Türkiye’de Kültür Ürününün Metalaşması Işığında Mimari Miras
Banu Pekol
1.Giriş
Bu çalışmada, son 50-60 yıl içerisindeki gelişmeler ışığında ve kültür ürününün metamorfozu /
metalaşması üzerinden, Türkiye’deki mimari mirasta baş gösteren görünüşe odaklanma sorunsalı
değerlendirilecektir. Çalışma, önce teorik altyapı için Adorno, Horkheimer ve Haug gibi kültür
ürünün metamorfozu / metalaşması konusu ile ilgili yazarlardan yararlanmaktadır. Bu teorik
altyapının değerlendirmesi ve günümüzdeki konumunun ortaya konmasının ardından, Türkiye ve
özellikle İstanbul’dan Sepetçiler Kasrı, Sütlüce Kültür Merkezi gibi tekil yapılar,
Süleymaniye’deki ‘yeni-eski’ inşaatlar gibi geniş çaplı projeler ve Park Otel gibi uzun soluklu
‘vaka’lar incelenmektedir. Konunun yerel çerçevesini oluşturan faktörlerinden bazıları üzerine
incelemeler yapmış olan Tekeli, Boysan, Tanyeli ve Yapıcı gibi yazarların katkıları da analiz
edilmektedir. Ardından, teorik zemin ve örneklerden yola çıkarak, Avrupa’da çoğu ülke için bir
fırsat olarak görülebilecek zengin mimari birikimin, kontrol dışı, kendi varlığını tehdit eden ve
çağdaşlaşmayı da engelleyen bir sürece sürüklenmesinin sebep ve sonuçlarını değerlendirmeye
odaklanılmaktadır.
2.Meta Estetiği
Yukarıda saptanılan durumun ortaya çıkış sebeplerini araştırmak için, modernite ile başlayan ve
günümüze dek süren ve özellikle Frankfurt Okulu tarafından estetik kuramla ilişkilendirilmiş bir
süreç göz önünde tutulmalıdır. Kültürel incelemeler alanının gelişiminde etkili olan Frankfurt
Okulu’nun temsilcilerinden olan Adorno ve Horkheimer, Marx ve Freud’un teorilerini 1940’larda
modern kültür analizi için kullanarak, aydınlanmanın, kültürel endüstrilerin entrikaları yolu ile
kitle aldatmacasına dönüştüğünü yazarlar (Adorno ve Horkheimer, 1997). Karlılık ve kitle pazarı,
sosyal çoğunluğun zevklerini hem etkilemiş hem de üretmiştir; her şey kolayca çoğaltılabilir
metalara dönüşmüştür. Adorno, bir ürünün değişim değeri, kullanım değerine geri dönülemez bir
şekilde zarar verdikçe, değişim değerinin de aynı derecede artarak kendini bir zevk objesi olarak
gizleyeceğini yazar (Adorno, 1991). 1960’larda Fransız Durumcuları da bu fenomeni ‘gösteri
toplumu’ olarak adlandırarak, toplu tüketimin altında tüm anlamın kaybolduğunu savunurlar
(Debord, 1995).
Aynı tema üzerinde Baudrillard, ‘en marjinal en sıradan veya en müstehcen şey bile
estetikleşiyor, kültürelleşiyor. Her şey söyleniyor, her şey ifade ediliyor, her şey bir gösterge
gücüne ya da tavrına bürünüyor. Bizim tanık olduğumuz şey ticaretin maddi kurallarının ötesinde,
reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şeyin bir gösterge sanayisine dönüşmüş
olmasıdır’ yazmaktadır (Baudrillard, 2008). Buna bağlı olarak kültür ve sanatın yanı sıra, mimari
mirasın da bir imaj ve tüketim metasına indirgendiği söylenebilir.
Meta estetiği kavramını kültürel inceleme alanına ilk sokan Wolfgang Fritz Haug, Adorno ve
Horkheimer’ın öne sürdüğü ana konu olan kapitalizm altındaki modern meta üretimi
biçimlerinden hareketle, insan ihtiyaçlarının nasıl şekillendiği ve şehvetin kaderi üzerine yazar.
1971 yılında Almanca olarak basılan ‘Meta Estetiğinin Eleştirisi’ adlı kitabında Haug’un
tanımladığı “meta estetiği” (Warenästhetik), malların (ve dolayısıyla mimari mirasın) kullanım
değeri ve değişim değeri arasındaki çelişkiyi belirginleştirmiştir. Haug, Frankfurt Okulu’nun
manipülasyon tezini eleştirirken, manipülasyonun yalnızca güdümlenenlerin nesnel bir
menfaatine bağlandığı zaman etkili olacağını belirtir (Haug, 1986). Yani, manipüle etme amaçlı
tüm olaylar, farklı bir üslup kullansalar dahi gerçek ihtiyaçların dilini konuşabilmelidir.
3.Kültürel Mirasın Metalaşma Süreci
Eğer kültürel miras sürdürülebilir olsaydı, korunmasına ihtiyaç olmazdı. Kültürel miras
endüstrisi, kültürel üretimin yeni bir biçimidir ve yeni bir şeyler üretir. Bu çerçevede, tarihi bir
yapıya değer kattığını iddia eden projeler, geçmişin dilini kullanıyor olsalar dahi güncel bağlamda
konuşmaktadır (Kirshenblatt-Gimblett, 1995). Bu çalışmada mimari mirasın meta olarak
algılanması olgusu, onun bir değişim değeri olarak işlevinden kaynaklanmakta ve sermaye artışını
amaçlayan bir üretim piyasası içeren kapitalist bir düzen içinde konumlanmaktadır. Das Kapital
yazıldığından beri ekonomi, endüstri, işçilik ve tüketim biçimlerinin değiştiği gerçeği
düşünüldüğünde metaların kullanım ve değişim değerlerini içeren bir analiz önemsiz gözükebilir.
Ancak bu çerçeve, bu çalışma bağlamında mimari mirasa yapılan tasarım müdahalesinin daha
etraflıca anlaşılmasına yardım edecek ve onu politik ekonominin bir nesnesi olarak temsil etmeye
yarayacaktır.
Mimarlık ürünlerinin biçimi, yalnız üslupsal bir kategoriye ait olmaktan öte, toplum yapısından
onu inşa ettiren kişinin dünya görüşüne ve kültür yorumuna kadar uzanan bir yelpazedeki birçok
olgunun göstergesidir. Örneğin, Le Corbusier’nin Paris’te tasarladığı apartmanlara bakıldığında,
içinde yaşayan ailenin mahrumiyetini koruyarak hizmetlilerin rahat çalışabilmesine olanak
vermenin yanı sıra onların da mahremiyet alanını sağladıkları görülür. Benzer şekilde, Türk
evlerindeki kafesli cumbalar komşuluk ilişkilerini, iç mekânda kapıların doğrudan odanın içini
görmeye izin vermeyen açılış şekli de yapıda yaşayanlar arasındaki saygıyı yansıtmaktadır.
Mimari mirasa yalnızca meta olarak bakıldığında yapılardaki bu iç dinamikler kaybolmakta,
mimarlık ürünleri yalnızca biçimleri ile değerlendirilmektedir.
Günümüzdeki yapılı çevrenin oluşumunda tarihsel ve kültürel değerlerle yer yer çelişen örnekler
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, mimari miras uygulamalarının neyi ortaya çıkardığından ziyade
bunu nasıl ortaya çıkardığı incelenmelidir.
3.1 Türkiye’deki Durum ve Tarihi Arka Planı
Türkiye’de tarihi yapıların kullanımı sırasında yapılan müdahaleler, (çok az bir yüzdesi mimarlar
tarafından tasarlanan) 1980-1990’lardaki mimari pratiğinin belirginleştirdiği bir özellik olan,
görünüşün cazibesine odaklanmış ve kullanıcı/izleyicisine görsel bir haz sunmak üzere
hazırlanmış bir dekorasyon pratiğine dönüşmüştür. Haug’un yazdığı gibi, görünümler, daima
sunabildiklerinden çok daha fazlasını vaat ederler (Haug, 1986). Tarihi yapıların dışı, kullanım
değerinin değil, değişim değerinin haznesine dönüşmektedir. Çekici gözükmek ve kazancın
değerini belirlemek için ‘yaratıcı’ operasyonlar geçiren bu dış kabuğa yapılan müdahalelerin
genellikle daha geniş bir yelpazedeki ihtiyaçları karşılamak için yapıldığı iddia edilir. Oysa bu
gerekçeler daima kazanç artışı amacından daha az önem taşımaktadırlar.
Bir kitle iletişim aracı olarak da görülebilecek olan ve estetik boyutu dolayısıyla fiyatı ve değeri
artan tarihi mimari yapılar, sermaye artışına yönelik sürecin bir parçası olmuştur. Günümüzde
tarihi yapılarda uygulanan kültürel mimari projelerin tanıtımında ‘cazibe merkezi’, ‘hedef kitle’,
‘keyif’, ‘eğlence’ gibi terimler, mimarlık ortamının meta estetiğinin işgalinde olduğunu
göstermektedir. Yalnızca vaatlerinin çekiciliği için kullanılan bu terimlerin aslen içleri boştur ve
söz konusu projeleri methetmek için bir araç olarak işlerler. Bunun sonucu olarak, tarihi yapıları
yalnızca yüzeylerinin çekiciliği sebebiyle tercih eden projeler ortaya çıkmaktadır. Tarihi binalar,
mekânsal kurgusu, strüktürü, tarihsel ve sosyo-kültürel arka planının önemsiz sayıldığı bir
ambalaja dönüşen yüzeysel yapılar olarak sunulmakta, verimliliğin kârlılık olarak algılanması
sonucunda zarar görenler yine bu yapıların kendileri olmaktadır.
Günümüzde metanın, (mesela mimari bir yapının) inşasındaki işgücü onu tüketenlere görünmez
bir şekle getirilmiştir. Buna bağlı olarak, mimari yapılarda ustalık gerektiren detayların gittikçe
kullanılmadığı ve dolayısıyla ustalık olgusu gittikçe azaldığı için, tarihi yapıların değerinin
2
tüketicilerin gözünde düşmesi de onlara yapılan müdahalelerde meşrulaştırıcı bir faktör olarak
ortaya çıkmaktadır.
Mimari mirası etkileyen bu durum, yalnızca tekil yapılarda veya yapı gruplarında değil, aynı
zamanda kamusal mekânlarda da baş göstermiştir. Mimari mirasın Türkiye bağlamında bir meta
olarak görülmesine sebep olarak iki durum gösterilebilir. Bunlardan birincisi, mimarlık
pratiğindeki kopukluklar, ikincisi ise tarihi yapıların hukuksuzca yıkılmasının veya çevrelerine
zarar verilmesinin iktidarın neredeyse bir alışkanlığı olarak ortaya çıkması ve kentsel rantın
getirdiği topraktan en büyük karı elde etme iştahıdır. Birinci durum, başlı başına bir araştırma
konusu olup bu çalışmanın kapsamına girmemekte1, ikinci durum ise aşağıda örneklerle
açıklanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlayan ulusal
mimarlık hareketinin tarihle günceli yaratıcı bir şekilde birleştirme arayışları zaman içerisinde
politika ve kentsel dönüşüm kararlarıyla yönlendirilen dinamiklere dönüşmüştür. Bu dinamiklerin
etkisiyle, köklü bir uygarlık birikimine sahip Türkiye’de yaşanan kentleşme ve yapılaşma süreci,
söz konusu birikimle örtüşmeyen uygulamalara sahne olmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye ve
İstanbul’daki süreç, evrensel metalaştırmanın yerel bir örneği şeklinde gelişmiştir.
Türkiye’de temelleri 1980’lerin ikinci yarısında atılan çok katmanlı değişimlerin bir öğesi olan
küreselleşmenin sonuçlarından biri olarak, kentlerdeki mimari yapılar şehrin işlevsel yapısı ve
sosyo-ekonomik değişimlere uyumlu olmak adına çeşitli projelerle değerlendirilmektedir. 2000’li
yılların ortalarından bu yana, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesi ve
UNESCO tarafından gelen baskılar sonucunda, yerel yönetimler ve kamu kuruluşları daha önce
olmadığı kadar yaygın ve sayıca çok restorasyon projesine başlamışlardır.
1956 yılında başlayan Adnan Menderes Belediyeciliği İmar Hareketinin bir sonucu, 1956-1957
yılları arasında gerçekleşen, Ordu Caddesi’nin genişletilmesi amacıyla Simkeşhane ve Hasan
Paşa Hanı yıkımlarıdır2. Menderes döneminde mimari mirası etkileyen diğer imar hareketleri olan
ve 7289 yapıyı etkileyen yüzlerce metre genişlikteki bulvarların açılması ve Marmara Sahil Yolu
gibi projeler, kentin karakteristik tarihi mekânlarını düşüncesizce yok etmiştir.
Menderes’in talep ettiği, kentin mevcut tarihi dokularını dikkate almadan doğrusal akslar açan
söz konusu proje ve diğerleri, aslında 1956 yılında muhalefetin güçlenmesi ve dıştan borç
bulunamaması gibi sorunlara çözüm bulmaktan ziyade, Menderes’in itibarını ve gücünü arttırmak
için yaptığı siyasal amaçlı bir imar operasyonu olarak algılanmalıdır (Tekeli, 1993).
1
Bu kopukluğa iki örnek vermek gerekirse; İstanbul’un tarihi yarımadasında çıkan en büyük yangınlardan
biri olan 1865 Hocapaşa Yangını’ndan sonra 1865-1866 arası kâgirleşme için bir plan hazırlanmış ve
yapılan çalışmalar sonucunda yeni inşaatların hiçbiri ahşap olarak yapılmamıştır. Yangından etkilenmeyen
ancak Divanyolu’nun üzerinde duran kimi yapılar yıkılmış veya cepheleri traşlanmıştır. Bu tür zarara
uğrayan tarihi yapıların sayıca az olması olumlu olarak değerlendirilebilirken, asıl değişiklik, yapım
tekniklerinin değişimi ile meydana gelmiştir. Bu imar düzenlemesi, duyarlı bir şekilde müdahale edilen
mimari mirasın yanı sıra, geleneksel yapı formları ve bununla bağlantılı olarak yaşam alışkanlıklarını da
değiştirmiştir.
İkinci örnek, Cumhuriyet dönemi öncesi mimarlığın önde gelen kaygılardan biri olan, yapıda hangi üslubun
kullanılacağını içerir. Baskın amaçlar binanın içten ve dışarıdan güzel gözükmesi yönünde olduğu için,
yapı, üslubun gerekliliğine göre bezenmekte ve şekillendirilmekteydi. Oysa, Cumhuriyetin ilk
dönemlerinde mimarlık öğretisi, dönemin ekonomik ihtiyaçlarına da uyum sağlayan bir şekilde, planı
doğrudan işleve göre şekillendiriyordu (Mutlu, 1983). Bu ağırlık değişimi sonucunda, cephe, tavan ve
döşeme gibi öğeler arasındaki uyum ve üslup üzerinden tasarım değerlendirilmesi ikincil plana geriledi.
Günümüzde uzman olmayan kişilerin tarihi yapıları üsluplarının değeri açısından değil, işlevleri açısından
yararlı bulmasının bir sebebi de yukarıda anlatan bu denge değişimi ve kopukluk olarak görülebilir.
2
Simkeşhane ve Hasan Paşa Hanı yıkımlarına dair daha geniş bilgi için Tanyeli (2004).
3
1980’lerdeki siyasi ve iktisadi ortam sonucunda gerçekleşen yıkım ve yenileme çalışmaları
kapsamında, sur içinin açık hava müzesi olarak tasarlanması da bu duruma örnek teşkil
etmektedir. Bölgede yüz yıldan fazla bir zamandır var olan çeşitli üretim ve konut yapıları
yıkılarak park alanına, mevcut harap yapıların bir kısmı ise turistik dükkân, otel ve lokantaya
dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan ‘tarihi’ mekân, geçmişin hiçbir noktasında var olmamış bir
görünümle sunuluştur. Beş yıldan daha az bir sürede gerçekleştirilen bu sürecin ardından ortaya
çıkan yolsuzluklar ve yandaş kayırma durumları, bu projenin motivasyonunun zeminini tarihi
mirasa sahip çıkmaktan uzağa oturtmaktadır.
Dalan döneminde yoğunlukla 1987 sonbaharında gerçekleşen Tarlabaşı yıkımlarında, 386 adet
eski eser olarak kayıtlı yapı, Anıtlar Kurulu’nun soruşturma kararı ve İmar ve Eski Eserler
Yasalarına rağmen yıkılmıştır (Ekinci, 1994). Aynı derecede yıkıcı olmuş olan 1950’lerdeki
Tophane-Karaköy-Vezneciler-Aksaray-Fatih akslarının açılmasından hiçbir rahatsızlık
duyulmadan 32 yıl sonra benzer bir girişimde bulunulmasının yurt dışında çağdaş bir benzerini
bulmak zordur. Boysan’ın yazdığı gibi, 20.yy’da uygarlığın egemen olduğu hiçbir şehirde,
yüzyılların biçimlendirdiği antik kentlerin bağrı yüzlerce metrelik bulvarlarla yarılmamış, bunun
yerine yeraltından metro inşa edilmiştir (Boysan, 2004).
İstanbul’un bir kent imgesi haline gelmiş olan, Boğaz kıyısında rıhtıma oturmuş tarihi yalıların
onları mimarlık ve kent tarihi açısından öne çıkaran özellikleri, doğrudan kıyıda konumlanmış
olmalarıdır. Buna rağmen, Dalan döneminde 1987-1988 yılları arasında yalıların önünden
geçirilen kazıklı yollar bu özelliği dikkate almaksızın yapılmıştır. Yalılara herhangi bir yapı gibi
davranan bu uygulama aynı zamanda Boğaziçi İmar Yasası’na da aykırı şekilde hareket etmiştir.
Simkeşhane, Haliç ve Tarlabaşı yıkımlarının, mimari mirasın korunmasının ön planda
tutulmamasından ve bu mirasın oluşturduğu kentin iktidarı tatmin etmemesinden yola çıktığı
söylenebilir. Tanyeli, Simkeşhane örneğinde bu durumun var olan kent planlamasından
hazzetmeyen ve ‘düşlenmiş bir rasyonalite’ arzulayan bir dürtüden ileri geldiğini yazmaktadır
(Tanyeli, 2004).
1990’lara gelindiğinde, tarihsel mirasın yıkım ve inşaatla tahribine bir örnek olarak Park Otel
olayı ortaya çıkmıştır. 1930’lu yılların İstanbul’unun seçkin otelleri arasında bulunan lüks Park
Otel’e 1978 yılında çıkan yenileme kararının ardından, 1986’da (yeni adıyla Büyük Sürmeli Park
Oteli) inşaatı için getirilen koşullar arasında, binanın olduğu gibi korunmasına dair maddeler
vardır. Ancak dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan’ın aynı sene çıkardığı ve Büyükşehir
Belediye Meclisine sunmadan kendi imzasıyla onayladığı karar ile tarihi otelin yerinde beton bir
gökdelen yükselmeye başlamıştır (Gökdağ, 1992). Konu ile ilgili hazırlanan raporlar, incelemeler,
kurulan komisyonlar ve semt sakinlerinin açtığı karşı davalara rağmen, yerel demokrasinin rant
uğruna askıya alındığı bu durum ancak üç yıllık bir müdahaleden sonra durdurulabilmiştir.
Marmara’daki Bizans mirasının durumunu incelemek üzere 2008 yılında Türkiye Arkeolojik
Yerleşmeleri ekibi tarafından hazırlanan tahribat raporuna göre, tahribat tespit edilip bunun
belgelendiği 377 yapı arasından, 228 tanesinin tahribatı yapılaşmadan, 142 tanesininki ise yol
yapımından dolayı gerçekleşmiştir (Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri, 2008). Dolayısıyla, mimari
mirasa en büyük zararı plansız kentleşme sonucunda ortaya çıkan çarpık yapılaşmanın verdiği
görülmektedir. Var olan mirasın, yerine inşa edilecek yeni yapıya veya açılacak yeni yola kıyasla
daha az karlı olduğu algısı sonunda özellikle yerel yönetimler bu mirasa geri dönüşü imkânsız
boyutlarda zarar vermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli endüstri yapılarından biri olan Sütlüce Mezbahası, Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun olumsuz kararına rağmen yıkılmış, 10 yıldan fazla süren
bir inşaat ile dış cephesi eskisinin taklidiyle, içi ise yeni bir düzenlemeyle açılmıştır. Yıkılma
sebebi olarak verilen iç mekân düzeninin amaçlanan kültür merkezi işleviyle uyuşmadığı iddiası,
endüstriyel yapıların en karakteristik özelliğinin (istenildiği gibi bölümleme imkânı sunan) total
4
mekânlardan oluşması gerçeği ile çelişmektedir. Endüstriyel mimarlık tarihine ışık tutacak örnek
bir yapıyı inandırıcı olmayan bir sebeple yıkmış olan erk, bu yapının kültürel ve tarihi değerini
önemsememekte, onu değişim değeri yükseltilebilecek bir meta olarak değerlendirmektedir.
Benzer bir diğer örnek olarak, Topkapı Sarayı’nın dış bahçesindeki ve kıyılardaki köşk ve
saraylardan günümüze kalan tek yapı olan Sepetçiler Kasrı’nda, kimi tarihi yapılardaki iç
dekorasyonun sürekli değiştirilmesi, modern sonrası yaşam tarzının kullanıp atma, tüketip
yenisiyle değiştirme ve gelip geçici imajlarla donatma alışkanlığını yansıtmaktadır.
Fatih Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şirketi olan KİPTAŞ işbirliği ile
yürütülen Süleymaniye Kentsel Yenileme projesinin ilk safhası kapsamında 300den fazla evin
restore edileceği, bunun yanı sıra son 50 yılda yıkılmış 90 tane yapının restitüsyonu yapılacağı
bildirilmektedir (Sabah Gazetesi, 20.04.2009). Süleymaniye’yi ‘Osmanlı’daki gibi Türk
Mahallesi olarak ayağa kaldırmak’ şeklindeki ifadeler, projenin güncel kültürel ve tarihi seviye
içindeki dayanağı konusunda soru işaretleri uyandırmaktadır (İstanbul Büyükşehir Belediyesi,
2006). Tarihi evleri yeniden yapma ifadesinin kendi içindeki çelişkisinin, yapılı çevrede ve
tarihsel süreklilik bağlamında ne tür bir karşılık bulacağı endişe vericidir. Bu duruma bağlı
olarak, Süleymaniye ve İstanbul Boğazındaki ahşap veya yığma strüktürlü yapılar, betonarme
olarak yeniden yapılmakta, dış cepheler vinil siding kaplanmakta, plastik yağmur boruları açıkça
dışarıdan gözükmekte ve ortaya çıkan durum sanal bir rekonstrüksiyon olmaktadır. Mimari
mirasa taklit ahşap yapılarla katkıda bulunacağını savunan projelerin mimari mirası bir meta
olarak algıladığı açıktır. Benzer şekilde, Sarıgerme’de inşa edilmiş olan İber Otel’in bahçesinde
Psilis antik kentinin, liman ve nekropolünün kalıntılarının bir bölümünün bulunması, bu mirasın
bir dekor olarak sunulmasına örnektir (Ekinci, 2008). Turizm ve mimari mirasa dair politikaların
iç içe geçmesi kaçınılmazdır; ancak kimi turizm politikaları, yaşam tarzına göre değil, çıkarlara
göre işleyerek mimari mirası biçimlendirmektedir.
İlhan Tekeli, Türkiye’de mimari mirasın korunmasını savunan kişi veya grupların, savlarını dört
temelden birine dayandırdığını yazmaktadır. Bu temellerden birincisi, tarih bilincinin ve geçmişin
işaretlerinin fiziksel çevrede bulunmasının sağlıklı bir toplumun varlığı için önemidir. İkinci
temel, mimari korumayı ulusal kimliğin bir tanımlayıcısı olarak görmektedir. Son iki temel ise
estetik kaygılar ve kültürel turizm açısından mimari mirasın önemi üzerinde durmaktadır (Tekeli,
1987). Bu dört kategori aslında birbirleriyle bağlantılı olup, daha geniş olan birinci kategorinin
çerçevesinin içinde de görülebilir. Mimari mirası koruyarak kullanma pratiğine bakıldığında,
ortadaki projeler çoğunlukla özel sektörden girişimcilerin sağladığı finansmanın sonucudur. Bu
durumda, Tekeli’nin önerdiği kategorilerden sonuncusu olan kültürel turizmin yanı sıra, prestijin
de eklendiği sebepler baskındır. dolayısıyla, Türkiye’de bu tür projelerinin bir kısmının
motivasyonu kültürel turizm, daha büyük bir bölümünün motivasyonu ise kullanılacak tarihi
binanın, içinde var olacak yeni şirket/üniversite/otel ve benzeri kurumlar için bir prestij kaynağı
olmasıdır.
Türkiye’de müzeler veya arkeolojik alanlarda yapılacak uygulamalar konusunda büyük ölçüde bir
uzlaşma bulunmasına rağmen, kentsel mimari mirasın korunması konusunda mülk sahibinin kısa
vadeli çıkarları ve toplumun uzun vadeli çıkarları arasındaki denge, mimari mirasın aleyhine
durmaktadır (Tekeli, 2009). Güncel durumda bu denge, bireysel ağırlıklı özel kullanımdan yana
çalışmakta ve kentsel topraklar üzerinde değer artışı yaratarak onu paylaştırmaya yönelik
işlemektedir.
3.2. Türkiye’deki Kentsel Rantın Etkileri
Özel mülkiyet kurumu üzerinde yükselen kapitalizm, günümüzde gelinen aşamada toprak gibi
doğal varlıkların sermayeleştirilmesine dayanmaktadır. Bundan hareketle, Marksist düşüncenin
doğal varlıkların sermayeleştirilmesi, meta dışı alanların metalaştırılması gibi kavramları aktif
olmaktadır (Turan, 2009). Kapitalizm, üretim ve birikim krizini çözmek adına kentsel mekânlar
5
başta olmak üzere sanat, kültür, toprak ve su gibi doğal kaynakları pazarlanabilir nesnelere
dönüştürmektedir (Yapıcı, 2009).
Günümüzde organize kapitalin tarihi yapıları içeren büyük-çaplı mimari projeleri artarak
izlenmektedir. 1994 krizinden sonra görülen baskın yönelimler ve 2001 krizinden sonra ulaşılan
göreceli ekonomik istikrar da bu tür yatırımları yeniden tetiklemiştir. Bunun sonucunda ortaya
çıkan projeler ve yapılar, küresel ölçekte belirlenen bir kültür endüstrisinin popüler olacağı
düşünülen yerel versiyonları olarak izlenmektedir. Metalaşma kavramından hareketle,
günümüzde para ile ölçülmeyecek değerlere paha biçen piyasa mantığı çok geniş çapta etkilidir.
Dolayısıyla kültürel miras gittikçe artan bir şekilde piyasanın koşullarına uyum sağlayarak ve
popüler olanın çok satması fikrinden beslenerek, özgünlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı
karşıyadır.
Bunun
bir
diğer
sebebi,
tüketim
kültürünün
küreselleşmesi
ile
seçkin/avam/görgülü/görgüsüz, orijinal/kopya gibi ayrımların arasındaki farkın giderek
belirsizleşmesidir (Öncü, 2007). Bu belirsizleşme, maddenin kendisinde değil, onu izleyen ve
kullananların gözünde olduğu için de tehlikeli bir durum ortaya çıkmaktadır. Kendini savunmak
adına bir inisiyatife sahip olmayan kültürel miras, bu izleyici ve kullanıcıların elinde, özgün
durumundan çok farklı kimliklere bürünmesine sebep olan müdahalelere maruz kalmaktadır. 3
Modernite, yapılı çevrenin dönüştürülmesine dair ekonomik ortamı sağlarken, tarihsel sürekliliği
besleyecek bir koruma ahlakını da içinde taşır. Tarihi yapıların mal sahipleri, söz konusu
mülklerini yıkarak yerine çok katlı yeni binalar yaparak, başka kişilerin hâlihazırda yararlandığı
rant artışından kendileri de faydalanmak istemektedir. Bunu engellemeye çalışan imar ve koruma
planlarının stratejisi, mal sahiplerine başka yerlerde mülk veya imar hakkı vermekten ya da çeşitli
mali kolaylıklarla korumayı teşvik etmekten geçmektedir. Buna rağmen, yaklaşık son otuz yıl
içinde mal sahiplerinin bu tür bir koruma fikrini benimsedikleri görülmemiş, sonunda da tarihsel
dokular çöküntü alanı haline gelerek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada,
ekonomik gücü olan kişiler devreye girmiş, söz konusu mülkleri satın alarak kendi çıkarları için
kullanmışlardır.
Özellikle Türkiye’nin büyük şehirleri söz konusu olunca dile getirilen arsa rant değeri,
gerçekleşecek projelerin gidişatını neredeyse tamamen belirlemektedir. Arsa rant değeri yüksek
olduğunda, bu arsada kullanıma uygun tarihi bir yapı olsa bile ve tescilli olmasına zaman zaman
bakılmaksızın yıkılarak yerine spekülatif ticari amaçlı binalar inşa edilmektedir. Kapitalist
sistemin mantığı içinde karlı hale getirilen yıkım ve taşınmazın sahibi olanın onun mutlak
hâkimiyetine sahip olması olgusu da söz konusu yıkımları desteklemektedir. Söz konusu
toprakları en çok isteyenler arasında inşaatçılar, emlakçılar, büyük ölçekli yatırımlar yapan
turizm, sanayi, eğitim, sağlık kuruluşları, gayrimenkul yatırım ortaklıkları, bankalar ve finans
kuruluşları sayılabilir.
Toplum karşısında mimari mirasın korunmasını savunan devlet, yerel yönetimler veya özel
şirketler, konu kendi yapılarına geldiğinde rüşvet, yasa-dışı uygulamalar, siyası bağlantılar gibi
tüm araçları kullanmaya yönelebilmektedir. Devletler ve yerel yönetimler, tarihi yapıları
kiralarken duruma özel yasal düzenlemeler ve imar planı yapmakta, ihale de dâhil olmak üzere
çeşitli ayrıcalıklı durumlar geliştirerek, mimari mirası herhangi bir yapı seviyesine
düşürmektedirler.
Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da bolca örneği görüldüğü şekilde, yerel otoriteler veya özel
şirketler tarihi miras yapılarını çeşitli ekonomik amaçlara hizmet etmesi için turizm nesnesi
olarak veya yerel gurur adına işlevlendirmektedir. Belirli mekânlar toplumsal aktörler arasındaki
3
Ranta dönük ve dolayısıyla çıkış noktası kültürel mirası korumak olmayan, bilimdışı uygulamalar, iyi
niyetle yola çıkan ancak yetersiz bilgi ve deneyim sonucunda yapılan hatalı restorasyonlardan farklıdır.
6
iktidar mücadelesine sahne olmakta ve ‘yerel dinamikler’ ortaya çıkmaktadır (Öncü ve Weyland,
2007). Bu toplumsal aktörler, küreselleşmenin yarattığı farklı fırsat alanlarından biri olan yapılı
çevreyi ele geçirmektedirler. Bu tür projeler çoğu zaman tarihi koruma içgüdüsü veya yapının hak
ettiği değeri ona yeniden kazandırma isteğinden değil, ekonomik büyüme isteği veya yerel
yönetimler arası çekişmelerden doğmakta, hatta kimi zaman bir kültür politikası olarak lanse
edilmektedir.
Görüldüğü üzere, siyasi seçkinlerin çeşitli tasavvurlarını hayata geçirmek için buldozerlerle
giriştikleri operasyonlar, mekânların bir tarihi veya ekonomik değer taşımasından ileri
gelmektedir. Yöneticiler, bu tarihi değerin yıkımını gerçekleştirmenin iktidarlarını güçlendirdiğini
de düşünebilmektedirler. Maalesef, tarihi yapıların topluca ve düşüncesizce tahribatı toplum
gözünde onların birer meta olarak imajını güçlendirmektedir. Bu ironi, her mimari miras tahrifatı
ile daha da artmaktadır. Oysa fiziki mekân sembolik anlamlardan arındırılmış bir mekân değildir,
anlamını kültürel bakış açısı ile kazanır ve bu tür kültürel-ekonomik-sosyal anlamlar taşıdığı için
önemlidir. Görüldüğü gibi, özel kişi ve şirketlerin politik amaçları da tarihi yapılardaki projelerin
gidişatını etkilemektedir. Bu durumlarda belirli bir tarihi yapının güncel projesini finanse eden
kişileri yüceltmek amacıyla, yapının zaman içinde geçirdiği işlevler görmezden gelinmektedir. Bu
tür durumlarda, kısa vadeli kişisel güç uğruna mekânın asıl öneminin harcandığı görülmektedir.
Dolayısıyla, atıl durumdaki tarihi mirası işlevlendirme projelerinde koruma ile sunum arasındaki
ilişkiye finansal yöneticinin açısından bakılmaktadır. Oysa tarihi mirasın doğrudan ‘tüketicileri’
olan müşterilerin açısından da bakılmalı, hatta bu ‘tüketiciler’in ihtiyaçları ve tepkilerine cevap
verecek politikacılar ve yöneticilerin açısından da bakılabilmelidir.
Mal sahibi veya dönemin siyasal iktidarı için prestij projeleri olarak görülen mimari miras
projeleri birer modernleştirme kisvesi altında sunulmaktadır. Çoğu zaman yapıların dönüştürülme
öncesi harap ve pis halleri, sanki söz konusu yıkık durum yapının özgün inşasındaki
durumuymuşçasına sergilenir. Böylece, proje sahibi sefalete karşı modern ve medeni bir duruş
sergiler. Tarihi yapıların malikleri, toplumun ortak mirası olan yapıları dönüştürürken aydınlatıcı
olmayı çoğu zaman göz önünde bulundurmamaktadır. Hatta Dalan döneminde olduğu şekilde,
halk işin neredeyse başından sonuna kadar yalnızca seyirci rolünde kalmaktadır. ‘Besleme’ basın
ise konu hakkında olumlu haberler yayınlayarak kamuoyunu etkilemektedir.
Kamusal görünürlüğün de bu konuda önemli bir rol oynadığı izlenmektedir. Kültürel alanda meta
üretimi üzerine incelemeler yapılmış Habermas gibi yazarların ‘kamusal alan’ üzerine düşünceleri
konuyla ilgili olarak öne çıkmıştır. Habermas’ın temsili kamusallık kavramından hareketle,
kentlilerin tüketici konumunda olduğu ve Adorno’nun savını destekler şekilde daha etkileyici
olana dikkatlerinin çekildiği söylenebilir. (Habermas, 2009). Burada metamorfoza uğrayarak
meta olan mimari miras, potansiyel izleyicileri tarafından duygusal açıdan algılanmaktadır.
Yapının görüntüsü, metanın kendisi olan tarihi dokusundan daha önemli hale gelmiş, estetik
imgesi ve bir prestij objesi olarak vaat ettiği kullanım değeri öne çıkartılmıştır. Bu yapıların
görüntülerini kontrol edip izleyicilerine daha etkileyici ve göz kamaştırıcı hale getiren kişi veya
kurumlar, bu sayede yapının izleyicilerini de kontrol etmektedir.
Mimari mirasın metamorfoza uğramasının bir diğer sebebi kent kullanıcıları olarak tanımlanan
gruptur. Kent kullanıcıları (city users), söz konusu şehirde yaşamayan, çalışmayan, fakat onun
özel ve kamusal hizmetlerini tüketen kişi grubudur (Martinotti, 2004). Bu kişiler, şehrin mimari
mirasının hem fiziksel dokusunu hem de değerini aşındırmaktadır. Gezdikleri kentlere dâhil
olmadan, sorumluluk almadan gelip geçen bu kullanıcılar, kitle turizm piyasasının bir sonucu
olarak ortaya çıkarak yerel halktan çok farklı kimliklere sahiptirler. Kitle turizminin gelişmesi
adına ‘turistik’ mekânlara dönüştürülmekte olan tarihi yapılar, ait oldukları bölgenin özgünlüğünü
ve kimliğini sürdürmeyi zorlaştırmaktadır. Kent kullanıcıları, politikacıların da yaklaşımlarını
etkileyerek, kentlilerin aleyhine ve kent kullanıcılarının lehine kararlar alınması durumunu ortaya
çıkarmaktadırlar (Kesteloot, 2004). Süleymaniye örneğinde olduğu gibi, burada turizmin
7
sağlayacağı gelirden yararlanmayı öncelikli olarak gören yerel yönetim, bölgeye gelen kent
kullanıcılarının beklentisinin otantiklik olduğunu görmektedir. Ancak, bu beklentinin amacından
ziyade, şekline hizmet edercesine gelenekleri ve bu kapsamda tarihi yapıları yeniden üretip
içerikten yoksun bir şekilde çoğaltmaktadır. Yerellik turistik olarak sürdürülebilir olmak adına
otantikliğinden ödün vermektedir. Bu kişiler için üretilen çoğunlukla seyirlik mekânlar ve yapılar,
şehirlerin tarihsel geçmişini pazarlayarak tüketmektedir.
3.3. Türkiye’deki Güncel Hukuki Zemin ve Resmi Inisyatifler
Yukarıda açıklananlara karşılık, mimari mirasa yapılacak tüm müdahalelerin kontrol altında
olduğu görüntüsünü veren hukuki bir sistem bulunmaktadır. Koruma Yüksek Kurulu, Korum
Bölge Kurulları, 2863 sayılı Kanuna 5226 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle, 13. maddesindeki
hükme bağlı olarak 1 Haziran 2005’te çıkartılan yönetmelikle belediyeler bünyesinde kurulan
Koruma, Uygulama ve Denetim Büroları (KUDEB) gibi mekanizmalar, mimari mirasın
korunması konusunda sağlam bir temel olduğu izlenimini vermektedir. Haziran 2005’te kabul
edilen 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve
Yaşatılarak Korunması Hakkında Kanun, içerdiği ‘yeniden inşa ve restore ederek’ ifadesiyle
yukarıda anlatılan ve kültürel varlıkların belgesel değerini göz ardı eden tutumun yasal
dayanağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de tarihi yapıların kullanımına dair politikaları
yönlendiren hukuki zeminde, kurumsal yapı kavramsal yapının gerisinde kalmıştır. Erken
Cumhuriyet döneminde, imar ve koruma hareketleri günümüzdeki gibi iki ayrı dal olarak
algılanmıyordu. Örneğin, 1942-1943 yılında yapılan Ödemiş bölgesinin planının şartnamelerinde
“Kentteki mimari karakterin tespit edilmesi, bunun için kente mimari karakterini veren yapıların
cephe rölövelerinin çıkartılarak plan eki olması..” gibi ifadeler bulunmaktadır (Ekinci, 2002). Bu
duyarlılık, neredeyse on sene sonraki gelişmelerde görülmemekte, imar korumadan ayrılarak
baskın çıkmaktadır.
Kültürel mirasın farklı ve özgün olarak ilgi çeken özü üzerinde düşünülmeli ve bunun üzerinden
yeni ve yaratıcı bir çevre amaçlanmalıdır. Kültürel amaçlı olduğu iddia edilen projelerin birçoğu,
geçmişin işaretlerini geleceğe aktarmaktan ziyade, geçmişe ilişkin bir tiyatro dekorunu geleceğe
aktarmaktadır. Yakın zamanlarda giderek artan bir pratik olan, yapı adalarının içini tamamen
boşaltarak tarihi cepheleri bir kabuk olarak koruma yaklaşımı da metalaşma durumuna somut bir
örnektir. Bir diğer örnek ise, Sulukule, Süleymaniye ve Tarlabaşı’da olduğu gibi, bölgede
yaşayan ve çalışanların oranın kültürel bir öğesi olarak kabul edilmemesi, bölgenin bu kişilerden
arındırılarak yeni bir çevre yaratılmasıdır.
Endüstriyel gelişmenin hızı ve bunun toplumsal sonuçları, Türkiye’deki kültürel mirasın daha
önce olmayan bir ölçekte geçmişten kopmasına neden olmuştur. Bu devrimler kendi antitezini de
yaratarak kültürel ve tarihsel geçmişe sahip çıkma dürtüsünü ortaya çıkardıysa da, söz konusu
kopukluk yüzünden bu koruma müdahaleleri sağlıklı bir gelişim gösterememiş, toplumun özgün
ihtiyaçları ve imkânları tarafından belirlenmesi gereken diyalektik süreçten uzaklaşılmıştır.
Türkiye’nin kentlerinde her zaman bir planlama ve gelişmeyi denetleme çabası olmasına rağmen
bir uzlaşmaya varılamaması sonucu ortaya çıkan plansız gelişme, yaşanan rant ekonomisini
beslemekte ve bu rantlar kentlerdeki imar dinamiklerini neredeyse yönlendirmektedir.
Türkiye’nin kaybettiği kültürel değerlerin nasıl korunacağı konusunda farklı aktörler arasında bir
uzlaşma mevcut değildir. Yapılmaya çalışılan, gerçek anlamda bu kültür varlıklarını korumaya
yönelik bir mimarlık politikası benimsemek yerine, ‘koruman meşruiyet zemini’ üzerinden
yeniden inşa etmenin bir koruma hedefi olarak seçilmesidir (Özaydın, 2008).
Mimarlar Odası’nın 1986-1990 yılları arasındaki mimari mirasın yağmasına karşı eylemleri,
özellikle İstanbul kentinin tarihinden kaynaklanan özelliklerin ve kişiliğinin bu kentle ilgili
şehircilik sorunlarına yaklaşımda temel bir hareket noktası olarak alınmasını vurgulamıştır. Oda,
kültürel varlıkların metalaşmasına temel oluşturan güncel ortamı ve arsa değer artışlarının,
8
şehircilik ve imar hareketlerinin büyük çoğunluğunun sınırlı çevrelerin isteklerine yönelik
gösteriş yatırımları olduğunu 1987 yılının Temmuz ayındaki Olağanüstü Genel Kurul’unda ortaya
koymuştur (UNESCO – Mimarlar Odası, 1990).
Kültürel Gelişmenin Dünya Onyılı olarak belirlenen, Türkiye’nin de temsil edilip oy kullandığı
1987-1997 yıllarında Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan planlarda kent bağlamında mirasın
mekânsal planlama ile bütünleşmesi ve buna bağlı olarak sosyo-kültürel kalkınma gibi başlıkların
öne çıkmasına karşın, bunların Türkiye’de önemli bir değişimi tetiklemediği anlaşılmaktadır
(UNESCO – Mimarlar Odası, 1990). Türkiye Mimarlık Politikası’nı oluşturmak için 2007 yılında
başlayan sürece rağmen, bugün mimari mirasa olumsuz etki eden kentsel rant odaklı durum
devam etmektedir.
Mimarlığın toplumla buluşması için temel mimarlık politikası oluşturmayı amaçlayan ve
Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu tarafından hazırlanan ‘Türkiye Mimarlık Politikası’na
Doğru’ başlıklı bir metin Şubat 2007’de kamuoyuna sunulmuştur (TMMOB Mimarlar Odası,
2008). Ancak, 2010 yılında halen devlet tarafından kabul edilmiş bir mimarlık politikası
bulunmamaktadır. Bu durum Avrupa ile karşılaştırıldığında, örneğin 1998’de kabul edilmiş olan
mimarlık politikasına bağlı olarak yerel yönetimlerin kendi mimarlık politikalarının olduğu
Finlandiya göz önüne alındığında, kat edilecek mesafenin büyüklüğü gözler önüne serilmektedir
(Finnish Architectural Policy, 2010)
4. Sonuç
Tekeli, ‘korumacılık, içinde yaşanan çevrenin nesneleri üzerinden tarihle bir ilişki kurma
biçimidir’ yazar (Tekeli, 2009). Günümüz Türkiye’sindeki durum, bir Mimarlık Politikası’nın
benimsenmemiş olmasının yanı sıra, mimari miras nesnesinin bir meta olarak algılanması ve
kullanılması olarak ortaya çıkmakta, bu sebeple de tarihle maddeci, şekilci ve toplamda çıkarcı
bir ilişki kurmaktadır. Koruma kılıfı altında yapılan uygulamalar, kültür ürününün
metalaşmasının Türkiye’deki yerel versiyonunu ortaya çıkarmaktadır. Dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de sermaye, toplumsal prestiji farklılaşma ihtiyacı çerçevesinde sunmakta, mimari
miras uygulamalarını gösteri toplumunun bir nesnesi haline getirmekte, kullanım değeri
üzerinden değil, değişim değeri üzerinden yapılandırılmaktadır. Toplumun ortak değerleri ve
yüzyıllar içinde yaratılmış değerler, ayrıcalıklı kişi ve grupların elinde metamorfoza
uğramaktadır.
Ortaya çıkan durum, kent topraklarına rant gözüyle bakan, toplumsal çıkarları, kentin kimliğini
ve ihtiyaçlarını göz ardı eden, imar kurallarını ise kısa zamanda büyük miktarda para kazanmak
için değiştirebilen veya ayrıcalıklı izinler çıkartan, yasal fakat hukuksal olmayan yöntemleri
benimseyen bir yaklaşımın sonucudur. Günümüzde tarihsel değerlerin varlıklıların hizmetine
sokulmasına karşılık, kentin asıl sahipleri olan halk buralara yabancılaştırılmaktadır. Ancak,
sesini duyurup örgütlenmeye yönelik bireylerin, dernek, birlik, sendika, platform ve vakıf gibi
sivil toplum kuruluşlarının girişimleri, kendi içlerinde organize olmakla beraber, kültür
politikalarını etkilemek yerine tekil durumlara tepki şeklinde ortaya çıktıklarından yeterince geniş
çapta ve uzun süreli etkili olamamaktadırlar.
Gerçek ve olağanüstü arasındaki muğlâk alanda aktif olan meta estetiği, modern birer tüketici
olan izleyicilerin zevke dair farkındalığına etki etmekte, kimi zaman da onu değiştirmektedir.
Bağlam bağımlılığı olarak çevrilen context dependence olgusu, bireyin dışındaki dünya ve
toplumla ilişki kurmasındaki niyet ve amaçlarla ilgilidir (Tekeli, 2009). Süleymaniye Kentsel
Tasarım Projesinde, bağlamını etkileyen ve onu kendince yeniden tanımlayan proje yürütücüleri,
proje bittiğinde bu bölgenin mimari mirasının algılanmasını da yeniden tanımlamış olacaklardır.
Makalenin başında belirtilen, manipüle etme amaçlı tüm olayların, farklı bir üslup kullansalar
dahi gerçek ihtiyaçların dilini konuşabilme gerekliliği göz önünde bulundurulduğunda
Süleymaniye projesinin nihai başarısının düşük olacağı anlaşılmaktadır.
9
Yılan hikâyesine dönen Atatürk Kültür Merkezi ve Sepetçiler Kasrı projeleri veya hangi meşru
sebeple yıkıldığı anlaşılamayan Sütlüce Kongre Merkezi’nde olduğu gibi tarihi yapıları
‘yepyenileyip’ sözde halka geri kazandırma projelerinin yanı sıra, Süleymaniye Kentsel Tasarım
Projesi gibi örnekler, mimari mirasın gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarılabileceği
konusunda kuşku uyandırmaktadır. Sadece arsa olarak değerlendirildiği izlenen bu eserler, kültür
endüstrisinin birer aracına dönüştükleri takdirde tahammül edilir duruma gelmişlerdir. Hatta
kültür ve sanatın metalaştırılmasına destek verecek şekilde, imaj danışmanı, konsept tasarımcısı
gibi meslekler de türemiştir. Var olan mimarlık mesleği ise piyasadaki ağırlığını toplumsal
hizmetten işverenin menfaatine ve beklentilerine çevirmek durumunda kalmıştır.
Ancak, Habermas’ın yazdığı kadar olumsuz ve kamusal alanın illüzyonundan oluşan bir durum
yoktur çünkü bu konuda rasyonel tartışmalar yapılmaktadır ve yazılar yazılmaktadır. Sorun,
bunların kapitali elinde tutan erklere kabul ettirmenin güçlüğüdür.
Türkiye’de koruma bilincinin toplumda yaygınlaşmamış olması ve toplum tarafından
içselleştirilmiş bir istek olmaması sebebiyle sahte koruma uygulamaları ve sözde tarih bilincini
geliştirmek adına siyasetçilerin kendi kısıtlı ve kimi zaman bilimsel olmayan bakış açılarından
yeni bir tarih inşa etme çalışmaları izlenmektedir. Oysa koruma kavramı sürdürülebilirlik kavramı
ile iç içedir ve geleceğin geçmişle sürekliliğin sağlanması şeklinde kabul görmelidir. İhtiyaç
duyulan, tarihsel sürekliliği ve değişimin gerekliliklerini göz önünde bulundurarak, estetik
etkilerden öteye gitmeyi amaçlayan ve sorumluluk alarak tasarımlar üreten, çeşitli uzmanlık
disiplinleri ve toplumsal grupların uzlaşması ile benimsenip uygulanacak bir mimarlık
politikasının oluşturulmasıdır.
Kaynakça
Adorno, T., 1991. The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, Routledge, London.
Adorno, T.W, Horkheimer, M., 1997, The Dialectic of Enlightenment, Verso, London.
Avunduk, A., 2008. Tarihi Yarımadada Restorasyon Adı Altında Yapılan Tahribat, Tarihi Yarımada
Sempozyumu, TMMOB İstanbul Büyükkent Şubesi, 15-16 Kasım 2007.
Baudrillard, J., 2008. Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Boysan, A., 2004. Aydın Menderes Belediyeciliği İmar Hareketi Uygulama ve Sonuçları, mimar.ist, 13.
s.25-31.
Debord, G., 1995. The Society of Spectacle, Zone Books, New York.
Ekinci, O., 1994, İstanbul’u Sarsan On Yıl:1983-1993, Anahtar Kitaplar, İstanbul
Ekinci, O., 2002. Koruma, İmar Hukukunda Toplum ve Mimarlık Sempozyumu, 13-14 Ekim 2000, İTÜ
Taşkışla, TMMOB Yayınları, İstanbul, s.55-61.
Ekinci, O. 2008, Turizm Politikaları ve Mimarlık, Mimarlık ve Kent Buluşmalarından Türkiye Mimarlık
Politikası’na: İstanbul, TMMOB Mimarlar Odası, Ankara.
Finnish Architectural Policy, 2010, http://www.finnisharchitecture.fi/organizations-policies (30.05.2010)
Gökdağ, R., 1992, Park Otel “Olayı”, Anahtar Kitaplar, İstanbul.
Habermas, J., 2009. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul.
Haug, W. F., 1986. Critique of Commodity Aesthetics: Appearance, Sexuality and Advertising in Capitalist
Society, Polity Press, Cambridge.
10
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2006.
http://application2.ibb.gov.tr/TarihiCevreKoruma/HaberDetay.aspx?ID=2203 (21.04.2010)
Kesteloot, C. 2004. Urban Socio-Spatial Configurations and the Future of European Cities, Cities of
Europe, ed: Kazepov, Y., Blackwell, Massachusetts, s.123-148.
Kirshenblatt-Gimblett, B. 1995. Theorizing Heritage, Ethnomusicology, 39/3, sf.368-380.
Martinotti, G. 2004. Social Morphology and Governance in the New Metropolis, Cities of Europe, ed:
Kazepov, Y., Blackwell, Massachusetts, s.90-108.
Mutlu, A., 1983. Yurdumuzdaki Mimarlık Öğretiminde Binaya Şekil Verirken Fonksiyon Etkisinin Ağırlık
Kazanmasının Mimarlık Sanatı Üzerindeki Sonuçları, Son 100 Yılda Ülkemizde ve Dünyada Sanat ve
Mimarlık Sempozyumu, Mimar Sinan Üniversitesi, 17-21 Ekim 1983, İstanbul.
Öncü, A. ve Weyland, P., 2007. Giriş, Mekân, Kültür, İktidar, İletişim Yayınları, İstanbul,
Öncü, A., 2007. “İdealinizdeki Ev” Mitolojisi Kültürel Sınırları Aşarak İstanbul’a Ulaştı, Mekân, Kültür,
İktidar, ed: Öncü, A., Weyland, P. İletişim Yayınları, İstanbul, s.85-103.
Özaydın, G., 2008. Tarihi Yarımada ‘Modernleşme Dinamikleri-Koruma’ İkilemi, Tarihi Yarımada
Sempozyumu, TMMOB İstanbul Büyükkent Şubesi, 15-16 Kasım 2007.
Sabah Gazetesi, 2009. Süleymaniye Evleri Yeniden Hayat Buluyor, 20.04.2009.
Tanyeli, U. 2004. Düşlenmiş Rasyonalite Olarak Kent: Türkiye’de Planlama ve Çifte Bilinçlilik, İlhan
Tekeli İçin Armağan Yazılar, ed: İlkin, S, Silier, O., Güvenç, M., Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
s.503-538.
Tekeli, İ., 1987. Kentsel Korumada Yaklaşımlar Üzerine Düşünceler, Türkiye II. Dünya Şehircilik Günü
Kolokyumu:Tarihi Kentlerde Planlama / Düzenleme Sorunları, Trakya Üniversitesi, 6-8 Kasım, 27-32.
Tekeli, İ., 1993. İcabında Plan..., İstanbul, 4, s.26-37.
Tekeli, İ., 2009. Kültür Politikaları ve İnsan Hakları Bağlamında Doğal ve Tarihi Çevreyi Korumak, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
TMMOB Mimarlar Odası, 2008. Mimarlık ve Kent Buluşmalarından Türkiye Mimarlık Politikası’na:
İstanbul, TMMOB Mimarlar Odası, Ankara.
Turan, M., 2009. Türkiye’de Kentsel Rant: Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Kitabevi Yayınları,
Ankara.
Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri, 2008. TAY – Marmara Bizans Dosyası,
http://www.tayproject.org/dosyabizmar.html (30.04.2010)
UNESCO - Mimarlar Odası, 1990. Kültürel Gelişmenin Dünya Onyılı ve Türkiye, E Yayınları, İstanbul.
Yapıcı, M., 2009. Tüketim Nesnesi Olarak Mimarlık, mimar.ist, 33, s.43-45.
11