vesilesi
kılnııyor... Yazık, çok yazık! Adnan Hoca’nın gerçek yüzünü
görmeyen veya görmek istemeyen safdillere ithaf olunur-Girişim-)
E.Y.- Valla bu piyangoyla ilgili bîr şey değil. Bu yolda gitmesi...
Seni bu saplantıdan kurtaramayacağım. Neyse, boş verelim...
Genellikle "Mehdi, Mehdiliğini söylemeyecek" diyorsun,
çevrendeki insanlara kendini tarif ettiriyorsıın. Tebrik ederim, harika bir taktik yani. Harika bir taktik... Vallahi tebrik
ederim…
A.H.- Hah hah hah hah...
E.Y.- Yalnız bu taktikten Allah hoşlanmıyor. Ben seni uyarıyorum…
A.H.- Canım ben böyledir diyorum, ne suçum var benim.
E.Y.- Ama bu senin bir açmazın. Bir yanda Kur'an, bir yanda o uydurma hadisler. Hadisçilerin bile uydurma kabul ettiği Mehdilikle ilgili hadisleri sen doğru diye kabul ediyorsun.
E.Y.- Biz "Kur'an Meallerindeki Yanlışlar" kitabını nasıl dağıtacağız?
A.H.- Getir cemaatte dağıtırız.
E.Y.- Ne kadar dağıtabilirsin mesela? Ne kadar ayırayım?
A.H.- Bize üç yüz tane ayır.
E.Y.- Üç yüz tane dağıtabilecek misiniz?
A.H.- Mesela bir gömlek alıyoruz, beş misli fazla veriyoruz. Adam
gömleği görünce peşimizden geliyor.
E.Y.- Yahu, anladım da böyle bir gömlek görüp de gelen bir insan,
bir başka gömlek görünce kaçar.
Norşin’den Arizona’ya
A.H.- Kaçamıyor, kaçamıyor...
Adam haklıydı… Avlananların büyük bir kısmı kaçamıyorlardı. Kimisi kimliğini ve özgürlüğünü kaybedip müritleştiği için kaçamıyordu, kimisi de çeşitli şantajlarla korkutuldukları için… Kimisi de
ailelerine büyük zarar verdikleri için geriye dönmeye cesaret edemiyorlardı… Bunlara rağmen kaçmayı becerenler de meydana çıkıp bu
tarikatın pisliğini kamu ile paylaşamıyordu… Bunların bir kısmı yıllar sonra benimle görüştüler… Bir kısmı şu anda başarılı işadamı,
akademisyen ve entelektüellerdir. Gazete ve televizyonlarda sık sık
okuyup işittiğiniz kişilerdir. Zengin çocuklarının servetini megalomanyakça kullanan bu adamın intikamından çekindikleri için gençlik yıllarında yaşadıkları bu olumsuz tecrübeyi unutmaya çalışıyorlar…
Yirmi yıl sonra İslam adına yaptığı evrim karşıtı uyduruk tartışmaları yüzünden bu tarikat şeyhiyle yollarımız yeniden kesişecekti.15
Gerçek yüzünü ifşa eden ve Türkçe’ye “Adnan Oktar veya Harun
Yahya: Beklenen Mehdi?” başlığıyla çevrilen “Adnan Oktar and Harun Yahya: the Promised Mahdi?” başlıklı makalem yüzümden hakkımda defalarca davalar açtı ve Türk mahkemelerini kullanarak web
sitemi Türkiye’ye yıllarca kapattı.
Biyografimde bu adamın ismini hiç anmak istemezdim. Ancak, dinci
medyanın paraya ve güce tapan karakterini sergileyen iyi bir örnektir. Adnan televizyon ve Youtube yoluyla torbasındaki kedicikleri
ortaya saldıktan sonra dinlerinin en az yüzde ellisi kadınların kılına
asılı duran dinci medya onu desteklemekten vazgeçti. Böylece, bu
mehdi adayının Nurculuk, Menzil veya İsmailağa tarikatları gibi
milyonları aptallaştırıp sömürme imkanı neredeyse sıfırlanmıştır.
Atatürkçülük moda iken Atatürkçü, Fethullahçılık modayken Fethullahçı olan Adnan son otuz yılda hiç açıklama getirmeden bir çok
keskin zikzaklar çizdi. Buna rağmen hâlâ egosunu tatmin edecek kadar zengin müridi var.
Önce Sünni olarak hocalık taslayan, benle tanıştıktan sonra bir iki
yıl Sünniliği reddedip “Sadece Kuran” diyen, daha sonra bunun
riskli olduğunu fark edip tekrar Sünniliğe çark eden Adnan 2014’den
15
Darvin’den yüz yıllar önce İslam filozofları ve bilim adamları, insanın yaradılışını
cansız nesnelerden başlayarak bitkilere, hayvanlara ve en son maymuna doğru
evrimleştiğini söyleyerek evrim teorisiyle açıklamışlardı. Bu konuyla ilgili olarak
meslektaşım T.O. Savanas’ın kitabını tavsiye ediyorum.
445
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
itibaren Kuran mesajının gençlik arasında gördüğü ilgiyi farketmiş
ve bunu istismar etmeyi denemektedir. Tabi ki en uyduruk mehdi
hadisleri eşliğinde…
Adnan artık tamamıyla iflas etmiş, videolarda dansöz oynatan küçük
bir tarikat şeyhidir. Sadece magazin haberidir. Bir zamanlar İslam
dünyası denilen cehalet dünyasında övgüyle sözü edilen ve hurafe
ile bilimin, uyduruk hadislerle ayetlerin birbirine ustaca kaynaştırıldığı kitapları dünyadaki bir çok caminin önünde satılan Adnan’ın en
büyük eylemi videoda kediciklerini teşhir etmek ve kendisini eleştirenlere karşı Türkiye’deki bazı sansür yasalarını istismar ederek tazminat davaları açmaktan ibarettir.
446
Norşin’den Arizona’ya
14
Hicret ve Evlenme
2:218 Gerçeği onaylayanlar, ALLAH yolunda göç edenler
ve çaba harcayanlar ALLAH’ın rahmetini umar. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.
9:20 Gerçeği onaylayanlar, göç edenler, paralarıyla canlarıyla ALLAH yolunda çaba gösterenler için ALLAH
yanında daha büyük bir derece vardır. Onlar kazananlardır.
16:41 Zulme uğradıktan sonra ALLAH uğrunda göç edenleri, dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret ödülleri
ise daha büyüktür; bir bilseler…
Yukarıda Kutsal İnekleri Korkutmak: Mürtet veya Reformcu başlıklı
bölümde ifade ettiğim gibi sadece Kuran mesajını ilan etmemle birlikte beni basın yoluyla linç etme kampanyası başlattılar. Cevap
verme hakkımı sadece bir kez kullanabildiğim bir taşlama cezasına
mahkûm edildim. İlk kampanya 1988 yılında Girişim Dergisi’nin
28'inci sayısında yayımlanan babamın eleştirisiyle patlak verdi ve
yankılarını Zaman Gazetesi, Vahdet Dergisi ve Kitap Dergisi başta
olmak üzere Sünni basında buldu.
1988 yılında aldığım tepkiler hakkında bir fikir vermesi açısından o
günler yayımlanan bazı haber, makale ve kitap başlıklarını aşağıya
alıyorum:
İlginç Sorular-2 Üzerine Bir Tenkid (Sadreddin Yüksel,
Girişim, 28'inci sayı, 1988).
Din bilgini Sadreddin Yüksel, İslam ile ilgili bozuk
fikirlere, yanlış yorumlara açıklık getirdi: "SAHABEYE
DEĞİL, ZINDIK MİSYONERLERE UYUYORLAR" (Zaman, 3 Şubat 1988, Birinci sayfa dört sütuna manşet.)
Yorum: Sadrettin Yüksel'i Tebrik Ediyoruz (Zaman, 3
Şubat 1988, Birinci sayfa.)
447
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Edib'in Cevabi Yazısına bir Bakış (Sadrettin Yüksel,
Vahdet Dergisi, 9-15 Mayıs 1988.)
Çok Büyük bir Müfteriye (Ali Ünal, Kitap Dergisi, Mayıs
1988.)
19 Efsanesi (Mahmut Toptaş, Hikmet Zeyveli, Orhan
Kuntman ve Sadrettin Yüksel, İnkılab Yayınevi, Fatih,
1988).
Amerika'da Reşad Halife'nin düzenlediği uluslararası bir konferansa
katılabilmek için 1988 yılında vize için başvurmuştum. Vize istemim reddedilince Amerikan Kültür ataşesiyle görüşme isteğinde bulundum. Amerikan'ın İstanbul Konsolosluğu’nda yaptığım görüşme
sonucu ataşeyi katılmak istediğim konferansın bilimsel araştırmalarımla alakalı olduğuna ikna edince 1 Temmuz 1988'de vize aldım.
Ağustos ayında gerçekleşen konferans için uğradığım Amerika'da
iki üç ay kaldıktan sonra ve eşimle nişanlandıktan sonra geçici olarak tekrar Türkiye'ye döndüm.
Ne var ki nişanlıma verdiğim altı ayda dönme sözünü tutamadım.
Aleyhimde ikinci kampanya dalgası başlatılmıştı. İkinci kampanya
Nokta dergisinin Nisan 1989'daki sansasyonel kapak yayınıyla başladı. Aralarında Yusuf Kardavi, Mustafa Zerka ve Nedvi gibi ünlü
Sünni din adamlarının bulunduğu 38 kişilik 11'inci Dünya Fıkıh
Konseyi'nin Selman Rüşdi ve Reşad Halife hakkında Mekke'de verdikleri ölüm kararı konu ediliyordu. Nokta dergisinde konuyla ilgili
benimle yapılan röportaja ek olarak o zamanlar ünlü olan yarım düzine kişiyle yapılan röportajlar da yer alıyordu. Girişim dergisinin
yayın işleri müdürü Mehmet Metiner, Diyanet İşleri Eski Başkanı
Tayyar Altıkulaç ve Profesör Hüseyin Hatemi verilen kararı destekliyorlardı. Abdurrahman Dilipak ise olayı "suni bir gündem" olarak
geçiştiriyordu. Dr. Haluk Nurbaki kararsızlar safında yer alırken bir
tek Alpaslan Yasa "kafir" fetvasına karşı çıkıyordu. Bilgi vermesi
için ikinci linç kampanyasıyla ilgili bazı gazete ve dergi başlıkları:
448
İkinci Selman Rüşdi Olayı (Sefa Kaplan-Can Karakaş,
Nokta, 9-16 Nisan 1989, Kapak).
Edip Yüksel'e Babasından Cevap: "Reşad Halife neyse
Edip odur" (Zaman, 10 Nisan 1989, Birinci Sayfa).
İlahiyatçılar ve Siyasilerden Sapık Mısırlıya Sert Tepki:
"REŞAD HALİFE ŞARLATANDIR" (Seyfullah TürksoySeyyit Aydoğan, Türkiye, 11 Nisan 1989, Birinci Sayfa).
Sadrettin Yüksel, Reşad Halife'nin Türkiye temsilcisi
oğlu Edip Yüksel için Konuştu: "OĞLUM MÜRTEDDİR"
Norşin’den Arizona’ya
(Seyfullah Türksoy, Türkiye, 11 Nisan 1989, Birinci
Sayfa).
Aleyhimde büyük bir ittifak vardı… Ulusalcılar, İslamcılar, Nurcular, Tarikatçılar, Süleymancılar, Milli Selametçiler, İrancılar, Vehhabiler hep bir ağızdan benim "mürtet" olduğumu ilan ediyorlardı.
Bu ikinci kampanya başlayınca gerek şahsım ve gerekse savunduğum fikirler aleyhinde yayınlanan eleştirilere cevap verme imkânına
sahip olmadığımı gördüm ve nihayet bana yönelik tehditlerin hayatımı tehlikeye sokması ile nişanlımın yüzüğü geri göndermesi birleşince, beni tanıyan ve destekleyen bir dostumun ısrarı ve bilet masrafını karşılaması sonucunda Amerika'ya hicret ettim.
Belki de o yüzük olmasaydı ABD'ye hicret etmeyecek ve daha büyük bir olasılıkla fanatik müşrikler tarafından öldürülecektim.
Evlenmeyi istediğim kız nişanı devam ettirmek istemedi. Nişanı bir
blöf olarak değil, gerçekten bozmuştu. Kırıldım ve üzüldüm. Kendisine altından ve değerli taşlardan ilginç tasarımlara sahip birkaç yüzük, bilezik ve gerdanlık getirmiştim. Üzüntümü fark eden Reşad
bana moral verdi. Onu putlaştırmamı öğütledi; Allah'ın benim hakkımda daha iyi bir planı olabileceğini söyledi. Öğüdünü dinledim ve
zihnim üzerinde çalışmaya başladım. Kısa bir süre sonra daha normalleştim ve hatta onun katıldığı toplu etkinliklerde ona aldırmamaya başladım. Bir gece, Kuran çalışmasından sonra Reşad oradaki
topluluğa bana hayırlı bir eş nasip etmesi için dua etmeye çağırdı..
Bunun için topluca Fatiha okundu. Daha sonra eşimden bu çağrının
kendisini rahatsız ettiğini öğrendim.
Reşad bir grup mümin tarafından Kanada'nın Vancouver şehrine davet edilmişti. Orada Ray Catton ve Sophia'nın liderliğinde sadece
Kuran'ı izleyen bir grup vardı. Reşad beni kendisine yol arkadaşı
olarak seçti ve arabasıyla birlikte oraya gidip gelmeyi önerdi. Önce
San Diego'ya gidecektik ve oradan Pasifik kıyısındaki eyaletler arası
I-5 yolunu izleyecektik. Sürücü ehliyetim yoktu. İstanbul'da yaşarken özel araba sahibi olmayı hiç düşünmedim; ama Tucson şehrinde
kamu taşıt hizmeti sınırlıydı. Yakında bir otomobile ihtiyacım olacaktı. Arizona Üniversitesi’nde Türkiyeli bir öğrenciden bir park
alanında birkaç dakikalık direksiyon dersi aldım. Sadece paralel park
biraz teknik bilgi ve pratik gerektiriyordu. Gerisi çok kolaydı. Zaten
burada otomatik vitesli arabalar popülerdi ve bu yaştan sonra debriyaja basma dansını öğrenmeye hevesim yoktu. Ehliyet almak da burada kolaydı. Eğer basit trafik kurallarını öğrendiyseniz, yol işaretlerini tanıyorsanız, gözleriniz beş metre ötedeki adamı görüyorsa ve
449
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
elleriniz direksiyon tutuyorsa mahallenizdeki Motor Vehicle Division'a gidip 45 dakikada ehliyetinizi alabiliyorsunuz. Başvuru için
10 dolar ödersiniz. Yirmi beş yıl önce daha ucuzdu büyük olasılıkla.
Eğer sürme testine katılmak için hazır değilseniz, trafik bilgisi testini
geçtikten sonra ehliyetli birisi yanında olmak koşuluyla geçici sürme
izni alıyorsunuz. Daha sonra dilediğiniz vakitte uğrayıp sürücü testini alabilirsiniz. Türkiye'de ehliyet almak için çıkarılan zorlukları
ve alınan paraları öğrendiğimde inanamamıştım. Aynı şey noterlik
için de… Burada dilediğin bankaya gidipnoter tasdiki yaptırabiliyorsun. Genelde bir kuruş ödemiyorsun. Ödersen de bir dolar gibi sembolik bir meblağ ödüyorsun. Yine dağıttım…
Yola çıkacağımız günün gecesi eski nişanlıma son bir şans tanımak
istedim. Mescitte bir Rubik Kübü buldum… Bir tornavida ile açtım.
Küçük bir kağıda şu mesajı yazıp içine yerleştirdim: "Saatın içindeki
tape kasetini dinle!" Kübü tekrar normal haline dönüştürdüm ve Reşad'ın Quran: the Final Testament çevirisinin yeni baskısını içeren
kutuların sıralar halinde dizildiği köşede bir kutunun üzerine koydum. Ona kısa bir not yazarak Reşad ile birlikte yarın Kanada'ya kadar on günlük bir seyahate çıkacağımı bildirdim ve Rubic Kübünün
bulunduğu yeri özellikle yarım yamalak tarif ettim.
Ertesi günü Reşad'ın Oldsmobile marka arabası ile birlikte yola çıktık. Sürülmesi rahat ve içi geniş otomatik bir arabaydı. Vites çubuğu
direksiyonun yanındaydı. Sırayla sürdük. Arabayı hız kontrol düzeneğine taktım. Detayları bile iyi anımsıyorum. İkimizde koltuğun
üzerinde bağdaş yapıp oturmuştuk. Yol düzdü ve açıktı. Ben 80
mil/hour yani yaklaşık 135 km/h hızına kitlemiştim. Bir yandan ay
çekirdeği yiyorduk bir yandan banttan Kuran dinliyorduk. Benzin
için Yuma'da durduk. Arizona ve Kalifornia sınırında Kumeyaay yokuşunu tırmanırken Otoban kontrolü yapan istasyonda durdurulduk.
Bize birkaç soru sorduktan sonra, ki bizim Meksika’dan yasadışı giren bir göçmen olmadığımıza karar vermesi için yeterliydi.
450
Bize yola devam etmemiz için izin verdi. Ayağımı gaz pedalına biraz
fazla basmışım. Arabanın tekerleri patinaj yaparak çığlık atıp ileriye
fırladı. Pencerem açıktı. Arkamdan polisin çığlığını işittim. Aynadan
onun arkamdan koştuğunu ve dur işaretini yaptığını gördüm. Yirmi
metre kadar ötede durdum. İlk kez Reşad'ın ağzından pis bir kelime
duydum: S..t, yani b.k. Amerikalıların sıkça kullandığı bir kelimeydi. Hayatında hiç böyle kelimeler kullanmazdı. (Son yıllarda
Youtube yoluyla paylaştığım videolarda maalesef bir kaç kelime için
bu kuralı bozdum. Osmanlı'nın "reaya" (sürü) diye niteledikleri
Norşin’den Arizona’ya
halka atlarının b.k'u kadar bile kıymet vermediklerini anlatırken
veya peygamberin idrarını ve kanını içen uyduruk sahabe hikâyeleriyle "peygamberlerin varisi" olan şeyhinin tuvaletinden s…k içmeyi
ve b.k yemeyi sevaplayan Cübbeli Ahmed adındaki din tüccarını
eleştirirken bu kelimeleri kullanmak zorunda kaldım). Reşad'ın ağzından böyle bir kelime çıkmasından rahatsız oldum doğrusu. Saygı
duyduğum bir arkadaşımdan böylesine kötü kokan bir sözün çıkmasından hayal kırıklığına uğradım. Polis pencereye yaklaştı ve benden
sürücü ehliyetimi istedi. Daha ehliyet almamıştım. Bu yolculuktan
sonra sürme sınavına katılmayı düşünüyordum. Kendisine, arabada
ehliyetli başka birisi olması koşuluyla araba sürebilmeme izin veren
sürücü kartını ve yanımdaki ehliyetli adamı, yani Reşad'ı gösterdim.
Reşad'a kötü kötü baktı ve benim eyaletler arası yolda araba sürmeme göz yumduğu için onu birkaç kelimeyle payladı. Başka bir şey
olmadı. Dikkatli sürmemi tembih ettikten sonra sürmeme izin verdi.
Sürmeye devam ettim. Tam gaz!
Orange County'de durduk ve geceyi Reşad'ın beyin cerrahı olan kardeşi Atef Khalifa'nın evinde geçirdik. İzleyen geceyi de İran asıllı
Parivash Ettefagh'ın San Fransisco'daki evinde geçirdik. Her mola
verdiğimiz yerde tektanrıcı müminlerden oluşan gruplarla toplatımız
oluyordu. Arabayı bir o bir ben sürüyordum. Kaliforniya'nın kuzeyinde yer alan Sequioya Ulusal Parkı’ndaki dünyanın en büyük kırmızı keresteli ağacını bana göstermek için Reşad mola verdi. Her
biri yaklaşık yüz metre, yani 30 katlı gökdelen yüksekliğinde ve her
biri yaklaşık 3000 yıl yaşayabilen binlerce ağaç muhteşem bir manzara oluşturuyordu. Oradaki en büyük ağacı tarif etmeyeceğim. Hazret-i Google sorarak hem detaylı bilgi edinebilirsiniz, hem de resmini görebilirsiniz.
O zaman daha Amerikan vatandaşı olmadığım için Washington Eyaleti’nin Kanada sınırına yakın Bellingham kentinde durup oradan
Kanada vizesi almam gerekti. Üç gün boyunca araba sürdükten
sonra nihayet son istasyondaydık. Ray ve Sophia Catton ailesi bizi
Quran Society grubuyla birlikte karşıladı. Çok sevecen ve erdemli
insanlardı. Birkaç gün misafirleri olduk.
Bu arada, eski nişanlımı telefonla aramaya karar verdim. Kendisine
bıraktığım bulmacayı bulup bulmadığını, çözüp çözmediğini merak
ediyordum. Bulmuştu. Üzerinde çalışıyordu ve muhtemelen izleyen
Cuma günü çözebileceğine inanıyordu. Onu Cuma akşamı aradığımda çok sevinçliydi. Bulmacayı başarıyla çözmenin ödülünü de
bulmuştu: altın ve değerli taşlar!
451
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Gerçi yola çıkmadan önce yarım saatte hazırladım ama bulmacayı
"zamanlama" açısından özellikle tasarlamıştım. Cuma'ya kadar çözmekle uğraşmasını istemiştim. Rubik Kübü bulup açtıktan sonra,
eski nişanlımı, mescit duvarına asılı sarkaçlı saatin içine gizlediğim
bir audio kasete yönlendiriyordum. Kasetteki mesajımı dinleyebilmesi için bir kasetçalar bulması gerekiyordu. Kasete Türkçe konuşarak mesaj bırakmıştım. Böylece Cuma günü toplu namaz için Abdullah Arık'ın gelmesini ve namazdan sonra kendisine tercüme etmesini bekleyecekti. Kasetteki mesaj onu bilmeceli bir ifadeyle mescidin ortasındaki ikiz direğin arasında bulunan minyatür bir cami
maketine yönlendiriyordu. Orada da ödül için son ipuçlarını bulacak
ve sonunda mescidin mutfağında bir dolapta sakladığım mücevher
kutularını bulacaktı. Düzenlediğim bulmacayı günlerce çözmeye çalışması sürecinin bizzat kendisi ve sonunda hediyelerle ödüllenmesi
kalbini değiştirmişti.
Vancouver'de Reşad, Ray ve Sophie Eylül ayında Tucson yakınında
Oracle köyünde düzenlenecek olan uluslararası konferansta evlenmemizi önerdi. United Submitters International (Uluslararası Birleşmiş Müslümanlar) yıllık konferansı için iki aydan az vakit vardı. Telefonda kendisine öneriyi ilettim: "Konferansımızda evlenmeye ve
düğün yapmaya ne dersin?" Cevabı tereddütsüz ve kolay bir "Evet"
idi. Daha düne kadar beni reddeden kız şimdi iki aydan az bir zamanda bir konferansta benimle evlenmeyi kabul ediyordu. Sevincim
kısa sürebilirdi. Zira anne ve babasının onayını almam gerekiyordu.
Onaylarını alamama ihtimali büyüktü.
Reşad ile birlikte ailesinden istemeye gittiğimde cebimde yaklaşık
beş dolar kalmıştı. İstemeye giderken çiçek almam gerektiğini bilmiyordum. Sadece bekâr değildim, aynı zamanda bîkardım (işsizdim); ayrıca, köylü ve kültürsüzdüm. Reşad'ın önerisiyle yol üzerinde bir mağazada durup bir demet çiçek satın aldım. Geride cebimde 35 sent kalmıştı. Zengin bir ailenin kızı olan eşim, evliliğimizin sınandığı yıllarda, kendisini istemeye geldiğimde getirdiğim çiçeğin küçüklüğünü gündeme getirirdi. Her seferinde, o çiçek demetini, giydiğim elbiselerim haricinde sahip olduğum her şeyle aldığımı anımsatırım. Ama her nedense eşim bu gerçeği arada bir göz
ardı ederek, yıllar önce babasına sunduğum o çiçeklerle beni dövme
zalimliğinde bulundu… Son yıllarda artık bundan şikâyet etmiyor;
hatta takdir etmeye başladı. Hayat ilginç mi ilginç…
452
Norşin’den Arizona’ya
15
Yankilerin Ülkesinde Bir
Müslüman Sürgün
Hem sabıkalı bir politik muhalif ve hem de hakkında fetva çıkmış
bir mürtet olarak 1989 yılında, hayatımı kurtarmak için Türkiye’den
Amerika’ya kaçtığımda Amerika’yı tanıdığımı sanıyordum. Ergenlik yıllarımda Amerika benim için Teksas, Tommiks, Kaptan Swing,
Red Kit gibi çizgi roman kahramanlarımın ülkesiydi. Her zaman,
"Voah!" diye bağıran barbar Kızılderililere, çirkin şapkalar takan
tembel Meksikalılara ve komik üniformalar giyen aptal İngiliz askerlerine karşı savaşan beyaz kovboylar, avcılar ve askerlerin tarafında olurdum. Lakin sonra, İranvari bir devrimin destekçisi olunca,
Amerika benim için kukla rejimler vasıtasıyla Müslümanların kaynaklarını sömüren emperyalist “Büyük Şeytan”a dönüşmüştü. Kaderin ilginç bir cilvesi olarak, bir zamanlar “Yanki evine dön!” diye
bağıran ben, şimdi Yankilerle aynı evi paylaşıyordum!
Dini ve siyasi inançlarımda yaşadığım paradigma değişiminden
sonra Amerika benim için bu defa “özgürlüğün ülkesi” olarak bir kez
daha değişmişti. Fakat Amerika’daki yirmi yılı aşan yaşantımda zihnimdeki siyah veya beyaz Amerika resmi daha bir karmaşık ve
renkli hale gelecekti. Amerika, özgürlüğün ülkesi olmanın çok daha
ötesinde sınırsız fırsatlar ülkesiydi. Aynı anda hem özgürlüğün hem
de tutsaklığın yurduydu. Hem cennet hem de cehennemdi.
Amerika'nın en güçlü üç adamından biriyle tartışıyorum
Evlendikten kısa bir süre sonra, Türkiye'de politik nedenlerle yarıda
kesilen ve devletçe bana yasaklanan yükseköğretime devam etmeye
karar verdim. Üç buçuk yılda iki branştan birden, Felsefe ve Yakın
Doğu Araştırmaları bölümlerinden mezun olduktan sonra 1995 yılında sınavlarda yüksek notlar alarak, Arizona Üniversitesi Hukuk
453
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Fakültesi’ne kabul edildim ve oradan hukuk doktorasını aldım. Okulumu sevdim. Profesörlerimi sevdim. Ve gördüm ki, üçte bir oranında liberal, üçte bir oranında muhafazakâr ve üçte bir de yabancıydım. Liberaller tarafından teşvik edilen "Political Correctness"
(Siyasi Doğruluk) modasına karşı direniyordum. (Çoğu zaman onlarla aynı fikri paylaşmama rağmen...)
Akranım olan öğrenci arkadaşlarımla rekabet etmek için İngilizce
becerilerimi geliştirmeye çalışırken, Amerikan adalet sisteminin
özünde var olan bireysel ifade özgürlüğünün ve hakların bir zamanlar Türkiye’deyken acısını çektiğim adalet sistemindekinden uzak
ara farklı olduğuna tanık olmaya başladım.
Arizona Üniversitesi’nde hukuk doktorası yaparken, o zaman Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin başkanlığını yapan Chief Justice
Rhenquist bir yaz sömestrinde bize Anayasa Mahkemesi’nin tarihi
kararlarını işleyen bir ders verdi. O derslerden birisinde, Amerikan
Anayasası’nın First Amendment diye bilinen maddesine mahkemece
eklenen “kavga sözcükleri” istisnasını işledi. Mahkemenin bir kararında, duyguların çok hassas olduğu anlarda bir kişiyi veya bir grubu
provoke edecek hakaretlerin ve ifadelerin hukuken sınırlanabileceğine hükmetmişti. Dolu bir sinemada nasıl ki "yangın var!" diye bağırmak kişinin ifade özgürlüğünün kapsamından istisna ediliyorsa,
"kavgacı sözler" de ender istisnalardan birisiydi. Birinci istisnayı
haklı görüyordum ama "kavgacı sözler" istisnasını yanlış ve zararlı
buldum.
12 Eylül Askeri darbesi öncesi ve sonrasında, inançlarını ve düşüncelerini dergi ve kitaplarda yayımlayarak ifade ettiği için TC. Mahkemeleri tarafından bir zamanların ünlü 163'üncü maddesiyle yıllarca işkence ve cezaya mahkûm edilmiş biri olarak, daha sonra taklitçisi olduğu mezhebe yönelik rasyonel eleştirilerini makale ve kitaplarında dobra dobra ifade ettiği için çeteler tarafından hayatı tehdit edilen biri olarak hicret ettiğim ülkenin bu "istisna" yasasını
doğru bulmadım ve eleştirdim.
454
Bu adam ABD devletinin üç branşından (Başkanlık, Meclis ve
Yargı) birisinin başında idi ve öğrenci arkadaşlarım ona büyük saygı
gösteriyorlar ve onunla tartışmaya girmiyorlardı. Ama benim gözümde deneyimli ve alanında bilgi sahibi yaşlı bir adamdan ibaretti.
Laik bir fıkıh adamıydı. Bu açıdan babamdan farkı yoktu. Bazı kararları Anayasa'nın kılıfına uydurmak için nasıl taklalar attığını biliyordum. Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin başkanı olan Rhenquist'le 140 hukuk öğrencisinin önünde bir tartışmaya girdim. Böylesi
Norşin’den Arizona’ya
bir istisnanın fikir özgürlüğüne büyük kısıtlama getirebileceğini söyledim. Fikirlerin ifade sınırını, eleştirinin muhatabı olan kişinin veya
grubun hassassiyetine bağlamanın doğru olmadığını, zira böylesi bir
insiyatife sahip olduklarında kişi ve grupların alabildiğine hassas
davranacağını ve tahrik bahanesini kullanmak için tahrik olmaya çalışacaklarını ve bunu adet edineceklerini savundum. Yani suistimale
davetiye çıkaran bir istisna idi. Hiçbir sözün kavga için sebep olamayacağını ve olmaması gerektiğini bazı örneklerle tartıştıktan
sonra şöyle bitirdim: ‘Eğer yasalar, istismara açık böylesi bir istisnayı kabul etmezse, kişi ve toplum kendilerine yöneltilen eleştiri ve
hakaretlere karşı gösterdikleri aşırı ve ilkel davranışların karşıtlarını
susturmak için bir sansür bahanesi olarak kullanılamayacağını bildikleri için yeni bir kültür gelişecek ve hiç kimse sadece sözden oluşan eleştiri ve hakaret yüzünden provoke olmayacak ve karşıtlarına
karşı fiziksel şiddet kullanmaya yeltenmeyecektir’.
Bu tartışmayı yaparken, 1980 yılında beni yargılayıp iki makalemde
hükümeti alenen eleştirmeye cüret ettiğim gerekçesiyle hapse atan
askeri mahkemenin karşısında yaşadığım olayı anımsıyorum. Büyük
bir ironi vardı. Türkiye'de özgürlüğü hem devlet hem de cemaat tarafından yok edilen ve geleneksel tabuları sorguladığı için ölüm fetvası alan bir genç, dünyanın en güçlü ülkesinin en güçlü mahkemesinin başındaki adamla özgürlüğün sınırlarını tartışıyordu. Bu bir
ilahi takdirdi.
İslamda fikir özgürlüğü
Amerika hakkındaki ilk intibalarımı size sunmadan önce özgürlük
konusunda hadisler ve mezhepler yoluyla yapılmış bir çarpıtmaya
değineceğim. Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin başkanı ile tartıştığım fikir ve ifade özgürlüğünün korunması konusundaki bu kategorik prensip Kuran tarafından da tavsiye edilmektedir (4:140). Dini
inanç ve tavırlara yönelik alaycı ve hakaretli ifadeler kullananları cezalandırmamız değil, onların meclisini geçici olarak terketmemiz
emrediliyor ve dinimizle alay ve hakaret etmeyi kestiklerinde o meclise tekrar dönüp tartışmaya kaldığımız yerden devam etmemiz tavsiye ediliyor. 14 yüzyıl önceden! Başka bir deyişle, fikir ve ifade
özgürlüğünü sanki anayasalarını düzenleyen "founding father" (kurucu babalar) ilk kez keşfetmiş gibi özgürlük konusunda dünyaya
ders veren ABD, Kuran'da ifadesini bulan özgürlüğün gerisindeydi.
Kendisine ve dinine yönelik hakaretlere karşı böylesi bir toleransı
göstermemizi emreden Rabbimiz bu tavsiye ile bize önemli bir ders
455
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
veriyor. Bu dünya bir sınav yeridir ve bu testin gerçekleşebilmesi
için insanlar inanç, düşünce ve onları ifade konusunda alabildiğine
özgür olabilmelidir.
Refah Partisi’nin kapatılması davasında başsavcı Vural Savaş'ın mutalasını eleştiren bir cevap olarak yazdığım Cannibal Democracies,
Theocratic Secularism: the Turkish Version makalemde bu konuyu
tartışmış ve orada "Atatürk'e hakaret" gibi saçma sapan bir suçun
olmaması gerektiğini de savunmuştum. (Bu makalem, Devlet/Demokrasi/Teokrasi/Oligarşi adıyla Türkçe'ye çevrilip kitap olarak yayımlandı). Bilirsiniz ki iftira hakaretten farklıdır ve hukukçular aradaki farkı detaylarıyla tartışmışlardır.
Örneğin; Cübbeli Ahmet, Nihat Hatipoğlu için "hırsız hınzır" veya
“kırk yıl göğe bakmayan sersem Sülemi’nin kırılan boynu” diye hakaret etse Nihat'a zarar vermediği için herhangi bir hukuki sorun
oluşturmamalı. Aynı şekilde Nihat misilleme yapıp Cübbeli’ye “kıllı
kertenkele katili” veya “hazret-i dangalak” dese yine bir hukuki sorun oluşturmamalı. Ama Cübbeli, "Nihat Hatipoğlu, sihirbazlık makamını kaybedeceği beklenen Fethullah Gülen yerine geçmesi için
iktidar tarafından hazırlandı ve iktidarı desteklemesi koşuluyla çeşitli TV programları yoluyla kendisine milyonlarca lira ve otel işi
için tarihi bir bina ve Alladdin’in lambası verildi" derse, bu iddia
Nihat'ı töhmet altında bıraktığı için Cübbeli adam, Nihat'ı suçlamış
olur. Nihat da Cübbeli için “Cübbeli cüce cemaatı idrar ile korkutup
istibra için pamuk, kabir azabına karşı sihirli kefen kakalarken kerhanelerde uzaylı fahişelerle aşna fişne oluyor” dese Cübbeli’yi suçlamış olur. Böylece her ikisine birbirini mahkemeye başvurma hakkı
doğar. İddiasını ispatlayamayan taraf iftira atmaktan belli bir tazminat ödemeye mahkûm olabilir.
Amerika'da hakaret suçları çok ender sözkonusu oluyor. Özellikle
kamuda görevli kişilere yönelik en çirkin ifadeler bile mahkemelik
olmuyor. Örneğin; Obama'dan önceki Amerikan başkanının liderliğinde silah ve petrol şirketlerinden, sağçı evangelist haçlılardan, neocon ve siyonistlerden oluşan koalisyonun Müslüman ülkelere yönelik başlattığı yeni emperyalist işgal, katliam ve talan politikasını
eleştirirken George W Bush için "salak", "yalancı", "vampir" ve
"geri zekalı" başta olmak üzere hakettiğine inandığım bir çok betimlemeyi kullandım. Ancak, hem internet sitelerinde hem de İngilizce
kitaplarımda yayınlanan o makalelerimden dolayı bir kez bile sorgulanmadım.
456
Özellikle kamu görevlilerine yönelik ifadeler konusunda buradaki
Norşin’den Arizona’ya
hukuk daha toleranslı davranıyor. Yani, Amerika'da herhangi bir kişi
için sarfettiğin hakaretli ifadelerden dolayı, o kişinin açtığı dava sonucu para cezasına çarpılabilirsin ama aynı hakaretleri Amerikan
başkanı ve generalleri dahil kamu görevlilerine yöneltince hukuki
bir risk almıyorsun. Amerikan Anayasa Mahkemesi, T.C. yasalarıyla çelişen bu negatif ayrıcalığı şu biçimde savunmaktadır: Vatandaşlar kamu görevlilerini eleştirirken endişe duymamalılar, korkmamalılar. Kamuda görev alan insanların görevlerinden birisi de bu tür
eleştirilere tahammül etmektir. Kamuda görev almakla kendilerini
halkın eleştiri ve hakaret oklarına hedef yapmış oluyorlar...
Amerikan Fil’i
Şimdi birkaç paragrafla Amerika’nın bir karikatürünü çizmeye çalışacağım. 2000 yıllında çizdiğim bir karikatür. Bu, bir filin hortumuna dokunarak onu kıllı bir kuyruğa benzeten meşhur kör adamın
tasvirine yakındır. Fil bir kuyruk değildir ama kuyruğu vardır. Aslında size Amerikan kuyruğunu göstermek istiyorum; Amerikan kültürüyle ilk kez yüz yüze gelen bir yabancının gözüne ilk çarpan şeylerden biri budur.
Amerikan kültürüyle ilk karşılaştığımda kendimi “Alice Harikalar
Diyarında” gibi hissetmiştim. En ufak detaylar bile muazzam merakımdan kaçamıyordu. 25 sent attığınızda 15 dakikalığına çalışmaya
başlayan havaalanı koltuklarına takılı televizyonların nasıl ilgimi
çektiğini çok iyi hatırlıyorum. Amerikalıların en sevdiği yemeğin
köpek eti (hotdog)16 olduğunu ilk kez fark ettiğimde nasıl şok geçirmiştim. İşe gidiş ve işten dönüş saatlerinde araba sürerken tıraş olan
birkaç erkek görünce çok şaşırmıştım. Tıraş olma işi Türkiye’de ayin
gibi bir şeydi; evde tıraş olursanız 15 dakika, bir berberde tıraş olursanız biraz daha fazla vaktinizi alırdı.
Amerikan potasındaki bir plastik parçası ya da kola bardağına atılmış bir buz gibi erimiş olan Arizona Üniversitesi’nde çalışan İranlı
arkadaşlarımın tuvaletlerinde küçük bir kitaplık görünce kültürel bir
şok yaşamıştım. Orta Doğu ülkelerinde tuvaletlerde oturacak yer
16
Hotdog: Sosisli sandviç anlamına gelen “hotdog” kelimesi sıcak (hot) ve köpek
(dog) anlamına gelen iki kelimeden oluşmaktadır. Yazar Amerika’ya ilk gittiğinde, İngilizcesinin yetersizliğinden, havaalanında “hotdog” satan fast food restoranlar görünce köpek eti sattıklarını sandığını söylemeye çalışmaktadır. Hâlbuki köpek etiyle alakası yok. (Ç.N.)
457
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yoktur, yerler genellikle ıslak ve bazen pistir.17 Dahası, Orta Doğu
halkı için okumak, tuvalet gibi yerlere yakışmayan kutsal bir eylemdir ki bu durum bu bölgedeki okuryazarlık oranının sefil seviyesini
iyi açıklamaktadır. Tuvalette bir şeyler okumak, orada yemek yemek
kadar tuhaf bir durumdu. Şimdi benim tuvaletimi, daha doğrusu iki
tuvaletimi görmelisiniz: Orada dergiler okurum şimdi. Hatta karımın
sürekli itirazlarına rağmen araba kullanırken tıraş olurum. Galiba
ben de aynı potada eridim.
Sanırım artık birbiriyle örtüşen bu eylemlerin sebebini biliyorum.
Hayatın koşuşturmasında, daha fazla para kazanıp daha fazla harcayabilmek için çalışan Amerikalıların bu gibi birçok iş için vakitleri
yoktur. Tek çıkar yol, çok sayıda eylemi aynı zaman ve mekâna sıkıştırmak gibi görünüyor.
Türkiye’deyken neden daha fazla zamanım vardı? Başka bir deyişle
ABD’ye gelince zaman bana neden yetmemeye başladı? Türkiye’deyken yürüyerek yaptığım işleri, burada neden koşarak yapmak zorundaydım? Burada hayat niçin daha hızlı akıyordu ve vakit
daha kıymetliydi? Neden dergilerimi tuvalette okumaya başlamıştım? Bu soruların yanıtları için başka bir kitaba ihtiyacımız var ve
bunun için benim yeterli malzemem yok. Burada Amerikan kuyruğunu anlatmam gerekiyor ve sorularımın cevabının kuyruğuysa reklam sektörüdür.
Alvin Toffler, “Future Shock (Gelecek Şoku)” (New York: Random
House, 1970) isimli kitabında tüketiciliğin kuyruğunu tanımlar: “…
ortalama bir Amerikalı yetişkin her gün en az 560 reklam mesajına
maruz kalır.” Bu eski bir istatistiktir. Muhtemelen günümüzde hedef
olduğumuz reklam sayısı, tüm zamanların en büyük rakamına ulaşmıştır. Bu ezici reklam bombardımanı altında tüketmeye ve satın almaya mecbur kalırsınız. Nasıl satın alacağınızı düşündüğünüz her
an, karşınıza “şimdi al, sonra öde” yöntemi çıkar. Yemi yutar yutmaz
ardından kanca, misina ve olta kurşunu da gelir. Ve Amerikan yaşam
şeklini benimsemeye başlarsınız. Daha sonra fatura yağmuruna yakalanırsınız. Sonra ne olur? Bir fizik kanununa göre “etki varsa tepki
de vardır veya tam tersi…” Faturaları görünce koşmaya başlarsınız.
Koşmaya başlayınca da saatler dakikaya, dakikalar saniyelere dönü17
458
Hayatımın büyük bir bölümünü İstanbul’un Avrupa yakasında geçirmiş olmama
rağmen, o vakitler evlerin çoğunun tuvaletlerinde oturulacak yer yoktu. Türkiye’nin doğusundan olan bir aile olarak böyle tuvaletleri olan bir ev satın almaz
ya da kiralamazdık.
Norşin’den Arizona’ya
şür! Böylece ikinci bir işte çalışmaya başlarsınız ve kendinizi arabada tıraş olup tuvalette okurken bulursunuz.
Üniversite yıllarımda benim yaptığım gibi yasallaşmış kredi kartı
programlarına av olduğunuzda, kurumsallaşmış tefeciler olan bankalar için yıllarca ve hatta on yıllarca yarı zamanlı işlerde çalışmak
zorunda kalırsınız. Bir ders kitabı satın almak için kredi kartı kullandığınızı ve ödemeyi gününde yapamadığınızı düşünün. Bu durumda
bankalar yasal olarak (!) gerçekte 50 dolar olan borcunuzu, yüzde
21’lik faiz oranının yanında aylık 30-35 dolar tutarındaki gecikme
bedeli ekleyerek yüzlerce dolara çıkartır. Bazen bankadaki hesabınıza birkaç sentten fazla harcama yapmanın cezası olarak 30-35 dolar ceza alırsınız. Yani astronomik faiz! Bankalar tarihin en zalim,
en acımasız soyguncularıdırlar. Çalışan sınıfa hedeflenmiş finansal
sömürü ve yıkım makinalarıdır bankalar… İhtiyacınız ya da açgözlülüğünüz sizi bir şekilde para istiflemeyi başarmış olanların kölesi
durumuna dönüştürür.
Bir keresinde kablolu veya uydudan yayın yapan TV servislerine
abone olmaya teşebbüs etmiştim. Allah’tan o servislere üye olan arkadaşlarımı ziyaret etmiştim de bu isteğimden vazgeçtim. Yüzlerce
TV kanalına sahip olmaya gücü yetenler şanslı olduğunu düşünebilirler. Aslında, seçenek veya nimetlerin bolluğuna mahkûm olmuşlardır. Huzurlu bir şekilde bir TV programını izleyemezler çünkü
büyük bir ihtimalle başka kanallarda da harika programlar yayınlanmaktadır. Kanallar arasında sörf yapmak veya bölünmüş bir ekranda
aynı anda birden fazla kanal izlemek strese ve şizofrenik bir zihne
sebep olur. İhtiyacından fazlasına sahip olanların, nimetlerini neredeyse hiçbir şeye sahip olmayanlarla paylaşmamasının, elde etmek
için çok çalışmak zorunda kaldığı serveti tarafından cezalandırılmasına şaşmamalıdır. Belki de ilahi bir kanundur bu. Yiyeceklerin, gün
batımının ve çevrelerindeki insanların değerini bilemezler. Servetleri onları cezalandırır; sıkılır, bozulur ve amaçsız kalırlar. Evlilik
ilişkileri ve çocuklar, hızlı tempolu yaşam şeklinin genellikle tali zararıdır, ki bu tamamen farklı bir öyküdür. (Bu paragrafı yazdıktan
yaklaşık on yıl sonra televizyon yayınlarında yapılan teknik değişiklikler sonucu ister istemez kablo TV servisine abone olduk.)
Aile yaşamı Amerika’da nesli tükenmekte olan bir gelenektir. İngilizlerin ya da Britanyalıların tarihini bilmiyorum ama İngilizce’nin
çok zengin bir dil olduğunu biliyorum. Arapça’da develer için kullanılan ve develerin rengini, yaşını ve cinsiyetini tanımlayan düzinelerce kelime olduğu söylenir. Benzer şekilde Eskimoların da farklı
459
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
türdeki karlar için çok sayıda isim kullandığı bilinir. Hayati veya
önemli olan şeylerin çok ince farklarını ayırt eden kelimeler üretmek
oldukça mantıklıdır. İngilizcede mutlu veya komik insanları tanımlayan bir düzineden fazla kelimeye rastlarsınız: buffoon, harlequin,
droll, wag, jester, quipster, wit, farceur, farceuse, frolic, gambol,
rollick, cavort, lark, escapade, romp, caper, veya fling. Aynı şekilde
farklı düzeylerde önemsiz ve saçma şeyleri tanımlayan bir düzineden fazla kelime bulabilirsiniz: nugatory, negligible, trivial, trifling,
petty, paltry, frivolous, fatuous, inane, preposterous, ludicrous, veya
farcical. Duygu ve düşünceleri açıklamanın da birçok yolu vardır:
pith, bluff, enunciate, articulate, inarticulate, voluble, blunt, apt,
alert, inane, facilitate, nimble, adroit, maladroit, veya glib. Çeşitli
kargaşa ve düzensizlikleri tanımlamak içinse: tout, hoopla, ferment,
frenzy, vociferous, bustle, furor, ruction, pother, raucous, bedlam,
chaos, pandemonium, mayhem, fracas, melee gibi kelimeler kullanılır. Periler bile sözlüklerin çok dikkatini çeker: golem, ghoul, jinn,
troll, sylph, salamander, undine, gnome, nymph, gremlin, goblin, fairy, brownie, elf, sprite, leprechaun, pixie, nixie, kobold, banshee,
bogeyman, bugbear, hamadryad, imp, dwarf, siren veya changeling.
Bilim ve teknolojide ise her yeni kelime mühendisler veya araştırmacılar tarafından bulunur. Örneğin; farklı tasarımdaki her bir vida
ve cıvatanın veya hücredeki her bir organelin farklı bir adı vardır.
Dahası, “para” kelimesini de bir düzineden fazla eşanlamlı sözcükle
ifade edebilirsiniz.
Bu çok zengin dilde annemin erkek kardeşiyle, babamın erkek kardeşini ayırt edemediğimi öğrenince şaşırmıştım. Hem amca hem de
dayı için bir tek kelime uncle kullanılır. Senin uncle ile birlikte çalışmıştım! Hangi uncle'dan bahsediyorsunuz? Kimin umurunda?
Aynı şey annemin ve babamın kız kardeşi için de geçerlidir. İkisi
için de aunt kelimesinde uzlaşmaya varılmış. Annemin ve babamın
kardeşlerinin çocukları için de aynı durum geçerlidir; hepsine birden
cousin (kuzen) denir. Bu farklı akrabalar için farklı kelimeler bulmak, cıvata veya peri isimleri veya önemsiz saçma sapan şeyler için
kelime bulmak kadar önemli değildi anlaşılan.
460
Peki ya yiyeceklere ne demeli? Yiyecekler de hem nimet hem de
ceza olabilir. Amerikan marketlerinde çok uygun fiyatlarda çok fazla
çeşitte yiyecek bulabilirsiniz. Çok azımız onları bir çırpıda yeme isteğine karşı koyabiliriz. Ürünlerinin fiyatına ve kalitesine rağmen,
Japon otomobil firmalarının Amerikalılara neden fazla araç satamamalarını anlamaları biraz zaman almıştı. “Sevdiğim şeyler ya ahlak
Norşin’den Arizona’ya
dışıdır ya illegaldir yahut yağlıdır.” demişti bir Amerikalı. Amerikan
marketlerinde en sevdiğim kısım, dünyanın her tarafından düzinelerce çeşit peynir sergileyen yerdir. Eşim beslenme uzmanı olmasaydı ve sürekli olarak beynimi yıkamasaydı, şimdi büyük bir ihtimalle o peynirlerin kaynakları kadar şişman olurdum. Fast food restoranlarda vücudumuza aldığımız yağ ve gazlı içeceklerden edindiğimiz şeker, ulus olarak genleşmemize önemli ölçüde katkı yapmaktadır. Enine genleşmemiz sağlık, beslenme ve tekstil başta olmak
üzere birçok sektörü etkiledi. Amerika için XXL beden gömlek üreten cılız Endonezyalıların veya Çinlilerin bir akşam yemeğinde
Amerikalıların masasının nasıl olduğunu düşünüp düşünmediğini
merak ediyorum. Yiyecek bolluğundan şımaran Amerikalılar, tabaklarındaki yemeklerin yarısını çöpe atmayı severler ve bazen birbirlerinin suratına pasta fırlatarak eğlenirler. Yemek artıklarını lavabodan atmak için öğüten makinalar şu anda elektrik süpürgesi gibi satılıyor.
Amerikalılar para kazanmak için yeni yöntemler geliştirmekte ustadırlar. İronik olarak bu onların hem zayıflığı hem de güçlü yönleridir. Amerika’da para kazanma dürtüsünün piramit sistemden (saadet
zinciri) uzaktan pazarlama dolandırıcılıklarına, ödemeye neredeyse
gücü yetmeyenlere kredi kartı vererek onları soyan bankalardan
sahte hasta ziyaretleri ve reçeteler yazarak kamunun parasını çalan
sağlık sektörüne kadar sınır tanımayan türlü kurnazlıkları vardır.
Pentagon bile bu uygulamalardan kaçamamaktadır. Savunma bürokratlarının satın aldığı bir vida, vergi veren Amerikalılara birkaç yüz
dolara mal olabilir. Her Amerikalı başka bir Amerikalı tarafından
dolandırılabilir. Buna bir de sudan sebeplerle birileri adına dava açmaya çalışan avukatları ekleyin. Bunların sonucu olarak karşınıza
çıkan şey, aşırı stresli bir sirk ortamıdır. Günümüz Amerika’sının
yaşam tarzının kuyruğu işte budur!
Yıldızları, milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızları satarak para kazanan gerçek bir şirket olduğunu biliyor muydunuz? İki basamaklı bir
rakam miktarında ödeme yaptığınızda, göklerdeki bir yıldıza sizin
adınızı verirler. Sonra size Pegasus Galaksi’sinin köşesindeki bir yıldızın sahibi olduğunuzu bildiren bir sertifika gönderirler. Elbette
başka bir şirket de aynı yıldızı başka bir isme satabilir veya isteyen
herkes bir yıldıza kendi ismini verebilir. Canı sıkılan, şımarık ve
amaçsız binlerce Amerikalının en sevdiği meşgale sahip olma takıntısı olduğu için, gökyüzünün derinliklerindeki yıldızların sahiplerine
gerçek dolarlar ödemektedirler.
461
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Göklerden yıldız satın almadan önce mezarlıktan başlayan bir yatırım planına ne dersiniz? St. Louis merkezli Forever Enterprises
isimli şirket, mezarlıkları, koyu renkli ahşap büfelere yerleştirdiği
küçük video ekranlar vasıtasıyla ölülerin biyografileriyle donatmaktadır. Ohiolu rakip bir şirket olan Leif Technologies; mezar taşları,
yakılan ölülerin küllerinin konulduğu kaplar ve Viewlogies adını
verdikleri kişisel anıtlarla birlikte gelen ve 2000 ila 5000 dolar arasında bir rakam tutan bronz tabelalar satar. Bu Viewlogies’ler dizüstü bilgisayarlara indirilebilmektedir.18
Mezarlıklara yatırım yapmayı çok hastalıklı bir durum olarak görebilirsiniz. Eğer paranız varsa, Amerika’da onu harcamak için endişelenmenize gerek yoktur. Başka bir şirket de hayatım boyunca sözünü etmekten veya yazmaktan sakındığım bir şey satmaktadır. Ama
bu defa bu kuralı bozmak zorundayım galiba. Evet, bu şirket bok
satmaktadır. Daha doğrusu şu ünlü “bullshit”19i (öküz boku) hediyelik eşya olarak satmaktadır. Beni yanlış anlamayın, şirket soyut bir
hakaret veya etiketler değil gerçek öküz boku satıyor. Bir gün, Amerika'ya ilk geldiğim aylarda ofisimdeki masamın üzerinde yarım daire biçiminde bir kubbe ve içinde kahverengi bir şey gördüm. Hediyenin yanında bir hayranımdan mı, dostumdan veya gelecekteki
eşimden mi geldiğini bildiren bir not da yoktu. Hediyenin niteliğini
de çözememiştim. Pahalı bir hediyeye benziyordu. Bu gizemi nasıl
çözeceğimi merak ederken, sonunda kubbenin altındaki etiketi fark
ettim: “%100 Doğal Teksas Öküz Boku”. Vay be! Sonradan öğrendim ki bu şey, kıskançlıktan bitkin düşmüş bir meslektaşımın işiydi.
Belli ki, muhtemelen Amerikalıların günlük yaşamlarında en fazla
kullandıkları kelime için de bir bok piyasası vardı.
İnternetten üzerinden idrar satılacağı kimin aklına gelirdi? Liselerde
yapılan uyuşturucu madde testi, Amerikalı girişimciler için perakende idrar ticaretini yaratmıştır. Test sonuçlarının pozitif çıkmasından endişelenen öğrenciler, internet üzerinden, önceden test edilmiş
idrarlar satın alabilmektedir artık.20 Radarların yerini tespit eden cihazlar, TV yayınlarının şifresini çözebilen aletler, vergi yasasındaki
18
462
Elise Ackerman, Look Who's Talking Now: The Death Business is Going Interactive, U.S.News& World Report, 26 Nisan, 1999, s. 54.
19
Amerika’da günlük konuşmada saçma şeyler için “bullshit” (saçmalık, zırva) kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu kelime bull (öküz) ve shit (bok) kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. (Ç.N.)
20
Bkz. Dana Hawkins, Trial by Vial: : More Schools Give Urine Tests for Drugs–
but at What Cost?, U.S.News& World Report, 31 Mayıs 1999, s. 70, 71.
Norşin’den Arizona’ya
boşlukları bulmayı vaat eden bilgisayar programları Amerika’ya özgüdür. Kedi fare arasındaki bu saklambaç oyunu yasayı aldatmaya
yarayan ürünler üreten ve onları pazarlayanlar için milyonlarca dolarlık iş fırsatları ortaya çıkarmıştır. Bu durum bana ceza yasasını
aldatmakla ilgili en kurnaz birkaç olayı hatırlattı. Amerika’daki içki
yasağı uygulandığı yıllarda 500 bin kişi alkolle ilgili işler yaptıkları
için suçlu bulunarak 75 milyon Dolar ceza ödemek zorunda kalmışlardı. Bazı şirketler yasanın etrafından dolaşmaya yarayan kurnazlıklar bulmuşlardı. 101. yaş gününü kutlayan Tom Lane şu öyküyü
anlatmaktadır:
“California’dan önceden mayalanmış meyve suyu fıçıları
alabiliyordunuz ve fıçılarla birlikte verilen broşürde, ‘Fıçılara hortum takmayınız ve bir ay süreyle dinlendiriniz; aksi
takdirde şaraba dönüşür ki bu da yasaya aykırıdır,’ diye bir
uyarı vardı. Aslında size tam olarak nasıl şarap yapacağınızı söylüyorlardı.”21
Oyuncaklara ne dersin? Kaç milyar dolarlık bu endüstri çocuklarımızı bize karşı kullanarak cüzdanlarımızı boşaltmayı iyi beceriyor.
Evimizin en şahane köşesine kurulmuş televizyon kutusundan evimize davet ettiğimiz yabancılar, hergün çocuklarımıza yeni bir
oyuncak satmak için entrikalar yapıyorlar.
Türkiye’nin doğusundaki kırsal bir kentte yaşarken yedi yaşıma gelinceye kadar bir tane bile plastik oyuncağım olmamıştı. Volkanik
kayalar üzerinde saatlerce oturup onların kamyon olduğunu hayal
ederek eğlenirdim. Yaz gelince tekerlekleri sopalarla birbirine bağlanmış, kalın karpuz kabuklarından yapılan bir arabayı ipinden tutup
sürerek mutlu olurdum. İlk plastik oyuncağım kurulduktan sonra hareket edip etrafında dönmeye başlayan küçük bir kediydi. Onunla
yıllarca oynamıştım. Çocuklarımın odaları beş yaşına gelinceye kadar plastik oyuncaklarla doldu ve onları bazen hediye olarak dağıtmamıza rağmen bizi istila ederek zeminin her yerini kapladılar. İronik olarak oğluma aldığımız plastik oyuncakların ömrü bir veya iki
gün ya da bazen birkaç hafta idi. Çocuklarımın zihninde çekiciliğini
yitiren oyuncaklar kendi yöntemleriyle ölürler. Oğullarım küçükken
yatak odaları Ninja Kaplumbağa balyaları, gergedan parçaları, aslan
21
U.S.News& World Report, 28Ağustos /4 Eylül, 1995, s. 67.
463
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
sürüleri, maymun bölükleri, Süpermen klonları, power rangers parçaları, pokemon çılgınlığı, Play Sattion -2 diskleri gibi türlü oyuncakların mezarlığına dönüşmüş durumdaydı ve yarın bunlara nelerin
ekleneceğini yalnıza Tanrı bilirdi. Ana-babaların oyuncak üreticileri, oyuncak mağazaları ve oyuncak reklamlarına karşı savaş başlatmasının zamanı gelmedi mi?
464
Amerikan halkı diğer birçok halktan farklıdır. Bolluk, özgürlük, kültürel çeşitlilik ve göçmenlerin genetik farklılıkları sosyal etkinliklerin çokluğuna önemli bir katkı yapmıştır. Amerika’nın her yerinde
binlerce örgüt vardır ve bunların bazıları özgecil ve gerekliyken bazıları da hedonistik ve önemsizdir. İlk basımı 1992 yılında yapılan
“Organized Obsessions (Örgütlü Takıntılar)” adlı bir kitap; Amerika’daki binlerce derneğin, fan kulüplerin ve küçük toplulukların
listesini yapar ve onlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verir. Elbette, İnternetle birlikte bu tip örgütlerin sayısı önemli ölçüde artmıştır. Milyonlarca Amerikalıların zamanını ve parasını harcadığı örgütlere
birkaç örnek vereyim. Aşağıdaki örgütlerin binlerce üyesi vardır. Bu
örgütler haber bültenleri yayımlar ve dönemsel olarak etkinlikler ve
konferanslar düzenlerler.
Absurd Special Interest Group (ASIG) (Absürt Özel İlgiler
Grubu): Mensa’nın zeki üyeleri absürt mizahla meşgul olmaktadır. Her zaman akıllı olmaktan sıkılmış olmalılar.
Abundantly Yours (AY): Vücut ölçülerinden ve kızarmış
patateslerden memnun olan insanlar.
Accordion Federation of North America (AFNA) (Kuzey Amerika Akordeon Federasyonu): Tekerlekli paten yaparken veya banyodayken akordeon çalabilirsiniz.
Agatha Christie Appreciation Society Postern of Murder
(ACAS) (Agatha Christie Cinayetin Arka Planını Değerlendirme Derneği): Kendi hayatlarının gizemini çözmekten
vazgeçip kurgusal cinayetlerin gizemini çözmeye çalışanlar.
Aladdin Knights of the Mystic Light (AKML) (Gizemli Işığın Alaaddin Şövalyeleri): Gelgeç ışıklarının mistik gücü
olduğuna inanan gazyağı lambası koleksiyoncuları.
Amalgamated Flying Saucer Clubs of America (AFSCA)
(Amerika Uçan Daireler Birleşik Kulüpleri): [Eşanlamlılar
sözlüğüm “amalgamated” kelimesinin en yakın anlamlı karşılığı olarak “impregnated (döllenmiş, hamile)” sözcüğünü
öneriyor. ] Orada bir yerdeler, onlarla iletişime geçin.
Norşin’den Arizona’ya
American Armswrestling Association (AAA) (Amerikan
Bilek Güreşi Derneği): Bilek büken erkekler, boyun büken
kadınlara hünerlerini gösteriyor.
American Association of Aardvark Aficionados (AAAA)
(Amerika Yerdomuzu Hayranları Derneği): Fazladan bir A
ile bilek güreşçilerini mağlup edenlerin; Tublidentata sınıfından Orycteropodidae familyasının Orydteropus cinsine
ait yalnız memeli yerdomuzuna olan ilgiyi artırmak için
kurduğu dernek.
American Barefoot Club (ABC) (Amerika Çıplak Ayak Kulübü): Ayaklarında kayaklar olmadan su kayağı yapmayı sevenler kulübü.
American Divorcee Association of Men (ADAM) (Amerika
Boşanmış Erkekler Derneği): En iyi kısaltmalardan birine
sahip bu kulübün üyeleri servetlerini ve çocuklarını kadınlara karşı korumaya çalışmaktadır.
American Fancy Rat and Mouse Association (AFRMA)
(Amerika Sıçan ve Fare Sevenler Derneği): Bu kulübün üyeleri kemirgen gösterileri ve haberleri yapmaktan hoşlanır.
American Federation of Astrologers (AFA) (Amerika Astrologlar Federasyonu): Kişinin doğum yılı, ayı, günü, saati
ve yeri bilinmeden kesin astrolojik fikirler ileri sürülemeyeceğini iddia eden üyelerden oluşan bir dernek.
American Kitefliers Association (AKA) (Amerika Uçurtma
Uçuranlar Derneği): Kocaman çocuklar olarak da bilinir.
American Society of Dowsers (ASD) (Amerikan Çubukla
Maden Arayanlar Derneği): Ellerini sallayarak yeraltındaki
su, petrol ve madenlerin yerini tespit edenler. Kafanızı sallamayınız.
American Spoon Collectors (ASC) (Amerikan Kaşık Koleksiyoncuları): Çatal koleksiyoncularıyla alakası olmayanlar.
Bu tuhaf örgütler listesi bir kitabı kaplayacak kadar uzundur. Yukarıdakiler İnternet ve Facebook ortaya çıkmadan önceki liste idi.
Şimdi acayip örgütlerin ve grupların sayıları binlerce kez artmış bulunuyor. Fakat bu kadarının bile size Amerikan kuyruğuyla ilgili olarak yeterli bir fikir verdiğine inanıyorum. Amerika’yı seviyorum!
Kıllı Amerikan kuyruğu her geçen gün biraz daha büyümektedir ve
bir Amerikalı olarak o kuyruğa benim de kendi kıllarımdan eklemem
beklenmektedir.
465
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Hayat hikâyemin bu bölümüne 2010 yılının son günlerinde yazdığım
The American Janus başlıklı makalemin Ensar Üzümcü adlı arkadaşım tarafından yapılan çevirisini alıyorum:
Amerikan Janusu
Amerika’da sürdürdüğüm kaygısız yaşamım konusunda vicdanım
rahatsız; ahlaki bir ikilem yaşıyorum.
Doğduğum ülkenin bir zamanlar uyguladığı fikir özgürlüğünü sınırlayan ceza yasalarından ve bağnaz dincilerin rahatsız edici saldırgan
tavırlarından kaçtığım bir dönemde, özgürlüğüm ve can güvenliğim
için bana sığınak olmuş bir ülkenin kalburüstü bir vatandaşıyım.
ABD bana inanç ve fikirlerimin ifadesi için bir sığınak olmaya ek
olarak, ayrıca bu dünya üzerinde maddi bir cennet sundu.
466
Düşünce ve ifade özgürlüğü cennetinde(mi)yim
Büyük şirketlerin kontrol ettiği Amerikan medyasının
hoparlörlerinin propaganda
yayınları arasında benim gibi
düşünen aydınların sesi bastırılıp neredeyse halk tarafından işitilmez hale getirilse de
ifade ettiğim anti-emperyalist
ve ilerici görüşlerim sebebiyle yargılanmıyor ve rahatsız edilmiyorum. Birçok
Amerikan başkanını ve hükümetini sert dille eleştirmeme,
onların yurt içi ve yurt dışındaki siyasetleri hakkındaki
görüşlerimi sansürlemeden
yayınlamama rağmen, böylesi cüretkâr bir işe kalkıştığım için bir kez olsun polis
tarafından sorguya tutulmadım.
New York'un merkezinde, 9
Eylül'de yıkılan İkiz Kuleler’in bulunduğu meydandaki kalabalığa Amerika'nın dünyanın en
Norşin’den Arizona’ya
büyük terörist örgütü olduğunu haykırırken, arkamda duran polislerden biri bana doğru geldi. Polis bana yaklaşırken ona "Ben anayasal
hakkımı kullanıyorum. Beni engelleyemezsin" dedim. Polis, "Elbette. Merak etme; biz burada seni ve senin gibi muhalifleri herhangi
bir saldırıdan korumak için bulunuyoruz. Bunu hatırlatmak istedim"
deyip gitti. Youtube kanalımda paylaştığım Running Like Zebras
başlıklı dokümanter filmin ilgili bölümüne bakarsanız, ben Amerikalılara meydan okurken, arkamda birkaç polisi görebilirsiniz... Felsefe derslerimde Amerikan emperyalizmini ve işgallerini, kapitalizmi ve daha nice yanlışı eleştiririm. Sözümü hiç esirgemeden.
Amerikan başkanları için "salak" veya "vampir" gibi ifadeleri kullandım... Avrupa Parlamentosu’nda Amerikan ordusunun dünyada
işlediği katliam ve cinayetleri lanetlerken hayatımda ilk kez bir
sövgü ifadesini kullandım. Onun da videosunu youtube'de ve konuşmamın metnini 19.org sitesinde bulabilirsiniz. Daha neler neler... Bir
tek kez bile olsun polis tarafından sorguya çekilmedim; rahatsız edilmedim.
Ben aynı zamanda finansal olarak da bu ülkenin şanslı bir vatandaşıyım. Birkaç ay önce, kendi isteğimle tam-zamanlı işimi yarı-zamanlıya çevirmeden önce ailece kazandığımız yıllık yüz bin dolara
yakın bir gelirle Amerikalıların yüzde 95’inden çok daha fazlasını
kazanırdık. Burada yaşayan çoğunluk gibi, bizler de ‘tüketicilik’ denilen hastalığa yakalandık; kazandıklarımızın neredeyse hepsini tüketiyoruz. Bir şekilde iki ev almayı başardık, iki arabaya ve teknolojinin bizlere sunduğu en yeni elektronik cihazlara sahip olduk.
Şimdi sizi işitir gibiyim. Herkes gibi, siz de merak ediyor olabilirsiniz: "Öyleyse, derdin ne Edip? Amerika'da mutlu ve mesut olmalısın." Hatta bir Amerikan milliyetçisi iseniz; faşist, ırkıyla veya ulusuyla vahşi ve şeytani bir gurur duyan zihinsel engelli biriyseniz;
Rush Limbaugh, Sean Hannity, Glenn Beck, Sara Palin ve Pentagon
propagandasıyla beyninin içine edilmiş sağcı bir faşistseniz, bana
"Amerika'yı sevmiyorsan geldiğin ülkeye veya deliğe geri dön!"
diye yüksek sesle ahkâm kesebilirsiniz.
Önce Amerikan jingoistlerine birkaç söz
İçerisinde olduğum ikilemi sizlerle paylaşmadan evvel, vatansever
olduğunu iddia eden jingoistlere birkaç şeyi belirtmek isterim. Eğer
özel kuruluşların ve hükümetin yapmış olduğu propagandalarla akıllarını kirletmemişlerse ve eleştirel düşünebilme yetilerini tamamen
kaybetmemişlerse, bana "sus ya da çek git" demeye utanmalıdırlar.
467
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Özgürlüğü sadece kendi tekellerinde tutanlar için de bir-çift sözüm
var: Yeryüzü, Allah’a aittir. Belki de sizlerin ataları, buradaki yerli
halkın iznini (şimdi 'vize' diyoruz buna) bile almadan Amerika’ya
giren katillerdi. Dahası, ben bu ülkeye bir hayat kazanmak ya da
daha fazla para elde etmek için gelmedim. Aksine, umut vaat eden
genç bir politik lider iken –eski arkadaşlarım bugün Türkiye’nin
Başbakanı ve bakanlarıdırlar– ve kitapları satış rekorları kıran bir
yazar iken, lüks ve saygınlık içerisindeki bir hayatı ve parlak bir geleceği, felsefi ve etik bazı problemlerden dolayı terk ettim. Ben bu
ülkeyi özgür ve erdemli bir insan olarak yaşayabilmek için seçtim.
Eğer yıkıcı rejimlere ve baskıcı hükümetlere karşı dillendirdiğim
sözlerim sizler gibi bağnaz ve dar görüşlü insanlar tarafından da sekteye uğratılacak olursa, özgürlüğümü kazanmak için bu dünyanın
başka bir ülkesine hicret ederim, Rabbimin izni ile. Fakat o zamana
kadar, bu ülkeye göç ettiğim gün neyi yapmayı umut ettiysem ve bu
ülkenin kurucularının da yapmamı istediği şey ne idiyse onu yapmaya devam edeceğim: özgür bir adam olarak yaşayacağım; çoğunluktan korkmadan, devletten ya da kiliseden çekinmeden... Ben gerçek özgürlüğü, gerçeği kabul etmekte bulanlardanım!
Yarın onbirinci köye gidebilirim
Söylediğim gibi, mutluyum ve bulunduğum yerde mesudum. Ne ateistim ne de Tanrı'ya inanan bir mukallit. Merhametli, her şeyi bilen
ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcının var olduğunu bildiğim için,
kendimi rasyonel tek Tanrıcı bir insan olarak tanımlıyorum. Bir filozof olarak, "bilmenin" ne anlama geldiğini de biliyor ve bunun
epistemolojik savunmasının karşılaşacağı beklentilerin veya engellerin ne kadar yüksek olduğunun da farkındayım. Bu yüzden, burada
yaşadığım hayatın entropi tünelinde karşılaşacağı felaketli sürprizlerinden hiç endişe duymuyorum. Çünkü Toy Story filmindeki kahraman Buzz gibi, ben de "sonsuzluğu ve ötesini" hedef alıyorum.
468
Benimle yüz-yüze tanışanlar, içimdeki çocuğun tüm saflığı ve iyimserliğini görürler. Şeffaf bir balonun içinde ordan buraya zıplayan,
kalbi ve aklıyla samimice konuşan biri olduğuma tanık olurlar. Huysuz ve aksi bir filozof görmeyi ya da yaşadığı deneyimler nedeniyle
paranoyak bir karakterle karşılamayı bekleyenlerin birçoğu, benimle
tanıştıklarında kafa karmaşıklığı yaşarlar. "Bu adam gerçekten şu
ünlü putkıran Edip mi, yoksa yaşlanmış bir bedende sıkışıp kalmış
bir çocuk mu? "
Norşin’den Arizona’ya
Ben her ikisiyim ve her iki karakter de aynı kafada barış içerisindeler, aynı bedende olamasalar da! Birçok kralın ve yardakçılarının
çıplak olduklarını kalabalıklar içerisinde haykırarak ilan etmiş biriyim. "Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur" Türk atasözüne
göre, 10'uncu köyün bir sakiniyim. Yarın 11'inci köye göçmeye de
hazırım.
Vicdanım rahat değil
Bir yandan tatmin olmuş ve mutlu bir insanım, ama bir yandan çok
huzursuzum. Karmaşık duygulara sahibim. Amerika’da sürdürdüğüm kaygısız yaşamım nedeniyle bazı sıkıntılarla karşı karşıyayım.
Ahlaki bir ikilemi yaşıyorum ben.
Çevreye göz atıp, ülkemin hükümetinin dünyanın geri kalanına neler
yapmakta olduğuna baktığımda, okyanusu aşıp sığındığım bu güvenli limanın ve şu anda tadını çıkarmakta olduğum mutluluğumun,
diğer ülkelerin yok edilmesi pahasına oluşturulduğunu görüyorum.
Binlerce insanın öldürülmesi pahasına, "yabancı" ülkelerde yaşayan
milyonlarca insanın katledilmesi ve milyonlarcasının dul ve yetim
bırakılması pahasına... Sabah kahvaltısında yediğim bal, muhtemelen diğer ülkelerin halkından zorla veya kukla rejimler yoluyla emilen kan ile üretiliyor. SUV marka otomobilimle tükettiğim galonlar
dolusu yakıt, "çirkin" ve "terörist" tiplerin yaşadığı diğer ülkelerden
hortumlanan petrolün sayesinde çok daha ucuza geliyor!
İkiyüzlü USA-Co Canavarı
Tüm bu düzeni yöneten emperyalist canavarı kendi oylarımla ve
ödediğim vergilerle besleyenlerden biri olduğum için dünyadaki bu
refahı tadabilmekteyim; bunu biliyorum. Onu destekleyişimin bir
karşılığı olarak, veya en azından işlenen suçlara razı oluşum sebebiyle, İkiyüzlü USA-Inc Canavarı savaşlardan kalan ganimetlerin
çok küçük bir kısmı ile beni ödüllendirerek, kısıtlanmış ya da önemsiz bir özgürlüğü bana sunuyor. "Diğerlerine" karşı işlediği suçlara
karşı gözlerimin körelmesine, dilimin tutulmasına bir rüşvet olarak...
Konuşulmayan ve yazılmayan "şeytana-göz-yum ve hayatını-yaşa"
biçiminde özetlenebilecek vampir anlaşmasını farkedecek kadar
bilgi ve akıl sahibiyim. Gördüklerimi inkâr edemem, yüreğimi de.
Doğanın bana sunduğu insan-beynini yapay ve yağlanmış bir Amerikan beyniyle değiştiremem.
Dünyanın geri kalanına öğütler yağdırıp boy gösteren fakat insanlığa
469
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
karşı işlediği suçlar ve cinayetler karşısında sorumlu tutulmayan, firavunluğun dünya üzerindeki sembolü bu sözde American Exceptionalism (Amerikan ayrıcalıklığı) ile övünemem. Bir yandan barış ve
sevgi için kiliselerinde şarkılar söylerken diğer taraftan daha fazla
silah, daha çok askeri güç ve "diğerlerine" karşı daha çok nefretin
oluşması için oy verebilen ve bu uğurda para harcayan insanlar tarafından kavramların ahenksizleştirildiği bir evrende yaşayamam. Ben
"Diğerlerinin" acılarını hissediyorum. "Yaşam biçimimiz" adına tehlike oluşturduğu bildirilen, savaş-tüccarları tarafından ‘düşmanlarımız’ olarak görmem istenen "Diğerlerinin" acılarını...
Bayrak ve ulus adına işlenen katliamlar
Bir Türk vatandaşı olmadan önce bir insan olarak doğdum ve aynı
şekilde, bir Amerikan vatandaşı olmadan önce de… Âdem’in çocukları olan kardeşlerim tarafından oluşturulan bütün düşmanlıkları ve
yapay duvarları zaten en başından reddetmiş idim. Dünyanın birçok
yerinde Çin’de, Japonya’da, Avustralya’da, Meksika, Endonezya,
Türkiye’de, İsrail’de ve İran’da kardeşlerim var. Ben bir Müslüman’ım, bir Barış Gönüllüsüyüm ve sadece iki duvarı kabul edeceğim: Adaletin ve barışın duvarları! Adaletin ve barışın hüküm sürdüğü evrensel değerler içerisinde yaşamayı arzu eden ve bunun için
çaba gösteren herkes benim kardeşimdir. İnsanlar tarafından üretilmiş dinler, mezhepler ve milliyetçilik gibi ideolojiler adına dünyadaki ailem ile bir ayrılık yaşamayı kabul edemem.
Bir bayrak bir semboldür ve eğer bir bayrak herkes için barış ve adalet üretmiyorsa, o tehlikeli ve zehirli bir bez parçasıdır. Böylesi bir
bayrak şeytan tarafından üretilmiş bir puttur. Milliyetçilik adına şeytanca suçların ve korkunç gaddarlıkların işlendiğini görebilmek için
sadece geçtiğimiz yüzyıla yüzeysel bir bakış atmak yeterlidir. Milliyetçilik, insanları vampirlere ve yamyamlara dönüştüren bir virüstür. Geçmişte, Krallar ve Papazlar halkları dini inançlar yoluyla sömürüyor ve onları vampirlere ve yamyamlara çeviriyordu. Şimdi ise,
onların yerine sözde demokratik hükümetler ve şirketler aldı. Tanrıvergisi akıllarını kullanma yetisini kaybetmiş vatandaşları kendi rızaları doğrultusunda yönetebilmek ve rahat bir çıkar sağlamak adına
din yerine milliyetçiliği kullanıyorlar.
470
Amerikan'ın vahşi canavarını doğuran milliyetçiliğe tepki gösteren
birisinin benzeri bir canavarın daha küçüğünü doğuran bir başka milliyetçiliğe sempati duyması yaman bir çelişkidir. Başka bir canavara
Norşin’den Arizona’ya
karşı bir başka canavarın yanında yer almak yerine ben tüm canavarlara karşı bir Davut gibi durmayı tercih ederim. Elli yaşını geçmiş
bir adam da olsam, zulmü ayakta tutmaya çalışan tank paletlerinin
ve namlularının karşısında dimdik duran delikanlıdır ve onlara taş
atan yiğit çocuktur benim örneğim.
Üniformalı veya üniformasız teröristler
İnsan soyuna yabancılaştırılarak bana sunulan milliyetçilik, ırkçılık
ve dini kavgaların bir müşterisi yapılmaya çalışılıyorum. Üniformalı
kitle-teröristleri ile terörist örgütler arasında ayırım yapmam isteniyor ve 666 kat daha fazla ölüme sebep olsa da, işkence dahil akıl
almaz vahşetler sergileseler de sadece ilk grubu desteklemem gerektiğini söylüyorlar.
Filipinliler, Kore, Vietnam, Nijerya, İran, Afganistan, Irak ve daha
nicesini hatırlıyor musun? En son kitabımda, "Peacemaker's Guide
to Warmongers," bitmek bilmeyen savaşların istilaların, "kötüler" in
yaşadığı ülkelere düzenlenen gizli ve açık operasyonların uzun listesine de yer verdim. Baş döndürücü bir liste... Bizler, Amerikalılar,
sadece son yüzyılda, düzinelerce ülke yok ettik, milyonlarca insan
öldürdük ve buna karşın kendi halkımızdan sadece birkaç kişiyi kaybettiğimizde, kurban rolünü oynamaya cüret edebiliyoruz. Kanlı
ölümleri ve savaşları başlatan bizler oluyoruz, hatta kimi zaman iki
ya da üç tanesini aynı zamanda, fakat gerçek acıları yaşamaktan genelde tamamen uzak kalıyoruz.
Tüketicilik gezegenimizi ve insanlığımızı tüketiyor
Ülkemizdeki yoksul insanların çocukları diğer ülkelerdeki yoksul
insanların çocuklarını katletsinler diye ekonomik ihtiyaçları istismar
edilip paralı "gönüllü askerler" olmaya zorlanırken, bizler mağazalardaki en yeni cep telefonlarını ya da yüksek çözünürlü TV’leri almak için adeta çılgıncasına koşuşturuyoruz. Irak’taki milyonlarca
çocuğu açlığa mahkûm eden bizler, Gaza isimli toplanma kampında
şu anda binlerce çocuğu açlığa ve ölüme terk eden bizler, fazla yiyerek aldığımız kiloları kaybetmek için diyetlere ve aletlere milyarlarca doları harcayabiliyoruz.
Romanlarımız ve filmlerimiz darmadağın olmuş ruhlarımızı yansıtıyor. Bizler şiddet ve saldırganlık içeren filmleri izlemeyi seviyoruz
ve çocuklarımız da saçma ve tiksindirici vampir hikâyelerini olabildiğince çok okumayı ve izlemeyi seviyorlar.
471
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Milyarlarca dolar harcayarak beslediğimiz köpeklerimiz ve kedilerimiz diğer ülkelerdeki "kahramanlarımız" tarafından öksüz bırakılan
çocuklardan çok daha iyi bakılıyor ve besleniyorlar. Hani şu "shock
and awe" ederek "nasıl medeni olunacağını öğrettiğimiz" diğer ülkelerin çocukları… Bombalar, silahlar, işkenceler, paralı-askerler, petrol firmaları, silah antlaşmaları ve devlet adamları olarak tanıttığımız
rüşvetçi çaylaklar yoluyla dış ülkelere demokrasi ihraç ediyoruz. Firmalarımızın hisse senetlerini kendi halklarına tercih etmedikleri sürece, bir ülkenin demokratik olduğunu kabul etmiyoruz. Ama eğer
bize sorarsanız, dünya tarihindeki en iyi ulus biziz.
ABD Emperyalizmi
ABD-Inc, ünlü yazar Mark Twain tarafından "üniformalı suikastçılar" diye tanımlanan "kahramanlarımızı" kullanıyor. Niye? Demokratik mühendislik yoluyla ülkelerin başına musallat edilen kuklalar
desteklenebilsin ve ABD-Inc'e hizmet eden diktatörler aklansın
diye... Şirketlerimiz başka ülkelerin öz kaynaklarını rahatça ucuza
işletebilsin ya da el yakan fiyatlarla etiketlenen hurda silahlarımız ve
jetlerimiz satılabilsin diye. ABD-Inc kendi şirketlerinin koşullarını
fakir ülkelere dayatıyor. ABD-Inc, istihbarat ajansları yani çakalları
yoluyla kendilerine dayatılan politikaları kabul etmeyen ülkelerin
hükümetlerini cezalandırır. Onları maşa paşalar yoluyla askeri darbeler yaptırarak, gizli operasyonlar düzenleyerek, medya propagandası ile çamur atarak, iç savaşları körükleyerek ve suikastlar düzenleyerek gerçekleştirmeye çalışır. Örneğin; 1953 yılında İran halkını
büyük desteğine sahip Musaddık hükümetini devirip Şah'ı geri getirten ve böylece 1979 yılında Humeyni'nin iktidarına yol açan aynı
çakallardır. Peacemaker's Guide to Warmongers kitabımdan bir paragrafı buraya alıntılayacağım:
472
"Müslümanlar İspanyayı işgal etmiş ve beş yüzyıla yakın bir
süre orada hüküm sürmüşlerdi. Fakat işin asıl önemli kısmı,
Yahudi ve Hıristiyan toplulukları bu Müslüman İspanya’da
barış ve adalet içerisinde yaşamışlardı. Üstelik Müslümanlar İspanya'dan çıkmaya zorlandıklarında, geride neler bırakmış olduklarını iyi biliyoruz: bir Hıristiyan nüfusu, kütüphaneler, üniversiteler, bir uygarlık ve Rönesans ve Reformun Avrupa’daki tohumları. Osmanlı İmparatorluğu
için de aynısı geçerli... Onlar da Avrupa’nın güneydoğudaki
kısmını uzun bir süre işgal etmişlerdi ve onların da geride
Norşin’den Arizona’ya
neler bıraktıklarını biliyoruz. Her ikisinin de yandaşı olmadığım bu iki büyük imparatorluğu ve onların 1000 yıllık tarihsel akış süreci içerisinde işledikleri zulümleri, ABDInc’in muhafazakâr Protestanları tarafından yoğun bir şekilde desteklenip, iki kez seçilen koyu Hıristiyan başkan
Bush aracılığı ile sadece son 5 yılda, Irakta işlediği zulümler ve yıkımlar ile karşılaştırınız."
Ne yazık ki, Obama hiçbir şeyi değiştirmedi; emperyalist politikayı
devam ettiriyor. Bizlerin "Umut Cüretkârlığı" kısa sürede "Umut Sömürme Cüretkârlığına" dönüştürüldü. Obama, maalesef Bush, Dick
ve Rumsfeld’i savaş suçları işlemekten ve yapılan tüm çirkinlikleri
meşrulaştırmaktan yargılamayı reddetti. Böylece gerçekleri saklayarak Amerikalılara yalan söylemeye, aynı ekonomik ve dış politikayı
sürdürmeye devam edebilecekti. Değer üreten çalışkan Amerikalıların zor-bela kazandıkları paraları soyan bankaları kurtarmak ve onları birkaç şişman domuza transfer etmek için geleceğimizden, çocuklarımızdan ‘milyarları’ bankalara ve büyük şirketlere transfer etmeye devam etti.
İki-Partiyle Oynanan Oyun
Obama; belki de ona göre ayağını denk alır diye kendisine peşinen
verilmiş bir Nobel Barış Ödülü almış olmasına rağmen, emperyalist
saldırıları ve işgalleri aynen devam ettirdi. Sadece var olan siyaseti
devam ettirmekle kalmayıp, insan hayatını hiçe sayan zalimliklerin
düzeyini ve hızını da artırdı. Obama’nın hükümeti, Afganistan, Kuzey Pakistan ve Yemen’deki sivil nüfusa karşı düzenlediği droneterörizminin sayılarını da artırmaya devam etti.
Pilotsuz uçan suikast silahları şimdiye kadar yüzlerce çocuk öldürdü
ve evlilik arifesinde olan birçok aileyi katletti. Belki de, diğer ülkelerin pilotsuz ölüm makinaları, biz mangal partileri yaparken ya da
Amerikan futbolu izlerken, gökyüzünde belirip bizleri gökten yağdırdığı bombalarla buharlaştırmadan, diğer insanlara terörü ve korkuyu nasıl yaşattığımızı hiçbir zaman anlayamayacağız. İşte Peacemaker’s Guide to Warmongers isimli kitaptan sizin için başka bir
alıntı:
"ABD savaşlara neden bu kadar bağımlı? Cevap Eisenhower tarafından 1961 yılında Military Industrial Complex’e karşı yapılan isabetli bir uyarı ile verilmiş idi. Siyonist
473
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve Haçlı hormonlarının ek katkısıyla, dinmek bilmeyen savaşlar ve kötülükler en yüksek potansiyel seviyesine ulaşmış
durumda… Sözde ana haber kanalları ve Hollywood’un en
gelişmiş propaganda yöntemlerini şiddet, işkence, devlet terörü, jingoism ve ırkçılık üretmek için kullanılıyor. Video
oyunları, TV programları, filmler Amerikalıları büyük ölçüde ve layıkıyla duyarsızlaştırdı ve bunların hepsi orduya
yeni eleman adayları oluşturmak için kullanabileceği mükemmel araçlara döuüştürüldü."
ABD-Inc bizleri hipnotize etmek için sihirli bir kelimeye sahip: "Teroristler!" Ki vergi olarak ödediğimiz dolarlar savaş tüccarlarına, askeri endüstri bloğuna ve onların müttefiklerine aktarılsın! Amerikan
hükümetinin ve Pentagon’un propaganda makineleri aracılığı ile
geçmişte ürettiği kanlı yalanların büyüklüğüne ve sayısına vakıf olduğumdan, sözde "Terörist" faaliyetlerin bir kaçının, hatta belki de
hepsinin, bizleri korkutup aptallaştırmak için kasıtlı olarak tasarlandığı ve sahneye sunulduğunu duymuş olmak benim için bir sürpriz
olmaz. "Çete-terörünün" bu devlet terörünün bu "terör endüstrisisinin" bir yan etkisi olduğundan kuşku duymuyorum. Çete terörü emperyalist savaşlarda ve işgallerde işlediğimiz terör ve gaddarlıkların
bir kara faturasıdır! Nitekim 1967'den önce de dünyada Müslümanlar vardı ve o dönemde Müslümanlar tarafından ABD'ye yönelik yapılan bir tek saldırı gerçekleşmemişti.
474
Demokrasi Değil, Şirket Oligarşisi
Bizler işkence ve savaş suçlarını destekleyen korkaklar haline geldik. "Korkunun kendisinden başka korkmamız gereken bir şey yok"
diyerek korkunun şeytani etkisine karşı bizleri uyaran bir başkanın
sözlerini takdirle karşılıyormuş gibi yapsak da korkaklara dönüşüverdik. Bizlerle hiçbir alıp veremediği olmayan bir milyon Iraklı insanın ölümünde kendimizi haklı çıkardık. Düğünlerde eğlenen çocukları öldüren ve yaralayan pilotsuz uçan katliam makinalarını yasallaştırdık. İtibarımızı ve saygınlığımızı hava alanlarında yitirdik ve
kişisel hayatımızı Amerikan hükümetine ve onunla aynı yatakta yatan büyük şirketlerin ellerine teslim ettik.
"Şirketlerce seçilen, şirketler için var olan ve şirketlere ait hükümetler" tarafından idare edilirken, "halk tarafından, halk için oluşturulan, bir halk hükümeti"ne sahip olduğumuzu sanıyorsak kendimizi
kandırıyoruz. Medya ve hükümet, her ikisi de büyük firmalar tarafından gasp edilmişlerdir ve ürettikleri çakma ikiz partileri yoluyla
Norşin’den Arizona’ya
bizlere demokrasi illüzyonunu satmaktadırlar. Arkadaşım Noam
Chomsky’nin de güzel bir biçimde ifade ettiği gibi medya "halkın
rızasını üreten" bir propaganda aletinden başkası değildir ve Ralp
Nader’in güzelce tanımladığı gibi, "Oyunun adı Duopoly" yani İkili
Parti sistemidir ve her iki parti de şirketlere çalışıyor.
Milyonlarca Amerikalı işsiz iken, milyonlarcası evsiz kalırken ve
milyonlarca Amerikalı çocuk açlığın ve yetersiz beslenmenin acısını
çekerken, bizler trilyonlarca doları sadece yıkım getiren iş sahalarına
yatırıyor ve böylece daha fazla düşman üretiyoruz. Yeni üretilen
düşmanlar yoluyla savaş aletleri üreten ve satan endüstriye daha çok
ihtiyaç duyulur ve daha çok kazanç sağlanır. Amerikan'ın korkunç
borç açığını azaltmak için federal ve eyalet hükümetlerindeki sözde
‘seçilmiş’ memurlar, eğitim ve sağlık gibi yaşamsal değerler üreten
sosyal programları sonlandırmak için ciddi tartışmalar yaparlarken,
en iyi 20 ülkenin bütçesinin toplamından daha fazla askeri bir bütçeye sahip Amerikan ordusu hakkında tek bir söz bile etmiyorlar.
Üç Kutsal İnek
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler farklı birçok konuda birbirleriyle
anlaşamayabilirler ve birbirlerine karşı sorgulayan bir tutum içerisinde olabilirler ancak, hepsinin ortak bir paydası var… Wall
Street’in kayırılması, askeri harcamaların onaylanması ve azgın bir
devletin varlığının desteklenmesi hususlarında anlaşma içindeler.
Bu üç kutsal inek (büyük şirketler, silah endüstrisi ve İsrail) Birleşik
Devletler’de diledikleri her yere pisleyebilir ve tarlaya gübre sağladıklarını öne sürerek, yaptıkları rezaleti sıvamaya çalışabilirler. Yine
de bu politikacılar o ineklerin kuyruklarını kaldırmak için parmaklarını oynatmaya bile cesaret edemeyeceklerdir.
Şimdiye dek, 1994 yılında başlayan vatandaşlığım boyunca (Amerika'ya 1989 yılında hicret ettim), eskilerin ifadesiyle "Ehven-i şer"
yani "En kötünün en iyisi" prensibini izledim ve oyumu Demokratlar
için kullandım. Böylece yaşadığım ülkenin geleceğini kesinlikle yok
edecek olan ölümcül oyuna katılmış oldum. Fakat bu yıldan başlayarak, sadece adalet, barış ve açık fikirliliği destekleyenlere oy vereceğim. Oyum biricik oy olsa bile. Ben bir milliyetçi değilim… Ben
bir Amerikan vatandaşıyım, peki ya siz?
475
Norşin’den Arizona’ya
16
Arkadaşıma Suikast
40:28 Gerçeği onayladığı halde Firavun tarafından onaylamasını gizleyen bir adam dedi ki: “Siz ‘benim Efendim ALLAH’tır’ diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?
Hâlbuki size Efendinizden apaçık deliller getirmiş
bulunuyor. Yalancı ise, bu onun problemidir; yok
doğru sözlü ise onun size anlattıkları gerçekleşir.
Kuşkusuz ALLAH sınırı aşan yalancıları sevmez.”*
Dr. Halife, sonradan Müslüman din adamlarının geleneksel öğretilerini eleştirme cüretini göstermiş, İslam dünyasında popüler bir yazar
olmuş, Mısır kökenli bir Amerikalı biyokimyacıydı. İslam’da, Kuran
dışı tüm mezhep öğretilerini reddeden bir reformdan yanaydı.
Halife, Kuran’a bakınca, bugünkü İslam’ın orijinal Muhammed öğretileriyle hiçbir alakası olmadığı sonucuna varmış ve bu dinin Orta
Çağ Arap kültürüyle (hadis ve sünnet) harmanlanarak üretilmiş öğretileri, Muhammed peygambere mal etmek vasıtasıyla, İslam âlimlerinin uydurduğu bir din olduğunu ortaya koymuştu. İslam bilginleri bu Orta Çağ yalanlarına kendi fikirlerini de katarak berbat ve
baskıcı kanunlar, kadın düşmanlığı, nefret, terör ve saldırganlık yaratmışlardı.
Kuran'ı 1969 yılında bilgisayara kaydeden Dr. Halife, araştırmasının
1974 yılında 19 kodunun deşifresiyle sonuçlanacağını bilmiyordu
kuşkusuz. Hatta hayalinden bile geçirmiyordu. On dokuz sayısı,
Tanrı'nın varlığını ve Kuran'ın Tanrı sözü olduğunu kanıtlayan bir
mucize ise o mucizeyi keşfedenin kimliğinin ve keşif tarihinin de
Tanrı tarafından belirlenmiş olması beklenirdi. Nitekim, ilgili gelişmeler, hiç kuşku bırakmayacak biçimde bu beklentiyi doğruladı.
Birkaç örnek vereyim:
*
40:028-39 Bu onbir ayetin zamanımızda ilginç bir tecellisi var.
477
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
478
Kuran'ın matematiksel kodu olan 19 sayısının 74. surede konu edildiği hatırlanırsa, her iki sayının yan yana yazılmasından oluşan 1974
sayısının keşif yılı olması büyük anlam kazanır. Kuran'ın iniş tarihi
olan 610 ile 1974 arasında ay yılı hesabıyla ne kadar zaman geçtiğini
merak edip de hesapladığımızda 1406 elde ettik. Bu sayı 19x74'dür.
Evet, 19 Mucizesinin 74. suredeki gizeminin, 1974 yılında ve Kuran'ın vahyinden tam 19x74 yıl sonra isminin üçlü formu (RşD) Kuran'da 19 kez geçen bir bilim adamı tarafından keşfedilmesi bir rastlantı olabilir mi?
1. Matematiksel kod,
2. Matematiksel kodun deşifre ediliş tarihi,
3. Kuran'ın inişinden kodun deşifresine kadar geçen süre,
4. Kod'dan söz eden Müddessir Suresinin numarası ve
5. Kodu deşifre eden kişinin isminin Kuran'da geçiş sayısı
arasındaki mevcut sayısal ilişki bu olayda Tanrısal bir planın ve seçimin varlığını gösteriyor. (Miladi Tarih ve Güneş Yılı da Kuran tarafından bir referans ve birim olarak kabul edilir. Bak 19:33; 43:61;
18:24)
1989 yılında Tucson Mescidi’nde ona asistanlık yaparken, kendisiyle birçok özel anılarım olmasına rağmen, onlara değinmeden kısaca hayat hikâyesini sunmaya çalışacağım.
18 Kasım 1935 yılında Mısır'da doğan Reşad, 1957 yılında Kahire'deki Ayn Şems Üniversitesi’nden mezun oldu. 1961 yılında Tucson'daki Arizona Üniversitesi'nde master yaptı. 1964'te Riverside'deki California Üniversitesi’nde biyokimya dalında doktorasını
aldı. Birleşmiş Milletler örgütünde 1975'te Libya lideri Kaddafi'nin
bilim danışmanlığını yaptı. (Daha sonra Kaddafi tarafından Libya'ya
kaçırılıp öldürülmek istendi!). Stephanie adlı bir Amerikalı ile 1963
yılında evlendi, Semih (Sam) ve Betul (Beth) adlarında iki çocuk
sahibi oldu.
Babası, Abdul Halim Muhammed Halife, mühendislik öğreniminden sonra, Mısır'da on binlerce bağlısı olan Şazeliye Tarikatı’nın lideri oldu. Oğlu Reşad'a olan güveni ve sevgisinden ötürü, şeyh Abdul Halim, Tarikat'ın ismini Reşad-el Şazeliye olarak değiştirdi. Ne
var ki, 1970'lerin son yıllarında Reşad Halife, hadis ve sünnet denilen öğretileri Kuran'a ortak koşmaktan vazgeçince, babası tarafından
şiddetle eleştirildi. Tucson Mescidi’ndeki ezanda sadece Allah'ın isminin anıldığını duyunca rahatsız olan babasına, 72:18 ayetini hatırlatması, aralarındaki son bağları da kopardı. Evlatlıktan reddedilen
Reşad, tarikatın müritleri tarafından ölüm fetvasıyla tehdit edildi.
Norşin’den Arizona’ya
1960'ların son ve 1970'lerin ilk yıllarında Amerika'daki Müslüman
Öğrenciler teşkilatlarının kuruluşunda aktif görev alan Reşad, 197475 tarihleri arasında Islamic Productions International'i kurarak "İslam" adında bir araştırma dergisi çıkardı. Reşad'ın başkanlığını yaptığı yazı işleri müdürlüğü kadrosunda, Dr. Muhammad Abdul-Rauf
(USA), Dr. Mujahid Al-Sawwaf (Suudi Arabistan), Shahid Mufassir
(USA), Dr. Harun Nasution (Endonezya), Dr. Altan Nacioğlu (Türkiye), Dr. Ahmed H. Saqr (USA), Muhammed Sirajuddin (Hindistan) ve Dr. Yusuf Amin Wali (Mısır) gibi isimler yer aldı.
O dönemde hadis ve sünneti Kuran'a eş koşan Reşad, tüm Müslümanlar tarafından büyük saygı görüyordu. Nitekim, Kuran'ın matematiksel kodunu 1974'te keşfettikten sonra yazdığı kitaplar ve makaleler değişik dillere çevrildi ve dünyanın birçok ülkesinde yayımlandı. Ortadoğu ülkelerinde politikacıların, akademisyenlerin ve ileri
gelen din adamlarının katıldığı konferanslara konuşmacı olarak katıldı ve büyük ilgi gördü.
Taşlama cezasının Kuran'a aykırı olduğunu ileri sürmesi nedeniyle
Tucson'daki İslam Merkezi tarafından dindışı olarak suçlanıp aforoz
edildi. Hatta kendisini iftira ile karalamaya çalıştılar. Bunun üzerine
1977 yılında evlerinden birini mescide dönüştürerek Tucson Mescidi’ni açtı. Reşad Halife, burada Kuran'ın matematiksel mucizesini
ve mesajını yayımlamaya başladı.
Mescitte namaz kıldırmayı veya Cuma hutbesi vermeyi tekeline almadı. Aksine, Mescide gelen inananları bu işi sırayla yürütmeleri
için teşvik edip görevlendirdi. Namazda Fatiha'dan sonra zammussure okunmadığından, namaz kıldırmak için "imam" denilen profesyonel din adamlarına ihtiyaç olmadı. Hutbeler (Cuma namazından
önce verilen iki bölümlük konuşmalar) İngilizce verildiğinden, bunun için de özel bir dini öğrenim gerekmedi. Cuma akşamları, mescitte ailece toplanan inananlar Kuran üzerinde çalışmalar yaptılar.
Her hafta bir kişinin, özellikle hanımların idare ettiği bu Kuran çalışmaları her türlü soru ve tartışmanın makul ölçüler içinde değerlendirildiği bir platform oluşturdu.
Reşad, yayımladığı aylık "Muslim Perspective" bülteninde "Kuran,
tüm Kuran, başka şey değil sadece Kuran" sloganıyla özetlenebilecek bir reform hareketini savundu. Din adamları tarafından ilkel ve
karmaşık bir öğretiler ve hurafeler sistemine çevrilen İslamîyeti, orijinal haline dönüştürme mücadelesini büyük bir azim ve enerji ile
yürüttü. Bu mücadelesi yüzünden eski popülaritesini kaybetti. Dostları kendisine düşman kesildi.
479
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
480
Telefon ve mektup yoluyla aldığı hakaretler ve ölüm tehditleri kendisini hiçbir vakit yıldırmadı. Hadisçi-sünnetçilerin bu tehditlerine
karşılık, Mescitteki ofisinin kapısına 39:36 ayetindeki soruyu asarak
cevap veriyordu: "Allah kuluna yetmez mi?"
Kuran'ın İngilizce çevirisini Quran: The Final Testament adıyla
1981 yılında yayımladı. Bu çevirinin ilk basımında hadis ve sünnetin
şeytani öğretiler olduğunu güçlü bir tartışmayla sergiledi. Daha
sonra 1989 yılında, çeviriyi gözden geçirip düzeltmelerde bulundu
ve onu Quran: The Final Testament adıyla yayımladı. Bu gözden geçirme ve düzeltme işleminde kendisine yedi ay asistanlık ettim. Bu
süre içinde kendisiyle birçok tartışmalarım oldu. Açık fikirli ve alçakgönüllü tavrından ötürü, bu tartışmalardan ikimiz de yararlandık.
Daha sonra bu çeviriyi de düzeltmeye başladı. Ne var ki, çok yoğun
bir tempoyla sürdürdüğü düzelti işini bitiremeden Arap ülkeleri tarafından finanse edilen bir suikaste uğradı. Hadisçi-sünnetçi militanlar onu sabah namazından önce Tucson Mescidi’nde bıçaklayarak
şehit ettiler. Yakalanan katillerin Dünya Ticaret Merkezi’ni 1993 yılında bombalayan uluslararası teröristlerle işbirliği içinde olan Colorado'daki "Al Fuqra" adlı bir gruba bağlı olduğu anlaşıldı.
Reşad, Kuran çevirisinden, video programları, makaleler ve kitapçıklardan ayrı olarak, The Computer Speaks: God's Message To The
World, Quran: The Visual Presentation of the Miracle, Quran Hadith and Islam adlı kitaplar yazdı. Ayrıca, televizyon için bir bilimkurgu denemesinde bulundu.
Reşad, 1985 yılında Kuran'ın dokuzuncu suresi olan Ültimatom Suresinin sonuna eklenen iki "ayetin" Kuran'dan olmadığını fark
edince bunu cesaretle dünyaya duyurdu. Bu çıkışın, tarihte Ali b. Ebi
Talip başta olmak üzere birçok kişinin hayatına mal olduğunu bile
bile... Nitekim, 1989 yılında yayımladığımız Kuran çevirisindeki o
eklemeyi Kuran'dan çıkardık.
Suudi Arabistan'ın resmi dini lideri Kör Şeyh Ibnul Baz'ın başkanlığında Medine'de 19 Mart 1989 yılında toplanan 38 kişilik uluslararası bir ruhbanlar kurulu tarafından Selman Rüştü ile birlikte ölüme
mahkûm edildi. (Şeyh Ibnul Baz'ın, dünyanın düz olduğunu ve dönmediğini iddia eden ve aksine inananların kanlarının ve mallarının
helal olduğuna fetva veren hezeyanları 1975 yılında Medine İslam
Üniversitesi’nin 16'ncı yayını olarak yayınlandı. Kitabın ismi: "Eledilletün Naqliyyetu vel Hissiyatu Ala Cereyaniş şamsi ve Sukunil
Ardi ve İmkanis Suudi ilal Kavakibi" (Güneşin Hareket Halinde ve
Yerkürenin ise Sabit Olduğuna ve Gezegenlere Gitmenin Mümkün
Norşin’den Arizona’ya
Olduğuna Dair Duyumsal ve Belgesel Deliller). Kitabın orijinal nüshasını kütüphanemde hadisçi-sünnetçi Müslümanların içinde bulunduğu cehaletin somut bir örneği olarak tutuyorum.
Reşad'ın başlattığı hareket, Kuran öğrencilerine tarihi bir laboratuvar
imkânı bahşederek gelişiyordu. Hayatını sadece Allah'a kul olmaya
adayan ve Kuran dışında dini kaynak kabul etmeyen bir monoteist
olan Reşad'ın şahadetinden birkaç ay sonra onu izleme iddiasında
olan bazı kişiler ne yazık ki onun geniş bir gruba danışarak yaptığı
Kuran çevirisini "hatasız" ilan etme cesaret ve cehaletinde bulunabildiler. Reşad'ın çevirisine düştüğü dipnotları ve sonnotları Kuran
yanında ikinci kaynak gören bu kişiler, tarihin zengin put koleksiyonuna yeni bir put kazandırarak "tarihin tekerrürden ibaret" olduğu
sözünü tekrar doğruluyorlar. Kuran'dan başka kaynak tanımayan
Muhammed Peygamberden sonra hadis ve sünnet denilen öğretilerin
nasıl, hangi amaçla ve kimler tarafından çıkarıldığını merak edenleri
bu grubun geçirdiği evreleri incelemeye davet ediyorum.
19 Şubat 1989’da bir grup din adamı, Salman Rüşdi meselesini tartışmak için Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde bir araya geldiler.
Fetvaları yayınlanır yayınlanmaz anavatanım Türkiye dâhil birçok
Müslüman ülkede manşetten haber oldu. Fetvaları, “Reşad da Rüşdi
de mürtettir,” şeklindeydi.
Bir zamanlar Türkiye'nin gündemini belirleyen haftalık Nokta dergisinin 16 Nisan 1989 tarihli sayısının kapak haberi olan bu haber,
gazeteci Sefa Kaplan ve Can Karakaş imzalarıyla "İkinci Selman
Rüşdi Olayı" başlığıyla verildi. Haber şöyle özetlendi:
"Amerika'da yaşayan ve kendisini peygamber ilan eden Reşad Halife'ye göre Kuran'da fazlalıklar mevcut… Buna karşın Dünya Fıkıh Konseyi'nin fetvası açık. Halife kâfirdir…
İslam dünyası ikinci bir Salman Rüşdi olayı ile karşı karşıya. Nokta, Halife'nin Türkiye temsilcisi Edip Yüksel ile görüştü, olayın tüm boyutlarını açığa çıkardı…"
Haberin metni şu paragraflarla başladı:
"İslam dünyası yeni bir Salman Rüşdi olayıyla karşı karşıya. Kuran'ın 19 rakamı üzerine kurulu olduğunu iddia
eden Reşad Halife, iki ayetin de fazla olduğunu söylüyor.
Kendini peygamber ilan eden Halife, Kuran'ı iddiasına göre
düzeltmeye hazırlanıyor."
"Konseyimize gönderdiği çağrıda, bazı ayetlerin Kuran-ı
Kerim'e sonradan eklendiğini savunan ve vahiyi on dokuz
481
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
sayısı ile sınırlamaya çalışan Mısırlı Ziraat Mühendisi Reşad Halife; hadis-i şerifleri ve sünneti de inkâr etmektedir.
Halife'nin bu tavrı Salman Rüşdi'in kitabında da olduğu gibi
ilme ve nasslara aykırıdır. Halen ABD'de yaşayan Reşad
Halife'nin peygamberlik iddiası ise doğrudan doğruya küfürdür. Konseyimiz, Reşad Halife ve Salman Rüşdi'yi hitaben bir bildiri yayınlayarak, sapık fikirlerinden dönmeleri
ve tövbe etmeleri çağrısında bulunmaktadır. İddialarında
ısrar ettikleri takdirde her ikisi de bütün İslam dünyasınca
kâfir kabul edilecektir. Bu karar oybirliği ile alınmıştır."
"Tarih 27 Şubat 1989. Yer, Müslümanların kutsal beldesi
Mekke. Aralarında Prof. Yusuf Kardavi, Mustafa Zerka,
Nedvi gibi ünlü isimlerin de yer aldığı 11. Dünya Fıkıh Konseyi'nin kararı, yukardaki cümlelerle sona eriyor. Böylece
Salman Rüşdi olayı ile birlikte ayağa kalkan İslam dünyası,
Reşad Halife'nin 'kâfir’liğinin onaylanmasıyla yeni bir çalkantının daha eşiğine geliyor. Salman Rüşdi, 'alt tarafı' bir
roman yazmıştı ama Reşad Halife'nin durduğu çizgi çok
tehlikeliydi…"
Dünya Rüşdi’yi tanıyordu ama Reşad da kimdi? Tucson, Arizona’da
yaşayan biyokimyacı Dr. Reşad; bilgisayar analizleri sonucu, Kuran’da gizli olan matematiksel bir sistemi keşfettiği için İslam ülkelerinde tanınan bir şahıs olmuştu. Matematiksel sistemin sonuçları
Müslüman din adamlarının kabul edemeyeceği kadar zordu. Sonunda Dr. Reşad’ın öldürülmesine yönelik fetvayı yayınladılar.
482
Yaklaşık 25 yıl önce genç ve radikal bir İslamcı gençlik lideri ve
kitapları çok satan bir yazar olarak Sünni İslam öğretisini reddedince
ABD’ye sığınmıştım. Ama burada da güvende olmadığımı öğrenmem uzun sürmemişti. Arkadaşım ve dostum Dr. Reşad Halife, Salt
Lake City merkezli bir terörist örgüt tarafından 1990 yılında suikasta
uğruyordu. Daha sonra Bin Ladin’in yeni kurduğu El Kaide örgütüyle bağlantılı olduğu ileri sürülen, Fukra örgütünün üyeleri onu
Tucson Camimizde bıçaklayarak öldürüyordu. Dostumun suikastı
ve sonrası Arizona Daily Star ve Tucson Weekly gazetelerinde, yerel
radyo istasyonları ve televizyonlarında geniş yer buluyordu. 11 Eylül olayından sonra da ulusal TV kanalları olayı ele alıyordu. Örneğin; Newsweek ve CBS Akşam Haberleri’nden Dan Rather bu olayın El Kaide’nin ABD’deki ilk terör eylemi olduğunu bildiriyordu.
Bkz. Dan Rather’la CBS Akşam Haberleri, 26 Ekim 2001;
Newsweek’in kapak konusu 14 Ocak 2002, s 44. 19 Mart 2002’de
Norşin’den Arizona’ya
Phoenix’ten yayın yapan CBS’e bağlı KPHO-TV, Traces of Al Qaeda Cell in Tucson (Tucson’da El Kaide Hücresi İzleri) adıyla benimle cinayetle ilgili bir röportaj yaptı. Fakat El Kaide’nin teolojik
kırılganlığını açığa çıkarmaktaki önemine rağmen, bu terörist eylem
hak ettiği ilgiyi görmüyordu.
ABD dış politikası ve Mezhep İslam’ı, dinsel terörizm üreticisidir.
Terörizme karşı savaşın iki cephesi vardır: Amerikan demokrasisinde ve İslam’da reform. İster gökdelenlerde ister mağaralarda yaşasınlar, bu savaşların kurbanları çoğunlukla masum insanlardır.
Dünya Sabittir; Aksini İddia Edersen Ölürsün
Abdul Aziz Bin Baz, otuz yıldır, Dini Âlimler Üst Konseyi’nin başkanı olarak Suudi Arabistan’ın baş vaizidir. Kadınların araba kullanmasının yasaklanması dâhil Suudi Arabistan’daki birçok geriletici
ve baskıcı yasalara çok önemli etkileri olmuştur. 1975’te Bin Baz’ın
yazdığı bir kitabın kapağında şunlar yazıyordu: “Dünyanın Sabit,
Güneş’in Hareketli Olduğu ve Gezegenlere Gitmenin Mümkün Olduğuna Dair Bilimsel ve Hadis Kaynaklı Kanıtlar.” Kitabı yayımlayan bir yayınevi değil, Medine İslam Üniversitesi’ydi. O kitapta Bin
Baz yeni gördüğü, daha doğrusu duyduğu ve üzüldüğü, insanların
dünyanın döndüğünü söyledikleri bir dedikodudan şikâyet etmektedir ve o dedikoduya bir son vermek niyetindedir. Birkaç hadis ileri
sürdükten sonra, Bin Baz, dünyanın döndüğünü iddia edenlerin kâfir
olduğunu ve şayet buna inananlar Müslümansalar mürtet konumuna
geleceklerine dair bir fetva verir. Lakin Suudi Sünni liderler bu kadarıyla yetinmeyerek fetvanın, “Dünyanın döndüğüne inanan bir
Müslüman’ın yaşam ve malları üzerindeki haklarını kaybederek öldürülmesi gerektiğini” de kapsadığını açıklarlar. Aynı vaiz, 38 ülkeyi temsilen Sünni din adamlarının bir araya geldiği Salman Rüşdi
konusunu ele alan konferansa da başkanlık etmişti.
O zamanlar Suudi Arabistan, İslam dünyasına liderlik etme konusunda İran’la rekabet halindeydi ve bu, o günlerin en sıcak tartışma
konusuydu. Konferanstan, 19 Mart 1989 yılında Salman Rüşdi ve
Reşad Halife’nin mürtet olduklarını ilan eden bir fetva çıktı. Batılılar
Rüşdi’yi tanıyordu ama ikinci bahsedilen isimden çoğu Batılının hiç
haberi yoktu. Modern reformist hareketin lideri ve Kuran’daki matematiksel sistemin kâşifi Reşad Halife, bu fetvadan bir yıldan az bir
zaman sonra, 31 Ocak 1990’da Tucson-Arizona’daki Mescid’inde
El Kaidi’yle bağlantılı bir grup terörist tarafından katledilecekti.
483
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
484
Bin Baz, kitabında, dünyanın sabit olduğunu ileri süren iddiasını savunmak için birkaç hadis ve ayetten alıntı yapıyordu. Dünyanın döndüğüne inanan mürtetler için ölüm cezası hükmünü verdikten sonra
bilimsel delil olarak da aşağıdaki mantığı ileri sürüyordu:
“Eğer iddia ettikleri gibi dünya dönüyorsa, bu durumda ülkeler, dağlar, nehirler, denizler, ağaçlar velhasıl hiçbir şey
sabit olmazdı ve insanlar batıdaki ülkeleri doğuda, doğudakileri de batıda görürlerdi. Kıblenin yeri de sürekli olarak
değişirdi. Özetle, gördüğünüz gibi, bu iddia birçok açıdan
yanlıştır. Ama sözlerimi uzatmak istemiyorum.”
Yirminci yüzyılın sonuna doğru Sünni bir ülkenin “üniversitesi”, ülkenin en yüksek rütbeli din adamının yazdığı böylesine zırva bir kitabı yayınlayabiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda din adamlarının yaklaşık 300 yıl kadar matbaanın ülkeye girmesini ve sünni kitapların yayınlanmasında kullanılmasını yasakladığını düşününce,
sözde Müslüman ülkelerinin sosyal, siyasal, bilimsel ve teknolojik
gelişmeler bakımından medeniyetin bu kadar gerisinde kalmalarının
sebebi netleşiyor.
İbni Kesir adındaki adam Kuran ayetlerini hadislere güvenerek açıkladığı için popüler bir Kuran tefsircisidir. İbni Kesir (ö. 1372) kendi
adını taşıyan klasik tefsirinde 2:29 ve 68:1 ayetleri üzerine aşağıdaki
yorumu yapar. Bu yorumu için sözde sahih Sünni hadis kitaplarından biri olan Ebu Davud (ö. 888)’dan alınan bir hadise güvenir:
İbni Abbas, Wasil b. Abd ül-Ala el-Asadi- Muhammed b.
Fudayl- el-Amash- Abu Zabyan- ibni Abbas vasıtasıyla hepinize şöyle buyurdu: Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir.
Sonra Allah kaleme, “Yaz” dedi. Bunun üzerine kalem “Ne
yazayım, efendim” diye sordu. Allah, “Önceden belirlenmiş
şeyi yaz,” dedi. Ve devam etti: ve kalem önceden belirlenen
ve saati gelmekte olan şeyi yazmaya başladı. Sonra Allah su
buharını kaldırdı ve gökleri ondan ayırdı. Ve sonra Allah
balığı (nun) yarattı ve dünya balığın sırtına serildi. Dünyanın sarsılması balığı tedirgin etti. Dağlar vasıtasıyla dünyanın sarsıntısı durduruldu ki dağlar dünya üzerinde gururla durmaktadır.
Ebu Davud, El Taberi (ö.1516), Bin Baz (ö.1995) gibi yukarıdaki hadise inananların, anlatanların, o hadisleri toplayanların ve yorumcuların entelektüel seviyesini görünce,
Muhammed’in 25:30 ayetinde geçen sözü, neden söylediğini anlamak kolaylaşıyor. "Elçi dedi ki: Ey Rabbim benim
halkım Kuran'ı terketti."
Norşin’den Arizona’ya
Tanıdığım Reşad
Ana-babamın çoktanrıcı dinini reddettikten sonra, anavatanımda hedef haline geldim. Kitapları çok satan yazar unvanımı, popülaritemi
kaybettim ve radyoaktif oldum. Benimle aynı inancı paylaşan fanatiklerin hayatıma kast eden fiziksel saldırılarına ve ölüm tehditlerine
maruz kalınca hicret etmeye karar verdim. Ondan önce, Reşad bana
barınma ve diğer ihtiyaçlarımın karşılanacağı vaadiyle birlikte bir
davet mektubu göndermişti. Bu yüzden hiçbir sorunla karşılaşmadan
vize alabildim. New York’taki havaalanına vardığımda oradaki görevli sormama bile fırsat vermeden vizemi vermişti.
Başlangıçta Tucson Mescidi’ne bitişik bir odada kalıyordum. Sonra
Reşad, eşim ve benim için bir daire kiraladı. Sünni bir terörist grubun
suikastine uğrayıncaya kadar bir yıl Tucson Mescidi’nde Reşad’la
birlikte çalıştım ve o yıl boyunca sabah nazmından yatsı namazına
değin her günümü Mescit’te onunla birlikte geçirdim. Onunla ayrıca
Tucson’dan Vancouver’a ve Vancouver’dan Tucson’a gidiş dönüş
yolculuklar yaptım. Türkçe Kuran çevirisi üzerinde çalışıyor, onun
çevirisini gözden geçiriyor, çevirilerimiz arasındaki farklılıkları tartışıyor, aylık bültenimiz için makaleler yazıyor, arada bir Cuma hutbeleri veriyor, Sünni ve Şii ziyaretçilerle yapılan tartışmalara katılıyor, TV kanallarına röportaj veriyordum… 1989’da Chicago’da
Sünni din adamları tarafından peygamberliğin sona ermesi üzerine
verilen bir konferansa katıldım. Dinleyicileri olması için Reşad’a bir
davetiye göndermişlerdi. Reşad da benden kendisini orada temsil etmemi istemişti. Oradaki katılımcılara dağıtılmak üzere Müslüman
Bakışı bültenimiz için özel bir baskı hazırlamıştım. Konferansa katılan din adamlarına dağıtılması için “Müslüman Din Adamlarına 19
Soru” kitabını yazmıştım.
Konferansa ev sahipliği edenler haklı bir sebep olmaksızın bana kötü
muamele etmişlerdi. 19 Soru’yu panele katılanlara vermiştim. Konferansı düzenleyenler derhal etrafımda toplandılar ve ite kaka beni
konferans salonundan çıkartmaya çalıştılar. Bu, onların dogmalarına
yapılan eleştirilere verdiği rutin bir tepkiydi. Bu yüzden ben de vaktimi, söyleyeceklerimi merak eden gençleriyle lobide sohbet ederek
geçirdim. Bu onları kızdırmıştı; ama otelin lobisinde takılmamı kesmem için polis çağıramazlardı. Sonradan öğrendim ki otel odamda
bana zarar vermek için plan yapmışlardı. Allah’a şükür ki şahsen tanımadığım siyah bir Sünni Müslüman, onlar planlarını gerçekleştirmeden önce aceleyle yanıma gelip, beni otelden dışarı çıkartmıştı.
485
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Bu bir yıl içinde Reşad’tan muhteşem bir dürüstlük, kendini adamışlık, bilgelik, cesaret ve yoldaşlık görmüştüm. Harika bir dost, öğretmen ve aynı zamanda alçakgönüllü bir Kuran öğrencisiydi. Onu çok
sevmiştim. Belki de babamı sevdiğimden bile çok seviyordum. Ama
başkalarının yaptığı gibi, onun Kuran’la veya başka konularla ilgili
fikirlerini hemen kabul etmemiş; daima kendi aklımı kullanarak
kontrol etmiş ve bazen onunla farklı fikirde olmuştum. Onunla yaptığım tartışma ve konuşmalar, ben fark etmeden ona tapınan bazılarını bana düşman etmişti.
Doğruyu söylemek gerekirse suikastinden birkaç gün önce cemaatin
önünde onunla gergin bir tartışmamız olmuştu ve sözlerinden dolayı
benden özür dilemeye gelinceye kadar birkaç gün boyunca birbirimizle konuşmamıştık. İlişkimizin doğasını bilenler çok iyi bilirler ki
ben ona hiçbir zaman bir tarikat lideri gibi davranmamış, bir dost,
bir hoca ve bir cihat ortağı gibi davranmıştım. Aslında bana hediye
olarak verip imzaladığı Kuran çevirisinin ilk sayfasında benden cihat
kardeşi diye bahsediyordu.
Onun direnci, yetenekleri, güzel karakteri, dürüstlüğü, imanı, Allah’a olan güveni, zekâsı, hayırseverliği vb. özellikleriyle ilgili sayfalar dolusu yazı yazabilirim. Bununla birlikte, bu bir yıllık süreçte
bazı insani zayıflıklar ve özelliklerine de tanık olmuştum. Örneğin;
gözlerinden akan yaşları ve kahkahadan sallanan göbeğini görmüş;
Kuran anlayışında sürekli düzeltmeler yaptığına tanıklık etmiş ve
onu bazı ayetlerde kendi anlayışının doğru olduğunda ısrar ederken
ama sonunda benimkini kabul ederken bulmuştum. California’ya giderken polis memuru bizi durdurduğunda (o zamanlar geçici ehliyetim vardı ve ben bir püritenimdir) onu dört harfli “shit”22 kelimesini
telaffuz ederken görünce, hayal kırıklığına uğramıştım. Dahası Tucson Mescidi’nin mutfağında bizim için pişirdiği her yemeği “İşte
size dünyanın en lezzetli yemeği,” diye överek katı doğruluk anlayışı
rahatsız ediyordu (Yıllar sonra ben de aynı şeyi söylemeye başladım
ve oğlum benden işittiği “en”lerin sayısından rahatsız olmaya başladı). Mangoyu da çok severdi ve ne zaman mango yese ortalığı birbirine katardı. Tabii ki bunların hepsi de önemsiz hatalardı. Lakin
oldukça göze batan bir hatası vardı: Çevresindeki insanlara karşı çok
kibardı ve Kuran’da sözüm ona matematiksel bir mucize keşfettiğini
düşünüp heyecanlananlara, “Bulduğun şeyin matematiksel olarak
hiçbir değeri yok” veya “Lütfen matematiksel mucizeler bulmak için
22
486
Shit: dışkı, bok. Bu söz, İngilizcede günlük konuşmada işler yolunda gitmediği
zaman “lanet olsun” anlamında kullanılır. (Ç.N.)
Norşin’den Arizona’ya
hesap makinesi kullanmayı bırak, matematik ve olasılıkla ilgili hiçbir şey bilmiyorsun,” diyemiyordu. Hesap bilmeyen mucize avcılarını tenkit etmediği için onu sürekli olarak eleştiriyordum.
Kuran Ayetlerini Kullanarak Haberleşme
1990 yılında yazdığım ve eski Macintosh bilgisayarımdan dizüstü
bilgisayarıma kopya ettiğim binlerce dosya arasında, yenilerde, aşağıdaki notla karşılaştım. Sizinle paylaştığım bu olayın zamanında
cep telefonları yaygın değildi ve oldukça büyük ve pahalıydılar.
Kuran’ı kullanarak haberleşmek, ama nasıl? Otoyolda saatte 105
km. hızla giden bir araçtan başka bir araçla Kuran ile iletişim kurdum. Daha da tuhafı, bu iletişimde kâğıt ve kalem haricinde ne bir
cep telefonu ne de başka bir iletişim aracı kullandık.
Tucson’dan yaklaşık 193 km. mesafedeki Phoenix’e gidiyorduk ve
bu benim en zevkli yolculuklarımdan biriydi. Bir yıldan daha az bir
süredir ABD’deydim. 25 Kasım 1989 sabahıydı. Haftalık Kuran çalışmalarında Phoenix’te yaşayan kardeşlerimize katılmak üzere,
Tucson Mescidi’nden bir grup arkadaş yola koyulmuştuk. Kardeşimiz Abdullah P. ve eşi Pervaneh yalnızca Kuran’a uyup, dinlerini
sadece Allah’a adayarak orada bir cemaat kurmuşlardı.
Reşad, Oldsmobile’ını kullanıyordu ve ben de Muhteşem’le birlikte
Susan’ın Honda’sında onu takip ediyordum. Reşad’ın yanında üç
kişi vardı: İhsan Ramadan, Lisa Spray ve Emily Sterrett. Kuran vasıtasıyla haberleşme fikri aklıma acil bir ihtiyaç sebebiyle gelmişti.
Susan’dan gittiğimiz yerin adresini bilmediğini öğrenince, trafikte
Reşad’ın aracını kaybetmekten endişelenmiştim. Bu düşüncesizliklerinden ötürü onlara biraz kızmıştım. Bu yüzden, oto yolda durdurmadan onlara adresi sormak istiyordum.
Bir kalemim, kâğıdım ve Kuran’ım vardı. Bu saydıklarımdan onlarda da vardı. Yanlarından geçerken dört büyük rakamdan oluşan
sorumu arabanın yan camına yapıştırdım.
81:26
Reşad, araba kullandığı halde rakamı gördü. Kuran’a bakarak mesajımı alacaklarını biliyordum. Emily veya Lisa, gülümseyerek, Reşad’ın cevabını aynı yöntemle bize iletti. Onların cevabı üç takım
cevaptan oluşuyordu.
8:28
17:78
20:36
487
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kuran’ı açtım ve mesajını aldım. Onu aşağıdaki ayetle ikaz ettim:
75:20
Kendi Kuranlarına bakarak mesajı aldılar ve:
44:59 ile cevap verdiler.
Onlara cevabım,
36:58 ayeti oldu.
Yüzünde büyük bir gülümsemeyle selamımı almadan önce aşağıdaki
ayeti işaret etti:
19:10
Ona gönderdiğim 36:58 ayetinin cevabı bu olmadığı için, selamıma
uygun karşılık bu değildi. O ayeti göndererek bana “kapa çeneni”
demek istiyordu. Bu yüzden ona şu ayeti işaret ettim:
18:75
Bir dinlenme yerine dönmeden önce,
18:85 ayetini gönderdi.
Öğle namazından sonra Phoenix’e yolculuğumuza devam ettik. Bu
defa o,
3:31 ayetiyle iletişime başladı.
Ona,
18:62 ayetiyle yanıt verdim.
Bana,
2:197 ayetiyle beklenmedik bir cevap verdi.
Yanıtım,
2:285 ayeti oldu.
O yolculuğun üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve ben arabalarımızın yan camları vasıtasıyla yaptığımız o hızlı, şifreli ve yararlı haberleşmeyi her hatırlayışımda mutlu oluyorum. Bu diyaloğu referanslarıyla birlikte okuyunuz:
Edip:
Reşad:
81:26
8:28
17:78
20:36
Edip:
Reşad:
Edip:
488
75:20
44:59
36:58
"Şimdi nereye gidiyoruz?"
"Doğru yolda gitmek isteyenlere."
"Güneşin kaymasından gecenin kararmasına
kadar namazı gözet…" (Bana, bir yerde durarak öğle namazını kılacağını demek istiyor)
"İstediğin sana verildi…” (Bir yerde durunca
adresi bana vereceğini anladım.)
"Aslında siz aceleyi seviyorsunuz."
"... onlar da beklemektedirler."
"Rahim olan Rab'den söz olarak "selam" vardır."
Norşin’den Arizona’ya
Reşad:
"... konuşma ..." (Bana nazikçe çeneni kapat
diyor)
Edip:
18:75 "... Bana dayanamayacağını sana söylememiş
miydim?"
Reşad: 18:85 " Nitekim, o bir yol izledi..."
3:31
"... Beni izleyin."
Edip:
18:62 "... Yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuz bizi
gerçekten yordu "
Reşad: 2:197 "... Yol için azığınızı hazırlarken en hayırlı azığın erdemlilik olduğunu unutmayın."
Edip:
2:285 "... İşittik ve uyduk."
Reşad'ın katledilmesinden sonra çeşitli televizyon istasyonları benimle söyleşi yaptılar. Arizona'nın başkenti Phoenix'te yayın yapan
TV5 istasyonundan Morgan Loew'in 2001 yılında benimle yaptığı
söyleşi 28 Kasım akşam haber bülteninde yayınlandı. Söyleşinin
metnini aşağıya alıyorum. Haberin metni web sitesindeki linkte artık
bulunmuyor ama bunu web kayıtlarında bulmak isteyenler için bir
referans olarak veriyorum:
19:10
Tucson’da El Kaide Hücresi İzleri
Bir arkadaşa gönderilen e-postanın öyküsü
Morgan Loew, TV5
28 Kasım 2001– Tucson şehri kaktüsleri, gün batımı ve Arizona Üniversitesi’yle tanınır. Fakat 1980’lerin sonları ve 90’ların başlarında
orada, daha sonra El Kaide terör ağının saflarını doldurmaya yardım etmekle suçlanacak bir avuç insan vardı.
Tucson’la bağlantılı isimler şunlardı: 11 Eylül’de Pentagon’a çarpan uçağı kaçırdığından şüphelenilen Hani Hanjaur; Usama Bin
Ladin’in lojistik şefi olduğu düşünülen Wa'el HamzaJalaidan ve
1998 yılında Afrika büyükelçiliğinin bombalanması olayına karışmaktan ömür boyu hapis cezası alan, Bin Ladin’in eski sekreteri
Wadih el Hage.
Şüpheli El Kaide militanlarından en az ikisi -birisi peyzaj mimarlığı
diğeri de İngilizce dersleri olmak üzere- Arizona Üniversitesi’nde
okumuşlardı. Neden Arizona’yı seçmişlerdi? Olası yanıtlardan birine Tucson dersliğinde ulaştık.
Prof. Edip Yüksel’e göre El Kaide militanları onun ve hocası, yazar
Reşad Halife’nin peşindeydiler. Hem Edip Yüksel hem de Reşad Halife 80’li yılların sonunda Orta Doğu’da maruz kaldıkları dini eziyetten kaçıp ABD’ye gelmişlerdi. Kuran’la ilgili yazdıkları kitaplar
489
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ve Edip Yüksel’in “İslamî Reform” adını verdiği fikirlerinden ötürü
köktenci Müslümanların hedefindeydiler.
Takip edildiklerini öğrendiklerinde uzun süredir Tucson’da ikamet
etmiyorlardı. Edip Yüksel, Reşad Halife cinayetinden El Kaide’nin
sorumlu olduğuna inanmaktadır. Olay, Halife’nin Camisi olarak
hizmet veren eski bir evde meydana geldi. 1990 yılıydı ve Halife içeride tek başınayken saldırıya uğramıştı.
Dört ay sonra FBI Colorado’da cinayetin talimatlarını buldu. Caminin yerini tarif ediyor ve şu kan donduran sözleri içeriyorlardı:
“İçeri giren herkes yok edilmelidir.” Belgeler, Colorado’da faaliyet
gösteren El Fukra isimli radikal İslamcı bir grubu işaret ediyordu.
Edip Yüksel, cinayeti Tucson’dan birinin tertip ettiğine inanıyor.
Edip Yüksel, “Buradaydılar. Ama çok uzaktaki bir hücreyi harekete
geçirdiler. Polisi kandırdılar… Ama buraya bakmadılar.” dedi.
Yüksel’in teorisi 1998’de New York’ta yapılan Afrika Büyükelçiliği’nin bombalanması olayının duruşmasında alınan bir tanık ifadesi tarafından da doğrulanmaktadır.
Eski bir Tucson sakini olan Wadih el-Hage dâhil dört kişi yargılanıyordu. Savcılar, el-Hage’e sürekli olarak Halife’nin cinayetiyle ilgili sorular soruyordu. New York’tan el-Hage’i ziyarete gelen bir
adam, el-Hage’in Halife’nin cinayetine karışmış olacağını kabul ettiği bir adam ve savcıların Usama Bin Ladin için çalıştığına inandığı
bir adam üzerinde duruyorlardı.
Hala Tucson’da yaşayan el Hage ailesinin bireyleri onun masum olduğu konusunda ısrarcılar. Reşad Halife’nin ölümüyle el-Hage’in
hiçbir ilgisi olmadığını söylüyorlar. El Hage o davadan herhangi bir
ceza almadı, ama büyükelçiliğin bombalanması olayına karışmaktan ömür boyu hapis cezası almıştır.
Yüksel, Reşad Halife’nin öldürülmesinden yetkililerin gerekli uyarıları almadığına inanmaktadır. Yüksel, “Bunu bir tehlike işareti olarak görmeliydiler ve bu suçu işleyen şebekenin peşine düşmeliydiler
diye düşünüyorum.” demektedir. Yüksel, o vakit El Kaide’yi neredeyse hiç kimsenin tanımadığını kabul ediyor. Reşad Halife’nin bu
terör şebekesinin ilk Amerikalı kurbanı olduğuna inanıyor.
Ölümünden sonra, Reşad Halife’nin İslam dininde reform yapılması
fikri taraftar bulmaya devam etti. Bize söylendiği kadarıyla bu hareketin ABD, Kanada ve birkaç Orta Doğu ülkesinde destekçileri
vardır.
490
Tüm içerik © Copyright 2001, WorldNow ve KPHO.
Norşin’den Arizona’ya
Amerika'ın üç büyük medya şirketinden biri olan CBS televizyonunun ulusal kanalında akşam haberi olarak yayımlanan haberin metni
ise hâlâ orijinal linkte yayımlanıyor: http://www.kpho.com/Global/story.asp?s=567616
Teröristler Arizona’da
26 Ekim 2001
CBS News
http://www.cbsnews.com/stories/2001/10/26/attack/main316077.shtml
Büyükelçiliğin bombalanması duruşması sırasında El Hage.
(Fotoğraf: AP / CBS)
Bu hafta sonu Phoenix’te yapılacak Dünya Serisi ve NASCAR yarışlarına 200 bin kadar katılım bekleniyor ve CBS News muhabiri
Vince Gonzales Arizona tarihinin en sıkı güvenlik önlemlerinin alınacağını bildiriyor.
Pima bölgesinin şerifi Clarence Dupnik, “Aramızda teröristler var.
Sanırım Arizona’da bu tip insanları buraya çeken çok fazla şeye sahibiz.” açıklamasını yaptı. Pentagon’a çarpan uçağı kaçıran üç kişiden birinin Arizona ‘da yaşadığı ve pilotluğu orada öğrendiğine
491
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
inanılıyor. Pennsylvania’ya çarpan uçakta bulunan dördüncü bir
şüphelinin de Arizona adresli olduğu söylenmektedir.
Olaya karıştığı ve uçakları kaçıranlara pilotluğu öğrettiği iddia edilen Phoenixli pilot Lotfi Raissi olaydan sonra tutuklanmıştır. Devletin izleme listesinden öğrendiğimiz kadarıyla müfettişler çok sayıda
Arizonalıyı sorguladı veya gözaltına aldı ve daha birçok kişiyi de
aramaktadır. Başka bir kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre ajanlar,
zirai ilaçlama uçağı için lisans başvurusunda bulunan Afganlı bir
pilotun peşindedirler.
İki tane Orta Doğulu erkeğin boşalttığı Tucson’daki bir dairede
Arapça uçuş kitapçıkları ve silah bulunmuştur.
Şerif Dupnik onların nerede olduklarını bilmediğini ve Tucson’da
veya Phoenix’te bir yerlerde olabileceklerini söyledi. Dupnik,
“Amerika’nın en hızlı büyüyen eyaletlerinden biri olan Arizona’da
teröristlerin kendilerine saklanacak yer bulmaları kolaydır. Aramızda önemli sayıda Orta Doğulu insan zaten var,” demektedir. Bin
Ladin’in örgütünün Arizona’ya sızdığını geçmişten de biliyoruz.
Eski bir Tucson sakini olan Wadih el-Hage, bir Bin Ladin operasyonu olan Afrika Büyükelçiliği’nin bombalanması olayında rol almaktan, kısa bir süre önce, ömür boyu hapse mahkûm oldu.
El Hage ayrıca, ilk Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasıyla
suçlanan teröristlere silah temin etmekle de suçlanmıştır. Bin Ladin’in Arizona Hava Kuvvetleri üssünden bir yolcu uçağı satın almasına da yardımcı olmuş ve daha sonra Ladin’in kişisel asistanı
konumuna gelmiştir.
1990 yılında meydana gelen Tucson Camisi başkanının bıçaklanarak öldürülmesi olayıyla da bağlantılı olmuştur. Reşad Halife, öğretilerine karşı olan köktenci Müslümanların nefret ettiği bir şahıstı.
Katili hiç bulunamadı; ancak bu davayla ilgili yalan söylemekle suçlanan el Hage, suikastı “iyi bir şey” olarak nitelendirdi.
Bin Ladin’den çok daha önce, teröristler Arizona’yı yurtları olarak
adlandırıyorlardı. 1981 yılında İsrail başbakanı ve Beyaz Saray’ı
hedef alan Filistinliler, patlayıcılarını Phoenix’ten almışlardı. Günümüzde ABD topraklarında meydana gelen en kötü ikinci terör saldırısı olarak adlandırılan olay yüzünden idam edilen Timothy McVeigh bile bombalarını Arizona Çölü’nde test etmişti.
492
Norşin’den Arizona’ya
17
Yahya ve Metin
1 Temmuz 1986 gecesi verdiğim karardan tam 114 gün sonra yaşadığım olağanüstü olayı bu kitabın 10'uncu ve 11'inci bölümlerinde
öğrendiniz. Yaşadığım teolojik ve felsefi paradoksu çözen olağanüstü olayda bana hatırlatılan 3:41 ayeti Zekeriya ve oğlu Yahya
hakkında idi. Bu yüzden bu iki karaktere ilgi duydum. Allah'a alakasız bir söz verdim: "Evlenirsem ve oğlum olursa ona Yahya ismini
vereceğim." O zaman 29 yaşındaydım. Eşimin kabul etmesi koşulunu da eklesek toplam üç koşullu olan bu söz, üç yıl sonra eşim
tarafından tenkit edilecekti.
Tucson Mescidi’ndeki Cuma namazına ve haftalık Kuran çalışmasına katılan bir kadınla tanıştırıldım. Benden 7 yaş küçük olan bu
kadın İranlı bir ailenin kızıydı. Kendisiyle nasıl tanıştığımı ve 1989
yılında evlendiğimi 15'inci bölümde anlattım.
Evlendikten kısa bir süre sonra gebe kaldı. Çocuk erkek idiyse onu
Yahya ismi için nasıl ikna edebilecektim? Biraz kaygılandım. Benden bağımsız düşünen güçlü bir kadındı; nitekim kendisini eş olarak
seçmemdeki faktörlerden biriydi bu. Bu güç, yıllar önce vermiş olduğum sözü tutmama engel olabilirdi. Bu konuyu tartışmak için iyi
bir zamanı kollamaya başladım.
Fazla beklememe gerek kalmadı. İnanılmaz bir olay gerçekleşti.
Gebe olduğunu öğrendikten bir iki hafta sonar ilk kez bana bebek
ismi hakkında konuştu. Tucson'da 5'th Street ve Rosemont üzerindeki Tanglewood apartman kompleksinde yaşıyorduk o zaman. Dişlerimi fırçalayıp yatmaya hazırlanıyordum. Bana sordu: "Bebek oğul
olursa Yahya ismine ne dersin?" Ne mi derim? Bu isim Türkiye'de
pek yaygın değil, İran da ise daha ender. Orada Allah'a teşekkür ettim ve eşime yıllar önce Allah'a verdiğim o acayip sözümü anlattım.
Bu arada ilginç mektuplar aldık. Bir tanesi Türkiye'de yaşayan çok
yakın bir dostumdan idi. Rahmetli Şerafettin Durmuş eşimin gebe
493
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olduğunu telefonlaştığım bir arkadaşımdan öğrenmişti. 1986 yılında
Allah'a verdiğim o acayip söz hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Mektubunda şu ifade vardı: "İnşallah oğlun Yahya peygamber gibi olur."
Yahya kelimesinin altını da çizmişti. Dini ve milli tarihten birçok
kahramanlarımız vardı. Niye Yahya? Bir rastlantı daha? Eşimin annesi mektubuna (gebeliğin ilk birkaç haftası içinde) doğacak bebekle
ilgili bir şiir yazmıştı. O mektupta benim, eşimin isimlerine ek olarak
bir tek özel isim vardı: Şairin ismi Yahya idi. Eşimle aramızdaki konuşmadan haberi yoktu. Aynı hafta içinde, bu konuda yaşadıklarımız
ve konuştuklarımız hakkında hiçbir bilgisi olmayan yakın bir aile
arkadaşımız evimize geldi. Eşimin gebe olduğunu bir Cuma günü
Mescit’te öğrenmişti. Sakin sakin bize şunları söyledi: "Dün gece
ilginç bir rüya gördüm. Rüya'da Zekeriya peygamberi, eşini ve oğlu
Yahya'yı gördüm. Uyanınca hemen size hatırladım." İlginç mi ilginç.
Buna benzer ve hatta daha ilginç bir olayı daha öğrendik. Bu yüzden,
çocuğumuzun erkek olacağına ve aylar sonar, tevhit konusundaki
kararım ve sabrımın bir ödülü olarak 1 Temmuz'da doğacağına kanaat getirdim. Yahya'nın doğacağı tarihi Tucson Mescidi'nde Kuran
çalışmasına katılan yaklaşık otuz kişilik bir gruba ilan ettim. Verdiğim gün geldi ve doktorların verdiği tarihi yanlışlayarak 1 Temmuz
1990 günü saat 10:53'te doğdu.
Eşim ile Birlikte Onu Kucakladık: "Hoş Geldin Yahya!"
Yahya şimdi 23 yaşında. Küçük kardeşi Metin ise 19 yaşında. Yahya
Arizona Üniversitesi’nde İş ve Girişimcilik bölümünü bitirdikten
sonra aynı üniversitesinin Hukuk Fakültesi’nde doktora yapıyor. Son
yılı ise Çin'de bir hukuk fakültesinde okuyacak. Metin ise Princeton
Üniversitesi’nde okuyor. Çinceyi iyi biliyor ve 2014 yaz ayında abisiyle birlikte inşallah Pekin'de olacak. Metin kariyeri konusunda daha
karar vermiş değil. Her iki oğlumu doğdukları günden beri kritik düşünmeye teşvik ettik. Kendilerini sevgi ve saygı ile yetiştirdik.
Önce Yahya hakkında biraz bilgi vereyim. Atlanta Emory Hukuk
Fakültesi’nde 2008 yılında düzenlediğimiz Critical Thinking for Islamic Reform konferansında en genç konuşmacı oldu. Türkçe ‘ye
İslami Reform için Kritik Düşünenler başlığıyla çevrilip yayımlanan
kitabın girişinde konferansa katılanlar hakkında kısa bilgiler yer alıyordu. Onu alıntılayarak başlayayım:
494
"Yahya Yüksel, Arizona Üniversitesi’nde gazetecilik ve siyasi bilimler okuyan birinci sınıf öğrencisidir. İlkokuldan
Norşin’den Arizona’ya
beri lider duruşunu koruyor. 11 yaşındayken yerel bir televizyon kanalı akşam haberleri için Yüksel’in bir araştırması
ve bunun analizi hakkında kendisiyle okulda bir röportaj
yapmıştı. 2008’de Tucson kentinden liderliğini yaptığı çeşitli aktivitelerden dolayı yılın öğrencisi ödülünü aldı. Birkaç eğitsel ve sosyal komite ve örgüt kurulunda yer alan
Yüksel, Tucson kentininn en genç İnsan İlişkileri Komite
üyesidir. 2008’de kente sağladığı katkılardan ötürü Amerika Millet Meclisi üyesi Gabrielle Gifford’dan Kongresel
Onay sertifikası aldı. TeenDemocrats ve Democrateens örgütlerinin ortak kurucularından biri olarak 2004’te John
Keery için, 2008’de ise Barack Obama için seferber oldu.
Yüksel, İngilizce’nin yanında Farsça ve biraz da Türkçe biliyor."
Amerika'daki seçkin akademisyen ve liderlerden oluşanların katıldığı konferansta Yahya'nın 18 yaşındayken Atlanta'da Emory Hukuk
Fakültesi’nde seçkin bir topluluğun katıldığı konferansımızda yaptığı konuşmanın metnini paylaşıyorum.
Amerika’da Yahya İsminde Bir Genç Olmak
“On yedi yaşımda ‘2008 İslami Reform Konferansı’na katılma ayrıcalığını ve orada seçkin profesörler, yazarlar ve eleştirel düşünürlerle tanışma ve ilk gece sunuculuğunu yapma gururunu yaşadım.
Ve şimdi bir Müslüman olarak kısaca şu ana kadarki yaşantımdan
söz etmek istiyorum.
Doğduğum günden beri özgün bir isimle yaşıyorum. İsmimin
hikâyesi uzun ve geleceğe dair ipuçlarını içinde barındırıyor. İleride
bana sıkıntılı anlar, zorluklar ve bazen utanç yaşatacak ancak aynı
zamanda karakterimi güçlendirecek Yahya Yüksel ismiyle dünyaya
geldim. Çoğu insan gibi ismimi seçme veya tartışma imkânından
yoksundum. Konuşma bozukluğu yaşamadım ya da kötürüm olmadım, ama Yahya gibi tuhaf bir isim sahibinin John ya da Aaron ismindekilerden farklı bir muameleye tabi tutulduğuna tanık oldum.
Amerikalılar tarafından telaffuzu zor olan bu özgün isim, polisler,
güvenlik zabıtaları, kasadarlar, potansiyel arkadaşlar ve işverenler
dâhil her karşılaştığım kişiye benim dinsel ve etnik kökenimi fısıldar.
İlkokulda Müslüman olarak algılanmam ile ilgili bir problem hatırlamıyorum. Ne de olsa çocuklar dinden anlamazlar ya da onu umur-
495
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
samazlar. Bununla birlikte ismim beni hoş olmayan lakaplar ve zorbalıklarla karşı karşıya getirdi. “Yo-yo” bunların en yaygın olanıydı.
Ancak bu durum, beşinci sınıftayken âşık olduğum kızın “Hey Yoyo yapıştırıcıyı uzatır mısın?” dediği ana kadar, o kadar da kötü değildi. Safça kızın benden çok hoşlandığını düşündüğümden, kendi
kendime “sosyalleşmeye çalışıyor” dedim.
Lise benim için hayatımın Normandiya Sahiliydi. Tekneden iner inmez her bir yönden, arkadaşlardan bile, can yakıcı lakap taarruzuna
maruz kaldım. Yaralanan kişiliğimi tedavi etmek zor oldu ama sonunda başardım. Ne zaman bir yabancı, bir arkadaş hatta bazen bir
öğretmenle konuşsam, hep ismimin değişik versiyonlarını ve “şirin”
terörist şakalarını işitmek zorundaydım. Sonunda ismimle eğlenen
insanlara karşı duyarsızlaştım. Elbette ki tamamıyla teslim olmadım;
gerekli olduğuna inandığımda kavga ettim. İnsanlar gerçekten ilginçtir; hem sizinle alay ederler hem de hâlâ arkadaşınız olduklarını
iddia ederler. Aynı aptal şakayı bininci kez duyuyor olsam da “Bu
kadar kızma ya, sadece şaka yapıyoruz” derler. Son yılıma geldiğimde bu durumun üstesinden geldiğimi fark ettim. Akranlarıma her
kendimi tanıştırmamda daha güvenli bir tavır aldım. Soğukkanlı ve
toksözlüydüm. Herkesin gözünün içine baktım ve ismime saldırma
fırsatı vermedim onlara. Bu şeklide bir yabancının kazanabileceği
maksimum saygıyı kazandım. Mountain View lisesindeki son yılımda ve öncesinde sınıf başkanı seçildim. Ayrıca kampüsteki iki
tane kulübe de başkanlık ettim. Balo krallığına aday gösterildim ama
hâlâ Amerikan olmayan ismim yüzünden terörist olarak anılmaya
devam ettim.
Sonunda aklıma parlak bir fikir geldi. Cesaret isteyen ve muhtemelen utandıracak bir fikirdi. Saç kremi ve sevgiyle besleyerek iki ay
boyunca sakal bıraktım. Okuldaki kızlar tarafından yabancılaştırılma, neden sakal bıraktığıma dair uzun açıklamalar yapma ve kendime iki ay boyunca tanınmaz bir görüntü vermek zorunda kaldığım
iki aydan sonra her şeyin sona ermeye yaklaştığı o an geldi. O Cuma
okula giderken uygun bir türbanla birlikte yasal bir Arap kıyafeti
giydim.
496
Gerçek bir Arap kıyafeti bulmama annem yardımcı oldu. “Bir bakayım bulabilecek miyim” diyerek aniden garajdan battaniyeye benzer
bir elbise ve kırmızı bir elbise bohçasıyla çıkageldi. İşte kıyafeti bulmuştuk. Annem ve babam Arap elbiseleri de türban da giymezler ve
ben bu giysileri daha önce hiç görmemiştim; bu yüzden neden bu
elbiselere sahip olduğumuzu merak ettim.
Norşin’den Arizona’ya
Avuç içlerim terleyerek, gözlerim dört açık, omuriliğimden aşağıya
inen ani bir karıncalanma hissiyle birlikte arka otopark alanından
okula doğru yürüyordum işte. Öğrencilerin okuldan önce bir araya
gelmeyi tercih ettiği okul meydanına girdim. Çevrede bir ölüm sessizliği vardı. Her bir öğrenci yumuşak ve hassas esmer tenime odaklandı. Kendi kendime “Sizi tanımak ne güzel. Size iyi şanslar,” diye
düşündüm.
O gün iyi geçti. Latin Amerikalı arkadaşlarımın bana sonradan aktardığına göre gösterdiğim cesaretten ve huevostan (taşaktan) dolayı
alışılmadık oranda övgü almıştım. Müdür yardımcısının odasına
gönderilmiş olmama rağmen bir sorun yaşamadım ve arkadaşlarıma
sarık giyiyor olmamın beraberinde patlama getirmediğini göstermiş
oldum. Bunun ispatlamış olduğu şeyse yüzlere mutlu bir gülüş kondurabileceğim ve nazik bir insan olabileceğim idi.
Çöl zencisi olarak adlandırılmak bana ülkemdeki ırkçılığı ve yabancı
korkusunu düşündürdü. Ben ne bir Arap’tım ne de bilinçli olarak bir
din seçmiştim. Babam Kürt annem İranlıydı ve ben hâlâ dinimin ne
olması gerektiğini düşünüyordum. Ailesinden ve kendi ülkesinin vatandaşlarından dini baskılar görmüş olan babam, annem ve babam
Müslüman olduğu için İslam’ı seçmemem konusunda beni önceden
uyarmıştı. Bu uyarıyı dikkate aldım ve hâlâ bu önemli konu hakkında düşünmekteyim. Tek bir Tanrı’ya, İlk Sebep’e ve Akıllı Tasarımcı ’ya inanıyorum.
Ancak anne babamın renklerini kendimde birleştirdim ve harika bir
isme sahip oldum. Bana yöneltilen çöl zencisi nitelendirmesi, oy verdiğimiz Neocon hükümet çeşitli yalanlar ve hilelerle bir ülkeyi işgal
edip terörize ederken ve milyonlarca “çöl zencisi”nin direk ya da
dolaylı yollardan hayatını kaybetmesine, milyonlarcasının yurdundan edilmesine, sakat kalmasına ve alışılmadık isimlere sahip olan
binlerce masum insanın aşağılanmasına ve korkunç işkencelere maruz kalmasına sebep oluyorken gerçekleşiyordu.
Mezuniyet töreninde yaptığım konuşmamdan sonra diplomamı alırken büyük alkış aldım. Sonbaharda Arizona Üniversitesi’ne girince
ne çeşit davranışlarla karşılaşacağımı bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum ki, elimden gelenin en iyisini yaptım ve bir birey olarak hak
ettiğim saygıyı kazandım.
Babam bana insanların isimleriyle alay edilmemesini emreden bir
Kuran ayetini hatırlattı. Nedenini biliyorum… İsminiz sizin elinizde
olan bir şey değildir ve size sevgiyle ve düşünülerek verilmiştir. Git-
497
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
tiğiniz her yere onu da götürürsünüz ve o sizin kimliğinizdir; benimkiyse beni özgün bir konuma getirmiş ve özsaygımı kuvvetlendirmiştir.
Kurbanlarını potansiyel suçlulara dönüştüren bir virüstür ırkçılık.
Hepimizin lanetlediği savaşlar, katliamlar ve soykırımlar, kalplerini
ve zihinlerini insanlık tarihinin en ölümcül virüsüne açan kibirli ve
kendini beğenmiş insanlar tarafından yapılmıştır. İlahi kaynağından
emin olmasam da rengine ve cinsiyetine bakmaksızın tüm insanların
eşitliğine vurgu yapan bir Kuran ayetini alıntılamak istiyorum:
49:13 Ey halk, sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi ırklara ve boylara ayırdık. ALLAH yanında sizin en değerliniz en erdemli olanınızdır. ALLAH Bilendir, Haberdardır.
Yahya'nın Hatıra Defteri
Yahya için tuttuğum hatıra defterinden bazı alıntılar sunacağım. İnşallah hepsini yakında şu başlıkla yayınlamayı düşündüğü bir kitapta
yayınlayacağım: "Harika Öğrenci Yetiştirmek İçin Öğretmenlere 29,
Anne-Babaya 19, Öğrencilere 9 Kural."
Aşağıdaki ara başlıklardan önceki rakamlar Yahya'nın yaşını yıl cinsinden veriyor. Böylece 1 Temmuz 1990 gününü baz alırsanız, anının yazıldığı tarihi bulacaksınız. Bu notlar Yahya'nın babasının ve
arada bir annesinin ilk çocuklarının dünyayı keşfedişi ve gelişimi
üzerindeki gözlemlerini, düşünce ve duygularını içeriyor. Özenle
yetiştirilen bir çocuğun gelişen beyni dünyanın en ilginç ve en eğlendirici deneyimlerini yaratır. Hele o çocuk sizin genlerinizi paylaşıyorsa. Tüm anne ve babaları, ne kadar meşgul olursanız olunuz,
mutlaka çocuğunuzu dikkatle dinleyip izleyerek ilk aylarda ve yıllarda gösterdiği değişim ve gelişimi bir hatıra defterine not etmeye
çağırıyorum. Ayrıca, seçilmiş fotoğrafları alt yazıları ile birlikte özel
bir albümde toplayınız. Keşke anne ve babamda böylesi bir hatıraya
sahip olsaydım. Çocuğunuzu bu anılardan mahrum etmeyiniz. Zihinsel ve duygusal gelişimleri için yararlı bir araç olabilir.
498
2.312 Şişe-Boynu
Keşke senin için günlük not tutabilseydim. Sen evimizin tuzu ve biberisin. Balı ve marmelatısın. İyi geçiniyoruz. İnşallah bu olumlu
birliktelik ebedi sürer.
Birkaç gün önce misketlerini içeren koca plastik bir şişe ile oynuyordun. Bir elinle yukarıda tuttuğun küçük plastik bir topu onun içine
Norşin’den Arizona’ya
düşürmeye çalışıyordun. Birkaç başarısız bırakıştan sonra nihayet
"BASKET!" diye bağırdın. Sonra, topu şişeden çıkarmak istedin.
Şişenin dar boynu topu kavramış elinin çıkartmana izin vermedi.
Güç kullandın ama başaramadın. Topu şişenin dibine bıraktın. Şişeyi
tutup baş aşağı çevirdin. Top düştü! Bir ders öğrendin: Beynin, kaslarından daha yararlı.
2.580 Şifa Değneği
Geçen hafta seninle çok zevkli bir sohbet yaptım. Bu günler değnekle oynamaktan hoşlanıyorsun. Musa Peygamber nasıl bir değnek
ile dolaşıyor idiyse sen de sürekli Çinlilerin yemek çubuğu ile dolaşıyorsun.
Yatağının başucundaki eski radyonun düğmesinin kaybolduğunu
fark ettin. Düğmeyi eline alıp yerine koymak yerine elindeki çubuğu
radyonun orasına burasına sokmaya başladın. Bu arada, "Ben bunu
düzelteceğim" diyordun. Seni gülümseyerek seyrediyordum. Sonunda, düğmeyi tutup yerine koymayı akıl ettin. Bir çığlık attın. "Başardım… Başardım!" Her nedense başarıyı elindeki çubuğa mal ediyordun. Annen ile birlikte bu başarını kutladık. Sen ise elindeki çubuktan büyülenmiştin!
Bir kaç dakika sonra banyodan çıktığımda kullandığım sabundan dolayı gözlerimde kırmızılık gördün. Önce, beni Türkçe, İngilizce ve
Farsça karışımı bir dille bilgilendirdin: "Baba your eyes qirmiz." Hemen elindeki büyülü çubuğu anımsadın. "Ben onu düzelteceğim" diyerek gözlerime doğru uzattın. Korunma için hemen gözlüklerimi
taktım. Annenle birlikte kahkahalarla güldük. Ta ki senin çubuğu
kulağımda hissedene kadar. Bir süreye kadar o çubuğu kullanma
hakkını kaybettin.
Baban.
3.002 Yeni bir dünya
Şu sıralar sadece cümleler kurmuyorsun, şakalar da yapıyorsun. Bazen ne dediğini bilmeden konuşuyorsun ama çok komik oluyor.
Yorulduğunda benim seni kucağıma almanı istediğin vakit: "Seni
kucaklayayım" diyorsun.
Duygularını incittikten hemen sonra özür dilediğimiz vakit "Beni bağışla" dediğimizde, "Yok, sen bağışla" diyorsun. (İngilizce "forgive
me" kelimesi alakası olmayan "give" yani "ver" kelimesini içerdiği
499
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
için Yahya asıl borçlunun biz olduğumuzu, bizim ona bir şey vermemiz gerektiğini düşünerek bu acayip karşılığı veriyordu)
Dün, Oracle ve Roger kavşağındaki Baskin Robins dondurmacısının
önündeki otobüs istasyonunda beklerken sen "dondurma" isteyip
durdun. Ötede otobüsün göründüğünü sana bildirmeme rağmen sen
önce aldırmadın. Otobüsün gelmekte olduğunu artık inkâr edemeyeceğini anlayınca dondurma uğruna bir yalan uydurdun: "Başka yöne
gidiyor, baba." Beni kandırabilecek tek yalanı keşfettiğine sevindim.
Otobüsü kaçırmayı göze alamadığım için üzgünüm. Ama eve vardığımızda dondurmanı yedin.
Favori filmin Alaaddin'den öğrendiğin "Oooh New World" (Ohhh
Yeni Dünya!) şarkısını mırıldanıp vızıldıyorsun. Seninle her gün
yeni bir dünya keşfediyoruz.
3.016 Ağlama
Arkadaşım Altan Büyükyılmaz ve eşi Ebru balayları için Türkiye'den gelmişler. Birkaç hafta misafirimiz olacaklar. Kısa bir zamanda Ebru ile arkadaş oldun.
Annen dışardaydı. Altan ve Ebru alışverişe gitmek için kapının yanında duruyorlardı. Onların dışarıya gittiğini fark edince onlarla beraber gitmek için beni terk etmekte tereddüt etmedin. Önce işaret parmağınla beni işaret ederek benim evde kalmaya mahkûm olduğumu
bildirdin, "Sen şimdi birsin. Sen birsin!" Sonra, bir parça öğüt eklemeyi ihmal etmedin: "Kitabını oku. Ben dışarı çıkıyorum. Ağlama."
Son kelimenin son hecesini (ağlama = cry) uzatarak bunu birkaç kez
tekrarladın. Altan'ın muhteşem göbeği kahkahadan sallanıyor.
3.043 Artık söylemeyeceğim!
Konuşuyorsun, konuşuyorsun, konuşuyorsun.
Kelimelerin gücünü keşfetmekle heyecanlısın. Bu arada tabu kelimeleri de öğreniyorsun. Nereden ve kimden öğrendinse şu sıralar,
yüzünü asarak SHIT demeye başladın. Annen bu sözcüğü kullanmaman için seni uyardı ve onun kötü bir söz olduğunu anlattı.
Daha sonra aynı gece annene heyecanla şöyle diyordun: "I don't say
bad words ... anymore ... I don't say SHIIIIT!" (Kötü söz konuşmuyorum artık… Ben SHIIIT demiyorum!)
500
3.2 Küçük Kumandanın Dili
Birkaç gün önce kavşakta karşıya geçerken sigara içen bir kadına
Norşin’den Arizona’ya
kabaca öğüt verdin. Senden "sigara içme!" komutunu işitince kadın
irkildi. Ancak, komutanın ağzının ne kadar ufak olduğunu fark
edince gülmeye başladı.
Bu meydan okuyucu tavrını sürdürüyorsun. Genelde otobüsteki yolculara karşı nezaketli davranmana rağmen, bugün kızlara dilini çıkardın.
3.246 Kötü adamlar
Tanımadığın insanları hâlâ iki kategoride değerlendiriyorsun: iyi
adamlar ve kötü adamlar.
Ahlaki yönden siyah ve beyaz olan TV filmlerinden etkilendiğin için
bu karşıtlığı her yerde arıyorsun. Şimdi PBS kanalında benimle birlikte bir dokümanter film seyrediyorsun. Bir grup veteriner soyu tehlikede olan Afrika fillerini yapay dölleme yolu ile kurtarmaya çalışıyorlar. Sağlık ekibi filleri kovalıyor ve onlara narkoz iğneleri atarak yere yığıyor. Bu işi anlamakta zorluk çekiyorsun ve "kim bunlar?" diye bana sürekli soruyorsun. Ben sana onların doktor olduğunu söylüyorum. Sen ise "onlar kötü doktorlar mı?" diye soruyorsun. Ekranda görünen herkesin "iyi adam" olduğu konusunda seni
teselli ediyorum ama yine anlamıyor ve "kötü doktorlar nerede?"
diye üsteliyorsun. Onların hastanede olduklarını söylemedim sana.
3.246 İlk Heceleme Denemesi
Sözlü iletişim yeteneklerin hızla gelişiyor. Yere oturmamı istediğinde betimleyici bir mecaz kullanıyorsun: "baba, pretzel gibi otur."
Artık "ne hakkında konuşuyorsun?" diye sorabiliyorsun. Sorularında
"the" edatını kullanmayı ihmal etmiyorsun. İsmini heceleyebileceğini göstermek için favori alfabe harflerini isminden önceye koyuyor
ve şöyle diyorsun: "XYW Yahya" veya "RST Yahya"
3.268 Bilmiyorum
İki gün önce ilk kez sana Allah hakkında soru yönelttim. Sana beni
ve seni kimin yarattığını sordum. Sonra, ufuktaki dağlara ve göğe
işaret ettim ve tüm onları kimin yarattığını sordum. Etrafına bakındıktan sonra cevabını güven içinde verdin: "Zurafa." Dağların ve göğün çok büyük ve yüksek olduğunu hatırlattım. Bunun üzerine ceva-
501
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bını hafifçe düzelttin:: "büyük zürafa, uzun zürafa!" Gözlerinin parıltısından senin doğru cevabı verdiğinden neredeyse emin olduğunu
çıkarıyordum.
Neşeni kaçırmak pahasına da olsa sormaya devam ettim. Güneşin
coook daha uzaklarda/yüksekte olduğunu anlattım sana. Ayrıca,
kendisine dokunulmayacak kadar sıcak olduğunu da ekledim. Sorumu tekrarladım. "Yahya, kim onları yarattı dersin?" Omuzunu
silktin, alt dudağını kaldırdın ve "Bilmiyorum" dedin.
Şimdi cehaletini itiraf edecek kadar bilgiye sahipsin, hikmete doğru
bir adım ilerledin.
3.819 İtiraz ediyorum! Rivayet!
Bize hoş görünmek veya eğlendirmek için son zamanlarda Allah
hakkında konuşmaya başladın. Ancak bazen Allah hakkında harika
yorumlar yapıyorsun.
Annen ve ben namaza dururken senin de bize katılmanı teşvik ediyoruz. Bir gün ayakkabılarınla bize katılmak istedin. Annen ayakkabılarını çıkarmanı öğütledi. Ama sen açıkça reddettin. Bunun üzerine, annen Allah'tan yardım istedi:
―A
" llah senin ayakkabılarınla namaz kılamayacağını söylüyor."
Bu fetva seni etkilemedi. Ayakkabılarını çıkarmamakta ısrar ettin ve
kendini şöyle savundun:
― "Allah'ın öyle söylediğini işitmedim!"
Annen devam edemedi. Ben hem çok hoşlandım. Sana, "Sen Allah'ı
işitinceye kadar dilersen ayakkabılarınla namaz kılabilirsin" dedim.
Bu sözünle sen hem otoriteyi (anneni) sorguladın ve hem de ikna
olmak için ampirik bir delil istedin. Sen mahkemede kulaktan işitilmiş rivayete itiraz eden bir avukat gibi veya paranormal bir iddiayı
reddeden bir bilim adamı gibi davrandın. Umarım hayatın boyunca
varsayımları sorgulamaya devam edeceksin; anne ve babanın dâhil.
502
3.901 Hayaletler
Bir gece, seni yatağına bıraktıktan sonra hortlaklardan korktuğunu
söyledin. "Belanın daniskası geliyor" diye kendi kendime söylendim. Kısmen ciddi ve kısmen rol yapıyor gibiydin. Önce hayaletlerin
varlığını inkâr ettim. İşlemedi. Sonra, babanın çok güçlü olduğunu
Norşin’den Arizona’ya
ve tüm hayalet ve hortlakların evimize yaklaşmaktan korktuklarını
anlatarak sana güven telkin ettim. Pazularımı göstererek görsel
medya ile de destekledim sözlerimi. Ancak birkaç saniye içinde bu
güvencemin sorunlu karakterini fark ettim. Bundan sonra, sürekli
odanda birlikte yatmamı gerektirebilirdi. Sonunda, Allah'tan yardım
istedim. "Merak etme! Allah icabına bakar. O büyüktür. Tüm hayaletleri odandan atacaktır!
"Hayır," dedin. Yani benim sözüme inanmadın. "Allah büyüktür"
dedin ve başını yere paralel sallayarak devam ettin, "O odama sığmaz!"
Allah'ı odana sığdırmaya çalışmadım. Senin bu basit mantığın güzel
bir dilbilimi dersiydi. Haklıydın; Tanrı bize o kadar yakın idiyse öylesine "büyük" olamazdı!
3.923 Tümdengelim
"Tanrı her şeyi yoktan yarattı. Beni ve seni yarattı. Anneni yarattı.
Şuradaki tüm evleri, tüm dağları ve tüm yıldızları yarattı. Tüm oyuncakları, ağaçları ve arabaları yarattı. Şu meyveyi ve yemeği de O
yarattı. Tanrı her şeyi yarattı ve O çok mükemmeldir, iyidir."
Bu teolojik endoktrineyi dinledikten sonra ciddi bir tonda basit bir
soru yönelttin.
"Öyleyse Allah niye kötü adamları yarattı?"
Teologların yüzyıllar boyu tartıştığı en zorlu felsefi bir tartışmayı
keşfettin.
"Bilmiyorum" dedim, "Sen büyüyünce cevabını kendin bulabilirsin"
dedim çaresizlik içinde.
Senin düşünme işlemin net idi. Senden daha dört yaşına varmayan
bir çocuktan böylesi bir çıkışı beklemiyordum doğrusu. Sana Tanrı'nın kötü adamları yarattığını söylememiştim. Görünen o ki aşağıdaki üç önermeli ve iki sonuçlu tümdengelimi kullandın.
Ö-1. Allah her şeyi yarattı.
Ö-2. Kötü adamlar bir şeydir.
S-1. Öyleyse Allah kötü adamları yarattı.
Ö-3. Ama Allah iyi adamdır.
S-2. Öyleyse Allah kötü adamları yaratmamalıydı?
Yönelttiğin soru ulaştığın iki sonuç arasında oluşan çelişkinin ifadesi
idi. İşin ilginci senin babanın inancı bu çelişkiyi barındırıyor. Niye
503
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bu inanç sistemine sahibim? Daha büyük çelişkilere düşmemek için.
Yani kendi kendimle yaptığım mantıki bir pazarlık sonucu… Bu konuyu daha detaylı tartışabilirim ama burası yeri değil.
3.945 When you grow up...
Büyüdüğünde ne olmak istediğini soruyorum sana. "Pişiren adam"
(yani aşçı) senin beklemeden verdiğin cevap oldu. Sonra, bundan
vazgeçtin ve aşçı yerine favori çizgi film kahramanına çevirdin. Büyüyünce "Ninja Turtle" (Ninja Kaplumbağa) olacaktın!
3.978 Afacan
Bugün büyük bir kavga ettik. Arabayı sürerken senin el frenini çekmenle başladı. Ceza olarak, seninle konuşmayı kestim. Karşılık olarak sen de arabadan (1993 kırmızı Honda Civic) çıkmadın. Çok ama
çok sıcak bir öğle sonrası idi. Arabadan inmen için seni uyardım.
Arabada sosis gibi kavrulacağını söyleyip uyardım. Bana bağırıp
vurmaya başlayınca, benim için tek yol bıraktın. Kaba etine birkaç
tokat vurdum. "Senin kötü bir baba olduğunu herkese söyleyeceğim!" diye beni şantajla korkutmaya çalıştın. Kavgamızı karşılıklı
özür dileyerek bitirdik. En tatlı kelimeleri de ekleyerek. "Seni seviyorum."
***
Son iki hafta boyunca çok eğlenceli ve ilginç yorumlar yaptın. Unutmadığım birkaç tanesi:
―S
" cruffy (bahçedeki küçük köpeğimiz) niye okula gitmiyor?"
― "Babam Boston'a birkaç at almaya gidiyor. (UMASS Üniversitesi’nde Courses yerine Horses anlamışsın.)
― "Biz domuz yemiyoruz; öyleyse Allah domuzu niye yarattı?"
― (Aynı şeyi köpek için sormadın ama )
― "Why watermelon is not a vegetable?"
Ve birkaç ölümlü soru:
― "Ölü olduğun vakit neden yemek yemiyorsun?"
― "Niye ölmeden Allah'a gidemiyoruz?"
Ve bana sorduğun favori sorun:
504
― "Hatırla: sen bazen delisin!"
Norşin’den Arizona’ya
Doğrusu, sen annenden daha cömertsin. Ona göre, ben bazen aklı
başındayım.
4.189 Benim Tatlı Yahya’m
Merhaba tatlı Yahya’m. Sen şimdi sessizce uyurken sana yazmaya
karar verdim. İnanamıyorum; bu hatıra defterine en son yazalı 2 yıl
olmuş. Edip daha sık notlar düşüyor. Sen hayatımızın neşesi ve pırlantasısın. Allah sana öylesine güzel bir zihin ve vücut vermiş. İnşallah O seni potansiyelinin en güzeline ulaşman için iyi bir Müslüman, güvenini sadece Allah'a özgüleyen bir insan olman için sana
yol gösterecek. Sen bizimle birlikte dua ediyorsun ve sen çok sevimlisin. Salat anında oynayıp muziplik yapıyorsun. İnşallah bu zamanla
düzelecek. Sen hâlâ anaokuluna gidiyorsun ve Ft. Lowel Parkında
yüzme derslerine başlamış bulunuyorsun. Yüzmeyi çok seviyorsun
ve onunla heyecan duyuyorsun. Hayat iyi, elhamdülillah. Sen sevgi
dolu olumlu bir ortamda yetişiyorsun. Seni elimizden geldiği kadar
eğitmeye çalışıyoruz. Sen kendini çok iyi ifade ediyorsun ve sevgi
dolusun. Sen benim ve babanın iyi bir arkadaşısın.
Metin’e gebeyim ve inşallah 2 ay içinde bize katılacak. Senin ona
göstereceğin tepkiyi ve onun hayatımıza katılışını görmek için coşkuluyum. Tanık olduğum karakterine bakarak senin sevgi dolu bir
abi olacağına bahse girerim. Göründüğü kadarıyla, kendinden büyük
çocuklarla çok iyi geçiniyorsun ve kendinden genç olanlarla oynamaya pek ilgi göstermiyorsun. Sen iyi iletişim kuruyorsun ve şimdi
alfabeni ve sayıları öğreniyorsun.
Biz hâlâ Tucson'dayız ve Edip Arizona Üniversitesine doktora için
devam edecek. İnşallah doktora için hukuk fakültesine başvuracak.
Ben hâlâ ElDorado Hastanesinde çalışıyorum ve onlar bana çok iyi
davranıyorlar.
Sana ve Metin'e iyi bir gelecek hazırlayabileceğimizi umuyoruz, inşallah. Allah'ın sana verdiği her şeyi takdir etmeyi senin kişiliğine
sindirmeye çalışıyorum. İnşallah bu tavrı sürekli yüreğinde tutacaksın. Tüm kalbimle seni seviyorum.
Seni sürekli seven annen.
4.320 k Çalışan Aile
Üniversiteden eve dönerken seni La Pettie anaokulundan aldım. Otobüsten inip eve doğru yürürken seni kucağımda taşımamı istedin.
Çok çalıştığım ve yorulduğumu söyleyerek bu önerini kabul etme-
505
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
dim. Sen "anneciğim de çok çalışıyor!" dedin. Bu gerçeği kabul ettim ve senin de anneni takdir etmene sevindiğimi bildirdim. Ne var
ki, senin daha sonra eklediğin cümleyi işitince reddedilen istediğini
desteklemek için bu itirafı yaptığını öğrendim:
―S
" en çok fazla çalışıyorsun, anneciğim de çok fazla çalışıyor ve ben de çok fazla oynuyorum."
Hukuk Doktorası
Yahya Arizona'nın ikinci büyük şehri olan Tucson Belediyesi tarafından Yılın Lise Öğrencisi seçildiğinde 2500 öğrencisi olan Mountain View Lisesi’nde yaklaşık 500 kişilik sınıfın başkanı idi. Okulun
stadyumunda yapılan mezuniyet töreninde sınıf adına konuşmayı o
yaptı. Daha sonra Eller Koleji’nde (Burada üniversitelerin fakülteleri için kolej kelimesi kullanılıyor) İş ve Girişimcilik bölümünü bitirdi. Her nedense hukuk okumak istedi. Giriş sınavında başarı gösterdi ve Arizona Üniversitesi Hukuk Koleji’ne kaydoldu. Yaklaşık
20 yıl sonra benim okuduğum sınıflarda bu kez oğlum okuyordu.
Yahya Hukuk doktorasına başlamadan önce birçok projede liderlik
yaptı. Örneğin: 2008 yılanda USA Millet Meclisi’nde milletvekili
olan Gabrielle Gifford'un ofisinde Congressional Aide olarak çalıştı
ve bu görevinden dolayı Millet Meclisi’nden Tanınma Sertifikası verildi. 2009'da öğrenci danışman olarak alındığı Tucson Şehri İnsan
İlişkileri Komisyona 2010 yılında üye seçildi ve bir yıl sonra, 2011
yılında o komisyonun tarihinde en genç başkan seçildi. 2010 yılında
Halkla İlişkiler Stajyeri olarak girdiği McFadden/Gavender Reklam
ajansında aynı yıl işe alındı ve yönetici asistanı oldu. Gösterdiği başarı üzerine reklam ajansının sahibi tarafından Servis Hesapları Müdürü oldu.
506
Hukuk fakültesinde öğrenciyken çeşitli projelerde çalıştı, ödüller
aldı. Bunların başlıcaları şunlar: Birkaç sömestre iftihar listesi. Nijerya'nın eski Doğal Kaynaklar Bakanı olan Prof. Leslye Obiora'ya
bir buçuk yıl boyunca Uluslararası Kamu Politikası, Dünya Bankasına hibe için Öneri, Nijerya Merkez Bankasına bir proje önerisi gibi
konularda araştırma asistanlığı yaptı. Hukuk Fakültesi’nin Dekanı
Prof. Marc Miller'e Çevre Bilim Politikası kitabı için editörlük yaptı.
Arizona Üniversitesindeki 40.000 öğrenciyi temsil eden kurumda
Yüksek Mahkeme hâkimi seçildi. San Diego bölgesi Kamu Avukatlığı Dairesinde, Mafia'da seri cinayetler işleyen bir katilin savunması
davasında asistan hukukçu oldu. Lewis Roca Rothgerber firmasında
Norşin’den Arizona’ya
hukuk araştırmacısı ve asistanı oldu. Hukuk doktorasının son yılını
2014 yılının Ağustos ayından itibaren Çin’in en iyi üniversitesi sayılan Pekin’deki Tsinghua Universitesi’nde okuyor ve inşallah oradan aynı zamanda uluslararası hukuk master diploması alacak.
Yahya'nın Kardeşi Matine Yüksel
Yahya dört yaşındayken Kâinatın Efendisi Allah ona bir kardeş
verdi. Ona isim olarak, 23 Şubat 1979 günü kalleş kurşunlara kaybettiğim kardeşim Metin'in ismini vermek istedim. Annesi seve seve
kabul etti. Ancak, Amerika'da isminin Mitin veya Mitayn diye telaffuz edilmesini istemediği için doğru telaffuz edilmesi için Matine
diye yazmayı önerdi. Sanırım hecelemedeki bu tercihine eşimin
Fransızca bilmesi de etkin oldu… Kerhen kabul ettim.
İkinci oğlum Metin 1994’ün Kasım ayında doğdu. On yaşındayken
kendini şu sözlerle tanımlıyordu (İnglizce yaptığı imla hatalarını
yansıtmadan):
“Çok zor bir yaşantım var çünkü insanlara bakarken hep
kafamı yukarı kaldırmak zorundayım. Dahası cüce ve ufaklık olarak çağrılmaya katlanmak zorundayım. İyi olan şu ki,
ABD’nin en iyi okullarından birine gidiyorum. En iyi şeylerse beni önemseyen ve okulda bana sahip çıkan annem,
babam ve ağabeyim. Sonra onlar beni Allah’ın yardımıyla
biçimlendirdiler. Hayatımın amacı Harvard’a gidip matematikçi, doktor, öğretmen olmak ve annem, babam ve kendim için bir Korvet satın almak ve inşallah bütün bunlar
olur. En istemediğim şey bir restoranda ateşin üzerinde
hamburger çevirmek. Sonra büyüdüğüm evde yatıp bakılmak istiyorum. Sonra gerçekten iyi bir Müslüman olmak ve
arkadaşlarım tarafından saygı görmek istiyorum.”
Amerika'nın en iyi on lisesinden birini bitiren ve Arizona'da matematik, dil ve bilimsel yarışmalarda birçok birincilikler alan Metin,
ilkokul 5'inci sınıftayken Arizona'daki CBS kanalında akşam haberinde konu oldu. Lise öğrencilerine matematik dersi verdiği ve Üniversite düzeyinde cebir dersi aldığı için… Metin öğrenciliği çok ciddiye aldı. Nitekim liseyi bitirdikten sonra girdiği sınavlarda büyük
bir başarı gösterdi ve Amerika'nın en iyi üniversitelerine kabul
edildi. Kendisine dört yıl için yaklaşık 250 bin dolar karşılıksız burs
vererek tüm üniversite, yurt ve yemek masraflarını karşılayan Princeton Üniversitesi’ni seçti… İnşallah 2017 yılında oradan mezun
507
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olacak. Doktora için Harvard veya MIT üniversitelerini düşünüyor.
Küçükken tuttuğum hatıra defterine Metin için daha az not yazdım.
Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak alıyorum aşağıya.
02.02.1999 Doğduğum Zaman…
Durup dururken Metin (4 yaşında) annesine sordu:
― Erkek mi doğdum yoksa kız mı?
―
03.27.1999 Mantar
Patenini ayağına koyarken, Metin:
― Senden büyük müyüm?
― Komiksin sen!
― Ben ayakkabılarımdan daha büyüğüm. Ayakkabı çekeceğinden daha büyüğüm. Mantardan daha büyüğüm.
―
04.06.1999 Divine Retribution
― Yassir ve Emily yanlış yaparlarsa Allah onlara bir ceza
bileti kesecek.
―
07.16.1999 Yirmiye kadar saymak
Metin ile Fry's marketinin önünde araba parkında beklerken Metin
sabırsızlandı.
― Yirmiye kadar sayarsan annen marketten dışarı çıkacak…
On'a kadar saydıktan sonra durdun. Yirmiyi hatta daha fazlasını sayabileceğini biliyordum. Duraklamanın sebebini merak ettim:
― Niye saymaya devam etmiyorsun?
― Parmaklarımı bitirdim.
Sana ayak parmaklarını hatırlatmadım. Ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarmaya üşendim.
508
09.10.1999 Friends
― Hangisi daha önemli Metin: arkadaş sahibi mi yoksa elbise sahibi mi olmak?
― Arkadaş sahibi olmak daha önemli; çünkü elbise satın
alabilirsin ama arkadaş satın alamazsın.
Norşin’den Arizona’ya
10.01.1999 Mısır'ın Prensi
Huysuzluk yapıyordun. Sonunda annenin sabrı tükendi ve seni
uyardı:
― Beni dinlemezsen seni arka bahçeye kovacağım!
Bu uyarıyı hemen en favori Disney filmlerinden olan Musa ile ilişkilendirdin.
― Beni kovarsan Yahudi olursun. (yani annesi oğlunu kaybedecek.)
12.13.1999 I will buy you...
― Ben üniversiteye gideceğim ve 115 dolar kazanacağım.
― O parayla bana araba satın alacak mısın?
― Evet, sana bir Corvette alacağım.
May 2000 My dad is smarter
― Marilyn vos savant dünyanın en zeki insanıdır.
― Senden de mi zeki?
― Evet! Bahse girebilirsin!
― Babacığım, senin ondan daha zeki olduğunu sanıyorum.
― Niye öyle düşünüyorsun?
― Çünkü o kadın ağaç dallarından ok ve yay yapamaz;
arabaları tamir edemez; kavga da edemez. O senin kadar cesur değil.
09-20- 2004 Cennetteki Paradox
Metin'i arabayla okuldan eve götürürken cennet hakkında konuştuk
ve Allah'ın cennetine aldıklarının her isteğini yerine getireceğini
söyledim. Metin bu iddiaya bir soruyla itiraz etti:
― Cennette en iyi futbol oyuncusu olmak isteyen iki kişinin
isteklerini Allah nasıl yerine getirecek?
10-21-2004 Dokuz Yaşındaki Oğlumun Bilgeliği
Eşim yeni aldığım gözlüğün rengini beğenmedi. Halkın gözlüğü sevdiğini eşime söyleyince, oğlum Metin araya girdi:
― Sen eşini memnun etmeye çalışmalısın.
08-212007 College Student
Bugün özel bir gün. On üç yaşına girmene daha üç ay var. Ama sen
509
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
üniversitede şansını denemek istiyorsun. Daha ortaokul 2'inci sınıftasın ama bir dersi üniversite düzeyinde almak istiyorsun. Bu konuyu konuşmak için Pima College Dowtown kampüsünde "yaşaltı
öğrencileri" ile ilgilenen bir dekan kadın ile görüştüm. 12 yaşını çok
genç buldu. Seni görseydi büyük olasılıkla seni çok kısa da bulacaktı. Giriş için test alman konusunda sana izin vermekten çekiniyordu. Sana bir şans tanımasını istedim. Yükseköğrenim kurumundan niye ders almak istediğini anlatan bir paragraf yazmanı istedi.
Bir sonraki gün seni şahsen görmek istedi. Bir paragraf yerine sen
üç paragraf yazdın. Kendi başına yazdığın üç paragraf:
Sayın Pima College Dekanı,
Adım Metin Yüksel. On iki yaşındayım ve kasım ayında on üç olacağım. Şu anda Accelerated Learning Lab'da 7'nci sınıf öğrencisiyim. A.L.L.'de öğrenim bireyselleştirilmiştir. Her öğrenci orada öğrenme hızını kendisi belirler. Beşinci sınıftayken College Algebra
(Üniversite Cebir) kitabını bitirmeye karar verdim. İzleyen yıl, o kitaptan öğrendiklerimi 22 okuldan 400 öğrencinin katıldığı Math Fair
(Matematik Fuarı) yarışmasında kazanmak için kullandım. Rakiplerimiz bizim 6 kişilik takımın sahip olduğu çalışma temposu ve gayretine yetişemedi ve biz Cebir'de birinci olduk. Tucson şehrinin en
iyi okullarını yendik.
Geçen yıl, 6'ıncı sınıftayken Üniversite Fiziği, Pre-calculus, Dünya
Tarihi, Kompozisyon, Teknoloji ve Türkçe dersleri aldım. Arizona
Üniversitesi’nde düzenlenen Language Fair (Dil Fuarı)ndaki yarışmaya katıldım ve Türkçe şiir okumada birincilik aldım.
Akademik çalışmaların yanında, bir kulüpte futbol oynuyorum ve
klasik gitar çalıyorum. Ulusal Ortaokul Onur Topluluğu’nun üyesiyim.
İlkokul 5'inci sınıftan beri ben 6-12'nci sınıflardaki öğrenciler ile arkadaşlık ediyorum. Arkadaşlarımın çoğu 13 ile 18 yaş grubundadır.
Böyle olunca, üniversitedeki arkadaş çevresi benim için olağan dışı
olmayacaktır. Lütfen yaşımı bana karşı kullanmayınız.
Saygılarımla,
Metin Yüksel
510
Yukarıdaki savunmanı okuduktan sonar dekan senin psikolojik durumunu yakından tespit etmek için seninle odada tek başına yarım
saat kadar söyleşi yaptı. Senin orada ders alman için yeterli olgunlukta olduğuna karar verdi ve düzeyini ölçmek için sınava girmene
Norşin’den Arizona’ya
izin verdi. Bunun üzerine hemen o gün üç farklı test aldın. Matematik, Okuma ve Yazma. İlk önce matematik testi aldın. Lise cebir ve
üniversite cebir düzeyini geçtin ve trigonometri ‘de de başarı gösterdin. Bu nedenle Calculus dersi alabilirdin. İzleyen günde diğer iki
testi aldın ve ikisini de kolaylıkla geçtin. Aynı düzeydeki arkadaşlarınla Batı kampüsünde Yazma 101 dersi aldın. Oradaki dekan da
gösterdiğin olgunluktan etkilendi ve seninle özel ilgilendi. Sana bir
yıldız muamelesi yapıyorlardı. Seninle birlikte geçtiği salonlarda çalışanlara seni tanıtıyordu. Orada kimlik kartın için fotoğraf çekilmesini emretti. Birkaç dakika içinde 12 yaşındayken yükseköğrenim
kurumunun kimlik kartı vardı elinde. O yaşta gece gündüz çalışmanın bir meyvesi olarak yüzündeki büyük gülücükle… Dekan sana
"Sen bir dahi olmalısın" diye iltifat edince, senin verdiğin cevap harikaydı: "Hayır, ben bir dahi değilim. Ben sadece profesyonel bir öğrenciyim."
Gelelim Günümüze
Metin 2013 yılında Amerika’nın en iyi üniversitelerine kabul edildi.
Kendisine yaklaşık yıllık 60 bin dolar karşılıksız burs öneren Princeton Üniversitesi’ni tercih etti. 2014 yılının yazında Metin kardeşi
Yahya ile birlikte öğrenim için Çin'e gitti. Metin, Princeton Üniversitesi’nin Pekin'deki Beijing Normal University ile ortaklaşa düzenlenen dil öğrenme programı yoluyla iki ay kaldı… Çin'e dördüncü
gidişi idi. Çince’yi çok iyi biliyor. Yahya ise Hukuk Fakültesi yoluyla gidiyor. Hukuk doktorasının son yılını orada İngilizce olarak
okuyacak ama ağırlıklı olarak Çin ticaret hukuku konusunda eğitim
alacak. Metin'in İngilizcesi çok iyi. Yazdığı makaleleri Amerika'nın
en iyi yazarlarının makalelerinden ayıramazsınız. Annesinin tüm ailesi Kaliforniya'da yaşadığı ve sık sık onları ziyaret ettiği için az çok
Farsça anlıyor ve bazı cümleler kurabiliyor. Çocukken ve Ortaokulda öğrenciyken biraz Türkçe öğretmeye çalışmıştım. 2014 yılının
başında Amerika'da yeni bir hayata başlamak için göç eden ve sıfır,
hatta eksi İngilizcesi (telaffuzunu yanlış öğrendiği birkaç İngilizce
kelimeyle yani) olan yeğenim Büşra ile yıllar önce öğrendiği bazı
Türkçe kelimeleri konuşması benim için büyük sürpriz olmuştu.
Yahya ise İngilizce ‘den sonra Farsça biliyor. Matine'den daha iyi
anlıyor ve konuşuyor. Hatta bir ara yazmasını da öğrenmişti. Türkçesi Metin gibi çok zayıf. İnşallah birgün Türkçe’yi ve Kürtçe’yi öğrenirler.
511
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Şaşkınbakkal'da Bize Şaşıran Bakkal
Bu bölümü unutamayacağımız bir anımızı anlatarak bitirmek istiyorum. 1996 yılında ailece İstanbul'da bir buçuk ay geçirdik. Aile dostumuz Altan Büyükyılmaz ile evlerimizi değiştirdik. Onlar Tucson'daki müstakil evimizi biz de onların Bostancı, Şaşkınbakkal'da
denize bakan apartmandaki birinci katı kullandık. Eşim, o zaman 6
yaşında olan Yahya ile birlikte İran'a gitmişti ve orada üç aylık tatilin
yarısını geçirmişti (genç yaşta diyetisyen olarak çalışan eşimin en
uzun süreli tatiliydi bu). Ben o zaman iki yaşında olan Metin ile
Amerika'da geçirmiştim o süreyi. Türkçe bilmeyen eşim evde olmadığı için Metin ile rahatlıkla Türkçe konuştum ve Metin Türkçe anlıyordu ve ufaktan konuşmaya başlamıştı. Geri kalan bir buçuk ayı
ailece İstanbul'da geçirecektik.
Havaalanında eşimi ve Yahya'yı karşılarken sürprizle karşılaşacaktım. Yahya İngilizce yerine Farsça konuşmayı tercih ediyordu. İnanılmaz bir hızla Farsça'yı öğrenmişti.
Ertesi günün sabahı Altan'ın bize bıraktığı evinden çıkıp birkaç yüz
metre yakındaki bakkala yürüdük. Orada bakkalın fark ettiği ilginç
bir gerçeği biz de fark ettik. “Siz kaç dil konuşuyorsunuz?" diye şaşkınlıkla sordu, Şaşkınbakkal'daki bakkal. Dört kişilik küçük bir aileydik ama aramızda üç dil konuşuyorduk. Ben Metin ile Türkçe konuşuyordum. Eşim Yahya ile Farsça. Ben ve eşim ise İngilizce…
Aynı anda üç dil aramızda dolanıyordu.
512
Norşin’den Arizona’ya
18
Anavatana Dönüş: Vur, Kaç
Amerika’da üniversite eğitimi görürken, Türkiye’de gizlice basılıp
bedava dağıtılan üç tane kitap yazdım (Müslüman Din Adamlarına
19 Soru, Kuran Çevirilerindeki Hatalar ve Notlar). 1996’da yurdumdan ayrıldığımdan beri yaz tatilimde diğer öğrenci arkadaşlarımın
yaptığından oldukça farklı bir şey yapıyordum, çünkü Amerika’ya
hicret ettiğim günden beri ilk defa Türkiye’yi ziyaret ediyordum.
Türkiye’deki siyasi ve dini kültürün benimle ilgili algısının yumuşayıp yumuşamadığını test ederek, Amerika’da yaşayan eşim ve çocuklarımı kaybetmek dâhil her şeyi riske atıyordum.
Geri dönünce Türk medyasının beni sıcak bir şekilde karşılamasına
çok şaşırmıştım. İstanbul ve Ankara’da geçirdiğim 4 hafta boyunca
Türk hükümetinden veya cemaatlerden bir takım unsurların eski hesapların peşinden giderek, bana zarar vermesi ihtimalini göz önünde
bulunduran destekçilerim tarafından iyi bir şekilde saklanmış olmama rağmen, bir televizyon kanalında üç saatten fazla süren ve
ülke çapında büyük tartışmalara sebep olan bir röportaja katılmamın
ardından reformun ateşi yakılmıştı. İslami ve siyasi bir reform için
gittikçe büyüyen bir ilgi ve ihtiyaç hâsıl olmuştu. Dünya çapında bir
İslami reform hareketi için çağrıda bulunuyordum.
İslami reform hareketinin radikal bir ilkesi vardır: Kurtuluş için Kuran dışındaki tüm dini kaynaklar terk edilmelidir. Ciltlerce hadis kitapları, çelişkili mezhep öğretileri ve sayısız ikincil kaynağın reddedilmesiyle yeni bir Kuran anlayışı ortaya çıkmıştır. Kuran’ı temel
alan İslam, Sünni ve Şii din adamlarının İslam’ından büyük ölçüde
farklıdır. Her şeyden önce, İslam kelimesi Kuran’a göre bir özel isim
değil; yalnızca Allah’a boyun eğip O’na teslim olarak barış arayışında olmak anlamına gelen bir tanımdır. Ve yine Kuran’a göre barış
ve özgürlüğün destekçisi olma arayışı Muhammed’le değil, ilk insanın ortaya çıkışıyla başlamıştır.
513
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Türk Halkı Mesajı Almış ve Beni Kucaklamıştı
2000 yılının son iki haftasını Türkiye’de geçirdim. Bu, uzun zamandır bekleyen Kuran Çevirisi Mesaj dâhil birkaç tane kitabı geliştirme
fırsatı bulduğum bir seyahat oldu. Büyük bir sosyal ve siyasal kargaşanın ortasında olan halkım, sözlerimi dinlemeye ve bütün tabu ve
dogmalarını sorgulamaya hazırdı.
16 Aralık gecesinin geç saatlerinde popüler olan ve saygı duyulan
TV kanallarından birinde benimle yapılan program yaklaşık beş saat
sürmüştü. İki ilahiyatçıyla tartışıyordum. Program canlı yayınlanıyor ve kanala halktan fakslar, telefonlar ve e-postalar yağıyordu. Önceden ayarlanmış ünlü ilahiyatçılar da telefonla programa katılıyorlardı.
Tartışma, Kuran Çevirim Mesaj; dinimin kaynağı olarak hadis, sünnet ve mezhep hukukunu reddetmemle ilgiliydi. Tartışma, başladığı
dakikadan itibaren Sünni ilahiyatçılara ağır darbe indirmişti. Birçok
konuda yenilmişlerdi. Kutsal hadis kitaplarını savunmakta zorlanıyorlardı ve Kuran ayetlerini suistimal ederek hadislere olan güvenlerini doğrulamak için yaptıkları her hamle geri tepiyordu. Sonunda
dini bir gazetede köşe yazıları yazan ünlü bir ilahiyatçı, iyi bilinen
ve çok kullanılan bir taktiğe başvurdu. Kişiliğime saldırmaya başladı. Ciddi bir ifadeyle bana döndü ve “Moon Tarikatının bir üyesi
olduğunu öğrendik, onlardan gerçekten bir milyon dolar aldın mı?”
diye sordu. Karşılık olarak “Geçmişte de Bahai olmak, CIA veya
KGB ajanı olmakla suçlandım ve şimdi de öğreniyorum ki Moon
Tarikatına da üyeyim. Tamam, şimdi size ilk defa açıklıyorum, aynı
zamanda Marslı yaratıklar için çalışıyorum.” dedim. Sonra ciddi bir
tavırla, hakkımda bu çirkin ithamlarda bulunan kişiye, şahsımla ilgili
yalanlar uydurduğu için onu mahkemeye vereceğimi söyledim. Tehdidim yüzünde bir omlet gibi patlamış ve rengi değişmişti. Beni hiçbir şeyle suçlamadığını ve sadece sorular sorduğunu belirtti. Program sunucusu araya girdi ve ona, ilk söylediğinin bir iddia ve ikincisinin soru olduğunu bildirdi. Milyonlar önünde sözlerini yutmuş
ve şayet varsa itibarını da kaybetmişi.
514
Gecenin en renkli olayı bir tarikatın lideri olan şahsın Kuran’a göre
nasıl namaz kılacağımızı bana sorması oldu. Onlara podyumda Kuran’a göre nasıl abdest aldığımı gösterdim ve ayakkabılarımı çıkararak namaz kılmaya başladım. ( Bu olay daha sonra Türk televizyonlarında canlı yayında gösterilen ilk namaz olarak haber oldu.) Rükû
ve secdelerimin sırasına itiraz etti. Bu sırayı Kuran’dan değil hadisten
öğrendiğimi söyledi. Ona, Kuran’ın bize her zaman sırayla rükûya ve
Norşin’den Arizona’ya
secdeye varmamızı bildirdiğini söyledim. Ve ona dedim ki: “Kuran
aklını kullananlara seslenir, istersen kafanı yere vurabilirsin.”
Programın sunucusu sonra beni aradı ve yalnızca Kuran’da kadının
durumu konusunu kapsayacak bir program daha yapmak istediğini
söyledi. Önceki program günün en çok reyting alan programı olmuştu ve bir sonrakinin de en çok izlenen program olacağından emin
olduğunu söylüyordu.
İkinci program daha da iyi olmuştu. Birinci programdan kalan birkaç
noktaya değindikten sonra hadis ve sünnetle nasıl çeliştiğini de göstererek, Kuran’da kadının durumunu anlatmaya başladım. Allah’a
şükürler olsun ki Türkiye’de milyonlarca insan dinini yalnızca Kuran’dan öğreniyor ve Allah’ın diniyle mezhep öğretileri arasındaki
büyük tutarsızlıkların farkına varıyordu. Gösterime sözde hadis kitabı olan altı kitabın yirmiden fazla cildini Kuran’ın üzerine üst üste
yığarak başladım. İzleyicilere, bu hadis kulesinin mezhep öğretilerinin sadece bir bölümü olduğunu ve bunları kullanarak Kuran ayetlerini gizlediklerini söyledim. Sadece Kuran’ı temel alan bir dinin, insanların büyük çoğunluğu tarafından kolayca anlaşılacağını ve bu
durumda mezhep öğretilerinin ürettiği sayısız çelişki ve karmaşayı
çözecek imamlara ve din adamlarına gerek kalmayacağı için, bu
imam ve din adamlarının işlerini kaybedeceğini belirttim. Bu din
adamlarının bizden rahatsız olmalarının asıl sebebi de budur. İkinci
program yaklaşık 4 saat sürmüş ve büyük ilgi görmüştü.
Halkın olumlu tepkisinden memnundum. Sokakta yürürken ve
trende seyahat ederken -ki bu benim için riskliydi- insanlar bana el
sallıyorlar veya yanıma gelerek mezhep öğretilerinin yanlışlığını ortaya çıkardığım için bana teşekkür ediyorlardı.
Diğer televizyon kanalları, gazeteler ve dergiler de konuya kayıtsız
kalamadılar ve bu konulardan bahsettiler. Birkaç gazete ve dergi benimle yaptıkları röportajları olumlu bir şekilde yayınlamıştı. Dini bir
gazete şahsımla ve Kuran çevirimle ilgili hakaretler ve çarpıtmalarla
dolu makaleler yayınlamıştı. Bir köşe yazarı sekiz gün boyunca yazılarında çevirime saldırmıştı. Televizyon programı ve www.19.org
sitesini ziyaret eden binlerce insan sayesinde Mesaj isimli Kuran çevirim en çok satılan kitaplardan biri olmuştu. Aldığım maillerin
yüzde doksanından fazlası destek ve cesaret vericiydi.
En ilginç tepki Diyanet İşleri Başkanı’ndan gelmişti. RTÜK’e, özel
kanallarda dini tartışmaların yasaklanması ve bu tartışmaların sadece devlet kanallarında yayınlanmasını isteyen bir dilekçe yazmıştı.
515
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
516
Tanrı’ya şükür ki günümüz Türkiye’sinde böyle sansürleri uygulamak imkânsız gözüküyor. Tabii ki bu, AKP ve Gülen cemaati, hükümet ve medya dâhil önemli devlet kurumlarını kontrol altına alıncaya kadar geçerli bir durumdu. Şubat 2012’de Türkiye’ye geldiğimde, bir sebep göstermeden bazı TV kanallarıyla önceden kararlaştırdığımız programlar iptal edilmişti. Habertürk’te Pelin Çift’le
yapacağımız birinci program, ilk reklamından hemen sonra ve yayınlanacağı tarihten bir gün önce yayından kaldırılmıştı. Bazı nüfuzlu şahıslar kanalı aramış ve programı iptal ettirmişlerdi. Başka
birkaç program da öğrendiğime göre AKP ve Gülen cemaatinin baskıları sonucu yayından kaldırılmıştı.
Türkiye’deyken birkaç şehirde birçok toplantıya katıldım. Yüksek
eğitimli binlerce genç mesajı kucaklamış, yayılması ve başarılı olması için enerjilerini bu işe adamaya hazır olduklarını göstermişlerdi.
Birkaç yıl içinde Türkiye’de gerçek bir dini reform yaşanabilir ve
sözde Müslüman diğer ülkelere model olabilir. Türk halkı ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan çok zor bir zamandan geçiyor. Bununla
birlikte ben, Allah’ın mesajının parıldadığını ve insanların onu minnetle kucakladığını görüyorum.
Bugün Türkiye’de milyonlarca insan, bunun tam olarak ne anlama
geldiğini bilerek “La ilahe illallah!” diyor.
***
2013 yılının Şubat ayında Türkiye ve Avrupa turuna çıkacağımı öğrenen bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Pelin Çift'ten ocak ayının son
günü Öteki Gündem programına katılmam için e-mail ile davet aldım. Telefonda programcı Ebru Yücel ile yaptığım telefon konuşmasında üst üste iki program yapmayı düşündüklerini bildirdiler.
Bunun üzerine ben de aşağıdaki öneriyi kendilerine gönderdim.
Arizona'dan Ebru Yücel ve Pelin Çift arkadaşlara…
Merhaba Ebru: Yapacağımız programın büyük ilgiyle izleneceğine
inanıyorum. Daha önce Ceviz Kabuğu programındaki tartışmalarım
büyük ilgi duymuştu ve medyada olumlu ve olumsuz yankılar uyandırmıştı. Hatta Hulki iki tanesinin transkriptini kitaplaştırıp yayınladı ve best-seller oldular.
İlişikteki sayfada genel bazı bilgiler bulacaksınız. Ancak, sizin program için önerilerim şu iki konu olacak:
11 Şubat: KADIN: Kuran'a göre, Hadis ve Sünnete göre, Kapitalist batıya göre kadının durumu ve hakları
Norşin’den Arizona’ya
Kadın konusunu her yönüyle konuşup tartışalım. Anam hem çarşaflı,
hem peçeli idi. Ablam Süreyya Yüksel (google ile tırnak işareti
içinde arayınız isterseniz) başörtünün ilk mağdurlarından idi ve büyük sıkıntılarla orta ve liseyi bitirme sınavlarına girerek verdi. Hatta
sırf onun için lise bitirme sınavları için Bitlis'te bir liseye transfer
yaptı. O zaman dayım Muhyeddin Mutlu milletvekili idi ve oradaki
müdür başörtüsünü görmezlikten geldi! Daha sonra Fen Fakültesi
Astronomi bölümünde zar zor okudu ve diplomasını başörtüsüz resim vermediği için alamadı. Ayrıca Amerika'daki feminist hareketini
yakından izlerim ve bazı feminist akademisyenler ve aktivistler ile
irtibattayım. Örneğin; Irshad Manji ve Amina Wadud (her ikisinin
de İngilizce Kuran çevirimin kapağında yazıları var). Kısacası, hem
Sünni şeriatını ve hükümlerini biliyorum, hem şahsen annemle ve
ablamla yaşadım hem de Batıdaki feminist hareketin kadın haklarına
katkılarını ve zararlarını iyi biliyorum.
20 Şubat: Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar
İlk basımı 1992'de yayımlanan aynı başlıklı kitabımdaki bazı ayetleri ve daha sonra fark ettiğim diğer çeviri hatalarını tartışmak isterim. Bu kitabın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın daha sonra revize ettiği
çevirisi başta olmak üzere, çeşitli çeviriler üzerinde olumlu etkisi
oldu. Ama mevcut çevirilerin çoğunda hâlâ büyük hatalar mevcut.
Bunun için ekranda ayet çevirilerini içeren sayfaları gösterebilmem
lazım. Bilgisayar mı kullanayım, yoksa daha önce kâğıtları basılmış
halde masa üstünde sabit bir yere dikerek arada bir ekranda görünmesini mi sağlayalım bilmiyorum. Gerçi her iki sohbette de stüdyoda bir beyaz tahta olsa arada bir yazıp çizmek isterim. Yani saatler
boyu oturmayı düşünmüyorum. Hem bizim hem seyircinin sıkılmaması için rahat ve doğal bir ortam oluşturmalıyız. Ayrıca bu programı, daha önceden, örneğin; 11 Şubat'ta anons edersek herkese bu
program için ellerinde mealle ve kalemle TV ekranlarının başına gelmesini tavsiye etmek isterim. Böylece ülke çapında harika bir Kuran
tartışması yapacağım. İDDİAM ŞU OLACAK: Çevirilerdeki hataların büyük kısmını fark etmen, anlaman ve düzeltmen için Arapça
bilmene gerek yok. Bunun metodolojisini iyi biliyorum. Anlamları
konusunda ihtilaf olan Arapça kelimeler yerine X ve Y gibi bilinmeyen semboller koyarak tartışmayı sunabilirim.
***
517
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
518
Eğer ilk program halkın ilgisini çekerse ve siz o ilgiyi takdir ederseniz bir üçüncü program da düşünebiliriz. Bunu Şubat 11 ve Şubat 20
arasında, Şubat 15-18 haricindeki günler için düşünebiliriz. Bu
üçüncü program, eğer seyirciden büyük ilgi gelirse ve aşağıdaki
muhtemel programlardan boş tarih kalırsa, bir TARTIŞMA programı halinde gerçekleşmeli. Bunun için tercihlerim şunlardır:
1. Cübbeli,
2. Fethullah Gülen cemaatinin ileri gidenlerinden biri. (Fethullah yotube yoluyla yaptığım tartışma davetime cevap vermedi, ama yotube’deki bir eleştirime video olarak cevap
verdi)
3. Mustafa İslamoğlu,
4. Gavasçı, mehdici bir tarikat lideri
5. Eğer siyaset tartışması ile ilgilenirseniz eski arkadaşım Ruşen Çakır ve Ahmet Altan'ın katılacağı bir program yapabiliriz. Dilerseniz bu programı daha da şenlendirmek için Sırrı
Süreyya Önder'i de davet edebilirim.
İlk dört maddedeki kişiler büyük olasılıkla benimle yüz yüze tartışmaktan kaçacaklardır. Zira daha önce benimle tartışanların ne hale
düştüklerini biliyorlardır. Dilerseniz bunları stüdyoya davet edersiniz ve on beş dakika sonra ben onlara sürpriz yaparak stüdyoya girerim. Orada bir doktor hazır olsa iyi olur; hani kalbi zayıf olan olabilir :)
***
Bilginiz Olsun Diye:
Şubat 15-17 arasında Ankara ODTÜ'de ateistlerin düzenlediği Teoloji Sempozyumu’nda konuşmacı ve tartışmacı olarak katılacağım. Sevan Nişanyan ile birlikte yapacağımız tartışma görünen o ki
çok ilgi görecek.
Şubat 18'de Bursa'da bir konferans vereceğim. Genç Siviller ve
başka bir grubun ortaklaşa düzenlediği bir konferans.
İhsan Eliaçık ve Mustafa Akyol ile birlikte Mustafa'nın son çıkan
kitabı, "Ahlaklı Kapitalizm" üzerine bir TV programına çıkmayı düşünüyoruz. Program daha belirlenmedi. İhsan araştırıyor. (Merak
edersen, ben ikisinin ortasında bir sisteme tarafım.)
Geçenlerde aldığım bir e-mail’den, Celal Şengör adındaki ateist jeoloğun benimle Ahmet Hakan'ın programına çıkmak istediğini öğrendim. Evrim teorisini ve Allah'ın varlığı konusunu tartışacağız.
İşittiğim kadarıyla asker görünce ve hatta telefonda işitince ayağa
Norşin’den Arizona’ya
kalkıp selam duran acayip deli birisiymiş:) Kimin değneğini saklayacağını o gün öğreneceğiz:) Tartışma için gün daha belli değil.
Bana bildirecekler.
Evrim teorisi ve Sünnet ameliyatı üzerine kitapları çıkan genç yazar Kaan Göktaş adlı arkadaşım benimle bir programda Sünnet (çocuklara uygulanan gereksiz ameliyat) ve Eş-cinsellik konularına tartışmak istiyor.
***
www.19.org sitesinde İngilizce ve Türkçe bazı makalelerimi bulabilirsiniz (bilgisayarımdaki makalelerin Sünni hesabına göre zekâtına,
yani kırkta birine denk geliyor) Soldaki menüde kategorileri bulabilirsin. Dilersen, hafif bir menüden, örneğin RESİMLİ MESAJLARDAN ve EyedipadanadapideyE'den başla.
***
Youtube'dan edipyuksel adına aldığım kanalda Türkçe ve İngilizce
videolarımı bulabilirsiniz. Bir kısmı profesyonelce hazırlanmış dokümanterler, tartışmalar ve konferanslardan oluşurken, çoğunluğu
kamera önünde yaptığım monologlar. Sürekli diyalog ve felsefi tartışmaları tercih eden ve bunun gereğini dile getiren biri olarak sanırım ilahi bir ceza olarak okyanus ötesinde monoloğa mahkûm oldum. Ama bunun da bir hilesini buldum. Karşımdaki videoda konuşanlara konuşuyorum, tart(ış)ıyorum ve hatta bazen ekrandaki
adama (kadına değil) bağırıyorum:)
Edip Yüksel'in Youtube Kanalı
Şubat Ayında Tartışmalara Davet Ettiğim Kişilerin Listesi
Mürtetin Hükmü: Cinci Kuytul, Cübbeli Müşrik, 7176'ıncı
Hayali Mehdi Adnan,
Küllükte danseden cinlere işerseniz sizi hem cinleri hem hocalar çarpar
Ne Mutlu Patatesim Diyene (Zerzevat Modeli),
1 Türk = 1 Kürt = 1 Amerikan,
Türk Halkı Düşmanı Osmanlı: Kabak ve Kamplumbağa
Modeli
Aşağıda yaptığımız birkaç video
A Socratic Challenge at Ground Zero,
Running Like Zebras,
My debate with the president of the American Atheist Organization at New Jersey,
My interview with Noam Chomsky,
519
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
520
The last statement of my speech at European Parliament in
2012,
The first section of the speech at European Parliament in
2012,
MPJP discussion on islamophobia, terrorism, imperialism
1/3,
Edip Yuksel vs. Abu Eesa Niamatullah at Almaty Kazakhstan,
Ve youtube kanalımda daha başka videolar.
Haşlanmış Kurbağalar Ülkesi ve Otesi
Türkiye'ye 2000 yılının Aralık ayında, Ramazan'ın son iki haftasında
yaptığım ziyaret sırasında birçok yeni dost ile tanıştım; toplam on
saat süren iki televizyon programına çıktım; ilk programdan sonra
Diyanet İşleri Başkanı RTÜK’e başvurarak özel televizyon kanallarında dini tartışmaların yasaklanmasını istedi; Radikal, Star, Hürriyet, Tempo gibi gazete ve dergilerde benimle yapılan söyleşiler yayımlandı; MESAJ'a büyük ilgi gösterildi; 19.org sitesi binlerce yeni
ziyaretçi kazandı... (Bu arada sünnetçi-mezhepçi din adamlarından
Bahai tarikatından sonra Moon tarikatının bir üyesi olduğumu da öğrendim. Borçlu olmadığımı, aslında en az bir milyon dolara sahip
olduğum müjdesini aldım. Nüfus kaydımdaki 1957 yılının doğru olmadığı bir rivayet-i şerifle kardeşim tarafından dünyaya ilan edildi.
MESAJ'a karşı Yeni Şafak’ta yayımlanan 8 makalenin yüzde doksanının kişisel hakaret, iftira ve çarpıtmadan oluştuğuna tanık oldum.
Televizyon programında tartıştığımız onca önemli konunun arasından medyanın bula bula "çıplak namaz kılınabileceğini" ilan etmesiyle gülümsedim.)
Türkiye’nin içinde bulunduğu çok boyutlu bunalımları ve kronik
krizleri gözönüne alınca yukarıdaki tablonun önemi kaybolabilir ve
kendini dünyanın merkezi sanan bir yazarın fantezilerini tatmin etmesi olarak değerlendirilebilir... Ne var ki, "la ilahe illallah" mesajının Türkiye’nin önemli problemlerine çözümler sunacak bir potansiyele sahip olduğuna inanıyorum.
Amerika'dan Türkiye’ye geldiğim ilk günlerde televizyondan izlediğim haberler bana şok etkisi yaptı. Örneğin bir gecenin haber bülteni
şu spotları içeriyordu:
Mecliste tansiyon yüksek; tartışan milletvekilleri birbirleri üzerine
yürüdü... Polis izinsiz protesto yürüyüşü yaptı; silahlarını havaya
kaldırarak sloganlar attılar... Cezaevlerinde açlık grevleri sürüyor...
Norşin’den Arizona’ya
Deprem bölgesinde dağıtılan gıda maddeleri depremzedeler arasında
kavgaya yol açtı... Deprem konusunu tartışan profesörler birbirlerine
saldırdı...
Bu haberlere, daha sonra cezaevlerinde "hayat kurtarma" operasyonu sonucu ölen ve yaralanan düzinelerce kişi, kalpleri kan ağlayan
ve kendilerini polis arabalarının altına atmaya çalışan analar, kendilerini diri diri yakan gencecik mahkûmlar, cezaevlerinin terör örgütlerinin yönetim merkezlerine çevrildiğini gösteren haberler ve resimler eklendi...
Bu arada İstanbul’un kilitlenmiş trafiği vatandaşın vaktini, enerjisini
ve girintisi kalmışsa huzurunu aç bir canavar gibi yutuyordu... Enflasyon dargelirlilerin cebindeki ekmek parasını her gece aksatmadan
çalıp bir yerlere yığıyordu... Derin devletin adamları bankaları soyuyor ve faturasını vatandaşa çıkarıyordu... Türkiyelilere sandviç yapmasını öğreten McDonalds bu önemli (!) hizmeti karsısında hergün
milyonlarca doları Amerika'ya aktarıyordu... Oligarşinin yeniçerileri
halkın egemenliğini hiçe sayarak felaketleri daha da artıran burunlarını politikaya sokmaya devam ediyordu... Devletin başında kompüter kullanmasını bile bilmeyen bir dinozor politikacı kuklavari demeçler veriyordu... Devlet, medyası yoluyla "türban" diye öcüleştirdiği başörtüsünü ilahiyat fakülteleri dahil tüm okullarda yasaklamak
için kullanacağı karaktersiz rektörler tayin ediyordu... Devlet ihaleleri ve korumasıyla köşeleri defalarca dönen mutlu-putlu bir azınlık
ile halk arasındaki varlık farkı gittikçe büyüyordu... Aldığı maaşla
çocuğuna ayakkabı, hasta eşine ilaç veya evine ekmek alamayan
adam depresyondan depresyona giriyordu... Yüzde sekseni kendini
sigara ile zehirlemeye adamış toplumdaki işsizler aval aval kahvehaneleri dolduruyordu... Bir yanda, otuz yaşlarına yaklaştıkları halde
ekonomik imkânsızlıklardan dolayı evlenemeyen erkekler cinsel
hormonların işkencesiyle kıvranıyor; diğer yanda ise biyolojik saatleri tıklayan kızlar "evde kalmış" olmanın kahredici cehennemine
mahkûm oluyordu... Cinsel ihtiyaçlarına doğal çözümler bulamayan
gençler "chat odalarında" sanal mastürbasyonların hafakanlı ve karanlık dehlizlerine sığınıyordu... Terör örgütlerini silahlandırarak ve
organize ederek "iti ite kırdırmak" politikasıyla ülkemin lise yaşındaki çocuklarını işkence ve ölüm makinalarına dönüştüren Osmanlı
kalıntısı yeniçeri ağaları, kan gölleri ve gözyaşları üzerinde kadeh
tokuşturuyor ve ne yazık ki Osmanlı kalıntısı teba da onları kahraman olarak alkışlayabiliyordu... Resmi ve sivil teröre gencecik ço-
521
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
cuklarını kaybetmiş analara hergün yeni analar ekleniyordu... Kısacası, "Anadolu", "Ağlayandolu"ya çevrilmişti.
Benim ülkem, güzelim Türkiye’m, korkunç şiddetlerde sosyal, politik, ekonomik ve psikolojik depremler yaşıyordu. Coğrafik depremler de bu felaket orkestrasını sanki daha da zenginleştirmek için
arada bir çığlıklar atarak eşlik ediyordu.
Bir ara bu ülkeye niçin geldiğimi, belamı mı aradığımı sordum kendi
kendime. Amerika'da bir yıl boyunca televizyon haberlerini izlesem
böylesine trajik haberleri işitmeyebilirdim. Amerika’nın beşte biri
olan Türkiye’m her gece bu ve buna benzer felaket haberlerini göğüslüyordu. Neden? Bu kâbusun yok mu bir sonu? Dinde reform hareketinin ne önemi var ve ne rolü olacaktı?
Bu sorulara cevap aramadan "haşlanmış kurbağa sendromu" denilen
biyolojik ve psikolojik bir olayı paylaşayım sizinle... Çevreye uyum
konusunda canlılara yaşama gücü katan bir genetik özellik bazı durumlarda ölüme neden olur. Diri bir kurbağayı sıcak su dolu bir kabin içine atarsanız refleksiyle hemen sıçrar ve canını kurtarır. Ancak
kurbağayı içinde ılık su bulunan bir kaba koysanız ve suyun ısısını
yavas yavas artırsanız kurbağa bu yavas ama sürekli değişimi farketmez ve sonunda haşlanarak sıcak suda can verir.
522
Biz insanlar bu konuda kurbağayla aynı genetik kodu paylaşıyoruz
galiba. Çevremize uyum göstermekte çok yetenekliyiz. Ne var ki
çevremizdeki koşullar sürekli olarak kötüye gitmesi halinde bu sendrom felaketli sonuçlar getirebilir. Bir arkadaşın evine girdiğinizde
sizi rahatsız eden düzensizliğin o arkadaşınızın dikkatini bile çekmediğini hayretle tanık olmuşsunuzdur. Ağzınıza komşu olan burnunuz ağzınızın müthiş kokusuna alışmıştır artık. İç savaşı yaşayan
ülkelerin kanlı sokaklarında çocuklar aldırmadan top oynayabilirler.
Metropollerin egzoz dumanı kokan trafiğinde her gün iki saatini öldürmeye alışmış vatandaş bunu artık normal görebilir. Kişi hak ve
özgürlükleri polis ve asker tarafından hiçe sayılan vatandaş ödediği
vergilerle yaşayan bu despotları dedelerinden kalma "yaşasın devlet"
zihniyetine olan alışkanlıkla alkışlayabilir. Din ve diyanet işlerini
yürütecek kadar çelişkili bir "laik" devletin vatandaşları kendilerine
yüzyıllardır anlatılan en saçma hikâyelere ve felaketli öğretilere alışabilir ve onları tabulaştırabilir. Anayasası anayasaklara dönüşmüş
bir ülkede yaşamaya alışanlar bu yasakların oluşturduğu her kötülüğe ve felakete karşı yeni yasaklar türetilmesini isteyebilir. Azınlıkları temsil eden parlamenterlerini hapishanelere veya mezarlara
Norşin’den Arizona’ya
mahkûm eden bir ülkenin çoğunluğu azınlıkların gösterdiği her reaksiyona "kana kan intikam" sloganlarıyla cevap verme alışkanlığını
ila nihaye sürdürebilir. Politik partileri kapatmaya alışmış sözde demokratik bir ülkenin başsavcısı "mutluluk işkencecisi" veya "barış
katliamcısı" misali "demokrasi militanı" olarak övünebilir. Kadınları
çuvala sokmak isteyen tespihli despotlarla kadınları soymak isteyen
kadehli despotlar arasındaki mücadeleyi yıllarca izlemeye alışmış
vatandaş kendisine medya tarafından gösterilen bu iki alternatifin dışında bir başka alternatif olacağını hiç aklına bile getirmeyebilir.
Evet, benim halkım haşlanmış kurbağaya dönmüş... Amerika'da onbir yıldır yeni bir hayat başlatmış bir Amerikan vatandaşı olarak ziyaret ettiğim ülkemde buna tüm dehşetiyle tanık oldum... Alice gibi
bir harikalar ülkesinde değil, kendimi bir felaketler ülkesinde bulmuştum. Böyle bir trajedinin yaşandığı ülkemde halkın zaten karışmış olan kafasını daha da karıştıracak dini tartışmalara niye girdim?
Niye geleneksel dini öğretileri radikal ve uzlaşmasız bir eleştiri bombardımanına tabi tuttum? Neden?
Bu gecenin ardından ağaran tanın ışıklarını görüyorum da ondan.
Haşlanmak üzere olan ancak hâlâ haşlanmamış ve refleksi olan genç
kurbağalar görüyorum da ondan... Onların sıçramalarına tanık oluyorum. Fokurdamaya başlayan bir kaynar tencerede yaşayan halkımın bu tencerenin patlamasıyla birlikte yeni bir düzen ve yeni bir
Türkiye başlatacağına inanıyorum... Halkımın yaşadığı bu sancıların
tarihi bir değişime ve reforma yol açacağına inanıyorum. Dinin sorgulanması iste bu noktada çok önemli bir motor, önemli bir olay.
Türkiye’de hadisçi-sünnetçi-mezhepçi dinin etkileri tahmin ettiğiniz
boyuttan çok daha büyüktür. Bu uydurma dinin öğretileri sadece dindar insanları etkilemiyor; aksine dinci dinsiz her Türk vatandaşını
etkiliyor. Halkımızın kültürüne, atasözlerine ve hayata bakışına yerleşmiş birçok zararlı fikir ve tavrın temelinde bu uydurma dinin öğretileri vardır. Ülkemizdeki dincilerin, laiklerin ve dinsizlerin uyguladığı şiddetin temelinde bu uydurma dinin şiddeti kutsallaştırınca
kılıcı ve kahramanları var. Ülkemizdeki cehaletin perde arkasında
peygamberini okuma yazma bilmemesiyle övebilen bir geleneğin
karatahtası, matbaayı 300 yıl Anadolu’ya "haramdır" diye sokmayan
Şeyhülislamın fetvası var. Kadınların başörtüsüne açılan savaşta kadına kıymet vermeyen erkeklerin uydurduğu dini öğretilerin kılı kırk
yaran cinsel saplantıları var. Her türlü rezalete ve ihanete bulaşmış
bir oligarşinin devlet olarak kutsanmasında padişahları Allah’ın halifesi veya Allah’ın gölgesi olarak değerlendiren kula kulluk var. Her
523
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
hafta yayımlanan yaklaşık binbeşyüz patentin arasından Türkiyeli
bir mucidin ismine rastlamak dört yapraklı yonca bulmak kadar zor
bir işse bunda daha çocukluk döneminde çocukları soru sormaktan
ve sorgulamaktan men eden din kaynaklı somurtkanlığın etkisi var.
Türkiye’yi ortaçağın karanlık öğretilerinden kurtarmak için didinen
Mustafa Kemal Atatürk’ü putlaştıran ve onu korumak (!) amacıyla
yasaklar ve cezalar üreten ve kemikleri için imar edilen bir abideyi
türbeye çeviren, oraya periyodik raporlar sunan, onu ziyaret etmeyen
politikacıları tehdit eden, Türkiye’ye zorla tahmil edilmiş bir Anayasa'ya onun ismiyle başlayan tarikatçılığın temelinde Muhammed'i,
sahabeleri, imamları, falan veya filan hazreti putlaştıran dini öğretilerin putperestliği var. (Anayasalarında tabulaştırılmış kahramanlarının isimlerini anan başka ülkeleri merak ediyorsanız onlar: Eski
Arnavutluk, Eski Sovyetler Birliği, Çin, Suudi Arabistan ve İran)
Türkiye’nin batısında yer alan ülkeler nasıl ki reform hareketiyle Katolik Kilisesi’nin her alandaki ve özellikle zihinlerdeki egemenliğine
son vermiş ve rönesans hareketiyle bugünkü uygarlık düzeyini yakalamışsa, biz de sünnetçi-mezhepçi dini öğretilerin her alana yayılmış ve özellikle zihinlerde kök salmış egemenliğine son vererek bir
rönesans hareketi başlatmalıyız. Halkı Müslüman ülkelerin arasında
Türkiye’nin çok daha fazla şansı var. Zira Türkiye kaynıyor ve insanlar yeni arayışlar içinde... Bu sancı büyük ve olumlu bir değişime
gebe.
Din için sadece Kuran’ı kaynak kabul eden, rasyonel düşünmeye,
barış, adalet, sevgi ve demokrasiye önem veren bir reform hareketi
için düşünce ve inanç özgürlüğü en önemli prensiptir. Sadece kendimiz için özgürlük istemek büyük bir erdem değildir; asıl erdemlilik
ve akıllılık düşmanlarının özgürlüğünü istemekte ve bunu içtenlikle
savunmaktadır.
Devlet değil, kişisel hak ve özgürlükler kutsal olmalı. Kişi hak ve
özgürlüklerinin korunmadığı ülkelerde, devlet belli biri kişiye, iktidarı ve ülke kaynaklarının hortumlaması için kullanılan bir kuruma,
gerçek dışı ve çelişkili dogmaları koruyan bir tarikata dönüşür.
Sadece kâinatın efendisi olan Tanrı’ya, Gerçeğe, Bilge'ye kul olunmalı. Olmuş insanları ve dolayısıyla kendilerini de putlaştıran ve öğretilerini tabulaştıran dinadamlarınının ve politikacıların karanlık
öğretilerine karşı gerçeğin ışığıyla, ilahi mesajla mücadele verilmeli.
La ilahe illallah!
524
Norşin’den Arizona’ya
19
Babam Tarafından Sorgulanışım ve Solmuş Ayçiçeği
Ne yazık ki annem bir yanılsama içinde yaşıyordu. Ablam rahibelerin Müslüman sürümüydü. Kardeşim Metin, elveda bile diyemeden,
hayatının baharında cennete gitmişti. İki küçük kız kardeşim, çok
genç yaşta, komşu çocuklarına kaçmışlardı. Bense Atlas Okyanusu’nun diğer tarafına geçmiştim.
Amerika’daki yaşantımın yedinci, ailem tarafından reddedilişimin
onuncu yılında, 1996’da, İstanbul’a geldiğimde ailemi de ziyaret ettim. İçeri girince babamı yıpranmış masasına oturmuş, büyük bir
Arapça kitabı okurken buldum (Müslüman ülkelerdeki geriliğin ve
uyumsuzluğun başlıca sebeplerinden biri olan bir kitaptı bu). Babam
şimdi 77 yaşındaydı ve gözleri zayıflamıştı. Onu bu kadar yaşlı ve
üzgün görmek yüreğimi dağlamıştı.
Bu ziyaret, yıllar sonra babamı yeniden göreceğim ve onunla olan
ilişkimi elimden geldiğince düzeltebileceğimi düşündüğümden benim için çok önemliydi. 10 yıl evvel yaptığı eleştiriyle beni kâfir ilan
etmiş ve aforoz edilme sürecimi hızlandırmış, hayatımı tehlikeye atmış ve özgürlüğümü kısıtlamış olmasına rağmen; o benim gözümde
hâlâ cesur bir adamdı ve kahramanımdı. Kitabımla ilgili yayınlanan
ilk eleştirisi affedilmezdi; ama yine de beni sevdiğini biliyordum.
Çocukluğumdan beri beni seviyordu. Ben yedi yaşımdayken İstanbul’a gittiğinde annem dâhil aileden kimseye mektup yazmadığı
halde, yalnızca bana mektuplar göndermişti. O mektuplarda ne yazdığını okuyamaz ve anlayamazdım. Bir keresinde bana oyuncaklarla
birlikte küçük bir şiir kitabı da göndermişti. Bana olan sevgisi hiçbir
zaman azalmadı. Ben onun ilk göz ağrısıydım. Duyduğu acıyı hissedebiliyordum. Lakin yollarımız ayrılmıştı. Bana yönelik eleştirilerini yazdığım karşı yazıyla kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde
çürütmüştüm, ama ona hiçbir zaman saygıda kusur etmemiştim.
525
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
526
Şimdi çocukluğumdan beri aşina olduğum odanın kapı aralığında
bekliyor, beni neyin beklediğini bilmediğim için endişeleniyordum.
Onun gözünde ben hain bir oğul, bir mürtet, bir yabancı ve bir Amerikalıydım. Kendi dini görüşlerini bana kabul ettirmeye çalışmasını
kabul etmem mümkün değildi; ama bu davranışının ardındaki nedenleri biliyordum ve bu durum, size tuhaf gelebilir ama bana olan
duygularında haklı olduğunu hissettiriyordu. Onu memnun etmek istiyordum ama aramızda dini ve siyasi bakımdan dağlar kadar fark
olduğunu da göz ardı etmek istemiyordum.
İlk bakışta, öğle vakti, önündeki devasa kitabı okumaya çalışırken,
bir elinde büyüteç diğerinde ışık tutması bana hem gülünç hem de
trajik görünmüştü. Oturma odasının, 14 yıl önce benim orada yaşadığım andaki halinden hemen hemen hiçbir değişiklik olmadığını
fark etmek, babamın fiziki yıpranmışlığını gözümde daha da belirginleştiriyordu.
Eski günlerde ben babamın bir müridiyken ve o kitaptaki öğretilere
uyuyorken, evin bakım onarım işlerinden sorumluydum. Masası,
sandalyeler ve bir zamanlar bana ait kitapların sıralandığı ama artık
kardeşim Nedim’in kitaplarını taşıyan, benim yaptığım kitaplık rafları, o günlerdekinin aynısıydı.
Babamın masasına bir ışık ve büyüteç monte etmeyi düşündüm. Mobilyaların eski ve onarıma muhtaç olduğunu gördüğüm kadar, babamın yardım teklifimi kabul etmeyeceğini de biliyordum. Dini ve siyasi görüşlerimi onun karşısında açıklamaktan feragat etmek dışında
aramızdaki boşluğa köprü olması için yapacağım başka her hareketin kabul edilmez olacağının farkındaydım.
Yanına oturdum ve sağ elini tutarak öpmeye çalıştım; fakat başaramadım. Onurlu ve gururlu bir adamdı ama aynı zamanda alçakgönüllüydü. Müritlerinin ellerini öpmesine hiç izin vermezdi ve ellerini
öptüren diğer dini liderleri de hep eleştirirdi. Yıllardır hiç haberleşmememize ve aramızdaki aile bağına rağmen aynı şekilde beni de
uyarmıştı.
Annem çok sevdiğimi bildiği karnıyarık ve köfte pişirmişti. Beni ve
eşimi orta odaya davet etti. Sofraya otururken babamın “yemeğe çok
tuz atıyor” diye onu şikâyet edişini hatırladım. Haklıydı. Annem, her
seferinde avcunu tuzla doldurur, ölçü kullanmadan yemeğin üstüne
serpiştirirdi. Bu alışkanlığından hiç vazgeçmemişti. Tereyağını da
çok kullanırdı. Ama o gün yemek tuzlu ve yağlı olmasına rağmen
lezzetliydi. Ben ve İran asıllı bir Amerikalı olan diyetisyen eşim, güzel bir ziyafet çekiyorduk.
Norşin’den Arizona’ya
Bir zamanlar uyumak için kullandığım ve şimdi yemek yediğimiz
odanın bir komşunun arka bahçesine bakan balkon penceresi vardı.
Duvarda, karanlık bir arka plan üzerine çizdiğim büyük bir ayçiçeğinden oluşan tablomu gördüm. O tabloyu cezaevindeki son yılımda
yapmıştım. Eğri tuval, çerçeveden sıyrılmış sallanıyordu.
Dinlerine ihanet ettiğim halde, evde hâlâ beni hatırlatacak bir şeyler
bulundurduklarını görünce duygulanmıştım. O ayçiçeği cezaevi yıllarımın, o yıllarda ailemin bana olan desteğinin ve kız kardeşimin
haftalık ziyaretlerinin solgun anısıydı. Karanlık günlerimin umuduydu. Bir an, o solgun ayçiçeğini alıp onarmayı düşündüm. Ama
duygularım beni engelledi, orada ağlamak istemiyordum. Onlara
eski günleri hatırlatmak istemiyordum. O solgun ayçiçeğini onarmanın, kırılmış aile ağacımızın dallarını iyileştiremeyeceğinin farkındaydım.
Öğle yemeğinden sonra babam da bize katıldı ve kapının yanındaki
yatağın üzerine oturdu. Kısa ve resmi bir edayla anneme selam verdi.
Bağdaş kurarak yere oturduk. Önce babama, sonra eşime baktım;
eşim, babamın dini inancına hürmeten başını kapattığı için memnundum. Babam gergindi. Ne yapmak istediğini biliyordum.
Yorgun gözlerle bana bakarak, ciddi bir tonla sorular sormaya başladı. Sorguya çekiliyordum.
― Allah’a inanıyor musun?
― Evet, Allah’a inanıyorum.
― Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna inanıyor musun?
― Evet, Muhammed Allah’ın resulüydü.
― Peki, Muhammed’in sözlerinin ve uygulamalarının Kuran’ın yanında ikincil dini kaynak olduğuna inanıyor
musun?
― Hayır, inanmıyorum.
Onu memnun etmeyi çok istiyordum, ama yalan söyleyemezdim.
Bana dürüst ve cesur olmayı o öğretmişti ve ben onun oğluydum.
Çeşitli anlam oyunlarıyla sözlerimi eğip bükerek cezaevinde geçireceğim yıllardan sakınmak için Askeri Mahkeme karşısında bile kıvırmamış ve af dilememiştim. Dinimdeki sorunların farkına varınca
sözlerimi sakınmamıştım. Bir gençlik lideri ve yazar olarak popülaritemi sürdürmek uğruna okuyucularıma yalan söylememiştim.
Ölüm tehditleri aldığım halde yeni paradigmama ihanet etmemiştim.
Şimdi de yalan söylemeyecektim.
527
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Kırgın bir ses tonuyla benimle konuşurken başını da öne eğiyordu.
Sonra, birden, “Hala inançsızsın!” diyerek kalktı ve odadan çıktı.
Sanırım ne ailemizin imajı ne de benim saflardan ayrılışımın sebep
olduğu siyasi zorluklardan kaygılanıyordu. Tek kaygısı, cennette ailemizin eksiksiz bir biçimde bir araya gelmesiydi. En büyük oğlunun
sonsuz huzurun mekânı cennette, ailenin diğer üyeleriyle birlikte olmasını garanti altına almak istiyordu.
Körü körüne babamın izinden giden annemin hayal kırıklığına uğradığını ve incindiğini görebiliyordum. Tövbe edeceğimi ve babamın
beni affedeceğini ümit etmişti. Ailenin barış ve huzur içinde olması
tek dileğiydi, ama olmuyordu. Hatıralarımızdan, bana olan sevgisinden, benim ev işlerine yardım edişimden konuşmaya başladı. O günlerde ona çamaşır yıkamakta, evi temizlemekte, bozulmuş eşyaları
tamir etmekte yardım eder ve akşamları onu parka götürürdüm. Ben
hapisteyken ve askerdeyken babamla birlikte sürekli beni düşündüklerini ve mürtet ilan edildiğim zaman hayatımı kaybetmemden ne
kadar korktuklarını anlattı. Sonra sağlığından yakındı ve son yıllarda
vefat eden akrabalardan bahsetti. O hâlâ akrabalarından, bense hâlâ
hepsinden uzaktaydım. Konuyu değiştirmek için ona ablamı sordum.
Ablam Süreyya, İslam’ın Ortodoks formunu reddettiğim 1986 yılında benimle iletişimi kesti. 1980 – 1983 yılları arasında cezaevindeyken, bana her hafta mektup yazmış ve ziyaretime gelmişti. O zamanlar birbirimize çok yakındık. Şimdi onu görmek istiyordum ama
benimle görüşmeyi reddediyordu. Benden iki yaş büyüktü ve evlenmemişti. Süreyya çok zeki, belki de dâhiydi. Baskıcı ve ayrımcı Türk
adaleti başörtüsüyle derslere girmesine izin vermemiş, o da mecburen bitirme sınavlarına girerek lise diplomasını almıştı. Sömestr boyunca sınavlara girmişti ama başörtüsüyle lise bitirme sınavlarına
bile girilemiyordu. Milletvekili olan dayım, nüfuzunu kullanarak
Bitlis’te bir lisede başörtüsüyle sınava girmesini sağlamıştı. Süreyya, Bitlis’e gidip bu şekilde sınavlara girebilmişti. Daha sonra,
Süreyya üniversiteye giriş sınavından yüksek bir puan alarak İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne kaydını yaptırmıştı. Astronomi
okuyacaktı fakat ne yazık ki derslere girmesine izin verilmedi. Her
nasılsa, final sınavlarına girip ilk iki yılı tamamladı ve ön lisans derecesini kazandı. Lakin daha sonra onun için üniversiteye girmek
imkânsızlaştı. Ön lisans diplomasını bile alamadı, çünkü başörtüsüz
vesikalık fotoğraf vermesi gerekiyordu.
528
Laiklerin kadın başörtüsüne karşı tuhaf bir takıntısı vardı. Laik Türk
Norşin’den Arizona’ya
oligarşisi İslam’ın canlanmasına karşı paranoyaktı; bu yüzden, bazı
dini sözler ve sembollerle ilgili akıl dışı fobik tepkiler geliştirmişti.
Kadınların saçlarını görmek istiyorlardı. 70’li yılların başından itibaren okullarda başörtüsünü yasaklamak, ülkede siyasi ve sosyal
açıdan en bölücü unsur olmuştu. Saçı örtmek kadının zekâsı ve bilgisini yok edecekmiş gibi; özel olsun, devlete ait olsun ilahiyat fakülteleri dâhil bütün üniversitelerde başörtüsünü yasakladılar.
Türk elitleri, gülünç bir ilerleme kavramı geliştirmişti. Batı medeniyetine yetişebilmek için; Batı’nın giyimi, modası, yaşam tarzı ve tüketim kültürüne fanatik bir bağlılık ortaya çıkardılar. Kadınlar vücutlarını gösterir, erkekler alkollü içki içerse Batı uygarlığı saflarındaki yerlerini alacaklarını düşünüyorlardı. İlerlemenin diğer bir şartı
da kamuya ait her yere bir Atatürk heykeli veya büstü dikmek ve her
duvara Atatürk resmi asmaktı. Bu yüzden, devletin kontrolündeki
medya, bütün gayretiyle çıplaklığı, alkol tüketimini ve Atatürk’e tapınmayı özendiriyordu. Günlük gazetelerin ön sayfalarında ve haber
dergilerinin kapaklarında belirli bir yeri çıplak fotoğraflar kaplıyordu.
Her yerde bira reklamları görebiliyordunuz. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun heykellerini yapmak için fabrikalar gece
gündüz çalışıyordu. Siyasallaşmış ordunun desteğini de arkasına
alan bu batıya bakan maymunlar, ülkeyi etnik azınlıklar ve dindar
kesimler için cezaevine çevirmişlerdi. Tabii bu arada; ülkenin kaynaklarını da yağmalıyor, sömürüyorlardı.
Ülkemizin anlamsız ve baskıcı kanunlarına karşı savaş, içimizden
çok sayıda eylemci yetiştiriyordu. Kutuplaşmış ve radikalleşmiştik.
Mağdur olduğumuz algısı bizi birbirimize ve davamıza daha da bağlıyordu. Devletin paranoyası kendini gerçekleştiriyordu. Bu ve benzeri baskıcı ve bağnaz yasalar, milyonlarca normal vatandaşı radikal
İslamcılara dönüştürüyordu. Yönetici sınıf başörtüsü yasağında ısrar
ettikçe, başörtüsü takan kadınların sayısı katlanarak artıyordu. Böylece ablam, İslami devrim peşinde koşan bir gruba katıldı. Dergilerde makaleler yazmaya, toplantı ve gösterilere katılmaya başladı.
Ne gariptir ki, İran, Suudi Arabistan ve Afganistan’da baskının sembolü olan örtü; Türkiye’de kadın hakları ve özgürlüğün sembolü olmuştu. Birçok sözde Müslüman ülkede kadınlar erkekler tarafından
başörtüsü takmaya zorlanırken; Türkiye’deki kadınlar takmamaya
zorlanıyorlardı. İki durumda da ezilen kadın oluyordu.
Dini sömüren ve kadını küçük gören muhafazakâr partilerin erkek liderleri, ansızın kadın haklarının yılmaz savunucuları olmuştular.
529
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Haklı olan sadece kadınlardı. Bu çatışma, geleneksel Müslüman kadınlara bir kimlik ve dava kazandırmıştı. Artık evlerinde hapis değildiler; manşetlerdeydiler; kampanyalar düzenliyor, makaleler yazıyor,
politikacılarla görüşüyorlardı. İlginçtir ki, bu siyasi mücadele başörtüsü fobili paranoyak laik seçkinlerin haklılık alanını genişletiyordu;
başörtüsü artık radikal İslamcıların bir sembolüydü ve kamu alanından tamamen çıkartılmalıydı. İroniktir ki, geleneksel değerleri önemseyen kadınları siyasi rant için kullanmak isteyen politikacılar; şimdi
eşleri ve kızları tarafından kadın komiteleri kurulması ve başka ihtiyaçlarına da kulak verilmesi konusunda baskı görüyorlardı.
Başörtüsü savaşının başladığı tarihten 30 yıl kadar sonra, güçlü dinci
partinin seçimlerde birkaç kadını listesine almaktan başka seçeneği
kalmamıştı. Türk kadınlarının büyük çoğunluğu az ya da çok başlarını
örtmesine rağmen, 2000 yılına kadar başörtülü kadınlar TBMM’de
görünmediler. 2000 yılında ilk kez bir başörtülü kadın milletvekili seçildi. Meclise girdiği gün, çoğunluğu erkeklerin oluşturduğu milletvekilleri onu protesto ettiler. Yemin etmek için kürsüye çıktığında mecliste çoğunluğu oluşturan rakip partilerin erkek temsilcileri çılgına
döndü. Sıralarına vuruyor, bağırıyor, küfrediyor, lanetler yağdırıyor
ve kadın milletvekilinin yolunu kesiyorlardı. Başbakan, başörtüsüyle
meclise girdiği için onu kınayan, öfkeli ve tehdit içeren bir konuşma
yapıyordu.
Ordu, iş ve medya gibi güçlü kesimlerden oluşan yönetici sınıf tarafından kapatılmaktan korkan Fazilet Partisi de kadın milletvekiline
fazla destek olamamıştı. Böylece kadınların çoğunluğunu temsil
eden ilk başörtülü milletvekili, laik erkek vekiller tarafından daha ilk
gününde meclis dışına çıkartılmıştı.
Ablam, işte böyle bir atmosferde yetişmişti. Bazı eğitimli erkeklerin
babam vasıtasıyla ona evlenme teklifi gönderdiğini hatırlıyorum;
ama o evlenmek istemiyordu. Seken ayağıyla tanınan biyolog arkadaşına çok bağlıydı. O arkadaşı evleninceye kadar evlenmemeye karar vermişti. Sonradan öğrendiğime göre, kendisine evlenme teklif
eden erkeklere ikisiyle de evlenmeleri için karşı bir teklif sunmuş
ama hiçbiri bu teklifi kabul etmemişti. Sonra arkadaşının evlendiğini
duydum. Ancak ablam hâlâ bekârdı. 40 yaşını geçmişti ve belki de
hiç evlenemeyecekti.
530
Diğer kız kardeşlerim Ayşegül ve Aynur, ablamın yaşadığı siyasi
baskılara maruz kalmadılar. İlkokuldan sonra eğitimlerine devam etmek istemiyorlardı. Kitaplara ve siyasi aktivitelere tutkun ablam Süreyya’nın aksine, onlar aynalara ve modaya tutkundular. Üçüncü
Norşin’den Arizona’ya
kattaki evimizin küçük balkonu dar bir sokağa bakıyordu. Hayatlarından sıkılan kız kardeşlerim, zamanlarının çoğunu o balkonda geçiriyorlardı. Babam sert bir adamdı fakat onların ergenlik sorunlarıyla ilgilenmiyor yahut onları görmezden geliyordu. Annem endişeleniyor ama bir çözüm yolu bulamıyordu.
Ben Amerika’dayken ikisi de aynı gün mahalleden çocuklara kaçmışlardı. Ailemiz, özellikle de milyonlar tarafından dini lider olarak
saygı gören babam için çifte bir utançtı bu. Babamın bu genç ve güzel kızlarıyla iş sahibi, eğitimli ve varlıklı birçok erkeğin evlenmek
isteyeceğini umuyordum. Belki de buna cesaret edemiyorlardı. Süreyya birkaç teklifi geri çevirmişti. Ayşegül ve Aynur’sa daha çok
gençtiler. Yalnız kız kardeşlerim sıkıcı bir yaşam sürmeyeceklerdi.
Babamın katı kurallarından bıkmışlardı. Biri bir berbere, diğeri de
sonradan taksi şoförü olan incik boncuk işiyle uğraşan birine kaçmıştı. İkisi de ne eğitimli ne de zengindi. Dahası, ne siyasetle ilgileri
vardı ne de dindardılar.
Ailemin durumunu bildiğim için, iki kız kardeşimi de bu yaptıkları
yüzünden suçlamadım. Sokağı, gerçek dışı idealler ve modası geçmiş dini kurallarla yönetilen ev hapsine tercih etmişlerdi. Ne yazık
ki iki kız kardeşim de, birkaç çocuk sahibi olduktan sonra, eli sopalı
ve sadakatsiz kocalarıyla mutsuz bir hayat sürmeye mahkûm oldular. Onlara ve çocuklarına yardımcı olamamak bana çok ağır geliyor.
Eşimle birlikte Türkiye’ye gidişimizden bir yıl sonra, 1997 yılında,
bu defa kısa bir iş seyahati için yeniden Türkiye’ye geldim. Bu vesileyle anne ve babamı da kısa bir süreliğine gördüm. Aslında onları
ziyaret etmek istemiyordum; çünkü bir önceki ziyaretim iki taraf için
de acı verici olmuştu. Fakat bir evlat olarak bunun bir görev olduğunu hissediyordum. İki küçük kız kardeşim ve annem beni sevinçle
karşıladı. Nedim’den iki yaş küçük olan erkek kardeşim Müfit de
oradaydı. Mutfaktaydı. Ona doğru gittim ve selam verdim. Ancak,
selamım karşılıksız kaldı.
Müfit, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden sosyoloji yüksek lisans
diploması almıştı. Harika bir araştırmacı olarak kabul edilmesine
rağmen, içedönük biriydi ve ağabeyi Nedim’in etkisi altındaydı. Nedim kadar dindar ve maneviyatı yüksek değildi ama sonuçta o da
Nedim’le aynı inancı paylaşıyordu. Dini konularda kendini benimle
tartışabilecek kadar bilgili görmediğinden, aileden miras dini reddedişimle ilgili olarak psikolojik ve sosyolojik açıklamalar geliştirmişti. Bu açıklamalar, beni eleştirmesi ve suçlaması için ona kâfi
derecede sebep sağlıyordu.
531
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Nedim’e gelince… Onunla konuşmak isterdim; fakat saldırgan ve
ağzı bozuk olduğu için onunla karşılaşmaktan sakınıyordum. Çok
zekiydi ve Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinden mezun olmuştu. Teorik fizik okumuştu lakin hiçbir zaman alanıyla ilgili bir
işte çalışmamıştı. Bunun yerine, zamanının çoğunu mistik ve tasavvufi dini kitaplar okuyarak geçirirdi. Sıradan bir Sufi liderin müridi
olmak için uygun değildi. Bunun için fazla zeki ve bilgiliydi. Rahatlıkla dini bir tarikatın lideri olabilirdi; ama o evsiz biri gibi yaşamayı
tercih ediyordu. Yaz sıcağında bile kat kat elbise ve uzun bir palto
giyerdi. Uzun yabanıl bir sakal bırakır ve saçlarını kısa kestirirdi.
Dini talimatlara uygun giyinir ve kısa bıyık bırakırdı. Bana ve başka
birçok kişiye göre kendini mümkün olduğunca çirkin göstermeye çalışıyordu.
Muhtemelen bu sıkıntısının kaynağı annemdi. Ailemde affetmeyeceğim biri olsaydı bu annem olurdu. Genç bir çocukken annemin
Nedim’in dış görünümüyle ilgili olumsuz sözlerini çok net hatırlıyorum. Nedim’in yanında bile ben ve kardeşlerimin fiziksel güzelliğini
över, Nedim’in çirkin görünümünden yakınırdı. Nedim ne karşı çıkar ne de üzüntüsünü dile getirirdi. Ama tavırlarından çok incindiğini hissederdim. Eğitimsiz “asil” kadınların erkekleri tarafından eve
hapsedildiği, ellerinde güzellikleriyle övünmekten başka bir şey kalmayan bir çevreden gelen annem, cahildi ve okuma yazma bilmezdi.
Metin’le oyunlar oynayıp gizlice sinemaya gittiğimiz ve çizgi romanlar okuduğumuz delikanlı çağımızda, Müfit’le Nedim de Fatih
Camisi’ne giderlerdi. Nedim hiç futbol oynamaz, nadiren tiyatroya
gider veya çizgi roman okurdu. Genellikle tek başına, bazen de Müfit’le camiden camiye gezerdi. Bazen de Metin’le bana eziyet ederdi.
Bizi babama ispiyonlar, Metin’le benim onu dövdüğümüz gibi, hakkımızda yalanlar uydururdu. Başımızı derde sokmak için Müfit’i
kullanırdı. Çoğu zaman başarılı olur, babamın benle Metin’i azarlamasını ve bize ceza vermesini sağlardı. Sonraki yıllar da karşıtlığı
değişmedi. Metin’le ben siyasi gençlik hareketine katılırdık ama o,
bizim bu siyasi eylemlerimize karşı çıkardı.
532
Ortaokuldayken yaşlı mutasavvıfların ağına düşmüş, bütün gününü
Fatih Camisi’nin bir köşesinde geçirmeye başlamıştı. Tasavvuf Nedim’e çok uygundu. Bu, ona münzevi olma ve çirkin bir tarzda giyinme konusunda dini gerekliliği sağlıyordu. Metin’in birçok arkadaşı vardı, Nedim’inse sadece bir ya da iki… Ama lisede arkadaşlarıyla olan ilişkisi, benim ölçütlerime göre fazlasıyla yakın sayılırdı.
Bir kedi gibi onlarla güreşir ve tüm cep harçlığını onlara verirdi, vb.
Norşin’den Arizona’ya
Nedim hiç evlenmedi. Dini inançları ve kişiliğini bildiğim kadarıyla
hâlâ bekâr olduğunu söyleyebilirim. Son zamanlara kadar bir işte çalışmamış ve annem ve babamla yaşamıştı. İlginçtir; birkaç yıl önce
eski yoldaşım ve sınıf arkadaşım olan İstanbul Belediye Başkanı, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye yardımcı olması için onu
danışman olarak işe aldı. Bence yakışıklıydı, ama annemin onun
hakkındaki yıllar önceki düşüncelerini haklı çıkarmak istercesine
dindar bir köylü gibi giyiniyordu. Benden dört yaş küçüktü, fakat
şimdi on yıl büyükmüş gibi görünüyordu. Onu sokakta gözlerini
ayaklarına sabitlemiş vaziyette gören yabancılar, onun üniversite
mezunu oldukça zeki biri olduğunu tasavvur bile edemezdi. Duygusal gelişimi zihinsel gelişiminin tam aksi istikametteydi; ilki yavru
bir kedi, ikincisi dev bir balina büyüklüğündeydi.
Önceki ziyaretimde, Nedim bana fiziki saldırıda bulunmuştu. Diğer
iki kız kardeşim, eşleri ve çocuklarıyla birlikte en küçük kız kardeşimin evindeydik. Orada olduğumu öğrenmesi durumunda Nedim’in
sorun çıkartacağını biliyorlardı. İki sebepten koşturarak eve gelirdi:
bana ders vermek ve akrabalarını benim gibi bir mürtet olmaktan
kurtarmak. İkincisi geçen her yıl, bana olan nefretini artırmıştı.
Kız kardeşimin evi babamın eviyle aynı sokakta, onların evinin karşısındaydı. Nedim’in varlığımdan haberdar olması çok sürmemiş,
nerede olduğumu öğrenir öğrenmez kız kardeşimin evine gelmişti.
Eniştelerime terbiyeli olacağına söz verdikten sonra eve girmesine
izin verilmişti. İçeri girince dini konularda tartışma açmak istedi.
Geçmişteki tecrübelerimizden onun nazik bir tartışma yürütemediğini bildiğimden, ona tartışmak istemediğimi söyledim. Sakin ve kibar olacağına söz verdi. Konuşmaya ve bana sorular sormaya başladı. Kontrolünü kaybetmesi uzun zaman almadı. Üzerime atladı ve
tüm kuvvetiyle kolumu tutarak ısırmaya kalkıştı. Ondan çok daha
güçlü olduğumu bildiğimden korkmuyordum. Kendimi savunurken
aşırı güç kullanmadım, ancak itiş kakış esnasında kontrolümü kaybedip ona zarar vermekten korkuyordum. Bu durumda, o kadar yüksek sesle bağırırdı ki sokaktaki herkes durup penceremize bakardı.
Nedim; üniversite mezunu, zeki, maneviyatı yüksek, alçakgönüllü,
oldukça cömert, hayırsever bir birey ve tabii ki benim biyolojik kardeşimdi. Böyle birinin saldırısına uğrayıp ısırılmak utanç verici ve
manen can yakıcıydı. Ta Amerikalardan gelmiştim ve kardeşim, normalde mutlu bir ev sahibi olmalıyken çıldırmıştı ve hasmımmış gibi
533
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
davranıyordu. Görüntüm, hatta ismimi duymak dünyanın en mütevazı insanı olan kardeşim Nedim’i, kavgacı ve çıldırmış birine dönüştürmeye yetiyordu. Kolayca aklını ve kontrolünü kaybediyor ve
insanlıktan çıkıyordu. Onun için bir mürtet olmak, bir insanın başına
gelebilecek en kötü şeydi. Bir mürtet, kobra yılanından veya kara
mambadan çok daha korkutucuydu. Ve kardeşime göre bir mürtetin
kardeşi olmak, hayatta başına gelebilecek en berbat durumdu.
Bu ikinci ziyaretimde, ne yazık ki, o da babamla annemin evindeydi.
Beni görür görmez bağırmaya, hakaretler yağdırmaya, küfretmeye
ve beni lanetlemeye başladı. Zavallı babam kollarını sallayarak beni
korumaya çalışıyor, Nedim’e odadan çıkmasını söylüyordu. Nedim
odadan çıktı. Çok yaşlı olmasına rağmen ona olan saygımız hiç azalmamıştı. Nedim; birkaç metre ötede bir hırsıza saldırması engellenmiş bekçi köpeği gibi öfkeden parmaklarını ısırarak koridorda bekliyordu.
Babam, önceki yıla nazaran çok değişmişti; çok daha yaşlı ve yorgun
görünüyordu. Annem, gizli bir şekilde, bana babamın hafızasını kaybetmeye başladığını söyledi. Suikasta uğrayan kardeşim Metin’in
Afganistan’da bir yerde yaşadığını ve bir gün geri döneceğini söylüyordu. Her nasılsa annem de bu hayale inanıyor ve bana bundan haberim olup olmadığını soruyordu. Bu dini bir konu değildi ve kimseyi incitmez diye düşünerek anneme bu hikâyeye inandığım izlenimini verdim. “İnşallah, yakında onu görürüz.” dedim. Anne ve babamın böyle bir umuda kapıldığını görünce sevindim. Bu durum
bana, on ikinci imam (Mehdi) veya İsa gibi aziz dini liderlerin geri
döneceğine dair masalları hatırlatmıştı.
Annemin pişirdiği yemeği yedikten sonra sıra yine sorgulamaya gelmişti. Babam yine kapının yanındaki yatağa oturarak bana sorular
sormaya başlamıştı. Annem, umut ve korku hisleri arasında kalmış
vaziyette bizi dinliyordu:
534
― Allah’a inanıyor musun?
― Evet, Allah’a inanıyorum.
― Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna inanıyor
musun?
― Evet, Muhammed Allah’ın elçisiydi.
Kısa bir süre durduktan sonra devam etti:
― Kuran’a inanıyor musun?
Norşin’den Arizona’ya
―
―
―
―
―
―
―
Evet, inanıyorum.
Namaz kılıyor musun?
Evet, kılıyorum.
Oruç tutuyor musun?
Evet, tutuyorum.
Zekât veriyor musun?
Evet, veriyorum.
Sonra kafası karışmış bir şekilde durdu ve bir şeyler hatırlamak istiyormuş gibi tavana baktı:
― İnsanların senin neden mürtet ve kâfir olduğuna inandığını bilmiyorum. Görünüşe göre sen bir inanansın.
Yarı açık duran kapıdan Nedim’i gördüm. Farkında değildim ama
bizi dinliyormuş. Öfkeyle babama bağırdı:
― Yalan söylüyor. Hadis ve sünnete inanmıyor.
Babam onu dinlemek istemiyordu. Ona bizi yalnız bırakmasını söyledi. Nedim öfke nöbeti geçiriyor, beni yalancılıkla suçluyor ve cehenneme gönderiyordu.
Ama yanılıyordu. Cevaplarım doğruydu. Babam da olsa, kimseyi
mutlu etmek için dini inançlarım hakkında yalan söylememiştim ve
söylemeyecektim.
Önceki ziyaretimin aksine, babam bu defa ayrıştığımız konularda;
hadis, sünnet ve mezhep hukuku gibi konularda sorular sormamıştı.
Verdiğim yanıtlar, bu yüzden tatmin edici olmuş ve babam benim
inanan olduğumu düşünmüştü. Annem nefesini tutmuş, babamın ağzından çıkacak iyi haberi beklerken birden bir duygu patlaması yaşadı. İki elini birden gökyüzüne kaldırarak, oğlunu doğru yola ilettiği için Allah’a şükretmeye başladı. Bugün ona yaşattığı şeyden
ötürü Allah’a bir koyun kurban edip etini komşulara dağıtmaya söz
verdi.
Bu duygusal tepkiyi göstermekte haklıydı.
Yıllar önce, 23 Şubat 1979’da oğullarından birini ırkçı bir çetenin
kurşunlarıyla kaybetmişlerdi. Daha sonra birçok sefer beni de kaybetmişlerdi. Kardeşime yapılan suikastla 12 Eylül askeri darbesi arasında beni siyasi eylemlerde, polis karakollarında ve cezaevlerinde
bir hafta ila iki aylık periyodlarda on bir kez kaybetmişlerdi. 12 Ey-
535
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lül 1980’den itibaren bir mahkûm olarak üç buçuk yıl Türk ordusunda; 1985’te sakıncalı piyade olarak yine aynı rejimin ordusunda
bir buçuk yıl asker olarak; 3 Aralık 1986’da dört aylığına yeniden
cezaevinde ve yine 1986 yılında, gördükleri kadarıyla, Amerikalı bir
zındığın propagandaları dolayısıyla bir mürtet olarak kaybetmişlerdi. Hem maddi hem de manevi anlamda en uzun ve en zorlu ayrılış
bu olmuştu. Ve şimdi 1997 yılında onlara dönmüştüm.
Annem ve babam çok mutlu olmuşlardı. Elbette ben de…
536
Norşin’den Arizona’ya
20
Son söz değil
Doğrusunu söylemek gerekirse, aktörlerin kahraman olarak kabul
edildiği, romanların, kurgusal edebiyat kitaplarının en çok satan kitaplar olduğu, sahtekârların kutsal cübbeler giydiği, ninelerin estetik
ameliyatı yaptırdığı, çift anlamlı konuşmanın ortak dil olduğu ve kapitalizmin özgürlüğe giden tek yol olarak kabul edildiği bir dünyada
doğruyu söylemek cesaret ve bazen de kahramanlık gerektirir.
Eskiden radikal İslam olarak bilinen uluslararası örgütlenmenin
gençlik liderlerinden biri olan, fanatiklerden arada bir ölüm tehditleri alan ve en yakın dostunu teröristlerin bıçak darbeleri sonucu
kaybeden ve kendini insan hakları, ifade özgürlüğü, demokrasi ve
İslami reforma adamış bir Müslüman olarak, bütün Müslümanları
yalnızca Kuran’ı temel alarak kendilerini yeniden şekillendirmeye
(kendilerini reforme etmeye) davet ediyorum.
Herkes için barış ve adaletin araştırıcıları olmalıyız. Kendimizi Allah’ın doğadaki ve kutsal kitabındaki yasalarına teslim ederek, ferdi
özgürlüğe ulaşmaya çalışmalıyız. Hurafelere boyun eğmemeli, aklımızı kullanmalıyız. Bizi cehaletin karanlığına ve Orta Çağın gerileten şirk kültürüne mahkûm eden din adamlarının öğretilerini terk etmeliyiz.
Aklın ışığında sağlıklı bir kalbin ürünü bir niyet ile okunan Kuran’ı,
insan ürünü öğretilerle bulaştırmadan izlemenin etkileri çok yönlü
ve büyük olacaktır. Bu, kadınların toplum içerisindeki rolünde, ifade
özgürlüğünde, demokraside, bilim ve teknolojide, ceza hukukunda,
emperyalizme karşı mücadelede, servetin dağılışında, uluslararası
terörizmde ve diğer uluslarla barışçıl ilişkiler kurma konularında bir
paradigma değişikliği sağlamaktadır.
Bir Amerikan vatandaşı olarak, Amerika halkını ülkemizin dış politikasına karşı daha duyarlı olmaya çağırıyorum. Silah ve petrol şirketlerinin çıkarına hizmet eden uzağı görme kusurlu Amerikan dış
537
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
politikası, maalesef Müslüman ülkelerde aşırı ve fanatik grupların
güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
İster muhalif, ister totaliter rejimlerin işbirlikçisi olsunlar, militan
din adamları ciddiye alınmalıdır. Dini ve atalarının sözlerini kullanarak saf kitleleri kanlı çatışmalara seferber edebilirler. Militan din
adamlarına mani olmanın en iyi yolu, barış ve özgürlükten yana olan
aydınlara destek olmak ve yabancı ülkelerdeki mal varlıklarını dondurmak ve uluslararası mahkemelerde yargılamak gibi yasal yollarla
birini diğerine yeğ görmeden baskıcı liderleri kınamak ve cezalandırmaktır.
1996 yılında Türkiye'ye yaptığım kısa ziyarette, ülkemden hicret ettikten 7 yıl sonra ilk kez medyaya çıktım. O günden bu yana, Türkçe
ve İngilizce birçok kitabım yayımlandı. 19.org’un kurucusu ve İslami Reform için Kritik Düşünenler ve MPJP derneğinin ortak kurucusu olarak, Türkiye’deki ve İslam dünyasındaki gelişmelerden
haberdar olabildim ve giderek genişleyen Türkiye reformist aydınlarının networkunun merkezindeyim.
11 Eylül 2001'de Amerika'ya karşı gerçekleşen saldırıdan beri Ortadoğu’da günümüzde yaşanan krizlerle ilgili olarak Haçlılar ve Mücahitlerle (cihat edenler) ile ilgili karmaşık duygular taşımaktayım.
Amerikan medyasındaki önyargı ve politik süreçler beni hayal kırıklığına uğratmış durumdadır.
Birçokları ülkeye teröristlerin girmesine izin verdikleri gerekçesiyle
göçmenlik bürosu yetkililerini veya prosedürlerini suçlamaktadır.
Ben gerçek suçun göçmenlik sisteminde değil, Amerikan dış politikasında olduğunu düşünmekteyim. İran Şahı, Mısır ve Suudi rejimleri gibi demokratik olmayan ve totaliter rejimleri desteklemek, uzak
görüşlü olamamaktır. Bu durum ülkedeki ve ülke dışındaki Amerikan vatandaşlarının güvenliğini çok büyük tehlikeye atmaktadır.
Yozlaşmış ve zorba yönetimler altında yaşayan halkların güvenliğini
önemsemeyen ABD, uluslararası terörizmden güvende olmayı nasıl
ümit edebilir? Halkına hayvanlar gibi muamele eden, onları cehalete
mahkûm eden ve kitleleri kontrol altında tutmak için dini kullanan
rejimler, geleceğin teröristlerine zemin hazırlamaktadırlar.
538
Norşin’den Arizona’ya
Yarı-Rastgele Seçilmiş
Makalelerim ve Söyleşiler
539
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Yirmi Soru
540
17 Mart 2014
Sevgili Edip selam, 3-4 sene önce Taraf gazetesinin arkasında yer
alan 20 soru köşesinde sorulan 20 soruya verilen cevapları derleyerek bir web sitesi haline getirdim. Türkiye'nin entelektüel birikimini
ortaya koymak adına bu sorulara daha önce yanıt vermeyenlere de
bu soruları yöneltip sitede yayınlıyorum. Bu manada sizin de bu soruları cevaplamanızın bu çalışmaya güzel bir katkı sunacağını düşünmekteyim. Cevaplarsanız çok memnun olacağım ve hiç bir sansüre tabi olmadan cevaplarınızı yayınlayacağım. Sitenin adresi www.20soru.com Cevaplamanızı ümit ettiğim sorular şöyle.
Hüseyin Çelikel
1. En sevdiğiniz kelime?
Niye?
2. Nefret ettiğiniz kelime?
Hoca Efendi
3. Ne sizi heyecanlandırır?
Felsefe, Kuran, Matematik üzerinde çalışmak ve firavun+karun+haman+sihirbaz dörtlüsüne karşı özgürlüğü, adaleti, barışı ve gerçeği
savunmak.
4. Heyecanınızı ne öldürür?
Zaaflarım ve günahlarım.
5. En sevdiğiniz ses nedir?
Çocukların kahkahası.
6. Nefret ettiğiniz ses?
Halkın milli ve dini duyguları gıdıklayan din tüccarı siyasilerin ve
onların yalakası din adamlarının sesi.
7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
Bu soru tekil sorulur mu? Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak
üzere din adamlığı, Entomoloji, Gardiyanlık, Barmenlik, Bankacılık, Askerlik, aynı işi tekrarlayan montaj bandında işçilik, İstanbul
trafiğinde taksi şoförlüğü.
8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Norşin’den Arizona’ya
Binlerce kişinin gözü önünde buz patenimin ucuna takılmış boyalı
kalemle buzun üzerinde müzik eşliğinde dans ederek, www.19.org
sitesinin logosunu turuncu boyayla çizmek ve yazdığım lirikleri
şarkı sözü olarak okurken, heyecandan ayağa kalkan seyircileri sessiz tutabilmek.
9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
Tek yumurta ikizim veya oğlum :) (Beni narsis olarak yaftalayacak
çakma psikologlara yem olsun.)
10. Nerede yaşamak isterdiniz?
Ayasofya ile Altı minareli Mavi Cami arasındaki mesafeyi çap ve
orta noktasını merkez kabul eden dairenin içinde minimum 114 metrekarelik bir dairede.
11. En önemli kusurunuz nedir?
En önemli kusurum mala, mülke, kelle sayısına, atalarına ve güce
tapanların alçaklık düzeylerini ve kötülüklerinin boyutunu ve çeşidini yeterince takdir etmemek.
12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
Kitaplarımı, makalelerimi araştırıp inceleme bir yana hiç okumadan
eleştirmeye çalışan müritlere ve sersemitlere cevap yetiştirmeye çalışmak. (Sen papaz gibi benden bir itiraf bekliyorsun değil mi? Klavyeni yalarsın:))
13. Kahramanınız kim?
Çok… Kronolojik sırayla listelemeye çalışarak birkaç tanesini bildireyim: Azer'in oğlu İbrahim, Palato'nun hocası Sokrat, Köleleri özgürleştiren Musa, İmran'ın kızı Meryem, Meryem'in oğlu İsa, Hypatia, Muhammed, Ebu Talib'in oğlu Ali, Ali'nin oğlu Hüseyin, Ömer
Hayyam, Selâhaddin Eyyubi, Galileo, Copernicus, Euler, Erasmus'un torunu Darwin, Şeyh Bedrettin. Albert Einstein, Mustafa Kemal Atatürk, Said Nursi, Seyid Rıza, Malcolm X, Şeriati, Deniz Gezmiş, Metin Yüksel, Rashad Khalifa, Nelson Mandela, José Mujica,
Noam Chomsky, Malala Yousafzai ve Eşim… Ve tabi ki Teksas,
Tommiks, Spiderman, Superman, Zoro, Robin Hood, Malkoçoğlu,
Köroğlu ve Kawa.
14. En çok kullandığınız küfür?
Zıkkımın kökü!
15. Şu anki ruh haliniz nasıl?
"Ben bu soruları niye cevaplıyorum ki?" diye yarı şaşkın bir ruh hali
:) Değeri düşük bir soru bu. 6346 soru içeren bir listenin sonunda yer
almayı hak edebilirdi.
541
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
İslam'ın birinci şartı akletmek, kritik düşünmektir; önce akıl, sonra
nakil. Bu arada, sadece kral çıplak değil, terzileri de çıplak! Dekart
bir kez düşündü ve var oldu; ben iki kez düşünüyorum; bu yüzden
inanmıyorum.
17. Mutluluk rüyanız nedir?
Yaratıcıma kavuştuğum an.
18. Sizce mutsuzluğun tanımı?
Tanrı'nın ayetlerine/işaretlerine tanık olmamak ve erdemli bir hayat
sürmemek; yani tevhit felsefesinin bahşettiği özgürlüğü, adil ve barışçı tavrı ıskalamak!
19. Nasıl ölmek isterdiniz?
Mümin olarak, yani ayetlere ve beyyinelere tanık olmanın ve erdemli bir hayat yaşamış olmanın ürettiği güvenle…
20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne
söylemesini istersiniz?
Hoppala! Bu soruya dört nedenle cevap vermiyorum: Birincisi,
saçma bir soru; cennete gittikten sonra Tanrı bana ne derse desin fark
etmez. İkincisi, Tanrı'ya laf önerecek kadar cahil değilim. Üçüncüsü
ölünce değil, öldükten sonra dirilince cennete gidilir. Dördüncüsü…
Onu da beni iyi tanıyanlar tahmin edecektir :) Meleklere ne diyeceğimi biliyorum: Aleyküm selam.
İlk önce şurada yayımlandı:
http://www.20soru.com/Cevap/CevapUser/?UserId=861
***
AKP ve Seçimler Üzerine Edip Yüksel ile Söyleşi
542
22 Mart 2014
"Türkiye'deki halk kritik düşünme eksikliğinin ürettiği psikolojik,
sosyolojik, ekonomik ve politik sorunların oluşturduğu cehennemde
çırpınan bir kitledir…"
Yerel seçimler yaklaştıkça ülkedeki tartışmaların şiddeti arttı. Montaj iddiaları, yolsuzluk tartışmaları, meydanlarda gittikçe sertleşen
üsluplar... 17 Aralık operasyonlarıyla birlikte iyiden iyiye hedef haline gelen Ak Parti’yi ve Recep Tayyip Erdoğan’ı yazar Edip Yüksel’e sordum.
Norşin’den Arizona’ya
Gençliğinde Fatih Akıncılar Derneği’nde aktif faaliyet göstermiş
olan Edip Yüksel, İslami çevrede en çok okunan yazarlardan biriyken hadis kitaplarını ve Sünniliği reddetmesiyle birlikte yakın çevresinden büyük tepki gördü. Kitapları yasaklandı ve devamında mürtet (dinden çıkan kişi) ilan edildi.1989 yılında ABD’ye yerleşmek
zorunda kalan Edip Yüksel’in Türkçe ve İngilizce dillerinde yayımlanmış 27 kitabı bulunuyor. Bu kitapların içinde KUR'AN-I KERİM'in Türkçe meali de var. Arizona'da bir yükseköğrenim kurumunda felsefe ve mantık dersleri veren ve University of Arizona,
Oxford, Princeton başta olmak üzere çeşitli üniversitelerde konferanslar veren Edip Yüksel, Türkiye’deki ana akım medyanın görsel
ve yazılı kanallarında hemen hemen hiç yer almıyor. Kendi Youtube
hesabından paylaştığı konuşmaları bugüne kadar üç buçuk milyondan fazla izlendi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, birçok bakan ve iktidar partisi
milletvekilleriyle tanışıklığı olan Edip Yüksel’in bugünün Türkiye’sine dair tespitleri oldukça dikkat çekici.
Volkan Kutluer
***
“Dünün Fedakâr İslamcıları Bugün Faşist,
Polisçi ve Yalaka”
VOLKAN: Yıllar önce Türkiye'de Sünni olduğunuz dönemlerde
bugünkü gibi bir iktidarı öngörebiliyor muydunuz?
EDİP: Hayır. Türkiye'de özellikle son yıllarda gerçekleşen değişimler, özellikle paşaların politikaya müdahalesinin sona erdirilmesi,
kadınların din ve bireysel özgürlüklerini ihlal eden başörtü yasağının
kalkması ve hatta TC'nin en yüksek mevkilerini işgal edenlerin eşlerinin türbanlı oluşu ve PKK ile barış sürecinin başlaması olarak özetleyebileceğim üç büyük devrim gerçekleşti. Tabi bu arada İslamcılık
iddiasında olanlarda büyük bir de-jenerasyon da ortaya çıktı. Aslında
ne menem bir şey olduğu ifşa oldu. Daha önce Suud'da, Afganistan
ve İran'da ifşa olduğu gibi... Dünün anti-kapitalist, devrimci, özgürlükçü ve fedakâr İslamcıları, bugün kapitalist, faşist, tüketici, yiyici
ve yalaka bir nesil haline dönüştü!
VOLKAN: Eğer gitmek zorunda kalmayıp, bu dönemde Türkiye'de
yaşasaydınız AK Parti'ye karşı mesafenizi nasıl korurdunuz?
EDİP: Büyük olasılıkla ilk başta parti içinde yer alırdım; ama parti
543
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
içindeki yalakalara, yiyicilere fazla tolerans göstermezdim. Hayatım
boyunca dürüstlük ve ahlaki prensipler konusunda tavizsiz bir tavra
sahip olmuşumdur. Babam da, kardeşim Metin de hiçbir vakit kendilerini para ve mevki için satmadılar.
“ABD’nin Türkiye’deki Yumurtaları: T-Tipi Parti ve F-Tipi
Pırtı”
VOLKAN: Türkiye'deki AK Parti seçmenini, tecrübelerinize dayanarak hangi başlıklarla tanımlarsınız?
EDİP: Osmanlı'nın tarihe gömülmesinden sonra Cumhuriyetin kurucu elit tabakası tarafından horlanmış ve mağdur edilmiş olan dindar kitle AKP'nin motor kitlesidir. O kitle mağduriyetin getirdiği psikolojiyle gittikçe bilendi, büyüdü ve güçlendi. AKP bu güçlenmeyi
MSP ve Refah partisi dönemindeki anti-emperyalist, şeriatçı tavırdan ödünler vererek yumuşattı ve şeriatçı olmayan muhafazakâr ve
liberal çevrenin de desteğini aldı. En önemlisi ABD-Co'nun desteğini aldı. (ABD yumurtalarını Türkiye'de birkaç sepete koyar. Bunların başında T-tipi parti ve F-tipi pırtı gelir. Görünen o ki birinci
sepetteki yumurtalar kırılmaya başladı). Ancak AKP'nin ana kitlesi,
sözde laik, yobaz ve zorba elitler tarafından horlandıklarında, ihlal
edilen haklarını evrensel prensiplerin ihlali olarak değil de sadece
KENDİ haklarının ihlali olarak gördükleri için, insan haklarını
özümsemedikleri için, gücü ellerine geçince bu kez aynı tavrı başka
gruplara karşı göstermeye başladılar. Yani karakteristik bir bencillik
örneği sergilediler.
“Ak Parti Seçmeni Osmanlı Hayranı”
Bu kitle elbette homojen değil; ama kitlenin en etkin grubunun karakteristik özelliklerini şöyle tanımlayabilirim:
544
Kaybetmişlik ve aşağılık duygusunun getirdiği Osmanlı hayranlığı.
Müslümanların içinde düştüğü gerilik ve dağınıklıktan kurtulma
isteği.
İnandığı bir dava için riskler alan, malını ve mülkünü o dava
için sarf etme sadakati (azınlık)
Milli ve dini hormonlarla kolayca gıdıklanabilir ve kandırılabilir psikoloji.
Sadece sembollerde ve sloganlarda kalan bir maneviyatçılık; aslında alabildiğine maddecilik ve hedonizm.
Norşin’den Arizona’ya
Müslümanlık iddia etse de, Allah'a ve peygamberine en büyük
iftiraları yapan din adamlarına ve din tüccarlarına saygı gösteren
cahili ve müşrik tavır.
Güce ve güçlüye tapan kapıkulluğu.
Emperyalizme karşı bağımsız bir ülkede yaşama isteği.
Emperyalizme karşı bağımsızlığı gerçekleştirecek özgür, yaratıcı, kritik düşünen bir nesil yetiştirmenin gerekli olduğunu fark
etmeme beyinsizliği.
Geçinecek bir işe, başını altına sokacak bir eve sahip olma arzusu.
Çağın teknolojisini ve global ekonomiyi anlamayan ve meydanlara gökdelenler dikmeyi, köprüler yapmayı, ezberci öğrenci yetiştiren okullar ve kurslar açmayı ilerleme sanan çağdışılık.
Türkiye'nin NATO'ya üye olduğu sürece bağımsız olmayacağı
ve mevcut eğitim, ekonomik ve politik sistemle bunun mümkün
olmayacağı gerçeğini göremeyen hayalcilik.
Özgür ve barış içinde yaşamanın ilk şartının muhaliflere ve en
"yanlış" ve en "kötü" düşüncelere de özgürlüğün tanınması gerektiği gerçeğini ıskalamışlık.
Kısacası, kritik düşünme eksikliğinin ürettiği psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve politik sorunların oluşturduğu cehennemde
çırpınan bir kitle...
“Ak Parti, Tayyip bir şey söylediğinde kafalarını yere dikey sallayan kellelerle dolu.”
VOLKAN: Sizce iktidar partisine oy veren seçmenler için öncelik
AK Parti mi yoksa Tayyip Erdoğan mı?
EDİP: Bugün AK Parti demek Tayyip demek. AK Parti, Tayyip Sultan bir şey söylediğinde kafalarını yere diklemesine sallayan kellelerle dolu... (Paralel sallayanlar akarte edildi ) Bu halk maalesef
hâlâ Osmanlı döneminin reaya zihniyetine sahip. Yüzyıllar boyu sultanlara kapıkulluğu yapmış bulunuyor ve genelde Osmanlı denilen
600 yıllık Firavunluk dönemini idealize etmiş ve özlemle anıyor. Paranoyak ve psikopat padişahları övebiliyor ve hatta onların iktidar
hırsıyla çocuklarını ve kardeşlerini boğup öldürmelerini normal ve
hatta iyi bir iş olarak görebiliyor. Hak ve Adalet gibi evrensel prensiplere bu kadar yabancı bir zihniyetin demokratik bir yapıyı değil,
otokrasiyi, monarşiyi, krallığı veya padişahlığı alkışlaması gayet
normal. Nitekim geçenlerde Twitter'e getirilen yasağı da uyduruk
bahanelerle haklı gördüler. Ver eline ekmeği, vur dudağına kilidi!
545
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
“Sırrı Süreyya Önder Yetenekli, Zeki”
VOLKAN: Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için CHP'nin
adayı Mansur Yavaş. Kendisiyle geçmişte bir tanışıklığınız var mı,
CHP’den aday olması sizi yadırgatıyor mu? Özellikle büyük şehirlerde belediye başkanlığı seçimlerine girecek adaylardan kendinize
yakın bulduğunuz bir isim var mı?
EDİP: Türkiye'de bazı yazar ve politikacılarla eski dostluğum var...
Örneğin, Tayyip ve Ahmet Davudoğlu... Çoğu için radyoaktifim.
Ama beni tanıyan ve daha önce benimle dost veya yoldaş olan birçok
kişiyi hatırlamıyorum artık. Örneğin; 2005 yılında bazı milletvekili
arkadaşlarımı ziyaret için gittiğim TBMM'de sohbetimize katılan
AKP'li bakan Hüseyin Çelik beni tanıyormuş ama ben onu hatırlayamadım... Beş altı milletvekilinin ve birkaç gazetecinin olduğu
mecliste kendisinden bana kartını vermesini isteyince bozulmuştu:
"Ben bakanım. Bana sadece ismimle ulaşabilirsin" demişti. Neyse...
Mansur'u hatırlamıyorum. İstanbul belediye başkanı seçimlerine
aday olanlardan Sırrı Süreyya ile tanışıyorum ve onun barış, özgürlük ve adalet konusundaki tavrını samimi ve olumlu buluyorum. Belediye başkanlığı için gerekli bilgiye ve deneyime sahip mi bilmiyorum (maalesef belediyecilik konusunda ihtisası kimse aramıyor)
ama yetenekli, zeki ve normalin üstünde dürüst bir politikacı olduğunu sanıyorum.
“CHP ve MHP seçmeni Ak Parti’ninkinden Farklı Değil”
VOLKAN: Egemen Bağış'a ait olduğu iddia edilen ve ayetlerle
dalga geçildiği gözlenen ses kayıtları hakkında söyleyecekleriniz nelerdir? Sizce AK Parti yönetimi ve seçmeni buna neden hiçbir tepki
vermedi?
546
EDİP: Tayyib'in haşa Allah'ın tüm sıfatlarına sahip olduğunu ve
Tayyib'e yalakalık için daha nice ilahlaştırıcı övgüleri dizen AKP'li
politikacılara da bir tepki göstermediler. Yukarıda dediğim gibi, AK
Parti seçmeni şirk ve nifak ile malul, kompleks hayvani duygularla
hareket eden bir seçmen. Bu bağlamda CHP veya MHP seçmeninden farklı değil. Aslında Kuran'a olan saygıları mukallitçe ve müritçe bir iddiadan ibaret. Koca bir yalan. Güç ve iktidar için, daha
doğrusu kendilerini afyonlayan sınıfın gücü ve iktidarı için bir araçtan ibarettir dini iddiaları ve endişeleri... Aksi takdirde, Kuran ile çelişen binlerce hadisi, mezhep fetvalarını ve vaizlerin menkıbelerini
Norşin’den Arizona’ya
Kuran'a ortak koşmazlar ve hatta tercih etmezlerdi. Aksi takdirde barış, özgürlük ve adalet için tanık olurlar ve mücadele verirlerdi.
Böyle olunca, tepkileri kendilerini dini ve milli hormonlarla hipnoz
eden liderlerin direktifleri doğrultusunda gerçekleşiyor. Rableştirdikleri yani efendileştirdikleri liderleri tepki gösterseydi onlar da
tepki gösterirdi. Örneğin; Fethullah Gülen yıllarca hezeyanlar üretti.
Muhammed peygamberi, Kuran'a ve kronolojiye rağmen İsa'nın babası ilan etti. Kuran'ın babasının öldüğünü yumurtladı. Peygamberi,
CIA'nın organize ettiği Türkçe Olimpiyatları reklamı için hortlatıp
reenkarne etti. Allah'ın elçisi, insan elçilerin izlediği Cebrail'e posta
koydu. Peygambere iftira ederek Ali bin Ebi Talib'e kendisi için köyüne kazık çaktırdı. Hatta "Kuran Müslümanlığı sapıklığı" diye şeytanlığını ilan etti. AKP'liler tüm bunlara rağmen ona "Hocaefendi
hazretleri" diyorlardı! Ne zaman ki rableştirdikleri liderlerine F-tipi
beddua edildi ve bakan çocukları F-tipi bir operasyonla tutuklandı
işte o zaman Fethullah'ı eleştirmeye ve hatta lanetlemeye başladılar.
“Tayyip Ortalama Bir Türk Vatandaşıdır”
VOLKAN: 12 yıl önceki Tayyip Erdoğan ile şimdiki Tayyip Erdoğan arasında gözünüze çarpan en belirgin farklılıklar ve bunların sebepleri nelerdir?
EDİP: İktidara gelmeden önce daha uzlaşmacı idi ve AKP çatısı altında kendisine eleştiri yöneltebilecek kişiler ile birlikte hareket
etti... Ancak zamanla iktidarın getirdiği sarhoşluk, etrafındaki yalakaların abartıları artmaya başladı. Böyle olunca kendisini daha bir
dev aynasında gördü ve otoriterleşti. Etrafında kendisini eleştirebilecek kişilere karşı toleransı azaldı ve etrafını yalakalar veya zayıf
karakterli bürokratlar ile doldurdu. Bu tavır onun sonunu getirecektir. Diktatörleşen liderlerin sonu genelde istikbar ve istiğna adlı iki
tepeli dağın zirvesine çıkıp intihar etmeleridir. 26 Şubat 2014 tarihindeki bir Twitter'de Tayyib'i şöyle tarif etmiştim: Tayyip'i başarılı
kılan şey ortalama vatandaş olması. Günahıyla sevabıyla, entelektüel kapasitesiyle Tayip ortalama bir Türk vatandaşıdır!
“Türkiye’de Halk Milli ve Dini Hormonlarla Aptallaştırıldı.”
VOLKAN: Son olarak Türkiye'deki yerel seçimler ve bununla birlikte Türkiye'nin geleceği hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
EDİP: Türkiye maalesef kırk katır ile kırk satır arasında kalmış bir
547
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
durumda. Halk tenceresi, nesiller boyu üretilen dini ve milli hormonlarla iyice aptallaştırılmıştır ve bu haliyle başka bir kapağı da kabul
etmez... Ancak son yaşanılan olaylar halkın ufak da olsa bir kesimine
önemli bir tecrübe kazandırmıştır, kazandırmaya devam edecektir.
Bu halk bilime ve akla ihanetin sonucu birçok musibetler yaşayacaktır. İnşallah bu musibetlerden parça parça, aheste aheste de olsa dersler çıkararak ve zamanla daha tutarlı politik kurumlar oluşturacak ve
daha sağlıklı tercihlerde bulunacaktır... Kısacası, yeni yürümeye
başlayan bir çocuk gibi düşe kalka öğrenecektir. İnşallah!
VOLKAN: Şimdiden çok teşekkürler Edip Abi, iyi çalışmalar. Saygılarımla...
EDİP: Bilmukabil… Saygılarımı sunar ve hayatın boyunca erdemli
işlerde başarılar dilerim.
***
Amerika’da bir İlk ve Atatürk
Edip Yüksel
5 Nisan 2003
Sizinle çoktandır paylaşmam gereken bir haberi nihayet buraya geçmeye karar verdim. Amerikan ve İngiliz hükûmetinin bir zamanlar
Amerika’nın silahlandırıp İran’a ve Kürtlere karşı kullandığı Saddam’ı devirmek için binlerce insanı yetim ve dul bıraktığı, evlerini
başlarına yıktığı bir zamana denk geldi maalesef.
548
Oğullarım Yahya (8.764) ve Metin’in (8.384) öğrencisi bulunduğu
okulun (Accelerated Learning Lab; ALL) sahibi ve müdürü olan Dr.
David Jones ile yakından tanışıyorum. Burada Charter School olarak
bilinen devlet ve özel sektör ortaklığıyla öğretim yapan bu kurum
bünyesinde anaokulu, ilkokul, ortaokul ve lise içeriyor. Bir iki ay
önce, okulun sahibi, 11 Eylül olaylarına olumlu bir tepki olarak öğrencilere Arapça öğretmemi önerdi. Kendisine Türkçe öğretmeyi
tercih ettiğimi bildirdim. Kabul etti. Başlangıç olarak ilkokuldan üç
sınıfa günde birer saat Türkçe ders vermeye başladım. Su anda yaklaşık 120 Amerikalı öğrenci resmi bir kurumda ikinci dil olarak
Türkçe öğreniyor. Felsefe dersleri, hukuk araştırmaları ve kitap yazmaya ek olarak günde dört saat Türkçe öğretiyorum. Dört sınıfa yarımşar saat, iki sınıfa da kırkbeşer dakika olarak toplam altı sınıf...
Amerika'daki Türkiye kültür ataşesinin de belirttiği gibi bu olay
Norşin’den Arizona’ya
Amerika'da ilk ve şu ana kadar tek örnek. (Amerika’da bazı üniversitelerde az sayıda öğrenci Türkçe öğreniyor. Burada kastettiğim K12).
Şahsen tanıştığım okulun müdürü ve sahibi David Jones (eksantrik
bir deha) bana bu öneriyi yapınca hiç tereddüt etmeden kabul etmiştim. Daha önce Amerika'da yapabileceğim işlerin bir listesini yapsaydım o listeye koymayı aklıma getiremeyeceğim bir isti bu!
Oğullarıma Türkçe öğretememenin ızdırabını yaşıyorken Allah bana
Amerikalı öğrencilere Türkçe öğretme imkânı bağışladı. Elhamdülillah. Bu emr-i vaki olmasaydı oğullarıma doğru dürüst Türkçe öğretme imkânını tümüyle yitirebilirdim. Zira, dilbilimcilere göre aksanıyla bir dili öğrenmek için bir dili 13 yaşından önce öğrenmeli.
Bu yastan sonra beynimizin fizyolojik yapısı değiştiğinden yabancı
dili öğrenmek çok daha zorlaşıyormuş...
Amerikalı çocuklara Türkçeyi o kadar çok sevdirdim ki okul alanında beni gören çocuklar Merhaba, Selam, Nasılsınız, Allaha ısmarladık, Güle güle, inşallah, maşallah gibi kelimelerle bağrışıyorlar... En sevdikleri Türkçe sayı da, kuşkusuz Ondokuz :P. Tabi ondokuzu niye sevdiklerini daha bilmiyorlar. İleride öğrenirler inşallah.
İlk basta bazı anne ve babalar “niye İspanyolca veya Fransızca gibi
bir dil değil de Türkçe?” diye şikâyet ediyorlardı. (Amerika'da İspanyolca konuşan Meksika asıllı azınlık gittikçe artan nüfusuyla kültürel ve politik alanda büyük bir güç kazanıyor. Su anda devletin hemen her dairesinde İspanyolca mütercimler var. Hatta, resmi evraklar ve dilekçeler hem İngilizce ve hem İspanyolca basılıyor. Devlet
telefonlarındaki mesajlar bile her iki dilde yayın yapıyor). Ne var ki
çocuklarının en sevdiği dersin Türkçe olduğunu öğrendiklerinde veliler tavırlarını değiştirdiler. Şu anda, bazı veliler bile Türkçe sözcükler öğrenmeye başladılar. Maşallah! Hatta bazıları benden kendilerine özel ders vermemi rica etti. Buna vaktim yok, maalesef.
Geçenlerde bu çocuklar için Türkçe, Kürtçe ve İngilizce şarkılardan
bir demeti içeren bir CD yaptım ve her birine hediye etmeye başladım. Ebru Gündeş’in Yok Yere adlı şarkısını çok sevdiler. Şu anda
bir kısmı bu şarkıya eşlik edebiliyor. Derlediğim bu ilk CD'de 19
şarkı yer alıyor (CD’yi son haddine kadar doldurmaya çalışırken bir
rastlantı sonucu oldu. Bunu keramet olarak değerlendireniniz çıkmaz umarım;-): Listedeki Türkçe şarkılar: Yok Yere (Ebru Gündeş),
549
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Simdi Gel (Ahmet Kaya), Domates Biber Patlıcan ve işte Hendek
işte Deve (Barış Manço), Kavaklar (Sezen Aksu), Leylim Ley ve
Karlı Kayın Ormanı (Zülfü Livaneli). Kürtçe: Dem Dem (Kardeş
Türküler), Geli Sorisvan (Sivan), Hevi, Lomamo, Cume Cezire...
Inglizce ise Father and Son (Cat Stevens), Miracle (Queen), Joe
(Cranberry), Santiago (Loreena Mckennit) ve su anda anımsamadığım birkaç şarkı daha...
Ülkesinden kaçmak zorunda bırakılmış ve ırkçı bir rejim tarafından
anadilini öğrenmesi engellenmiş benim gibi bir Kürt’ün Amerika'da
ilk kez resmi bir K-12 okulunda müfredatın bir parçası olarak Türkçe
dersleri vermesi kaderin ilginç bir cilvesidir.
Bu arada bu konuyla ilgili bir olayı da aktarayım.
550
Türkçe öğretmeye başladığım ilk günlerde Amerika’daki Türkiye
Kültür ataşeliğine mektup ve telefon ile ulaştım. Kültür ataşesinden
kitap ve kaset yardımı istedim. Kültür ataşesi bu habere çok sevindi
ve beni destekleyeceklerini bildirdi. Bana Atatürk’ü anlatan bir kitap, Türkiye’deki ortaokul veya lise düzeyinde hikâyeler içeren 1990
basımı üç kitap ile çoğunluğu Atatürk’ü öven çocuk şarkıları içeren
birkaç kaset gönderdiler. Kültür ataşesinin benden ilk ricası Amerikalı öğrencilerime Atatürk’ü tanıtmak olmuştu. Atatürk’ü evrenin
merkezi sanan zavallı bir putperest mantık karşımdaydı. İlgisinden
dolayı kendisine teşekkür edip durumu nazikçe anlatmaya çalıştım;
ama anlamadı. Onun hayalinde meğerse Amerikalı Atatürkçüler
dans ediyormuş. Ankara Kapalı hapishanesindeyken başımın ağrısını geçiştirmek için duvara çizdiği dokuz kutulu sihirli kareye karelerdeki harflerin ebced karşılığı kadar Fatihalar eşliğinde çiviler çakan ve her çaktığı çividen sonra başımın ağrısının geçip geçmediğini
soran o sevimli sofuyu nasıl kıramadıysam bu hanımı da kıramadım.
İlgisi için teşekkür ettim. Aldığım kitapların içeriği antika olduğu
gibi görsel ve basım kalitesi de çok düşüktü. Teyp kasetlerinin kalitesi de ayni şekilde. Bu nedenle maalesef bana gönderilen bu malzemeyi kullanamadım. Su anda herşeyi kendim hazırlıyorum. Amerika'da Türkiye’nin bir kültür ataşeliği var ve bu makamdan maaş alan
Atatürkçüler var. Amerika'da ilk kez resmi bir K-12 okulunda Amerikan çocuklarına Türkçe öğretiliyor ve öğretmene yapılan yardım
ise birkaç antika kitap ve kalitesiz birkaç kaset! Ve öğretmenden
beklenen de Atatürk’ü tanıtmak! İslam’ı Muhammed veya falanca
Norşin’den Arizona’ya
alim veya şeyh ile, Türkçem dilini de Atatürk ile özdeşleştiren zihniyet arasında bir fark var mı?
Oğullarıma ve öğrencilerime dinletebileceğim güzel Türkçem ve
Kürtçe şarkılar ve Türkçe filmler konusunda önerilerinizi bekliyorum. Selam…
Radyo-aktif Eski Bir Arkadaşından
Tayyip Erdoğan’a Açık Mektup
Edip Yüksel
10 Kasım 2008
Mektubuma başlamadan önce ortak geçmişimizi bilmeyenleri kısaca
bilgilendirmek için bir dönem sana başbakanlıkta danışmanlık yapan, yazar Mehmet Metiner'in anılarından bir bölüm aktaracağım.
"Yıl 1979. Türkiye’nin kaotik sıkıyönetimli yılları. Yaz aylarından
biri. Kâğıthane’de iki Akıncı’nın öldürülmesini protesto için korsan
gösterideyiz. Aksaray’dan başlayan gösterimiz Fatih’te sona eriyor.
Bir anda etrafımızı çepeçevre kuşatan asker ve polislerin eşliğinde
derdest edilip askeri cemselere bindiriliyoruz. Aramızda kimler yok
ki! Korsan gösterinin başını çeken Edip Yüksel’den, 80 ihtilalinden
sonra uçak kaçıran Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz ile Recep
Tayyip Erdoğan’a varıncaya kadar, o dönemin ünlü isimleri. Erdoğan o yıllarda MSP il gençlik kolları başkanı. Bir gece askeri kışlada
hiçbir hakarete ve işkenceye maruz kalmadan konakladıktan sonra,
ertesi gün salıveriliyoruz. İslamcı heyecanın dorukta olduğu yıllar.
İran’da İslam devrimi gerçekleşmiş. Afganistan’da kızıl işgale karşı
mücahit direnişi başlamış. Pakistan’da General Ziya ül Hak, Zülfikar
Ali Butto’nun meşru demokratik iktidarını askeri bir darbeyle alaşağı edip sözüm ona İslamcı bir yönetim kurmuş. O dönem gençliğinin ağzından düşmeyen sloganları: “Dün İran Pakistan/sıra sende
Müslüman.”, “Dinsiz devlet yıkılacak elbet/İslami devlet kurulacak
elbet.” Bizlerin ve Tayyip Erdoğanların inanç ve heyecanlarını bayraklaştıran sloganlardı bunlar." (Danışmanı Mehmet Metiner'den
Tayyip Erdoğan portresi), Ortak Haber, 08.07.2003
Selam Tayyip. Seni üzmek için yazmıyorum bu mektubu. Seni birçok yönden takdir eden eski bir arkadaşından dostça bir hatırlatmadır bu. Hadis, sünnet ve mezhep öğretilerini reddedip tektanrıcı bir
Müslüman olmaya, rasyonel bir insan olmaya karar verdiğim 1 Tem-
551
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
muz 1986 tarihinden beri senin için radyo-aktif birisi olmama rağmen sen beni unutmamışsındır. Türkiye'de yayınlanan kitaplarımı
okumasan da okuyanlardan öğrenmişsindir. Umarım kulaklarına fısıldamak için yarışan müşavirlerini on yedi dakikalığına odadan çıkarıp bu mektubu dikkatle okursun.
İstanbul İmam Hatip lisesinde sen benden bir yıl ilerdeydin. O günler sen şiir yarışmalarında okulumuza şampiyonluk getiriyordun.
Necip Fazıl'ın da katıldığı binlerce kişinin doldurduğu MTTB salonunda "Ayağa kalk Sakarya!" diye gürlemen hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Aynı yıllar, lisemizin mehter takımının başını çekiyor, iki geri
bir ileri adımlar atarak "ceddin deden neslin baban, hep kahraman
Türk milleti" diyordun. O zamanlar da pek gülmüyordun, hatta gülümsemiyordun. Türkiye'de her nedense insan gibi gülebiliyorsan,
kazık yutmuş gibi havalara girmiyorsan seni ciddiye almıyorlar. Nitekim soyadına inat, yetişkin hayatını cemaat önünde ağlayarak geçiren yetenekli bir adamın milyonlarca kişiyi peşine taktığı bir ülkedeki politikacıların da bağırıp çağırarak, somurtup homurdanarak oy
toplamaya çalışması gayet normal. Hele bu ağlamalara, bağırtılara
ve homurdanmalara kutsal ve putsal, milli ve zilli birkaç kelime karıştırıldı mı iktidara gelmek bile mümkün...
Bu mektubu okuyanlar için biraz daha bilgi vereyim. Hatırlarsın, seninle daha sonra Fatih semtinde dava arkadaşlığım oldu. Sen MSP
gençlik teşkilatında ben de Akıncılar teşkilatında liderdim. Sen daha
çok işadamlarıyla haşir neşir oluyordun, ben ise kurtarılmış bölgeler
kazanmaya ve korumaya çalışan vatan-kurtaran bir kahraman adayıydım. 23 Şubat 1979 Cuma günü Fatih Camisi’nden çıkan Kardeşim Metin Yüksel'i "Allahü Ekber" diyerek katleden ülkücü milliyetçilerin kurşunlarıyla kaybettiğimiz zamanlar birlikte ağladıydık...
Daha sonra, 1987-1989 yıllarında, Sünni hocaların fetvasıyla "mürtet" ilan edilip, her türlü hakaret ve saldırıya maruz kaldıktan, kitaplarım eski Akıncı arkadaşlarım tarafından tehditlerle kitapçılardan
toplatıldıktan sonra hayatım tehdit edilince göç etmek zorunda kaldım... O zamanlar, beni hain ilan edenlerin, lanetleyenlerin safında
yer aldın... Daha sonra sen de değiştin... Maşallah! Senin geçirdiğin
değişimin Sokratvari ve İbrahimvari bir felsefi sorgulama sonucu
mu yoksa politik pragmatizmin dayattığı bir uzlaşmalar dizisinin sonucu mu olduğunu tartışmayacağım... Konu bu değil... İngilizce yazmakta olduğum anılarımda bu konuya birkaç sayfa ayıracağım.
Türkçeye çevrilince okursun.
552
Geçenlerde Oxford Üniversitesi ve Londra olmak üzere İngiltere'de
Norşin’den Arizona’ya
"Manifesto for Islamic Reform" kitabım üzerine üç konferans verdikten sonra Tüyap kitap fuarına katılmak ve aynı zamanda vatan
hasretini gidermek için dört günlüğüne Türkiye'ye geldim. Maalesef,
havaalanın girişinde polis tarafından tutuklanıp içeri sokuldum. Türkiye'de yaşayan bir mehdi taslağının uydurup aleyhimde açtırmış olduğu üç davadan aranıyormuşum. Aynı tarikat liderinin şikâyetiyle
Telekom tarafından Türkiyelilere kapatılan 19.org sitesinin sansürlenmeyen forumuna uğrayan ve şahsen tanımadığım bazı kişilerin
astığı ilkel hakaretlerden dolayı suçlandım. Şahsıma yönelik bir sürü
hakaretin de sansürsüzce asıldığı forumda bana ait olmayan yazılarda meğerse Türklüğe, Atatürk'e, bayrağa, orduya, millet meclisine, hâkimlere, savcılara ve görevli memurlara sövülmüş. Bana yakıştırılan o hakaret dolu ifadeler düzinelerce kitap yazmış bir yazara,
bir felsefe profesörüne bir hakaretti. Zira bana yakıştırılan ifadelerde
ne edebi bir estetiğin ve ne de zekâ pırıltısının eseri vardı... Akabinde, o yazıların siteme asılmasına neden izin verdiğim sorgulandı...
Ben hukuk doktoruyum ve felsefe profesörüyüm ama Amerika'da
küçük oğlumun devam ettiği bir kamu öğretim kurumunda sekiz yıldır yüzlerce Amerikalı ilk, orta ve lise öğrencisine Türkçe dersleri
veriyorum ve Türk kültürünü öğretiyorum. Anavatanında kimliği
inkâr edildiği ve ana dili yasaklandığı için anadilini konuşamayan
bir Kürt olarak Amerika'da Türkçe öğretiminde bir ilke imza atan
birisini "Türklüğe hakaret" etmekle suçlayabilen bir hukuk sisteminde, insanlar arasında düşmanlık tohumları eken şeytanın zurna
sesini işitmemek mümkün mü? Yoksa kulaklarınız o zurna sesine
alıştı mı?
Beni tutuklayan genç polisler, insanlık onuruma saygısızlık etmeden
gayet profesyonelce bir tavırla beni Sabiha Gökçen havaalanının yakınındaki karakola götürdüler. Girdiğim polis odasının duvarında
"Türk Devletleri" başlıklı bir duvar posteri görünce biraz merak ettim... Bir dakika sonra bir polis memurunun cep telefonu "Ceddin
deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti" diye çalınca merakıma biraz endişe bulaştı. Ne var ki, polisler beni 1980 yıllarındaki
gibi aşağılamadıkları gibi bana yasal haklarımı bildirmekle başladılar. Beni aradıktan sonra çok temiz bir hücreye koydular... Gençlik
yıllarımda konduğum lağımlı, fareli ve bitli iğrenç hücreler ile hiç
alakası yoktu... Nöbetçi komiser bana o kadar iyi davrandı ki, haksız
yere tutuklandığım halde kendimi devlete borçlu hissedip utanmaya
başladım. Komiser bana hem yemek ısmarladı hem de polisler ile
553
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
birlikte bir süre televizyon seyretmeme izin verdi. Televizyonda
32'inci Gün programı vardı ve dört konuşmacı Kürt sorununu tartışıyorlardı.
Şivesi "bozuk" bir katılımcı konuşurken, bana çok iyi davranan o
genç polislerden birisinin tepesi attı ve diğer polislerin huzurunda
vatanını ne kadar sevdiğini ilan etti: "Benim gelecek ile ilgili beklentilerim olmasaydı bunları makinayla tarardım." Bir polis arkadaşı
o hamasetin altında kalmadı. O da oturduğu yerden tarihi bir reaksiyon gösterdi ve bir kahramanlık destanı önerdi: "Osmanlı gibi kafalarına vuracaksın bunların. Yakalayıp binlercesini sokaklarda asacaksın. Bu iş ancak böyle hallolur." Odada bulunan bir tek polis karşı
çıkmadı bu çözüm önerilerine... Türkiye'de bir zamanlar varlıkları
inkâr edilen, jandarma işkencesi ve hakaretine maruz bırakılan, köyleri boşaltılan, anayasaklarla dilleri yasaklanan, köylerinin isimleri
değiştirilen, çocuklarına anadilleriyle isim koymaları yasaklanan,
önce inkâr edilen bayramları daha sonra tahrif edilip millileştirilen,
aydınları hapishanelerde süründürülen veya faili meçhül suikastlerle
ortadan kaldırılan, Diyarbakır cezaevinde en aşağılık işkencelere
muhatap kılınan Kürtlerin, vatanlarında onurlarıyla ve Türk kardeşleriyle eşit haklara sahip olarak yaşama arzularına o genç polislerin
sunduğu tek çözüm: onları tarayacaksın, sokaklarda sallandıracaksın!
Kürt diye bir etnik grubun var sayılmadığı yıllarda ismi Güroymak
olarak değiştirilen Norşin doğumlu bir Kürt olduğumu biliyorlardı o
genç polisler. Bu vatansever ve nezaketli polisler Kürtleri toplu imha
konusundaki şeytani arzularını fasulyeli pilav ister gibi ilan ederken,
ya benim etnik kökenimi unutmuşlardı veya dolaylı da olsa beni tehdit etmek istiyorlardı. PKK terörünün neden ve nasıl çıktığını sorgulayacak bir kafaya sahip değillerdi... Türkiye'deki ideolojik devlet
maalesef onların beyninin içine etmiş ve onları kendi halkına düşman hale getirmişti...
554
Daha sonraları hücremin önünden geçen nöbetçi bir polis benimle
hafiften Kürt sorununu tartışmaya girdi. Tartışma bir buçuk saat
sürdü... Bu süre zarfında Amerika'daki beyaz ırkçılardan çok daha
ırkçı bir ideolojiyi savunmasına rağmen tıpkı o zenci düşmanı Amerikalılar gibi ırkçılığını kabul etmiyordu... Hatta Kürt düşmanlığı
için kullanılan ilkel tartışmalardan birisini yapmaya çalıştı... "Ben
lazım. Bize de yatırım yapılmadı... Ama biz ses çıkarmıyoruz..."
dedi... Ben ona Türkçeye sınırlama getiren Bulgarlara karşı isyan
eden Türkleri, Ruslara karşı isyan eden Çeçenleri, Yunanlılara karşı
Norşin’den Arizona’ya
dil ve kültürleri için mücadele veren Kıbrıs'taki Türkleri hatırlattım... Bulgar, Yunan, Rus asimilasyonuna karşı kimlikleri ve onurları için isyan eden Türklere karşı ırkçı devletlerin yanında yer alan
korkak ve onursuz bir azınlığın "Ben falanca etnik gruptanım... Bize
de yatırım yapılmadı. Bizim de dilimiz ve kültürümüz yasaklandı...
Ama biz ses çıkarmıyoruz" biçimindeki bahanesini nasıl karşılayacağını sordum... Çocukluğundan beri "Bir Türk dünyaya bedel;
Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur; Ne Mutlu Türk'üm diyene..."
sloganları ile yetişmiş o genç ve iyi niyetli gardiyanıma Türk kavramını tarif etmeye davet ettim, 49:13 ayetini hatırlatmaya, Amerikalı
felsefeci John Rawls'ın "veil of ignorance" denilen ahlaki prensibini
anlatmaya çalıştım...
Eski arkadaşım Tayyip... Sen iktidara gelince, Türkiye'nin enerjisini
boşuna harcayan iki uydurma sorununa çözüm bulmanı bekliyordum... Başörtüsü ve Kürt sorunu... Her iki problemin de kaynağının
despot ve ırkçı ideoloji ve devlet politikası olduğunu her akıl sahibi
gibi sen de görüyorsundur. Gerçi birincisini çözme konusunda biraz
gayret gösterdin ama başörtü gerginliğinden rant kazanan oligarşi
daha ağır bastı... Ne var ki ikinci sorunu çözme konusunda yeterli
gayreti göstermediğin gibi son günlerde dile getirdiğin "Ya sev, ya
terket" veya sokaktaki pompalı tüfeği onaylayıcı "sabrın da bir sınırı
var" ifadeleri, senin Kürt sorununu çözüme kavuşturmaktan çok o
sorunu devam ettirmeyi isteyen çevrelerle anlaşmaya vardığını gösteriyor. Kürtleri taramayı ve asmayı hayal eden polisler gibi düşünüyorsun galiba... Kürtlerin eşitçe ve insanca yaşama isteklerini "aman
bölüneceğiz" paranoyaklığı ile reddeden faşist kafanın ve Kürtlerin
haklarını ancak iyice zorlandıktan sonra gram-gram kabul eden ilkel
tavrın ulaşacağı istasyon bölünme ve iç savaştır. Paranoyaklar kendi
kâbuslarını gerçekleştirirler! Nasıl ki laik paranoyaklar Türkiye'nin
sokaklarını başörtülülerle doldurdular, Türk paranoyakları sonunda
kendi ürünleri olan PKK teröristlerinin emellerini gerçekleştirecektir. Bu gerçeği başbakanlık kapısına bir levha ile as. Bu felaketin
gerçekleşmemesi için korku ve duygu sömürüsü yerine empati ve
rasyonel tartışma yolunu açmaya gayret et!
İlletli bir milliyetçilik politikasının doğurduğu Kürt sorunu yeniçeri
kafasıyla çözülmez, sevgili Tayyip. Gerçekten bu sorunu çözmek istiyorsan, Türkiye'nin bölünmesine en az senin kadar karşı olan bir
Kürt olarak sana bir sayfada çözümü sunabilirim... Kürt sorunun bir-
555
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kaç ayda çözecek bir çözüm... Bunu dilersen kulağına fısıldarım, dilersen kamuya ilan ederim. Ama konuya çözüm arayacak medeni ve
entelektüel cesareti göstermen gerekir...
Fikir ve inancını ifade etmekten mağdur olmuş bir kişi olduğun
halde sen hâlâ fikir ve inançların ifade edilmesini sınırlayan ve tabular oluşturan yasakları koruyorsun ve savunuyorsun. Avukatların
sana eleştiri ve hakaret yönelten vatandaşlara karşı davalar açarak
muhaliflerini sindirmeye çalışıyor... Kuran'da olmayan bir başörtüsü
konusunda gösterdiğin tavrın bir benzerini niye ifade özgürlüğü konusunda göstermiyorsun?
Senin de bir zamanlar üyesi olduğun Refah Partisinin kapatılması
davasında ben ta Amerikalarda Refah Partisini savunmak için "Cannibal Democracies" (Yamyam Demokrasiler) başlıklı hukuki bir makale yazdım ve o makale Amerika'nın bir üniversitesinde uluslararası bir sempozyumun konusu oldu. Türkçeye Devlet/Demokrasi/Teokrasi olarak çevrilen o savunmamı okursanız, üyeleri tarafından bir kaşık suda boğulmak istenen biri olduğum halde neden
Refah Partisi’nin kapatılmasına karşı çıktığımı öğrenirsiniz... Kuran'ı kamyon gibi çarpan bir kitap, bir üfürükçü muskası veya duvarlara asılan kutsal bir süs olarak değil, anlayarak okusaydınız, Allah'a
ve dinine yöneltilen hakaretleri bile cezalandıramayacağımızı öğrenirdin. Sana hakaret yapan bir vatandaşı mahkemeye vererek, sen
hem sana yönelik eleştiri yapacak insanları korkutuyorsun, hem de
kendini Allah'tan bile daha üstün görmüş oluyorsun... (Atatürk'ün
ruhuna raporlar sunan ve onu tabulaştıranlar da benzeri bir ironiyle
Atatürk'ün savunduğu bilimsellikten ve çağdaş uygarlık düzeyinden
çok uzaktalar).
Amerika Birleşik Devletleri emperyalist bir vampir, ama iç işlerinde
alabildiğine rasyonel ve pragmatik bir hukuk sistemine sahip... Amerika'da başkan Bush'a "geri zekâlı" dâhil her türlü hakareti yapan
binlerce Amerikalı var ve hiçbiri yarın Bush tarafından tazminat davasıyla mahkemeye verilme ihtimalini düşünmüyor. Hukukta hakaret ile iftira arasında ince ama önemli bir ayırım yapılıyor burada.
Ne var ki Türkiye'yi yönetenler hâlâ Osmanlı kafasıyla düşünüyorlar. Geçmişin deneyimlerinden ders almamışlar.
556
Sevgili Tayyip, senin politik hayatın için radyo-aktif bir adam olduğumu biliyorum. Ama eğer Türkiye'yi içinde bulunduğu çıkmazdan
çıkarmak, başörtüsü ve Kürt sorununu üretip besleyen otoriter ve faşist kafanın oluşturduğu lanetli kısır döngüden kurtulmasına yar-
Norşin’den Arizona’ya
dımcı olmak istiyorsan seni bu konularda aydınlatmaya hazırım. Kibirli bir tavır olarak yorumlanabilecek bir ifadeyi kullanmak zorunda
kaldım; ama gerçekler beni zorluyor. Türkiye'yi yöneten zihniyet
maalesef din ve ırk konusunda çelişkilerle, hurafelerle ve paranoyak
korkularla hareket ediyor... Türkiye'nin cesaretli ve ferasetli liderlere
ihtiyacı var. Eski bir arkadaşın olarak seni cesur olmaya ve konuya
yeniçeri kafasıyla değil, rasyonel bir insan olarak yaklaşmaya davet
ediyorum. Ne dersin?
Bu makalemi Nazım Hikmet'in davetiyle bitirmek isterim:
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE,
bu hasret bizim...
***
T-Tipi Adamı F-Tipi Alkışlıyorum!
Edip Yüksel
19 Şubat 2014
Birileri bana birkaç gün önce Başbakan Tayyip Erdoğan'ı F-tipi destekleyeceğimi söyleseydi güler geçerdim. Ama kaderin alfabesi bana
bunu da yaptırdı. Anlatayım. Telefonunuzu, facebook'unuzu, televizyonunuzu, twitter kuşunuzu birkaç dakikalığına bir yana bırakarak okuyun lütfen. Paralel yapının iki tarafı olan parti ve pırtının liderleri arasındaki iktidar kavgasını ibretle izliyoruz. Bu iki lider
özendikleri paranoyak ve psikopat padişahların veya Emevi sultanlarının gücüne sahip olsalardı, biri diğerini çoktan boğdurtmuştu.
F-tipi ağlayan adama karşı T-tipi bağıran adam diye tanımladığım
Tayyip'i çok eleştirdim. Defalarca "sağır sultan işitsin" diye yüksek
sesle uyardım. Özellikle şu konularda kendisine yönelttiğim eleştiri-
557
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
558
lerimde sert bir dil kullandım. Kronolojik veya önem sırasına sokmadan listeliyorum:
Gezi Parkı olaylarında protestoculara karşı orantısız şiddet kullanan polis, protestocuları öldürürken ve gözlerini çıkarırken cami
halısı ve bira şişesi hikâyeleriyle halkın materyalist ve partizan
duygularını dini hormonlar karıştırarak istismar etmesi,
Uyduruk hadislerle dini duyguları gıdıklaması; Nihat Hatipoğlu
gibi din tüccarlarını adam yerine koyması,
Osmanlının paranoyak ve psikopat firavunlarını överek onları
gençlere örnek olarak sunması ve böylece güce tapan, devlete reaya olan onursuz tiplerin sayısını çoğaltması,
F-tipi adamı göklere çıkartması ve tarikatını desteklemesi,
Polisi, halkın özel hayatına karışan bir ahlak zabıtası olarak kullanması,
Ateistlerin ve aykırı görüşe sahip olanların fikir ve ifade özgürlüklerini sınırlayıcı yasaları desteklemesi,
Türkiye'nin doğal kaynaklarını ve şirketlerini tek tek yabancılara
satması. Altın yumurtlamada kabızlık gösteren kazları tedavi etmeye çalışmak yerine satması,
Çeşitli borçlar ve açıklar ile geleceği karartılan ekonomi hakkında pembe bir manzara çizmesi ve birkaç yılda çökecek bir
Ponzi Piramidi inşa etmesi,
Irak ve Suriye'ye yönelik tutarsız politikası,
"BOP Eşbaşkanıyım" diye havalanması
"Başbakan benim atamdır" diyerek Tayyib'i bulutlara çıkaran Yiğit Bulut gibi telekinezi palavracılarını ve kendisini aşırı abartıp
yücelten yalakaları ve politikacıları yanında tutması. Örneğin;
"Tayyip bizim için ikinci peygamber gibidir" diyen AKP Aydın
il başkanı İsmail Sezer, "Başbakanımızın doğduğu şehirler de
mübarektir" sözleriyle kutsallık bağışlayan Egemen Bağış, "Sayın başbakanımıza dokunmak bile, inanın bence bir ibadettir"
diye gagalayan Hüseyin Şahin, "Erdoğan Türkiye'nin ezeli ve
ebedi başkanıdır" diye sonsuzluk yakıştıran Süleyman Soylu,
"Başbakanın yaptığını yapmak sünnettir" diye sağlık hizmetleri
veren Agah Kafkas ve hatta "Çünkü başında öyle bir lider var ki
dünya liderliği kabiliyetinde ve Allah-u Tealanın bütün vasıflarını toplamış bir lider var" diye miyavlayan Fevai Aslan gibi politikacıları yanında tutması,
Okullarda kritik düşünme ve yaratıcılığı teşvik edici eğitim müfredatı yerine ezberci yetiştiren müfredatı devam ettirmesi,
Norşin’den Arizona’ya
Türkiye'nin ve dünyanın saatli bombası olan nüfus artışını daha
da körüklemesi,
Yedi gazeteye aynı ironik manşeti, "Demokratik Taleplere Canım Feda" manşetini attırması,
Medyayı alofatihlemeye çalışması,
OECD ülkelerinin gelir dağılımındaki adaletsizliği belgeleyen
GİNİ indeksinde Türkiye en ahlaksız ülkeler listesinde ilk 5 sırada yer aldığı halde dinden ve imandan söz etmesi,
Roboski katliamını yapanları bulup adalete teslim etmemesini
ama milyonlarca dolar para çaldıkları iddiasıyla tutuklanan birkaç bakan çocuğunu kurtarmak için acele yüzlerce savcıya ve polisi sürmesi,
Gazetecileri ve suçsuz askerleri uçuk iddialarla tutuklayan ve yavaş yargılama süreciyle cezalandıran yargıya toz kondurmaması,
Ama son zamanlarda ise tam tersi bir tavırla yargının bağımsızlığını yok etmeye girişmesi,
Dün söylediğini bugün pişkince inkâr etmesi ve bunu yaparken
hiçbir açıklama veya özeleştiri yapma ihtiyacı duymaması,
gibi konularda ona yönelttiğim eleştirilerimde çok sert dil kullandım.
Ancak ben adil bir adamım. Partizan değilim. Düşmanım da olsa
haklı yönünü görsem onu itiraf ederim. Örneğin; F-tipi adamın hezeyanlarını, cehaletini, din istismarını, yalanlarını, şirk dolu vaazlarını eleştirdiğim gibi adamın çok yetenekli bir kitle hipnozcusu, çok
başarılı bir siyaset ve ticaret adamı olduğunu da teslim ettim. Ayrıca,
EbuHureyre + St.Paul + Makyavelli sentezi T-tipi adamın kendi hezeyanlarına ve palavralarına büyük olasılıkla inandığını da ifade ettim. Sırası gelmişken F-tipi adamın bazı hezeyanlarını listeleyeyim:
Kuran yetim, Kuran yetiiiiim, Kuran yetiiiiiiiiiiiiiiiim. Babası
öldü Kuran'ın,
Kuran Müslümanlığı diye bir sapıklık çıkmış ortaya,
Namazda sağa sola bakanlar... Tenasül uzuvlarını çıkarıp başıma
işeseler daha iyi,
Gavsı azam bebekken konuştu ve Ramazan olunca anasının sütünü emdi,
Evliyalar, gavslar, kutuplar öldükten sonra da tasarrufta bulunurlar,
İsrail devleti otoritedir,
559
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
560
Muhammed peygamber Olimpiyatlarımıza cisimlenerek teşrif
edip bizi destekliyor,
Ben bir kıtmirim yani köpeğim, ama hepiniz bana hocafendi diye
hitap edeceksiniz ve sürekli ben konuşacağım ve beni eleştirmeyeceksiniz,
Mürtetin hakk-ı hayatı yoktur,
Üç yaşında bir çocuk bir alime hakaret ederse ilerde belasını bulacaktır,
İsa'nın babası muhtemelen Muhammed peygamberdir,
Ben doğmadan önce Hz. Ali benim köyüme kazık çaktığı için
köyüm depremden kurtuldu,
Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru
uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu. Kitaplara
doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası
da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk'ta
olabilir ve ona karşı saygısızlık etmiş olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece böylece hiç uyumadan
oturdum.
Hezeyanların sonu yok. F-tipi adamın ve tarikatının sinsice devletin
bürokrasisinin içine sızması, üniversiteye giriş sınav sorularını çalması, cemaat müritlerini kayırması, emperyalizmin öncü gücü olarak Afrika'ya ve Ön Asya ülkelerine girmesi ve daha nice felaketli
işlerine rağmen, dershanelerin kapatılıp kapatılmaması tartışıldığında dershanelere karşı haksızlık yapılmamasını, dershane endüstrisini doğuran bozuk eğitim sisteminin düzeltilmesini savundum. Ftipi adama ve tarikatına yönelttiğim eleştirilerde nasıl haktan ayrılmaydıysam, aynı şekilde T-tipi adamı da yukarıda sıraladığım konularda eleştirdiğim gibi bazı konularda destekledim… Adamın partisini diyemiyorum, zira parti sadece bir tabela; AKP'lilerin çoğu maalesef Tayyib'i görünce başlarını sadece diklemesine sallayan meddah ve alkışçı sürüsü; yani reaya olmuş… Neyse... Türkiye tarihinin
en çalışkan, en ihtiraslı, en karizmatik ve halkın nabzını yakalayan
en imam-hatip bir başbakanı olduğuna inandığım Tayyib'i desteklediğim konuların başında, ki bazıları ironiktir, şunlar yer alıyor.
ABD’nin desteklediği askeri vasiyete yine ABD’nin yardımıyla
son vermesi,
Kürtlere karşı sürdürülen faşist politikayı barış yönünde değiştirmeye yönelik, yetersiz de olsa cesur adımlar atması,
Norşin’den Arizona’ya
BOP eşbaşkanı olma sevdasından vazgeçmesi,
Kendisi hakkında çok kötü konuşan Mehmet Metiner ve Numan
Kurtulmuş gibileri affedip etkisiz hale getirmesi ve hatta bazılarını kraldan çok kralcı meddahlara dönüştürmesi,
Mehmet Akif'in şiirlerini etkileyici bir ses tonuyla okuması,
Başörtüsü takan kadınlara karşı devlet tarafından açılmış salakça
ve zalimce savaşa son vermesi,
gibi konularda kendisini makale, sosyal medya ve video konuşmalarımla destekledim.
Ve son olarak:
Her şeyimize karar veren Sultan Tayyip F-klavye konusunda da ferman çıkardı. F-klavye kullanan bir dinozor olarak ilk kez diktayı
sevdim :) "Güzel Türkçemize en uygun klavye F klavyedir. Biz tabletlerimizi F klavye olarak hazırlıyoruz." diyerek kullandığım F-tipi
klavyeyi on parmağımla alkışlıyorum
***
F-Tipi veya T-Tipi Sansür ve Gelişmeler
19 Şubat 2013
Milyarlarca dolarlık bir güce, çeşitli finansal, eğitim ve medyatik kurumlara ve emperyalist güçlerin desteğine sahip bir aptallaştırma
projesi olan F-tipi tarikata karşı çok kısıtlı imkânlarla asimetrik yöntemlerle yürüttüğüm muhalefetten alabildiğine rahatsız olunduğu
anlaşılıyor. Sesimin işitilmemesi için Türkiye’deki medyanın "reklam vermemek" başta olmak üzere çeşitli yollarla tehdit edildiği ortaya çıktı
F-tipi veya T-tipi sansür devam ediyor. Üç TV programı tepeden gelen emirle iptal edildi. Yıldız Teknikteki öğrenciler ayın 21'i için salon tuttular ama yönetim iptal etti. HaberTürk benimle iki program
için anlaşmıştı. Son dakikada yukarıdan gelen bir emirle iptal etmek
zorunda kaldılar. Celal Şengör ile birlikte bir programa çıkmamız
için çalışan bir arkadaş da başka bir kanalda benzeri bir sansürün
varlığını hissettiğini bildirdi. Ankara'da düşündüğümüz bir eylem
için ilgi gösteren TV kanalları son anda o eylemi haber yapmaktan
vazgeçtiler (eylemi yaz ayına erteledik).
Ankara'daki bir gazetecinin medyada çalışan bir arkadaşıma gönderdiği aşağıdaki mesajı okursanız bu sansürün sistematik olduğunu anlarsınız. İsmini mahfuz tutuyorum:
561
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
"... Konuyla ilgili hükûmet duruşundan kaynaklı bir yönlendirme yapamıyorum. Kırk yılda bir şey istedin destek veremiyoruz gibi bir duruma duştum. Prime time kanalda yanımızda olacak bir kurum bulamadım. Ne olur kusura bakma.
iPhone'umdan gönderildi"
Sansüre rağmen bazı toplantılar gerçekleşiyor. Ankara'da kaldığım
otelin salonunda üç gece boyunca 30-40 kişinin katıldığı sohbet ve
tartışmalar gerçekleşti. Bursa'daki Ördekli Kültür Evi’nde gerçekleşen
konferans, yorgunluğuma rağmen çok iyi geçti. Videoya kaydettik.
ODTÜ'de Sevan Nişanyan ile yapmam planlanan tartışma Sevan'ı
protesto eden feministler ve homoseksüeller tarafından engellendi.
Tam bir kaos, curcuna, rezalet ve komedi yaşandı:) Fırsatım olunca
detayları paylaşırım:) Yaptığım konuşmaları kaydettik. İlk fırsatta
paylaşmaya çalışacağım. Sempozyumda Kuran mesajına büyük ilgi
gösteren birçok genç vardı. Kaldığım otelin salonunda üç gece boyunca 40-50 kişinin katıldığı sohbetlerle devam ettik.
21 ŞUBAT PERŞEMBE
21 Şubat Perşembe akşamı saat 18'de inşallah Fatih'teki İnşa
Vakfı’nda bir tanışma ve sohbet toplantısı yapacağız. Her gittiğim
yerde hem merak ve hem eleştiri konusu olan 19 ayeti üzerinde bir
sunumla başlatmayı düşünüyorum. Ondan sonra çeşitli politik ve
sosyal konuları inşallah tartışacağız.
22 ŞUBAT CUMA
Eğer bir sansüre kurban olmazsa İstanbul Teknik Üniversitesi Taşkışla Kampüsü’nde 250 kişilik bir salonda 22 Şubat akşamı saat
19'da Celal Şengör ile birlikte bir tartışmam olacak. Diğerleri gibi,
daha sonra paylaşmak için videoya kaydedeceğiz inşallah.
23 ŞUBAT CUMARTESİ
Bu arada dün Hulki Cevizoğlu beni aradı ve 23 Şubat Cumartesi gecesi saat 10'da canlı yayın önerisinde bulundu. Benimle birlikte kimin katılacağına daha karar veremedik.
F-TİPİ ÖRÜMCEK VE GERÇEK
562
Sansür uzun vadede ters tepecektir inşallah. Kuran'ın özgürleştirici,
barışçı ve adaleti gerçekleştirici mesajını inşallah onların sansür edemediği yaratıcı ve asimetrik yöntemlerle paylaşmaya devam edeceğiz. Hepinizin bu konuda aktif olması gerekir. Bu tarikat örümcek
ağlarını her yere sarmak için her türlü gayreti gösterecektir, her metodu deneyecektir. Ancak, "Nur" yaftasıyla karanlığı egemen kılmak
isteyen bu zalim ve gerici güçler hedeflerine ulaşamayacaklardır:
Norşin’den Arizona’ya
32. Hayır, andolsun Ay’a,
33. Geçtiği vakit geceye,
34. Ağardığı vakit sabaha,
35. Bu, büyüklerden birisidir,
36. Halklar için bir uyarıcıdır,
37. İlerlemek yahut geride kalmak dileyenleriniz için,
Ayetlerindeki ilahi müjdenin gerçekleşeceğine inanıyorum...
***
Edip Yüksel’in Avrupa Parlamentosu’ndaki
Konuşması
7 Haziran 2012
(İngilizceden çeviren: Ensar Üzümcü)
Aşağıda 7 Haziran 2012 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım konuşmanın metnini okuduktan sonra metnin altındaki videonun
adresine tıklamanızı tavsiye ederim. Hayatı boyunca hiç sövgü sözleri ve ifadeleri kullanmayan biri olarak ilk kez ellerimle yaptığım bir
jestle Amerikalıların anlayacağı bir sövgü ifadesinde bulundum.
"Azgınlıklarımıza ve hegemonyamıza karşı çıkan herkesi mahkemelerde bile yargılamadan insansız uçaklarla katlediyoruz... ABDCo'nun savaşlarının, gizli operasyonlarının ve bombaladığı ülkelerin
listesini Times Roman fontuyla, 9 puntoyla, tek satır boşluğuyla, her
ülke için bir satır olmak koşuluyla listelesek, benim orta parmağımdan beş kat daha uzundur. Bilişsel Çelişki ile her kanlı liste mümkündür!"
Parlamentodaki konuşmamın ilk bölümünün videosunun youtube
linkinde bu metnin altında bulacaksınız. O videoyu seyretmeden
önce konferansa sunduğum bu metni okumanızı öneririm. Konuşmamda hepsini paylaşmaya vaktim olmadı.
***
Kızkardeşlerim ve kardeşlerim, peace, selam, şalom, aşiti!
Dünyadaki anayasaları çalıştığım zamanlarda, bir halkın dilini yasaklayabilen bir maddeyi kendi bünyesinde barındıran tek anayasanın Türk Anayasası olduğuna şahit oldum. “İfade özgürlüğü” başlığı
altında bir dili, Kürt halkının dilini yasak eden tek anayasa... Halktan
bu kültürel soykırıma karşı duranlar oldu. Bunlardan bazıları başarılı
olmuş ve bazılar da asimile edilmişlerdir. Ben ise ikinci gruba dâhil
olanlardanım. Maalesef, bildiğim yaklaşık beş dil içerisinde en zayıf
olanı, Türk kardeşlerim sağ olsunlar, ne yazık ki kendi ana dilimdir.
563
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Ben ırkçılığın şeytani sonuçlarını birinci elden tattım. Kardeşimi yitirdim, Metin Yüksel’i Türk milliyetçilerinin korkak kurşunlarına
kurban verdim. Dört yıl hapislerde yattım ve kardeşimin katilleri ile
aynı koğuşa konuldum. Bu katillerden birisi, şu anda, T.B.M.M’nin
seçilmiş bir milletvekilidir.
Herhangi bir kâğıttan okumadan ders verir ve anlatım yaparım.
Çünkü aksi sıkıcıdır; bilirim. Fakat burada konuşurken bazı ayrıntılara temayül etmek isteyeceğimi bildiğimden ve zamanla ilgili bir
kısıtlama olduğundan, duygu ve düşüncelerimi bir sayfadan okuyarak paylaşma kararı aldım. Lütfen buna katlanın. Söyleyeceklerimi
ilgi ve dikkat ile dinleyin.
564
Sadece birkaç yıl önce gerçekleşmiş olan bir katliamdan bahsetmeyeceğim… Evvela, iyi bir hikâye anlatıcısı olmadığımı belirtmeliyim. Böylesi kanlı trajedileri ve daha da fazlasını üretmeye mahkûm
olmuş, miyoplaşmış, şeytani ve alabildiğine adaletsiz bu eko sisteme
bir biçimde katkıda bulunan bizler, evet hepimiz birer Suçluyuz ve
işlenen bu zulüm ve katliamların ayrıntılarını tartışmak için parmağımızla başkalarını göstermenin dışında, üretken ve çözüm odaklı
Norşin’den Arizona’ya
farklı yollarımızın olduğuna inanıyorum. Asıl sebepler üzerine yoğunlaşmadığımız müddetçe kendi atalarımız tarafından işlenen vahşetlerin, tüm çatışkıların ve kavgaların oluşturduğu, bitmek bilmez
bu vahşet döngüsünü kırmaya asla muktedir olamayacağız. Hatırlayın, bizler Kabil'in çocuklarıyız, hayatta kalmayı başarabilmiş katillerin çocukları… Bizler zorba galiplerin çocuklarıyız.
Artık kendimiz de dâhil herkese zarar vermeden ötesine geçmemizin
mümkün olmadığı, tarihteki bir eşik noktasına vardığımıza inanıyorum. Habil'in taşıdığı “barışçı gen” için desteğimizi sürekli ayakta
tutmalı ve eli kanlı atalarımızdan miras aldığımız genetik kodumuzun ilkel yanını bastırmak için elimizden geleni yapmalıyız. Artık
yazılım/bilgisayar programımızı, beynimize iliştirilmiş olarak gelen
19 Mantık Kuralını (19 Rules of Inference) kullanmamızın zamanıdır; kendimizi ve kendi doğamızı yeniden düzenlemek için onu hayata geçirmeliyiz. Başkalarını suçlamak için parmağımızla diğerini
göstermeden önce kendimize bakmalıyız.
Burada bir Kürt, bir Türk veya bir Amerikalı ya da bir Hukukçu olarak konuşmuyorum. Kahramanlarımdan birisi olan Sokrates gibi konuşacağım. O büyük adamın çapında olmadığımı ve aynı zamanda
Avrupa Parlamentosu’nun 501 jürilik Roma Senatosu’ndan çok
daha iyi olduğunu biliyorum. Elbette, şu anda bir mahkemede yargılanıyor değilim; fakat kendimi insanlığın bir üyesi olarak burada kısa
süreli bir yargı sürecine koymayı istiyorum.
İşte bu sebeple, sizler gibi bir Homo Sapien olduğumu göstermek
için, sarığımı, kravatımı ve hatta gömleğimi çıkarıyorum. Belki omzumda bulunan bir doğum lekesi istisna kalıyor…
Öncelikle sizlere kötü bir haberi vereceğim. Bu haberin üzerinde
durmamın sebebi, ısrarcı bir sivrisinek gibi rahatsız etmek değil. Sadece beyninizi, kalbinizi ve bilincinizi bir nebze olsun gıdıklayabilmeyi istiyorum. Bunu birkaç iyi haberin izleyeceğinin sözünü de veriyorum, çok iyi olanlarından. Bu odadan ve sizden başlayarak küresel siyasetteki yeni bir çağ için kelebek etkisi yaratabilecek iyi haberler.
Birleşmiş Milletler, 1948 yılında, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve
Cezalandırılmasına ilişkin 19 maddelik bir Anlaşma düzenledi. Birleşmiş Milletler Konvansiyonu’nun ikinci maddesi soykırımı şöyle
tanımlıyor:
Bir ulusu, bir etnik kimliği, ırksal veya dinsel bir grubu tamamen
565
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
566
veya kısmen yok etme amacı gütmek suretiyle aşağıdaki eylemlerden herhangi birisinin işlenmesi, hali hazırdaki Anlaşmaya göre soykırım kapsamına alınmıştır. Eylemler şöyledir;
a. Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b. Grup üyelerine ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c. Grubun fiziksel varlığını bilinçli olarak tehlikeye atmak, bütünüyle veya kısmen yıkmak için yaşam şartlarında hesaplı değişiklikler yapmak;
d. Grup içindeki doğumları engellemek amacıyla bazı önlemler
dayatmak;
e. Bir grubun çocuklarının zorla başka bir gruba aktarılması.
İnsan Hakları Bildirgesi, BM kararları, Uluslararası yasalar...
Yasalar?
Yasalar kimin umurunda? Onları hazırlayanların, belirleyenlerin ve
geçişini onaylayanların dahi umurunda değil Yasalar.
Yasalar?
Kim takar yasaları?
Ülkelerin birçoğu Thrasymachus’un çocukları tarafından yönetiliyor.
Çok yaşa Thrasymachus!
“Kim güçlüyse o haklıdır”!
Eğer bizler Müstesna Amerikalılar (American exceptionalism ile
ifade edilenler) isek veya kendi yarattığımız problemlerin ortasında
kendisiyle başbaşa kalan Seçilmiş Kavim isek, yasaları niçin umursayalım? Ne Uluslararası Ceza Mahkemesi bizlerin istisnai insanlarına el uzatabilir, ne de BM’nin kararları işlemekte olduğumuz suçlarımızı durdurabilirler. Geride bıraktığımız şu on yıl içerisinde kendilerini açıkça gösteren savaş suçlularımıza, Sharon’a, Bush ve onun
Siyonist çetesine, Cheney, Wolfowitz, Feith, Bolton ve Perle'ye ne
oldu?
Yasalar kimin umurunda?
Belki de, sadece fakir ve güçsüz olanlar yasaları takip etmek zorundadır! Nitekim sözde adalet sistemimiz büyük hırsızları aklayarak
onları temize çıkarmak ve öte yanda, kendini ve çocuğunu beslemek
için ekmek çalan aç insanı acımasızca cezalandırmak için düzenlenmiştir!
Bizler İNSANLAR İKİYÜZLÜYÜZ ve Bilişsel Çelişki denilen illet
Norşin’den Arizona’ya
ile hastayız. GERÇEĞİ kabul etmediğimiz müddetçe ikiyüzlülükten
ve trajedilerden kurtulamayacağız.
Ne ekersek onu biçeriz. Nitekim küresel ısınmanın, savaşların ve
çete terörlerinin faturasını tüm insanlık ödüyor. Ve ektiğimiz felaketleri, eskiye nazaran çok daha hızlı bir biçimde ve daha şiddetli
olarak biçiyoruz.
Müsaadenizle, bir insan olarak günahlarımızı itiraf edeyim. Yeryüzünde kendilerini dünya liderleri veya Tanrı’nın temsilcileri olarak
ilan eden birkaç zorbadan af dilenmek için bir itirafta bulunmuyorum. Hayır. Ancak bizi birleştirmek için bir itirafta bulunacağım,
saldırganlığımızı ve ikiyüzlülüğümüzü, beraberinde - tüm insanlık
olarak taşıdığımız ortak bağımızı ve Dünya denen bu kalabalık ve
sorunlu uzay gemisindeki yolcular olarak, paylaştığımız ortak kaderimizi hatırlatmak için!
Bir katliam, savaş veya bir insan hakları ihlali kendi içinde münferit
bir hadise değildir. Bunlar, bizlerin seçtiği çok daha büyük bir sistemin, bir ideolojinin ve yaşam tarzının parçalarıdırlar. Tüm bu parçalar, kadınlara nasıl davrandığımız, fakire hangi gözle baktığımız,
hayvanlara nasıl muamele ettiğimiz, çalışıp değer üreten insanı, dünyayı, ailemizi ve insanlığı nasıl değerlendirdiğimizle birebir ilişkilidir, bağıntılıdır. Bir katliam, savaş veya bir insan hakları ihlali, yaşam tarzımızın bir tezahürüdür. Kendi oluşturduğumuz ve bizi çevreleyen sistemin, değerler dizisinin/kendi paradigmamızın nihai bir
ürünüdür.
Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Bizler bir yandan
Bulgaristan ve Almanya’nın topraklarında yaşayan Türk azınlıklarına kültürel haklarını vermesini isteyebiliyoruz ama öte
yandan biz Kürt azınlığın varlığını ilk inkâr eden, onların dil ve
kültürlerini, hatta bayramlarını dahi yasaklayan ve sonrasında
onları suikastlara ve katliamlara maruz bırakabiliriz.
Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Kendi hayatları, insani hakları ve onurları uğruna kavga ettikleri için Kürt azınlığını vatan haini olmakla suçluyor, kültürel bir soykırım politikasına ve ardından suikastlara, hapis cezalarına, köy yakmalarına, işkence ve katliamlara, kısacası Türkiye’nin ‘yerli’ nüfusu
Kürtlere karşı olan hemen her zulme “evet” diyoruz. (Geçtiğimiz yıllarda kayda geçen 60 bin ölünün yüzde 80’i Kürtlerdi.)
Diğer taraftan, İRONİK bir biçimde, Kürtlere dayattığımız faşist politikalar ve eylemlerin onda biri dahi Kıbrıs’ta yaşayan
567
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
568
Türklere dokunmamış olmasına rağmen, Türk azınlık adına
Kıbrıs’a savaşa gidip Kıbrıs’ı BÖLÜYORUZ.
Bizler, kendi nüfusumuzun yüzde 20’sini oluşturan bir azınlığın
dilini yasaklayan tek ülke olmayı pek bir hafife alıyoruz. İyoniktir, İslam, ırkçılığı kınayıp her dili Allah'ın ayetleri olarak kabul eder. İslam farklılıkları saygı ve takdire şayan buluyorken,
bizler tüm bu yaptıklarımızdan sonra sıkılmadan Müslüman olduğumuzu söyleyebiliyoruz.
Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Bizler Avrupalılardan camilerimize değer vermelerini, kendi toprakları üzerinde
göklerini delen minarelerimize hoş gözle bakmalarını istiyoruz
ve eğer eski bir camiyi kiliseye çevirirlerse yüksek bir sesle protesto ediyoruz, ancak her nasılsa, Ayasofya’yı bir Camiye çevirmek isteyebiliyoruz. Sanki boş bir camiye daha acil ihtiyacımız
varmış gibi...
Bizler suçlularız ve bunun inkârı içerisindeyiz. Bizler azınlıkları
azınlıklara kırdırdık ve 1915’te bir milyondan fazla Ermeni’nin
yok olması ile sonuçlanan, Türk ve Kürtlerin Ermenilere karşı
işledikleri soykırım vahşetine izin verdik. Çeyrek milyon kadar
olan Asuriler, bizlerin bu soykırım çılgınlığının kurbanı oldular.
Bizler bencil ve egoist zalimleriz. Avrupa ve Amerikan’ın Ortadoğu’da sebep olduğu; savaşları ve işgalleri, sömürgecilikleri ve
vahşetleri protesto edip kınıyorken, diğer taraftan da insanlığa
olan en büyük katkısı sadece; diğer insanların ülkeleri işgal etmek, onların zenginliklerini yağmalamak, onları vergiye bağlamak, daha fazla savaş, istila ve yağmalama için çocuklarını kapıp emperyal ordusuna katmak olan Fatih ve diğer Osmanlı zorbalarını coşkuyla kutsayabiliyor, kendi atalarımızın yaptığı benzer saldırganlıkları ve zalimlikleri hiç utanmadan övebiliyoruz.
Bizler cahiliz, kendini sürekli haklı gören zalimleriz. Geçmişin
soykırımlarını ve vahşetlerini büyük-küçük demeden kınıyoruz.
Eğer bu vahşet, mensubu olduğumuz kabilemize karşı ise kınamaya ayrı bir özellik katıyoruz ve hemen sonra, kınadığımız şeyin aynısını hatta daha da fenasını başkalarına yapıyor ve bundan büyük keyif alıyoruz. Şimdi bu konuyu burada konuşuyorken bile birçok yerde zulüm etmeye devam ediyoruz.
Bizler cahiliz, kendini ahlaklı sanan zalimleriz. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları adı altında ustalıkla paketleyip sunduğumuz bitmek bilmez emperyal savaşlarımızla, kitle imha silahları ve donanımlı ordularımızla 666 kez daha vahşi bir terörizmi
Norşin’den Arizona’ya
işleyen kendi çeyreğimiz iken, insan ırkının diğer bir çeyreğini
terörist ilan edebiliyoruz.
Bizler cahiliz, hezeyanlı ve kendini beğenmiş zalimleriz. Kendimizi Davut zannedip dünyaya kahraman diye hava atarken,
aslında Calut'un ta kendisiyiz. Kendi yalanımızı yine kendimize
yutturuyoruz. Özgürlüğü, evi, hayatı ve onuru için tanklarımızın
karşısına elinde bir taş ile çıkan yoksul bir genci terörist sayma
küstahlığını sergileyebildiğimiz gibi, birer üniforma giydirip bir
tankın içerisine koyduğumuz bol vitaminli faşist işgalcilerimizin masum oldukları yalanını yüzümüz kızarmadan iddia edebiliyoruz. Çelişkilerin en yamanını işliyoruz.
Gandi, Martin Luther ve Mandela gibi geçmişteki düşmanlarımızı bugün büyük ahlaki liderler olarak tanıtarak onları övmekten utanç duymuyoruz. Hâlbuki onlar barış şarkıları söylüyor
diye zulüm ve zorbalığımıza son vermedik. İşgallerimizin ve sömürümüzün artan maliyetleri, lojistik problemler ve haklarını
gasp ettiğimiz halkların uyunarak, zulüm ve sömürümüze karşı
silahlı ayaklanmalarla isyan etmesi gibi unsurların azgınlığımızı
durdurmaya, bizi zorlayan asli gerekçeler olduğu gerçeğini kendimizden bile saklıyoruz. Hegemonyamıza karşı isyan edenlerin
arasından en pasif olanlarını seçip onlarla yeni bir anlaşma imzalamayı tercih ediyoruz. Kurbanlarımız arasından radikal asiler
yerine barış-gönüllüsü olanları seçerek bir anlaşma yapıyor,
böylece değişimden kendimize pay çıkarmayı istiyoruz. Böylece, sinsi hesaplarla yeni şartları müzakere ederek avantajımızı
olabildiğince elimizde tutma maksadı güdüyoruz.
Bizler saçmalayan, kuruntulu ve kurnaz insanlarız. Emrimizdeki
diktatörler veya kukla rejimler altında acı çeken fakir ülkelerin
insanlarına “insan hakları” vaazları veriyor, işlediğimiz ve halen
işlemekte olduğumuz insanlık tarihinin bilinen en büyük vahşetine ürkütücü bir coşkuyla devam ediyoruz: Yahudi soykırımı,
halı bombardımanı, Napalm bombaları, Mayınlar, Heronlar...
Yani bizlerin, Geert Wilders, Robert Spencer, David Horowitz
gibi insanlara dönüşmemiz ve aramızdan Neoconların, Siyonistlerin, İsa'nın geri gelmesi için Ortadoğu'da kan gölü oluşturmayı
çalışan Haçlıların ve Kapitalistlerinin çıkması bir sürpriz değil.
Doğu ve Batı arasındaki çatışmayı artırmak için her türlü yolu
ve propagandayı denemekte bir sakınca görmememiz de... Kanlı
tarihimizi tekerrür ettirerek başka bir soykırımı bu kez Müslümanlara karşı işlersek, torunlarımız buna pek de şaşmamalı. Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
569
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
570
Bizler bilgisiz, benmerkezci ve ilkel zorbalarız. Bizler dünyaya
nükleer silahlar hususunda vaazlar veriyor, terörizme karşı-savaş açıyoruz, fakat dünyanın birçok yerinde işlediğimiz vahşetler ve devlet terörü için özür bile dilemiyoruz. Tarihteki bilinen
en büyük terörü (sivilleri hedef alan saldırıları) de buna eklemeliyiz: Nagazaki ve Hiroşima... Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
Bizler gerçeğin ve adaletin faziletlerinden bahsederiz ama yalanlara öylesine alışmışızdır ki, istihbarat örgütleri ve onların
medya ve akademi ayağındaki kuklaları aracılığı ile yalanlar ve
propagandalar oluşturmak için milyarlarca dolarlık bütçeler ayırırız. Nitekim kurşunlar ve bombalar yoluyla o harika demokrasimizi Iraklılara götürürken 1 milyondan daha fazla canı almış
olmamız bizi pişmanlığa sürüklemiyor. Dahası bizler, on binlerce masum insanı katleden ve katliamları gelişmiş sorgulama
teknikleri, tali zarar, yarma taarruzu ve dalgalanma gibi üzeri
örtülü kelimelerle erdemli işler gibi sunan dünyanın en azılı
kanlı ordusunun başkumandanını Nobel Ödülüne layık gördük.
Azgınlık, sömürü ve hegemonyamıza karşı çıkan herkesi mahkemelerde bile yargılamadan insansız uçaklarla katlediyoruz...
ABD-Co'nun savaşlarının, gizli operasyonlarının ve bombaladığı ülkelerin listesini Times Roman fontuyla, 9 puntoyla, tek
satır boşluğuyla, her ülke için tek satır kullanarak listelesek orta
parmağımdan beş kat daha uzunlukta olur. Bilişsel Uyumsuzluk ile her kanlı liste mümkündür!
Medeniyetimiz ve teknolojik başarılarımız ile övünürüz, ama
Bosnalı Müslümanlar aramızda yıllarca tecavüze uğradılar ve
soykırıma maruz kaldılar. Güçlü ordularımız o katliamları seyretti. Galiba, menfaatlerimizi dikte ettirmek ve böylece şımarık
tüketici yaşam tarzımızı devam ettirmek için doğal kaynaklarını
sömürmek istediğimiz küçük ülkelere hava atmakla veya cezalandırmakla meşguldük… Bilişsel Uyumsuzluk ile her soykırım mümkündür!
Bizler güzel ve uygar insanlar olmamızla övünüyoruz, fakat
kendi çocuklarımızı video oyunları ve filmler aracılığı ile her
çeşit şiddete alıştırıyor, kutsal olan insan hayatına karşı duyarlılıklarını azaltıyoruz.
Bizler, içlerinde konforlu yaşam sürdüğümüz köşklerimizi ve
lüks yaşam tarzımızı sonuna kadar hak ettiğimizden dem vuru-
Norşin’den Arizona’ya
yoruz. Hâlbuki yaptığımız şey; plütokrasi ve kapitalizm ile karşılıksız paralar basarak, spekülasyonlar ve tefecilik yoluyla ve
en önemlisi, adaletsizliği yasalarla yasallaştırarak, gece gündüz
zor koşullarda çalışan insanların ürünlerini ve hizmetlerini çalıyoruz.
Bu rezaletleri işlerken, bizi çevreleyen doğayı, okyanuslarımızı
ve kendi atmosferimizi de kirletip mahvettik, ediyoruz. Bilişsel
Çelişki ile her çeşit kötülük mümkündür!
Göz kamaştıran paketler içinde sunulan teknoloji harikası oyuncaklarımızla övünüyor, plastik şişelerden dağlar dolusu atık
oluşturuyoruz. Teksas’ın iki katı büyüklüğündeki devasa plastik
çöp dağı demokrasilerimizin politikacılarını rüşvetle satın alan
büyük şirketlerin gücünden daha-daha hızlı bir şekilde Kuzey
Pasifik’te dönerek büyümeye devam ediyor.
Yoksulu yedirmek için yeterince yemeğimiz olmadığından yakınıyoruz, fakat daha bir hafta önce kapitalizmin yüksek-rahipleri tarafından vaaz edilen doktrinleri sorgulamadan izleyen
Hindistan Devleti’nin, milyonlarca ton dökülmüş yiyeceği abartısız olarak ‘bir dağ dolusu’ yiyeceği- nasıl da çürümeye
terk ettiğinin içler acısı resmine şahit olduk. Maalesef, bu dünya
üzerinde her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, milyonlarca
ton yiyecek kapitalistler tarafından kasıtlı olarak israf edilmektedir!
Açgözlü kapitalizmin yanında, halktan kopuk hükümetler ve
artmakta olan dünya nüfusu insanlığın geleceği için en büyük
tehlikenin çanlarını hiç olmadığı kadar şiddetle çalıyor. Buna
rağmen, Katolikler, Sünniler, Mormonlar ve insan üretimi dinlere mensup birçok siyasi ve dini palyaço annelerimizi birer doğum makinelerine çevirmek için adeta yarışıyorlar.
Müslüman olmakla, yani bir barış gönüllüsü olarak kendini Allah’a teslim etmekle, Muhammed’in bir takipçisi olmakla övünüyoruz. Tarihin en barışçıl insanlarından biri olan Muhammed’in ölümünden yüzyıllar sonra ciltler dolusu yalanlar üreterek onu bir savaş-çığırtkanı, bir işkenceci, bir seks manyağı, bir
kadın düşmanı, zalim bir diktatör, okuma yazma bilmeyen bir
cahil ve batıl inançlara sahip bir ortaçağ Arap’ı olarak resmediyoruz.
Bir yandan Kuran’ın kayıtlı olduğu sayfalara, Mushaflara karşı
aşırı saygı gösteriyoruz, ama öte yandan Kuran’ın içerdiği evrensel prensiplere ve talimatlara karşı açık, özrü kabul edilemez
571
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bir ihaneti işliyoruz. Aklımıza ihanet ederek, batıl inançları ve
doğmaları kabullenerek, din adamlarına şefaat etme ve Allah
adına kural koyma yetkisi verdik. Şiddete teşvik ederek, intihar
saldırılarına fetva vererek, Yahudi ırkına düşmanlık yaparak,
mürtetleri öldürerek, kadınları horlayıp haklarını gasp ederek,
açları ve evsizleri umursamayarak, insanları taşlama cezasıyla
öldürerek ve diğer korkunç suçları işleyerek… Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
Hıristiyan olmakla… Tarihteki en barışçıl ve adil insanlardan
birisi olan İsa’nın izleyicileri olmakla kıvanç duyuyoruz. Fakat
İsa'dan hemen sonra Roma İmparatorluğu’na asker olduk, köle
sahiplerine dönüştük… “Cadılar” ve “kâfirler” dediğimiz insanları kazıklara geçirip yaktık. Kanlı Haçlı Seferlerine destek çıktık. Çeşit-çeşit ve tür-tür işkence makineleri icat ettik. Engizisyon yoluyla düşünür ve bilimadamlarını lanetledik. İki dünya
savaşına girip birçok ülkeyi yerle bir ettik, milyonlarca insanı
soykırımla hunharca katlettik. Büyük ve daha da büyük bombalar yapabilmek için gece gündüz demeden çalıştık. Çok sayıda
ülkeyi işgal ettik, yakıp yıktık, dünyadaki birçok insanı da öldürmekten beter ettik. Böylece, "başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan onlara öyle davran" Altın Kuralını “önleyici
saldırı” adını verdiğimiz demir-kural ile yani "başkaları sana kötülük etmeden sen onlara kötülük et" ile değiştirmiş olduk.
Peki, toplumsal değerleri küçümseyen, insanlığın iyiliğine inanmayan bedbinler mi olmalıyız? HAYIR
1. Kötümser olamayız. İnternet ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve nüfustaki artış ile beraber, ektiğimiz şeylerin mahsullerini eskiye nazaran çok daha hızlı ve katlanmış olarak biçiyoruz. Kendilerini mutasyona uğratıp görünümlerini değiştiren
ve diğer insanların kanlarına vahşice diş uzatma metotlarını başkalaştıran, fakat aynı kuruntuları, böbürlenmeleri, küstahlıkları
ve hâlâ dinmemiş olan açlıklarını kendi içlerinde barındırmaya
ve beslemeye devam eden emperyalist güçler, üçüncü dünya ülkeleri denilen yerlerde daha fazla kanı umarsızca dökemeyecekler, bunu yanlarına kar bırakamayacaklar. Dünyamız savaşlarımıza, yalanlarımıza, küstahlıklarımıza, soyguncu bankalarımıza, Siyonist propagandalara, Tanrı’nın bize özgür olarak sunduğu bu Mavi Gezegeni kirletip zehirleyen ve kısıtlı kaynaklarımızı boşa akıtan kapitalist-tüketici aptallıklara daha fazla dayanamaz.
572
Norşin’den Arizona’ya
2. Kötümser olamayız. Umut vadeden bazı gelişmeler var. İsveç,
Norveç Finlandiya gibi müjde örnekleri var…
Çözüm İçin Önerilerimiz Var:
İlk olarak saldırganlık, kibir, kuruntu ve zihinsel çelişki gibi belirtilerin açığa çıkmasına sebep olan hastalığı teşhis etmemiz gerekir.
Savaşlara ve soykırımlara sebep olan bedenimizdeki tümörlerin farkına varmalıyız:
Başkalarına zarar vermek için kullanılmadığı müddetçe diğer
insanların fikirlerine karşı toleranslı ve saygılı olmayı öğretebilmeliyiz. Kan akıtma ve öldürme yoluyla cennete girmeyi yücelten dini dogmaları sorgulamalı ve onları reddedebilmeliyiz
İlk, orta ve yüksekokullarımızın müfredatına ekleyeceğimiz felsefe ve kritik düşünme derslerini “Alan Dersi” kapsamına almalıyız.
Gerçek demokrasiyi kurmalı ve bizlerin seçilmiş olan yetkililerimizi kasıtlı ve olumsuz etkileyen lobileri yasaklamalıyız.
Erkek ya da kadın olsun, pembe veya mor, mavi veya siyah,
inançlı ya da ateist, fakir yahut zengin olsun, bu gezegendeki her
insanın önceliği savaş çığırtkanlarına karşı ayakta durmak olmalıdır. Askeri Endüstri Kompleksi… Silah Tüccarları… İşte bu
kan emiciler, düşmanlar üreterek, onların gücünü alabildiğine
abartarak ve sürekli devam eden çatışkıları oluşturarak, diledikleri yerlerde savaşlar üretmek isterler. Savaşlar çıkarmak için
kendi seçtikleri, atadıkları ve rüşvete bağladıkları politikacıları
kullanırlar. Bizler, küresel ve yerel savaşlar üzerinden kâr elde
edenlerin kimliklerini açığa vuran 10 kişilik bir liste oluşturmalı
ve onları insanlığın düşmanları olarak ilan etmeliyiz. Askeri
harcamalarımızın önemli ölçüde azaltılması için politikacılarımıza talepte bulunmalıyız. “Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” (FDR). Hepimiz şu tarihi
uyarıyı dikkatle dinlemeliyiz: “… Askeri Endüstri Kompleksinin büyük güç elde etmesine karşı tetikte durmalıyız. Yanlış
yere konmuş gücün yıkıcı yükselişi için potansiyel mevcuttur ve
"kâr için savaş" tehdidi varlığını devam ettirecektir.” (Eisenhower).
Çok uluslu büyük şirketlerin haber ajansları, film sanayileri, internet siteleri, lobileri, politikacıları ve akademisyenleri, içinde
573
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yaşadığımız bu kırılgan eko-sistemi yok eden kapitalist dogmalar üretiyor, insanları açgözlülüğe ve yolsuzluğa teşvik ediyorlar. Kapitalist sömürüyü ve yolsuzluğu ortadan kaldırmak, her
insan için makul bir sağlık hizmeti, eğitim, ev ve yiyeceği garanti edebilmek için, totaliter bir rejim oluşturmaksızın, ‘adil’
bir ekonomik sistem kurmalıyız. Otoriter komünizmi gömdüğümüz aynı mezarlığa, şimdi, kapitalizm ve tüketiciliği gömmeliyiz.
Milliyetçiliği, uyku halindeki bir beyin virüsü olarak algılamalıyız. Aktif olmadığı zamanlarda sahte vatanseverlik duygusunu
açığa çıkaran hafif bir hastalıktır milliyetçilik. Fakat bazı şartlar
gerçekleştiği vakit, örneğin; ekonomik kriz veya bazı kışkırtmalar yoluyla, bu virüs kolaylıkla mutasyona uğratılarak aşırı-ırkçılık ve şovenlik gibi kontrol edilmesi imkânsız ve ölümcül
komplikasyonlar ve trajedilerin semptomlarını gösteren yok
edici bir tehlike haline getirebilir. İşte bu virüsler yeteneksiz ve
kötü politikacılar tarafından, silah tüccarları, yobazlar ve genellikle de küresel finans kurumları yoluyla beslenirler, tetiklenirler. Bayraklar saplantı haline getirilir ve birer mini put olarak
kullanılırlar. Bayrakları sallamak failin hormonlarını tetikler ve
nihayetinde, iyi insanların da ayrıca vahşet ve soykırım gerçekleştirmelerine sebebiyet verirler.
***
Vadedilen Sabahın Ara Nesilleri olan
Nurculara Selam Olsun!
6 Şubat 2012
Hayranları tarafından Bediüzzaman, yani Zamanın Harikası olarak
tanınan, nüfus cüzdanında Said Okur olarak geçen, hemşerim Bitlisli
Said-i Kürdi veya Said Nursi, çok zeki ve cesur bir insan idi ama
maalesef, psikolojik bölünmeler ve entelektüel krizler yaşamış bir
ilim ve mücadele adamıydı.
574
Rus ve Libya cephelerinde bizzat çarpışmış, Sünni bir Kürt âlimi olduğu halde Şeyh Sait isyanını desteklememiş, daha sonra sürgün ve
hapishane gibi zor koşullarda yazdığı risalelerle kendisini Kuran hakikatlerini keşfetmeye ve onu felsefi ve bilimsel delillerle savunmaya adamıştı. Bu mücadelesini iki cephede yoğunlaştırmıştır. Bir
yandan Bolşevikler tarafından propaganda edilen ateist felsefeye,
Norşin’den Arizona’ya
öte yandan Atatürk ve İnönü tarafından yürütülen Batılılaşma kampanyasına karşı çıkmış, batının bilimsel başarılarını Sünniliğin dogmaları ile barıştırarak bir sentez oluşturmaya ve hatta bu amaçla
Medresetü'z Zehra adında bir üniversite açmaya çalışmıştır.
Birinci Dünya Savaşıyla birlikte zirveye çıkan işgallerin, katliamların, mağlubiyetlerin, iç savaşların, ihanetlerin, politik, sosyal ve ekonomik depremlerin halkları ve bireyleri sarstığı bir ortamda hemşerim Said, büyük bir cesaretle ve azimle "imanı kurtarmaya" çalıştı.
Eski medrese geleneğinde saygı gören Yunan (Plato ve Aristo) felsefesinin etkisiyle modern bilimlere ve felsefi tartışmalara ilgi gösteren Said, çağdaşı din adamlarından daha avantajlı olmasına rağmen kafası karma karışıktı. Said pozitif bilimler olarak adlandırılan
modern bilimlere ilgi duymasına rağmen, o bilimlerin temeli olan
bilimsel yöntemi kavrayamamıştı. Kuran'ın nazil olduğu dönemde
kullanılan Ebced sistemine alabildiğine ilgi duymasına rağmen matematik ve özellikle istatistiksel analiz konusunda alabildiğine yetersizdi. Aklın ve felsefi tartışmanın önemini kavradığı halde çeşitli nedenlerle tutarlı ve sistemli bir felsefeyi geliştirecek alt yapıya sahip
değildi. Dini konularda, Sünni mezhebin sınırları içinde tecdit
yapma hevesinde olmasına rağmen, Sünni geleneğinde ciddiye alınan klasik eserleri pek izlemiyordu. Hatta mezheplerin geliştirdiği
ve çok önem verdiği fıkıh usulünü ve hadis usulünü pek önemsemiyordu.
Said'in paranoyası da malum. Doğrusu, bunu normal insani bir tepki
olarak da görebiliriz. Fikirleri, aktiviteleri ve Mustafa Kemal'in şahsına ve inkılaplarına karşı yönelttiği eleştiriler yüzünden maalesef
defalarca hapsedilmiş, sürülmüş ve zulme uğramıştır. Bu mücadele
içinde evlenme ve aile kurma imkânı bile bulamamıştır. Said-i Nursi
gibi bir mütefekkirin bir gün bile sürgüne veya hapishaneye gönderilmesi haksızlıktır, zulümdür. Ancak, şu gerçeği de teslim etmeliyiz. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen askeri, siyasi ve sosyal çatışmaları ve depremleri hesaba katarsak, kendisinin diğer Osmanlı taraftarları ve Sünni muhaliflerden farklı bir muameleye tabi
tutulduğunu ve diğerleri idam edilirken kendisinin sadece sürgüne
veya hapishaneye gönderildiğini biliyoruz. Hatta Eskişehir, Denizli
ve Afyon hapishanelerinde tutuklu kaldıktan sonra beraat ettirildiğini de biliyoruz. İşin ilginci, Deccal olmakla itham ettiği Mustafa
Kemal Atatürk tarafından millet meclisine davet edilmiş ve mecliste
milletvekillerine vaaz vermesi imkânı verilmiştir.
Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Siracü'n-Nur, Denizli Mudafaası ve Şualar
575
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
gibi eserlerinde, Müslümanlar tarafından dördüncü Cumhurbaşkanı
olarak seçilen Talib'in Babası'nın oğlu Ali'ye atfedilen Kaside-i Celcelutiye şiirini kelime kelime, harf harf, rakam rakam kendine özgü
bir analize tabi tutarak kendisi ve risaleler hakkında çıkardığı gaybi
haberler ona bazı kişilerin kafasında ve gönlünde hayranlık hisleri
uyandırırken, bazılarında da "kafasını yemiş" bir adam portresi çiziyordu.
Bir örnek vereyim. Risalelerinden birisine isim olarak, Said Kuran'da kullanılan Ayet-ül Kübra ifadesini kullanıyor. Ondan sonra
binlerce uyduruk hadis ve yüzlerce şiir içinden o iki kelimeyi buluyor (sürpriz!) ve kendisini haber verdiğini sanarak heyecanlanıyor.
Satır, kelime ve harf aralarında; uçuk spekülasyonların ve hayallerin
labirentlerinde kayboluyor ve örneğin; Onbeşinci Şua adlı risalesinde: "Hz. Ali (R.A.) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risale-i Nur’u
alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor” sonucuna varıyor. Böylece aslında kendi kendisini alkışlıyor, haber veriyor ve teselli ediyor! Keyfi hesaplar ile elde ettiği Ebced değerleri
ile kendisi ve önem verdiği olaylar arasında keyfi ilişkiler kurarak
uçuk yorumlar ve iddialar üretiyor hemşerim Said. (Astronomi ile
Astrolojiyi, Numeroloji ile Matematiği, Simya ile Kimya'yı birbirine
karıştıran bu kafa yapısının beni de böyle değerlendirdiklerini çok
iyi biliyorum )
Paranoyasını dengelemek için muhtemelen bu tür hayali tesellilere
ihtiyacı vardı... Said'in akıl ile nakil, modern bilimler ile hurafeler,
Kuran ile uyduruk hadisler arasında yaptığı danslar ve tavaflar ilginç
bir araştırma konusudur. Hem bir Kürt hem de tavizsiz bir Sünni
olan Said'in, Türkçü ve Laik bir ideolojinin temelleri üzerine kurulmuş bir Türkiye'nin kültürel, dini ve siyasi hayatındaki etkisini dikkate alırsak, Said'in bu yönünün hem teolojik hem de politik ve psikolojik yönden incelenmesi gerektiği daha da önem kazanıyor.
576
Böylesine bilimsel bir inceleme, günümüzdeki bazı olaylara da ışık
tutabilir. Örneğin, yıllarca sevgiden bahseden, alabildiğine duygusal
bir Nurcu olan Fethullah Gülen'in birden bire tam tersi bir tavır göstererek, 50,000 Kürdün yok edilmesi, evlerinin yakılması ve köklerinin kurutulması için bağıra bağıra ve iki elini bir çocuğu boğar gibi
hareket ettirerek beddua etmesinin nedenleri anlaşılabilir, asıl amacı
öğrenilebilir… Aynı şekilde, bir Kürt olan Said'i Nursi'yi izlediklerini iddia edenlerin Plastik+Portakal meyvesini veya Peynir+Radyo
aletini anımsatan, Türk + İslam gibi acayip sentezler üretme gayretlerini de açıklayabilir böyle bir çalışma. Üslubundan giysisine kadar
Norşin’den Arizona’ya
tipik bir Kürt mollası olan Said Nursi'ye ve risalelerine âşık olan bir
cemaatin Kürtlere karşı faşist ve militarist bir devlet politikasından
yana yer almaları ile bir barış elçisi olan İsa'ya âşık olanların en korkunç işkence ve katliamları desteklemeleri ve düzinelerce orijinal işkence aletleri icat etmeleri arasında ortak payda bulunabilir. (Nurcu
cemaatlerle veya Laik+Türkçü gruplarla dirsek temasında olmayan
objektif bilim adamları tarafından bu konuda yapılan araştırma varsa
görmek isterim).
Emevi, Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde büyük bir coğrafyada hüküm süren kanlı diktatörlerin emperyalizmini ve saldırganlığını İslami birer fetih ve zafer olarak alkışlamış olan Sünni reaya (yani
Sünni koyun sürüsü), kendilerini Allah'ın Yeryüzündeki Gölgeleri
olarak gören zalim firavunlar iktidarı kaybedince, dini ve kişisel
kimlik krizleri geçirdiler. Kendilerini güdecek ve aşağılayacak sarıklı ve zalim çobanlar aradılar. Ne var ki sarıklılar tarihe gömülecekti. Sarıksız ama zalim çobanlara sürü olmak zorunda kaldılar.
Böylesi bir kriz ortamında Said-i Nursi hem kendisi hem de "Ümmet-i Muhammed" için kurtuluş formülleri ve sentezler aradı.
İşte risaleler bu arayışın bir ürünüdür. Karma karışık bir külliyat...
Zekâ ile saflığın, bilgi ile cehaletin, cesaret ile paranoyanın, gerçek
ile hurafenin, iman ile inkârın, tevhit ile şirkin, felsefe ile safsatanın,
nur ile zulmetin sarmaş dolaş dans ettiği bir külliyat!
Nurcular da bu külliyatla beslenen kafaları karışık bireylerden oluşan cemaatler... Bu zihni ve ruhi karmaşıklık, inşallah, on-on beş yıl
içinde net bir biçimde teşhis ve tedavi edilecektir. Reçetesi şu: akıl
ve bilimsel metodoloji ışığında doğadaki ve kitaptaki ayetlere göre
yapılacak paradigma değişikliği ve onu izleyen bireysel ve toplumsal reformlar. Nurcular bu tarihi değişimin ve evrimin ara nesilleridir. Nurculara selam olsun. Allah'ın çağımız insanına vadettiği sabah
yakındır. (74:32-37).
***
Barışyurdu Anayasası Taslağı
(giriş ve ana başlıklar)
28 Eylül 2013
Princeton Üniversitesi
İlk kez, Arizona Üniversitesinin Politik Felsefe bölümünde 3-4 Mayıs 2010’da düzenlenen bir sempozyumda ve daha sonra 28 Eylül
577
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
578
2013 tarihinde Princeton Üniversitesinde NAAIMS (North American Association of Islamic and Muslim Studies) tarafından düzenlenen konferansta sunup farklı iki akademik grubun önünde tartışmaya
açtığım Barışyurdu Anayasa taslağının giriş bölümünü buraya alıyorum. Tasarının metnini İngilizce veya Türkçe olarak 19.org sitesinde
bulabilirsiniz.
Muhammed'e ait olduğu öne sürülen binlerce hadis onun ölümünden
hemen sonra uydurulmaya başlandı, ikiyüz yıl sonra devşirildi ve
yüzyıllar sonra 'sahih' hadisler adı altında kitaplaştırıldı. Hadislerin
uydurulma amaçları şöyle sıralanabilir:
Bir mezhebin öğretilerini bir başkasına yeğlemek (abdesti bozan nedenler, yasak olan deniz ürünleri);
İsyancıları etkisiz kılmak için hükümdarın yetki ve uygulamalarını övmek ya da haklı göstermek (Mehdi ve Deccal);
Bir kabile ya da hanedanın çıkarlarını gözetmek (Kureyş kabilesini ve özellikle Muhammed'in sülalesini kayırma);
Cinsel istismarı ve kadın düşmanlığını haklı göstermek (Ayşe'nin yaşını küçük göstermek, kadınların namazına engel olmak);
Dehşet, baskı ve diktayı haklı göstermek (Ureyne ve Ukeyle
halkından bazılarını işkenceden geçirmek, Medine'deki Yahudi
halkı yok etmek, şiirle eleştiri yapan bir kadın ozanı öldürmek);
İbadete ibadet, dindarlığa dindarlık eklemek (nafile namazlar);
Hurafeleri diriltmek (büyücülük yapmak, Kabe'nin yanındaki
kara taşa tapınmak);
Bazı nesne ve edimleri yasaklamak (hayvan ve insan resmi yapmak, müzik aleti çalmak, satranç);
Yahudi ve Hristiyanların inanç ve uygulamalarını İslama sokmak (taşla öldürmek, sünnet etmek, başörtüsünü dayatmak, inzivaya çekilmek, tesbih çekmek);
İslamdan önceki Mekke'de yaygın olan inanç ve uygulamaları
yeniden yaşama geçirmek (şefaat, kölelik, aşiret tutkusu, kadın
düşmanlığı);
Halkı hoşlandıran öyküler uydurmak ('miraç'ta göklere çıkıp namaz pazarlığı yapmak);
Muhammed'i tanrılaştırıp onu öteki peygamberlerin üstüne çıkarmak (ayın parçalanması dahil bir sürü mucize);
Tektanrıcılara karşı hadis kullanmak (yalnızca Kuran diyenleri
suçlamak); ve hattâ
Norşin’den Arizona’ya
Bir çiftliğin ürünlerini tanıtmak (Ajwa bölgesinde yetişen hurmaların üstünlüğü) ...
Barışseverler Anayasası Taslağı Şu Temel İlkeleri İçeriyor:
1. Modern güç odakları haline dönüşen medya ve şirketleri dengeleyerek halka hizmet eden bir sistem oluşturur.
2. Paranın politik sistemdeki rolünü ve etkisini yok etmeyi amaç
edinir ve bunun için orijinal bazı yöntemler ve kurumlar önerir.
3. Yurtta ve dünyada barışın sağlanması için silah üretiminin özel
sektörle ilişkisini asgariye indirir.
4. Eyaletlerde dini ve kültürel kaygıların ve geleneklerin yansıtılmasına daha toleranslı bir ortam oluşturmak için federal laik bir
sistem öngörür. Ateistler dahil farklı görüşe sahip azınlıkları korur.
5. Üç değişik şekilde seçilen eşit sayıda üyeye sahip üç meclis
oluşturur. Ulusal Meclis Seçilmiş Politikacılar Ulusal Meclisi
(SP), Seçilmiş Uzmanlar Ulusal Meclisi (SU) ve Yarı-Rastgele
Vatandaşlar Ulusal Meclisi (RV). İlk Meclis halka açık oyla seçilir, ikincisi üniversiteler yoluyla, üçüncüsü ise milletvekillerinin ve bakanların finansal ilişkilerini izlemek için uygun vatandaşlar arasından piyango ile seçilir.
6. Anayasa otomatik olarak 40 yıl içinde biter ve böylece her neslin kendi düzenleyeceği bir anayasaya muhatap olmasını sağlar.
7. Hayat için zaruri olan yemek, su, konut, öğrenim ve temel sağlık
hizmetlerini mümkün mertebe çalışabilen her vatandaşa iş sağlamak yoluyla garanti altına alır. Yıllık bütçenin en az beşte biri
bu hizmetler için ayrılır.
8. Bankaların, spekülatörlerin, finansal kurumların gücünü azaltır.
Nasıl ki hükümetler halk için varsa şirketler de halk için olmalı;
tersi değil.
9. Vatandaşlar arasında rekabet ve gelişme ile birlikte dayanışma
ve yardımlaşmayı da teşvik eder.
10. Kritik düşünmeyi ve yaratıcılığı ilkokuldan başlayarak öğrenimin en önemli amaçlarından birisi olarak belirler.
11. Şirketlerin çevreyi kirletmesine ve sınırlı kaynakları israf etmesine karşı uyarır.
12. Kişisel özgürlük ve hakları hassasiyetle korur.
13. İnsan hayatının önemini, şefkati ve doğaya saygıyı sembolize
eden bir bayrak önerir.
14. …
Diğer ilkeler ve detaylar için lütfen 19.org sitesindeki metne bakınız.
***
579
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Edip Hayatla Yüzleşiyor
580
Edip Yüksel
23 Aralık 2012
SORU: Ceviz Kabuğu’nda tanımıştım sizi. Bunca yıldır hayatla yüzleştiğinizde kalan ne oldu acaba?
CEVAP: Dünyanın en mutlu adamıyım. Hiç kimseyi kandırmadım.
Kendimi hiçbir cemaate, partiye veya devlete satmadım. Sürekli
hakkı aradım ve hak bildiğim şey için her şeyimi riske atarak tanıklık
ettim. Bu yüzden zindanlara girdim, işkencelere muhatap edildim,
dokuz köyden kovuldum, nefret edildim, zındık ilan edildim, iftira
ve hakaretlere muhatap edildim, ediliyorum. Arada bir beni öldürmekle tehdit edenler çıkıyor. Umurumda bile değil. Korkum ve endişem yok.
Zencilerden Filistinlilere, Türkmenlerden Kürtlere kadar sürekli ezilenlerden ve mazlumlardan yana yer aldım, alıyorum. Yoksulları ve
açları düşünüyorum, malımı onlarla paylaşıyorum ama bu sorunun
bireysel yardımlarla çözüleceğine inanmıyorum ve bu yüzden ahlaklı bir toplumun açlığı, yoksulluğu, evsizliği ortadan kaldırmayı en
önemli "milli görev" sayması gerektiğini savundum, savunuyorum.
Âdemoğullarını birbirine düşman edip kardeşkanı döktüren ulusçuluğu, dinciliği, milliyetçiliği reddettim; kapitalizmi, savaş sanayisini
ve uluslararası büyük şirketleri insanlığın ve dünyanın en büyük düşmanı olarak biliyorum.
Amerika'da yaşıyorum ama ABD-Co'nun emperyalizmini lanetliyorum ve onun en büyük terörist örgüt olduğunu burada sokaklarda,
üniversite kampüslerinde ve hatta Felsefe derslerimde haykırıyorum. Karşıt görüştekileri acımasızca eleştiririm ama onların özgürlükleri ve insan hakları için kendi özgürlüğüm ve insani haklarım
gibi korumaya çalışırım. Hatta düşmanlarıma bile zulmedilmesine
rıza gösteremem. Örneğin, başörtü yasağına karşı durdum; Atatürkçü despotlara karşı Refah Partisi’nin kapatılmaması gerektiğini
savundum ve bu konuda Amerika'da hukuki makaleler yayımladım,
sempozyumlar düzenledim. Örneğin; inançsızlıklarını ifade ettikleri
için zulme maruz kalan Fazıl Say ve Hakkı Devrim'in düşünce ve
inançsızlıklarını istedikleri gibi ifade etme haklarını savundum, savunuyorum.
Bilgiye, yeni şeyler öğrenmeye aşığım, matematiği ve felsefeyi çok
severim, iyi niyetle sorgulamaktan çekinmem ve her zaman hatalarımı düzeltmeye hazırım. Nitekim hayatım boyunca birçok konuda
görüşlerimi değiştirdiğim veya düzelttiğim malum. Öğrendiklerimi
Norşin’den Arizona’ya
herkesle paylaşma konusunda heyecanlıyım ama herkesten bir şeyler öğrenebilirim niyetiyle diyalog ve tartışmaya girerim. Uyduruk
ve abartma saygı ifadeleri kullanmıyorum ve bu tür uyduruk saygı
kültürüyle yetişmiş kişiler tarafından egoist olarak suçlanırım, ama
karşımdaki oğlum ve hatta torunum yaşında da olsa, ilkokul mezunu
bile olmazsa saygı gösteririm ve yaş farkından, rütbe, mevki ve unvandan dolayı insanlar arasında ayırım yapmamaya özen gösteririm.
Toplumdaki hiyerarşik ilişkinin kritik düşünceyi engellediğini, yanlış ve zararlı varsayımları, dogma ve tabuları sorgulamayı engellediğini, kült ve tarikat ortamı oluşturduğunu bildiğim için özellikle dini
tartışma bağlamında dini ve akademik unvan ve künyelerin kullanılmasını sakıncalı bulurum. Bu yüzden oğullarım ve felsefe öğrencilerim dâhil herkesin bana ilk ismimle hitap etmesini tercih ederim.
Bazı tiplerden nefret ederim. Bunların başında münafıklar, din tüccarları, afyon satıcıları ve jingoist politikacılar gelir. Allah ve elçileri
adına uydurulmuş yalanları, şeriatları, rivayetleri ve iftiraları insanlara din diye vazeden ve onların kritik düşünme melekelerini devreden çıkarıp onları kendilerine köle, reaya, mukallit ve mürit haline
dönüştüren din adamları, mezhep veya tarikat liderleri gelir. Allah'ın
âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve bize örnek insan olarak tanıttığı Muhammed peygamberi canımdan çok sever ve mücadelesini
alabildiğine takdir ederim, ama ona en iğrenç iftiraları ve yalanları
yakıştırdıktan sonra onun ilettiği tevhit mesajına aykırı bir biçimde
onu abartıp putlaştıran münafıklardan iğrenirim. Tahammül edemediğim ikinci grupta insanların soy sop, ırk, kavim ve kabile duygularını gıdıklayıp, onların diğerlerinden daha üstün olduğunu söyleyerek, onları kan dökmek için manipüle eden politikacılardır. Tarih
boyunca en büyük zulümler, fıtratlarına, akıllarına ve insanlık onurlarına ihanet ederek kendileri gibi olan insanları, yani peygamberler
ve devlet kurucuları dâhil dini ve milli kahramanları abartan ve böylece kendilerini alçaltan, zihinsel olarak köleleşmiş ve kula kulluğu
kutsamış beyinsizler tarafından işlenmiştir, işlenmektedir.
Allah'tan başkasını efendi (rab) tanıyarak kullara kul (abd) olmadım.
Fildişi kulede yaşamadım, yaşamıyorum. Emeğimle çalışıp kazanıyorum. Eşim ve çocuklarım beni seviyor ve sayıyor. Vicdanım rahat.
Rabbimin hem ufuktaki hem de nefsimdeki ayetlerine tanık olmuş
biri olarak en önemli felsefi konularda berrak bir zihne sahibim.
Sevgi ve barış doluyum. Barış için kardeşimin katilini bile kucaklayabilirim. Rabbime erdemli bir Müslüman olarak döneceğim güne
kadar inşallah 41:33-36 ayetine uygun yaşar ve ona layık olurum,
41:33 ALLAH’a çağıran, erdemli davranan ve “Ben hakka teslim
581
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
olanlardan ve barışı destekleyenlerdenim“ diyenden daha güzel
sözlü kim olabilir?
41:34 İyilik ile kötülük bir olmaz. Sen en iyi bir biçimde karşılık ver.
O zaman, aranızda düşmanlık bulunan kişi belki en iyi dostun oluverir.
41:35 Bu duruma ancak dirençli olanlar eriştirilir. Bu duruma ancak
alabildiğine şanslı olanlar ulaştırılır.
41:36 Sapkından herhangi bir düşünce seni etkisi altına alırsa ALLAH’a sığın. O İşitendir, Bilendir.
***
Helyum’un Hesi, Tayyib’in Tesi
ve Çelakıl’ın Çesi -1
Edip Yüksel
Ömer Çelakıl adındaki bir gencin akılları çelen iddialarını tartışmak
için 24 Kasım 2002’de Süleyman Ateş ve Profesör Haluk Oral ile
birlikte Cevizkabuğu programına çıkarıldım...
Ömer Çelakıl, 2002 yılının başlarında çalışmalarından bazı örnekleri
kamuya açıklamadan önce benimle paylaşmıştı. Bu makaleyi yazarken, bilgisayarımdaki kayıtları araştırdım ve Ömer’in 7 Şubat 2002
tarihinde benimle yaklaşık bir saat kadar süren bir MSN sohbeti yaptığını farkettim. Çelakıl benimle email ve telefon yoluyla irtibat kurduğunda bulgularını inceleyip eleştireceğimi bildirmiştim.
Amerika’da basın toplantısı yapacağımı söylemediğim halde maalesef hakkımda öylesi bir senaryo üretmiş ve Hürriyet gazetesine verdiği söyleşi de ismimi kullanmış. (2006'da göktaşı çarpınca dengeler
altüst olacak, Sefa Kaplan, Hürriyet, 17 Eylül 2002. Genç bir tıbbiyeli, Kuran'ın şifresini çözdüğünü iddia ediyor, Sefa KAPLAN, Hürriyet, 7 Eylül 2002)
582
Başkent Üniversitesinden Doğan Kökdemir bu konuda beklenilen
tepkiyi gösterenlerden biri. Nitekim, http://www.elyadal.org/dedektif/sifre.htm adresinde yayımlanan “Şifre Yalanları” başlıklı yazısında tartışmadaki önemli problemlere dikkatleri çekiyordu. Başkent
Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Doğan Kökdemir şunları yazıyordu:
“Matematik ve Bilim: Bütün program değerlendirildiğinde
Norşin’den Arizona’ya
sevgili Taylan'ın sinirlenmekte ne kadar da haklı olduğu ortaya çıktı. Ömer Çelakıl'ın iddialarını eleştirmek ve halkı bu
konuda bilgilendirmek amacıyla yapılan programda, tek tutarlı, anlaşılır ve rasyonel eleştirileri yönelten bir başka şifreci olan Edip Yüksel oldu. Hakikaten, bizim yaklaşık 10-15
gün önce derslerde yöntem ve olasılık açısından yönelttiğimiz ve tartıştığımız hemen hemen bütün açıkları tek tek sıraladı. Boğaziçi Üniversitesi, Matematik bölümü öğretim
üyesi olan matematikçi konuk ise (ismini unuttum) hemen
hemen hiç bir şey söylemedi. Hazırlıklı gelmediği o kadar
açıktı ki, özellikle Edip Yüksel Kur'an'da asıl şifrenin 19 olduğunu, pek çok şeye baktığımızda 19 ve katlarını gördüğümüzü... vs anlatırken ben ve sanırım benim gibi pek çok insan meraklı gözlerle matematik profesörüne baktı, belki bir
şeyler der diye. Ancak, bütün program boyunca söylediği
tek şey, Kur'an-ı Kerim'in Şifresi kitabının amacının yeni
bir din/tarikat yaymak olduğu anlamına gelen bir komplo
teorisi oldu. Bir matematikçi komplo teorileri üretmek dışında eleştirecek bir şey bulamadı mı diye düşünüyorum,
düşünüyorum da bu düşünceme bir cevap bulabilmiş değilim.”
“İlahiyat ve Bilim: Diyanet İşleri eski başkanı olan ilahiyat
profesörümüz aslında çok önemli şeyler söylemeye çalıştı.
Aslında bunları kuvvetli bir şekilde söylemeyi becerebilseydi, ya da kanıtlama yoluna gitseydi programın da düğümü çözülürdü. Çünkü, şifrecilerin kullandığı ayetlerin aslında onların söylediği gibi olmadığını iletti. Örneğin, Edip
Yüksel Besmele'nin 19 harften oluştuğunu söyledi ve tahtaya yazdı ancak ilahiyat profesörümüz bunun yanlış olduğunu söyledi. Söyledi ama göstermedi. Gerçekten 19 harf
mi, yoksa Edip Yüksel yanlış bilgi mi veriyor bunu şu anda
ben bilmiyorum. Çünkü, iddiaları eleştirmek yerine ilahiyatçımızın tercihi, ara sıra programa küsüp oradan ayrılmak oldu. Açıklama yapmak yerine kavga etmeyi, küsmeyi
tercih etmek benim anlayabileceğim bir şey değil. Üstelik
tehlikeli de, çünkü şifre şarlantanlarına inananlar ya da bu
konuda arada kalanlar "bak işte adam cevap veremeyince
kaçmaya çalışıyor" deme şansını buldular.”
“Ya Zekeriya Beyaz'a ne demeli, sürekli bağırdığı için çok
bir şey anlamadım ama Hulki Cevizoğlu çok anlamlı bir
soru sordu ona: ‘Okudunuz ve ondan sonra yanlış olduğunu
583
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
mu söylediniz?’. Beyaz ne dese beğenirsiniz, ‘hayır okumadım, okumama gerek yok, bunlar yalan, dolan ...’. Muhteşem bir bilimsel yaklaşım değil mi?”
Eğer Doğan konuya hâlâ ilgi duyuyorsa bir dahaki Türkiye seyahatimde kendisiyle konuyu yüzyüze tartışmak isterim. Eğer konuya
açık fikirlilikle ve sağlıklı bir şüphecilikle yaklaşırsa 19 sisteminin
hiç te hafife alınamıyacak bir sistem ve mucize olduğunu kendisine
isbat edebilirim. Bu konuyu tartışmaktan hiç kaçmadım. Ancak, konuya cehaletle ve doğmatik yaklaşanlar dahil bu konuda Doğan gibi
haklı olarak şüpheci davrananlarla da tartıştım. Örneğin 19 kodunun
Kuran’daki örneklerini ve gaybi tecellilerini Hikmet Zeyveli, Ali
Bulaç, Süleyman Ateş, Michael Shermer, David Silverman, Abdulaziz Bayındır gibi mezhepsiz, sünni, ve ateist yazarlar ve araştırmacılarla yüzyüze tartıştım ve ilk ikisi hariçi o tartışmalarım videoya
kaydedildi. Süleyman’ın ateş gibi kızgın olduğu bir tartışma (!) ortamında maalesef onun Besmele’nin harfleriyle ilgili iddiasını temellendirmesini isteyemedim. Yoksa, 19 sistemine karşı çıkan dinadamlarının Besmele’deki harflerin sayısı gibi basit bir sayma işlemini bile beceremediklerini Doğan hariç tüm Türkiye halkına rahatlıkla isbat ederdim. Sadece iki dakika yeterdi. Maalesef, Süleyman’ı
stüdyodan üçüncü kez kaçırtmamak için Besmele’nin 19 harfine hayal-i şeriflerinden iki harf eklemesine bile ses çıkaramadım.
Ömer Çelakıl’a gelince... The Bible Code adı kitapta kullanılan keyfi
yönteme benzer bir yöntem izleyerek Kuran ayetlerindeki harfleri
gelişi güzel tarıyor. Böylece yüzbinlerce harf arasında oluşabilen
milyonlarca kombinesyondan bazılarını seçiyor ve işte burada şu kelime veya şu olay haber veriliyor diye ortaya çıkıyor. Benzeri keyfi
bir yöntem kullanarak istediğin metinden, hem de Kuran’ın onda biri
hatta yüzde biri uzunlukta olan bir metinden de birşeyler çıkarabilirsiniz. Kuran metninin neredeyse beşyüzde biri bir metni kullandım
az önce. Örneğin benzeri yöntemi kullanarak bir dakika içinde İstiklal Marşında soyadımı buldum. Harflere biraz takla attırarak ismimi
de görebilirsiniz:
O zaman vEcD İle Bin secde eder varsa taşım;
Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden nâşım;
O zaman YÜKSELerek arşa değer belki başım!
584
Yukarıdaki mısralarda soyismim arşa yükseliyor, ama ilk ismim biraz bölünmüş. Ancak, ilk ismimin P ile Türkçeleşmiş halini de bulabilirsiniz orada :) Hatta biraz dikkatlice bakarsanız doğum yerim
Norşin’den Arizona’ya
olan Norşin’i de bulabilirsiniz! Hani Orhan Pamuk’un Adım Kırmızı
kitabını kullansam Ömer’in ismini de bulabilirim. Muhtemelen çok
daha ilginç şeyler bulabilirim. Herhangi bir Türk veya Osmanlı klasiğini kullanmaya hazırım. Tabi bu işe vaktimi ayırmadan önce
Ömer’den bir söz almam gerekecek. Eğer kırk yıl önce yayınlanmış
400-500 sayfalı bir kitapta internet’i, amazon’u veya ebay’i bulursam saçmalamaktan vazgeçeceğine söz vermeli. (Bu yazının devamında Ömer Çelakıl’ın bazı iddialarını değerlendireceğim.)
Aşağıda, Ömer Çelakıl’ın resmi sitesi olarak sunulan Kuranca.com
sitesinde yayımlanan bazı iddiaları değerlendireceğim. İddiaların
tümü Ömer’e maledilmese de referans verilmediği için hangisinin
orijinal olarak Ömer tarafından gözlemlendiğini çıkarmak için konuyu çok iyi izlemek gerekiyor. Bu sayfadaki birkaç iddianın orijinal
olarak ilk kez Kuran En Büyük Mucize ve Demirin Kimyasal Esrarı
adlı kitaplarımda ve 1980’lerde Zafer ve Sızıntı dergisi için yazdığım bazı makalelerde yayımlandığını biliyorum.
Bu tür karıştırma işleminin okuyucu üzerindeki etkisi olumsuzdur.
Zira, makul, tutarlı ve ilginç gözlemler/iddialar, zorlama, tutarsız,
keyfi ve seçmeci gözlemlerle/iddialarla karıştılıp verilence trojan atı
etkisi yaratıyorlar. Şekerlerin arasına sokuşturulmuş zehir hapları
gibi..
AY'A ÇIKIŞ TARİHİ KUR'AN'DA YAZIYOR MUYDU?
Kur'an-ı Kerim'de yer alan Kamer(Ay) suresinde gelecekte Ay'a gidileceğine dair işaretler yer almaktadır. Kamer kelimesinin Türkçe'deki karşılığı Ay'dır."Ay" isimli bu sureden Kur'an'ın sonuna kadar tam 1389 ayet geçer. Hicri takvimde 1389 yılı, Miladi takvime
göre 1969 yılına denk gelmektedir, bu da Ay'a çıkış tarihidir. (Hicri
1389=Miladi 1969). Kısacası Ay (Kamer) suresi, insanlık tarihinin
en önemli gelişmelerinden birisi olan bu olaya önceden işaret etmektedir. Bununla birlikte Ay kelimesinin yanında kullanılan "Şakka
(yarıldı)" kelimesi aynı zamanda "toprağın yarılması, kazılması..."
anlamlarında da kullanılmaktadır. Benzer şekilde Ay'a giden Apollo
11 uzay aracı da Ay toprağından birçok parça alarak Dünya'ya dönmüştür. Bu açıdan da ayrı bir paralellik bulunuyor. Bunların dışında
bu ayetteki bazı kelimelerin Arapça'daki matematiksel değerleri de
yine Ay'a çıkış tarihini vermektedir.
EDIP: Geleneksel olarak sürekli “ikiye bölünme” olarak yorumlanan Kamer suresinin ilk ayetlerinde geçen “şaqqa” fiilini ilk kez Ay
toprağının yarılıp oradan nümune getirilişi olarak yorumlayan Reşad
Halife idi. Kamer adıyla bilinen 54’uncu sureden Kuran’ın sonuna
585
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
kadar 1389 ayet geçtiğini ilk gözemliyen kişinin kim olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Yıl ile ilgili iddia ilginç ama seçmeci bir yöntem.
Ayetin numarası seçilmedi. Ayetin ebced değeri seçilmedi. Miladi
takvim seçilmedi. Diğer hesaplamalarda kullanılan düzinelerce yöntemden hiçbirisi seçilmedi.
19:57 NUMARALI AYET VE 1957 YILI: Tarihteki ilk uzay aracı
1957 yılında uzay yolculuğuna çıkmıştır (Sputnik). Şaşırtıcı bir biçimde Kuran'daki 19:57 numaralı ayet de gökyüzüne çıkmaktan ve
yükselmekten bahsetmektedir: "Onu yüksek bir yere (gökyüzüne)
yükselttik" (19.sure 57.ayet). Farkettiyseniz ayetin numarası olan
19:57 ile 1957 yılı aynı sayılardır. Dolayısıyla gelecekte bu olayın
gerçekleşeceğine mucizevi bir biçimde işaret edilmektedir. Aynı
yöntemi kullanarak daha önce de farklı örnekler sunmuştuk o nedenle tüm bu örnekler için tesadüf diyemeyiz. (Dna örneği, NötronProton örneği gibi). Bununla birlikte 1957 yılında ilk uzay aracının
gönderilmesi ile Ay'a çıkış farklı olaylardır karıştırılmamalıdır. Bu
ayetten önceki ayetlerde peygamberlerden bahsedildiği için ayet
farklı şekilde de yorumlanabilir. Fakat ayeti tek başına bağımsız olarak düşünürsek bizim yorumladığımız anlama da işaret etmektedir.
EDIP: Yukarıdak yorum seçmeci ve uçuk. Ay’dan toprak alınmasının tarihininin Hicri karşılığı olan 1389 sayısını, belli bir bölümdeki
ayetlerin sayısı ile ilişkilendirdikten sonra şimdi Uzay çağının başlamasının Miladi yılı olan 1957 ile bir ayetin sure ve ayet numarası
kullanılıyor. İşin ilginci ayet bir aracı veya olayı değil, bir insanı tanımlıyor. Çelakıl’ın sıkça kullandığı yöntemi kullansak bu ayet 1957
yılında doğan Edip Yüksel adındaki bir adama işaret olarak kabul
edilebilir. İçinde “YÜKSELttik” fiilinin geçtiği 19:57 ayetinden birkaç kelime önce geçen İdris isminden başlayarak sırayla A, D, A, B
(EDIB olarak okunabilir) harflerini görürüz. Çelakıl eğer iddialarında tutarlı olmak istiyorsa kendisine bu değerlendirmeleri ve eleştirileri yönelten adamın ismiyle ve doğum tarihiyle birlikte Kuran’ın
19’uncu suresinde övüldüğünü kabul etmeli değil mi?
586
KADINLARDAKİ 23. KROMOZOM ve GENETİK: Daha önceki örneklerimizde "Arı" suresinin Kuran'da 16. sure olduğunu ve
Arı'nın kromozom sayısının da 16 olduğunu belirtmiştik. Bildiğiniz
gibi boy, göz rengi gibi tüm fiziksel özellikler hücre içindeki gözle
göremediğimiz kromozomlarda yer alan genler tarafından belirlenir.
Hücrelerimizin içindeki 23.kromozom çifti kişinin cinsiyetini belirler. Genetik olarak Erkek ve Kadındaki kromozomlar aynıdır sadece
Norşin’den Arizona’ya
kadınlardaki 23.kromozom çifti erkeklerden farklıdır. Kadınların fiziksel özelliklerinin erkeklerden farklı olması da bu 23.kromozoma
bağlıdır. Kuran-ı Kerim'deki "Nisa" suresi de "Kadınlar" anlamına
gelir. İlginçtir ki "Nisa(Kadınlar)" suresinin 23.ayetinde başka hiçbir
yerde geçmediği kadar çok sayıda "kız,kadın,anne" gibi dişil kelimeler tekrarlanmaktadır. Yani "kız, kadın, anne" gibi dişil kelimeler
KURAN'IN TÜMÜNDE en çok Nisa suresi 23.ayette geçmektedir.
Dolayısıyla ayetin numarası olan 23 sayısıyla kadınlardaki 23.kromozom çiftine işaret edildiğini düşünüyoruz.
EDİP: Hadid kelimesiyle ilgili kitapçığı yazdığım 1980’li yıllarda
Nahl (arı) ismiyle bilinen 16’ıncı surenin arıların 16 kromozonuyla
muhtemel ilişkisini araştırırken bunun sadece bir rastlantı olduğu sonucuna varıp bunu ciddiye almamıştım. Zira, aynı mantıkla diğer surelerin isimlerinin sıra numalarının da benzeri sonucu vermesi beklenirdi. Örneğin, Neml (Karınca) diye bilinen sure Kuran’ın 27’nci
sırasında ama karıncanın kromozom sayısını vermiyor. Aynı şekilde
İnsan diye bilinen surenin de sıra numarası 76 ve insanların kromozom sayısı vermiyor. Gerçi Adem kelimesi iki elif ile yazılsa ebced
değeri 46 oluyor ve insanların kromozon sayılarına denk geliyor ama
burada da seçmecilik sözkonusu. Diğer kelimelerin ebced değeri
benzeri bir çıkarsamayı desteklemiyor. Böylesi seçmeci ve keyfi bir
yaklaşımla hemen her kitaptan bazı anlamlı bağlantılar çıkarılabilir.
GÜNEŞ'İN HİDROJEN VE HELYUMDAN OLUŞU: Atomlar
bölümünde elementlerin yani atom isimlerinin Kuran'da yer aldığını
gösteren önemli kanıtlar sunmuştuk. Bunu destekleyen kanıtlardan
birisine de Şems(Güneş) Suresinde rastlıyoruz. Bildiğiniz gibi Güneş ağırlıklı olarak Hidrojen(H) ve Helyum(He) atomlarından oluşmaktadır. Güneş'in yüzde 90'dan fazlası H ve He simgeli atomlardan
oluşur ve yaydığı ısı ile ışık da bu elementlerin termonükleer reaksiyonları sonucunda açığa çıkar... Kısacası Güneş denildiğinde aklımıza ilk olarak H-HE atomları gelir. Ve çok ilginçtir ki Kuran'daki
Şems(Güneş) suresindeki onbeş ayetin hepsi istisnasız olarak H-E
harfleriyle bitmektedir. Özet olarak Güneş(Şems) suresindeki tüm
ayetler hidrojen(H) ve helyum'un(HE) simgesiyle bitmektedir ve dolayısıyla Kur'an Güneş'in hidrojen ve helyum'dan oluştuğuna 14 asır
öncesinden işaret etmektedir. Örneğin Helyum 19.yüzyılda keşfedilmiştir yani Kuran'dan asırlar sonra... Bunu bir rastlantı olarak değerlendiremeyiz çünkü Kuran'da Güneş(Şems) suresinden başka hiçbir
sure baştan sona H-HE harfleriyle bitmiyor. Aslında Güneş suresi'nin numarası yani 91 rakamı da dikkat çekicidir. Güneşde yer alan
587
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
H (hidrojen) elementi doğada geri kalan diğer 91 elementi de oluşturur. İlginçtir ki H (hidrojene) dikkat çeken Şems(Güneş) sureside
tam 91. suredir...
EDİP: Diğer yöntemlerden apayrı bir yöntem kullanılıyor burada.
Hani binlerce kelime ve harf arasında nerede rastlantı sonucu bir
ilişki bulunursa hemen oraya dalıyor Çelakıl. Yöntemin tutarlılığının, daha önceden tahmin edilebilirliğinin, istatistiksel hesapların
hiçbir önemi yok onun için. İşine gelince sure numarasını kullanıyor,
işine gelmeyince ayet numarasını, her ikisi de işine gelmeyince her
ikisini birden kullanıyor, onlar da işe yaramayınca harflerin tekrarına
bakıyor, bu da işe yaramayınca daha nice ilişkileri deniyor... Dahası,
yeri gelince Arapça ile Türkçe arasında ilişki kuruyor. Türkçe olmayınca İnglizce de oluyor, Latince de... Kuran ayetlerine reva gördüğü
tüm bu keyfi ve tutarsız işlemler spekülasyonlar yetmiyormuş gibi
bir de doğadaki ayetleri de keyfine göre çarpıtıyor. Arapça’daki
“He” zamirinin tekrarını “Hidrojen” ve “Helyum”a işaret olarak yorumlayan Ömer suredeki ayet sayılarını “serbest ilişkilendirme”
yöntemiyle herhangi bir şeyle ilişkilendiremiyor ama surenin numarasını dünyada doğal olarak bulunan elementlerin sayılarıyla ilişkilendirebiliyor. Hani birbirini destekleyen makul ilişkiler olsa indüksiyon yöntemiyle o sayısal ilişkilerde bir sistem, bir niyet farketsek
ayrı... Keyfilik o kadar muhteşem ki, Ömer kardeşimiz bu işi sanat
haline getirmiş... Yöneltilebilecek yüz itirazdan bir tanesini paylaşayım. Buruc (Galaksiler) diye bilinen surenin numarası 85’tir. Eğer
Şems (Güneş) suresinin numarası çorbanın suyunun suyu misali Güneş ile ilişkilendirebiliyorsan o zaman Galaksiler ile 85 arasında da
bir ilişki aramanız gerek miyor mu?
GİZLİ KELİME, RETİNA: Retina, görmemizi sağlayan hücrelerin bulunduğu göz tabakasıdır. Görme işlevini sağlayan göz bölümünün aslında Retina olduğu Kur'an'ın indirildiği yıllarda bilinmiyordu
hatta kimse retina kelimesinden haberdar bile değildi. Buna rağmen
Kuran'da "Retina" kelimesinin geçtiğine dair açık kanıtlara rastlıyoruz. R-E-T-İ-N-A harfleri sadece 35:8 numaralı ayette geçmektedir.
Üstelik bu ayette "görmekten" ve "göstermekten" bahsedilmektedir
dolayısıyla retinaya işaret güçlenmektedir...
588
EDİP: Kuran’da görmekten ve hatta gözlerden bahseden yüzlerce
ayet varken bir ayetin son bölümünde gözle alakasız bir ifadedeki üç
kelime parçalanarak ve eklenerek bir kelime oluşturuluyor. Ondan
sonra bu kelime Latince olarak sunuluyor ve al size bir mucize. Tabi
bu arada Elif harfiyle istendiği gibi oynanıyor ve RTANA, Retina
Norşin’den Arizona’ya
oluyor. Sözkonusu ameliyatın keyfiliklerinden sadece bir tanesini
Türkçe’ye aktarmak için Ömer’in sanatını ilgili ayetin çevirisi üzerinde gösteriyorum. Ömer’in Retinası büyük harfle yazıdığımız harflerin Arapçasından şöyle elde ediliyor: “Öyleyse onlar için kendini
üz-ME ZİRA A-llah onların yaptıklarını iyi Bilir.” Türkçeden MEZİRA çıkan yerden Ömer kardeşimiz RTANA çıkarıyor. Kelimeleri
böylesine bölerek ve ekleyerek... Dahası o harfleri RATANA, RATINNA, RATANNA olarak da okuyabilirdi.
CANLILARIN KOPYALANACAĞINI YÜZYILLAR ÖNCESİNDEN KURAN-I KERİM HABER VERİYOR MUYDU?
Kopyalama yüce dinimiz İslam'a aykırıdır ve etik dışı yanlış bir uygulamadır. Fakat genetik biliminin ve embryolojinin olmadığı bir
çağda yani 1400 yıl önce indirilen Kuranı Kerim'de sanki bilim
adamlarının kopyalama yapacakları haber verilirmişcesine işaretler
bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetinde Şeytan'ın kötü faaliyetleri vurgulanmaktadır. Kopyalanmış bir hayvandan çok sayıda
kopya hayvan üretme (ikinci nesil kopyalama) deneylerinde Kulak
Dokusundan hücreler alınarak kopyalama gerçekleştirilmiştir. Yani
yakın tarihte yapılan ilk deneylerde hayvanların kulağı kesilip hücre
alınarak kopyası üretilmiştir. Kuran-ı Kerimin bir ayeti şöyledir:
"...(Şeytan dedi ki) Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını kesecekler ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah'ın
yarattığını değiştirecekler..." (Nisa Suresi 119.ayet) Az önce tarihteki ilk 2. nesil kopyalamaların hayvanların kulakları kesilerek alınan hücrelerle gerçekleştirildiğini vurgulamıştık. Ayrıca bu hücrelerin genetik yapısıyla oynayarak yaratılış kanunlarına müdahelede
bulunmaya çalışan kimseler de vardır. Dolayısıyla genetik biliminin
olmadığı bir çağda yani 1400 yıl önce indirilen ayetteki ifadelerle
mucizevi benzerlikler vardır. Yapılan bazı kopyalamalarda meme
dokusundan da hücreler alınmıştır fakat Tarihteki ilk 2. nesil kopyalamalarda hücreler kulaktan alınmıştır.(Japonya'daki Kagoşima Enstitüsünde ve Brezilya'daki Vitoria ineği)
EDİP: İkibin yılının ilk ayında dünya basınında haber olan bu deneyi ben de ilginç buldum. İncelemeli. İlgili haberi örneğiş şu gazete haberinden okuyabilirsiniz: http://www.independent.co.uk/news/ science/cloning-of-six-calves-makes-identicalherd-a-reality-728598.html
KUM TEPELERİ MARS GEZEGENİNE Mİ İŞARET EDİYOR? M-a-r-s kelimesine işaret eden Kuran'daki "Ahkaf" suresinin
anlamı "KUM TEPELERİ"dir. Astronomide Mars denildiğinde akla
589
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ilk gelenlerden birisi Mars'taki dev "KUM TEPELERİ" yani yüksek
kum yığınlarıdır. Mars bu yönüyle diğer gezegenlerden farklıdır. Örneğin daha önce gönderilen Opportunity uzay aracı bir kum tepesine
saplanmıştı ve haftalarca süren güçlü kum fırtınalarından dolayı büyük tehlike atlatmıştı.
İlginçtir ki Ahkaf (Kum Tepeleri) suresi 23.ayetteki harf dizilimlerine baktığımızda M-A-R-S harfleri açıkça görünüyor (Arapça'da
Mim-Elif-Ra-Sin harfleri). Yani bu harfler normal bir kelimeyi oluşturur gibi yanyana duruyorlar ve Mars kelimesi net bir biçimde görünüyor. Sadece Mars değil aynı zamanda Mars'ın uydusu olan gökcismi "Deimos" kelimesi de bu şekilde geçiyor...
EDIP: Kum Tepeleri diye anılan bir suredeki 2621 harf arasından
bir yerde M, A, R, S harflerini aynı sırayla buluyor Ömer kardeşimiz.
Aslında 46:23 ayetinde bulduğu sıralamada iki A harfi var. Yani
MAARS olarak! Aslında bazan sesli harf olarak okunan Elif, Vav ve
Ye harfleri hariç, sesli harfi olmayan Arapça kelimelerden (harakeleri hesaba katılmıyor) Türkçe veya İnglizce kelimeler üretmek daha
kolay. Zira, Ömer kardeşimiz istediği gibi sesli harfleri ekleyebiliyor, çıkarabiliyor veya dilediği sesli harfi seçebiliyor. Örneğin aynı
Fazla A harfi Ömer’in devesinde sadece kulak. Bunun istatistiksel
hesaplarını yapmak isteyenlere biraz bilgi vereyim: Bu surede 225
Mim, 444 Elif, 98 Re, ve 48 Sin harfi var. Bu harflerin suredeki tekrarlanma oranı sırayla 0.09, 0.17, 0.04, ve 0.02. Elimizdeki nüshalarda, mevcut sayımlar arasındaki en titiz bir sayım işlemiyle, toplam
324617 harf var ve 27061 M, 52973 A, 12621 R ve 6121 S harfi
bulunduğunu öğreniyoruz.
590
Bu iddianın ne kadar temelsiz olduğunu bilmek için aslında istatistiksel bir hesap yapmaya hiç gerek yok. Sadece şu iki soruyu sormak
yeterli. M,A,R,S veya MAARS harflerini ardarda kaç yerde bulabiliriz Kuran’da? A harfiyle oynandığı için M,R,S harflerini de katmalı
bu soruya. MRS, harflerini aynı sırada bulunduran MuRSel kelimesi
tüm formlarıyla birlikte 41 kez geçer! Olumsuzluk veya zamir anlamına gelen MA eki veya SümMe ile başlayan ERSele, ERSelna, ReSul gibi kelimeleri ise Kuran’da birkaç yüz adet bulabilirsin. (2:251;
4:64; 4:70; 7:75; 7:94; 11:57; 12:109; 14:4; 16:43; 17:54;17:105;
21:7; 21:25; 21:107; 22:52; 23:44; 23:45; 25:20; 25:56; 34:28;
34:34; 40:70; 41:14; 42:48; 43:6; 43:23; 43:24; 73:15; 83:33). Yani,
Kuran’daki surelerin yarısından fazlasında geçen yüzden fazla MRS
veya MARS veya MAARS harflerinin hiçbiri MARS’a işaret olmuyor, ama 46:23’teki MAARS işaret oluyor!
Norşin’den Arizona’ya
İkinci soru da şu: Ahkaf (Kumullar) suresindeki harfleri yanyana dilediğin gibi koyarak kaç Türkçe, İnglizce, Latince veya Arapça kelime oluşturabilirsin? Cevap, yüzlerce olmalı. Örneğin, Ömer kardeşimizin yöntemini kullanarak ikinci ayette Elazığ’ı, dördüncü ayette
Harun efendi ile Toni’yi bir Manken ile sohbet ederken görebilirsiniz. Şaka yapmıyorum. Aynı yöntemi uyguluyoruz. Üstelik’te Latin’ceyi daha işe karıştırmadım. Üstelik sadece iki-üç dakikamı ayırdım.
Kısacası, Ömer, kumulların arasından Mars gezegenini çıkarmak
uğruna, güneş sisteminden, uydulardan, yıldızlardan, göklerden sözeden diğer surelerde bulunabilecek benzer harf dizisinin yüzlerce
örneğini görmüyor ve 46’ıncı surede aynı keyfi yöntemle çıkarılabilecek yüzlerce kelimeyi de görmüyor. Peki, Ömer’in böylesine keyfi
bir biçimde içinden Mars çıkardığı 46:23 ayeti neden sözediyor, hiç
merak ettiniz mi? “Onun bilgisi sadece ALLAH'ın yanındadır. Ben
benimle gönderilen şeyi size duyuruyorum; fakat sizin cahil bir toplum olduğunuzu görüyorum." Bu ayetle Mars arasında ilişki kurmak
için Mars’lı olmalı galiba.
DNA VE GENETİK TARİHİNİN BAŞLANGICI: Özet olarak
DNA teriminin ardarda çok sayıda geçtiği bu istisna ayetin numarası
(18:65) genetik bilimin ve DNA tarihinin başlangıç yılı olan 1865
yılına işaret ediyor. Bunu rastlantı olarak değerlendiremeyiz çünkü
Kuran'da sadece 18:65 ayetinde "Dna" ardarda üç defa geçiyor ve
başka yerde böyle bir durum yok.
EDIP: Yukarıda anlattığım nedenlerden ötürü keyfi ve seçmeci. Kuranda DNA harfleri 104 kez aynı kelimede ardarda ve 9 kez de iki
kelimede geçer. Bu üç harf, 5:82; 7:44; 102; 21:17 ayetlerinde ikişer
kez ardarda geçer. OMeR harfleri de Kuran’da ardarda 24 kez geçer.
2:96 (iki kez); 2:196 (iki kez); 3:33; 3:35; 9:17-18; 10:16; 11:61;
15:72; 16:70; 21:44; 22:5; 26:18; 28:45; 30:9 (iki kez); 35:11 (üç
kez); 35:37; 66:12. Kuran harflerini The Bible Code adlı ilkel kitaptan ilham alarak keyfi ve seçmeci bir yaklaşımla istismar eden
Ömer’in isminin en çok geçtiği ayet 35:37 olduğuna göre (kendi
mantığıyla) burada bir rastlantı yoktur, ama diğerlerinde bir veya iki
kez geçtiği için rastlantıdır! (İşin ilginci, DNA için kullandığı yöntemi MARS ve RETİNA için kullanmadı).
Ayetin numarası ile “Genetik Bilimin ve DNA tarihinin başlangıç
tarihi” ile kurulan ilişki, yukarıdaki paragrafta dikkatinizi çektiğim
keyfilik kadar olmasa da biraz seçmecilik kokuyor. Genetik biliminin kronolojisini bir yerden bulursanız, bazılarının genetik bilimini
591
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
1866’da Mendelyef’in gözlemlerini yayınlamasıyla başlattığını, bazılarının da Sümerlerin bira mayalamasından başlattığı listedeki düzinelerce önemli tarih arasından1865 tarihini bile bulamıyabilirsiniz.
(Örneğin, http://library.thinkquest.org/C0111983/timeline.html )
TAYYİP ERDOĞAN KURAN’DA MÜJDELENİYOR: Kuran’nın 14:24 ayetinde, “Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi.
Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç
gibidir" Türkiye, Ankara ve Tayyip kelimeleri yan yana kullanılıyor
ve bu ayet Tayyip Erdoğan'ın Başbakan olduğu yıla işaret ediyor.
EDIP: Kuran’da Mars gezegeninin ismini bulan Ömer’in Tayyib’i
de bulmasına şaşmadım. Bu yöntemle dilediği kitaptan neler bulur
neler... Dilerse bugünkü hükümetin tüm kabinesinin isimlerini tarihiyle birlikte çıkarabilecek bir yeteneğe sahiptir. Doğrusu bu keyfi
yöntemle herhangi bir kitaptan yeni kelimeler türetmek fazla yetenek gerektirmiyor. Bir lise öğrencsi Mikrosoft Word programının
arama fonksiyonuyla elektronik metinlerde bir sürü yeni kelime türetebilir. Tabi boşlukları da hesaba katarak değişik varyasyonları deneyerek...
Aslında Ömer, Fatih Camisinin avlusunda “20 Liraya İsminizi on
dakikada İstediğiniz Kitapta Bulurum” levhasıyla bir tezgâh açarsa
saf insanlardan iyi para kazanabilir. Kırkakıl'ın (Çel Farsça’da kırk
demek) 14:24 ayetinde bulduğu iki kelime gerçekten hoş. Türkiye'de
tayyib (iyi) ağaçlara ek olarak tayyib (iyi) adamlar da yetişmiş demek :). Tayyip kelimesinin geçmesi herhangi bir şeye delil olacaksa
isimleri Musa, İbrahim, Nuh, Yusuf, Adem, İsa, Harun, İshak, Süleyman, Yakub, Davud, İsmail, Salih, Zekeriya, Yahya, Yunus, Ali,
Veli, Ahmed, veya Kuran’da geçen daha yüzlerce isim ve sıfatlardan
seçilmiş milyonlarca Müslüman Kuran'daki bazı ayetleri kendilerine
işaret olarak kabul EDİP yorumlayabilir.
Aynı yöntemi kullanarak Türkiye'den daha neler çıkarabiliriz bir bilseniz. Örneğin, aynı yöntemle 105:1 ayetine göre Türkiye'de önemli
bir Fil gizleniyor olabilir. O ayette hem Türkiye var hem de Fil.
Bence Çelakıl ve arkadaşları hemen teleskopla bu mübarek (lanetli?)
filin avına çıkmalılar. (Ayette filin yaşadığı şehrin ismini de bulabilirler!)
592
Beni “radyoaktif eski arkadaşlar” listesine alan Tayyip kardeşimiz
kendisine hakaret etti diye birçok insanı mahkemeye veriyormuş.
Acaba Tayyip, Kuran’ı istismar ederek kendisine yağcılık yapmaya
çalışan Ömer Çelakıl aleyhine de dava açtı mı diye merak ediyorum.
Norşin’den Arizona’ya
Hani Çelakıl böylesine uyuduruk yöntemlerle ismimi Kuran’dan çıkarsaydı bunu protesto ederdim. Eğer bana hakaret edenler aleyhinde mahkemelerde dava açmayı çocuksu bir tavır veya fikir özgürlüğünü sansürleme olarak görmeseydim âleme ibret olsun diye onu
mahkemeye de verirdim. Kuran’ı istismar ederek bana yağcılık yapıyor diye. Hatta, Ömer Çelakıl’ın ismini bir hikaye kitabındaki kelimeleri bölerek veya ekleyerek keşfeder ve o hikaye kitabını onyedi
gün boyunca boynunda asılı olarak dolaştırması konusunda mahkeme kararı taleb ederdim.
SONUÇ:
Ömer Çelakıl tutarsız, keyfi ve alakasız yöntemlerle kitaplar dolusu
uyduruk mucize keşfediyor ve maalesef bu konuya duygusal olarak
ilgi gösterenlerin çokluğu yüzünden televizyon programları başta olmak üzere görsel ve yazılı medyada ilgi duyuyor. Ömer ortaya çıkmadan yıllar önce, bir tarikatta hipnozlanıp köleleştirilen bir grup
Kuran ayetleri ile çeşitli bilimler arasında ilişki kuran tezleri sağdan
soldan derledikten sonra onları uydurma mehdi hadisleriyle ve evrim
teorisini reddeden klise doğmalarıyla harmanlayıp afilli ambalajlar
ve tekniklerle sunuyordu ve hâlâ bu işe devam ediyorlar.
Bu gibilerin ürettikleri saçmalıklar Kuran’ın bilimsel ve matematiksel delillerini sulandırıyor ve en büyük ihaneti yapıyor. Kuran’daki
ayetlerin bilimsel tutarlılığını ve matematiksel sistemini Ömer’in kitaplarından ve konuşmalarından öğrenen bilimadamları ve kritik düşünenler maalesef konuya tamamen alerjili ve önyargılı bir hale gelmektedirler.
1974 yılında başlayan “Sadece Kuran” ifadesiyle özetlenebilecek
tevhid hareketine karşı ayakta durmakta zorlanan hurafeciler, nasıl
ki kendilerini korumak için çeşitli formüllerle, örneğin Kuran + Sünnet + Seçme hadisler VEYA Kuran + Sünnet, VEYA Kuran + Hikmet gibi yeni formülleri deneyerek hakkı batıl ile karıştırıp mesajı
kirletme işini sürdürmek istiyorlarsa, Kuran’ın 19 sistemiyle sersemleyen büyük kandırıcı, 19 koduna dayalı matematiksel sisteme tanık
olmanın gerektirdiği duruşu gösterme cesaretine sahip olmayanları
kullanarak keyfi sayısal ilişkiler ve mucizeler uydurarak kandırmaya
ve direnmeye çalışıyor. Ne var ki, sabah ağarmıştır! Üfürükçülerin
üfürükleri, megalomanyakların uydurukları, ruhbanların tahrifatı ve
zebraların anırması yarar sağlamıyacaktır.
***
593
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İslamî Reform Hareketi
Esin Dalay Tarafından 2007 Yılında Yapılmış bir Söyleşi
SORU: İslamiyet nereye gidiyor?
EDİP: Sadece Kuran ile ifadesini bulan İslamiyet maalesef tozlu raflarda. Kuran'ın kişiliği zenginleştirici, ilerletici, özgürleştiren ve aydınlatan mesajı maalesef onu anlamadan papağan gibi okuyanların
rahlelerinde veya onu hadis ve mezhep öğretileriyle çarpıtarak sunanların dudaklarında ve üfürüklerinde. Ayrıca, hâlâ ölüler üzerinde
okunmaya devam ediyor. İşin ilginci, "Dirileri uyarsın diye bu kitabı
gönderdik" anlamındaki biricik ayetin yer aldığı Ya10Sin60 harfleri
ve rakamlarıyla başlayan 36'ıncı sure özellikle ölülere okunuyor.
Kuran'a inat! Beyinlere girmeyen ve gönüllere inmeyen bir mesaj,
bu yüzden bir yere gitmiyor.
Ancak, Müslüman topluluklar üçüncü bin yılın başlamasıyla birlikte
büyük bir sarsıntı geçiriyorlar. Şu anda gerçekleştirilen 10’uncu
haçlı seferine karşı çok zayıflar. Haçlılara karşı ne askeri ne ekonomik ne de felsefi yönden kendilerini savunabilecek bir durumdan
yoksunlar. Bu aczin getirdiği yaygın ve derin bir batı düşmanlığı yaşanırken, aynı zamanda büyük bir sorgulama da yaşanıyor Müslümanlar arasında. Yirmi yıl önce Türkiye'den ayrılırken sözünü ettiğim İslami Reform, şimdi dünyanın gündeminde. Gerçi Haçlılar İslami bir reform değil, İslam'da reform istiyorlar ve emperyalist emellerine karşı aşağılık kompleksiyle yapılan bir reformu teşvik ediyorlar; ama şu anda Müslümanların yoğun yaşadıkları ülkelerde birçok
aydın, Kuran'ın ışığında rasyonel bir yöntemle gelenekleri ve mezhepleri sorgulamaya başladı. Şu anda dünyanın birçok ülkesinde dinlerini sadece Allah'a özgülemeye karar vermiş gruplar oluşuyor.
Türkiye bu yüzden şanslı durumda. Yıllardır birbiriyle dayanışma
içinde olmayan rasyonel monoteistler, ilk kez ciddi biçimde örgütlenmeye karar verdiler. Nitekim 19.org yoluyla birbiriyle tanışan
bazı arkadaşlar, kişiliklerinden ve bağımsız düşünme karakterlerinden taviz vermeden, barış, adalet, özgürlük ve erdemli tavırları gerçekleştirmek için örgütleniyorlar. En son aldığım bilgiye göre Kuran'daki sure ve evrenimizdeki dengeli elementlerin sayısına atfen
114 Derneği adıyla gerçekleştirecekler bu örgütlenmeyi. Rakamlara
alerjisi olan rakamsızları, yani Hurufileri ürkütmemek için derneğin
ismini harflerle Yüzondört diye de yazacaklar galiba…
SORU: Gülen cemaati ve diğer tarikatlar İslamiyet’i nereye götürüyor?
594
Norşin’den Arizona’ya
EDİP: İslamiyet’i bir yere götürdüklerine inanmıyorum; ancak
Sünni mezhebinin Gülen’i, tarikatını Orta Asyalara ve Amerika’lara
kadar götürdüğü malum. Bana benzeri bir soruyu yönelten birisine
1999 yılında gönderdiğim bir mektupta şunları yazmıştım.
"Fethullah hoca, teolojik farklılıklarımızı ve onun Hıristiyan Evangelistleri andıran vaaz stilini bir yana bırakırsam, takdire şayan bir
dini ve politik liderdir. Gülen, çok yetenekli ve çalışkan birisi.
[1980'lerde Sünni iken] kendisiyle bir veya iki kez görüşmüştüm ve
Sızıntı dergisinde sadece bir makalem yayınlanmıştı. Ama cemaatinden bazı kişilerle dostluğum vardı. Fethullah'ın hesapları büyük
ve bu hesapları gerçekleştirmek için taktikler ve stratejiler izlediği
bilinen bir gerçek. Türkiye'deki otoriter düzen onu kullanmak maksadıyla uzun sure kendisine göz yumdu."
Tempo dergisinin Ocak 2006 sayısında yayımlanan bir söyleşide
bana: "Sizin taraftarlarınız var mı?" sorusunu yönelten gazeteciye şu
cevabı vermiştim: "Benimle aynı görüşü savunanlar var. Ama böyle
dikey bir organizasyon yok. Ben özellikle dini organizasyonlara şüpheyle bakarım. İnsanları robotlaştırır bu. Mesela Fethullah Amca iyi
robotlar yetiştiriyor. Ama bu iyi robotlar, günün birinde kötü robotlar olabilirler."
Kuran'ın çizdiği Müslüman, düşünce ve inanç açısından anarşist
veya aykırı bir tiptir. Yusuf, Davut ve Süleyman gibi birkaç elçiyi
istisna edersek, Allah elçilerinin büyük çoğunluğu ve onların mesajını kabul eden öncüler, tarih boyunca egemen sınıfı ve o sınıfın kullandığı ideoloji ve doğmaları reddeden, statükoyu ve geleneği sorgulayan reformcular veya devrimci kişiler oldular. Örneğin; Musa
peygamber Firavun, Karun, Haman ve sihirbazlarla olan mücadelesinde Mısır'ın egemen politik, ekonomik, askeri ve dini güçlerine
kafa tuttu. İbrahim daha genç yaşta babası dâhil tüm halkının inandığı politeist dinin hurafelerine karşı cesaretle, rasyonalist düşünceyi
dile getirdi. Salih, sahtekâr tüccarları karşısına aldı. İsa Yahudi din
adamı sınıfı olan Ferisilere, zenginlere ve Romalılara karşı akıl, adalet ve özgürlük mücadelesi başlattı. Muhammed Mekke Teokrasisinin hurafeci, köleci, kadın düşmanı, ırkçı ve bağnaz oligarşik yönetimine ve dinine meydan okudu. İnsanlık tarihi boyunca Müslümanlar, bu ikonoklastik tavırlarına rağmen, aynı zamanda toplumun üyeleri olarak da erdemli tavırlar ve işler için birbirleriyle dayanışma
içinde çalışırlar. Bir başka deyişle, Müslüman zihnini, peygamber
dâhil hiç kimseye teslim etmez. Müslüman zihnini ve gönlünü sadece ve sadece Yaratıcısı olan Gerçek'e teslim eder. Böyle olunca,
595
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
tarikatlar ve mezhepler İslam ile işin püf noktasında çelişir. Müslüman sadece Allah'a kul olurken, mukallit ve mürit, mezhep imamları, âlimler, alimcikler ve şeyhlerden oluşan bir dizi putlaştırılmış
yaratığa kul olurlar. Kuran'ın "isteyen de aciz, istenen de aciz" diye
beliğ bir biçimde tanımladığı müçtehit-mukallit veya şeyh-mürit
ilişkisi Allah'ın "kerem" ile yani onurlu olarak yarattığı insanlığın
doğasıyla çelişir. Allah'ın kullarına tapanlar, onların isimlerini şatafatlı övgü sözleriyle Allah gibi, hatta Allah'tan daha çok anarlar.
Rasyonel Müslümanlar ile Mukallit Müritler arasındaki fark, insan
ile robot arasındaki fark gibidir.
Amerikalı politik komedyen Bil Maher şefaat, yani aracılık hurafesini onaylayan ve ruhban sınıfı oluşturan şirk dinlerini çok güzel tanımlamıştı. "Tüm dinler Allah ile insanlar arasında bir bürokrasiden
ibarettir." Ünlü fizikçi Steven Weinberg ise çok güzel bir belirlemede bulunmuştu: "Dinli veya dinsiz, iyi insanlar iyilik yapar ve
kötü insanlar kötülük yapar. Ama, iyi insanların kötülük yapmaları
için din gereklidir." Steven'in bu eleştirisini sadece Allah adına sunulan "dini" doğmalar sınırlamak doğru değildir. Dogmalaşan her
ideoloji Steven veya Maher'in belirttiği karakterlere sahiptir.
SORU: Daha önce sizinle aynı görüşleri paylaşan tektanrıcıların örgütlenmesinden sözettiniz. Bu örgütlenmenin tarikatlardan veya politik örgütlenmelerden ne farkı var?
EDİP: Dilerseniz, kuruluş toplantısı yapan arkadaşlara gönderdiğim
kutlama mesajının son bölümlerini sizinle paylaşayım:
Bugün yepyeni bir sayfa açılacak inşallah. En güzel betimlemelere
sahip Allah'a kul olarak her tür puta ve şeytani doğmalara karşı özgürlüklerini ilan eden, kendileriyle Allah arasında akıllarından ve
akıllarıyla kavradıkları kitabi ve doğal ayetler dışında hiçbir aracı
veya şefaatçıyı, hiçbir tarikat şeyhini veya mezhep imamını, "en güzel hadis" dışındaki hadisleri veya Allah'ın sünneti dışındaki sünneti
yol gösterici yasalar veya kurtarıcılar olarak tanımayan, Din Gününde tek başına yargılanacaklarının ve sorumluluklarını hiç kimseye devredemeyeceklerinin bilincinde olan, bilimsel gerçeklerin
bulunmasında kelle sayısının pek öneminin olmadığını kavrayan,
Tanrı'nın ayet ve işaretlerine tanık olan, erdemli bir hayat yaşamaya
çalışan ve tevhidin özgürleştirici, aydınlatıcı ve hayat verici mesajını
diğer insanlara ulaştırmakla görevli olduklarının farkında olan bazı
dostlar, sizler, nihayet birbirinizle tanışmaya ve dayanışmaya karar
verdiniz.
596
Norşin’den Arizona’ya
Allah'ın takdir ettiği 1974 yılında ağaran ve nice ilahi işaretleri içeren gelişmelerle gerçekleşen olaylar zinciri sonucu dünyanın gündemine gelen İslami Reform davasının öncüleri olarak, sizlere büyük
sorumluluk ve görev düşüyor. Kişiliğinizi ve bireysel özgürlüğünüzü kaybetmeden, kibir ve gurura kapılmadan, kenetlenmiş bir duvar gibi mücadele vermelisiniz. Tüm insanlığın, hepimizin ihtiyaç
duyduğu tevhit felsefesini ve rasyonel düşünmeyi yaymak; insanlar
arasında adaleti ve barışı gerçekleştirmek; düşünce, inanç ve ifade
özgürlüğünü sağlamak ve korumak; erdemli davranışları teşvik etmek ve zararlı davranışlardan uzaklaştırmak için kitaptaki ve doğadaki ayetlerin ışığında birbirimize danışacak, birbirimizi uyaracak
ve birbirimizi destekleyeceğiz.
...
Bu hareket, beyin kadar gönül, bireysellik kadar birliktelik, sevgi kadar sertlik, tolerans kadar mücadele, yaratıcılık kadar izleyicilik,
eleştiri kadar itaat, kaygı kadar umut, kuşkuculuk kadar güven, tartışma kadar anlaşma ve bencillik kadar fedakârlık ile gelişecektir.
Bu hareket, hiçbir kimsenin ismine veya cismine ipotekli olmamalıdır.
Bu hareket, periyodik cetveldeki elementleri oluşturan atomlar gibi
özgür ve özgün kişilerin, tevhit inancı ve erdemli tavırlar söz konusu
olunca elmastan bile daha sert olan Fullerine moleküllerini oluşturan
karbon atomları gibi birbirlerine kenetlendikleri bir hareket olmalı.
SORU: Sadece Kuran'ı kaynak edinen bir din ile Kuran'a Hadis,
Sünnet ve Mezhep fetvalarını ortak koşan din arasında ne gibi farklar
var?
EDİP: Bunu öz bir biçimde İslami Reform için Manifesto başlıklı
yazıda detayıyla ifade ettim. Söz konusu Manifesto önümüzdeki yaz
Amerika'da yayımlanacak Quran: A Reformist Translation (Kuran:
Reformist bir Çeviri) adlı kitabın giriş bölümünde yer alacaktır ve
şu anda www.islamicreform.org sitesinde hem İngilizce ve hem
Türkçe olarak yayınlanmaktadır. Sorunuza cevap olarak dilerseniz
MESAJ adlı Kuran çevirimin önsözünü koyabilirsiniz. Hani bu söyleşinin bir kenarında çerçeve içine yerleştirebilirsiniz. Bu önemli
makaleye yer bulamazsanız okuyuculara 19.org sitesinde elektronik
olarak yayımlanan MESAJ'a bakmalarını öneririm.
SORU: Türkiye’yi bugünkü AKP iktidarıyla birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?
597
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
EDİP: Gerçi Tayyip başta olmak üzere AKP içinde birçok eski arkadaşım yer alıyor. AKP ile bir ilişkim yok. AKP'ye yönelik bir değerlendirme ve eleştiri yerine Türkiye'nin politik ve ekonomik stratejisi üzerinde görüşlerimi paylaşmak isterdim. Kürt sorunundan AB
sorununa, laiklikten eğitim sistemine kadar birçok konuda özgün görüşlerim ve önerilerim var. Ancak, bu söyleşi çok uzadı ve dilerseniz
sizinle iç ve dış politika konusunu bir başka söyleşi konusu yapalım.
Ne dersiniz?
SORU: İslamî şirketler, holdingler Müslümanları nasıl etkiliyor, paralarını pullarını nasıl alıyor ve İslamiyet’e etkileri nelerdir?
EDİP: Bunu da dilerseniz ileride yapacağımız siyasi ağırlıklı söyleşiye bırakalım.
SORU: 19 mucizesini bir kez daha anlatır mısınız?
EDİP: Bak işte buna dayanamam. Bu konuyu bir kez bir televizyon
programında tartışma imkânım oldu. Maalesef karşıma çıkartılan diyanet işleri eski başkanı Süleyman Ateş birkaç kez kızıp stüdyoyu
terk etmeye kalkışınca, bu önemli konu onun kaprisine kurban gitti.
Sunucunun ısrarı üzerine, onu ürkütüp kaçırtmamak için Besmelenin
19 harfe değil, 21 harfe sahip olduğu biçimindeki saçmalamasına cevap vermediğime daha sonra üzüldüm. Hani Arapça harflerini tanıyan her çocuğun bile rahatlıkla sayabileceği ve 19 mucizesinin keşfinden önce hiçbir âlimin ve cahilin ihtilaf etmediği bu kadar basit
bir konuda başkalarının kafasının karışacağını tahmin etmemiştim.
Benim Süleyman amcaya cevap vermeyişimi Besmeleye 2 harf zam
yapmak için bahane olarak kullananlar bile çıktı.
Sana bu konuda yazmış olduğum bir özeti sunuyorum. Biraz uzun.
Dilersen önemli gördüğün paragrafları kırparak söyleşiye entegre
edebilirsin. Veya dilersen bunu da yanda bir çerçeve açarak küçük
puntolarla yayınlayabilirsin. Bu söyleşi yayınlandığında eğer 19.org
sitesi hâlâ kapalıysa, teknik birkaç ayarlamayla sitemize girebilenler
orada elektronik olarak yayımlanan "Üzerinde 19 Var" adlı kitabımı
okuyabilirler. İnşallah tüm kitaplarım yakın bir zamanda bir yayınevi tarafından tekrar basılıp yayımlanacaktır. Kitaplarımın telif ücretlerini İslami Reform mesajının insanlara iletilmesi için kullanıyorum.
598
Hıristiyanlık
SORU: Hıristiyanlık hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
EDİP: Yıllar önce, "Kitabı Mukaddes Allah Sözü mü?" ve "Hıristiyanlara 19 Soru" adlı iki kitapla Hıristiyanlığı sorgulamış biri olarak
Norşin’den Arizona’ya
özellikle Amerika'daki 11 Eylül saldırısı sonucu oluşan Hıristiyan ve
Müslümanlar arasındaki gerginliği dikkatle izliyorum.
Eğer Musa, İsa ve Muhammed bugün geri gelse, Yahudiler Musa'yı
Yahudi düşmanı, Hıristiyanlar İsa'yı Mesih düşmanı, Müslümanlar
da Muhammed'i Deccal (Sahtekâr) olmakla suçlardı.
Bir din düşünün ki üyeleri cinayet silahına tapıyor, destansı kurbanlarının et ve kanını içiyormuş gibi davrandıkları ayinler düzenliyor,
1+1+1 = 1 olduğunu iddia ediyor, ilk inananların hiçbirinin kullanmadığı bir sözcüğü isim olarak benimsiyor, kahramanlarının ismini
yanlış yazıyor ve yanlış telaffuz ediyor. Kahramanları tarafından önceden haber verilen Ferisi'nin öğretisine uyuyor. İsa'nın dünyadan
ayrılışından 325 yıl sonra kendi kendini tayin eden bir komisyon tarafından türetilen bir formülü kabul ediyor. Sevgi ve barış şarkıları
söylediği halde kan dökme ve silahlanma konusunda dünyanın en
önde gideni olabiliyor. Haçlı Seferleri adı verilen ve yüzyıllar süren
bir barbarlık için çocukları bile seferber ediyor. Cennetten arsa satıyor. Bilim insanlarını aforoz ediyor. Kutsal kitaplarının ilk çevirmenini yakıyor. Cadı avcılığı çılgınlığıyla kadınları yakıyor. Ustalıkla
işkence aletleri keşfediyor ve kutsal mahkemelerinde birçok kişiye
işkence yapıyor. Binyılı aşkın bir süre dünyayı düz ve evrenin merkezi ilan ediyor. Kolonicilere liderlik yapıyor ve onlar için dua ediyor. Davayı kaybedinceye kadar köleliği ve ırkçılığı savunuyor ve
uyguluyor, çoğunlukla kralların ve zenginlerin yanında yer alıyor.
Kadını birçok hakkından mahrum bırakıyor. Evrim teorisini lanetliyor. İşgal ve savaşları aşırı milliyetçi sloganlarla destekliyor... Evet,
sahte bir ismi, uydurulmuş doktrinleri, tuhaf putperest uygulamaları
ve böylesine sefil bir tarihi ve acı meyveleri olan bir din nasıl Allah'a
ait olabilir? Böyle bir din, nasıl olur da bir barışçı, bir filozof olan ve
zayıfların haklarını savunan bir elçiye, Allah'ın insan elçisine yakıştırılabilir?
Dini veya politik kahramanların putlaştırılması tüm toplumlarda görülen salgın bir hastalık ve insan tarihinin en büyük trajedilerinin ana
sebebidir. Allah'ın tüm elçilerinin getirdiği özgün öğretilere göre, insanları putlaştırma veya Allah'a ortak koşma, Allah'a karşı işlenen en
büyük suçtur. Nitekim peygamberlerin, elçilerin veya azizlerin putlaştırılması ve şefaat inancı, her türlü suiistimale, zulme, çatışmaya
ve Allah'ın kulları olan Âdemoğulları arasında savaşlara yol açar.
SORU: Yeni papa ve Türkiye ziyareti hakkındaki düşünceleriniz?
EDİP: Bu Papa aynı Papa. Tüm papalar ve mollalar aynı bahçenin
ürettiği zakkumlardır. Ratzinger adındaki bu Papa tarih boyunca ki-
599
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
lisenin aldığı tavrı tekrarladı. İmparatorlardan, efendilerden, güçlülerden, kölecilerden, kadın düşmanlığından, kapitalistlerden, kolonyalistlerden, diktatörlerden, faşistlerden yana aldığı tavrı bu kez
Amerikan emperyalizmine göz kırparak devam ettirdi. Bir dizi yalan
sonucu Irak'a yapılan haksız saldırıyla, Irak'ta 600,000'i aşan insan,
çoğunluğu Hıristiyan olan bir ülkenin, Hıristiyan bir hükümetinin
Hıristiyan askerleri tarafından katledildiler. Ve daha nice Müslüman
ülkesi, Hıristiyan ordularının veya onların desteklediği silahlı güçlerin işgali veya Hıristiyan uşağı diktatörlerin zulmü altında inlerken,
Papa'nın Müslümanları barışçı olmamakla suçlaması, Papalığın tarihine yakışır bir tutarlılığı tescil ediyor. Eğer Müslümanlar saldırgansa, Hıristiyanlar 666 kez daha saldırgandırlar.
Ratzinger'e ve insanlık için bir kanser uru olarak gördüğüm kilisesine cevap olarak "The Naked Pope in a Glass House" (Camdan Bir
Evde Yaşayan Çıplak Papa) başlığını taşıyan lazer ışığı gibi bir makale yazdım. On beş kitap sayfası uzunluğunda olan o yazı şu sıralar
Türkçeye çevriliyor. Çevrilince onu Türkiye'de büyük tirajlı bir gazete veya dergi yoluyla halkımla paylaşmak isterdim doğrusu. Tabi,
Papa'nın ziyaretinden önce veya sırasında.
Amerika
SORU: ABD’de Irak işgali sonrası Amerikan toplumunun geldiği
nokta neresidir?
EDİP: Amerikan medyası maalesef büyük şirketlere ve lobilere bağlıdır. Böyle olunca, Amerikan halkı doğru haber alma şansını kaybediyor. Amerika'ya ilk geldiğimde burayı özgürlük konusunda çok
abartmıştım. Ne var ki zamanla özgürlük ve demokrasinin büyük
oranda teoride kaldığına, aslında Amerika'nın oligarşik bir sisteme
sahip olduğunu gördüm. Türkiye'nin medyası Amerikan medyasından daha özgür ve farklı seslere daha çok yer veriyor. [Bu söyleşinin
yapıldığı 2007 yılından sonra durum tersine döndü. Şu anda Türkiye’de medya büyük bir kontrol ve tehdit altında]. Mikrofonlar ve
hoparlörler güçlü bir azınlığın tekelinde ve emrinde olduğu bir ortamda vatandaşın düşünme ve ifade özgürlüğünün olması pek bir anlam ifade etmiyor. Bu konuda bilgilenmek isteyenlere Noam
Chomski'nin kitaplarını okumalarını ve Amerikan medyasını yirmi
yıldır izleyen www.fair.org sitesini öneririm.
600
Amerika'nın demokrasi açısından bir çöl olduğunu şöyle ifade edeyim. Amerika'da bir markete giderseniz, orada yarım düzineden
fazla farklı tuvalet kâğıdı bulabilirsiniz. Amerika'da Baskin Robins
Norşin’den Arizona’ya
diye bir dondurmacıda 31 çeşit dondurma bulabilirsiniz. Her şe için
seçenekler o kadar fazla ki... Ama her ırktan, her din ve politik görüşe sahip 300 milyonu aşan bir insan mozaiğine sahip olan aynı
Amerika'da, oy vermek için sadece iki parti bulabiliyorsunuz. Bu,
demokrasi ve özgürlük konusunda dünyaya vaaz verme ukalalığında
bulunan Amerika'nın içler acısı durumudur maalesef. Amerikan seçim sistemi, birbirinin neredeyse ikizi olan ve aynı çıkar çevrelerine
hizmet eden iki parti tarafından öylesine ayarlanmış ki üçüncü bir
partinin çıkma şansı neredeyse sıfır.
Amerika'yı idare eden şirketler 9 Eylül saldırısını iyi istismar ettiler.
Geçmişte "komünizm öcüsü" ile korkutup sömürdükleri Amerikan
halkını, Komünizm çöktükten sonra bir başka öcüyle korkutma
imkânına sahip oldular. Amerika, yan endüstrileriyle yaklaşık 40
milyonu istihdam eden silah üreticisi büyük şirketlere ve büyük petrol firmalarına sahiptir. Ortadoğu'da gerçekleştirilen kargaşalıklar ve
savaşlar bu her iki endüstri için yeni kan ve enerji sağlıyor. Nitekim
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika, yirmiden fazla ülkeyi
bombaladı ve milyonlarca insanı katletti. Savaşlar Amerika'da köle
gibi çalışan halkın vergilerinin "savunma bütçesi" bahanesiyle belli
şirketlerin kasalarına yönlendirilmesi ve aynı zamanda savaşlar ile
ürken ülkelere, Amerika'da demode olmuş silahları satma imkânı bağışlıyor.
İnsan kanını içmekle yaşayan vampirlerin korkunç iştihlarına ek olarak, Çin'in gittikçe büyüyen ekonomik, askeri, politik gücü ve petrole olan ihtiyacının büyümesi karşısında, Anglo Sakson ittifakının
acilen Orta Doğu'da daha etkin bir hegemonya kurmaları gerektiğini
anlamalarını ekleyin. Nitekim yeni bir öcü bulmanın heyecanı ve
Çin'in uyanışı başta olmak üzere farklı ajandalara sahip olan güçler
arasında, Orta Doğu'ya yönelik önemli bir ittifak gerçekleşti. İsrail'in
çıkarlarını kollayan güçlü Yahudi lobisi AIPAC; İsa'nın gelmesi için
ön koşul olan Armageddon için Ortadoğu'da kandan nehirler hayal
ediyor. Ve yaklaşık 30 milyon üyesi olan Evangelical Hıristiyanlar;
Silah, Petrol ve İnşaat sektörleri ve nihayet iktidara gelen Neocon
psikopatları.
SORU: Amerika’ya gidene kadar Türkiye’deki yaşamınız nasıldı?
Niçin babanız tarafından ‘mürtet’ ilan edildiniz?
EDİP: Yirmi sekiz yaşımdayken "Sadece Kuran" mesajını kabul ettikten sonra Amerika'ya hicret edinceye kadar olan bir iki yıl içinde
hayatımda ve çevremde çok şeyler değişti. Bu süre içinde evsizbarksız, parasız-pulsuz, babası başta olmak üzere ailesi tarafından
601
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
reddedilmiş biriydim. Gazete ve dergilerinde, cami ve tekkelerinde
bana lanetler okuyan ve aleyhimde iftiralar üreten Sünni cemaatlerin
vakıfları, partileri, hanları, malikâneleri, bankaları ve şirketleri
vardı. Devlet tarafından sakıncalı olarak bilinen, üniversiteye devam
etmesi bile kanunla yasaklanmış, maddi varlığı olmayan, babası hayattayken yetim kalmış kimsesiz bir gence gösterilen büyük ve şiddetli tepkiye dışarıdan bakan laik medya bir anlam veremiyordu.
Ama ben öylesine bir tepkiyi ta baştan bekliyordum. Mesajın gücünü
biliyordum. Aynı mesajı benden binlerce yıl önce içinde yaşadığı
topluma ulaştıran İbrahim adında bir delikanlının aldığı cahili tepkiden, öfke ve şiddetinden haberim vardı.
1987-1989 yıllarını, tek sermayesi olan kitaplarının yayını durdurulmuş, kitapları kitapevlerinden zorla toplatılıp yakılmış, hatta cebindeki son kuruşları harcayarak bastığı "Sakıncalı Yazılar" adlı son kitabı matbaadan çalınmış, bekâr ve bîkar ve arada bir eskiden kendisini izleyen militanlar tarafından tehdit edilen bir genç olarak yaşadım.
İlk baskısı Sünni karşıtlarım tarafından matbaadan çalınan ve kendi
paramla bastığım ikinci baskısı da dağıttığım kitapçılardan dinci çeteler tarafından zorla toplattırılan ve böylece pek az kişinin okuyabildiği “Sakıncalı Yazılar” kitabımın girişi, bence bu soruya uygun
bir cevap olur:
Kuran, Tüm Kuran, Başka Şey Değil Sadece Kuran!
Aylarca süren tartışmalar ve yoğun araştırmalar sonunda 1 Temmuz
1986'da dini sadece Allah'a has kılmaya karar verdim. Bu tarihten
itibaren Kuran'ın apaçık, mufassal ve hidayetimiz için yeterli biricik
kaynak olduğuna iman ettim.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdan yüzlerce sene sonra
düzenlenen, yüzlerce cilt hadis ve fıkıh kitabı arasında belirsizleşen
ve işin içinden çıkılamaz bir ihtilaflar yığını haline dönüşen "İslam"
dini, bu kararımdan sonra birden bire netleşti. Falana göre şu haram,
filana göre şu helal, falanca rivayete göre şu vacip, filanca rivayete
göre şu mekruh gibi binlerce ihtilaf, Kuran'ın ışığıyla aydınlandı.
602
Bendeki bu değişikliğin akabinde kaleme aldığım “İlginç Sorular”
kitabımın 2. cildi piyasaya çıktıktan sonra aleyhimde büyük bir dedikodu ve yıpratma kampanyası başlatıldı. Popüler bir yazardım. Bu
popülerliği kaybetme pahasına, hatta dövülmeyi ve öldürülmeyi
göze alarak fikirlerimi açıkladım.
Norşin’den Arizona’ya
İnancımın bedelini senelerce zindanlarda işkence görerek ödeyen birisiyim. Dost düşman, beni tanıyan hiç kimse benim samimiyetimden şüphe etmemiştir. Senelerce ceza alma pahasına da olsa mahkemelerde inancımı gizlemedim.
Polis görünce benzi solan, mahkeme salonlarında dut yemiş bülbüllere dönen ödleklerin ve inancı konusunda hiç bir önemli riske girmemiş Tatlısu mücahitlerinin, Edip Yüksel'i, hızlarını kesmekle suçlamaları dünyanın en garip işlerindendir.
“İlginç Sorular-2” piyasaya ilk çıktığı vakit, bazı eski dostlarım merak edip okuyuvermişlerdi. İslam'ı sadece çiçek ve böcek seyrederek
"sübhanellah" demekten ibaret bilen, Kurandan habersiz ünlü bir
"mücahit" romancımız, benimle “İlginç Sorular-2” üzerine konuşacağını söyleyince, merak edip odasına girdim. Eleştirisinin ilk sözleri şu olmuştu: "Olur mu Edip, sen hep Kuran'dan almışsın!"
Evet, bir Müslüman Allah'ın Kelamından nasıl bu derece alerji duyabilirdi? Kitabımı Fetavay-ı Hindiyye, İbn-i Abidin, İhya-i Ulumid-Din, Kastamonu Lahikası, Envar-ül Aşıkin, Ramuz-el Ahadis
gibi kitapların alıntılarıyla doldursaydım iyi görülecekti. Ama SADECE KURAN'dan ayetler alınca sapıklık olarak nitelendi.
SORU: “İlginç Sorular-2”nin arka kapağındaki yazıyı yeri gelmişken buraya almak istiyorum. Ne dersiniz?
EDİP: Olur, alalım. Hem de o zamanki gençlik resmini de alalım.
Emevîler'den itibaren başlayan ve gittikçe artan cehalet ve bağnazlık
dönemi, artık vadesini doldurmuştur. İslam âlemindeki fitnelerin, ihtilafların, kavgaların, zulümlerin ve perişanlığın temel sebebini merak ediyorsanız, bu kitabı dikkatle okumalısınız. Bu kitap, size Müslümanca bir bakış açısı kazandırmaya yönelik bir çalışmanın ikinci
basamağıdır.
Daha önce "Kur'an En Büyük Mucize" ile temel atmış ve "İlginç Sorular" ile de ilk basamağa çıkmış olmalısınız. Allah'ın muhlis kullarına nasip kıldığı ileri anlayış düzeyine çıkmak için gerekli koşulların başında aklımızı kullanmak ve kalabalıklara kapılmamak gelir.
Eğer siz, gerçekleri, onu kabul eden kelle sayısıyla değerlendirmiyorsanız mutlak gerçeğe ulaşabilirsiniz.
Toplumumuzun belleğine yüzyıllardır işlemiş yanlış önyargıları kaldırmanın, atomu parçalamaktan daha zor olduğunu biliyorum. Buna
gayret edenlerin, dedikodu, yalan ve iftiralarla aforoz edildiklerini
de biliyorum. Fakat Rabbimizin söz verdiği zafer ve yardım artık
yaklaşmıştır. Gece, dönmeye yüz tutmuştur.
603
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
604
Ne mutlu, sabahın aydınlığına kavuşanlara!
Ne mutlu, Rabbimizin SON MESAJINI akıl ederek dinleyenlere!
Birinci baskısı Ekim 1987'de gerçekleşen “İlginç Sorular-2” kitabımdan sonra tahmin ettiklerim gerçekleşti. Dedikodu, yalan ve iftiralarla aforoz edilmiştim.
Aleyhimde yazılan dolaylı ve dolaysız yazılara cevap yetiştirmeye
çalıştım. Ne var ki bir tek cevaptan sonra bu hakkımı da kaybettim.
Mukallitler güruhu topluca saldırıya geçmişti. Beni dövmeyi ve hatta
öldürmeyi bile düşünenler vardı. İslam'a olan bağlılıkları birbirini
doldurmaktan öteye geçmeyen ilkel tipler, fikri tartışmada aciz kalınca, Kuran'da tanımlanan “cahil” tavırları sergiliyordu.
Edip Yüksel'in çıkarılmadığı ringlere büyük kahramanlar edasıyla
çıkarak, Edip Yüksel'in hayaletine yumruklar salladıktan sonra, kendilerini galip ilan etmekten utanmayan sözde aydınlar, mollalar, yazarlar... Vahdet'in önündeki en büyük engelin "akıl putperestliği" olduğunu iddia edebilen akılsız putperestler… "Edip Yüksel, bizim cihat hızımızı kesiyor" diyen sahte mücahitler... Edip Yüksel'in mason
olduğunu ima eden veya söyleyen iftiracılar…
Babamın açılışını yaptığı aforoz kampanyasına, Ali Ünal, Hüsnü
Aktaş, Hüseyin Hilmi Işık, M. Şevket Eygi, Ali Arslan, Prof. Salih
Tuğ, Dr. İbrahim Aydınlı gibi zatlar kılıçlaşan kalemleriyle katıldılar. Mahmut Toptaş, Ahmet Arvas”, Hekimoğlu İsmail, Ali Bulaç
gibi zatlar da ismimi zikretmeden kampanyaya katılmayı tercih ettiler. Prof. Hüseyin Hatemi, tartışmalara vakur ve farklı bir üslupla
katıldı. Bu tartışmalara daha kimlerin katılacağı malum değil. Malum olan şuydu ki son çırpınışlarını yapan mukallitler güruhu beni
icma ile aforoz etmişlerdi.
Evet, meydanın bir köşesinde manzara buydu. Bunca dehşetin ve
yaygaranın sebebi neydi peki? Hâlbuki Edip Yüksel, sadece Kuran'ı
dini kaynak kabul eden bir ümmetin basit bir eriydi. Üstelik daha
göreve başlamamıştı. Bütün alanlar ufak bir giriş denemesinden ibaretti.
Elinizdeki kitap, Kuran'ı biricik kaynak görenler ile Kuran'a başka
kaynakları eş koşanlar arasındaki tartışmaların bir kesitidir. Bu tartışmaları kitaplaştırmak zorunda kaldım. Kendisine yöneltilen iftira
ve hakaret dolu eleştirilere cevap verme hakkı elinden alınan birisi
başka ne yapabilir ki?
Aforoz edilmiş bir yazarın, mukallitler için pek sakıncalı olan kitabını okuma cesaretini gösterdiğiniz için sizi kutlarım. Bu kitabı
Norşin’den Arizona’ya
okurken, hatırınızda bulunmasını istediğim bir kaç noktayı belirtmek
istiyorum:
***
"Hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne izleme;
çünkü kulak, göz ve gönül (muhakeme), bunların hepsi ondan sorumludur." (17:36)
"Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın
kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akıl sahipleridir."
(39:18)
Allah'ın dinini, Emevi, Abbasi ve Osmanlı palavracılarının dini haline sokanları uyarıyorum. Aklınızı başınıza alınız. "Sevad-ül a'zem"
i, yani "büyük karaltı"yı takip etmekten vazgeçiniz. Zira Kuran nurunun aydınlattığı sabah, sizin o büyük karanlığınızı dağıtmak üzeredir!
***
Sadece Kuran mesajını ilan etmemle birlikte beni basın yoluyla linç
etme kampanyası başlattılar. Cevap verme hakkımı sadece bir kez
kullanabildiğim bir taşlama cezasına mahkûm edildim. İlk kampanya 1988 yılında Girişim dergisinin 28'inci sayısında yayımlanan
babamın eleştirisiyle patlak verdi ve yankılarını Zaman Gazetesi,
Vahdet Dergisi ve Kitap Dergisi başta olmak üzere Sünni basında
buldu.
1988 yılında aldığım tepkiler hakkında bir fikir vermesi açısından o
günler yayımlanan bazı haber, makale ve kitap başlıklarını aşağıya
alıyorum:
İlginç Sorular-2 Üzerine Bir Tenkid (Sadreddin Yüksel, Girişim, 28'inci sayı, 1988).
Din bilgini Sadreddin Yüksel, İslam ile ilgili bozuk fikirlere,
yanlış yorumlara açıklık getirdi: "SAHABEYE DEĞİL, ZINDIK MİSYONERLERE UYUYORLAR" (Zaman, 3 Şubat
1988, Birinci sayfa dört sütuna manşet.)
Yorum: Sadreddin Yüksel'i Tebrik Ediyoruz (Zaman, 3 Şubat
1988, Birinci sayfa.)
Edib'in Cevabi Yazısına bir Bakış (Sadreddin Yüksel, Vahdet
Dergisi, 9-15 Mayıs 1988).
Çok Büyük bir Müfteriye (Ali Ünal, Kitap Dergisi, Mayıs
1988).
605
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
19 Efsanesi (Mahmut Toptaş, Hikmet Zeyveli, Orhan Kutman
ve Sadreddin Yüksel, İnkılab Yayınevi, Fatih, 1988.)
***
İkinci kampanya Nokta dergisinin Nisan 1989'daki sansasyonel kapak yayınıyla başladı. Aralarında Yusuf Kardavi, Mustafa Zerka ve
Nedvi gibi ünlü Sünni din adamlarının bulunduğu 38 kişilik 11'inci
Dünya Fıkıh Konseyi'nin Selman Rüşdi ve Reşad Halife hakkında
Mekke'de verdikleri ölüm kararı konu ediliyordu. Nokta dergisinde
konuyla ilgili benimle yapılan röportaja ek olarak o zamanlar ünlü
olan yarım düzine kişiyle yapılan röportajlar da yer alıyordu. Girişim
dergisinin yayın işleri müdürü Mehmet Metiner, Diyanet İşleri Eski
Başkanı Tayyar Altıkulaç ve Profesör Hüseyin Hatemi verilen kararı
destekliyorlardı. Abdurrahman Dilipak ise olayı "suni bir gündem"
olarak geçiştiriyordu. Dr. Haluk Nurbaki kararsızlar safında yer alırken bir tek Alpaslan Yasa "kafir" fetvasına karşı çıkıyordu. Bilgi
vermesi için ikinci linç kampanyasıyla ilgili bazı gazete ve dergi başlıkları:
İkinci Selman Rüşdi Olayı (Sefa Kaplan-Can Karakaş, Nokta,
9-16 Nisan 1989, Kapak).
Edip Yüksel'e Babasından Cevap: "Reşad Halife neyse Edip
odur" (Zaman, 10 Nisan 1989, Birinci Sayfa)
İlahiyatçılar ve Siyasilerden Sapık Mısırlıya sert Tepki: "REŞAD HALİFE ŞARLATANDIR" (Seyfullah Türksoy-Seyyit
Aydoğan, Türkiye, 11 Nisan 1989, Birinci Sayfa)
Sadrettin Yüksel, Reşad Halife'nin Türkiye temsilcisi oğlu Edip
Yüksel için Konuştu: "OĞLUM MÜRTEDDİR" (Seyfullah
Türksoy, Türkiye, 11 Nisan 1989, Birinci Sayfa.)
***
Aleyhimde büyük bir ittifak vardı… Ulusalcılar, İslamcılar, Nurcular, Tarikatçılar, Milli Selametçiler hep bir ağızdan benim "mürtet"
olduğumu ilan ediyorlardı. Bu ikinci kampanya başlayınca gerek
şahsım ve gerekse savunduğum fikirler aleyhinde yayınlanan eleştirilere cevap verme imkânına sahip olmadığımı gördüm ve nihayet
bana yönelik tehditlerin hayatımı tehlikeye sokması ile nişanlımın
yüzüğü geri göndermesi birleşince, beni tanıyan ve destekleyen bir
dostumun ısrarı ve bilet masrafını karşılaması sonucunda Amerika'ya hicret ettim.
606
SORU: Amerika’ya nasıl gittiniz?
Norşin’den Arizona’ya
EDİP: Amerika'da Reşad Halife'nin düzenlediği uluslararası bir
konferansa katılabilmek için 1988 yılında vize için başvurmuştum.
Vize istemim reddedilince, Amerikan Kültür Ataşesi’yle görüşme
isteğinde bulundum. Amerikan'ın İstanbul Konsoloslu’ğunda yaptığım görüşme sonucu, ataşeyi katılmak istediğim konferansın bilimsel araştırmalarımla alakalı olduğuna ikna edince, 1 Temmuz
1988'de vize aldım. Ağustos ayında gerçekleşen konferans için uğradığım Amerika'da iki üç ay kalıp, eşimle nişanlandıktan sonra geçici olarak tekrar Türkiye'ye döndüm. Ne var ki nişanlıma verdiğim
altı ayda dönme sözünü tutamadım. Aleyhimde ikinci kampanya
başlayınca gerek şahsım ve gerekse savunduğum fikirler aleyhinde
yayınlanan eleştirilere cevap verme imkânına sahip olmadığını gördüm ve nihayet bana yönelik tehditlerin hayatımı tehlikeye sokması
ve nişanlımın yüzüğü geri göndermesi birleşince, beni tanıyan ve
destekleyen bir dostumun ısrarı ve bilet masrafını karşılaması sonucunda Amerika'ya hicret ettim.
Merak edenlere...
Nişanı bozan eşimle arayı düzelttikten birkaç ay sonra Reşad ile birlikte ailesinden istemeye gittiğimde cebimde yaklaşık beş dolar kalmıştı. İstemeye giderken çiçek almam gerektiğini bilmiyordum. Reşad'ın önerisiyle yol üzerinde bir mağazada durup bir demet çiçek
satın aldım. Geride cebimde otuz beş sent kalmıştı.
Amerika'da hayatı kronolojik olarak beşinci dilim olan İngilizce ile
işte böylesine başlattım. Zengin bir ailenin kızı olan eşim arada bir
kendisini istemeye geldiğimde getirdiğim çiçeğin küçüklüğünü gündeme getirir. Her seferinde o çiçek demetini, giydiğim elbiselerim
haricinde sahip olduğum her şeyle aldığımı anımsatırım. Ama her
nedense eşim bu gerçeği arada bir göz ardı ederek, yıllar önce babasına sunduğum o çiçeklerle beni dövme zalimliğinde bulunabiliyor.
Hayat ilginç mi ilginç.
Çalışmalar
SORU: ABD’deki çalışmalarınız, yaşamınız?
EDİP: Ben hukuk doktoruyum. Türkiye'de önce ODTÜ makina ile
başlattığım daha sonra Boğaziçi İdari Bilimler ile sürdürmeye çalıştığım, ancak 12 Eylül 1980 öncesi yayımlanan iki makalemden ve
daha sonra İlginç Sorular-1 kitabımdan dolayı yaklaşık dört yıl hapis
cezasıyla kesilen üniversite maceram, devletin bir yasağıyla sona erdiydi. Benim gibi politik sebeplerle mahkûmiyet almış öğrenciler
607
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
yeniden sınava girerek de olsa tekrar üniversitelere devam edemiyorlardı.
Amerika'ya hicretten sonra sıfırdan başladım. Burada liseyi bir sınavla dışarıdan bitirdikten sonra, Felsefe ve Yakın Doğu Bilimleri
üzere iki bölümü normal süresinden daha önce bitirdim. Ne var ki,
üniversitenin "belleticilik" bölümü başta olmak üzere çeşitli yerlerde
çalışarak kazandığım para ve eşimin kazancı ailemizin geçimine yetmediği için borçlanarak okuyordum. Gerçi notlarımın yüksek olması
yüzünden öğrenciliğim süresince toplam on beş-yirmi bin dolar karşılıksız burs aldım, ama elli bin dolar civarında borca da girmek zorunda kaldım.
Üniversiteyi bitirdikten sonra felsefe ve kritik düşünme konusunda
doktora düzeyinde dersler aldım. Bu dönemde Boston'daki University of Massachussets'de, Kritik Düşünme konusunda Master yaparken, doktora için Harward Üniversitesi ile irtibata geçtim. Teoloji
bölümündeki bazı profesörlerden kabul konusunda olumlu cevap almama rağmen ailevi sebepler yüzünden tekrar Arizona'ya döndüm.
Felsefe alanında iş imkânlarının az olduğunu bilen eşimin ekonomik
konuda endişelerini göz önüne alarak, Felsefe'den Hukuk’a geçtim.
Arizona Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde aldığım hukuk doktorasından sonra bir yıl kadar ceza hukuku mahkemesinde ve daha sonra
bir hukuk firmasında birkaç ay çalıştım. Ancak avukatlık ahlaki değerlerimle çeliştiği için patronumla anlaşamadım. Burada bir yükseköğrenim kurumunda (www.pima.edu) part time olarak felsefe ve
mantık dersleri veriyorum. Bazı hukuk firmaları için arada bir araştırmacılık ve danışmanlık yapıyorum. Hafta sonlarında ise kitaplar
ve makaleler yazıyor ve bana gönderilen e-maillere cevaplar veriyorum. Ayrıca, oğlumun okulunda, orta ve lise öğrencilerine başta
Türkçe olmak üzere, sömestrine göre değişen Gazetecilik, Hukuka
Giriş, Kritik Düşünme, Teknoloji, Bilimsel Araştırmalar gibi dersler
veriyorum. Amerika'da bir devlet lisesinde 2002 yılından beri ilk kez
Türkçe dersi verme onuru benim gibi anayurdunda anadili yasaklanmış bir Kürt'e nasip oldu. Bu ilahi bir cilvedir. Bu sömestre, ilk, orta
ve lise olmak üzere yaklaşık yüz öğrencim var. Evde İngilizce konuştuğumuz için Türkçe öğrenemeyen oğluma okulunda Türkçe öğretme şansına sahip olmam ise ilahi cilvenin karesidir. Eşim bir hastanede fulltime diyet uzmanı. Ben ise yukarıda belirttiğim gibi iki
buçuk işte çalışıyorum elhamdülillah çok iyi bir hayat standardına
sahibiz.
608
Norşin’den Arizona’ya
Her şeyimi kaybetme pahasına, dinimi sadece Allah'a özgüledikten
ve Allah yolunda hicret ettikten sonra Kuran'daki vaadin bir tecellisi
olarak, çok büyük nimetlere sahip oldum. Rabbime ne kadar teşekkür etsem azdır. Yahya (16) ve Metin (12) adlarındaki iki oğlum da
okullarında birinciler. Metin birkaç ay önce CBS televizyon kanalının Arizona bölgesindeki haber yayınına "Wiz Kid" diye konu oldu.
(http://www.kold.com/Global/story.asp?S=4733921&nav=JG6Z).
Yahya'da ilkokul beşinci sınıftayken aynı televizyon kanalında haber konusu olmuştu. Metin calcülüs okuyor, üniversite düzeyinde fizik dersleri alıyor. Yahya, geçen yıl lisesinde sadece 8 öğrenciye verilen "yılın bilim adamı" ödülünü aldı ve şu anda lisede üniversite
dersleri alıyor. Her iki oğlum sosyal yönden de çok başarılılar. Metin
ortaokulda sınıf temsilcisi ve kendisinden üç yaş büyüklerle arkadaş.
Aynı zamanda iyi bir sporcu. Beş yaşından beri forma ve kramponlarla düzenli futbol takımlarında oyun onuyor. Yahya'da iki bin beş
yüz öğrencinin okuduğu lisede öğrenci lideri seçildi. Ayrıca buradaki bir gençlik kuruluşunun öğrenci hükümetinin başkanı seçildi.
Sırık gibi boya sahip olan oğlum her ne hikmetse spor olarak aklıma
bile gelmeyen sırıkla atlamaya merak sardı ve geçen yıl düzenli olarak antrenmanlara ve yarışmalara katıldı. Her ikisi de yıllarca flüt,
piyano ve gitar dersleri aldılar. Şarkı ve müzik dinlenilmeyen bir
evde yaşayan benim gibi müzik engelli birisi açısından büyük bir
nimet bu. (Bu söyleşinin yapıldığı tarihten 6 yıl sonra, yani 2013 yılında Yahya Arizona Üniversitesi’nde Hukuk Doktorası yapıyor;
Metin de Princeton Üniversitesi’ne başlıyor).
Türkçe kitaplarım maalesef Türkiye'de olmadığım için düzenli olarak yayınlanmıyor. Şu anda hiçbir kitabım piyasada yok. Benimle
aynı görüşü paylaşan bir grup arkadaş şu sıralar bir dernek ve yayınevi kuruyorlar. Tüm kitaplarımı yeniden düzenleyerek yayımlamayı düşünüyorlar. Türkiye'de yayınlanan kitaplarımın gelirini hayır işlerine bağışlıyorum. Bu arada, MESAJ Kuran Çevirisi başta olmak üzere birkaç kitabımı www.19.org ve www.yuksel.org sitelerinde okunabiliyor ve bedava olarak indirilebiliyor.
Son birkaç yılda İngilizce kitaplar yazmaya ağırlık verdim. Birkaç arkadaşla birlikte bitirdiğimiz Quran: A Reformist Translation (Kuran:
Bir Reformcu Çevirisi) kitabı inşallah önümüzdeki yaz ayında Macmilan yayınevi tarafından yayımlanacak. Türkçe Mesaj çevirisinden
farklı yönleri var. İngilizce meallerle karşılaştırmalı bir giriş bölümü
ve İslami Reform İçin Manifesto'ya ek olarak, çeviri daha çok dipnot
609
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
içeriyor ve dipnotlarında felsefi tartışmaların yanında Kitab-ı Mukaddes'e bol referanslar ve Kuran ile karşılaştırmalar mevcut. Şu sıralar
üzerinde çalıştığım İngilizce kitap ve projeler şunlardır:
1. Code 19 (Kod 19.)
2. Why I Prefer Socrates to Gazzali? (Sokrat'ı Neden Gazzali'ye
Tercih Ederim.)
3. Test your Quranic Knowledge (Kurani Bilgini Sına.)
4. In the Name of Allah (Allah'ın Adıyla, otobiyografim.)
5. The American Janus (Amerikan'ın İki Yüzü. Amerika'nın
olumlu ve olumsuz yönlerini tartışıyor.)
6. Twelve Hungry Men (Oniki Aç Adam. Dini, politik ve felsefi
bir komedi filmi için senaryo.)
7. Nineteen Question for Muslims, Christians, and Atheists (Müslümanlara, Hıristiyanlar ve Ateistlere 19 Soru.)
8. A Divine Fact: Religions are Opium of Masses (İlahi bir Gerçek: Dinler Halkın Afyonudur.)
9. The Bestest Teacher, Student and Parent: 57 Rules for Students,
Teachers and Parents (En Mükemmel Öğretmenler, Öğrenciler
ve Veliler; Eğitim üzerine bir çalışma.)
10. Odd Articles (Acaip Makaleler.)
11. All Races are Equal; but Jews are More Equal (Herkes Eşittir;
ama Yahudiler Daha Eşittir.)
12. Robber Banks (Soyguncu Bankalar.)
SORU: Türkiye'de olsaydınız nasıl bir hayatınız olurdu?
610
EDİP: Amerika'ya göre çok daha hareketli bir hayatım olurdu, kuşkusuz. (Büyük olasılıkla, kitaplarımın önümüzdeki yıl yayını ile birlikte Amerika ve Avrupa'da çok aktif bir dönem başlayacak benim
için.) Örneğin; kitaplarım tükenmiş olmazdı; sürekli yayımlanırdı.
Televizyon programlarına katılarak resmi ve gayri resmi doğmaları
sorgulardım. Türkiyeli halklara eyalet sisteminin yararlarını anlatırdım. Ordusu siyasete katılan hiçbir ülkenin iflah olmadığını anlatırdım. Lise ve Üniversite öğrencilerini icat yapmaya teşvik eden ve bu
konuda eğitim veren bir enstitü kurulması için çaba gösterir ve bu
konuda bir televizyon programı yoluyla yarışmalar düzenlerdim.
Türkiye'de ırk ve din konusunda yapılan polarizasyonu sabote etmek
için bazı tavırlar sergilerdim. Başörtü yasağını protesto etmek için,
akrabalarından başörtülü olan esnafı organize eder ve yılın bir gününde bıyıklı veya şapkalı erkeklere bir şey satmamaları ve servis
yapmamalarını sağlardım. Yılın diğer bir gününü de kızlarını veya
Norşin’den Arizona’ya
kadınlarını başörtüsü takmaya zorlayanları protesto etmek için sakallı veya şalvarlı erkeklere satış ve servis yapılmaması için bundan
rahatsız olan esnafı organize ederdim.
SORU: Ailenizle, akrabalarınızla görüşüyor musunuz?
EDİP: Kız kardeşlerimle görüşüyorum. İki erkek kardeşimle iletişimim yok gibi. Benden dört yaş küçük olan Boğaziçi Üniversitesi Teorik Fizik bölümü mezunu erkek kardeşim, yirmi yıldır bana kırgın.
Kırgından da ötesi, beni görünce cin çarpmışa dönüyor ve kendini
kaybediyor. Çok zeki biri ama o kadar da dogmatik ve bağnaz. Diğer
kardeşim, ODTÜ mezunu sosyolog Müfit Yüksel ise bana kırgın olmasına rağmen Türkiye'ye uğradığımda benimle hem görüşebiliyor
ve hem de gülüşebiliyor.
Babamı, ablamı ve annemi ise son iki yılda kaybettim. Ölmeden yıllar önce hafızasını yavaş yavaş kaybetmeye başlayan babam, 1997
yılındaki ziyaretimde beni tabi tuttuğu son sorgulamasında mezhepçi ayrıntıları ve o ayrıntılarda yaşayan şeytan-ı şerifleri unuttuğu
için "Müslüman" olduğuma fetva verdiydi. Annemin bir anda çığlık
atarak, "Edip için bir kurban keseceğim" diye haykırmasına vesile
olan bu aile içi fetva, babam tarafından yüzüne kapatılmış kapının
ardından çocuklar gibi bana küfürler ve hakaretler savuran kardeşimi
tam anlamıyla çıldırtmış ve mahalleyi ayağa kaldırmıştı. Ablam Süreyya Yüksel, kanser olduğunu öğreninceye kadar maalesef bana
dargın kaldı ve on dokuz yıl boyunca araya koyduğum aracılara rağmen, Emine Şenlikoğlu'na rağmen, benimle konuşmadı. Çocukluk
ve gençlik dönemlerimizde birbirimize çok yakın olmamıza rağmen,
cezaevinde bulunduğum yıllarda kar-kış demeden, asker-polis demeden, beni her hafta ziyaret ederek bu sevgisini izhar etmesine rağmen, benim Sünnilik dinini reddetmem ile birlikte ihanete uğramış
gibi bir duyguyla yaşadı. 2005 yılında bana Mekke'den telefon açması büyük bir sürpriz olmuştu. Her ikimizde telefonda dakikalarca
ağlamıştık. Kendisini ölmeden önce Mekke'de ziyaret etmemi istemişti. Gerçi Suudi Arabistan'ın bana vize verip vermeyeceği konusunda kuşkuluydum, ama başvurmadım bile. Duygusal olarak öyle
bir ziyarete cesaret edemedim, maalesef.
SORU: Türkiye'de görüştüğünüz insanlar, dostlarınız kimler?
EDİP: Türkiye'den her gün düzinelerce e-mail alıyorum ve
www.19.org sitesinin forumu yoluyla lise öğrencisinden işsizine kadar, ateistinden monoteistine kadar herkesle ayırım yapmadan yazışıyor ve tartışıyorum. Benim kapım herkese açık. Cep telefon numa-
611
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
ramı bile internete asmışımdır. Benimle çok samimi olanların dışında hiç kimsenin bana abi diye hitap etmesini istemiyorum. Bey,
efendi gibi sıfatlara zaten "gıcığım." İnsanların abartıldığı, tarikatlardan partilere kadar lider otoritesinin bireyselliği, kritik düşünceyi
ve eleştiri kurumunu katlettiği bir ortamda hiyerarşik ilişkileri palazlandıracak her şeye karşı tepki gösteriyorum. Bile bile "karizmamı"
sabote ederim. Herkesin çok ciddileştiği ortamlarda özellikle içimdeki çocuğa şeker vererek göz kırparım. Gülmesini bilmeyen ve havalı tiplerden hoşlanmam. Nitekim kitaplarımı ve yazılarımı okuyup
benimle haberleşen insanların bana sadece "Edip" diye hitap etmelerini isterim. İnsanlar arasında ayırım yapmamaya özen gösterir ve
herkese saygı davranmaya çalışırım.
TBMM'de milletvekili olan bir düzineden fazla eski arkadaşım var,
ama onlarla pek görüşmüyorum. Ünlülerden görüştüğüm bazı kişiler
de var. Ama burada isimlerini zikretmek istemem. Hani, bazıları için
hâlâ radyo-aktif bir kişi olabilirim.
SORU: Tekrar çok teşekkür ederim. Sevgiler, selamlar.
EDİP: Ben de teşekkür ederim. Selam ve sevgilerimle…
***
O bir serbest radikal
Ruşen Çakır
20.08.2011 / Gazete Vatan
Bir gazeteci olarak 1985 yılından beri İslami hareketler üzerine çalışıyorum. Bu süre zarfında kimisi din alimi, kimisi yazar, kimisi siyasetçi, kimisi cemaat üyesi veya yöneticisi çok kişiyi tanıma ve bazılarıyla tanışma imkanı buldum. Eğer bunların arasında en ilgincinin kim olduğu sorulacak olursa hiç tereddütsüz onun adını veririm:
Edip Yüksel.
Aslında Edip’le tanışmam gazeteciliğe başlamamdan öncedir. 1982
yılında, ben Metris, o Maltepe askeri cezaevlerinde tutuklu yatarken
üniversite sınavı için getirildiğimiz Selimiye’de aynı koğuşa konmuş ve gece geç saatlere kadar sohbet edip tartışmıştık. Edip 163.
Madde’den, yani şeriat propagandasından yatıyordu ama tartışmamızda sık sık Karl Marks’tan alıntılar yapıyordu.
612
Norşin’den Arizona’ya
19 Mucizesi
Edip’le yeniden karşılaşmam üç yıl sonradır. Daha doğrusu, önce
onun Güney Afrikalı yazar Ahmet Deedat’tan çevirmiş olduğu “Kuran En Büyük Mucize” adlı kitabını gördüm, ardından kendisiyle
Nokta Dergisi için röportaj yaptım. Bu kitabın temelinde Mısırlı İslam reformisti Reşad Halife’nin 1974’te keşfettiği “19 mucizesi” de
denilen “matematiksel sistem” vardı.
Eğer Edip “normal” biri olsa, kısa sürede tam bir best-seller olan kitabın getirdiği maddi imkanlar ve itibarla yetinirdi. Fakat o daha ileri
gitti. Tıpkı Halife’nin yaptığı gibi, geleneksel Sünni İslam anlayışıyla ve bunun temsilcisi kişi ve kurumlarla mücadele etmeye kalkıştı. Bunun üzerine bazı çevreler tarafından “mürtet” (dinden çıkmış) ilan edilince ABD’ye gidip Arizona’nın Tucson şehrine yerleşti. Reşad Halife’nin aynı nedenlerle 1990 yılında bıçaklanarak öldürüldüğü hatırlanacak olursa Edip’i “paranoyak” olarak tanımlamak haksızlık olacaktır.
Edip’in olayını daha ilgi çekici kılan nokta ailesiydi. Edip Bitlisli
Kürt bir ailenin 7 çocuğundan biriydi. Abisi Metin Yüksel, Akıncılar
diye bilinen İslamcı gençlik grubunun liderlerindendi ve 23 Şubat
1979 günü Fatih Camii avlusunda ülkücüler tarafından öldürüldü.
Yüksel ailesinin reisi olan Sadrettin Yüksel (2004 yılında vefat etti)
Türkiye’nin önde gelen din alimlerindendi. Ablası Süreyya Yüksel
(2005’te vefat etti) İslami hareketin önde gelen kadınlarındandı. Küçük kardeşi Müfit de, birçok konuya ek olarak Alevilik konusunda
da uzman olan bir araştırmacı ve aynı zamanda Has Parti kurucusu.
Barışsever ve makul bir tektanrıcı
30 yıl boyunca Edip’le değişik ortamlarda karşılaştım. Onu, hep birşeylere inanmış ve çevresindekileri de aynı şeye inandırmaya çalışırken gördüm. Bu konuda epey başarılı olduğunu da biliyor, duyuyorum. Bu başarıda, onun son derece etkileyici zekasının, her daim
neşesini korumayı bilmesinin, konuşmayı ve tartışmayı çok sevmesinin payı büyük olsa gerek. 30 yılda Edip’in dünyaya, siyasete,
dine, İslam’a bakışı çok değişti ama sorgulayıcı perspektifini, özgürlük tutkusunu ve barış arayışını hiç kaybetmediğini görüyorum.
Zaten “barış” kavramı bugünkü Edip Yüksel için merkezi bir öneme
sahip. Öyle ki geçenlerde sohbet etme imkanı bulduğum Edip’e (ne
mutlu ki bir süredir yeniden Türkiye’ye gelip gitmeye başladı) kendisini nasıl tanımladığını sordum. “Barışsever” cevabını verdi.
613
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
İngilizcesi “peacemaker” oluyormuş. “Müslüman sözcüğünün anlamı barışsever demektir. Ben kendimi böyle tanımlamayı seviyorum” diyor.
Ne var ki Edip’te tanımlama bitmez. Örneğin “ben rasyonel monoteistim” diyor, yani “makul tektanrıcı.” Ama ben en çok şu tanımlamasını sevdim: serbest radikal! Çünkü onun hep başına buyruk davrandığına ve hep radikal kaldığına tanıklık edebilirim.
***
Süreyya Yüksel
Mine Alpay Gün
16 Haziran 2005 / Milli Gazete
Son yüzyılın yetiştirdiği büyük yıldızlardan Süreyya Yüksel'in kaybı
çok acı oldu. Hayatını ilme adamış, has bir mü'min olarak yaşamış
bu müstesna insanı tanıyanlar, genç nesillere anlatmalıdırlar.
Yaşam felsefesini, Rabbe olan katışıksız aşkını, ilmî kariyerini,
Kur'ân'a adadığı ömrünün, nasıl çevresine bir güneş olup aydınlattığını, sevenleri ve bağlıları kaleme sarılıp gelecek kuşaklara aktarmalıdırlar. Televziyonlar, yakın arkadaşları, öğrencileri, bağlıları ile
programlar düzenleyip, yüzyılımızın ilim deryasını insanlara tanıtmak zorundadırlar. Fatih Belediyesi; yaşadığı sokağa ismini vermeli, "Suffe" adını verdiği, öğrenci kızlarla ekmeğini-suyunu paylaştığı evini müzeye çevirmeli ya da bir kültür merkezine dönüştürmelidir. Zira orada evini üniversiteye dönüştürmüş bir "ebrar" yaşadı. Hayatı, fikirleri çerçevesinde sempozyumlar düzenlenmeli, uğruna ömrünü adadığı Tevhidi akideyi betimleyen kitaplar, dergiler
çıkarılmalıdır.
Süreyya Yüksel, sadece gelecek kuşaklar için değil, günümüz insanı
için örnek alınabilecek bir zirve idi. Hakiki bir entellektüel idi. En
büyük zevki kitap okumaktı. Her konuya ilgi duyardı. Psikoloji, tarih, siyaset, edebiyat, sosyoloji kitaplarından başını kaldırmazdı.
İlimde bir derya idi.
614
Hayatı boyunca inancından taviz vermedi. İlkokul, ortaokul, liseyi
dışarıdan bitirecek kadar çok zeki idi. İstanbul üniversitesi Astronomi Bölümü'nde okudu fakat örtü yasağı gelince son sınıfta bıraktı.
Entellektüel olmak için üniversite diplomasına hiç de gerek olmadığını yüksek yaşam grafiği ile gösterdi. Çocukluğundan itibaren babası fıkıh âlimi Molla Sadreddin Yüksel'den ilim tahsil etti. Kardeşi
Norşin’den Arizona’ya
Metin Yüksel'in genç yaşta şehid edilmesi esnasında, yine kavi bir
mümin tavrı sergiledi.
Çağımızın âlimesi, 25 yıldır Tefsir dersleri veriyordu. Haftanın altı
günü dolu idi. Her güne ayrı bir grup düşüyordu ki; bu grupların
mensupları da okumuş, üniversite mezunu ya da kendisini yetiştirmiş entellektüel hanımlardı. Cuma günü Risale-i Nur dersleri vardı.
Cumartesi günü Suffe'de aktüalite veriyordu. Tevhid akidesi üzerinde çok duruyordu. 37 yıllık çocukluk arkadaşı Hatice Sayan,
1979-1981 arasında tiyatro oyunları yazdığını, hasta yatağında "O
yazıları ima edin" diye vasiyet ettiğini aktarıyor. Çocuklara
Kur’ân-ı Kerim öğretirken, ya da güzel sesi ile makamlı tilavetinin
kayıtlı olduğu kasetleri de kırın" vasiyetini anlatıyor Sabahat Çamlı.
Ben de 1980'den beri tanıyorum. Her örtü yasağında kadim dostu
Sabiha Ünlü ile yanımızda idi. 1982 yasağı ile kapılar yüzümüze kapanmış, pek çok talebe üniversiteden ayrılmak zorunda kalmıştı. 28
Şubat sonrası, sene 1998. 1980 ihtilalinden sonra okullardan kovulan
öğrencilerin, kızlarının kuşağına da yasak geldiğinde, bir avuç kalan
başörtüsü eylemcileri arasında da Süreyya Yüksel vardı. Abla ya da
anne profili yanısıra, polis coplarından kaçan kızlarla birlikte devrimci bir yürekle sokak aralarında koşuyordu. Yaşıtları torun sahibi
olmuş, o evlenmemiş; arkadaşlarının kızları için de iyi bir dost ve
yakın olmuştu. Ellisinde, vefatına dek hep genç yaşadı, genç kaldı.
Yaşamına şahid olanlar, şaşarak tanıklıklarını dile getirmekteler. Ne
televizyonlara çıkıyor, ne basına resim veriyor. Kendisini öğrenmeye ve öğretmeye adayan bu âlime yıldız, ne köşe yazarlığı, ne de
kitap yazma tekliflerini kabul etti. Konferans teklifleri geliyordu.
Yurt içinden ve dışından. Reddediyordu. Dışarıya sadece Kâbe için
bir kuş gibi uçuyordu. On yıl kadar oluyor, Orient Enstitüsünden
sosyolog Elizabeth, Türkiye'deki İslâmcı kadınların sorunları üzerine bir alan çalışması yapıyordu, pekçok insanla konuştuğu gibi benimle de röportaj yapmıştı. Bir ara, Türkiye'deki İslâmcı kadın hareketinin lideri kimdir demişti. Hiç düşünmeden "Süreyya Yüksel" demiştim. "Benimle konuşur mu" dediğinde, bir dene deyip, telefonunu vermiştim. Süreyya, yanına bile yaklaştırmamıştı.
Şimdi aynı sosyoloji araştırması olsa, böyle bir soru sorulsa "Türkiye'deki İslâmcı kadın hareketinin önderi kim" diye. Verecek cevap
bulamıyorum. Zira yerini dolduracak insanı düşünmekte bile zorlanıyoruz.
615
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Vefatı üzerinden neredeyse bir hafta geçti. Gazetelerdeki ölüm ilanlarına bakıyorum. Bir zengin ölse koskoca sayfaların ayrıldığı sütunlar yok. Sevenlerinin samimi, küçük ilanları. İslâmcı gazetelerin köşeyazılarını tarıyorum. Bir-iki satırla geçiştirilmiş. Belki bundan
sonra çıkabilir. Vakit gazetesinde Sibel Eraslan çok güzel bir yazı
yazdı, sağolsun.
Dostları son anlarını aktarıyor. Hastalığı ağır geçmesine karşın son
nefesine kadar bilinci yerindedir. Hastahane odasında doktor talebeleri nöbet tutmaktadır. Kendisine rahatsızlığının büyüklüğünü anlatırlar, son günlerinde çok acı çekebileceğini hatırlatırlar. Fakat Allah, dostunu incitmez. Ne kilo kaybı olur, ne onca ameliyatlara karşın bir değişim. Son nefesine değin ihtiyaçlarını görür, kimseye
muhtaç olmaz, abdestini alır, namazını kılar. Tebessüm ederek gerçek dünyaya ayrılır.
Fatih Camii'ndeki cenaze namazı da unutulacak gibi değildir. Her
babayiğidin dolduramayacağı cami avlusu; insan seli halindedir.
Hani çok büyük adamlar vardır. Müslümanlara kan kusturmuş zevattan. Devlet törenleri yaparlar kendilerine. Ama büyük camilere
götürmezler bu cenazeleri. Halktan korkarlar. Cami avlularının boş
kalacağından ürkerler. Ya da bir akıllının çıkıp, hocanın "nasıl bilirsiniz" sorusuna "iyi bilmeyiz" diye cevap vermesinden çekinirler.
Küçük bir mahalle mescidine götürürler bu ünvanlı, makam sahibi,
rütbeli adamları. İki inzibat nöbet tutar bazan. Beş on kişi ile götürüp
gömerler.
Bu ünvansız, makamsız, parasız kadını; o gün cami avlusundan
sanki sadece sevenleri değil, melekler de uğruladı. Durağın yanıbaşındaki ağacın altına yerleştiğinde; yollar, arabalar, insanlar selamladı. Kıyamete kadar selamlayacak da. Güzel insanların yaşamları
gibi, ölümleri de ne kadar güzel olmakta. Teşekkürler Süreyya Yüksel. Eminim ki gerçek âlemde yerin çok daha kıymetli. Eminim ki
yüzlerce talebelerin sana dualar ediyorlar. Bu gazetenin değerli okuyucuları da dualar edecekler sana. Seni bana tanıştıran Rabbime sonsuz hamd olsun. Sana ve seni takib edeceklere selâm olsun.
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan köşe, yorum yazıları veya
haberlerin tüm hakları Milsan Basın Sanayii A.Ş.’ye aittir. Kaynak
gösterilse dahi hiçbiri özel izin alınmadan kullanılamaz. Bu haber
veya yazıların bir kısmı sadece Milli Gazete tarafından sağlanan
RSS verileri kullanılarak ve milligazete.com.tr’ye aktif link verilerek alıntılanabilir.
***
616
Norşin’den Arizona’ya
Samsun’da birlikte Askerlik Yaptığım
Şehmus’un anısı
21.01.2012
Binavê Rebê aleman!
Edip,li ser daxwaza te ez hinek dibîanînên xwe yê dem lêşkerîyê ji
te dinivîsênim û birê dikim ez hêvîdarim wê ji te re bibin alikar. Heger ku kêmasî têde hebin jî bibuhure û wan serrast bike.
Sla û rêz
Edip, bu yaziyi işine (yani askerlik anilarimi) yarar diye yaziyorum
bilmiyorum belki eksik yonleri olabilir ya da hatirliyamadigim noktalar olabilir sen onlari da eklersin ve bunu turkçe klaviyeyle yazdigim icin kelimeler anlasilmasa bana yaz lutfen sonra sen onlari duzeltirsin. Birde ikimize ait askerlik hatirasi olan bir resmimiz var
gerçi bundan kaç yil once sana yollamistim eg yoksa tekrar sana gonderebilirim. Selametle
Sehmus
Ben Şehmus Özalp, Batmana bagli, Kürdce adi Keverzo olan köyde
01.02.1964 yilinda Dünyaya geldim. Ben bu yaziyi Askerlik arkadasim Edip Yüksel icin kaleme alirken, dogrusu kendi ana dilimde olmadigi icin istemiyerek ( bu benim herhangi bir dile karsi olmamdan
degil kemalist fasizimin bize cektirdiklerindendir, bütün Diller Allahin Ayetleridir) türkce yaziyorum. (ben 01 KASIM 1984 Tarihinde
64/3 tertip olarak askere gittim. Acemi birligim Amasya Eregitim
Tugayidi yaklaşik uçaylik acemi Egitimden sonra dagitimim Samsun 56. Piyada Alayina çikti. 56. Alayinda karargah Bölügüne düstüm. Karargah Bölük-Komutani Tayfun (soyismini tam hatirliyamadim galiba Özdemir olacakti.) Yüzbasi idi. Tayfun Yüzbasi kendi
hiyerarsik traji komik üstlerine karsi geldigi icin terfileri sökülmüs,
yüzbasilikta kalmis ve tahtadan bir tanbancasi vardi. Bunlari yazmamin sebebi nezaman ve nerde askerlik yaptigim ile ilgili, yoksa benim askerlik anilarimi anlatacak gibi bir lüksüm yoktur cünkü 25yildir hep unutmaya calisiyorum. Tam olarak hatirlamamakla beraber
Teskereye son 5-6 ay kala, bir gün ögleden sonra ya haftasonuydu
ya da bütün subay ve astsubaylar Nöbetciler haric herkes eve gitmisti. disarda arkadaslarla geziniyorduk, fakat dikatimizi ceken siradisi birseyler oluyordu, amma bu siradisi olan sey neydi onu hic
birimiz bilmiyorduk. Biranda baktik üst rütbeli subay ve astsubaylar
Alayin icinde görünmeye basladilar. İlgimizi cekmisti fakat kimse
617
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
gidip sormayi cesaret edemiyordu. Aksam bölüge döndügümüzde
bizim kogusumuza bizim de tanidigimiz ve Alayda Doktorluk yapan
ayni zmanda o gece nöbetci subay olan bir Astegmen geldi. Astegmen, benimle birlikte, Diyarbekirli Mehmet isminde bir arkadasi (o
devre kayibi oldugu icin bizden cok önce teskere aldi gitti) Batmanli
hemserim olan Abdulkadiri ve suan isimlerini hatirlayamadigim bir
iki kisi daha vardi bizleri cagirdi ve durum hakkinda bilgilendirdi.
Ha belki birileri diyecek niye kocaman Alayda sadece 4-5 kisi?
Dogru. İlk baslarda yani 12 Eylül diktatörlügünden önce Alayda namaz kilmak icin bir mescit varmis. 12 Eylül cunta diktatörlügü olduktan sonra, söylediklerine göre o mesciti iskencehane yapmislardi
ve o günden sonra mescit diye birsey kalmamisti, ya da kimse artik
orda namaz kilmak isetmiyordu cünkü bizim icin artik orasi mecituddirar olmustu. Bunun icin namaz kilmak icin yer ariyorduk bizim üst tertiplerimiz sagda solda namaz kilma yerleri organize etmislerdi, iste bu yerlerden birine bizim Doktor Astsubayimizla tanismistik ve musluman kardes hasebiyle muhabetimiz olmustu.
Doktor, bize Edip Yüselin Alaya geldigini, onun icin bütün subay ve
astsubaylarin onun icin ogleden sonra olagan üstü toplandiklari, onu
sakincali piyade olarak tanittiklari, cok ama cok tehlikeli biri oldugu,
kendisine silah verilmemesi, uzun bir süreye kadar nöbete gönderilmemesi, nöbet yazilsa da önemli yerlerde nöbet yazilmamasi, sürekli
takip altinda tutulmasi vs. Vs. Tabi biz o zaman hem sok olmustuk
hemde Edip Yüksel gibi biri bizimle birlikte ayni alayda asker olmasi bizleri cok sevindirmisti ve onunla ne zaman tanisacagiz diye
merakla beliyorduk.
Suanda tam olarak hatirliyamiyorum, bilmiyorum ayni gece mi,
yoksa araya birkac gün gectikten sonra mi Edip Yüksel’i bizim Kogusa verdiler ve hemen yan ranzada kendisine yatak verdiler (yanilmiyorsam üst ranza idi). Ben Edip Yükseli daha önce giyaben taniyordum ve kendisinin yazdigi “Kuran en Büyük Mucize” kitabini
almistim.
Sonradan Edip Yüksel de fark ettimi bilemiyorum ama bizim Kogus,
sanki bir toplama kampi gibi bir sey idi. Bizim memleketten yani
beni hemsehrilerim Yezidiler, Asuriler Suryaniler, nekadar devre
kayibi varsa, ya da degisik siyasi görüse sahip olan bir sürü insan ve
Edip gibi diger düsünce suclulari hep orda toplatilmisti.
618
Edip kogusa geldikten sonra, diger arkadaslarimizda geldiler ve ilk
tanismamiz olmustu. İlk baslarda Edip hep isole edilmeye calisiliyordu, hatta birgün Sinan diye bir Tegmenimiz vardi, ben kendisiyle
Norşin’den Arizona’ya
hep egitim systemi üzerine tartisirdim, cünkü biz egitim yaparken
hep “karsi tepeden düsman geliyor” deniliyordu, bende diyordum
yahu hep düsman geliyor birakin da biz bir gün düsmanin üstüne
gidelim (benim burda elestirmek mistedigim askeri mantik idi yoksa
benim hic bir düsmanim yoktu) dedigimde cok kizmisti ve “eski
köye yeni adet mi getiriyorsun” diye cikismisti... iste o Sinan Teymen bana Ediple fazla samimi olmamami istemisti ve ben onun bu
istegine karsi ciktigimda beni askerligimin bitmiyecegiyle tehdit etmisti. Ben de kendisine, zaten kendi rizamla askere gelmedigimi ve
hatta babamin kac defa askerlikten firar ettigini ve ayni seyin benim
icinde gecerli olabilcegini söylemistim.
Edip Yüksel, tabi kisa zamanda kogustakilerle hemen hemen herkesle tanisti ve cok iyi geciniyordu. Askerligim bitinceye kadar ayni
bölükte ve ranzalarimiz yan yana beraber kaldik. Biz kendisine yani
Edipe saygi duyuyorduk ve bizden dolayi da digerleri de saygi duyuyordu. Edip hatirlar mi bilemiyecegim fakat birgün bizim kogusta
bizim midyatli bir Süryani arkadasimiz vardi ve ayni zamanda Davut
diye bir arkadas vardi Davut o süryani arkadasimiza dininden dolayi
hakaret etmisti ve Edip bundan dolayi Davut’a cok sinirlenmisti.
Tabi Edip kisa zamanda namini duyurdu. Edip birgün gelip bize egitim icin bir “Mesafe Tahmin Cetveli” yapacagini söyledi ve yapti da.
Yani beceri konusunda gercekten süper bir kafaya sahipti. Tabi bununla bitmedi baska birgün Edip geldi ve yeni bir bulus yapacagini
söyledi. Bu yeni bulusu yada buluslari birtanesini hâlâ hatirliyorum,
“Atis-sayar” idi maelesef digerini unutmusum ve bunun icin hatta
Edip Amasya miydi yada merzifonmuydi oraya yanilmiyorsam Tugay Komutani tarafindan davet edildi ve gene yanilmiyorsam hatta
ödülendirilmisti. Dogrusu ben o zaman kendisine cok ama cok kizmistim. Niye cunta rejimin dikta ordusuna böylesi buluslar yaptigini
ve elestiride bulunmustum. Hata o zaman söyle bir yorumda yapmistim demistim ki “senin kardesin müsluman oldugu icin fasistler tarafindan öldürüldü sen yillarca hapis yattin, sana bunlarin hepsini
yapanlara kalkiyorsun yeni bulus yapiyorsun bu din düsmani kafir
orduya böyle bu sekilde hizmette bulunman dogru degil, bak sen
hâlâ burda sakincali bir piyadesin bunun ne demek oldugunu biliyormusun diye cikismistim”. Fakat Edip billdigini okuyordu “serê
Kurda hinek ji rastiyan re hishke û giyayê hewshê tahle” digot êzingê
min. Bu konularda ve tanidigim kadariyla Edipin kendisine özgüveni
fazladir ve bu insani egolastirir. Ben hâlâ anlamis degilim niye o zaman orduya bu iyiligi yati. Yani elestiri noktasinda ele alirsak o süre
zarfi icerisinde bir iki yönü haric takdir ettigim ve saygi duydugum
619
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
bir arkadas. Gene hatirladigim kadariyla o zaman Edip sürücü Ehliyeti yapacakti bilmiyorum aldimi almadimi sonra ne oldu bilemiyorom. Gene hatirladigim kadariyla beraber carsiya ciktigimiz oluyordu hata bir seferinde Mufit Edipin ziyaretine gelmisti beraber carsiya cikmistik ve en son carsi icindeki büyük bir Cami vardi onun
altinda pasaj gibi bir sey idi ve cay ocaklari da vardi orada Mufit ile
birkac saat oturup sohbet etmistik. Bu sekilde ben 01 mayis 1986 ya
kadar orda kaldim yani teskeremi aldiktan sonra sivil de iken Edipe
bir mektup yazmistim bilmiyorum o zaman aldimi almadimi bilemiyecegim. Zaten ondan sonra sadece cikan kitaplarini ve hakinda cikan yazilarini duydum. Tabi ben 1987 yilinda Almanyaya gittim artik tamamiyla irtibat koptu ta bundan kacyil önceye kadar. Ne zaman
internet Tarikati cikti ve ben Seyh Googel Hazretlerine ricada bulundum ve bana Edipi tekrar bulmama yardimci oluncaya kadar. İste
kisaca bizim Edip le askerlik seruvenimiz böyle idi.
620
Norşin’den Arizona’ya
İsim İndeksi
Abdurrahman Dilipak, 14, 45,
373, 434, 448, 606
Abdülaziz Bayındır, 139
Abdülvahap Demirel, 189
Adnan Hoca, 14, 15, 16, 440, 441,
444
Adnan Oktar, 14, 15, 26, 30, 439,
440, 445
Ahmad Deedat, 40, 58
Ahmed Deedat, 58, 370, 371, 401
Ahmet Davudoğlu, 546
Ahmet Davutoğlu, 230, 231
Ahmet Deedat, 329, 341, 613
Ahmet Derbay, 284
Ahmet Hakan, 518
Ahmet Kaya, 550
Ahmet Şahin, 118, 120
Akif Emre, 217
Ali Bilir, 244, 245, 248, 249, 272,
275, 336, 337
Ali Eren, 22, 23
Ali Kemal Temizer, 373
Ali Murat, 5, 430
Ali Rıza Demircan, 137
Ali Şeriati, 131, 172, 256, 309,
310, 315, 352
Ali Ünal, 45, 434, 435, 436, 448,
604, 606
Alparslan Türkeş, 201, 250, 337
Altan Büyükyılmaz, 5, 500, 512
Ankara, 4
Arap Mahfuz, 189
Atasoy Müftüoğlu, 271
Atatürk, 11, 16, 32, 33, 88, 89, 90,
92, 104, 115, 122, 142, 160,
161, 162, 164, 183, 184, 185,
186, 187, 188, 193, 201, 221,
263, 326, 338, 339, 352, 354,
388, 389, 390, 399, 456, 524,
529, 541, 548, 550, 553, 556,
575
Aziz Nesin, 431
Baki Yiğit, 228
Celal Şengör, 518, 561, 562
Cengiz Özakıncı, 251
Cübbeli Ahmed, 451
Cübbeli Ahmet, 432, 456
Doğu Perinçek, 430
Dursun Özcan, 40, 217, 249, 324,
342
Ebru Yücel, 516
Egemen Bağış, 546, 558
Emin Demirel, 228
Emin Saraç, 326
Emine Şenlikoğlu, 141, 149, 437,
438, 611
Ensar Üzümcü, 292, 466, 563
Enver Ören, 241
Erbakan, 131, 143, 156, 201, 202,
217, 229, 293, 342
Ersönmez Yarbay, 170
Esad Coşan, 219
Esad Oktay Yıldıran, 241
Fatih Saraç, 326, 327
Fatma Begümgil, 151
Fazıl Say, 580
Fethi Kukut, 189
Fethullah Gülen, 118, 224, 225,
251, 432, 434, 456, 518, 547,
576
Fethullah hoca, 595
Fevai Aslan, 558
Hakkı Devrim, 580
Halil Necatioğlu, 219
Haluk Nurbaki, 448, 606
Haluk Oral, 24, 582
Hamza Dönmez, 234
Hans Aiberg, 225
Harun Yahya, 26, 225, 439, 445
Hasan Nail Canat, 292
Hasan Tan, 228
621
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Hasan Tanrıkulu, 376
Hekimoğlu İsmail, 19, 45, 118,
124, 374, 434, 604
Hikmet Akgül, 170
Hulki Cevizoğlu, 16, 17, 18, 20,
21, 32, 562, 583
Humeyni, 7, 40, 64, 137, 160,
172, 200, 242, 243, 261, 264,
294, 295, 299, 305, 308, 310,
311, 313, 406, 472
Hüseyin Çelik, 546
Hüseyin Goncagül, 136, 376
Hüseyin Hatemi, 14, 434, 448,
604, 606
Hüseyin Hilmi Işık, 241, 434, 604
Hüseyin Şahin, 558
Hüseyin Velioğlu, 22
Hüsnü Aktaş, 241, 321, 434, 604
Hüsnü Kılıç, 202, 293
Hüsrev Altınbaşak, 118
İbrahim Çavuş, 189, 320
İbrahim Sadri, 292, 376
İhsan Bal, 248
İhsan Barutçu, 245, 247, 248, 249,
272, 275
İhsan Eliaçık, 139, 518
İskilipli Atıf, 91
İstanbul, 1, 3, 4
İzmir, 4
Jeffrey Lang, 69
Kaan Göktaş, 349, 519
Kadir Mısıroğlu, 33, 321
Karl Marks, 613
Kasım Atasoy, 235
Kazım Ayaydın, 250
Konca Kuriş, 22, 426
Korkut Özal, 120, 342
Mahmut Toptaş, 434, 448, 604,
606
Malcolm X, 43, 256, 541
Mehmet Akif Ersoy, 142, 182
Mehmet Ali Tekin, 27, 189, 239,
246, 252, 255
Mehmet Bulut, 170
622
Mehmet Emin Seydagil, 143
Mehmet Güney, 217, 218, 227,
342
Mehmet Keçeciler, 171, 175
Mehmet Kırkıncı, 118
Mehmet Köse, 230
Mehmet Kutlular, 118, 123
Mehmet Metiner, 14, 24, 25, 45,
125, 182, 440, 448, 551, 561,
606
Mehmet Şahin, 189, 239, 255
Mehmet Tellioğlu, 170
Metin Külünk, 217, 342
Metin Yüksel, 5, 27, 33, 202, 238,
239, 246, 250, 252, 253, 265,
322, 510, 541, 552, 564, 613,
615
Mevlüt Güngür, 17
Molla Sadreddin, 29, 37, 104,
111, 247, 249, 615
Muharrem Candan, 165
Muhyettin Mutlu, 143, 156
Murat Ülker, 230, 430
Mustafa Akyol, 31, 518
Mustafa Başal, 276, 277
Mustafa Bayraktar, 217
Mustafa Demirci, 189
Mustafa Miyasoğlu, 269
Mustafa Varlı, 23
Mustafa Yaşar, 276
Muttalip Ermiş, 235
Müfit Yüksel, 29, 105, 146, 360,
366, 367, 531, 532, 611, 613
Nazım Hikmet, 269, 557
Nazife Şişman, 230, 231
Necip Fazıl, 193, 194, 200, 201,
203, 293, 552
Necmettin Şahiner, 118
Nedim (Yüksel), 67, 78, 112, 132,
146, 147, 285, 338, 360, 388,
526, 531, 532, 533, 534, 535
Nihat Hatipoğlu, 432, 456, 558
Noam Chomsky, 52, 214, 215,
259, 475, 519, 541
Numan Kurtulmuş, 293, 342, 561
Nureddin Şirin, 189, 239
Orhan Eriş, 11, 262
Norşin’den Arizona’ya
Orhan Oktar, 150, 153
Orhan Pamuk, 370, 585
Orhan Veli, 269
Ömer Sevim, 235
Pelin Çift, 516
Rashad Khalifa, 26, 46, 541
Rauf Denktaş, 371
Recep Tayyip Erdoğan, 25, 181,
182, 387, 543, 551
Remzi Pekdemir, 290, 322
Remzi, Ömer Yorulmaz, 189
Reşad Halife, 5, 13, 14, 24, 28,
41, 46, 57, 371, 401, 422, 426,
440, 448, 478, 479, 481, 482,
483, 489, 490, 492, 585, 606,
607, 613
Sabiha Ünlü, 360, 364, 615
Sadreddin Yüksel, 12, 13, 17, 28,
29, 45, 249, 422, 447, 605,
606, 615
Said Nursi, 118, 120, 121, 122,
123, 158, 163, 220, 290, 541,
574, 577
Salih Erdiş, 192
Salih Mirzabeyoğlu, 192, 195,
201, 293
Salih Özcan, 129, 328
Sami Şener, 277
Sedat Yenigün, 276
Selahattin Eş, 241, 242, 321
Selahattin Yazıcı, 11, 262, 284
Selman Rüşdi, 448, 481, 606
Sevan Nişanyan, 432, 518, 562
Seyyid Kutub, 38, 56, 131, 172,
220, 222, 309, 328, 337, 342
Sezai Karakoç, 268, 269
Sırrı Süreyya Önder, 518, 546
Suat Yıldırım, 17, 22
Süleyman Ateş, 24, 582, 584, 598
Süleyman Demirel, 118
Süreyya (Yüksel), 105, 111, 149,
360, 363, 369, 517, 518, 528,
530, 531, 546, 611, 613, 614,
615, 616
Şevket Eygi, 125, 128, 132, 434,
604
Şeyh Masum Mutlu, 66, 86
Tahir Tikici, 189, 322
Tayyar Altıkulaç, 14, 58, 448, 606
Tayyip (Erdoğan), 24, 25, 33,
141, 142, 143, 181, 182, 183,
185, 187, 228, 231, 321, 322,
342, 387, 543, 545, 546, 547,
551, 555, 556, 557, 558, 561,
592, 598
Tayyip Erdoğan, 24, 33, 141, 142,
181, 182, 183, 228, 231, 321,
342, 545, 547, 551, 557, 592
Timurtaş Hoca, 55
Turan Dursun, 15, 431
Turhan İncemızrak, 235
Ulvi Alacakaptan, 292
Usama Bin Ladin, 38, 47, 489,
490
Yakup Aslan, 33, 189, 317, 324
Yaser Arafat, 307
Yaşar Nuri Öztürk, 17, 22, 23,
426
Yılmaz Yalçıner, 25, 181, 240,
551
Yunus Torpil, 217
Zahid Kotku, 217
Zahit Kotku, 342
Zeki Hafızoğulları, 12, 408, 418
Zülfü Livaneli, 550
623
Sıradan Bir Adamın Sıradışı Öyküsü
Fotoğraflarla
Bir adam,
Bir hayat,
Bir ülke…
624