Kemerlerinizi bağlayın! “Yerli ve milli” ekonomi geliyor†
Bir muska olarak Mehmet Şimşek
AKP’nin ikilemli ekonomi politiğini tartışmaya çalıştığım bir önceki yazıyı heyecanlı
bir “arkası yarın” ile, “yeni kabinede Mehmet Şimşek olacak mı olmayacak mı?”
sorusuyla bitirmiştim.1 İddiam Mehmet Şimşek olmasa bile AKP’nin neoliberal finans
kapital ile olan ilişkisini kaybetme riskini alamayacağı, olsa olsa hali hazırda
yaşamakta olduğumuz ve metastazi olmuş toplumsal krizi yönetebilmek, idare
edebilmek adına, kurumsalcı neoliberalizmin talep ettiği kural, kurul ve kurumları
(“kriterleri”) esnetmek, yani kuralların geçerli olmadığı istisna alanlarını genişletmek
derdinde olduğu yönündeydi. Görünen o ki, Mehmet Şimşek kabineden düşmedi,
piyasalar rahatladı, dolardaki yükseliş kesildi.2
Ama Şimşek’in kabinedeki varlığını abartmamak gerekiyor. Bana kalırsa uluslararası
sermayeyi ve İstanbul sermayesini ürkütmemek için kaçınılmaz bir muska niyetine
orada tutuluyor.3 Eğer bu hükümet değişikliğine belli bir akılcılık atfetmeye çalışırsak,
önümüzdeki süreçte oyun planının şöyle çizildiğini öngörebiliriz: ABD Merkez
Bankası çok sert bir faiz artırımı yapmazsa, faiz marjı elden geldiğince adım adım
kapatılmaya çalışılarak iç piyasa ayakta tutulmaya çalışılacak; güçlü bütçe kullanılarak
genişlemeci maliye politikaları uygulanacak; Hazine garantisine dayanılarak (ve
gerekirse özel bankaların bilekleri bükülerek) “çılgın” projelere, köprülere, metrolara,
otoyollarına, liman ve havalimanlarına finansman bulunacak;4 onları takiben tüm yurt
sathında AVM’ler, toplukonutlar, stadyumlar ve “uluslararası sömürge” Kürdistan’da
günlerce süren top atışlarının yıktığı kentlerin yeniden inşasına girişilecek;5 içeride
yoğunlaşan savaş politikasıyla koşut olarak yerli ve milli bir savunma sanayisine
†
Yorumlarıyla yazıya katkıda bulunan Ümit Akçay, Kenan Erçel, Lara Fresko ve Ceren
Özselçuk’a teşekkürler.
1
Yahya M. Madra, “AKP’nin ikilemli ekonomi politiği: Neoliberal mi, neo-merkantalist mi?,”
Başlangıç, 13 Mayıs 2016, http://baslangicdergi.org/ak-partinin-ikilemli-ekonomi-politigineoliberal-mi-neo-merkantilist-mi/.
2
“Dolar/TL dar bantta düşüyor. İşte, günün özeti!,” paraanaliz.com, 25 Mayıs 2016,
http://www.paraanaliz.com/forex/dolartl-dar-bantta-dusuyor-iste-gunun-ozeti-h11917.html.
3
“65. Hükümette Mehmet Şimşek’in ekonomideki yetkilerine tırpan,” T24, 26 Mayıs 2016,
http://t24.com.tr/haber/65-hukumette-mehmet-simsekin-ekonomideki-yetkilerinetirpan,342194.
4
Ali Rıza Güngen, “Hazine garantisi sorunu siyasi krizin arkasında yatıyor olabilir mi? Beş
soru, beş cevap,” Kriz Notları, 12 Mayıs 2016, http://kriznotlari.blogspot.com/2016/05/hazinegarantisi-sorunu-siyasi-krizin.html.
5
Kıvanç El, “İlk ziyaret Diyarbakır’a,” Milliyet, 20 Mayıs 2016, http://www.milliyet.com.tr/ilkziyaret-diyarbakir-a/siyaset/detay/2248405/default.htm.
1
odaklanılacak;6 ve tabii ki, HES’ler, kömür madenleri ve, Ruslar izin verirse, nükleer
enerjiye yüklenilecek. Bütün bunlar, sermayenin (“sıcak para”nın) kaçmayacağı bir
arbitraj aralığı korunmaya çalışılarak yapılacak. Keza AKP’nin “yerli ve milli” ekonomi
politikaları ancak uluslararası finansal düzenin izin verdiği (özcesi, fiyatlandırdığı)
çerçevenin içinde ve tahammül ettiği noktaya kadar uygulamaya konulabilir. Buradaki
hesap sanırım şu: eğer küresel durgunluk konjonktürü devam etmesine rağmen, bu
“yerli ve milli” ekonomik büyüme belli bir süre sürdürülebilirse ve Türkiye gelişmekte
olan pazarlar arasında öne çıkabilirse, 2008 öncesinde dolaşımda olan ekonomik anlatı
yeniden pişirilerek, bir kez daha hem uluslararası sermayeye hem Türkiye kamusuna
satılabilir ve bu yerli ve milli “kalkınma” atağının mayası tutabilir. En azından “yerli ve
milli” ekonomi politikasına yön verenlerin oynadığı kumar bu. Tutar tutmaz o apayrı
bir mesele.
Adalet taze bitti, Kalkınma verelim
Fakat bunun gerçekleştirebilmesi için hem Türkiye’de yaşayan insanlar hem de
uluslararası sermeye nezdinde inandırıcı ve yeni bir anlatının üretilmesi gerekiyor.
Çünkü yatırım kararlarından tüketim kararlarına iktisadî yaşamın tüm alanlarını
yapılandıran “belirsizlik” söyleminin özgül ağırlığı, dağınık birimlerin iktisadî
kararlarına yön veren ve onlara eşgüdüm sağlayan anlatıları ve hikayeleri belirleyici
kılıyor. Evet, bir ekonominin sağlıklı olup olmadığını anlamak için temellere dair
göstergelere bakmalıyız, ama John Maynard Keynes’den beri biliyoruz ki tüketici
güven endeksi de temel göstergelerden biri ve bir ekonominin büyüme sarmalına
girmesi için tüketiciye güven veren bir “hikaye”nin dolaşımda olması gerekiyor. Gene,
finansal piyasaların dinamikleri üzerine çalışmalarıyla tanınan iktisatçı Hyman
Minsky’den beri biliyoruz ki, iş döngüsünün yükseliş dönemlerinde daha hevesli olan
yatırımcılar, duraklama ve çöküş dönemlerinde bir o kadar iştahsız ve korkak
olabiliyorlar. Dolayısıyla uluslararası sermayeyi ürkütmeden, iç piyasayı
canlandıracak “yerli ve milli” bir ekonomik büyüme modeline doping zerketmek için
yeni ve inandırıcı bir anlatıya ihtiyaç var. Evet, “yerli ve milli” ekonomi anlatısı bir
kurgu ama kurguların maddi etkileri var ve iktisat disiplinini müspet değil beşeri bir
bilim kılan tam da kimi zaman küçümseyerek “kurgu” dediğimiz şeyin iktisadi
yaşamın gidişatını etkileyen bir öneme sahip olması.
Görünen o ki, tercih edilen yeni anlatı şu minval: “Ortadoğu’da ‘Adalet’ satan AKP’nin
avatarı medeniyetçi Ahmet Davutoğlu dönemi kapandı, yerine ‘Kalkınma’ ve inşaataltyapı-enerji üçlüsünün, ‘altyapı’ kısmının, ulaştırma ağı boyutuna bakan, belediyeci
kimliğiyle Binali Yıldırım dönemi başlıyor.” Bu “medeniyet” ve “hizmet” yönelimleri
en başından beri AKP’nin içinde varolan iki kanat; bu noktada dikkat çeken, “hizmet”
projesinin önümüzdeki dönemde ayaklandırılabilmesi için, “medeniyet” projesinden,
6
Deniz Yıldırım, “Saray’ın ilk koalisyon hükümeti,” ABC Gazetesi, 26 Mayıs 2016,
http://m.abcgazetesi.com/sarayin-ilk-koalisyon-hukumeti-7131yy.htm.
2
en azından şimdilik (ama bence orta vade de bile), vazgeçilmesi gerektiği.7 Zaten bu
“yerli ve milli” ekonomi modelinde çok da yeni bir şey yok. Türkiye’nin AKP
yıllarındaki büyüme rejimi aşağı yukarı hep bu nitelikteydi. O yüzden burada bazı
AKP’liler yeni kabineyi “AKP fabrika ayarlarına geri döndü” diyerek tanımlıyorlar.
Sanırım imâ edilen medeniyetçi çizginin maceracılığını terkedip, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi yıllarına geri dönmüş olmak. Tam da bu yüzden medeniyetçi söylemin—
hem de geride bırakılan enkâzın sorumululuğu Davutoğlu’nun üzerine atılarak—
terkedilmesi, bir “sözde” hesaplaşma görüntüsü verdiği ölçüde anlatıyı daha inandırıcı
kılmak için özellikle araçsallaştırılacak gibi gözüküyor.“Aldatıldık” repliğini en az bir
kez daha duyacağımızı düşünüyorum.
Burada belki de sorulması gereken önemli soru şu: Pan-Sünni “medeniyet” söylemini
terkeden, Ortadoğu’dan çekilen bir Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerden
gelen sermaye akışını sürdürebilecek mi? Kendisi darboğazda olan Suudi Arabistan’ın
Türkiye ve Katar ile birlikte kurduğu ittifâkın Suriye’de Rusya ve ABD’nin
belirleyiciliğinde varılacak bir yeniden düzenlenmenin sonrasında bir geleceği yok
gibi gözükmekte. Zaten Davutoğlu döneminin hızlı bir şekilde bitirilmesinin ardındaki
etkenlerden birisi Suriye’deki maceranın da hızla sona yaklaşması ise, bir diğeri de
Suudi Arabistan ve Katar ile yapılan ittifâkın hem jeo-politik hem de ekonomik olarak
sınırlarına dayanmış olmasıydı.
Ortadoğu’da iflas eden, Rusya tarafından boykot edilen, İran’la rekabet içinde olan
Türkiye’nin herşeye rağmen Batı’ya yönelmekten başka bir şansı yok—“kriterlerle” ve
AB ilgili yapılan tüm kabadayı açıklamalara rağmen. Yeni anlatı bu yüzden gerekli. Ve
belki de işin en ilginç tarafı, tüm anti-emperyalist, bağımsızlıkçı havasına rağmen
“yerli ve milli” ekonomi söyleminin bir müşterisi iç piyasa ise, diğeri de küresel
sermaye ve onun yatırımcı aktörleri... Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, “yerli ve
milli” ekonomi söyleminin temel amaçlarından birisi Türkiye’yi (altyapı
yatırımlarından konut inşaatına, tüketici kredi pazarından enerji yatırımlarına) kârlı
bir yatırım sahası olarak yeniden paketlemek ve küresel sermayeye satmak. Bunun ne
kadar mümkün olduğu ayrı bir tartışma mevzusu ama arzulananın artık neoliberal
düzen içinde “yerli ve milli” bir marka olarak yeralmak olduğu açık. Neoliberal
düzenin bu teklifi kabul edip etmeyeceğini ise önümüzdeki süreçte göreceğiz.8
7
AKP’nin ve Erdoğan’ın söylem ve siyasasında “medeniyet” ve “hizmet” boş gösterenlerinin
çevresinde oluşan iki damar ve aralarındaki ilişki üzerine, bkz. (Küçük ve Özselçuk, 2015;
Özselçuk, 2015).
8
Bu “ahlâksız teklif”in pekâlâ kabul edilebileceği yönündeki bir görüş için bkz. Korkut Boratav
“Sermaye ile Gericiliğin İttifakı,” İleri Haber, 27 Mayıs 2016,
http://ilerihaber.org/yazar/sermaye-ile-gericiligin-ittifaki-54937.html
3
Başkanlık için son taaruz
Kuşkusuz, “yerli ve milli” ekonomi politikasının küresel finans piyasalarına yönelik
olduğu kadar Türkiye’deki siyasi sahaya yönelik bir işlevi de var. Gezi-sonrasında
Erdoğan’ın ısrarla sürdürdüğü kutuplaştırma siyaseti sonucu derinleşen toplumsal
yarılmalar ve yapısal sorunlara, AKP ve Erdoğan çizgisinin (çözümden ziyade) tepkisi
anlaşılan bir kez daha içine battığı bataklıktan “gaza basarak” çıkmak.9 Biraz
basitleştirmek gerekirse, Davutoğlu yerine Binali’nin getirilmesinin arkasında şu oyun
planı yer alıyor: Eğer ekonomik büyüme sağlanabilirse, tekrar 2008 öncesi büyüme
oranları yakalanabilirse, artacak toplumsal refah Suriye’deki jeopolitik ve ahlâki
tükenişin, devletin derinleşen savaşıyla vahşileşen Türk ırkçılığının, baskınlaşan Sünni
üstençiliğinin ve erkek-egemen kadın-kıyımının açtığı yaraları sarabilir, unutturabilir,
etkisizleştirebilir; ve böylece Erdoğan “Başkanlık” ülküsüne sadece zor’la değil,
hâlihazırda hâkim olduğundan daha geniş ve derin bir rıza alanı oluşturarak
kavuşabilir. Çünkü Erdoğan da bu sürecin böyle devam etmeyeceğinin, hiç yoksa
kendi tabanının “orta sınıf” vicdanının rahatlatılması gerektiğinin farkında. Başka bir
ifadeyle, rıza üretiminin amacı yukarıda listelenen mağdur kesimleri sisteme dahil
etmekten ziyade, için için kaynayan ve “Danimarka’da çürümüş bir şeyler var”
hissiyatının giderek yaygınlaştığı AKP tabanını tahkim etmek olacak. Keza “Yeni
Türkiye”de Kürtlere ancak “kısmî tanıma”yla “yerli” kontenjanından,10 Sünni
olmayanlara “milli” kontenjanından, kadınlara da “aile bakanlığı” kontenjanından yer
olabilir.
Başkanlık ya da (AKP’nin 2. Olağanüstü Kongresi’nde çizilen tablo ile) “Reislik”
rejimini neoliberalizmden ayrıştırarak, hatta onun karşısına konumlayarak düşünme
eğilimi oldukça yaygın. Ancak burada varsayılan ikili yapıyı biraz sorunsallaştırmakta
fayda var, çünkü Başkanlık modeli pekâlâ otoriter bir iskeletin üzerinde birçok
neoliberal özelliği biraraya getirebilir. Ya da tersinden bakarsak, neoliberal akılın
kurumculuğu, kuralcılığı ve kriterciliğinde derin bir otoriter taraf olduğunu gözardı
etmemek gerekir. Neoliberal zihniyetin, ekonominin ve piyasaların bağımsız denetim
kurulları aracılığıyla idaresini herşeyden önce piyasalara gelebilecek demokratik
müdahelelerin önünü kesmek için savunduğunu biliyoruz (Scheuerman, 1999).
Önümüzdeki dönemde bu tarz bir otoriterlikten ziyade birçok piyasa mekanizmasını
kullanan, devlet eliyle yatırımlara yön veren, küresel anlamda kurumsallaşmış
neoliberalizm ile ilişkilerini sürdüren ama dirigiste bir kimliğe sahip, yaptıklarını
küresel “faiz lobisi”ne ve tekelci sermayeye karşı “yerli ve milli” geniş halk kitleleri için
yaptığını iddia eden, (adını koyalım) sağ popülist bir otoriter iktidarın tahkim edilmeye
çalışılacağını söyleyebiliriz.
9
Bu nokta aslında AKP’nin kısa tarihinde değişmeyen bir temel doxa niteliğine sahip. Örneğin,
2013-15 arasındaki çözüm süreci öncesinde de benzer bir yaklaşım vardı (Madra, 2012). “Türk
usulü buldozer neoliberalleşme” kavramı için, bkz. (Eder, 2015).
10
AKP’nin “kısmi tanıma” politikasının bir çözümlemesi için bkz. (Küçük ve Özselçuk, 2015).
4
Neoliberal Leviathan: Bir Egemen-Şirket olarak Devlet
Erdoğan’ın başkanlık ülküsünde önemli bir boyut devleti bir Şirket olarak, “Reis”liği
de bir CEO’luk konumu olarak görmesi. Kanun hükmünde kararnamelerden fiili
Başkanlığa gelen çizgide Erdoğan (belki de Özal döneminde yasası değiştirilen
Belediye Başkanlığı deneyiminde öğrendiği şekliyle) en başından beri tutarlı bir
şekilde yetkileri tek elde toplamayı devletin daha etkin bir şekilde yönetilebilmesini
mümkün kılacağı için istediğini iddia ediyor. Burada neoliberal söylemin yatay (eşit
bireyler ve şirketler arasında mübadele ilişkilerinin gerçekleştiği piyasalar) ve dikey
(belli bir iş bölümü ve hiyerarşi içinde düzenlenmiş hakimiyet ilişkilerinin
gerçekleştiği şirket vb. kurumlar) iki eksende ilerlediğini anımsarsak, Erdoğan’ın
devleti dönüştürmeyi arzuladığı “egemenlik sahibi” şirket (ya da son günlerde AKP
için kullanılan “egemen parti” deyiminden uyarlayarak “egemen şirket”) modelini,
neoliberal zihniyetin temel düsturlarının vardığı son nokta, bir uç vakâ olarak görmek
mümkün. Bir nevi 1950’li yıllarda refah devletlerinin işleyişini ve toplumla ilişkilenme
biçimlerini iktisadi eleştiriye tutarak işe başlayan neoliberal zihniyet bir noktadan
sonra ipin ucunu kaçırmış ve devleti bir şirkete dönüştürüvermiş.
Erdoğan’ın başkanlık ülküsünün itkisiyle inşa edilen bu neoliberal Leviathan baskıcı
ve ideolojik aygıtlarını “tekel”den komuta etme kabiliyetini geliştirdikçe, kurallar ve
kriterler ortadan kalkıyor ve sadece Egemen’in verdiği “karar”lar belirleyici hâle
geliyor. Bu noktadan sonra toplum bir kuralsızlaşma, anayasasızlaşma, anomi’nin
hüküm sürdüğü bir belirsizlik alanına dönüşüyor. Burada anayasal bir çerçeveye atıfla
kendine özgü kurallar içinde uygulanan bir “olağanüstü hâl” rejiminden sözetmiyoruz.
Çok daha kökten bir belirsizlik hali kastedilen. Eğer alemde belirleyici tüm kararlar
kafasında kırk tilki dolaşan bir Egemen’in ve onun çevresindeki dar bir danışman
grubunun akıl yürütmesiyle veriliyorsa, bu ekonomideki aktörlerin yarın ne olacağını
öngörmeleri imkânsızdır.11 Şu anda yaşadığımız dönem tam da böylesine bir dönem.
Burada özellikle altını çizmek istediğim nokta, uluslararası sermayenin (ve onun
Türkiye’deki avatarı konumunda olan Merkez Bankası’nın) bu sağ popülist reis
rejiminin inşasının önünde kalan tek tük engellerden biri olduğu iddiasının—kanımca
bu çok dillendirilmese de yaygın bir iddia— oldukça yanıltıcı olduğu. Evet kuşkusuz
“faiz” tartışması bağlamında ve söylem düzeyinde ciddi bir zıtlaşma sözkonusu ve
Şimşek gibi bir figürü hala bir muska olarak da olsa elinin altında tutmak zorunda,
11
Öngörünün tek kaynağının Saray’dakinin ne düşündüğünü bilmekten geçiyor olması, “Fuat
Avni” gibi “Saraydan dedikodular” hesaplarının asli işlevini ortaya çıkarıyor: kuralsızlığın
hüküm sürdüğü bir alemde olacakları önceden haber vererek kamuyu ve piyasaları
hazırlamak. Burada Fuat Avni Saray’ın piyasaların önündeki “belirsizliği” azaltmak üzere icat
ettiği bir aygıt olduğu türünden bir komplo teorisini ima etmiyorum. Ama kaynağı kim ya da
hangi cenah olursa olsun, hangi “karanlık amaçlar”la işletiliyor olursa olsun, bugün Fuat
Avni’nin somut toplumsal işlevi budur. İnsanlar, bu ve benzeri (Pelikan dosyası, Bir Bakan)
hesapları ülkede Saray kaynaklı eylemleri, “darbe”leri, güç dengelerini ve alınan kararları
öğrenebilmek ve deneyimledikleri belirsizliği bir şekilde azaltabilmek için takip ediyorlar.
5
Erdoğan. Fakat önemli olan “yerli ve milli” ekonomi kurgusunun uluslararası
sermayeye karşı değil, uluslararası sermayeye inandırıcı bir “portföy” olarak
hazırlanılması, hazırlanmak zorunda olunması. Bu biraz anti-semitik söylemleri
dillendirerek İsrail’e karşı gibi görünüp, sessizce İsrail’le her türlü iktisadî, stratejik ve
siyasi ilişkiyi sürdürmek gibi bir şey.
Ekonomik büyümenin karanlık yüzü
Bütün bu yeni “yerli ve milli” ekonomi anlatısında gözden kaçan (ve Egemen’in hâlâ
Gezi’den ders almadığını anlamamızı sağlayan) ayrıntı şu. Türkiye’nin yapısal
sorunlarından “gaza basarak” çıkmak mümkün değil. Varsayalım tüm yıldızlar
hizalandı, Türkiye belli bir ekonomik büyüme eğilimi yakalamayı başardı.12 Buna
rağmen, Türkiye’nin yapısal sorunlarının artık ekonomik büyüme ile çözülebilme
olanağı yok. İki nedenden dolayı.
Bir, Türkiye artık 2002 Türkiye’si değil. Rojava’da özerkleşen ve Türkiye’de 7 Haziran
seçimlerine giden süreçte HDP deneyimini yaşamış ve artık dünya sahnesine çıkan bir
Kürt halkı var. Sünni çoğunluğun baskısı karşısında ve Gezi-sonrasında oldukça
siyasileşmiş Alevilerin tanınma taleplerini ekonomik büyümeyle satın almak mümkün
değil. Toplumsal ve ekonomik yaşama, tüm baskı ve sınırlamalara rağmen oldukça
ivmeli bir biçimde katılmaya ve yerini almaya başlayan kadınların tekrar haneye
kapatılması mümkün değil.13 Türkiye’nin “fay hatları” dediğimiz bu alanlardaki
meseleler, ekonomik boyutları olsa bile, sadece ekonomik olana indirgenemez. Her
biri, içinde bir eşitlik ve özgürlük iradesi olan ve toplumun örgütleniş biçimini de
değiştirmek isteyen dinamikler. Ekonomik büyüme bu sorunları çözemez, olsa olsa fay
hatları üzerindeki baskıyı (belki) belli bir süre hafifletir. Çünkü bir kadının, bir Kürt
gencinin ya da bir Alevi’nin tek derdi borçlarını daha kolay ödemek değil; daha eşit ve
daha özgür bir toplumda yaşama arzusu Türkiye’nin genel toplumsal tahayüllüne bir
daha çıkmamak üzere girmiştir. Gezi Parkı ayaklanmasının bir ekonomik krizin
12
Bu başka bir yazının ve belki de başka bir yazarın konusu ama bunun kişisel olarak mümkün
olduğunu düşünmüyorum. Konut piyasasından gelen haberler pek iç açıcı değil. Alaattin
Aktaş “Konut satışları sert düşüyor, hiç hayra alamet değil!,” paraanaliz.com, 26 Mayıs 2016,
http://www.paraanaliz.com/emlak-konut-insaat/konut-satislari-sert-dusuyor-hic-hayraalamet-degil-h11922.html.
13
Belki AKP’nin kadın konusundaki konumu daha ince (ve belki de ikilemli) bir çizgide hanehane-dışı ayrımını, hem kadının hane dışına çıkmasını mümkün kılmak hem de haneye bağlı
kalmasının koşullarını pekiştirerek idare etmeye çalışmak olarak okumak daha doğru. Bu
noktaya dikkatimi çeken Ceren Özselçuk’a teşekkürler. Hasan Tekgüç de benzer bir
saptamada bulunuyor, bkz. “Serbest Siyasa Söyleşileri-X: Hasan Tekgüç,” Serbest Siyasa, 3
Mart 2015, http://serbestsiyasa.com/?p=3209.
6
ortasında değil, tam tersine ekonominin zirvede olduğu bir noktada patlak vermiş
olması bunun en değerli kanıtıdır.14
İki, yukarıda tarif edilen şekliyle “yerli ve milli” ekonomik büyüme modeli, başarılı
olduğu zaman bile fay hatları üzerinde yeni baskılar yaratma ve hatta yepyeni
çatışkılar üretme olasılığı oldukça yüksek bir model. Kapitalist büyümenin kendisi
zaten her koşulda “yıkım” demek olduğu için, sadece Türkiye’de değil, her yerde
kaçınılmaz olarak varolan çatışkıları derinleştiriyor ve yeni çatışkılar ve çelişkiler
üretiyor. En basitinden sınıfsal ve ekolojik eksenler üzerinden bakıldığında “yerli ve
milli” ekonomi modelinin yeni çatışkı alanları üretmeye devam etmesi kaçınılmaz.
Türkiye’nin yapısal sorunları kendini “yerli ve milli” ekonomi modelinin sacayaklarını
oluşturan enerji-inşaat-finans kompleksinin her bir alanında göstermiyor mu? Enerji
alanında HES-karşıtı yerelden yükselen mücadeleler ve bu insanların taleplerinin tabii
ki ne “milli”de ne de “yerli”de yeri yok. Yapısal bir sınıf şiddeti biçimi olarak iş
cinayetlerinin en yoğunlaştığı alanlar tam da madencilik ve inşaat değil mi? Peki,
inşaat sektöründe çalışan emekçilerin önemli bir bölümü HDP’nin son iki seçimde 6
milyon oy almasını sağlayan Kürt gençliği (ve tabii kadınları) değil mi? Ekonomik
büyüme bir açıdan bakıldığında iş cinayetlerinde katledilen gençlerin ölü bedenleri
üzerinde yükselmiyor mu?
Vaadedilen borçlandırma rejimi
“Yerli ve milli” büyüme rejimi bu sorunları çözmek bir yana tam tersine
derinleştirecek dinamikleri taşıyor. Büyüme rejimi yapısal olarak tasarruf oranı
oldukça düşük ve dolayısıyla borçlanması gereken genç bir toplumun ürettiğini
borçlanarak tüketmesine ve bunu yaparken de toplumun enerji ihtiyacını karşılamak
üzere en geniş anlamıyla ekolojiyi tahrip eden bir hafriyatçılığa dayanıyor. Enerjiinşaat-finans kompleksinin inşaat ayağı inşa ettiği toplu konutlardaki küçük daireleri
satarken, üçüncü ayağı da bu genç ailelerin borçlanarak bu daireleri satın almasını
mümkün kılıyor. Aynı şekilde, birinci ayağı enerji yatırımını yaparken, ikinci ayağı
bunu inşa ediyor, üçüncü ayağı da finanse ediyor.15 Başka bir ifadeyle bu büyüme
rejimi (aslında ilk günden beri) Türkiye’nin üretken emek gücünü oluşturan ve eşitlik
14
Bu durumun aslında AKP iktidarının 2010-öncesi dönemdeki refah artışı ve açılım
politikalarının ürünü olduğunu (tarihin bir ironisi olarak) düşünen bir çok yorumcu var. Ben
bu görüşte değilim. Tam tersine AKP’nin bu dinamikler sayesinde ortaya çıktığını (özellikle
kamusal alanda başörtüsü mücadelesi veren kadınlar ve AKP’yi Kürdistan’da oy alabilen tek
Türk partisi yapan Kürtler) düşünüyorum. AKP sadece 2010 sonrası değil, ilk başından beri bu
dinamikler üzerinde onların enerjilerini emen, soğurucu bir etki yarattı.
15
Aslında bu kompleksleri çoğaltmak mümkün. Örneğin, yeni kabineyi TSK ve Saray
arasındaki bir koalisyon hükümeti olarak okuyan Deniz Yıldırım (a.g.e.) odaklaşmakta olan bir
“askeri-endüstriyel” kompleksin varlığına dikkat çekiyor. Ümit Akçay (2016) ise Express’deki
değerlendirme yazısında yükselen “inşaat-finans” kompleksinin ekonomi politiğini oldukça
ayrıntılı bir biçimde serimliyor.
7
ve özgürlük iradesini gösteren toplumsal dinamiklerini, ve özellikle kadınlar ve
gençleri, üretim alanında sömürürken, tüketim alanında soğurmaya çalışıyor.16
Tam da bu yüzden faizlerin düşürülmesinden beklenilen özel sektörün yatırım
yapmasını sağlamak kadar tüketim ve gayrimenkul alım-satım kredisi pazarını
derinleştirmek. Türkiye’de bu açıdan oldukça sembolik ve semptomatik bir tartışma
var. Bir kısım iktisatçı haklı olarak, küresel kriz sonrasında %35’lerden (2009) hızla
tırmanarak %55’lerde (2013) zirve yapan hanehalkı kaldıraç (yükümlülük/varlık)
oranının, Babacan’ın kredi kullanımını kısıtlayıcı düzenlemelerinin de etkisiyle
2014’den beri kademeli olarak azalma eğilimi gösterdiğini hatırlatıyorlar.17 Ancak
hemen ardından bu durumu borçlanmanın daha derinleşebileceğine ilişkin bir işaret
olarak okumayı tercih ediyorlar. Bu okumanın siyasi ve ideolojik bir tercih olduğunun
altını çizmemiz gerekiyor. Çünkü borçlanma ilişkisi, aslında sömürü ilişkisinden çok
da farklı olmayan bir iktidar ilişkisidir. Borçluluk halinin derinleştirilmesi—ki faizlerin
düşürülmesini talep eden “yerli ve milli” ekonomi rejiminin aslında en temelinde
Türkiye toplumuna vaadettiği budur—kapitalist ilişkilerin derinleşmesi, ekonominin
ve toplumun küresel kapitalizmle daha derinden eklemlenmesi ve eşitlik ve özgürlük
iradesinin borçluluk rejiminin disipliner denetimi altına alınması demektir.
Uzun lafın kısası, Binali Yıldırım’ın “yerli ve milli” ekonomisinde aslında pek de yeni
bir şey yok. Aslında çok da yerli ve milli de değil. Yerelliklerin toplumsal ekolojilerini
açgözlü bir hafriyatçılılıkla “yerli ve milli” ekonomi için harcamak ne kadar yerliyse bu
da o kadar yerli diyebiliriz. Ya da dış borçlanmayla iç piyasaların canlandırılması ne
kadar milli ise, “yerli ve milli” ekonomi modelinin vaad ettiği ekonomi de o kadar milli.
Yahya M. Madra
28 Mayıs 2016
Kaynakça
Akçay, Ümit. (2016) “Şantiyeleşen Kentler”, Express Dergi, No. 142, 40-43.
16
Burada AKP’nin dokunduğu ve soğurduğü iktisadi öznellik dinamiklerini daha iyi anlamaya
çalışmalıyız. Mine Eder (2015) ve Mahmut Mutman (2015) AKP’nin inşaat-finans kompleksinin
ev sahibi olma, özerkleşme, iktisadi bir özne olma duygulanımlarının bu borçlandırma
ekonomisine önemli bir zemin oluşturduğunun altını çiziyorlar. Bu bağlamda AKP’nin
ekonomi politiğinin üzerine yaslandığı ve herşeye rağmen oya tahvil etmeye devam ettiği
iktisadi öznellik dinamiklerini anlamak için Hasan Tekgüç’ün (a.g.e.) son derece yerinde
saptamalarına da dikkat etmek gerekiyor.
17
Kasım 2015 raporu son sayıyı %45 olarak veriyor. Bkz. TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Sayı 21,
Kasım 2015,
http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Yayinlar/Rapo
rlar/Finansal+Istikrar+Raporu/2015/Sayi+21/.
8
Eder, Mine. (2015) “Türk Usulü Buldozer Neoliberalleşmeyi Anlamak: AKP’nin Politik
Ekonomisi ve Ötesi,” Türkiye’de Yeni İktidar ve Yeni Direniş içinde, der. Yahya M. Madra.
Metis Yayınları, 47-56.
Küçük, Bülent ve Ceren Özselçuk. (2015) “‘Mesafeli’ Devletten ‘Hizmetkâr’ Devlete:
AKP’nin Kısmi Tanıma Siyaseti,” Toplum ve Bilim 132, 162-190.
Madra, Yahya M. (2012) “Yapısal Krizin Sınırları Üzrine Düşünmek,” Özgür Gündem, 11
Aralık, http://www.ozgur-gundem.com/haber/58041/yapisal-krizin-sinirlari-uzerinedusunmek.
Mutman, Mahmut. (2015) “Yeni Hükümranlık ve Direniş,” Türkiye’de Yeni İktidar ve Yeni
Direniş içinde, der. Yahya M. Madra. Metis Yayınları, 57-80.
Özselçuk, Ceren. (2015) “ ‘İktidar Boşluk Kabul Etmez’: AKP’nin Hizmet İdeali ve
Popülizm Üzerine,” Türkiye’de Yeni İktidar ve Yeni Direniş içinde, der. Yahya M. Madra.
Metis Yayınları, 81-95.
Scheuerman, William. (1999) Carl Schmitt: The end of law. Rowman and Littlefield
Publishers.
9